Kudret Elinde Canı Olan: Bir Yemin, Bir Teslimiyet

Kudret Elinde Canı Olan: Bir Yemin, Bir Teslimiyet

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hayatı boyunca pek çok hakikati bize bildirirken bazen yeminle sözlerine kuvvet verirdi. Ancak O’nun en sık kullandığı yemin şekli sıradan bir yemin değil, derin bir teslimiyetin ve kulluk şuurunun ifadesidir:
“Vellezî nefsu Muhammedin biyedihî” – Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki…

Bu yemin, sadece bir sözün vurgusu değil; aynı zamanda bir hakikat ilanıdır. Resûlullah (s.a.v.), bu kasemiyle şunu haykırır:
“Ben dahi kendime malik değilim. Benim ruhum da, bedenim de, gücüm de, hayatım da Allah’ın elindedir.”

Bu ifade, bir kulun Rabbine olan nihai teslimiyetinin, kendini bütünüyle Allah’a ait bilmesinin zirvesidir. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ben kendi nefsime dahi sahip değilim” diyerek, insanlık onurunun ve özgürlüğünün aslında Allah’a kullukta yattığını göstermektedir. Çünkü gerçek özgürlük, hakikatin rehberliğinde yapılan kulluktur.

Bu yeminin arka planında insanın acziyetini kabullenmesi, ilahî kudrete teslimiyeti ve tevhid bilincinin en yüksek mertebesi vardır. Bu bakımdan, bu söz sadece bir yemin değil; aynı zamanda bir iman manifestosudur. Çünkü bir insan, canının Allah’ın kudret elinde olduğunu idrak ettiğinde artık kendini mutlak güç sahibi sanmaz, kibirlenmez, dünyaya aşırı bağlanmaz.

Bu kasemin içinde insanın fıtratına derin bir davet vardır:
“Ey insan! Sen de kendini mutlak malik sanma! Senin de nefsin, ömrün, kalbin ve kaderin O’nun elindedir.”
Bunu anlayan kişi için ölüm korkulacak değil, bir el değişimidir; rızık endişe verici değil, Kudret Eli’nin ikramıdır; yalnızlık acı değil, her an gözetilmenin huzurudur.

Yani şunu ifade ederiz;
“Ben kendime malik değilim ki, kendi başıma bir şeye hükmedeyim. Mülk O’nundur; ben Onun memuruyum.”
İşte “nefsim O’nun elindedir” demek, tüm benliğiyle bu hakikate iman etmek demektir.

Sonuç olarak:

Peygamber Efendimizin “Vellezî nefsu Muhammedin biyedihî” şeklindeki yemini, bir sözün vurgusundan öte bir kulluk duruşudur. Bu yemin, bizlere hem Allah’ın kudretine teslim olmayı, hem de hayatı O’nun iradesine bağlamayı öğretir. Çünkü hayatın sahibi Allah’tır; biz ise sadece O’nun emanetiyiz.

Özet:

Bu makale, Peygamber Efendimizin “Vellezî nefsu Muhammedin biyedihî” yeminini bir teslimiyet ve kulluk beyanı olarak ele almaktadır. Yemin, sadece bir vurgu değil; insanın kendini Allah’ın mülkü olarak görmesinin, hayatın ve nefsin sahibinin yalnız Allah olduğunu ilan etmesidir. Böyle bir bakış, insanı tevhide, tevekküle ve teslimiyete götürür.

Loading

No ResponsesMayıs 6th, 2025

Fe’sda’ Bimâ Tu’mer”: Hakkı Açıkça Söyleme Emri ve Davetçinin Cesareti

Fe’sda’ Bimâ Tu’mer”: Hakkı Açıkça Söyleme Emri ve Davetçinin Cesareti

Ayet:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ
“Öyleyse, sana emredilen şeyi kafa çatlatırcasına açıkça anlat! Müşriklere aldırma!” (Hicr Suresi, 94)

Kur’ân-ı Kerim’in bu kısa ama sarsıcı ayeti, Risaletin dönüm noktalarından birine işaret eder. Söz, tebliğ ve davet sahasında bir kırılma anıdır bu emir. Gizli davetin yerini artık açık çağrı alacaktır. Artık geri dönüş yoktur. Bu ayet, sadece bir emir değil; bir mücadele çağrısı, bir istikamet bildirisi ve bir dava adamının pusulasıdır.

I. Tefsir Yönüyle Ayet

“Fe’sda’ bimâ tu’mer”, Mekke döneminde nazil olmuş ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) gizli yürüttüğü tebliğ faaliyetinden sonra, artık açıkça İslam’ı ilan etmesini emretmiştir.

“Fe’sda’”, Arapçada “yarılmak”, “ayırmak”, “açığa çıkmak” anlamlarına gelir.

Buradaki kullanımda mecazi anlam taşır:
Korkma, çekinme, engelleme tanıma; Hakk’ı açıkça ilan et.

Tefsir âlimleri bu ayeti, Peygamber’e gelen “açık tebliğ” izni ve emri olarak görürler. Çünkü bu ayetten önce davet daha çok birebir, gizli veya küçük halkalarla oluyordu. Bu ayetle birlikte artık açık meydanlara, daru’n-nedve’ye, panayırlara yöneliş başlıyor.

II. Belağat Yönüyle Ayetin Derinliği

Kur’an’da vecizliğin (özlü ifade) en güzel örneklerinden biridir bu ayet. Yalnızca iki kelimeden oluşan bu emir, içinde;

Cesaret,

Kararlılık,

Sarsılmaz bir tevhid daveti,

Toplumsal bir mücadele ilanı,

Tek başına kalsan bile hakkı haykırma gerekliliğini barındırır.

Belağat açısından bu ayet, lafzın kısa, mananın derin olduğu ayetlerdendir.
Bir başka belağat özelliği de emir kipinin (فَاصْدَعْ) sertliğinde ve doğrudanlığındadır. Sanki bir kılıç darbesi gibi gelir; susmaya, gizlenmeye, beklemeye izin vermez.

III. Lafzî Açıdan Ayetin Gücü

“Fe” harfi: Önceki ayetlerle bağ kurar ve hemen harekete geçmeyi emreder.

“Asda’”: Sadece “söyle” değil, “ayrıl, böl, yar” demektir. Yani hak ile bâtılı ayıracak bir konuşma yap.

“Bimâ tu’mer”: Ne kendi arzuna göre konuş, ne siyasete göre; emrolunduğun neyse onu söyle.

Bu yönüyle ayet, davetçinin kendi fikrini değil, vahyi dillendirmesi gerektiğini vurgular.

IV. Ayetin Bugüne Mesajı: Korkmadan Hakk’ı Söylemek

Bu ayet sadece Peygamber Efendimiz’e değil, kıyamete kadar gelen her davetçiye bir mesajdır:

Eğer hakikat elinde ise; korkma, yalnız kalırım deme.

Eğer doğruyu biliyorsan; susma, bekleme, saklama.

Çünkü hakkı saklamak da bir nevi zulümdür.

Günümüzde sessizlik zulmü, hakkı eğip bükme korkusu, toplumun hoşuna gitmeyen gerçekleri dile getirmekten çekinme gibi hastalıklar, bu ayetin feryadına ihtiyaç duyuyor.

Fe’sda’ bimâ tu’mer!
Ey hakikat eri, senin görevin hakikati eğmeden, bükmeden, çekinmeden söylemektir.

Sonuç: Davetçinin Şiarı Olmalı

“Fe’sda’ bimâ tu’mer” ayeti, her hakikat yolcusunun pusulası olmalıdır. Zira İslam sadece kalpte gizli bir inanç değil, hayatı şekillendiren bir hakikat ilanıdır. Bu ayet, davetçiye cesaret verir, omuzuna sorumluluk yükler, diline sadakat öğretir. Unutulmamalıdır ki: Hakkı açıkça ilan edenler, Allah’ın nusretini açıkça görenlerdir.

Özet:

Bu makalede “Fe’sda’ bimâ tu’mer” ayetinin tefsirî, belağatî ve lafzî yönleri işlenmiştir. Ayet, Resulullah’a verilen açık tebliğ emridir ve aynı zamanda her hak davetçisine cesaret ve kararlılık aşılar. Belağat açısından kısa ama derin anlamlar ihtiva eden bu ayet, Hakk’ı korkmadan, açıkça söylemenin önemini ifade eder. Günümüz Müslümanlarına da sessizliğin zulüm olduğu, davetin gizlenemeyeceği hatırlatılmıştır.

Loading

No ResponsesMayıs 6th, 2025

Sığınaklar Kime Kar Eder? – Kalelere Saklanan İnsan ve Kaçınılmaz Hakikat

Sığınaklar Kime Kar Eder? – Kalelere Saklanan İnsan ve Kaçınılmaz Hakikat

“Eski ABD Başkanı George H. W. Bush dönemi İskan ve Kentsel Kalkınma Bakan Yardımcısı Catherine Fitts, ABD hükümetinin insan neslinin “neredeyse yok olma” durumunda zenginler için gizli yeraltı şehirleri inşa ettiği iddiasında bulundu.
…1998-2015 yılları arasında Savunma ile İskan ve Kentsel Kalkınma Bakanlıklarında 21 trilyon dolarlık yetkisiz harcama” olduğu yönündeki raporuna atıfta bulundu.”

Oysa;

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah’tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah’tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Nisa.78.

Dünya tarihinde güçlü olanların, imtiyazlı sınıfların, gelecekteki felaketlerden korunmak için kendilerine “güvenli alanlar” inşa ettikleri bir gerçek. Bu bazen bir saray, bazen bir kale, bazen de bugünkü anlamda yerin altına kurulmuş gizli şehirler olur. Son yıllarda ABD’de bazı kaynaklara göre, olası kıyamet senaryoları, biyolojik savaşlar veya ekolojik çöküş gibi durumlara karşı bazı zengin kesimlerin yeraltı şehirleri kurduğu iddiaları gündeme gelmektedir. Bu iddiaların en dikkat çekici olanlarından biri, eski bir Amerikan bürokratı olan Catherine Fitts’e ait: İnsan neslinin yok olma tehlikesine karşı zenginler için yeraltı şehirleri hazırlanıyor!

Ancak insanın bu tedbirleri, kadere karşı bir siper olabilir mi?

Kur’an’ın apaçık uyarısıdır:
“Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” (Nisâ, 78)

Bu ayet, insanın her ne kadar güvenlik, konfor ve korunma peşinde koşsa da, Allah’ın takdirine karşı hiçbir duvarın fayda etmeyeceğini bildirir. Ölüm bir kaderdir, bir emirle gelir, bir mühürle alınır. Ne derin yeraltı şehirleri ne de gökyüzünde dönen uydular ona engel olabilir.

İnsanoğlu, başına gelen her iyiliği Allah’tan bilir, ama bir musibetle karşılaştığında suçlayacak birilerini arar. Bazen kaderi, bazen başka insanları… Oysa Kur’an bu yanlış anlayışı da tashih eder:
“Hepsi Allah’tandır.” Yani hayır da şer de Allah’ın izniyledir. Fakat her biri bir hikmete bağlıdır. İnsan bunu anlayacak ilme, sabra ve teslimiyete sahip olmalıdır.

Bu tür yeraltı şehirleri ya da sığınaklar inşa edenler, aslında hem fanilikten kaçmakta hem de ilahî adaleti atlatmaya çalışmaktadır. Fakat tarihin tozlu rafları, Nemrud’un kulelerini, Firavun’un saraylarını ve Karun’un hazinelerini çoktan yutmuştur. Kimse kendi kalesini ebedîliğe çevirememiştir.

Mesele, yerin altında ya da üstünde korunmak değil; Rabbin huzuruna yüz akıyla çıkmaktır.
Çünkü asıl “sığınak”, insanın kalbindeki takva ve teslimiyettir.
O sığınak sarsılmaz, çökmez, terk edilmez.

Kurtuluş, çelik duvarlarla değil; Allah’a sığınmakla mümkündür.
Emniyet, bunker odalarında değil; secde yerlerinde aranmalıdır.
Gelecek, yatırım fonlarında değil; sadakatle sarıldığımız imanla şekillenir.

Dünya fânidir; sığınak değil, hesap yeridir.
Akıllı olan, kabir öncesi evi değil, kabir ötesi hayatı düşünendir.

Özet:

Bu makale, zenginler için yeraltı şehirlerinin inşa edildiği iddialarını Kur’an’ın Nisa Suresi 78. ayetiyle karşılaştırarak değerlendiriyor. Dünyadaki hiçbir sığınak, insanı Allah’ın takdir ettiği ölümden ve ahiret sorumluluğundan kurtaramaz. Gerçek emniyet, dünyevî tedbirlerde değil, Allah’a teslimiyet ve takvada aranmalıdır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 6th, 2025

Bâtınî Tefsirlere Bazı Örnekler

Bâtınî Tefsirlere Bazı Örnekler

Bâtınî tefsir, Kur’ân âyetlerinin zahirî (görünür) anlamlarının ötesinde, derin ve gizli mânevî anlamlar taşıdığını kabul eden bir yorum tarzıdır. Bu yorumlar genellikle tasavvufî ve bazen felsefî boyutlar içerir.

1. Bakara Suresi 2/2: “Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh…”

Zahiri mana: Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır.

Bâtınî mana: “Kitap” insanın kalbidir; eğer kalp Allah’ın nuruyla doluysa, orada şüphe barınmaz. Bu nurla yürüyen kişi, hakikatin yolcusudur.

2. Nur Suresi 35: “Allah göklerin ve yerin nurudur…”

Zahiri mana: Allah, kâinatın nurudur.

Bâtınî mana: Allah, kulun gönlünde zuhur eden marifet nurudur. Kişinin kalbindeki ilahi nur arttıkça, eşyanın hakikatine nüfuz eder.

3. İsra Suresi 1: “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren…”

Zahiri mana: Hz. Muhammed’in gece yolculuğu (İsra) anlatılır.

Bâtınî mana: Bu, insanın nefsî karanlıklardan kalbî aydınlığa yaptığı manevi yolculuktur. Mescid-i Haram “şehvetin kontrol altına alındığı kalp”, Mescid-i Aksa ise “marifet ve yakînle dolmuş kalp”tir.

4. Hûd Suresi 7: “Hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için…”

Zahiri mana: İmtihan için yaratıldığımız bildirilir.

Bâtınî mana: İnsanın her hâli ve kalbî durumu, ilahi aynada sürekli ölçülür. Güzel amel sadece fiil değil, niyet ve derûnî hal ile oluşur.

MAKALE: “Zahirin Ötesine Yolculuk: Bâtınî Tefsirin Hikmeti ve Tehlikesi”

GİRİŞ

Kur’ân, lafzı ilâhî, mânâsı sonsuz bir kelâmdır. Her harfinde bir sır, her âyetinde bir derinlik vardır. Zahirî anlam, herkese hitap ederken; bâtınî anlam, kalbi arınmış, gözü hikmete açılmış olanlara seslenir. Lakin bu seslenişin rehberi Kur’ân ve sünnet olmalıdır; yoksa bâtın, bâtıl olur. Bu yazı, bâtınî tefsirin hikmetini, güzelliğini ve tehlikesini örneklerle birlikte ele almaktadır.

I. Bâtınî Tefsirin Kaynağı: Hikmetle Bakarak Görmek

Bâtınî tefsir, Peygamber Efendimizin “Kur’ân’ın her âyetinin bir zahiri, bir de bâtını vardır” hadisine dayanır. Bâtınî yorum yapan sufiler, âyetleri sadece dil bilgisiyle değil, kalp bilgisiyle de anlamaya çalışır. Bu, Kur’ân’ı tefekkürle okumanın neticesidir.

İmam Cafer-i Sadık şöyle der:

> “Kur’ân, zamanla eskimez; çünkü her âyette binlerce hikmet gizlidir.”

II. Hikmetli Bir Örnek: Firavun ve Musa Kıssası

Zahir: Musa bir peygamber, Firavun zalim bir hükümdardır.

Bâtın: Musa, ruhun çağrısıdır. Firavun ise nefistir. Kalbinde Firavun’a yer veren her insan, kendi Musa’sını dinlemek zorundadır. Aksi takdirde boğulmak kaçınılmazdır.

Bu yorum, insanın iç dünyasındaki mücadeleyi gösterir. Bu tür tefsir, insanı kendine döndürür, iç muhasebeye sevk eder.

III. İbretli Bir Tehlike: Keyfi Yorumlar

Ancak bâtınî tefsir, denetimsiz yapıldığında sapkınlığa götürebilir. Özellikle Bâtınîlik fırkaları (İsmailîlik gibi), zahiri tamamen reddederek, bâtını tek anlam saymış ve Kur’ân’ın emirlerini soyut sembollere indirmiştir.

Örneğin:

> “Namaz, Allah’ı hatırlamaktır, fiili şekle gerek yok” diyerek ibadeti terk etmişlerdir. Bu tür anlayışlar, İslam’ın özünü değil, gölgesini taşır.

IV. Zahiri Bâtınla Birleştiren Hikmetli Yol: Ehl-i Sünnet Tefsiri

Mesela:

> “Karanlık gece, yabanî hayvanlar, rüzgâr…” gibi âyetleri, hem hakiki manalarıyla hem de kalp, ruh, nefis boyutuyla açıklanır. Bu, bâtını inkâr etmeden, bâtıla düşmeden yürümektir.

SONUÇ: Gönlün Gözlüğüyle Kur’ân’a Bakmak

Bâtınî tefsir, bir marifet yoludur; ama haritasız gidilirse uçuruma dönüşebilir. Zahir, beden gibidir; bâtın, ruh. Birlikte var olunca insan tamam olur.

Unutulmamalıdır ki:

> “Kur’ân denizdir, yüzeyinde balık avlayan da olur, derininde inci çıkaran da. Ama inci ararken boğulmamak, rehberle mümkündür.”

Loading

No ResponsesMayıs 6th, 2025

KALPLERİ TİTRETEN AYETLER

KALPLERİ TİTRETEN AYETLER: Âlimlerin Gönlünde Yankılanan İlâhî Kelam

Kur’an bir okyanustur. Her dalgası, her kıyısı başka bir hikmetle parlar. Fakat bazı ayetler vardır ki, sanki kalbin merkezine iner, ruhun derinliklerinde bir sarsıntı yapar. Asırlar boyunca nice müfessir, arif ve alim, bu ayetlerle sarsılmış; kimisi ağlamış, kimisi secdeye kapanmış, kimisi dünyaya olan bakışını tümüyle değiştirmiştir.

1. “Sizden her biriniz mutlaka oraya uğrayacaktır…” (Meryem, 71)
İmam Fahreddin Râzî, bu ayeti tefsir ederken titreyen bir kalple şöyle der: “Cehennemin üzerinden geçmeyen hiçbir kul yoktur. Mümin kurtulmak için geçer, kafir cezasını bulmak için iner. Ama geçmek, herkese farzdır!”
Bu ayet, takva sahiplerine dahi bir uyarı gibidir. Kurtulmak garanti değil, geçmek kaçınılmazdır. Bu ayet, dünya gafletini dağıtır, kalbi hesaba çeker.

2. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102)
Hz. Ömer (ra) bu ayeti her duyduğunda ağlardı. “Bu nasıl olur?” derdi, “Biz bilmiyoruz ki ölüm ne zaman gelecek, nasıl Allah’a yaraşır şekilde korkabiliriz?”
Bu, bir istikamet çağrısıdır. Hayat boyu titreyerek yaşamak ve son nefesi “Müslüman” olarak verebilmek… İşte bütün mesele bu.

3. “O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.” (Abese, 34-36)
İmam Gazâlî, bu ayetle uzun uzun düşünürdü: “Dünya sevgileri samimidir ama fanidir. Ahiret günü ise herkes kendi hesabıyla baş başa kalacak.”
İnsan, sevdiklerinden bile kaçacak hale gelirse, neyin kalıcı dostluğu vardır bu fani dünyada? Bu ayet, kalbin bağlarını ebediyete yöneltmeyi öğretir.

4. “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)
Bu ayeti duyan birçok arif secdeye kapanırdı. Çünkü bu ayet, Allah’ın her an her yerde hazır ve nazır olduğunu fısıldar. Ne bir düşünce saklanabilir, ne bir niyet gizlenebilir…
İnsan her şeyden uzak kalsa da, Rabbine yakın kalır.

5. “İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”.” (Hâkka, 19)
Bütün salihlerin duasıdır bu. Çünkü herkes bilir ki, o gün sol eline verilenin yandığı gündür. Ahiret inancı, hayatı terbiye eder. Bu ayet, bir haykırış, bir dua, bir ümit ve aynı zamanda bir titremedir.

SONUÇ YERİNE:

Kur’an, sadece okunmak için değil, yaşanmak için indirilmiştir. Müfessirleri ağlatan, alimleri secdelere götüren bu ayetler, bize bir şeyi hatırlatır:
Kur’an bir hitap değil, bir hitabedir. Kalbe iner, aklı titretir, hayatı değiştirir. Yeter ki biz de onunla konuşalım, onunla düşünebilelim.

Ve belki de en büyük nasip; o ayetlerden biriyle uyanmak, biriyle temizlenmek, biriyle ölçülmek ve sonunda biriyle kurtulmaktır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 6th, 2025

GİDENLER NEDEN DÖNMÜYORLAR GERİ?

GİDENLER NEDEN DÖNMÜYORLAR GERİ?

Sessizce ayrılırlar aramızdan… Bir sabah vakti, bir gece yarısı yahut bir hastane odasının soğuk yalnızlığında… “O gitti” denir; ardından bir yığın cümle söylenir, gözyaşları dökülür, ama içimizde derin bir soru kalır: Gidenler neden dönmüyorlar geri?

İnsanoğlu, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren bir yolculuğun içindedir. Bu yolculuk, ne kadar uzun görünse de aslında bir menzile doğrudur: Ölüm ve sonrası. Bize göre “giden”, gerçekte yer değiştirmiştir. Biz hâlâ gölgelerle oyalanırken, o gerçeğin güneşine uyanmıştır.

Ama yine de sorarız: “Niçin dönmezler?”
Çünkü geri dönecek bir sebep yoktur. Dünya, onların imtihanı bitmiş, defteri kapanmıştır. Artık orada kalmalarının anlamı kalmamıştır. Dönerlerse, gördüklerini anlatmak isterlerdi belki; ama İlâhî hikmet buna izin vermez. Çünkü imtihanın sırrı bozulur. Herkes, gayba imanla sınanmalıdır.

Bir Kur’an ayeti şöyle seslenir:
“Onlardan birine ölüm geldiğinde, ‘Rabbim! Beni geri gönder. Tâ ki, terk ettiğim dünyada salih amel işleyeyim’ der. Hayır! Bu, onun sadece söylediği bir sözdür. Onların önünde diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 99-100)

Berzah… Yani iki âlem arasındaki perde. Gidenler bu perdenin ardındadır. Geri dönemezler, ama biz anlayalım diye bazen rüyalarımıza misafir olurlar. Bir tebessüm, bir nasihat ya da bir hâl ile… Dilsiz bir konuşmadır bu.

İbret alınsın diye dönmezler belki ama, ölümün sessiz dili en çok konuşanlardan biridir. Mezarlıklar sessizliğin en gür haykırışıdır. Orada yatanlar, “biz de sizin gibiydik” der gibidir. Şimdi ne servet, ne şöhret, ne de şatafat kalmıştır. Geriye sadece ameller ve pişmanlıklar…

Asıl soru şudur: Biz hâlâ buradayken, ne yapıyoruz?
Dönmeyenlerin sessizliği, bize dönmemiz gereken hakikati fısıldıyor. Belki de bize düşen, onların dönmesine gerek bırakmayacak kadar uyanmak ve ibret almak…

Çünkü bir gün biz de gideceğiz. Ve bizden sonra da sorulacak aynı soru:
“Neden dönmedi?”

Loading

No ResponsesMayıs 6th, 2025

Hayatla Ölüm Arasında Bir Medeniyet: Osmanlı’da Doğumdan Mezara Hikmetli Bir Yolculuk

Hayatla Ölüm Arasında Bir Medeniyet: Osmanlı’da Doğumdan Mezara Hikmetli Bir Yolculuk”

GİRİŞ

Osmanlı medeniyeti, hayatı bir emanet, ölümü ise bir başlangıç kabul eden bir anlayış üzerine inşa edilmiştir. Doğum bir sevinç olduğu kadar sorumluluk, ölüm ise bir son değil, vuslat telakki edilmiştir. Bu bakış açısı, Osmanlı toplumunda doğumdan kabristana kadar her safhanın hem hukuki, hem içtimai, hem de manevi boyutta bir düzen içinde yaşanmasına sebep olmuştur.

I. DOĞUM: Bir Emânetin Gelişi

Osmanlı’da doğum, yalnızca bir biyolojik hadise değil, Rabbin bir lütfu olarak görülürdü. Yeni doğan bir çocuk, hem ailenin hem de toplumun emaneti sayılırdı.

Doğumda Uygulama: Yeni doğan bebeğin kulağına ezan ve kamet okunur, isim yedinci gün verilirdi. Erkek çocuklarda sünnet merasimleri ise şehirlerin sosyal olayına dönüşürdü.

Kadınlar arasında doğumda destekleşme (lohusa yardımları) kadı defterlerine de geçmiştir. 1671 tarihli Bursa sicilinde şu not yer alır:

> “Kadınlar cemiyetle doğan çocuğa hediyeler sunmuş, annenin lohusalık ihtiyacını karşılamak üzere vakıf mütevellisine başvurmuştur.”

II. ÖLÜM: “Dünya misafirhanesinden ayrılış”

Ölüm, Osmanlı düşüncesinde korkulacak değil, hazırlanılacak bir hakikatti. Vasiyet kültürü gelişmişti. İnsanlar öldüklerinde borçsuz gitmek ister, miraslarını adil biçimde taksim ederdi.

Vasiyetnameler: Kadı defterlerinde yüzlerce vasiyetname kayıtlıdır. Örneğin 1704 tarihli Edirne sicilinde bir tüccarın şu vasiyeti vardır:

> “Borcum ödenmeden kefenim alınmasın. Kalan malımın üçte biriyle kabristanda bir kuyu açılıp halka su dağıtılsın.”

Borçla ölüme razı olunmazdı. Bir kimse borçlu ölürse mirasçılar borcu ödemezse, cemiyet seferber olurdu.

III. CENAZE: Sessiz Bir Vedanın Şerefi

Cenaze işleri devlet ve halk iş birliğiyle yürütülürdü. Fakirin kefeni, mezarı ve yıkama işlemi vakıflarca karşılanırdı.

Cenaze hizmetleri vakıflar eliyle yürütülürdü. İstanbul Kadı Sicili (1733) şöyle der:

> “Camii kebirin avlusundaki cenaze yıkayıcısına verilen ücret, yoksul ölüler için vakıftan tedarik edilecektir.”

Cenazeye katılmak, sosyal bir vecibeydi. Mahalle halkı, tanısın tanımasın cenazeye katılır, helallik isterdi.

IV. TAZİYE: Sabrın ve Sadakatin Gölgesinde

Taziye kültürü derin ve vakarlıydı. Gözyaşı gösterilmezdi, sabır öğütlenirdi. Ziyaretlerde Kur’an okunur, dua edilir, yemek götürülürdü ama ölü evinde yemek yapılmazdı.

Kadı defterlerinde şu tarz hükümler geçer: (Üsküdar Sicili, 1682)

> “Cenaze sahibine üç gün boyunca yemek götürülmesi kararlaştırılmış, 15 akçe fakir yemeği vakıf malından karşılanacaktır.”

Taziye, dünyevî değil uhrevî bir bağ kurma vesilesiydi.

V. KABRİSTAN: Sessiz Öğretmenler Diyarı

Osmanlı kabristanları şehirlerin dışına değil, kalbine kurulurdu. Her kabir bir kitabe, her kitabe bir hatırlatma idi. “Ey ziyaretçi, sen de bir gün geleceksin” mesajı okunurdu mezar taşlarında.

Mezar taşları ölenin kimliğini değil, ölümün gerçeğini anlatırdı:

> “Gafil, ne gezersin bakıp taşlara
Gel de ibret al şu fani başlara.”

Kadı kayıtlarında mezarlık yerleri titizlikle korunmuştur. 1741 İstanbul sicilinde:

> “Zeyrek Mahallesi’ndeki kabristan sahasına dükkan yapılmak isteyen şahsın talebi reddolunmuş, ‘ölülerin hakkı dirilerden evladır’ denilmiştir.”

SONUÇ: Doğumdan Kabre, Bir Emanet Bilinci

Osmanlı’da insanın hayat serüveni doğumla değil, doğumla başlayan bir yolculukla şekillenirdi. Ölüm son değil, asıl yurdun kapısıydı. Kabristanlar birer öğüt levhası, taziyeler sabrın makamı, cenazeler ise bir nevi tefekkür meclisiydi.

Bugün doğumu sadece kutlama, ölümü sadece matem sayıyorsak; Osmanlı’dan alacağımız çok ders var:

> “Doğarken ezanla başlayan ömür, öldüğünde ezansız bir namazla biter. Arada kalan ömür, bu iki sessizliğin hesabıdır.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Osmanlı’da Alın Teriyle Yazılan Medeniyet: Çalışmanın Hukuku ve Hikmeti

Osmanlı’da Alın Teriyle Yazılan Medeniyet: Çalışmanın Hukuku ve Hikmeti”

GİRİŞ

Osmanlı, üç kıtaya yayılan bir cihan devletiydi. Ancak bu kudretli yapının temeli ne yalnızca ordusuna, ne sarayına, ne de bürokrasisine dayanırdı. Asıl güç, sabah ezanıyla dükkânını açan esnafta, tarlasında saban süren köylüde, hanlarda çalışan ustada ve her biri işini ibadet sayan halkın alın terindeydi.

“Rızkın onda dokuzu ticarette” hadisinin de tesiriyle, çalışma sadece geçim değil, aynı zamanda şeref meselesi sayılmış; tembellikse zillet kabul edilmiştir.

I. Osmanlı’da Çalışma Hayatının Temel Unsurları

1. İş Ahlakı:

İslamî değerlere dayalı bir çalışma anlayışı hâkimdi. Helal kazanç, kul hakkı, dürüstlük, ölçü ve tartıda adalet gibi ilkeler esastı.

2. Esnaf ve Ahilik Teşkilatı:

Ahilik, yalnızca bir meslek örgütü değil, aynı zamanda ahlaki bir disiplin sistemiydi. Her çırak önce edep öğrenir, sonra el becerisi kazanırdı.

> “Haram karışan kazançtan bereket kalkar” inancı, sadece bir söz değil, ticari hayatın kuralıydı.

3. Zanaatkâr ve Usta-Kalfa Sistemi:

Bir kişinin usta olabilmesi için ahlaki kemal ve mesleki yeterlilik birlikte aranırdı. Her mesleğin pîri, ahlaki ölçüsü vardı.

4. Kadınlar ve Çalışma Hayatı:

Kadınlar evde üretici olarak dokuma, sabun, gıda gibi alanlarda üretim yapar, bazı şehirlerde ise hanlar, pazarlar ve çarşı esnafı arasında yer alırlardı.

II. Kadı Sicillerinde Çalışma Hayatına Dair Hükümler

1. “Eksik Tartı Davası” – İstanbul, 1674

Bir müşteri, bir esnafın gramajda hile yaptığını iddia eder. Şahitler doğrular. Kadı şu hükmü verir:

> “Tartıda hile, kazancı değil günahı artırır. O el, halkı değil, mahşeri kandırır.”

2. “Kalfa Hakkı Davası” – Konya, 1722

Bir kalfa, ustasının maaşını eksik verdiğini bildirir. Kadı der ki:

> “Alın teri kurumadan ödenmeyen hak, sahibini ahirette mahkeme eder.”

3. “Kadın Terzinin Şikâyeti” – Bursa, 1761

Bir kadın terzi, işçisinin kumaşı zayi ettiğini ve tazmin istemediğini beyan eder. Kadı şu hükmü yazar:

> “Şefkat affetse de, meslek ihmali mazur saymaz. Hakkı iade edilsin, affı ayrı yazılsın.”

III. Hikmetli Bir Hadise: “Ahi Evran’ın Terazisi”

Bir gün Ahi Evran, çarşıda bir esnafın ölçüsüz tartı yaptığını görür. Ona nasihat eder:

> “Evladım, terazinde dengesizlik varsa, kalbinde de eğrilik vardır. Şunu bil: Eksik tarttığın her mal, senin ömründen eksilir.”

O esnaf tövbe eder, doğru tartmaya başlar. Ertesi yıl kazancı iki kat artar ama şu sözü hep tekrar eder:

> “Doğru tartı, sadece malı değil, kaderi de dengeler.”

IV. İbretli Gerçeklik: “Tembellikten Fakirliğe”

Kadı sicillerinde geçen başka bir olayda, bir adam çalışmayıp sürekli sadaka talep eder. Komşuları durumu bildirince kadı şöyle yazar:

> “Sadaka, tembelin hakkı değil; acizin ilacıdır. İş bulamayana yardım edilir; iş bulup çalışmayana değil.”

V. Sonuç: Çalışmak, İbadetin Zeminidir

Osmanlı’da çalışmak, yalnızca dünya için değil, ahiret için de bir azıktı. Kazanç, bereketin ve kulluğun bir parçası; meslek, kişiliğin aynasıydı. Her sabah dükkânını “Bismillah” diyerek açan bir esnaf, aslında medeniyetin kapısını aralıyordu.

Bugün “iş” denilince sadece para kazanmak anlaşılır olduysa, Osmanlı’dan öğreneceğimiz çok şey var:

> “Alın teriyle yoğrulmayan lokma, boğazdan geçse de gönülden geçemez.”

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Osmanlı Sofrası: Nimetin Hikmeti, Kanaatin Şerefi

Osmanlı Sofrası: Nimetin Hikmeti, Kanaatin Şerefi”

Giriş

Osmanlı sofrası yalnızca karın doyurmak için kurulmazdı. Her yemek bir terbiyeyi, her lokma bir ahlakı, her sofra bir medeniyeti temsil ederdi. “Yemek yiyen değil, nimeti tanıyan doyar” anlayışıyla şekillenen Osmanlı mutfağı, hem sarayların görkeminde hem de fakirlerin tenceresinde aynı rûhî ölçülere sadık kalırdı.

I. Osmanlı’da Yemek Kültürünün Temel Prensipleri

Osmanlı’da yemek kültürü, İslamî şuur, sosyal adalet, kanaatkârlık ve misafirperverlik esaslarına dayanırdı. Yemek, şükürle başlar; israf, haram sayılır; yalnız yemek ise edepten sayılmazdı.

1. Sofra Adabı:

Yemeğe “Bismillah” ile başlanır, “Elhamdülillah” ile bitirilirdi.

Sağ elle yemek yenir, üç parmak sünnetti.

Yalnız yemek kötü karşılanırdı; “Sofrada bir fakir olmazsa, o yemek eksik kalır” denirdi.

Lokmayı küçük almak, çiğnemek, yavaş yemek teşvik edilirdi.

2. Saraydan Sokağa: Zengin-Fakir Sofrası

Topkapı Sarayı’nda günde binlerce kişiye yemek çıkarılırken, taşrada derviş tekkelerinde kuru ekmek-zeytinle kanaat edilirdi. Ancak her ikisinde de ortak olan şuydu: Nimete hürmet.

II. Osmanlı’da Mutfak ve Yemek Çeşitliliği

1. Ana Unsurlar:

Tahıl: Ekmek (özellikle somun), pilav, bulgur

Sebze: Patlıcan, bamya, ıspanak

Et: Daha çok özel günlerde, misafir için

Tatlı: Helva, aşure, zerde

Ekmek “nimet” olarak görülür, yere düşen parça bile öpülüp yüksek yere konurdu.

2. Aşevleri ve İmaretler

Fatih, Süleymaniye, Edirne gibi külliyelerde günlük binlerce kişiye sıcak yemek çıkaran imarethaneler kuruldu. Kimin zengin, kimin fakir olduğu sorulmaz; sıraya giren doyardı.

III. Kadı Sicillerinde Yemekle İlgili Hükümler

1. “Kuru Ekmek ve Hakkaniyet” – Bursa, 1650

Bir kadı kaydında, bir fırıncı ekmeği eksik gramajla satar. Kadı hükmü:

> “Nimetle oyun eden, halkın hakkını çiğner. Her lokma, Allah’a şikayetçidir.”

2. “İmarethaneye Hırsız Girmesi” – Edirne, 1713

Bir kişi, imarethaneye gizlice girip yemek yer. Şahitler onun fakir olduğunu söyler. Kadı şu hükmü verir:

> “Açlıkla gelen el, çalmak için değil, dua içindir. Bu el kovulmaz, doyurulur.”

3. “İsraf Davası” – İstanbul, 1790

Bir zengin, sofrasında fazla yemek artığı döker. Komşular şikayet eder. Kadı, şu nasihatle ceza verir:

> “Her dökülen yemek, mahşerde şahittir. Nimete zulmeden, hesabını verir.”

IV. Hikmetli ve İbretli Olay: “Helva Tabağındaki Dua”

Bir derviş, bir gece aşevine uğrar. O gün tatlı dağıtılmıştır ama ona kalmaz. O, helva tabağının dibini parmağıyla sıyırır, o an gözlerinden yaş döker:

> “Ya Rabbi, senin verdiğini şeker bilene, bu kırıntıdan fazla tat gerekmez.”

Ertesi gün aynı dervişe, ismini bile bilmediği bir paşanın konağından davet gelir. Paşa rüyasında bir nurla uyarılmıştır:

> “Helvanın hakkını bilen, kanaatin şahıdır. Ona ikram et ki sen de rızık bulasın.”

V. Sonuç: Lokma, Lütufsa Şükür Şarttır

Osmanlı’da yemek, bir kültür değil, bir kulluk tezahürüydü. Sofra, dünyalıkla imtihanın sahnesi; kanaat ise bu imtihanın kazananıydı. Bugün israf sofralarında doyup da ruhu aç kalan insanlığa, Osmanlı’nın sessiz sofraları şöyle fısıldar:

> “Lokma helalse doyurur, helal değilse yutar ama yetmez.”

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Vakıf: İnsanın Kalpten Taşan İmzası” – Osmanlı’da Vakıf Müessesesi ve Hikmetli İzleri

Vakıf: İnsanın Kalpten Taşan İmzası” – Osmanlı’da Vakıf Müessesesi ve Hikmetli İzleri

Giriş

Bir medeniyetin gerçek gücü, sadece ordularının kudretinde değil; yetimin başını okşayan elinde, açlara uzanan sofrasında, gariplerin yolunu aydınlatan kandilinde gizlidir. Osmanlı medeniyeti, işte bu sırrı “vakıf”la çözmüştür. Vakıf, Müslüman toplumların ruhunu yansıtan bir kurum değil sadece; aynı zamanda Allah için yapılan iyiliğin ebedi bir nişanıdır.

I. Vakıf: İslamî Bir Sünnetin Kurumsallaşması

Vakıf (Vakf), “durmak, alıkoymak” anlamına gelir. Bir mülkü Allah yolunda bağışlayarak onun gelirini sürekli olarak hayır işlerine tahsis etmektir. Hadis-i şerifte bu anlayışa şöyle işaret edilir:

> “İnsan ölünce amel defteri kapanır. Üç şey hariç: Sadaka-i câriye, faydalı ilim, kendisine dua eden salih evlat.” (Müslim, Vasiyye, 14)

Vakıf, sadaka-i cariyenin en belirgin tezahürüdür. Osmanlı bu anlayışı öyle köklü hale getirmiştir ki, bir çocuk doğduğu andan vefatına kadar vakıfların gölgesinde yaşardı: doğumda emzirme vakfı, okulda kitap vakfı, evlenince çeyiz vakfı, hastalandığında ilaç vakfı, öldüğünde gasil vakfı…

II. Osmanlı’da Vakıf Müessesesinin Uygulaması

Osmanlı’da vakıflar yalnızca dini hizmetlerle sınırlı değildi. Eğitimden sağlığa, ulaşım altyapısından çevre düzenlemesine kadar birçok alanda faaliyet gösterirdi.

Başlıca Vakıf Türleri:

Darüşşifa (Sağlık vakıfları): Fakirlere ücretsiz tedavi hizmeti sunardı.

İmaret (Aşevi): Yoksullara her gün sıcak yemek dağıtırdı.

Sebil ve su vakıfları: Yol kenarlarına ücretsiz içme suyu sağlayan çeşmeler yapılırdı.

Mektep ve medrese vakıfları: Öğrencilerin kitap, kırtasiye, yiyecek ihtiyaçları karşılanırdı.

Çeyiz vakfı: Fakir kızların izzetli şekilde evlenmeleri sağlanırdı.

Kedi ve köpek vakfı: Aç kalan hayvanlara yemek sağlanır, yaralılar tedavi edilirdi.

III. Kadı Defterlerinden Vakıfla İlgili Örnekler

1. “Yolcu Kuyusu Vakfı” – Konya, 1573 Bir hayırsever, yol kenarında susuzluktan ölen kervan hayvanları için kuyu açtırır ve vakfeder. Kadı, kuyunun bakım ve temizliğinden sorumlu bir görevli atanmasını karara bağlar.

> “Varlıklı olmak, sadece malda değil; yoldaki taşın kaldırılmasında gizlidir.”

2. “Çeyiz Vakfı” – Edirne, 1695 Bir dul kadın, mallarının bir bölümünü yetim ve fakir kızların evlenmelerine yardım etmek üzere vakfeder. Kadı, bu gelirin zimmetine geçirilmeden doğru şekilde harcanması için bir mütevelli tayin eder.

3. “Kitap Okuma Vakfı” – İstanbul, 1720 Bir müderris, özel kitaplarını vakfeder. Ancak şart koşar: “Kitaplar yalnızca haftanın belirli günlerinde ve ilim tahsil edenlere verilecektir.” Kadı, bu şartın geçerli olduğunu teyit eder.

4. “Sütanne Vakfı” – Bursa, 1658 Bir kadın, yeni doğmuş yetim çocuklara bakan sütannelere her ay belli miktar tahıl verilmesini vakfeder. Kadı, her ay buğdayın adaletle dağıtılmasını denetleyecek kişileri tayin eder.

IV. Vakfiyelerde Geçen Hikmetli Cümleler

Vakfiyeler sadece hukuki belgeler değil; aynı zamanda hayır sahibinin kalbinden dökülen dualı kelimelerdir. İşte birkaç örnek:

“Bu vakfı kurdum ki, gariplerin duası arş-ı alaya ulaşsın.”

“Ben öldükten sonra malım değil, niyetim konuşsun.”

“Bir yetimin yüzü gülerse, kıyamete kadar sürecek sevabım olur.”

“Bu dünyada kalamadım; ama bir çeşmede, bir sofrada ismim yaşasın istedim.”

V. İbretli Bir Vakıf Hikâyesi: “Saklı Sofra”

İstanbul’da bir imarette yemek yiyen fakir, her gün yemeğini aldıktan sonra sessizce giderdi. Günlerden bir gün yaşlı adam vefat etti. İmarete gelen biri, “Bugün yemek alacak bir kişilik fazla yemek yok” dedi.

Görevli şaşırdı:

> “O adam yemeğini yerdi ama her gün kapıya bir kese bırakırdı. Kimseye bir şey demeden…”
Kadı siciline şu not düşüldü:
“Her hayır görünmek zorunda değildir. Sadaka, insanı değil, kalbi büyütür.”

Sonuç: Vakıf, Medeniyetin Kalbidir

Osmanlı, vakıf anlayışıyla sadece ihtiyaçları karşılamamış; şefkati, adaleti ve insanlığı kurumsallaştırmıştır. Bugün modern sosyal yardım sistemleri hâlâ bu ruhu yakalamaya çalışıyor. Ama unutmamalı ki, vakıf sadece para değil; niyetle, sevgiyle, dua ile kurulurdu.

Ve en önemlisi:

> “İnsan fânidir. Ama vakfettiği iyilik, kıyamete kadar yaşar.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Komşusu Açken Tok Yatan Bizden Değildir”: Osmanlı’da Fakir-Zengin İlişkisi, Sadaka ve Sosyal Adalet

Komşusu Açken Tok Yatan Bizden Değildir”: Osmanlı’da Fakir-Zengin İlişkisi, Sadaka ve Sosyal Adalet

Giriş

Osmanlı toplumu sadece sultanın kılıcıyla değil, kalplerdeki merhametle ayakta durmuş bir medeniyettir. Bu medeniyetin en temel taşlarından biri, zengin ile fakir arasındaki uçurumu değil, köprüyü inşa eden “infak” kültürüdür. Zenginlik bir imtihan, fakirlik bir ayıp değil; sabrın ve paylaşmanın vesilesi görülmüştür. Sadaka, sadece bir yardım değil; ruhu arındıran bir ibadet, toplumu birleştiren bir köprü kabul edilmiştir.

I. İslam Hukukunda Fakir ve Zengine Bakış

Kur’an-ı Kerim’de sadaka ve infak, sadece mali yükümlülük değil; kişiliğin bir tezahürü olarak sunulur:

> “Onların mallarında, isteyenin ve mahrumun hakkı vardır.” (Zâriyât, 19)

Zengin, malının mutlak sahibi değil; emanetçisidir. Fakirin, o malda hakkı vardır. Osmanlı’daki sosyal yardımlaşma sistemi bu ayetlerin ruhuna göre şekillenmiştir: Zekât, sadaka, vakıf, imece, zekât sandıkları ve kadı kararları, bu sistemin işleyen yapı taşları olmuştur.

II. Osmanlı Toplumunda Yardım Anlayışı: El Verenin Eli Görünmez

Osmanlı’da yardım, gösterişle değil, ihlasla yapılırdı. Bu yüzden bazı camilerde veya mahallelerde “sadaka taşları” bulunurdu. Zengin, gece gizlice taşın başına sadakayı bırakır; fakir de ihtiyacı kadarını alırdı. Ne veren, ne alan bilinirdi.

Hikmetli bir uygulama: Sadaka taşı üzerinde şu yazı yer alır:

> “Alan el, veren eli görmez; veren el, alanı tanımaz. Böylece sadaka Allah’a gider.”

III. Kadı Sicillerinden Uygulamalar ve Kararlar

1. Fakir Komşuya Yardım Etmeyen Zengine Uyarı
17. yüzyıl Edirne Kadı Sicilinde, bir mahalle fakirinin kışın soğukta çocuklarıyla aç kaldığı, varlıklı komşuların bu durumu bildiği halde sessiz kaldığı kayıt altına alınır. Kadı, mahalle sakinlerini çağırıp şöyle der:

> “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”
Ve o zenginlere, cami vakfı üzerinden düzenli iaşe yardımı yapmaları kararı verilir.

2. Vakıf Mallarıyla Yoksula Yardım
16. yüzyıl İstanbul Sicilinde, bir vakfın gelirlerinin yoksul kızların çeyizine harcandığı kaydedilir. Yetim kalan kız çocuklarının evlendirilmesi, “toplumun izzetini korumak” olarak değerlendirilmiştir.

3. Zekâtı Sahte Fakire Verme Hâli
18. yüzyılda Bursa’da bir adamın, zenginleri kandırıp zekât topladığı anlaşılır. Kadı bu şahsın cezalandırılmasına hükmeder ve zekâtın gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması için vakıf görevlilerine talimat verir. Bu, zekâtın titizlikle korunması gereken bir hak olduğunu gösterir.

IV. Sosyal Yardımlaşmanın Kurumsallaşması: Vakıf Medeniyeti

Osmanlı’da fakir-fukaraya yardım sadece bireysel değil, kurumsal bir düzene oturtulmuştu. Bazı vakıf türleri şunlardı:

Aşevi (İmaret) Vakıfları: Her gün yüzlerce yoksula sıcak yemek ulaştırırdı.

Darı’l-Aceze: Yaşlı ve kimsesizlere barınma sağlardı.

Şifa Vakfiyeleri: Fakirler için ücretsiz sağlık hizmeti verirdi.

Çeyiz Vakfı: Yetim ve yoksul kızların izzetli şekilde evlendirilmesi sağlanırdı.

Bir vakfiye metninde şu cümle geçer:

> “Bu mal, Allah rızası için, kış günü ayağında çarığı olmayan çocukların ayakkabısı, sofrasında sıcak çorbası olmayan dulların duası olsun.”

V. Hikmetli Bir Vaka: Emanet Penceresi

Kayseri’de 19. yüzyıla ait bir kadı sicilinde, bir esnaf her cuma dükkânın penceresinden bir kese para bırakır. Ne kimseye sorar ne açıklama yapar. Yıllar sonra vefat ettiğinde, mahalle fakirleri cenazesine akın eder. Sorulunca biri der ki:

> “O kese, bizim ekmeğimizdi. Ama hiç kimse, o kesenin sahibini görmedi.”
Kadı şu ifadeyle sicile not düşer:
“Sadakası görünmez, ama bereketi sokaklara sinmiş bir kuldur.”

Sonuç: Adalet ve Merhametin Üzerine Kurulu Bir Ekonomi

Osmanlı’da zenginlik ve fakirlik, sosyal çatışma değil, vicdan imtihanıydı. Zengin, malını sadece kendi için değil, toplumu ihya için kullanırdı. Fakir, zillet içinde değil, vakar içinde yaşardı. Kadı sicilleri, bu dengeyi korumak için bir vicdan arşividir adeta.

Bu anlayış, günümüzde “sosyal devlet” söyleminden çok daha derin ve ahlâkidir. Çünkü bu sistem, sadece hakkı gözetmez; aynı zamanda kalpleri de gözetir.

İbretli Bir Sözle Bitirelim:

> “Zekât, malı eksiltmez; kalbi artırır. Sadaka, cebin değil, insanlığın sigortasıdır. Veren kaybetmez; alan ezilmez.”

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Aynı Şehirde, Farklı İnançlarda: Osmanlı Müslümanlarının Gayrimüslimlere Bakışı ve Birlikte Yaşama Ahlâkı

Aynı Şehirde, Farklı İnançlarda: Osmanlı Müslümanlarının Gayrimüslimlere Bakışı ve Birlikte Yaşama Ahlâkı

Giriş

Osmanlı Devleti sadece bir siyasi organizasyon değil, aynı zamanda İslam hukukuna dayalı bir medeniyet tasavvuruydu. Bu medeniyetin temelinde, farklı inançlara sahip toplulukların birlikte barış içinde yaşayabileceği bir düzen tasarımı yer alıyordu. Müslümanların gayrimüslimlere bakışı, sadece bir inanç meselesi değil; adalet, merhamet, sorumluluk ve sınır bilinciyle örülmüş derin bir ahlaki anlayışın da tezahürüydü.

I. Kur’an ve Sünnet Işığında Bakış: “Dinde Zorlama Yoktur” İlkesinin Tezahürü

Müslümanların gayrimüslimlere bakışı, Kur’an’ın şu ayetiyle şekillenmiştir:

> “Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır.” (Bakara, 256)

Bu ayet, Osmanlı uygulamasının temel ilkesiydi. Hiçbir gayrimüslim zorla Müslüman yapılmamış; bilakis inançlarına saygı gösterilmiş, ibadetlerini özgürce yerine getirmeleri sağlanmıştır. Camilerin yanı başında kiliseler, havralar inşa edilmiş; bazen Müslümanlar gayrimüslim ustalara cami yaptırmış, gayrimüslimler Müslüman vakıflarına bağışta bulunmuştur.

II. Müslümanların Gayrimüslimlere Yaklaşımı: Koruyucu, Ama Ayırıcı

Müslümanlar, gayrimüslimleri “zımmi” olarak kabul ederdi. Bu statü, onları aşağı görmek değil; onları korumak, hukuklarını güvence altına almak anlamına geliyordu. Bir Müslüman, zımmiye zarar veremez, zulmedemezdi. Hatta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisi Osmanlı hukuk sistemine yön vermiştir:

> “Kim bir zımmîye zulmederse, kıyamet günü onun hasmı ben olurum.” (Ebu Davud)

Bu anlayış, Osmanlı’da hukukla somutlaşmış ve birçok kadı siciline yansımıştır.

III. Kadı Sicillerinden Uygulama Örnekleri

1. Zımmiye Zarar Veren Müslümana Ceza
17. yüzyıl İstanbul Kadı Sicilinde yer alan bir olayda, bir Müslüman pazarcı, Rum bir zımmiye haksız yere borç isnadında bulunur. Delil getiremeyince kadı tarafından hem tazir cezası verilir hem de özür dilemesi emredilir. Bu örnek, zımmî haklarının titizlikle korunduğunu gösterir.

2. İbadethane Hürmeti
18. yüzyıl Üsküdar sicillerinde, bazı gençlerin bir kilise önünde yüksek sesle gülüşüp eğlenmeleri sebebiyle kilise cemaati kadıya şikâyette bulunmuş; kadı, Müslüman gençleri huzuruna çağırıp, ibadet mekânlarına saygı göstermelerini emretmiştir.

3. Kilise Onarımı İçin İzin
16. yüzyılda Halep Kadı Sicilinde, Müslüman mahallenin sakinleri, mahallelerindeki kilisenin harabe haline gelmesinden rahatsız olup gayrimüslim cemaatin onarım talebine izin verilmesini desteklemişlerdir. Bu durum, birlikte yaşama bilincinin ne derece kökleştiğini gösterir.

IV. Münasebetlerin Temel Prensipleri: Sınır, Saygı, Sorumluluk

Osmanlı’da Müslümanlar, gayrimüslimlerle komşuluk, ticaret, sağlık gibi pek çok alanda ilişkiler kurmuş, ancak dini sınırlar belirgin şekilde korunmuştur. Evlenme, miras, velayet gibi meselelerde şer’î hükümler gözetilmiş; ancak ticarette güven, komşulukta nezaket, insanî ilişkilerde saygı hep ön planda tutulmuştur.

Bir kadı sicilinde şu ifade yer alır:

> “Zımminin malı, onun kanı gibi mukaddestir. Kim onun hakkına el uzatırsa, Allah katında sorumludur.”

V. Hikmetli ve İbretli Bir Vaka: Mahalledeki Tek Cenaze

18. yüzyıl Bursa’sında bir Yahudi vatandaş vefat eder. Ailesi cenazeyi kaldırmakta zorluk çeker. Mahalledeki Müslümanlar, “O bizim komşumuzdu” diyerek tabutu omuzlar. Yahudi cemaati şaşkınlıkla sorar: “Siz onun dininden değilsiniz.”
Mahalle imamı şu cevabı verir:

> “Doğru, biz onun dininden değiliz; ama biz onunla aynı sokakta aynı havayı soluduk. O bizim zimmetimizdeydi. Bu bizim dinimizin emridir.”

Bu vak’a, Osmanlı’nın birlikte yaşama ahlakını tek cümlede özetler: “Dini farklı olan, insanlığı farklı değildir.”

Sonuç: Osmanlı’da Adalet, İnanca Saygının Teminatıydı

Osmanlı’da Müslümanlar, gayrimüslimlere hâkimiyet psikolojisiyle değil, eman sorumluluğu ve adalet bilinciyle yaklaşmıştır. İnancını yaşayana engel olmamış; ibadetini küçümsememiş; ama kendi inancından da taviz vermemiştir.

Bu yaklaşım, bugünün çoğulcu toplumlarına da bir ders niteliğindedir: Farklılıkları inkâr etmek değil, adaletle dengelemek; barışın anahtarı budur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Gölgede Kalan Göz: Osmanlı’da Gayrimüslimlerin İslam’a Bakışı ve Birlikte Yaşama Hikmeti

Gölgede Kalan Göz: Osmanlı’da Gayrimüslimlerin İslam’a Bakışı ve Birlikte Yaşama Hikmeti

Giriş

Tarihin akışı içinde birçok medeniyet farklı inançlardan toplulukları barındırmış, kimisi bu çeşitliliği baskı ve asimilasyonla bastırmaya çalışırken, kimisi onu bir adalet terazisinde dengelemeye gayret etmiştir. Osmanlı Devleti, 600 yıla yakın bir süre boyunca İslâm’ın adalet ilkesiyle farklı din, dil ve ırktan toplulukları aynı çatı altında barış içinde yaşatmayı başarmış ender örneklerden biridir. Bu yazıda gayrimüslimlerin Osmanlı’da İslam’a ve Müslümanlara bakışı, sosyal münasebetleri ve bu ilişkinin hukuki-hikmetli boyutları ele alınacaktır.

I. Zımmi Hukuku ve Osmanlı’nın Hoşgörü Mirası

Osmanlı’da gayrimüslimler “zımmi” statüsünde değerlendirilirdi. Yani Müslüman yönetimi altında yaşayan, canı, malı, ırzı koruma altında olan; dinini, mabedini ve kültürünü muhafaza edebilen kişilerdir. Bu koruma karşılığında, Müslümanlardan farklı olarak cizye vergisi verirlerdi. Bu sistem, onları aşağılamak değil; onları İslâm şeriatı çerçevesinde bir güvenceye almak anlamına geliyordu.

Gayrimüslimlerin İslam’a ve Müslümanlara dair bakışı da genellikle bu sistemin ürettiği adalet, huzur ve güven ortamına bağlı olarak olumlu olmuştur. Batılı seyyahların, Osmanlı tebaasındaki Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin Müslümanlarla ticaret yapmalarından, Müslüman komşularıyla düğünlerde, bayramlarda hediyeleşmelerine kadar pek çok dostane ilişkiyi yazıya döktüğü bilinmektedir.

II. Kadı Sicillerinden Uygulama Örnekleri

1. Camiye Saygı ve Mahalle Huzuru

17. yüzyıl Edirne sicillerinde geçen bir olayda, gayrimüslim bir fırıncı, cami duvarına kül döküp çevreyi kirletince Müslüman mahalleli kadıya başvurmuş, kadı ise “mukaddes mekânların huzurunu bozmamak” gerekçesiyle fırıncıyı uyarmış ve tazmin yükümlülüğü vermiştir. Burada cami sadece Müslümanlara değil, mahallenin ortak huzuruna işaret eder.

2. İftira Eden Zımmiye Karşı Müslümanların Hukukî Korunması

İstanbul Kadı Sicillerinde yer alan bir kayıtta, bir Ermeni zımminin bir Müslüman komşusunu hırsızlıkla itham ettiği; ancak delil sunamayınca kendisine tazir cezası verildiği görülür. Bu da zımminin Müslümana karşı şikâyet hakkı olduğunu, ancak bu hakkın iftiraya dönüşmesi durumunda eşit şekilde cezalandırıldığını gösterir.

3. Gayrimüslim Şahitliği ve Evlilik Meselesi

Şam sicillerinde yer alan 18. yüzyıla ait bir kayıtta, bir Hristiyan zımmi, kendi mezhebinden biriyle evlilik anlaşmazlığında Müslüman kadıya başvurmuş; kadı, iki tarafın da rızasını aldıktan sonra evliliği geçersiz sayarak dinî hukuk gereği ayrılmalarını emretmiştir. Bu karar, Müslüman kadının sadece kendi hukukuna değil, gayrimüslimlerin mezhep kurallarına da vakıf olarak karar verdiğini göstermektedir.

III. Hikmetli Münasebetler: Komşuluk, Ticaret ve Güven

Osmanlı mahalle kültüründe Müslüman-gayrimüslim ilişkilerinin temelinde komşuluk, ticaret ve güven yer alırdı. Gayrimüslimler, Müslümanlardan hem adalet hem de ahlak yönünden etkilenirlerdi. Pek çok gayrimüslim tüccarın İslâm ticaret ahlakına hayran kalıp Müslüman olduğu vakidir. Yahudi bir kuyumcunun ifadesiyle:

> “Müslüman teraziyle tartar, Allah korkusuyla satardı. Biz ise yalnız kazancı hesaplardık.”

Bu söz bile İslam ahlakının gayrimüslim zihninde nasıl yankı bulduğunu gösterir.

IV. Düşündürücü Bir Vaka: Gayrimüslimin Vasiyeti

18. yüzyıla ait bir Bursa kadı sicilinde, bir Yahudi tüccar ölümünden önce vasiyet bırakır: “Mallarımdan bir kısmı, benimle senelerdir komşuluk eden ve bana haksızlık etmeyen Müslüman aileye sadaka olarak verilsin.” Bu vasiyet, sadece bir minnet değil; bir insanın, bir inanca karşı duyduğu güvenin, bir hayatın sonunda dile gelen şahitliğidir.

V. Sonuç: Sessiz Barışın Adı Osmanlı

Gayrimüslimler için Osmanlı, yalnızca bir “idare” değil; bazen bir sığınak, bazen bir adalet limanı, bazen de bir medeniyet modeli olmuştur. İslam’ın “dinde zorlama yoktur” (Bakara 256) ilkesi, Osmanlı toplum hayatına sirayet etmiş; farklılıklar düşmanlık değil, denge ve hikmet vesilesi olmuştur.

Osmanlı, gayrimüslimlerin gözünde; kılıçla değil, adaletle hükmeden bir sistemin adıdır. Ve bu sistemin en büyük başarısı; farklı gözlere aynı adaleti gösterebilmesinde gizlidir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

KUR’AN’DA GÜNAHIN RENKLERİ: İSM, CÜNAH VE ZENB ARASINDAKİ HİKMETLİ FARKLAR

KUR’AN’DA GÜNAHIN RENKLERİ: İSM, CÜNAH VE ZENB ARASINDAKİ HİKMETLİ FARKLAR

Kur’an-ı Kerim, insanoğluna hitap eden en hikmetli ve kuşatıcı kelamdır. O’nun kelimeleri, sadece lafız değil, aynı zamanda derin anlam katmanları barındırır. Özellikle insanın manevî sorumluluğu ile ilgili kavramlar Kur’an’da titizlikle seçilmiştir. Bunlardan üçü olan “ism”, “cünah” ve “zenb”, her ne kadar genel anlamda “günah” olarak çevrilse de, aralarındaki nüanslar ibretli dersler ve hikmetli farklar barındırır.

1. İsm: Günahın Vicdandaki Ağırlığı

İsm (إثم) kelimesi, sözlükte “ağır gelmek, yavaşlatmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da genellikle ahlâkî yozlaşma, büyük günah ve Allah’a karşı işlenen suçlar için kullanılır. Kalpte ağırlık yapan, insanın ruhunu karartan ve manevi seyrini sekteye uğratan günahları anlatır.

> “Onlar bir kötülük yaptıklarında ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlarlar…” (Âl-i İmrân, 135)

İsm, genellikle iç dünyada bir pişmanlık hissini beraberinde getirir. Kimi müfessirlere göre bu kelimeyle işaret edilen günah, insanın ruhani yükselişine engel olan manevi bir prangadır. Vicdanı susturur, kalbi köreltir.

2. Cünah: Meşru Sınırların İhlali

Cünah (جناح) kelimesi, “eğilmek, meyletmek” kökünden gelir. Kur’an’da daha çok hukuki ve ameli hatalar, yani yapılması gerekenlerdeki kusurlar için kullanılır. Örneğin, ihramlı iken avlanmak, kadınlara yaklaşmak gibi fiilî durumlar için “cünah” kelimesi geçer.

> “(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (Bakara, 198)

Bu bağlamda cünah, daha çok dışa dönük bir fiilin, bir sınır ihlalinin adıdır. İnsan bazen bilmeden ya da ihmalen bu tür günahlara düşer. Cünah, bazen bağışlanabilir zayıflığın adıdır, ama süreklileşirse kalbi körleştiren bir gaflete dönüşebilir.

3. Zenb: Geçmişin Yükü ve Karşılığı

Zenb (ذنب) kelimesi, Arapça’da “arka, kuyruk” manasına gelen “zenb” kökünden gelir. Bu, yapılan bir fiilin arkasında bıraktığı iz, yani sonucu, bedeli anlamındadır. Zenb, işlenen günahın ardından gelen cezayı da ima eder.

> “Rabbinin bağışlamasını ve zenbinden tevbe etmeni dile.” (Muhammed, 19)

Bu yönüyle zenb, hem işlenen fiili hem de onun doğuracağı uhrevi karşılığı ile birlikte zikredilir. Kimi zaman bireysel, kimi zaman toplumsal helâk sebepleriyle beraber kullanılır.

Zenb, Allah’ın azametini hiçe saymakla işlenen ve ilahî adaleti harekete geçiren büyük bir sorumluluğun adıdır. Tövbesiz bir zenb, sadece dünyada değil, ebediyette de iz bırakır.

Muradifler ve İnce Farklar

Kur’an’da “günah” anlamında farklı kelimeler de yer alır:

Hata (خطأ): Bilmeden, kasıtsız yapılan yanlışlar.

Fısk (فسق): Allah’ın emrinden çıkmak, isyankâr tavır.

Tuğyan (طغيان): Azmak, haddi aşmak, taşkınlık.

İsraf (إسراف): Aşırılık, dengeyi bozmak.

Şirk (شرك): Allah’a ortak koşmak, en büyük günah.

Her bir kelime, ayrı bir ruhi ya da sosyal hastalığın adıdır. Kur’an, günahı sadece bireysel kusur olarak değil, insanın fıtratından sapması ve ilahi nizamla çakışması olarak tanımlar. Bu nedenle her günah kelimesi, ayrı bir terapi ve tefekkür kapısıdır.

Sonuç: Günahı Tanımak, Arınmanın İlk Adımıdır

İnsanoğlu, fıtratı gereği hata yapar. Ancak asıl felaket, hatayı tanımamak veya ona isim verememektir. Kur’an-ı Kerim’de bu günah kelimelerinin çeşitliliği, insana kendini tanıması ve hangi alanda ne tür bir savrulma yaşadığını fark etmesi içindir.

İsm, vicdanın boğulmasıdır.
Cünah, davranışların hatalı eğilimidir.
Zenb, günahın sonucu olan manevi yük ve sorumluluktur.

Bu farkları bilmek, sadece bir dil meselesi değil, aynı zamanda bir kalp terbiyesi, bir iç muhasebe meselesidir.

Makale Özeti

Kur’an’da geçen “ism”, “cünah” ve “zenb” kelimeleri her ne kadar genel olarak “günah” anlamında kullanılsa da, her biri farklı bir ruh haline, günah türüne ve ahlaki sorumluluğa işaret eder.

İsm, vicdanı karartan ağır günahı,

Cünah, meşru sınırların ihlalini,

Zenb ise günahın sonucu ve uhrevi sorumluluğunu ifade eder.

Bu kelimeler, Kur’an’ın insanı tanıma ve terbiye etme yöntemi olarak farklı mertebelerde kullanılır. Günahı tanımak, tövbeyle arınmanın ilk kapısıdır. Kur’an, bu kelimelerle insanın hem iç dünyasını hem de toplumsal ilişkilerini disipline eder.

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Kiminle Olduğun, Kim Olduğunu Belirler

Kiminle Olduğun, Kim Olduğunu Belirler

Hayat, sadece bireyin kim olduğu sorusuna değil, onunla birlikte yürüdüğü yolda kiminle olduğu sorusuna da cevap arar. Nice insanlar vardır ki potansiyelleri büyük, niyetleri halistir; fakat yanlış dostluklar, bozuk çevreler ya da saptırıcı yoldaşlar sebebiyle yanlış yerlere savrulmuşlardır. Öte yandan, sıradan gibi görünen bazı insanlar, doğru insanlar ile yürüdüklerinde büyür, olgunlaşır, kemale ererler.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Mûsa ile Hızır’ın kıssası, beraberliğin nasıl bir eğitim vesilesi olabileceğini gösterir. Hızır (as), görünürde anlaşılması zor işler yaparken, Mûsa (as) onunla yürümeye sabrederek derin hikmetleri öğrenmiştir. Yani hakikati anlamak, bazen yalnız akıl değil, doğru bir rehberle yola çıkmayı da gerektirir.

Bir başka ibretli örnek, Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Mûsa’dır. Sarayın tüm ihtişamına rağmen, onun gerçek kimliği ve yolculuğu, Firavun’la değil, Allah’a adanmış bir ümmetle birlikte şekillenmiştir. Zira her insan bulunduğu çevreden etkilenir; ya onunla kemale erer ya da çürür. Bunun içindir ki Hadiste, “Kişi arkadaşının dini üzeredir” hadisinden yola çıkarak, dostluğun bir iman meselesi kadar önemli olduğu belirtilir.

Tarihte nice örnekler vardır: Ebu Bekir gibi bir sadık dost, Resulullah’ın (asm) yanında yükselmiş; Karun gibi bir hazine sahibi, Musa’nın kavminden olduğu halde dünya sevgisiyle helake gitmiştir. Ashab-ı Kehf genç yaşlarında doğru bir toplulukla birlikte mağaraya sığınarak çağları aşan bir şehadet bırakmış; Lut’un eşi ise nebi hanesi içinde bile olsa yanlış yolda ısrarla hüsrana uğramıştır.

Demek ki bir insanın ahlâkı, inancı, karakteri kadar; yanında yürüdüğü insanlar da onun kaderinde söz sahibidir. Dost; ya seni yükselten bir asansör olur, ya da seni aşağı çeken bir uçurumun başlangıcı.

Sonuç olarak: Her birey kendi tercihlerinin ürünüdür; ama tercihler içinde en hayati olanı, kiminle yol yürüdüğümüzdür. Yüreklerimizde iman olsun, fakat çevremizde de o imanı besleyen insanlar bulunsun. Çünkü yalnız hakikat değil, hakikate sadık olanlarla yaşamak da bir nasiptir.

Özet:
Bu makalede, insanın kimliğini belirlemede sadece bireysel özelliklerinin değil, beraber olduğu kişilerin de büyük rol oynadığı anlatılmaktadır. Kur’an kıssaları ve tarihî örnekler üzerinden, doğru dostlukların insanı yücelttiği; yanlış arkadaşlıkların ise felakete sürüklediği vurgulanmıştır. Makalenin ana fikri: “Kiminle olduğun, kim olduğunu belirler.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025