İsrail’in Satın Aldıkları, Kaybettikleri ve Kaçınılmaz Son
Dünya tarihi, zulüm üzerine kurulan hiçbir yapının ebedî ayakta kalmadığını defalarca göstermiştir. Firavun’un orduları, Nemrud’un saltanatı, Roma’nın kibri, Moğol’un yakıp yıkması ve daha niceleri… Hepsi, güçlerinin doruğunda iken yıkılıp tarihe gömüldüler. Bugün ise aynı ibretlik sahne İsrail’in gözler önünde yaşadığı bir çöküşün habercisidir.
Satın Alınmış Ruhlar ve Çöken İtibar
Amerikan siyasetinde paranın gücü, ahlakın önüne geçmiş durumda. New Mexico Senatörü Jay Block’un öz kızının, “Babam ruhunu şeytana sattı, İsrail’den para alıyor” çıkışı, aslında sadece bir aile içi serzeniş değil; Batı siyasetinin kara yüzünün ifşasıdır. İsrail’in lobi ağlarıyla satın aldığı vekiller, senatörler, medya patronları ve teknoloji devleri, zalimlerin safında durmayı tercih ettiler. Fakat unutuyorlar ki, satın alınan ruhların desteği bir milleti ebedî ayakta tutmaz; bilakis utancını çoğaltır.
İsrail’in Yalnızlaşan Lideri
Slovenya’nın Netanyahu’yu istenmeyen kişi ilan etmesi, Birleşmiş Milletler kürsüsünde boş salona hitap etmesi ve birçok devletin diplomatik boykotları… Bu, artık İsrail’in yalnızlaştığının somut göstergesidir. Tarih boyunca zalimler önce destekçilerinin alkışını kaybetti, sonra da zulmün ağırlığı altında boğuldular. Netanyahu’nun günümüzdeki hali, son dönem imparatorların çöküş psikolojisini hatırlatıyor.
Masumların Kanı Üzerine Kurulu Bir Devlet
Bir günde 140’tan fazla hava saldırısı, yüzlerce masumun kanı… UNRWA’nın ifadesiyle, her üç çocuktan biri açlıktan uyuyor. İsrail’in işlediği cinayetler sadece Filistin’i değil; Lübnan, Yemen, İran, Suriye ve hatta Katar gibi ülkeleri de hedef alan saldırganlıkla tüm bölgeyi ateşe atıyor. Katliam, artık sadece Gazze’nin değil, tüm insanlığın meselesi haline gelmiştir.
Beklenmedik Darbeler
İsrail’in teknolojiyle kurduğu gözetim imparatorluğu bile sarsılıyor. Microsoft’un milyonlarca Filistinliyi izlemek için kullanılan bulut hizmetini iptal etmesi, Çin’in BM üyeliğini tartışmaya açması, Oracle ve benzeri şirketlerin İsrail yanlısı duruşlarıyla açığa düşmesi… Bunlar, paranın her kapıyı açamadığını, teknolojinin de zulmün hizmetinde sonsuza dek kalamayacağını gösteriyor.
Ümmetin Onuru ve Direnişi
Öte yandan umut dolu sahneler de var. Gazze’ye doğru yol alan Sumud Filosu’na Türk Donanması’nın yardımı, bir milletin sadece siyasette değil, vicdanda ve denizde de mazlumun yanında olduğunu gösterdi. Erdoğan’ın ifadesiyle, bugün İsrail’in yanında yalnızca “bir avuç ülke” kaldı. Geriye kalan bütün vicdanlar, Filistin halkının yanında saf tuttu.
Kaçınılmaz Son
Bugün Netanyahu ve ekibi, ateşi büyütmeye çalışıyor olabilir. Ama tarihin kanunu bellidir: Zulüm payidar olmaz. Masumların kanı üzerine bina edilen hiçbir devlet ayakta kalamaz. Dün Hitler’in zulmü nasıl ki kendini yaktıysa, bugün İsrail’in zulmü de onu yalnızlığa, yenilgiye ve tarihin çöplüğüne sürükleyecektir.
Son Söz
İsrail belki Amerikan senatörlerini, medya patronlarını, teknoloji devlerini satın alabilir. Fakat şunu asla satın alamaz:
• Açlıktan gözyaşı döken bir çocuğun duasını,
• Annelerinin kucağında şehit olan bebeklerin masumiyetini,
• Dünyanın dört bir yanında ayağa kalkan vicdanların sesini.
Tarih, zalimlerin heykellerini değil; mazlumların direnişini yazacaktır. Ve İsrail, satın aldıklarının gölgesinde kaybettikleriyle hatırlanacaktır.
Denizler Tanıklık Etsin: Sumud Filosu, İnsanlık ve Vicdanın İmtihanı
Denizlerin tarihi, yalnızca denizcilik kayıtlarından ibaret değildir; denizler, insanın merhametiyle acılarını taşıdığı, zulme karşı direnişin ve umudun yüklendiği bir arşivdir. Bugün Akdeniz’in göğü altında yine böyle bir tarih yazılıyor: Küresel Sumud Filosu’nun Gazze’ye doğru yelken açması, yalnızca insani yardım taşıyan teknelerin bir araya gelişi değildir — dünyanın vicdanının, egemen güçlerin sınandığı bir imtihanın denizdeki izdüşümü, yansımasıdır.
Geçen gece denizde yaşananlar, bu imtihanın ciddiyetini gözler önüne serdi: Filoya yönelik drone saldırıları ve teknelerde meydana gelen hasarlar, insani iradenin önünde çıkarılan fizikî engelleri ve saldırgan stratejileri açığa çıkardı. Bu saldırıya karşı bazı devletlerin, vatandaşlarını ve insani misyonu korumak adına donanma unsuru yönlendirmesi, çatışmanın boyutlarını siyasî bir seviyeye taşıdı — savaş gemileri yalnızca güç değil, aynı zamanda koruma ve müdahale sorumluluğunun da sembolüdür.
İtalya’nın, filoya müdahale edecek veya yardım tehditi varsa müdahale edebilecek bir savaş gemisi sevk etmesi, sahadaki sivil cesaretin devlet sorumluluğuyla karşılaşmasının somut göstergesidir. Benzer şekilde İspanya Başbakanı’nın filoya eşlik edecek bir savaş gemisi gönderme kararı, yalnızca askeri bir hamle değil; uluslararası hukuka, deniz güvenliğine ve insani haklara duyulan bir çağrıdır. Bu adımlar, insani eylemin ne kadar küresel bir meseleye dönüştüğünü gösterir.
Tarih kısa belleklidir ama ibretleri uzun sürer. Geçmişte adalara, limanlara ve kıyılara sığınan mazlumların hikâyeleri, bugün Gazze sahillerine uzanan bir zincirin yeni bir halkasıdır. Deniz yoluyla yardım ulaştırma hareketleri, 20. yüzyılın özgürlük mücadelelerinden, sömürge karşıtı kampanyalara, medeniyetler arası dayanışmanın en yalın örneklerine kadar uzanan bir geleneğin mirasını taşır. Bugün Sumud Filosu’na eşlik eden devlet gemileri; tarihin iki yönünü hatırlatır: bir yanda zulmü kırma iradesi, diğer yanda zulme göz yuman veya meşrulaştıran sessizlik.
Bu saatten sonra yapılması gereken yalnızca teknelere eşlik etmek değil; gönüllerden devlet kurumlarına kadar bütün bir dayanışma mimarisi kurmaktır. Türkiye için bu, yalnızca insani yardım göndermek demek değil; ulusal onur, tarihî sorumluluk ve İslam dünyasının ortak vicdanı adına somut bir duruş sergilemektir. Eğer İtalya ve İspanya gibi devletler filonun güvenliğini gözetiyorsa, Türkiye’nin de elimizi taşın altına koyması; diplomatik baskıyı, liman desteğini, lojistik imkanları ve gerektiğinde denizde güvenliği artıracak adımları harekete geçirmesi; hem bölgesel hem de ahlâkî açıdan anlamlı olacaktır.
İslam ülkelerinin ve sivil toplumun birleşmesi, yalnızca askeri birliktelikle ölçülmez. Lojistik koordinasyon, diplomatik mutabakatlar, deniz hukuku çerçevesinde koruyucu faaliyetler ve uluslararası farkındalık kampanyaları bir arada gittiğinde gerçek güç ortaya çıkar. Halk gücünün devlet gücüyle ittifakı, tarihteki pek çok direnişin sebebi olduğu gibi bugün de zulme karşı sarsılmaz bir zemin kurabilir.
Vicdanın sesiyle yazılan eylemler çoğu zaman tarihî kırılma noktaları olur. Filonun seyrine bakarken aklımıza gelmesi gereken şeyler şunlardır: Açlığın, ilaçsızlığın ve kuşatmanın insan onurunu hedef alan politik bir araç olduğu; bu aracı kırmanın mümkün olduğu; ve en önemlisi, suskunluğun da bir fail olma vebali taşıdığıdır. Filonun denizde şahit olduğu saldırılar ve devletlerin müdahalesi, uluslararası hukukun ve insanlığın hangi tarafında duracağımızı yeniden sorar.
Son olarak: Denizler tanıklık etsin ama aynı zamanda tarihe de bir imza bıraksın. Eğer devletler; İslam dünyası, Türkiye, İtalya, İspanya ve diğer sorumlu aktörler şimdi insani koridorun açılması için birlikte hareket ederlerse, bu yalnızca bir deniz harekâtı değil; insanlığa yönelik bir savunma eylemi olacaktır. Tarih, zalimlerin geçici zaferlerini değil, adalet uğruna bir araya gelenlerin kalıcı hatırasını yazar.
İktibas:
”Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı Ebedî için yaratılan ve âyine-i Sâmed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.”
(Sözler – 214)
İzah ve Açıklama:
Bu söz, insan kalbinin temel bir fıtrî arayışını ve bu arayışın yanlış hedeflere yöneldiğinde nasıl hüsranla sonuçlandığını çok veciz bir şekilde anlatır. “Batmakla gaib olan,” yani bir gün yok olacak, zevale uğrayacak her şeyin hakikî bir güzelliğe sahip olamayacağı vurgulanır. Bir insanın güzelliği, gençliği, bir çiçeğin tazeliği, bir manzaranın ihtişamı… Tüm bunlar, zamanın ve zevalin hükmü altındadır. Oysa insan kalbi, ebedî ve sonsuz bir aşka layık olarak yaratılmıştır. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ve Samed (her şeyin kendisine muhtaç olduğu, kendisi ise hiçbir şeye muhtaç olmayan) isminin bir tecellisidir. Dolayısıyla, fani, geçici güzelliklere bağlanmak, sonsuzluğa namzet olan kalbi ziyan etmek demektir.
Bu hikmet, insana dünyevi aşklardan vazgeçmeyi değil, bu aşkları doğru bir kanala yönlendirmeyi öğretir. Güzelliğe olan aşk, o güzelliğin kaynağı olan Cemâl-i Mutlak’a (Sonsuz Güzellik Sahibi’ne) yönelik bir sevgiye dönüşmelidir. Bu dönüşüm gerçekleşmediğinde, insan fani varlıklardan ayrıldıkça incinir, hayal kırıklığına uğrar ve kalbinde derin boşluklar oluşur. Bu söz, kalbe doğru adresin ebediyet olduğunu fısıldar.
Hayat ve Rızık Bağının Sırrı
İktibas:
”Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, Şems ve Kamer’i teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zâtın elindedir. Öyle ise Bir elmayı, bir adama hakikî rızk olarak vermek; bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o zât verebilir. Ve o, ona hakikî Rezzak olur.”
Risale-i Nur – Sözler – 418
İzah ve Açıklama:
Bu metin, rızık meselesini yalnızca maddi bir kazanç olarak görmenin ötesinde, ilahi bir kudretin muazzam bir tecellisi olarak sunar. İnsan rızkının, bir tohumun toprağa düşmesiyle başlayan, baharın gelmesiyle canlanan, güneşin ve ayın belirli bir düzen içinde hareket etmesiyle gelişen karmaşık bir zincirin halkası olduğunu gösterir. Bu zincirin her bir halkası, tesadüflere değil, her şeyi bir hikmetle yöneten bir Kudret’e işaret eder.
Metin, küçük bir elma örneği üzerinden Rezzâk (rızık veren) isminin azametini anlatır. Bir elmayı bir insana rızık olarak ulaştırmak, sadece o elmayı yaratmaktan ibaret değildir. Bu süreç, toprağın canlandırılması, yağmurun indirilmesi, güneşin ve ayın belirli bir yörüngede dönmesi gibi sayısız ilahi fiilin birbiriyle uyum içinde çalışmasını gerektirir. Bu kadar büyük bir sistemin idaresini yapabilen bir Zât, ancak tek bir elmayı hakiki rızık olarak verebilir. Bu, insana rızık endişesi taşımaması gerektiğini, ancak sebeplere sarılıp rızkı verenin kudretine tam bir teslimiyetle güvenmesi gerektiğini öğretir. Her bir meyve, her bir yudum su, bu muazzam sistemin birer şahididir ve insana asıl rızık verenin kim olduğunu gösterir.
Gerçek Liderlik: Akıl ve Kalbin Fedakârlığı
İktibas (1):
”Maatteessüf büyüklerdeki meziyyet, sebeb-i tevazu iken, vasıta-i tahakküm oluyor. Avamdaki zayıf bir damar, câlib-i şefkat iken, vesile-i esaret oluyor.”
BEDİÜZZAMAN – Asar-ı Bediiyye – 313
İktibas (2):
”Demek büyük o değil ki; kılıcı keskin olsun, milleti kendine feda etsin. Belki odur ki; aklı keskin olsun, kalbi millet için fedakâr olsun.”
BEDİÜZZAMAN – Asar-ı Bediiyye – 313
İzah ve Açıklama:
Bu iki metin, Bediüzzaman’ın liderlik ve büyüklük kavramlarına getirdiği derin ahlaki eleştirileri ortaya koyar.
İlk metin, maalesef toplumda sıkça karşılaşılan bir duruma işaret eder: meziyetlerin (üstün vasıfların) kibire ve tahakküme (üstünlük kurmaya) vesile olması. Oysa bu meziyetler, gerçek büyüklüğün gereği olan tevazunun (alçakgönüllülüğün) bir sebebi olmalıdır. Yine aynı metin, halkın (avam) zayıf bir damarını, yani duygusal boşluklarını veya zaaflarını, şefkatle yaklaşılması gereken bir durumken, maalesef bu durumun istismar edilerek onları esaret altına almanın bir aracı haline geldiğini belirtir. Bu, gücün ve statünün ahlaki çürümesine bir uyarı niteliğindedir.
İkinci metin ise bu eleştiriyi olumlu bir liderlik tanımıyla tamamlar. Gerçek büyüklük, kaba güçte veya iktidarda değildir. “Kılıcı keskin” olmak, yani zorbalıkla, baskıyla yönetmek gerçek bir liderlik vasfı değildir. Hakiki lider, “aklı keskin” olan, yani doğruyu yanlıştan ayırt edebilen, ileri görüşlü ve hikmetli davranan kişidir. En önemlisi ise “kalbi millet için fedakâr” olandır. Gerçek lider, kendi nefsini, çıkarlarını ve konforunu değil, milletinin refahını, iyiliğini ve geleceğini düşünür. Fedakârlık, bir liderin sadece sözle değil, fiiliyatla gösterebileceği en önemli erdemdir. Bu iki metin, tarihteki nice zalim hükümdarlara ve liderlere karşı, akıl, kalp ve fedakârlığı esas alan ahlaki bir duruş sergiler.
Âlimler Peygamberlerin Mirasçılarıdır
İktibas:
”Peygamber Efendimiz, şu الْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ yani: ‘Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler’ hadîs-i şerîfleriyle; âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar. Zira mademki bir âlim, Peygamberlerin vârisidir; o halde hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takib etmesi lâzımdır.”
Asa-yı Musa – 256
İzah ve Açıklama:
Bu hadis, âlimlik makamının ne kadar büyük bir sorumluluk taşıdığını gözler önüne serer. Peygamberler, insanlığın manevi rehberleri ve kurtuluş reçetelerini getiren elçilerdir. Onların mirasçısı olmak, sadece kuru bir bilgi birikimine sahip olmak değil, aynı zamanda o bilgiyi Peygamberlerin ahlakıyla, fedakârlığıyla ve ihlasıyla yaymak demektir. Hadiste geçen “vâris” kelimesi, mal ve mülk mirasından öte, bir vazife ve sorumluluk mirasını işaret eder.
Bir âlim, Peygamberlerin mirasçısıysa, onların izlediği yoldan ayrılmamalıdır. Bu yol, hakikati en doğru ve en hikmetli şekilde tebliğ etme, insanları irşat etme, haksızlığa karşı durma ve tüm bunları Allah rızası için yapma yoludur. Bu, makam, şöhret veya dünyevi menfaatler için ilmi kullanmaktan kaçınmayı gerektirir. Gerçek bir âlim, insanlara karşı şefkatli, cehalete karşı kararlı, zulme karşı ise tavizsiz olmalıdır. Bu metin, günümüzdeki ilim insanlarına, sahip oldukları bilginin sadece bir meslek değil, aynı zamanda peygamberlere uzanan kutsal bir emanet olduğunu hatırlatır.
Bütün Varlıkları Kuşatan Rahmet ve Hamd Borcu
İktibas:
”Binaenaleyh, zerrât-ı âlemin adedince iman nimetlerine hamd ü senâ etmek bir borçtur. Evet, Rahmâniyet, zevilhayattan zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. ‘Elhamdülillah’ lâfz-ı istigrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de, Rahmâniyet (Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliği) nimetidir.”
Lem’alar.495 – Risale-i Nur Külliyatı
İzah ve Açıklama:
Bu metin, hamd (şükür) kavramına dair çok geniş bir perspektif sunar. “Zerrât-ı âlemin adedince,” yani kâinattaki atomlar adedince hamd etmenin bir borç olduğu ifade edilir. Bu, hamdin sadece bireysel olarak sahip olunan nimetlere yönelik bir şükür değil, aynı zamanda kâinattaki tüm yaratılmışları kuşatan ilahi rahmete yönelik bir hayranlık ve minnettarlık ifadesi olduğunu gösterir.
Metin, bu hamd borcunun en temel kaynağını “Rahmâniyet” nimetine bağlar. Rahmâniyet, Allah’ın bütün varlıkları ayırt etmeksizin, inanan-inanmayan, canlı-cansız demeden kuşatan sonsuz merhametidir. Güneşin ışığı, suyun bereketi, havanın solunması gibi temel nimetler, Rahman isminin tecellisidir. Bu genel rahmet, “zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca” yani tüm canlıların faydalandığı sayısız nimeti içinde barındırır. Bu nedenle, her nefes, her göz açıp kapama, her damla su, hamd etmemiz için birer vesiledir. “Elhamdülillah” sözü, bu sonsuz ve genel rahmet denizindeki tüm hamdleri toplayan, kuşatan bir anahtar gibidir. İnsana düşen, bu bilinci taşıyarak hayatın her anında şükür ve hamd ile Rabbine yönelmektir.
Makale Özeti
Bu makale, beş farklı metinden hareketle insan varoluşunun temel meselelerini ele almaktadır. İlk olarak, insan kalbinin fani ve geçici şeylere değil, ebedi olanın güzelliğine yönelmesi gerektiği anlatılmaktadır.
İkinci olarak, rızık kavramının sadece bir kazanç değil, yeryüzünün canlanmasından güneşe ve aya kadar uzanan devasa bir ilahi sistemin eseri olduğu açıklanmaktadır.
Üçüncü ve dördüncü başlıklar, gerçek liderlik vasıflarını irdelemektedir; kılıçla değil, akıl ve fedakârlıkla yönetmenin önemi vurgulanırken, âlimlerin Peygamberlerin mirasını taşıdığı ve bu mirasın büyük bir ahlaki sorumluluk olduğu belirtilmektedir.
Son olarak, hamd ve şükür kavramının sadece kişisel nimetlere değil, Allah’ın tüm kâinatı kuşatan Rahman isminin tecellisi olan sonsuz rahmetine yönelik bir borç olduğu ifade edilmektedir.
Makale, tüm bu kavramları bir araya getirerek, insanın bu dünyadaki hayatını doğru bir bilinçle ve ilahi isimlerin tecellileri ışığında yaşaması gerektiği mesajını vermektedir.
“Armegedon” Tehdidi: Hristiyan Siyonizm, Evangelikler ve İsrail İlişkisi
Giriş — “Kıyamet” söyleminin yeniden yükselişi
Son yıllarda “Armegedon” kavramı siyaset ve dinlerin kesişiminde yeniden görünür hâle geldi. Bu kavram, bazı Hristiyan akımlarında kıyamet senaryolarının güncel siyasetle ilişkilendirilmesiyle yalnızca teolojik bir mesele olmaktan çıkıp uluslararası politikanın bir öğesine dönüşüyor. Bu yazıda amaç, iddiaları tek taraflı olarak kabullenmeden; tarihî, teolojik ve siyasal açıdan değerlendirmek, kaynaklarla sağlamasını vermektir.
Hristiyan Siyonizm nedir? Kısa bir tarihçe ve teolojik çerçeve
“Hristiyan Siyonizm” terimi, Yahudi halkının Filistin topraklarına dönüşünü Tanrı’nın planının parçası olarak gören Hristiyan teolojik pozisyonunu tanımlar. Bu görüşün modern formu 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında şekillendi; 1948’de İsrail’in kurulması ise birçok Hristiyan Siyonist için peygamberî bir dönüm noktası olarak kabul edildi. Modern çalışmalarda Hristiyan Siyonizm hem teolojik bir inanç biçimi hem de siyasi ve hayırsever faaliyetlere dönüşmüş bir hareket olarak ele alınır.
“Armegedon” inancı: hangi teolojik varsayımlara dayanır?
Belli bir Evangelik/dispensasyonalist çizgi, Eski/Yeni Ahit kıyamet motiflerini spesifik bir kronolojiye oturtur: Yahudilerin Filistin’e dönmesi, “büyük sıkıntı” (tribulation), ve nihayetinde İsa’nın yeniden gelişi (Parousia). Bu çerçevede bazı yorumcular, İsrail’deki gelişmeleri kıyamet takviminin parçaları olarak okurlar — ki bu da siyasi tercihler ve dış politika tutumlarına yansıyabilir. Ancak teolojik manzara homojen değildir; tüm evangelikler veya Protestanlar bu yorumu paylaşmaz.
ABD’de Evangelik desteğinin boyutu ve nüfusî gerçeklik
Kamuoyu ve demografik çalışmalarına göre Amerika’daki Hristiyan nüfus kompozisyonu zaman içinde değişmekle beraber Hristiyan kimliği hâlâ geniş bir taban oluşturuyor. Pew Research Center’ın güncel çalışmaları Hristiyan kimliğinin %60–64 bandında seyrettiğini gösterirken, “evangelik Protestan” tanımı ve ölçüm kriterleri farklı araştırmalarda değişir; son veriler evangelik Protestanların yetişkin nüfusun yaklaşık yüksek onlarda bir kesimini oluşturduğunu bildiriyor. Bu nedenle “20 milyon” gibi bir sayı tek başına yanlış sayılmaz ama hangi tanıma göre verildiği önemlidir — farklı araştırmalar farklı rakamlar verir. Nüfus ve etkiyi değerlendirirken yüzdeler ve güvenilir araştırma merkezlerinin raporlarına dayanmamız gerekir.
Politik etki: Evangelik hareketin İsrail siyaseti üzerindeki rolü
Amerika’daki bazı güçlü evangelik gruplar ve liderler, İsrail’e diplomatik, mali ve moral destek sağlama konusunda son derece aktif oldular. Bu destek, siyasi lobicilik, bağış, medya ve nüfuz aracılığıyla ABD dış politikasının belirli alanlarına etki edebiliyor. 2016 sonrası dönemde, özellikle bazı yönetim politikalarında Hristiyan Siyonist düşüncenin etkili olduğu yönünde akademik ve gazetecilik çalışmaları bulunmaktadır; buna karşılık bu etkiyi tek başına tüm politik kararların nedeni olarak görmek fazla basitleştirme olur. Etki var ama çok katmanlıdır: jeopolitik çıkarlar, stratejik ittifaklar ve iç siyaset de aynı oranda önem taşır.
“Armegedon’u kışkırtma” iddiası: eleştiri ve gerçekçi perspektif
Sıkça dile getirilen iddia, bazı evangelik aktörlerin kıyameti hızlandırmayı arzu ettiği ve bunun için İsrail’le “ortak hareket” ettiği yönünde. Bu iddia, gerçek bir endişe unsurunu barındırsa da iki noktayı ayırt etmek gerekir:
• İnanç ile pratik politika arasındaki fark: Bir kesim için kıyamet yorumları dini-bireysel inançken, uygulamada çoğu liderin ve kurumun politik tercihleri gerçekpolitik, ekonomik veya stratejik hesaplara dayanır.
• Genelleştirme tehlikesi: Tüm evangelikleri veya Hristiyan Siyonistleri “dünyayı yakma” niyetiyle suçlamak doğruolmayabilir. Akademik literatür ve belgeseller (ör. Praying for Armageddon) bu açıdan eleştirel sorular sorar; bazı grupların apokaliptik beklentilerinin politikaya etkisi olduğunu gösterirken, bunun otomatik olarak “kasıtlı küresel yıkım” anlamına gelmediğini de vurgular.
“Armegedon tehdidi” , gerçek kaygılara neden olmaktadır.
Büyük salon… Birleşmiş Milletler kürsüsünde sesler yankılanıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, elinde bir fotoğraf tutuyor. O an, salonun havası değişiyor. Çünkü bu sadece bir fotoğraf değil; insanlığın vicdanına vurulmuş en ağır mühür.
Fotoğrafta, elinde leğen taşıyan anneler… 21. yüzyılda, göklerde uydular, yerde yapay zekâlar, ekranlarda milyarlarca bilgi akarken; Gazze’nin anneleri, bir yudum temiz suya, bir parça ekmeğe muhtaç. O kare, çağımızın en büyük yalanını ortaya koyuyor: “Medeniyet.”
Filistin’in Kendi İç Çilesi
Ama mesele sadece dışarıdan gelen zulüm değil. Filistin’in başındaki ayrılıklar, Abbas’ın “Hamas olmayacak” sözleri, kardeşi kardeşe düşürüyor. Tarih boyunca ümmeti bölen fitne, hep en büyük yarayı içeriden vurmuştur. O yaradan sızan kan, bugün Gazze sokaklarında akıyor.
Dünyanın Suskunluğu
Bir yanda Netanyahu… Elinde kanlı mühür, masumların üzerine yağdırdığı bombalarla tarihe geçen bir katil.
Bir yanda Amerika ve Batı… Ateşkesi altı kez veto eden bir sessizlik ordusu.
Bir yanda ise Şili’den yükselen adalet sesi: “Netanyahu yargılansın!”
İşte dünya bu kadar çelişkili, bu kadar parçalı, bu kadar vicdansız.
Gazze’nin Aynasında İnsanlık
Sumud Filosu, insanlığın son vicdanı gibi yola çıktı. Ama göklerden üzerine drone’lar yağdı. Gemilere barut kokusu serpildi. Yetmedi, Google’ın algoritmaları onları “terörist” diye damgaladı. İşte çağın yeni Firavunları, çağın yeni Nemrutları… Onların asasının adı “algoritma”, ateşinin adı “dezenformasyon.”
Tarihin Değişmeyen Hakikati
Ama ey zalimler!
Tarih size bir hakikati haykırıyor: Hiçbir zulüm ebedî değildir!
Moğol orduları dağıldı, Haçlı seferleri bozguna uğradı, Hitler’in dehşeti kül oldu.
Sizin tanklarınız, uçaklarınız, drone’larınız da bir gün çöp tenekesine atılacak.
Ama mazlumun duası? O asla yok olmayacak. Çünkü mazlumun ahı, semayı deler, Arş’a yükselir ve zalimin sarayını yerle bir eder.
Son Söz
Bugün Gazze’de çekilen o fotoğraf, aslında hepimizin fotoğrafıdır.
O çocuklar bizim çocuklarımızdır. O anneler bizim annelerimiz.
Ve bir gün gelecek, tarih sayfaları bu dönemi yazarken tek bir cümleyle hükmünü verecek:
“Zalimler için yaşasın cehennem.”
İktibas:
> “Dünya madem fânîdir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâ yutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevi dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır. Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviyeye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”
> Bediüzzaman Said Nursi / Mektubat – 71
>
İzah ve Açıklama:
Bu kapsamlı metin, insan hayatının temel gerçeklerini ve bu gerçekler doğrultusunda nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini detaylı bir şekilde açıklar.
İlk olarak, dünyanın fani ve ömrün kısa olduğu, ancak yerine getirilmesi gereken lüzumlu vazifelerin çok olduğu belirtilir. Bu, hayatın boşa harcanacak bir oyun alanı olmadığını, aksine ebedi bir hayatın temellerinin atıldığı bir imtihan sahnesi olduğunu vurgular.
İkinci olarak, dünyanın sahipsiz olmadığı, sonsuz hikmet ve cömertlik sahibi bir Müdebbir tarafından idare edildiği ifade edilir. Bu, insanın yaşadığı her şeyin bir anlamı olduğunu ve hiçbir iyiliğin veya kötülüğün cezasız kalmayacağını gösterir. “La yükellifullahu nefsen illa vüs’aha” (Allah hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez) ayetiyle, ilahi yükümlülüklerin insanı aşan zorluklar olmadığına işaret edilir.
Metnin ana fikri, dünyanın bir misafirhane olduğu ve insanın bu misafirhanede geçici bir misafir olduğu bilincidir. En mutlu ve başarılı kişi, bu gerçeği idrak eden ve hayatını bu doğrultuda şekillendirendir. Böyle bir insan, ahiret için dünyayı, dünyevi hayat için ebedi hayatı feda etmez. Boş ve faydasız şeylerle ömrünü tüketmez, misafirhane sahibinin yani Allah’ın emirlerine göre yaşar. Bu bilinç, kabir kapısını korkuyla değil, selametle açarak ebedi saadete ulaşmanın anahtarıdır.
Çağın Vebası: Fuzulî ve Malayani Meşgaleler
İktibas:
> “MEŞÂGİL-İ DÜNYEVİYE DEDİĞİN, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun.”
> (Sözler)
>
İzah ve Açıklama:
Bu söz, modern çağın en büyük problemlerinden biri olan vakit israfını ve gereksiz meşguliyetleri ele alır. “Meşâgil-i dünyeviye” (dünya işleri) olarak adlandırılan bu meşguliyetlerin çoğu, aslında insanın şahsen sorumlu olmadığı veya kendisine bir fayda sağlamayan “fuzulî” ve “malayani” (boş, faydasız) işlerdir. Özellikle günümüzde sosyal medya, internet ve dijital platformlar aracılığıyla insanların, kendileriyle ilgili olmayan binlerce bilgiye boğulduğu, saatlerini bu boş bilgilerle geçirdiği bir çağa işaret eder.
Bu durum, insana verilen en değerli sermayelerden biri olan zamanın nasıl boşa harcandığını gösterir. İnsan, sanki sonsuz bir ömre sahipmiş gibi en lüzumsuz bilgilerle meşgul olurken, aslında kendisine düşen en elzem (en önemli) vazifeleri, yani ibadeti, ahlakı, ilim tahsilini ve hayra hizmeti ihmal eder. Bu söz, okuyucuyu bir nefis muhasebesine davet eder: “Ne ile meşgul oluyorum?”, “Vaktimi neye harcıyorum?” ve “Bu yaptıklarım bana ve ahiretime bir fayda sağlıyor mu?”. Bu sorgulama, insanın hayatına bir yön ve anlam katmasını, lüzumsuz yüklerden arınarak asıl gayesine odaklanmasını sağlar.
Hayat Zorsa, Bir de Bu Fotoğrafa Bak!
İktibas:
> “hayat çok zor derse ona bu fotoğrafı göster.”
>
İzah ve Açıklama:
Bu ifade, hayatın zorluklarından şikâyet edenlere, perspektiflerini değiştirmeyi öğütleyen basit ama etkili bir mesajdır. Mesela bir kişi, yağmur altında, zorlu şartlar altında bir araba dolusu meyveyi itmeye çalışan bir çalışanı tasvir eder. Bu hal, hayatın zorluğunu deneyimleyen ancak pes etmeyen, sabırla ve dirençle ayakta kalmaya çalışan bir insanın sembolüdür.
Bu mesaj, kişiye kendi zorluklarının göreceli olduğunu hatırlatır. Başkalarının daha büyük zorluklar altında nasıl bir mücadele verdiğini görmek, insanın kendi sıkıntıları karşısında şükretmesine ve daha güçlü bir iradeyle direnç göstermesine vesile olur. Hayatın zorluğu kişiden kişiye değişir, ancak mücadele etme ve ayakta kalma iradesi evrensel bir erdemdir.
Bu hal ve tasvir, bir anda kelimelerin anlatamadığı bir ibret dersi sunar: “Senin zor dediğin, belki bir başkasının hayali veya günlük mücadelesidir. Asıl önemli olan, zorluklar karşısında pes etmek değil, o zorluğa karşı dimdik durmaktır.”
Ümmetin Reçetesi: İttihad-ı İslâm
İktibas:
> “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı islâmdır.”
> Mektubat – 468 – Risale-i Nur
>
İzah ve Açıklama:
Bu söz, İslam coğrafyasının ve Müslüman milletlerin içinde bulunduğu durumun derin bir analizini yapar ve kurtuluş reçetesini sunar. “Azametli bahtsız bir kıta,” İslam dünyasını coğrafi ve tarihi olarak kapsayan Asya ve Afrika’yı; “şanlı talihsiz bir devlet,” Osmanlı İmparatorluğu’nu ve mirasçısı olan diğer İslam devletlerini; “değerli sahipsiz bir kavim” ise, sahip olduğu manevi ve kültürel değerlere rağmen günümüzde siyasi ve ekonomik olarak parçalanmış İslam ümmetini ifade eder. Bu üç tabir, geçmişteki ihtişamın ve mevcut sefaletin acı bir resmini çizer.
Ancak, söz sadece tespitle kalmaz, bir de çözüm sunar: “İttihad-ı İslâm”, yani İslam Birliği. Bu birlik, sadece siyasi veya askeri bir birlik değil, aynı zamanda manevi, kültürel ve ahlaki bir birliktir. Müslümanların mezhep, meşrep ve etnik farklılıklarını bir kenara bırakarak, ortak değerler etrafında birleşmeleri ve birlikte hareket etmeleri gerektiği vurgulanır. Bu birlik, Batı’nın ve küresel güçlerin zulmüne, siyasi ve ekonomik sömürüsüne karşı durmanın yegâne yoludur. Söz, bu reçetenin sadece bir öneri değil, içinde bulunulan zor durumdan çıkmanın tek çıkış yolu olduğunu gösterir.
Makale Özeti
Bu makale serisi, farklı metinlerden ilham alarak insan hayatının fani ve ebedi yönlerini, dünya meşgalelerinin tehlikelerini, liderlik ahlakını ve toplumsal sorunlara çözüm önerilerini ele almaktadır. İlk bölümde, dünya hayatının geçiciliği ve asıl amacın ebedi saadete ulaşmak olduğu vurgulanmıştır. İnsan ömrünün kısa, ancak yerine getirilmesi gereken vazifelerin çok olduğu belirtilmiş, bu açıdan rızık gibi konuların ardındaki ilahi hikmet ve rahmet izah edilmiştir.
Diğer kısımda ise, siyasi ve dış cereyanların tefrika oluşturmasına karşı birlik olmanın önemi ve ahireti inkar etmenin mantıksızlığına değinilmiştir.
Son olarak, bu bölümde, dünya hayatının bir misafirhane olduğu, zamanın boş işlerle harcanmaması gerektiği ve İslam dünyasının kurtuluş reçetesinin “İttihad-ı İslâm” olduğu dile getirilmiştir. Makale, tüm bu konuları bir araya getirerek, okuyucuya hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir bilinç ve sorumluluk aşılamayı amaçlamaktadır.
İktibas:
”Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin, tek bir ustası vardır ve o usta, her şeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve her şeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahluklar onun memurlarıdır.”
(Sözler) – Bediüzzaman Said Nursi
İzah ve Açıklama:
Bu veciz söz, kâinatın ve içindeki her şeyin, tesadüfen var olmadığını, aksine sonsuz bir kudret, ilim ve hikmet sahibi olan bir Usta tarafından planlandığını ve idare edildiğini anlatır. Kâinat, “bir saray gibi” benzetmesiyle, içindeki her bir detayın birbiriyle uyumlu ve estetik bir sanat eseri olduğunu vurgular. Bir şehir gibi olan bu “memleket” (dünya) de, plansız bir kaos değil, aksine en ince ayrıntısına kadar yönetilen, hiçbir noksanlığı olmayan bir düzendir. Bu Usta, yani Yaratıcı, bize görünmese de her şeyi görür, her şeyi işitir ve her işi bir mucize ve harika niteliğindedir.
Bu anlayışa göre, tabiatta gördüğümüz ve dillerini anlamadığımız her bir varlık, örneğin bir kelebek, bir ağaç, bir kuş veya bir karınca, aslında O’nun emrinde çalışan birer memurdur. Bunlar, kendi iradeleriyle değil, ilahi bir iradenin sevk ve idaresiyle hareket ederler. Bu bakış açısı, insana etrafındaki her şeye sadece madde gözüyle değil, ilahi bir sanatın ve hikmetin tecellisi olarak bakmayı öğretir. Bu idrak, insanı kâinat karşısında aciz bırakmaz, aksine bu muazzam düzeni yaratan Kudret’e karşı bir hayranlık ve tevekkül hissi uyandırır.
İzah ve Açıklama:
Bu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) sıkça tekrarladığı ve büyük önem atfettiği bir duadır. Arapça “Mugallibel Gulub” ifadesi, “kalpleri evirip çeviren” anlamına gelir. Bu, insan kalbinin ne kadar değişken ve değişkenliğe açık olduğunu vurgular. İnsan, bir an imanının zirvesinde iken, bir sonraki an şüpheye, nefsani arzulara veya dünya cereyanlarına kapılıp savrulabilir. İman, her zaman korunması ve beslenmesi gereken hassas bir nimettir.
Bu dua, kalbin bu değişkenliğinin farkında olan bir müminin acziyetini ve tüm gücü Yüce Yaratıcı’dan istediğini gösterir. “Sebat”, yani sâbit kalmak, istikamet üzere olmak, sadece dünyevi işler için değil, özellikle iman ve din yolunda en büyük hedef olmalıdır. Bu dua, kişiye sadece sözle değil, tüm benliğiyle Allah’a yönelmesi gerektiğini hatırlatır. O’nun izni olmadan kalbin din üzerinde sabit kalmasının mümkün olmadığını ve bu sabitliğin sürekli bir dua ve çaba gerektirdiğini öğretir. Bu, Müslümanın hayat boyu en büyük gayretlerinden birinin, kalbini her türlü sapkınlıktan ve şüpheden koruyarak imanında sebat etmek olduğunu gösterir.
Âhireti İnkar Etmenin İmkânsızlığı
İktibas:
”Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaiikiyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaiikiyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek.”
BEDİÜZZAMAN – Asa-yı Musa – 180
İzah ve Açıklama:
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, ahiretin inkârının ne kadar mantıksız ve imkânsız bir iddia olduğunu ortaya koyar. O’na göre, ahireti inkâr etmek, sadece basit bir inançsızlık değil, aynı zamanda kâinatın temel düzenini ve hakikatlerini inkâr etmeyi gerektirir. Dünya, içinde adaletsizliğin, haksızlığın, iyiliğin karşılığını bulamadığı nice hadiselerin yaşandığı bir yerdir. Vicdan, akıl ve adalet duygusu, bu dünyadaki eksiklerin ve tamamlanmamış işlerin bir başka âlemde muhakkak tamamlanacağını fısıldar.
Eğer ahiret yoksa, dünyadaki tüm bu hikmetler, adalet mekanizmaları ve sebepler-sonuçlar zinciri anlamsızlaşır. Bir çiçeğin ölümü, bir canlının yok oluşu, bir zalimin cezasız kalması, bir mazlumun ahı… Tüm bunlar, ahiret inancıyla bir anlam ve çözüm bulur. Bu metin, kâinattaki her bir varlığın, her bir olayın, adeta “yüzbin lisanla” ahiretin varlığını ispat ettiğini ve onu inkâr edenin aslında kâinatın tüm hakikatlerini yalanladığını söyler. Bu, inkâr edenin kendi iç dünyasında da büyük bir çelişki ve boşluk yaşadığını gösterir.
Siyaset Cereyanlarına Karşı Birlik ve Sebat
İktibas:
”Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhâssa Harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin!”
Kastamonu Lâhikası-122
İzah ve Açıklama:
Bu uyarı, özellikle günümüz dünyasında çok büyük bir önem taşır. Bediüzzaman, dünya meselelerinin, özellikle siyasetin ve dış güçlerin etkisiyle ortaya çıkan fikir akımlarının, Müslümanları bölüp parçalamasına karşı bir ikazda bulunur. “Tefrika”, yani ayrılık ve bölünme, İslam ümmetinin en büyük zaaflarından biridir. Siyasetin ve dışa bakan cereyanların, insanları ortak paydada birleşmek yerine birbirine düşman etme potansiyeli yüksektir.
Metin, Müslümanları, kendi iç çekişmelerinden uzak durmaya çağırır. Zira karşımızda “ittihad etmiş dalâlet fırkaları” vardır. Yani, hakikate karşı olan ve yıkıcı amaçlar güden güçler, birlik ve beraberlik içinde hareket ederken, Müslümanların kendi aralarındaki küçük farklılıklar yüzünden parçalanması büyük bir perişanlığa ve kayba yol açar. Bu söz, Müslümanlara, ortak hedefler doğrultusunda birleşmenin ve asıl düşmanla mücadele etmenin önemini hatırlatır. Siyasetin geçici ve değişken atmosferi yerine, imanın ve hakikatin kalıcı ve birleştirici gücüne sarılmayı öğütler.
Allah Yolunda Mücadele Edenlere İlahi Müjde
İktibas:
”Cenab-ı Hak şu âyet-i kerimede bakınız mücahidlere neler va’dediyor: وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ Meal-i şerifi: ‘Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle- beraberdir.'”
Asa-yı Musa – 258
İzah ve Açıklama:
Bu ayet-i kerime, Allah yolunda gayret gösterenlere yönelik muazzam bir ilahi vaat ve teşviktir. “Mücahede”, sadece savaşmak değil, aynı zamanda nefisle, şeytanla, cehaletle ve her türlü kötülükle mücadele etmektir. Ayet, bu mücahedeyi yapanlara iki büyük müjde verir: Birincisi, Allah’ın onlara yollarını göstermesidir. İnsan, hayat yolculuğunda birçok kez bocalayabilir, hangi yöne gideceğini bilemeyebilir. Ancak Allah, kendi uğrunda çabalayanlara doğru yolu, hikmetli kararları ve çıkış yollarını lütfeder.
İkinci müjde ise, Allah’ın mücahidlerle beraber olmasıdır. Bu beraberlik, maddi ve manevi bir destek, bir güç ve bir huzur kaynağıdır. Ayette, bu beraberliğin özellikle “muhsinlerle” olduğu vurgulanır. Muhsin, “ihsan” makamına ulaşmış, yani Allah’ı görür gibi ibadet eden, O’nun her an kendisini gördüğü bilinciyle yaşayan kimsedir. Bu, mücadeleyi sadece dış bir eylem olmaktan çıkarıp, derin bir manevi bilinç ve ihlasla yapılması gerektiğini belirtir. Bu ayet, tüm zorluklara ve engellere rağmen, hak yolunda mücadele etmenin en büyük dayanağının, Allah’ın vaadi ve O’nun beraberliği olduğunu gösterir.
Makale Özeti
Bu makale, fani dünya ile ebedi hayat arasındaki dengeyi, manevi ve ahlaki sorumlulukları ele alan beş farklı konuyu incelemektedir.
İlk olarak, kâinatın tesadüfen var olmadığı, her şeyin hikmet sahibi bir Usta tarafından idare edildiği ve tüm varlıkların O’nun memuru olduğu belirtilmiştir.
İkinci kısım, “Ya Mugallibel Gulub” duası üzerinden, insan kalbinin değişkenliğini ve imanda sebat etmenin sürekli bir dua ve bilinç gerektirdiğini anlatmıştır.
Üçüncü olarak, ahiret inancını inkâr etmenin, kâinatın ve dünyanın tüm hakikatlerini yalanlamak anlamına geldiği ve bu durumun mantıksızlığı vurgulanmıştır.
Dördüncü başlık, siyaset gibi dünya cereyanlarının tefrika ve perişanlığa yol açmaması için birlik ve beraberliğin önemine değinmiştir.
Son olarak, “Allah yolunda mücahede edenlere” yönelik ilahi vaatler incelenmiş, Allah’ın muhsinlerle beraber olacağı ve onlara doğru yolu göstereceği müjdesi verilmiştir.
Makale, tüm bu konuları birbirine bağlayarak, insanın bu dünyadaki hayatını bir gaye ve hikmet bilinciyle yaşaması gerektiğini, bu yolculukta ilahi rehberliğin ve manevi istikametini korumanın hayati önem taşıdığını vurgulamaktadır.
🔹 İnsan ruhu, semavî bir sırdır; sadece bedene hayat vermekle kalmaz, bütün İlâhî isimleri yansıtacak bir potansiyel taşır.
2. Nefis ve İmtihan
Kur’ân buyurur:
“Nefse ve ona bir düzen verene, sonra da ona fücurunu ve takvâsını ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtulmuştur; onu kirleten de ziyana uğramıştır.” (Şems, 7-10)
Nefis, kendini serbest ve müstakil ister. 🔹 Nefis, arzi yönüyle bir imtihan vesilesidir. Onu terbiye eden yükselir; terk eden düşer.
3. Kalp, Akıl ve Vicdanın Şahitliği
Kur’ân hatırlatır:
“Biz insana iki yol (hidayet ve dalâlet) göstermedik mi?” (Beled, 10)
🔹 İnsanın en büyük sermayesi deruni cihazlarıdır. Onlar doğru kullanılırsa, ruhu arşa yükseltir; yanlış kullanılırsa, nefse esir eder.
4. İmtihanın Hikmeti
Kur’ân:
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
Risale-i Nur:
🔹 Ruh-nefis mücadelesi, insanın içindeki kabiliyetleri açığa çıkarır.
5. Sonuç: Yüceliş veya Düşüş
Kur’ân iki nihai noktayı bildirir:
“Andolsun, biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler müstesna.” (Tîn, 4-6)
🔹 İnsan, iki uç arasında bir yolcudur. Ya ruhuyla semavîleşir, ya nefsiyle esfel olur.
✒️ Böylece Kur’ân’ın âyetleri, insanın ruh ve nefis kavşağındaki imtihanının azametli bir tablo olduğu ortaya çıkar.
🔹 İnsan ruhu, semavî bir sırdır; sadece bedene hayat vermekle kalmaz, bütün İlâhî isimleri yansıtacak bir potansiyel taşır.
2. Nefis ve İmtihan
Kur’ân buyurur:
“Nefse ve ona bir düzen verene, sonra da ona fücurunu ve takvâsını ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtulmuştur; onu kirleten de ziyana uğramıştır.” (Şems, 7-10)
Nefis, kendini serbest ve müstakil ister. 🔹 Nefis, arzi yönüyle bir imtihan vesilesidir. Onu terbiye eden yükselir; terk eden düşer.
3. Kalp, Akıl ve Vicdanın Şahitliği
Kur’ân hatırlatır:
“Biz insana iki yol (hidayet ve dalâlet) göstermedik mi?” (Beled, 10)
🔹 İnsanın en büyük sermayesi deruni cihazlarıdır. Onlar doğru kullanılırsa, ruhu arşa yükseltir; yanlış kullanılırsa, nefse esir eder.
4. İmtihanın Hikmeti
Kur’ân:
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
Risale-i Nur:
🔹 Ruh-nefis mücadelesi, insanın içindeki kabiliyetleri açığa çıkarır.
5. Sonuç: Yüceliş veya Düşüş
Kur’ân iki nihai noktayı bildirir:
“Andolsun, biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler müstesna.” (Tîn, 4-6)
🔹 İnsan, iki uç arasında bir yolcudur. Ya ruhuyla semavîleşir, ya nefsiyle esfel olur.
✒️ Böylece Kur’ân’ın âyetleri, insanın ruh ve nefis kavşağındaki imtihanının azametli bir tablo olduğu ortaya çıkar.
Zulmün Son Perdesi: Gazze Dramı ve İnsanlığın İmtihanı
Tarih, zulmün ve adaletin, mazlumların ve zalimlerin, direnenlerin ve teslim olanların sahnesi olmuştur. Firavun’un zulmünden Nemrut’un kibrine, Moğol’un yakıp yıkmasından Haçlı’nın vahşetine kadar nice karanlık sayfalar insanlığın hafızasına kazındı. Bugün ise, insanlık tarihinin en acı, en utanç verici bölümlerinden biri, Gazze’de yaşanmaktadır.
Yakıtı tükenen hastanelerde çocukların gözleri önünde makineler durma noktasına gelirken, en temel hakkı olan “yaşama hakkı” bile mazlumlara çok görülmektedir. Açlık, ilaçsızlık, bombardıman… Ölüm, Gazze’nin her köşesinde kol gezerken dünyanın sessizliği, zalimin cephanesinden daha ağır bir darbeye dönüşmektedir.
Bir yanda, “Benim dediğim olmazsa dünya yansın” diyen bir anlayış; diğer yanda “Allah’tan sonra umudumuz sizsiniz” diyerek mektup yazan yetim çocukların çığlığı… Bu zıtlık, insanlığın iflasını göstermektedir.
Tarih Tekerrür Ediyor
Asırlar önce Musa’nın asası Firavun’un saraylarını nasıl titretti ise, bugün de Gazze’nin dar sokaklarında direnişçilerin elinde aynı ruhun izlerini görmek mümkündür. Tanklar, uçaklar, en modern silahlar… Ama karşısında imanla yoğrulmuş bir direniş… Zulüm, her çağda güçlü görünür; fakat tarih şahitlik etmiştir ki her zalim, en çok güçlü olduğunu sandığı anda çöküşün eşiğindedir.
Netanyahu’nun “dünyanın yüzde 95’ini kaybettiği” itirafı, aslında sadece siyasî bir yalnızlık değil, tarihin hükmünün ilanıdır. Çünkü zulüm, hiçbir zaman ebedî olmamıştır.
Sessiz Dünyanın İhaneti
Birleşmiş Milletler’in 80. yılını kutladığı günlerde, kuruluş amaçlarının tam zıddı bir manzaraya şahit oluyoruz. Sözde barışı korumak için kurulan bir teşkilat, soykırımın seyircisi olmuştur. Dünya liderlerinin çoğu konuşur ama yaptırım yoktur; kimi timsah gözyaşı döker, kimi ise “müttefiklik” adı altında katliamın sponsoru olur.
İşte bu noktada tarihin ibret dolu sözü yeniden hatırlanır: “Zulm ile abad olanın, akıbeti berbat olur.”
Vicdanların Mahkemesi
Gazze’de ölen 65 bin masum, enkaz altında bekleyen binlerce cansız beden, açlıktan ölen çocuklar… Bunların her biri, insanlığın mahşer günü şahitleri olacaktır. Zira zulüm sadece işleyenlerin değil, sessiz kalanların da ortak vebalidir.
İspanya Kralı’ndan İtalyan donanmasına, Arap ülkelerinden Türkiye’ye kadar sesler yükseliyor. Ama yetmez. Çünkü zulme karşı susmak, zulmü onaylamaktır.
Son Söz
Gazze bugün sadece Filistin’in meselesi değil, insanlığın vicdan sınavıdır. Bu sınavda kim zalimin yanında durursa tarih onu lanetle anacak, kim mazlumun elinden tutarsa tarihin şerefli sayfalarında yer bulacaktır.
Unutmayalım ki, tarihin en güçlü orduları yıkılmıştır; ama yetimin duası, mazlumun gözyaşı asla karşılıksız kalmamıştır. Gazze’nin çığlığı, bugün kulaklarımızda yankılanıyor:
“Zulüm ile abad olunmaz. Zalimler için yaşasın cehennem!”
Bugün Akdeniz’in dalgaları yalnızca gemileri değil, insanlığın vicdanını da taşımaktadır. Küresel Sumud Filosu, Gazze’deki ablukayı kırmak için yola çıkmış; insani yardımın önüne kurşunlar, füzeler ve duvarlar örülse de, vicdanın sesini susturmak isteyenlere meydan okumuştur.
İtalya ve İspanya hükümetleri, donanmalarını harekete geçirerek bu vicdan yolculuğuna kalkan olmuşlardır. Bizler de sesleniyoruz:
Çağrımızdır
• Türkiye, tarihî misyonuna ve vicdani sorumluluğuna uygun olarak derhal Sumud Filosu’na destek vermeli, gerekirse donanmasını bu insani görevin koruyucusu kılmalıdır.
• İslam ülkeleri ve bütün mazlum milletlerin temsilcileri, ortak bir irade ile zulme “Dur!” demeli, insani yardımı uluslararası hukuk zemininde güvence altına almalıdır.
• Dünya kamuoyu, sessizliği bozmalı; açlığa, ilaçsızlığa ve toplu katliama karşı insanlık onurunu savunmalıdır.
Hitabımızdır
Ey insanlık!
Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, hastaneler yakıt bulamazken, her geçen gün bir nesil toprağa gömülürken sessizlik, zulmün ortağı olmaktır.
Unutmayın: Zulüm ile abad olan, sonunda berbat olur. Tarih, sessiz kalanları değil, mazlumun yanında duranları şerefle anacaktır.
Biz buradan ilan ediyoruz:
Gazze yalnız değildir. Vicdan, Akdeniz’in dalgalarıyla beraber yola çıkmıştır. Gemiler sadece yük değil, insanlığın onurunu taşımaktadır.
Bütün devletlere, özellikle Türkiye’ye sesleniyoruz:
Bugün vazifemiz yalnızca yardım göndermek değil, yardımın güvenliğini sağlamaktır. Donanma gemileri, artık sadece savaşın değil, adaletin kalkanı olmalıdır.
Son Söz
Biz, zulme karşı duran her vicdanla beraber diyoruz ki:
“Zulme rıza, zulümdür. Mazlumun duası, zalimin ordusundan üstündür. Gazze için birleşelim, insanlık için harekete geçelim!”
Gazze’de yaşanan katliamı yalnızca askeri ya da siyasi dengelerle açıklamak yetersiz kalıyor. İsrail’in yayılmacı politikalarının arkasında, kökleri derinlere uzanan bir inanç var: Armegedon. Yani Tanrı’yı kıyamete zorlama inancı.
Bu saplantı, yalnızca İsrail’e özel değil. ABD’de sayıları 20 milyonu bulan Evanjelist Hristiyanlar da aynı beklentiyle hareket ediyor. Onlara göre Kudüs tamamen İsrail’in olmalı, Mescid-i Aksa yıkılmalı, yerine Süleyman Mabedi yapılmalı ve ardından büyük bir dünya savaşı çıkmalı. İşte Mesih’in dönüşü için gereken şartlar bunlar.
Bugün Washington’da alınan kararların çoğunda bu inanç gruplarının etkisi var. ABD’nin BM’de ateşkes kararlarını sürekli veto etmesi, İsrail’e sınırsız silah desteği vermesi, bu teolojik-siyasi ortaklığın sonucudur. Kısacası, Gazze’nin üzerine yağan bombaların arkasında sadece İsrail ordusu değil, Evanjelist-Siyonist ittifakı vardır.
Asıl tehlike ise bu zihniyetin yalnızca Filistin’i değil, tüm dünyayı ateşe atabilecek olmasıdır. Çünkü mesele, birkaç kilometrekarelik Gazze toprağı değil; kıyamet senaryosunu hızlandırma arzusudur.
Bugün Gazze’de susan dünya, aslında kendi geleceğini de ipotek altına alıyor. İnsanlık, bir grubun saplantılı “Tanrıyı kıyamete zorlama” inancına kurban mı edilecek, yoksa akıl ve vicdanın yoluna mı dönülecek?
Basın Özgürlüğü ve Medyanın Rolü: ‘Dünyaya Vicdan Seslenişi’
“Dünyaya Vicdan Seslenişi” manşetiyle çıkan bir gazete sayfası. Bu başlık, küresel meselelere vicdanlı bir duruş sergilediğine işaret ediyor.
Diğer manşetler ise “Gazze’deki savaşı bitireceğiz”, “Soykırımı haykırdı” .
Bu manşetler, medyanın gündem oluşturma ve kamuoyunu yönlendirme gücünü ortaya koyuyor. Gazeteler, belirli olaylara nasıl bakılması gerektiğini belirleyen birer ayna faaliyeti görür. Bu ayna bazen gerçeği olduğu gibi yansıtırken, bazen de siyasi duruşa göre şekillenir. “Vicdan” ve “soykırım” gibi güçlü kelimelerin kullanımı, okuyucunun duygusal tepkisini hedefler ve bir tarafın haklılığını vurgular. Bu durum, basın yayın organlarının sadece haber veren değil, aynı zamanda ideolojik bir duruşu temsil eden araçlar olduğunu gösterir.
Tarih boyunca gazeteler, krallıkların düşüşünden, devrimlerin fitilini ateşlemeye kadar sayısız olaya yön vermiştir. Günümüzde ise bu etki, dijital medya platformları aracılığıyla daha da geniş bir kitleye ulaşmaktadır. Ancak bu etki, beraberinde bir sorumluluk da getirir. Medya, bir milletin vicdanı olabildiği gibi, kutuplaşmanın ve yalan haberlerin de aracı olabilir. Bu nedenle, bir haberi okurken sadece başlığa değil, ardındaki niyet ve olayın bütünlük açısına da odaklanmak gerekir.
2. Siyasi Söylemin Gücü: ‘Biz Kaybettirdik, Kaybettireceğiz’
Bir diğeri ise, Saadet Partisi hatibi Hasan Damar’a atfedilen bir söz yer alıyor: “İstanbul’da 120 bin oy aldık, AK Parti 15 bin oyla kaybetti. Biz kaybettirdik, kaybettireceğiz. Bunu herkes bilsin.”
Bu ifade, sadece bir siyasi durum tespiti değil, aynı zamanda siyasi rekabetin ve ittifakların karmaşık yapısını ortaya koyan bir beyandır.
Bu sözler, siyasetteki gücün sadece kazanmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda rakibe kaybettirme yeteneğinde de yattığını gösteriyor. Hasan Damar’ın bu çıkışı, kendi partisinin sandıktaki etkisini vurgularken, aynı zamanda siyasi rakiplerine karşı bir tehdit ve meydan okuma ihtiva ediyor. Bu durum, siyasetteki pragmatik ve sonuç odaklı yaklaşımları gözler önüne seriyor. İbretlik olan yanı ise, bazen en büyük zaferin, kendi doğrudan kazanımınızdan ziyade, rakibinizin kaybıyla elde edildiğini düşünmektir.
Dünyevi ve uhrevi sorumluluğu da beraberinde getirmektedir.
Tarih, bu tür rekabetlerin örnekleriyle doludur. Roma’da Sezar’a karşı kurulan ittifaklar, Osmanlı’da taht kavgaları ve günümüzdeki siyasi manevralar, bu “kaybettirme” stratejisinin ne kadar eski ve köklü olduğunu gösterir. Bu söz, siyasetin satranç gibi oynanan bir oyun olduğunu hatırlatır; her hamle, karşı tarafın olabilecek adımları hesaplanarak yapılır. Ancak bu tür stratejiler, uzun vadede halkın güvenini sarsabilir ve siyasi iklimi kutuplaştırabilir. Siyasetin asıl amacının hizmet etmek olduğu gerçeği, bu tür manevralar gölgesinde kalabilir.
3. Bürokratik Duyarsızlık: Karikatürün Dili
Karikatürde, bir vatandaşın büyük bir terlikle temsil edilen “Başkan”a hitaben “BAŞKANIIIM! SUYUMUZ YOOOK! ÇÖPLEEER! HER YER ÇÖP DOLDUU!” diye dert yandığı, “Başkan”ın ise “İyi de, ben ne yapabilirim ki?” şeklinde cevap verdiği görülüyor.
Bu karikatür, bürokratik duyarsızlığı, halktan kopukluğu ve yönetimdeki “ben bilirim” tavrını mizahi bir dille eleştiriyor. Büyük terlik metaforu, gücün ve yetkinin kibirli, hatta hantal bir şekilde kullanılmasını simgeliyor. Başkan’ın soruna çözüm üretmek yerine pasif bir tutum sergilemesi, yetkililerin halkın sorunlarına kayıtsız kalabildiği gerçeğine işaret ediyor. Bu durum, yönetim ve halk arasındaki uçurumu dramatik bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu karikatür, bize yönetimde empati ve sorumluluk duygusunun ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Tarihte, halkının sorunlarına sağır kalan yöneticilerin sonu genellikle trajik olmuştur. Fransız İhtilali’nin temelinde yatan en önemli nedenlerden biri, halkın açlık ve sefaletine duyarsız kalan kraliyet ailesidir. “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü, bu duyarsızlığın tarihe kazınmış en acı örneğidir. Karikatür, çağlar ötesi bir ibreti günümüze taşıyor: Yönetenlerin görevi, yalnızca makamlarında oturmak değil, halkın dertlerine çare bulmaktır. Aksi halde, o makamlar bir terlikten farksız hale gelir ve faaliyetini yitirir.
4. Umut ve İnancın Makamı: Abdurrahim Karakoç’tan Şiirsel Bir Makale
Merhum şair Abdurrahim Karakoç’a atfedilen şu dizeler yer alıyor: “Fil çoğalsın.. Ebabilden umut kesilmez / Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez / Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma / Sabret hele.. Azrailden umut kesilmez.!”
Bu dizeler, dini ve edebi imgelerle süslenmiş, derin bir inanç ve umut mesajı taşıyan bir makaledir.
”Fil çoğalsın.. Ebabilden umut kesilmez” dizesi, Kuran’da geçen “Fil Vakası”na gönderme yapar. Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için ordusuyla geldiği ve Allah’ın, “ebabil kuşları” vasıtasıyla bu orduyu yok ettiği olay, en büyük gücün bile ilahi kudret karşısında aciz kalacağını simgeler. Bu dize, dünyevi gücün büyüklüğüne aldanmamayı ve en çaresiz anlarda bile ilahi yardımdan umudu kesmemeyi öğütler.
”Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez” dizesi ise, Hz. Musa kıssasına bir göndermedir. Firavun’un zulmü ne kadar artarsa artsın, Nil Nehri’nin suları dahi bir kurtuluş vesilesi olabilir. Bu, zulmün ve zorbalığın karşısında bile inancın ve sabrın tükenmemesi gerektiğini anlatır.
”Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma / Sabret hele.. Azrailden umut kesilmez.!” dizeleri ise, makalenin en can alıcı kısmıdır. Zalimlerin dünyada cezasız kaldığına dair duyulan hayal kırıklığı ve umutsuzluk karşısında bir teselli ve uyarıdır. İnsan, bazen ilahi adaletin tecelli etmediğini düşünerek yeise düşebilir. Ancak bu dizeler, her canlının bir sonu olduğunu ve en büyük adaletin, ölümle geleceğini hatırlatır. Bu, fani dünyanın gelip geçiciliğini ve mutlak adaletin yalnızca Allah’a ait olduğunu vurgular.
Bu dizeler, zorluklar karşısında dirayetli olmanın, inançlı kalmanın ve asla umutsuzluğa kapılmamanın bir manifestosudur. Tarih boyunca nice Firavunlar, Ebreheler gelip geçti. Ancak onların zulmü sona ererken, inananların umudu daima diri kaldı. Bu, sadece bir şairin kalbinden dökülen sözler değil, aynı zamanda çağları aşan bir bilgelik ve inanç dersidir.
Makale Özeti
Bu makale, dört farklı yazıları analiz ederek medyanın manipülasyon gücünden, siyasetin rekabetçi yapısına, bürokrasinin halktan kopukluğundan, inanç ve umut kavramlarının derinliğine uzanan konuları ele almaktadır. İlk olarak, “Dünyaya Vicdan Seslenişi” manşeti üzerinden medyanın ideolojik rolü ve kamuoyu oluşturmadaki etkisi incelenmiştir.
İkinci olarak, “Biz kaybettirdik, kaybettireceğiz” sözü, siyasi stratejilerin karmaşıklığını ve gücün sadece kazanmakla değil, aynı zamanda rakibe kaybettirmekle de ilişkili olduğunu göstermektedir.
Üçüncü olarak, “Başkan” karikatürü, bürokratik duyarsızlığı mizahi bir dille eleştirerek, yönetimde empati ve sorumluluğun önemine dikkat çekmektedir.
Son olarak, Abdurrahim Karakoç’a atfedilen şiirsel dizeler, tarihi ve dini göndermelerle harmanlanmış bir şekilde, en büyük zorluklar karşısında bile umudu ve inancı korumanın önemini vurgulamaktadır. Her bir konu, kendi içinde edebi, tarihi ve ibretlik unsurları barındırarak, okuyucuya derin düşünme imkanı sunmaktadır.
Birleşmiş Milletler kürsüsünde bir fotoğraf…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ellerinde tuttuğu o kare, aslında yalnızca Gazze’deki birkaç kadını değil; tüm insanlığın vicdanını gözler önüne seriyordu. O fotoğraf, 21. yüzyılın ilerlemiş teknolojileriyle övünen dünyanın, bir leğen suya muhtaç edilmiş annelerini, yerinden edilen çocuklarını, harap olmuş şehirlerini hatırlatıyordu.
Tarih bize şunu öğretiyor: Zulmün fotoğrafı değişir ama hakikati hep aynıdır. Dün Endülüs’te, Haçlı seferlerinde, Moğol istilalarında aynı manzara yaşandı. Bugün ise Gazze’de… Mazlumun gözyaşı aynı, zalimin gaddarlığı aynı. Farklı olan tek şey, artık her şeyin anbean kaydediliyor, dünyanın gözü önünde cereyan ediyor olmasıdır.
Filistin’in İç İmtihanı
Elbet Filistin’in içinde de acı bir tablo var. Mahmud Abbas’ın sözleri, halkın birliğini parçalamış, “Hamas olmayacak” çıkışı kardeşi kardeşe kırdırmıştır. Tarih şahittir: Bir milletin başına gelen felaketlerin en büyüğü, kendi içinde tefrikaya düşmesidir. Kur’ân’ın “اَلْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ” (Fitne öldürmekten beterdir) ikazı, bugün Gazze’nin sokaklarında kanlı bir şekilde okunmaktadır.
Dünya Vicdanının İmtihanı
Şili Devlet Başkanı’nın Netanyahu için dile getirdiği “yargılansın” çağrısı, tarihin vicdanında yankı buldu. Ama ne acıdır ki, Amerika ve Batı hâlâ zalime kol kanat germekte, ateşkesi altı kez veto ederek akan kanın mesuliyetine ortak olmaktadır. Zalimle beraber yürüyenler, onun zulmünde paydardır.
Rubio’nun sözleri, Trump’ı “dünyanın tek şansı” olarak yüceltmesi, aslında dünya siyasetinin ne kadar çaresiz ve kirli bir zemine oturduğunu göstermektedir. Oysa tarih bize gösterdi: Adalet kişilere değil, ilkelere bağlıdır. Adalet, çıkarların değil, hakikatin terazisinde yükselir.
Gazze: Zamanın Aynası
Bugün Gazze’ye bakmak, aslında insanlığa bakmaktır. Küresel Sumud Filosu’na yapılan drone saldırısı, sadece birkaç gemiye değil; insanlığın vicdanına, “adalet” umuduna yapılmıştır. Google’da dahi mazlumlar “terörist” diye gösteriliyorsa, çağın sahte putları “bilgi tekelleri” haline gelmiş demektir. Bu da bize şunu gösteriyor: Firavun’un asası, bugün algoritmalardır; Nemrut’un ateşi, bugün dezenformasyondur.
Tarihin Tekrar Eden Dersi
Geçmiş, günümüze seslenir: Hiçbir zulüm ebedî değildir. Hitler’in, Mussolini’nin, Moğol kasırgasının, Haçlı ordularının akıbeti belli… İsrail’in zulmü de tarihin çarkında aynı akıbete sürüklenmektedir. Ancak burada bir ibret var: Mazlumun duası, zalimin ordusundan daha güçlüdür. Ve bir gün gelecek, bu dua mazlumların zaferini, zalimlerin ise zelil oluşunu yazacaktır.
Son Söz: Fotoğraftaki İbret
O fotoğraf, sadece Gazze’yi değil, hepimizi anlatıyor. Çünkü o leğen taşıyan anneler, aslında bütün dünyanın anneleri. O molozların altında kalan çocuk, insanlığın masumiyeti. O yıkılmış ev, dünya vicdanının harabeye dönmüş hali.
Bugün Gazze’ye sırt çeviren, yarın kendi evinin yıkılışına uyanabilir. Tarih böyle söylüyor.
Ve tarih, her zaman hakikati en gür sesle fısıldıyor:
Zalimler için yaşasın cehennem.
İktibas:
”Ben firaktan, zevalden çok inciniyorum. Halbuki sevdiğim dünya ve dünyeviyeler, müfarakatla beni bırakıp gidiyorlar. Ben de gideceğimi biliyorum. Bu pek elîm ve canhıraş me’yusiyete karşı, birden saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye müjdesini Zât-ı Ahmediye’den (A.S.M.) işitmekle kurtuluyorum ve tam teselli buluyorum.”
Bediüzzaman-Said Nursi (R. A) / Risale-i Nur – Şualar – 632
İzah ve Açıklama:
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin bu ifadeleri, insanın fani dünyaya karşı hissettiği derin bir çaresizlik ve hüzün duygusunu dile getirir. Fırak, yani ayrılık; zeval, yani yok oluş. İnsan, yaratılışı gereği sevdiği, bağlandığı her şeyin bir gün elinden kayıp gideceğini bilir. Gençliğin, sıhhatin, sevdiklerinin, hatta tüm dünyanın birer birer zevale maruz kaldığını görmek, insan ruhunda tarifsiz bir acı bırakır. Bu durum, insanı “elîm ve canhıraş” bir ümitsizliğe sevk eder.
Ancak, bu karanlık tablonun karşısına, imanın getirdiği aydınlık bir müjde konur: saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye.
Bu müjde, Hz. Muhammed (s.a.s.) aracılığıyla insanlığa sunulan, ölümün bir yok oluş değil, ebedi bir hayata açılan kapı olduğu hakikatidir.
Risale-i Nur, bu hakikati izah ederken, fani olan her şeyin aslında Bâki olan bir Yaratıcının isimlerinin tecellisi olduğunu anlatır. Dolayısıyla, ayrılıklar ve yok oluşlar, mutlak bir kayıp değil, fani perdenin ardındaki ebedi güzelliklere birer işaret hükmündedir. Bu idrak, fani olan dünyaya olan aşırı bağlılığı kırar ve insanı Allah’a yönlendirerek kalbine tam bir teselli ve huzur verir. İnsanın yaşadığı her ayrılık, ona ebedî kavuşmanın mümkün olduğunu hatırlatan bir uyarıya dönüşür.
Varlık Âleminin Dizgini O Hâkim-i Rahîm’in Elindedir
İktibas:
”Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.”
Risale-i Nur
İzah ve Açıklama:
Bu metin, kâinattaki her şeyin tesadüfi olmadığını ve bir hikmet ve rahmet eliyle idare edildiğini vurgular. En küçük canlıdan, yani mikroptan, en büyük felaketlere, yani taun (salgın hastalık), tufan, kaht (kuraklık) ve zelzeleye (deprem) kadar her şeyin dizginlerinin Allah’ın elinde olduğu belirtilir. Bu, yaratılmışların kendi başlarına buyruk hareket etmedikleri, aksine bir ilahi iradenin kontrolünde oldukları anlamına gelir.
Allah’ın Hakîm ismi, O’nun her işi hikmetle, en doğru ve yerli yerinde yaptığını gösterir. Yaratılışta veya musibetlerde abes, anlamsız bir şey yoktur. Dışarıdan bakıldığında şer gibi görünen olaylar bile, aslında içinde gizli hayırlar ve hikmetler barındırabilir. Örneğin, bir hastalık, insanın günahlarına kefaret olabilirken, bir zelzele, daha büyük felaketlere karşı bir uyarı veya bir arınma vesilesi olabilir.
Aynı zamanda O’nun Rahîm ismi, engin bir merhamet sahibi olduğunu vurgular. Bu merhamet, O’nun yaptığı her işte bir lütuf olduğu gerçeğinde kendini gösterir. İnsan, musibetlerin ardındaki ilahi hikmeti ve rahmeti görebildiği takdirde, isyan etmek yerine sabretmeyi ve tevekkül etmeyi öğrenir. Bu idrak, bireyi felaketler karşısında acizliğe düşürmekten kurtarır ve ona güçlü bir manevi dayanak sağlar.
Küresel Adalet ve Direniş: ‘Dünya Beşten Büyüktür’ ve ‘Sumud’
İktibas (1):
”DÜNYA BEŞTEN BÜYÜKTÜR
DAHA ADİL BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜR”
Recep Tayyip Erdoğan
İktibas (2):
”SUMUD
YÜZÜNE “ÇARPMAN” gerek zamanenin fendini,
“GÖSTER” kabaran sular nasıl yıkar bendini,
Küçük görme hor görme DELİKANLIM kendini,
Şu kırık abideyi yükseltecek TAŞTASIN,
Fatih’in istanbulu fethettiği YAŞTASIN…”
İzah ve Açıklama:
Bu iki metin, birbiriyle bütünleşen iki farklı direnişin sembolüdür: siyasal ve kültürel direniş.
“Dünya Beşten Büyüktür” söylemi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip beş daimi üyesinin küresel adaleti sekteye uğrattığına yönelik bir tenkitdir. Bu, sadece uluslararası bir sistemin sorgulanması değil, aynı zamanda ezilen ve mağdur edilen halkların sesi olma misyonunu da taşır. Bu slogan, gücün haklıyı değil, haklının gücü temsil etmesi gerektiğini vurgulayan bir adalet arayışıdır. Bu, tarihi bir haksızlığa karşı ahlaki bir duruş sergileyen ve daha adil bir dünya için çaba sarf eden bir medeniyetin sesidir.
Diğer metindeki “SUMUD” kelimesi ise, Arapçada sarsılmaz direniş ve sebat anlamına gelir. Filistin halkının, işgal ve zulüm altında topraklarına bağlılığını, kimliğini ve varlığını koruma mücadelesini ifade eder.
Metindeki şiirsel ifadeler ise bu direnişin ruhunu aşılar. “Zamanenin fendini” (aldatmacasını) yüzüne çarpma çağrısı, zulme ve haksızlığa karşı uyanık olmayı, mücadele etmeyi öğütler. “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” dizesi, gençlere büyük tarihi kahramanlıkların mirasçısı olduklarını hatırlatır ve onlara cesaret aşılar. Bu, bireysel bir mücadeleden öte, kolektif bir ruhu ve tarihi bir sorumluluğu ifade eder. “Sumud” filosu örneği, bu sivil ve kararlı direnişin somut bir göstergesidir.
Mutlak Hayrın, Güzelliğin ve Hikmetin Kaynağı
İktibas:
”Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.”
Sözler
İzah ve Açıklama:
Bu veciz söz, Allah’ın üç isminin tecellisini özetler: Hayr-ı Mutlak, Cemil-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak.
Hayr-ı Mutlak olan Allah’tan, kulları için yalnızca mutlak hayır gelir. Bu, görünürde kötü gibi duran olayların bile arka planında bir hayrın bulunduğunu ifade eder. Bir musibet, bir felaket, kişinin manevi derecesini yükseltmek veya onu daha büyük bir şerden korumak için bir vesile olabilir.
Cemil-i Mutlak isminin tecellisi ise kâinattaki tüm güzelliklerin kaynağıdır. Yaratılıştaki her estetik unsur, tabiatın ahengindeki her incelik, O’nun sonsuz güzelliğinin bir yansımasıdır. Gökyüzündeki yıldızlardan bir çiçeğin rengine kadar her şey, O’nun sanatının bir eseri ve güzelliğinin bir delilidir.
Hakîm-i Mutlak ise, her şeyi bir amaç ve hikmetle yaratan demektir. Hiçbir şey boşuna, anlamsız veya faydasız değildir. Bu idrak, insanın kâinatla olan ilişkisini yeniden şekillendirir. İnsan, varlık âlemindeki her şeyin bir gayeye hizmet ettiğini anladıkça, kendi varlığının da bir amacı olduğunu idrak eder ve hayatına anlam katar. Bu üç isim, kâinatın düzenini, her olayın arkasındaki ilahi iradeyi ve bu iradenin insana karşı olan sonsuz merhametini ve adaletini bir bütün olarak ele almamızı sağlar.
Zulme Rıza Göstermenin Ciddiyeti: Azabın Şümuliyeti
İktibas:
”Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: ‘İçinizden sadece zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan bir musibetten sakının ve bilin ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir.’ (Enfâl Suresi 8/25. Ayet)
Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: ‘İnsanlar zalimin zulmünü görür de ona engel olmazsa, Allah’ın onları genel bir azaba uğratması kaçınılmazdır.’ (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 5)”
İzah ve Açıklama:
Bu ayet ve hadis, İslam’ın temel ahlaki ve sosyal sorumluluklarından birini, yani zulme karşı durma yükümlülüğünü en net şekilde ortaya koyar.
Enfâl Suresi’ndeki ayet, musibetlerin yalnızca zulmedenlere isabet etmeyeceğini, toplumun tamamını kapsayabileceğini belirtir. Bu, bir toplumun sadece aktif olarak zulüm yapan bireylerden değil, aynı zamanda zulme seyirci kalan, ses çıkarmayan ve onu durdurmaya çalışmayan kitleden de sorumlu olduğunu gösterir.
Hadis ise bu ilahi uyarıyı daha da somutlaştırır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), zalime karşı durmamanın, Allah’ın genel bir azabını getirebileceği konusunda ümmetini uyarır. Bu, sadece zalimin suçlu olduğu bir durum değildir. Zulme sessiz kalmak, o zulmün ortağı olmak demektir. Bireylerin veya toplumların zulme rıza göstermesi, zulmün yayılmasına zemin hazırlar ve bu durum, ilahi adaletin tecelli etmesi için bir neden oluşturur. Bu metinler, Müslümanlara sadece bireysel salih amellerde bulunmayı değil, aynı zamanda toplumsal adaletin korunması için aktif bir rol üstlenmeyi ve haksızlığa karşı durmayı emreden bir çağrıdır.
Makale Özeti
Bu makale, birbirinden farklı gibi görünen ancak temelinde derin bir manevi bütünlük taşıyan beş ana konuyu ele almaktadır.
İlk olarak, Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadeleriyle, insanın fani dünyanın ayrılıklarından duyduğu üzüntüyü, ebedi hayat müjdesiyle nasıl aştığı anlatılmaktadır.
İkinci olarak, kâinattaki tüm olayların, görünürdeki zorluklara rağmen, Allah’ın Rahîm ve Hakîm isimlerinin bir tecellisi olduğu ve her musibette gizli bir lütuf bulunduğu açıklanmaktadır.
Üçüncü kısım, “Dünya Beşten Büyüktür” ve “Sumud” kavramları üzerinden, küresel siyasetteki adaletsizliğe ve zulme karşı hem siyasi hem de kültürel bir direnişin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Dördüncü olarak, “Hayr-ı Mutlak”, “Cemil-i Mutlak” ve “Hakîm-i Mutlak” isimleriyle, evrendeki tüm hayır, güzellik ve hikmetin tek kaynağının Allah olduğu anlatılmaktadır.
Son olarak, Enfâl Suresi ve bir hadis ışığında, zulme karşı pasif kalmamanın önemi ve zalime karşı sessizliğin tüm toplumu kapsayan bir musibete sebep olabileceği uyarısı üzerinde durulmaktadır. Makale, tüm bu başlıkları, insanın bu fani dünyadaki manevi sorumlulukları ve ebedi hayata yönelik umut ve çabaları açısından bir araya getirmekte ve okuyucuya kapsamlı bir bakış açısı sunmaktadır.