BİR DELİ YETER: AKL-I MELEKÛTİYİ KAYBEDENLERİN DÜNYASI
Tarihin sayfalarını çeviren el, çoğu zaman bir deli parmağı olmuştur.
Bir mecnunun bir tuşla bastığı düğme, bir dünyanın sonu olmuştur.
Bir kurşunla başlayan savaş, milyonların mezar taşına dönüşmüştür.
Bir “karar” adı verilen cinnetle, şehirler küle dönmüştür.
Evet, dünyayı yıkmak için bir deli yeter…
Daha önce böyle bir yazı kaleme almıştım.[1]
Çünkü delilik, aklın kaybı değil; aklın şeytanın eline geçmesidir.
Dünya, bir imtihan meydanıdır; insan da o meydanın merkezinde bir mikyastır.
Kur’ân “إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ” (Asr, 2) buyurur — insan gerçekten ziyandadır.
Zira eline verilen kudreti, şerre sarf eder; imar için verilen aklı, tahribe kullanır.
Bir deli, bir manyak, bir mecnun…
Eğer ene’sini (benliğini) ilahlaştırırsa, Firavunlaşır.
Eğer hırsını adaletin önüne geçirirse, Nemrutlaşır.
Eğer makamını kudsiyetle karıştırırsa, Deccal’in yoluna girer.
Bütün zamanların belaları, bir “büyük deliliğin” türevleridir.
Bir zamanlar bir Sırp askeri, bir kurşun sıktı — kıtalar karardı.
Bir gün bir diktatör “Alman ırkı üstün” dedi — insanlık karardı.
Bir sabah Hiroşima’da bir pilot düğmeye bastı — güneş karardı.
Şimdi bir adam çıkmış, “Dünyayı yüz elli defa havaya uçuracak kadar silahımız var” diyor.
Trump bu, belli olmaz!
Bu söz, sadece nükleer başlıklı bir tehdit değil; aynı zamanda akl-ı beşerin iflas belgesidir.
Evet, bu devirde delilik diplomalıdır, cinnet protokollüdür, mecnunluk resmîdir.
İnsanlık, ilimle kudret kazandı; fakat hikmetsiz kaldı.
İman olmadan akıl, cehennemin yolunu aydınlatan bir meşaledir.
Vicdan olmadan ilim, şeytanın elinde kılıç gibidir.
Eğer akıl, kalbin hizmetine girmezse, şeytanın aleti olur.
Bugün o hâl tam da budur:
Atom, bir nimet iken; ene’nin elinde bir lanet oldu.
Kudret, bir emanet iken; ihtirasın elinde bir tahrip âleti oldu.
Trump, Putin, Xi, Zelenski…
Hepsi aynı satranç tahtasının taşlarıdır.
Kimi beyaz oynar, kimi siyah; ama hepsi aynı masanın oyunudur.
Zira perde arkasında menfaatin ilahı oturur.
Birileri yaşamak için öldürür, kazanmak için yıkar, barış demek için bomba atar.
Bu çağda akıl, vicdanını kaybettiği için delilik sistemleşti.
Savaş artık bir cinnet değil, bir sanayi koludur.
Ve o cinnet, “ilerleme” diye alkışlanmaktadır.
Ey insan!
Kainatın nizamı senin vicdanına bağlıdır.
Bir kalp bozulsa, bir dünya sarsılır.
Bir akıl delirse, bir millet mahvolur.
Bir lider azsa, bir çağ kararır.
Kur’ân “وَإِذَا الْوُحُوشُ حُشِرَتْ” (Tekvîr, 5) buyurur — vahşiler bir araya toplandığında…
İşte bugün o âyetin manası, nükleer düğmelerin başında bekleyen ellerde tecelli ediyor.
Delilik bir kişide zuhur eder, ama sonuç bütün insanlığı yakar.
Kıyamet, sadece semadan değil; insanın kendi elinden kopacaktır.
Sonuç:
İnsanoğlu, kendini bilmezse Rabbini de bilmez.
Rabbini bilmeyen, kudretini kudsiyet sanır.
O vakit bir delilik, bir kıyamete bedel olur.
Bir deli yeter…
Ama bir “hakîm” de yeter — hikmetiyle, merhametiyle, imanı ve aklıyla.
Dünya, mecnunların değil; melekûtî akla sahip olanların omuzunda durur.
Yoksa o akıl çekilirse, kıyamet sadece semadan değil; insanın kalbinden kopar.
ÖZET:
Bu makale, “Bir deli dünyayı yıkmaya yeter” hakikatinden hareketle; modern çağın güç, silah, ve menfaat hırsının insanlığı nasıl cinnet eşiğine getirdiğini ele alır.
Tarihten misallerle, günümüz liderlerinin nükleer tehditleri, aklın hikmetsiz kaldığında şeytanî bir kuvvete dönüştüğünü gösterir.
İman ve hikmetin insanı aklın ifsadından koruyan yegâne siper olduğu bir hakikattir.
Neticede, dünyayı yıkacak bir deli kadar, onu kurtaracak bir hakîm de yeter denilerek; insanın kendi derûnî ıslahına çağrı yapılır.
İnsanın bir sahibi olması…
Ne büyük bir şeref, ne yüce bir güven, ne derin bir huzur…
Zira iman, yalnızca bir bilgi yahut kabul değildir; iman, güvenmektir, dayanmaktır, sığınıp teslim olmaktır.
İman; insanın, bu uçsuz bucaksız kâinatta sahipsiz olmadığını bilmesidir.
İman; insanın, dünya çölünde avare bir seyyah değil, bir Rabbin himayesinde aziz bir misafir olduğunu idrak etmesidir.
Kimsesizlik: En Büyük Yalnızlık
Kâinatın sessizliğinde bir an kal, yıldızlara bak…
Her biri yerinde, vazifesine devam ediyor.
Güneş bir an şaşmaz, ay yolunu kaybetmez, ağaç dalını bilmeden uzatmaz.
Çünkü her şeyin bir sahibi, her şeyin bir Rabbi vardır.
Yalnız insan, bazen sahibini unutur.
Unuttuğu vakit, işte o zaman kimsesizliğin en koyusunu, yalnızlığın en derûnîsini yaşar.
Halbuki insanın kimsesi vardır;
O da, “Kimsesizlerin Kimsesi” olan Allah’tır.
Mensubiyetin Şerefi
İman, yalnızca inanmak değildir; mensubiyettir.
Bir yere, bir makama, bir kudrete, bir rahmete mensub olmaktır.
İnsan, Rabbine mensub olduğu nisbette şeref bulur.
Zira mahlûkat içinde en fakir, en âciz, en muhtaç olan insana, “Benim Rabbim var.” dedirten şey işte bu mensubiyettir.
Bir kölenin sultana ait olması nasıl bir vakar kazandırırsa, bir kulun Allah’a mensubiyeti de öyle bir izzet kazandırır.
Çünkü “Her şey O’nundur” hakikatine dayanmak, insanı zilletin en dibinden izzetin zirvesine çıkarır.
Aidiyetin Huzuru
Aidiyet, bir sığınaktır.
Bir çocuğun annesinin elini tutarken hissettiği huzur, kulun Rabbine yönelmesiyle kalbinde doğar.
O’na yönelen kimse, fırtınalar ortasında bile emniyettedir.
Çünkü artık dayandığı yer, kudret-i ezeliyedir.
“Allah, mü’minlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”
(Bakara, 2/257)
Bu ayet, sadece bir hüküm değil, aynı zamanda bir hakikattir:
İnsanın velisi Allah’tır, Rabbi Allah’tır, kimsesi O’dur.
O’nu bulan, kendisini bulur;
O’na bağlanan, asla sahipsiz kalmaz.
Kimsesizler Kimsesi
İnsan, bazen her şeyini kaybeder.
Makamını, malını, dostlarını, kudretini…
Ama bir şeyi kaybetmedikçe asla sahipsiz olmaz: İmanını.
Zira iman, insanın kalbine Allah’ın “Ben seninleyim.” hitabını duyurur.
Bu hitabı işiten kimse, kimsesizliğin karanlığında bile aydınlığa kavuşur.
Ey kimsesizim diyen insan!
Bil ki, senin bir Kimsen var.
Sana şah damarından daha yakın olan, seni senden daha iyi bilen bir Sahibin var.
Kalbini O’na çevir, gönlünü O’na aç, derdini O’na anlat.
Çünkü “Allah kimseyi sahipsiz etmez, sahipsiz bırakmaz.”
Son Söz
İmanın hakikati; sahibini bulmaktır.
Sahibini bulan insan, dünyada kaybolmaz;
dünyada kaybolmayan, ebediyette de yalnız kalmaz.
O hâlde insanın en büyük saadeti şudur:
“Benim Rabbim var.” diyebilmektir.
Bu sözü söyleyenin artık ne korkusu kalır, ne de kimsesizliği.
Çünkü iman, insanın ebedî sahibine dayanması,
ve o sahibin “Ben kulumun yanındayım.” rahmetine sığınmasıdır.
Hiç kimse yok kimsesiz
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi
Allah kimseyi sahipsiz etmesin.
Sahipsiz bırakmasın.
Ahiret Ahvali” başlıklı bitirme tezinin önemli noktalarını ihtiva eden bir hülasası aşağıdadır:
Giriş ve Önsöz:
Eser, Allah’a hamd ve Resulullah’a (SAV) salat ile başlamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in dört temel esasından (Tevhid, Nübüvvet, Ahiret, Muamelat) birinin Ahiret olduğu vurgulanmaktadır1.
Ahiret inancının, başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere sem’î delillere dayandığı, 124 bin peygamberin ittifakıyla sabit olduğu belirtilmektedir.
Ahiret hayatı, dünya hayatından sonra ölümle başlayıp kabir, berzah, haşir, hesap, mizan, sırat gibi merhalelerden geçerek cennet veya cehennemle neticelenen ebedî hayat olarak tarif edilmektedir.
Ahiret imanının, mü’minlere saadet ve musibetlere karşı metanet verdiği, inanmayanların ise her an yokluğa gittiklerini düşünerek elem içinde oldukları ifade edilmektedir.
Ahiretin İsbatı:
Aklî ve Mantıkî Deliller:
İnsanın yaratılışındaki gaye ve kâinattaki nizam, adaletin tecellisi için bir ahiret hayatını zorunlu kılar. Zulmün cezasız, iyiliğin mükâfatsız kalması Allah’ın hikmet ve rahmetine aykırıdır.
İlk yaratılışın (Neş’e-i Üla), ikinci yaratılıştan (Neş’e-i Uhra) daha zor olduğu, ilkini yapanın ikinciyi daha kolay yapacağı belirtilir. Dağılmış bir ordunun toplanması misali verilir.
İnsanın bedeninin temelini oluşturan “Acb-uz Zeneb” üzerine yeniden inşa edileceği ifade edilir.
Kâinattaki her şeyin (çekirdekler, yıldızlar, bahar, uyanış) ölümden sonra dirilişin misalleri ve şahitleri olduğu vurgulanır.
İnsanın fıtratındaki ebediyet arzusu, bu dünyanın fâniliğinin bu arzuya cevap verememesi, ahiretin varlığına işaret eder.
Naklî Deliller:
Peygamberlerin İcmaı: Bütün peygamberler, Allah’ın varlığından sonra en önemli esas olarak ahiretin varlığını ittifakla haber vermişlerdir. Hz. Muhammed’in (SAV) “Asıl hayat ahiret hayatıdır” sözü nakledilir.
Kur’an Açısından: Kur’an’ın dörtte birinin ahiret konularına ayrıldığı belirtilir. Ahiretin varlığını, yeniden dirilişi (haşri) kesin olarak bildiren ayetler zikredilir. Müşriklerin itirazları ve onlara verilen cevaplar (çürümüş kemik misali) anlatılır. Ahirete inanmayanların dalalette olduğu ayetle desteklenir.
İmanın Rükünleriyle Münasebeti: Ahiret imanı, imanın altı rüknünden biridir ve diğer rükünlerle sıkı bir bağlantısı vardır. Allah’a iman, O’nun adalet, rahmet, hikmet gibi sıfatları ahireti gerektirir. Meleklere iman (onların gayb alemlerine şahitliği) ve Kadere iman (her şeyin kaydedilmesinin bir hesabı gerektirmesi) ahireti isbat eder.
Ahiret İmanının Faydaları:
Ruhî teselli sağlar, ölüm korkusunu hafifletir, ayrılıkları ebedi visale dönüştürür.
Hayata ve ilişkilere anlam katar, ahlakı güzelleştirir (hesap verme şuuruyla).
Toplumun farklı kesimleri (çocuklar, yaşlılar, gençler) için teselli, ümit ve ahlaki denge kaynağıdır.
Hayat ve Ölüm:
Hayat:
Kâinatın en önemli gayesi, neticesi, nuru, mayesi, hülasası, meyvesi olarak tarif edilir. Allah’ın varlığına ve birliğine en parlak delildir. Pek çok Esma-i Hüsna’nın tecelligahıdır. Kâinatı temizleyen, nurlandıran bir makinedir. Doğrudan Allah’ın kudret elinden çıktığı için vasıtasızdır. Amacı ebedi hayata hazırlanmak ve Allah’a şükür, ibadet ve muhabbettir.
Hayatın diğer iman esaslarıyla (Allah, Melekler, Kitaplar, Peygamberler, Kader) bağlantısı izah edilir.
Hayatın mahluk olduğu Kur’an ayetiyle (Mülk, 2) isbat edilir.
Canlıların (arı misali) cansızlardan (dağ misali) üstünlüğü hayat sırrıyla açıklanır.
Hayatın beş tabakası (insan, Hızır-İlyas, İdris-İsa, Şehitler, Kabir ehli) anlatılır.
Ölüm:
Yokluk değil, bir mekân değişikliği, vazifeden terhis, ebedî hayata geçiş, sevgiliye kavuşma olarak tanımlanır.
Hem hayat gibi mahluktur hem de intizamlı bir sanat eseridir (çekirdeğin ölümü misali).
İçtimaî hayatta en büyük nasihatçi ve düzenleyici roldedir (hesap şuuru verir).
Hatırlanması teşvik edilir, ölümü sık anmanın faydaları hadislerle belirtilir. Ölümden gafletin büyük bir musibet olduğu vurgulanır.
Kabir:
Ahiret menzillerinin ilki, dünya ile ahiret arasında bir kapıdır.
Kabir Suali: Münker ve Nekir meleklerinin Rab, din, peygamber hakkındaki suali haktır. Mü’min cevap verir, kâfir veremez. Keyfiyeti (ruhun cesede iadesi) ve istisnaları (peygamberler, çocuklar, şehitler) açıklanır.
Kabir Azabı: Kâfirler ve bazı günahkâr mü’minler için azap, itaatkârlar için nimetlenme haktır. Kabir ya cennet bahçesi ya cehennem çukurudur. Azabın hak olduğuna dair ayetler ve hadisler zikredilir. Devamlı veya geçici olabilir. Salih ameller azabı engelleyebilir. Kabir ehlinin halleri (namaz, ziyaret vs.) anlatılır.
Berzah Alemi:
Ölümle kıyamet arasındaki âlemdir. İki şey arasındaki engel manasındadır. Kur’an’daki tatlı ve tuzlu sular arasındaki berzah misali (Furkan 53, Rahman 19-20) açıklanır. Bu misalin coğrafî (Cebelitarık, nehir ağızları), manevî (iman-küfür, havf-reca) ve ilmî (Kaptan Kusto’nun tesbiti) yönleri ele alınır .
Berzah, varlıklar ve alemler arasındaki ayrım ve geçişi sağlayan umumi bir kanundur. Alem-i Misal, ruh ile şehadet alemi arasında bir berzahtır.
Kıyamet:
Fâni dünyanın bâki bir surete girmek üzere yıkılmasıdır. Aklen, naklen ve ilmen sabittir.
Alametleri: Büyük (Duhan, Deccal, Dabbetü’l-arz, Güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın nüzulü, Ye’cüc-Me’cüc, Üç hasf, Ateşin çıkması) ve küçük (ilmin kalkması, cehaletin artması, zinanın yayılması vs.) alametler sayılır ve bazıları tefsir edilir (Deccal, Süfyan, Mehdi, Dabbetü’l-arz, Ye’cüc-Me’cüc). “Allah Allah diyen kalmayacak” hadisinin tevili yapılır.
Kopması: Kur’an’da dehşeti tasvir edilir (zelzele, dağların yürümesi, denizlerin kaynaması, insanların sarhoş gibi olması). Arz ve semanın tebdili (değiştirilmesi) anlatılır.
Sur: İsrafil’in (AS) üfleyeceği borudur. İki veya üç nefhadan bahsedilir (Feza’/Saik- korku/ölüm; Kıyam- diriliş). Keyfiyeti ve dehşeti hadislerle anlatılır.
Haşir:
Öldükten sonra hesap için tekrar diriltilip toplanmadır.
İsbatı: Aklen ve naklen isbatı tekrar vurgulanır (ilk yaratılış, bahar misali, adalet gereği) .
Dünyevi Haşirler: Her baharda yüzbinlerce türün diriltilmesi, gece-gündüz değişimi gibi misallerle haşrin numunelerinin sürekli yaşandığı belirtilir.
Keyfiyeti: İnsanların bizzat kendi bedenleriyle (aynen) diriltileceği vurgulanır. Bedenin dağılan parçalarının (Acb-uz Zeneb esas alınarak) toplanıp iade edileceği, başkasını yiyen insanın durumu gibi itirazlara cevap verilir. Haşrin Allah’ın kudretiyle bir anda (“Kün feyekün”) gerçekleşeceği ifade edilir. Cismani haşrin hikmeti (cismin de nimet ve azaba muhatap olması, Esma tecellilerine en geniş ayna olması) açıklanır. İnsanların çıplak, yalınayak, sünnetsiz haşrolacağı, dehşetten kimsenin kimseye bakamayacağı hadislerle belirtilir. Haşir meydanının yeri ve keyfiyeti hakkında izahlar yapılır.
Mizan:
Amellerin tartılacağı ilahi adalet terazisidir. Kur’an’da (A’raf 8-9, Enbiya 47) zikredilmiştir.
Hikmeti, ilahi adaleti izhar etmek ve kullara amellerinin karşılığını göstermektir.
Keyfiyeti tam bilinmemekle birlikte, iki kefeli olduğu, nur ve zulmetten veya amellerin yazıldığı defterlerin tartılacağı rivayet edilir. İhlasla yapılan küçük amellerin (Kelime-i Tevhid misali) ağır basabileceği hadisle anlatılır.
Mu’tezile’nin inkârı ve Ehl-i Sünnet’in cevapları zikredilir.
Muaheze (Hesaplaşma):
İnsanın ömründen, gençliğinden, malından, ilminden ve bütün azalarının yaptıklarından hesaba çekilmesidir. Azaların şahitlik edeceği ayetle (Yasin 65) belirtilir. Dehşetinden kişinin en yakınlarından kaçacağı (Abese 34-36) ifade edilir.
Şefaat:
Allah’ın izniyle, başta Peygamberimiz (SAV) olmak üzere peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin ve salihlerin günahkâr mü’minler için bağışlanma dilemesidir. Rahmetin tecellisidir.
Mu’tezile’nin büyük günah işleyenler için şefaati inkârı ve Ehl-i Sünnet’in delillerle isbatı anlatılır.
Şefaatin kısımları (mahşerde genel rahatlama, hesapsız cennete girme, cehennemden kurtulma, cehennemden çıkma, cennette derece yükselmesi) belirtilir.
Cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince, kılıçtan keskin köprüdür. Dünyadaki istikamet üzere yaşamanın ahiretteki yansımasıdır89. Varlığı Kur’an (Meryem 71-72) ve Sünnetle sabittir.
Geçişin amellere göre farklı hızlarda (şimşek, rüzgâr, at koşusu, yaya…) olacağı, üzerinde sorgu durakları (iman, namaz, zekât vs.) bulunduğu rivayet edilir. Dehşetli bir geçiş olduğu vurgulanır.
Cennet:
Mükafat ve ebedi saadet yurdudur. Yaratılmıştır ve şu an mevcuttur. Tabakaları (Adn, Firdevs, Naim vs.) ve dereceleri vardır.
Nimetleri: Akla hayale gelmez, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği güzellikler. Ağaçları, meyveleri, köşkleri, hurileri, hizmetçileri, elbiseleri, yiyecek ve içecekleri (Kevser dahil), kuşları, binekleri vs. hadislerle tasvir edilir. En büyük nimeti Allah’ı görmek (Rü’yetullah) ve O’nun rızasıdır (Rıdvan). Cennet ehlinin vasıfları (yaşları, temizlikleri vs.) anlatılır.
Rü’yetullah: Ehl-i Sünnet’e göre cennette mü’minlerin Allah’ı görmesi haktır ve en büyük nimettir. Aklen caiz, naklen sabittir. Keyfiyetsiz, cihetsiz, ihata etmeksizin gerçekleşecektir. Mu’tezile’nin inkârı ve delilleri çürütülür. Dünyada ve rüyada görme konuları da tartışılır.
Cehennem:
Azap yurdudur. Yaratılmıştır ve şu an mevcuttur. Yedi tabakası (Cehennem, Leza, Hutame, Sair, Sakar, Cahim, Haviye) vardır.
Azabı: Küfür ve günahın derecesine göredir. Şiddeti ve çeşitleri ayet ve hadislerle tasvir edilir. Azap hem ruha hem bedenedir.
Yeri: Yerin altında (merkezinde) olduğu rivayet edilir. Bediüzzaman’ın Cehennem-i Suğra (yerin merkezi) ve Cehennem-i Kübra izahı nakledilir.
Ehli Küfür ve Âsi Mü’minler: Kâfirler cehennemde ebedi kalacaktır. Ebedi cezanın adalet ve hikmete uygunluğu izah edilir (sonsuz cinayete sonsuz ceza). Âsi mü’minler ise günahları kadar ceza çektikten sonra şefaatle veya Allah’ın rahmetiyle cennete gireceklerdir.
Fetret Ehli:
Peygamber gönderilmeyen veya peygamberin davetinin ulaşmadığı dönemde yaşayanlardır. Teklifin ulaşmaması sebebiyle azaptan muaf oldukları (İmam Şafii ve Eş’ari görüşü) veya ahirette imtihan edilecekleri belirtilir. Kâfirlerin çocuklarının durumu ve Peygamberimizin (SAV) ebeveyninin durumu (necat ehli oldukları) da ele alınır. Günümüzdeki fetret benzeri durumlar ve mazlumların durumu hakkında Bediüzzaman’ın görüşleri aktarılır.
Sonuç:
Ahiret ahvali, imanın temel direklerinden olup, akıl ve nakille sabit, son derece önemli bir konudur.
Dünya hayatı bir gemi yolculuğu gibidir; kaptanı (Allah’ı) ve varış limanını (ahireti) bilmek huzur verirken, inkâr felakete sürükler.
Peygamberlerin ve alimlerin ittifakla haber verdiği ahiret gerçeği karşısında ihtiyatlı davranmak aklın gereğidir. Ebedi hayatı riske atmamak için dünyada hazırlık yapmak en akıllıca iştir.
Bu hülasa, tezin ana başlıklarını ve her bölümde sunulan temel argümanları, delilleri ve neticeleri özetlemeyi amaçlamaktadır.
Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesnde istilzam edip isterler.
* Birinci Hakikat, ulûhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması; ve sâir zîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü ulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.
************
Giriş: Ulûhiyet-i Mutlaka Kavramı
İktibas edilen mebhasın merkezinde “Ulûhiyet-i Mutlaka” hakikati yer alır.
• Ulûhiyet: “İlâhlık” demektir. Bir varlığın İlâh olması, onun “Mâbud” (kendisine ibadet edilen) olmasını icab ettirir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, sınırsız ve mutlak demektir.
• Ulûhiyet-i Mutlaka: Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan, kâinatın her noktasında hükmü cari olan, kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir varlığın bulunmadığı, yegâne ve mutlak Mâbudiyet makamıdır.
Metin, bu mutlak İlâhlığın varlığını dört büyük ve “kudsi” hakikat ile isbat eder. Bu dört hakikat, kâinatı bir ağ gibi kaplamıştır ve hepsi birden, şüpheye yer bırakmayacak bir derecede (bedahetle), bu Ulûhiyetin “Bir” (Vâhid) olmasını ister (istilzam eder).
Mebhasın Tahlili: Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Dört Delili
Metin, “Birinci Hakikat” olarak Ulûhiyet-i Mutlaka’nın tahakkukunu (gerçekleşmiş ve sabit olduğunu) isbat için dört cihan şümul (evrensel) delil sunar:
• Nev-i Beşerin Fıtrî İbadeti:
• İzahı: İnsanlık tarihi (beşerin her taifesi) incelendiğinde, dinsiz bir milletin dahi bulunamadığı görülür. İnsan, yapısı (fıtratı) itibarıyla bir “Mâbud” arar. Bu arayış, bazen hakiki Mâbud’u bulmakla (Tevhid), bazen de putlara, tabiat kuvvetlerine veya başka varlıklara tapmakla (Şirk) neticelense de, “ibadet etme ihtiyacı” fıtrîdir, doğuştandır. Bu cihan şümul fıtrî ihtiyaç, bir “Mâbud-u Mutlak”ın varlığına en büyük delildir.
• Müradifi: Fıtrat-ı selîme, vicdanın tasdiki.
• Sâir Zîhayat ve Cemâdâtın Fıtrî Hizmetleri:
• İzahı: Sadece insanlar değil, diğer canlılar (zîhayat) ve cansız varlıklar (cemâdât) dahi fıtrî hizmetleriyle bir nevi ibadet halindedir. Bir arının bal yapması, güneşin ışık vermesi, atomun nizamlı hareketi; bunların hepsi, kendilerine tayin edilen vazifeyi (hizmet-i fıtrîyye) harfiyen yerine getirmektir. Bu vazife şuuru, bir “Âmir”in (emir verenin) emrine itaati gösterir ki, bu da bir ibadet nevidir. Kâinattaki bu topyekûn itaat, o “Âmir-i Mutlak”ın Ulûhiyetini ilân eder.
• Müradifi: Tesbih, zikir, itaat, evâmir-i tekvîniyyeye (yaratılış emirlerine) inkıyâd.
• Maddî ve Mânevî Nimetlerin İbadete Daveti:
• İzahı: Kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz (maddî ve mânevî) bütün nimetler ve ihsanlar, bir “Mun’im”i (nimet vereni) gösterir. Nimet, karşılığında şükür ister. Şükür ise, ibadetin özüdür. Bize ikram edilen bir elma, göz nimeti, akıl ihsanı; her biri, o nimeti verene karşı minnettarlık (şükür) ve O’nu yüceltme (perestiş) hissini tahrik eder. Kâinatı dolduran bu sonsuz nimetler, o nimetleri veren “Mâbud-u Mutlak”a ibadet edilmesi için birer davetiyedir.
• Müradifi: Şükür, hamd, perestiş, minnettarlık, Mun’im-i Hakikî.
• Tereşşuhat-ı Gaybiye’nin (Vahiy ve İlham) Şehadeti:
• İzahı: Gayb âleminden gelen sızıntılar, tezahürler (tereşşuhat-ı gaybiye) olan vahiy (Peygamberlere gelen) ve ilham (Evliyalara ve hatta diğer varlıklara gelen), istisnasız bir şekilde “birtek İlâhın mâbudiyetini” ilân ederler. Bütün peygamberlerin ve mukaddes kitapların ittifakla “Allah Birdir” demesi, bu Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Vahdetine (Birliğine) dair en kudsî ve sarsılmaz delildir.
• Müradifi: Vahiy, ilham, rüya-yı sâdıka, icma-ı enbiya (Peygamberlerin görüş birliği).
Ulûhiyetin Mahiyeti ve Şirkin Reddi (Metnin Kilit Noktası)
Metnin ikinci paragrafı, bu dört delille varlığı isbat edilen “Ulûhiyet-i Mutlaka”nın, neden “iştirakı” yani şirki (ortaklığı) asla kabul edemeyeceğini izah eder. Bu, Tevhid akidesinin mantıksal ve zarurî bir neticesidir.
• Zîşuur Meyveler (İnsan): İbadet ve şükürle mükellef olanlar, kâinat ağacının en şuurlu ve en son meyveleri olan insanlardır. Ulûhiyetin (İlâhlığın) gayesi, bu şuurlu meyvelerin “dikkatlerini” ve “ibadetlerini” kendine celb etmektir.
• Şirkin Zıddiyeti: Şirk, yani Allah’tan başka varlıklara (sebeplere, putlara, tabiat kuvvetlerine, şahıslara ve hatta kişinin kendi “ene”sine) bir pay vermek, bu gayeye taban tabana zıttır.
• Dikkatleri Dağıtmak: Metnin ifadesiyle, başka (sahte) mâbudların ortaya çıkması, o şuurlu meyvelerin (insanların) yüzlerini “hakikî mâbudlarından” çevirip kendilerine (o sahte ilâhlara) döndürmesidir.
• Unutturma Tehlikesi: Hakikî Mâbud, perdenin arkasındadır (“görünmediğinden”). Sebepler (mesela rızkı getiren patron, yağmuru yağdıran bulut) ise zahirdedir (görünürdedir). İnsan, zahire aldanarak, görünmeyen asıl Yaratıcı’yı “çabuk unutturulabilen” bir konuma düşürebilir.
• Netice: İşte şirk, Allah’ın kâinattaki en kudsî maksadı olan “tanınmak” ve “ibadet edilmek” arzusuna (iradesine) karşı bir cinayettir. Ulûhiyetin mahiyetine (yapısına) ve kudsî maksatlarına (ibadet, şükür, muhabbet) aykırı (zıt) olan bu duruma, Ulûhiyet-i Mutlaka’nın müsaade etmesi düşünülemez.
• Kur’ân’ın Tehdidi: Metin, Kur’ân-ı Kerîm’in şirki neden bu kadar şiddetle reddettiğini (“Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red”) ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesini bu hakikate bağlar. Çünkü şirk, kâinatın yaratılış gayesini temelden sarsan bir zulümdür.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali)
İktibas edilen mebhasta zikredilen hakikatler, Kur’ân-ı Kerîm’in temel mesajlarıdır:
• Fıtrat ve Tevhid: (Metindeki “nev-i beşerin fıtrî ibadeti” deliline mukabil)
• $$\{الرُّوم 30:30}$$
$${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$$
• “Artık sen yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30:30)
• Kâinatın Tesbihatı (Fıtrî Hizmet): (Metindeki “zîhayat ve cemâdâtın hizmetleri” deliline mukabil)
• $${الإسراء 17:44}$$
$${تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يماً غَفُوراً}$$
• “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. 1O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ 17:44)
• Nimet ve Şükür (İbadet): (Metindeki “nimetlerin ibadete vesile olması” deliline mukabil)
• $${النحل 16:114}$$
$${فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ}$$
• “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl 16:114)
• Vahyin Tevhid Üzere İcmaı: (Metindeki “vahiy ve ilhamların ilânı” deliline mukabil)
• $${الأنبياء 21:25}$$
$${وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓي اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ}$$
• “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona, ‘Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ 21:25)
• Şirkin Reddi ve Ulûhiyetin Gayesi: (Metindeki “iştirakı kabul etmez” bahsine mukabil)
• $${الزمر 39:3}$$
$${اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يه۪ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ}$$
• “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:3)
• Şirkin Şiddetle Reddi ve Tehdit: (Metnin son cümlesine mukabil)
• $${النساء 4:48}$$
$${اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْfِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً عَظ۪يماً}$$
• “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, büyük bir günah işlemiş olur.” (Nisâ 4:48)
• $${لقمان 31:13}$$
$${وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۘ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ}$$
• “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân 31:13)
Hülâsa (Netice)
İktibas edilen bu mebhas, kâinattaki her şeyin (fıtratın, hizmetin, nimetin ve vahyin) varlığının, “Mutlak Mâbud” olan Allah’ın varlığını isbat ettiğini; Mâbud olmanın (Ulûhiyet) en temel gayesinin ise “tanınmak” (marifet) ve “ibadet edilmek” (ubudiyet) olduğunu ortaya koyar.
Şirk ise, bu tanınma ve ibadeti, sebepler perdesine veya sahte ilâhlara taksim ederek, Ulûhiyetin en kudsî gayesini akamete uğratma teşebbüsüdür. Mutlak olan bir Ulûhiyet, kendi gayesine zıt olan bu iştirakı asla kabul etmez. Bu sebeple Tevhid, Ulûhiyetin zarurî ve ayrılmaz bir vasfıdır.
İkinci Hakikat , rububiyet-i mutlakadır.
Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.
Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.
**********
Giriş: Rububiyet-i Mutlaka Kavramı
İktibas edilen metnin temel taşı “Rububiyet-i Mutlaka” tabiridir.
• Rububiyet: Rabblık, terbiye edicilik, bir şeyi kademe kademe kemâline eriştirme, idare etme, besleyip büyütme ve sahip olma manalarına gelir. Kâinattaki her bir mevcudun, zerrelerden yıldızlara kadar, hususiyetle hayat sahiplerinin (zîhayatların) her türlü ihtiyacının görülmesi ve idaresidir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, hudutsuz, cihan şümul ve her şeyi ihata eden demektir. Hiçbir şeyin ve hiçbir mekânın O’nun idaresinin ve terbiyesinin haricinde kalmamasıdır.
Dolayısıyla Rububiyet-i Mutlaka, bütün kâinatı, en küçük parçacığından en büyük galaksiye kadar, bir saray gibi nizam ve intizam içinde idare eden, her bir mahlûkun her türlü ihtiyacını hikmet ve merhametle karşılayan mutlak ve hudutsuz Rabblıktır.
Müradif ve Alakalı Kavramlar:
• Ulûhiyet: İlahlık. İbadete layık yegâne Zat olma sıfatı. Rububiyet, Ulûhiyet’in fiilî bir tecellisidir; yani, Madem Rab (terbiye edici) O’dur, o halde İlâh (ma’bud) da O olmalıdır.
• Hâkimiyet: Mutlak egemenlik. Kâinatta O’nun emir ve iradesi dışında hiçbir şeyin vuku bulmaması.
• Kayyûmiyet: Bütün mahlûkatın varlığının ve devamının O’nun varlığına bağlı olması. Her şey O’nunla kaimdir.
Birinci Kısım: Rububiyet-i Mutlaka’nın Delilleri ve Tasviri
Metin, bu mutlak idarenin delilini “bütün kâinatta… her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette… hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm” olarak tasvir ediyor.
• Tasarruf-u Âmm (Cihan Şümul İdare): Nazarımızı (bakışımızı) nereye çevirirsek çevirelim, bir idare fiilini görürüz. Bir çiçeğin açmasından bir kuzunun iaşesine (beslenmesine), bir hücrenin bölünmesinden gezegenlerin yörüngede dönmesine kadar her hadise, bir plan ve nizam dâhilindedir.
• Hakîmâne (Hikmetli) Tasarruf: Hiçbir fiilde abesiyet, israf veya gayesizlik yoktur. Her şey en sanatlı, en faydalı ve en kısa yoldan en mükemmel surette yapılır.
• Rahîmâne (Merhametli) Tasarruf: Hususiyetle hayat sahiplerine (zîhayatlara) ve onların yavrularına gösterilen şefkat, en muhtaç oldukları anda rızıklarının “umulmadık bir surette” (mesela anne memesinden süt veya ağaçtan meyve gibi) gönderilmesi, bu idarenin sonsuz bir merhametle yapıldığının isbatıdır.
• Dest-i Gaybî (Gizli El): Bu fiillerin faili, maddî sebeplerin (zahiri nedenlerin) arkasında işleyen manevî, gizli ve kudretli bir eldir. Sebepler (mesela bulut) acizdir, şuursuzdur (mesela arı); ancak neticeler (mesela yağmur, bal) son derece hikmetli ve sanatlıdır. Bu durum, failin sebeplerin ötesinde olduğunu gösterir.
Bu tasarruf, o Rububiyet-i Mutlaka’nın bir “tereşşuhu” (sızıntısı, yansıması) ve “ziyasıdır” (ışığıdır). Kâinattaki bu muazzam faaliyet, O’nun varlığını ve Rabblığını güneş gibi gösteren bir bürhan-ı kat’îdir (kesin delildir).
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• İaşe ve Terbiyenin Kapsayıcılığı:
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (levh-i mahfûzda) dır.” (Hûd, 11/6)
• Tasarrufun Nizamı ve Hikmeti:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk, 67/3)
İkinci Kısım: Rububiyet’in Yapısı ve Şirki Reddetmesi
Metnin can damarı burasıdır: “Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez.”
Neden kabul etmez? Çünkü “mutlak” olan, “ortaklı” olamaz. Mutlak hâkimiyet, zıddını ve ortağını reddeder. Eğer bir ülkede iki mutlak padişah iddiası olsa, o ülke fesada gider. Kâinat sarayında da durum böyledir. Bu, mantıkî bir zarurettir.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Mümanaat Delili (Şirkin İmkânsızlığı):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
“Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. 1Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır.” (Mü’minûn, 23/91)
Üçüncü Kısım: Şirkin, Rububiyet’in Gayelerini Bozması
Metin, şirkin reddedilmesinin daha derûnî bir hikmetini açıklıyor. Mesele sadece bir “hâkimiyet” kavgası değil, “sanatın ve gayenin” bozulması meselesidir.
Rububiyetin mühim gayeleri vardır:
• Cemâlini İzhar: Kendi manevî güzelliğini, sanatındaki estetikle göstermek.
• Kemâlâtını İlân: Kendi kusursuz sıfatlarını (sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet) kâinat kitabıyla ilan etmek.
• Kıymetli San’atlarını Teşhir: Her biri birer mucize olan eserlerini (bir kelebek, bir göz, bir yaprak) sergilemek.
• Gizli Hünerlerini Göstermek: Mahlûkatın yapısına (doğasına) yerleştirdiği ince sanatları ve hikmetleri açığa çıkarmak.
Bu yüce gayeler, “cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ” eder. Yani, Allah’ın sanatının ve kemâlinin en parlak aynası, en küçük bir mahlûktur (cüz’î). Bir mikrop veya bir sinek, galaksiler kadar harika bir sanat ve kemâl sergisidir.
Şirk bu gayeyi nasıl bozar?
Eğer “en cüz’î birşeye” (mesela bir hücreye veya bir atoma) “kendi başıyla müdahale eden bir şirk” (yani Allah’tan bağımsız hareket edebilen bir ortak, bir tabiat kanunu, bir sebep) kabul edilirse:
• O sanat eseri kıymetten düşer. Sanat, Sanatkârına (Sâni) nisbet edildiği ölçüde kıymetlidir. Eğer o eser “tesadüfe”, “tabiata” veya “sebeplere” verilirse, o yüksek sanat ve hikmet perdelenir.
• “O gayeler bozulur ve o maksatlar harap olur.” Sergi, gayesinden sapar.
• En mühimi: “Zîşuurun (insanın) yüzlerini o gayelerden… çevirip esbaba saldığından.” İnsan, Allah’ın sanatını ve merhametini görmek yerine, kör sebeplere (esbaba) takılır. Güneşe tapanlar, ineğe tapanlar veya ilacı şifa verici zannedenler bu duruma düşer. Şükrü ve hayreti Allah’a değil, sebeplere yöneltirler.
Bu vaziyet, “rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet”tir. Bir sanatçı, eserinin başkasına mal edilmesine nasıl rıza göstermezse; Sâni-i Zülcemâl de, Rububiyetinin gayesi olan sanatını, kemâlini ve cemâlini izhar ederken, araya şuursuz sebepleri veya aciz ortakları sokarak bu sergiyi bozmak ve perdelemek isteyen şirke asla müsaade etmez.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Sanatın Güzelliği ve Gayesi:
“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
• Sebeplere Takılıp Gayeyi Unutmak (Yüz Çevirmek):
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirerek geçip giderler.” (Yûsuf, 12/105)
Dördüncü Kısım: Kur’ân’ın Tevhid Vurgusunun Sırrı
Metin, bu izahı Kur’ân-ı Kerîm’e bağlayarak son noktayı koyar:
“Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı… mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.”
• Takdis: Allah’ı her türlü noksandan, aczden, şerikten (ortaktan) ve kâinatın işlerine müdahale edememekten tenzih etmek, O’nun pek yüce ve münezzeh olduğunu ilan etmek (Sübhanallah).
• Tesbih: Bütün kâinatın, O’nun emir ve nizamı altında hareket ederek O’nu zikrettiğini, O’nun kusursuzluğunu ilan ettiğini bildirmek.
• Tevhide İrşad: Kur’an’ın her ayetinin, hatta harflerinin ve heyetlerinin (duruşlarının) bile dolaylı veya doğrudan Allah’ın birliğini göstermesi.
Kur’an’ın bu kadar ısrarla “Tevhid” demesi ve “Şirk”i reddetmesinin temel sebebi, şirkin sadece bir inanç hatası değil, aynı zamanda kâinatın varlık gayesini, Rububiyetin maksatlarını ve mahlûkatın sanat kıymetini temelden yıkan, bozan ve harap eden bir “adâvet” (düşmanlık) olmasıdır.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Kâinatın Tesbihi:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
• Takdis ve Şirkin Reddi:
“De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde o ilâhlar Arş’ın sahibine (Allah’a) ulaşmak için bir yol ararlardı.” (İsrâ, 17/42)
“O, onların dediklerinden çok münezzehtir, pek yücedir.” (İsrâ, 17/43)
Hülasa (Netice)
İkinci Hakikat, kâinattaki mükemmel idareye (Rububiyet-i Mutlaka) nazar ederek, bu idarenin temel gayesinin “Sanatın ve Kemâlin İlanı” olduğunu tespit eder. Bu ilan ve sergi, en küçük zerrede ve hayat sahibinde odaklanmıştır. Şirk (ortak koşmak), bu ilanı perdeler, sanatı kıymetsizleştirir ve şuurlu varlıkların yüzünü Sanatkâr’dan alıp sebeplere çevirir. Bu durum, Rububiyetin gayesine taban tabana zıt ve aykırı olduğundan, Rububiyet-i Mutlaka, yapısı gereği şirkin en küçüğüne dahi müsaade etmez. Kur’an’ın ısrarlı Tevhid dersinin sırrı da budur.
Üçüncü Hakikat, kemâlâttır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.
Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad eden Hâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat’î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
*********
Konunun Tafsilatlı İzahı: Hakikat, Kemâlâttır
Bu “Üçüncü Hakikat,” kâinat, insan ve Hâlık (Yaratıcı) arasındaki derûnî ve zarurî bir bağlantıyı “Kemâl” kavramı üzerinden kurar. Varlığın hakikati kemâldir; noksanlık ve abesiyet (anlamsızlık) ise hakikatin zıddıdır. Şirk, bu temel kemâlâtı inkâr ettiği için hakikatsizdir.
Bu metni dört ana başlık altında tahlil edebiliriz:
1. Kâinatın Şehadeti: Varlığın Gayesi Kemâldir
• Temel Istılah/Deyim: Hakikat-ı Kemâlâtın Vücudu (Kemâlât Hakikatinin Varlığı)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tekâmül, nizam, intizam, mizan (ölçü), hikmet, gaye, hüsn (güzellik), cemâl, sanat-ı İlâhiyye.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, hakikatin kemâl olduğunu beyan ettikten sonra, bu davanın isbatı için nazarlarımızı (bakışlarımızı) kâinata çevirir. Kâinata baktığımızda tesadüfî, anlamsız veya çirkin bir yapı görmeyiz. Bilakis:
• Ulvî Hikmetler: Her varlığın bir gayesi, bir vazifesi vardır. Hiçbir şey abes (boşuna) yaratılmamıştır.
• Harika Güzellikler (Cemâl): Bir çiçeğin simetrisinden galaksilerin ihtişamına kadar her şeyde gözü okşayan bir sanat ve güzellik vardır.
• Âdilâne Kanunlar: Fizik, kimya, biyoloji kanunları gibi cihan şümul yasalar, kâinatın adaletle ve şaşmaz bir ölçüyle idare edildiğini gösterir.
• Hakîmâne Gayeler: Her varlık, kendinden daha büyük bir gayeye hizmet eder.
Bu dört unsur (hikmet, güzellik, adalet, gaye), kâinatın temelinde “noksanlık” veya “abesiyet” değil, “kemâl” olduğunu bedahetle (apaçık) gösterir. Varlık (vücud) kemâldir; yokluk (adem) ise noksanlıktır.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Yaratılıştaki Kemâl ve Nizam:
$$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir de bir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”$$
(Mülk 67/3-4)
• Her Şeyin Güzel Yaratılması:
$$”O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”$$
(Secde 32/7)
• Varlığın Abes Olmayışı:
$$”Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$$
(Sâd 38/27)
2. Hâlıkın Kemâlâtı: Sanat, Sanatkârın Kemâline Delildir
• Temel Istılah/Deyim: Hâlıkın Kemâlâtı (Yaratıcının Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Esmâ-i Hüsnâ (En Güzel İsimler), Sıfât-ı Kudsiyye (Kutsal Sıfatlar), Zât-ı Akdes, Kudret-i Ezeliye, İlm-i Muhît (kuşatıcı ilim).
• İzahı (Açıklaması):
Madem kâinat (eser/sanat) bu derece kemâldedir; elbette o eseri hiçten icad eden Sâni’in (Sanatkârın) kemâlâtı zarurîdir. Metin, Hâlıkı “her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden” olarak tasvir eder. Eserdeki kemâl, sanatkârdaki kemâlden süzülüp gelir.
Kâinattaki sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet ve cemâl tecellileri, bu sıfatların menbaı (kaynağı) olan Zât’ın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi” bulunduğunu isbat eder. Bütün mevcudât, O’nun bu kemâlâtına birer şahittir.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• En Yüce Sıfatlar (Kemâlât):
$$”O, göklerde ve yerde tektir. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.”$$
(En’âm 6/3)
$$”…Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Rum 30/27)
• Esmâ-i Hüsna:
$$”O, Allah’tır, yaratandır, yoktan var edendir, şekil verendir. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Haşr 59/24)
3. İnsanın Kemâlâtı: Âyine-i Zîşuurun Hakikati
• Temel Istılah/Deyim: İnsanın Kemâlâtı (İnsanın Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Ahsen-i takvîm (en güzel biçim), Halife-i arz (yeryüzünün halifesi), Ene (Benlik), Marifetullah (Allah’ı tanıma), Ubûdiyet (Kulluk), Fazilet.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, Hâlıkın kemâlinden sonra insanın kemâline geçer. Çünkü insan sıradan bir varlık değildir. O:
• Kâinatın en mühim meyvesidir: Bütün kâinat ağacının neticesi, şuurlu bir meyve olan insandır.
• Arzın halifesidir: Yeryüzünde tasarruf etme, idare etme ve Allah’ın isimlerini gösterme vazifesi verilmiştir.
• Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu (sanat eseri) ve sevgilisidir: Ona “ahsen-i takvîm” sıfatı verilmiş, hitabına muhatap kılınmıştır.
• Hâlıkın âyine-i zîşuurudur (şuurlu aynasıdır): İnsana verilen “ene” (benlik), Hâlıkın sonsuz sıfatlarını (kendi cüz’î ilmiyle O’nun küllî ilmini, kendi cüz’î iradesiyle O’nun küllî iradesini) anlamak için bir ölçü birimidir.
İşte bu vasıflara sahip insanın da bir “kemâlât hakikati” vardır. Bu kemâl, Hâlıkını tanıması (marifet) ve O’na kulluk etmesidir (ubûdiyet). İnsanın hakikati budur.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Ahsen-i Takvîm:
$$”Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”$$
(Tîn 95/4)
• Halifelik:
$$”Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti…”$$
(Bakara 2/30)
• İnsanın Gayesi (Kemâli):
$$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$$
(Zâriyât 51/56)
4. Şirkin Reddi: Kemâlâtın Zıddı Olarak Hakikatsizlik
• Temel Istılah/Deyim: Şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tesadüf, tabiat (fâil olarak), abesiyet (anlamsızlık), fena (yok oluş), zeval (kayboluş), noksaniyet (eksiklik), zulm (haksızlık), butlan (bâtıllık).
• İzahı (Açıklaması):
Metin, ilk üç adımda Hâlık’ın, kâinatın ve insanın “kemâlât hakikati”ni isbat ettikten sonra, mantıkî bir neticeye varır: Bu üç kemâli birden inkâr eden veya bozan “şirk” (Allah’a ortak koşmak, sebepleri veya tabiatı yaratıcı kabul etmek) hakikat olamaz.
Metne göre şirk, bu kemâlâtı nasıl bozar?
• Kâinatın Kemâlini Bozar: Şirk nazarıyla bakıldığında, hikmetli ve sanatlı kâinat; “fena ve zevalde yuvarlanan” (sürekli yok olan), “neticesiz”, “tesadüfün oyuncağı”, “tabiatın mel’abegâhı (oyun alanı)” ve en acısı “zîhayatın (canlıların) zâlimâne mezbahası” suretine çevrilir. Kemâl, anlamsız bir kaosa (abesiyete) dönüşür.
• İnsanın Kemâlini Bozar: Şirk, “ahsen-i takvîm”deki, “halife-i arz” olan şuurlu insanı; gayesiz, sahipsiz, “en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine” indirir. Çünkü ebedî bir kemâle değil, fâni bir yok oluşa gittiğini vehmeder.
• Hâlıkın Kemâlini Bozar (Setreder): Bütün mevcudâtın şehadetiyle sabit olan Hâlıkın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi”ni perdeler. O’nun yaratıcılığının (hallâkıyetinin) neticesini (yani hikmetli eserlerini) iptal eder, tesadüfe ve tabiata havale eder.
• Netice: Şirk; Hâlık’ın, kâinatın ve insanın kemâlâtına taban tabana zıt olduğu için, varlığın temel hakikati olan “kemâl” ile çeliştiği için, “elbette olamaz ve hakikatsizdir.”
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Şirkin Büyük Zulüm Olması (Kemâle Zıddiyeti):
$$”Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.””$$
(Lokmân 31/13)
• Şirkin Amelleri İptal Etmesi (Kemâli Bozması):
$$”…Eğer O’na ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”$$
(En’âm 6/88)
• Sebeplerin Yaratıcı Olamaması (Kemâlsizliği):
$$”Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyler hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”$$
(Nahl 16/20-21)
Hülasa (Özet):
“Üçüncü Hakikat,” varoluşun bir “kemâl” süreci olduğunu, bu kemâlin kâinatta sanat olarak, Hâlıkta mutlak sıfatlar olarak ve insanda marifet ve ubûdiyet olarak tezahür ettiğini ortaya koyar. Tevhid, bu üçlü kemâli tasdik etmektir. Şirk ise, bu üç kemâli de aynı anda inkâr eden, kâinatı abesiyete, insanı esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) ve Hâlıkın sanatını tesadüfe havale eden en büyük bir “hakikatsizlik”tir.
Dördüncü Hakikat , hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusunda ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü -1- âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.
İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi şuhud derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle — dedi.
*************
1. Kelime ve Kavram Tahlili: Hâkimiyet ve Müradifleri
Metnin temelini teşkil eden “Hâkimiyet” kelimesi, bu bahsin anahtarıdır.
• Hâkimiyet (الْحَاكِمِيَّةُ): Hükmetme, emretme, idare etme ve mutlak otorite sahibi olma. Bu, sadece bir “idare” değil, aynı zamanda “hüküm koyma” (yasama), “icra etme” (yürütme) ve “muhakeme etme” (yargılama) kudretlerinin tamamını ihtiva eden kâmil bir tasarruftur.
• Mülk (الْمُلْكُ): Hâkimiyetin en yakın müradifidir. “Mülk” ve “Hâkimiyet” birbirinden ayrılmaz. Mülk, sahip olmaktır; hâkimiyet ise o mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf etmektir. Allah Teâlâ “Mâlikü’l-Mülk”tür (Mülkün Sahibi).
• Emir (الْأَمْرُ): Komuta, buyruk. Metinde geçen “tekvinî emirler” ve “âmirâne hükümler”, Hâkim’in iradesinin kâinatta nasıl cereyan ettiğini gösterir. Kâinattaki her hadise, bu Emr’in bir neticesidir.
• Musahhar (مُسَخَّر): Boyun eğdirilmiş, bir vazife ile görevlendirilmiş. Metin, zerrâttan yıldızlara kadar her şeyin “musahharâne meşgul” olduğunu söyler. Bu, hiçbir şeyin başıboş olmadığını, Hâkim’in emri altında hizmet ettiğini gösterir.
2. Metnin Tahlili ve İzahı: Kâinatın Şehadeti
Metin, Hâkimiyet hakikatini isbat etmek için kâinatı bir “delil” olarak sunar ve mantıkî bir silsile takip eder:
a) Kâinat: Haşmetli Bir Memleket Tasviri
Metin, kâinata “geniş bir dikkatle” bakmayı teklif eder. Bu nazar (bakış), kâinatı şu şekilde gösterir:
• Haşmetli ve Faaliyetli Bir Memleket: Kâinat, başıboş bir atom yığını değil, muazzam bir faaliyete sahip, idaresi gayet hikmetli bir “memleket” veya “şehir” gibidir.
• Vazife ve Musahhariyet: Bu memleketin (kâinatın) her bir ferdi (zerrâttan nebâtâta, hayvânâttan yıldızlara kadar) başıboş değildir. Her biri, “birer vazife ile musahharâne meşgul”dür. Güneşin ışık vermesi, ağacın meyve vermesi, bulutun yağmur getirmesi birer “vazife”dir.
• Cünûd-u Rabbâniye (Rabbin Orduları): Metin, bu vazifeli varlıkları “askerlik mânâsı” ile “cünûd-u Rabbâniye” (Rabbin orduları) olarak tasvir eder. Zerreler bir ordu, bitkiler bir fırka, hayvanlar bir tabur, yıldızlar bir ordu gibidir.
Bu tasvir, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir “âmir” tarafından idare edildiğini gösterir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bu “asker” (cünûd) tabirini kullanarak Allah’ın hâkimiyetini tasdik eder.
(Fetih, 48:4) “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Fetih, 48:7) “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayetler, kâinattaki bütün kuvvetlerin ve varlıkların, o Hâkim’in emrinde birer asker olduğunu açıkça beyan eder.
b) Hâkimiyet-i Mutlaka ve Şirkin İmkansızlığı (Burhân-ı Temânu)
Metnin ikinci kısmı, bu mutlak hâkimiyetin “şirk”i (ortaklığı) nasıl temelden reddettiğini izah eder. Bu, Kelâm ilminde “Burhân-ı Temânu” (Tevhidin, birden fazla ilahın birbirine mani olacağı delili) olarak bilinen delilin bir tasviridir.
• Mantıkî Esas: Metin der ki: “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz.”
• Delil: “müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar.”
• Misal: “Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur.”
Hâkimiyet, yapısı (doğası) gereği “tek”liği gerektirir. İki ayrı irade, aynı anda aynı şey üzerinde farklı hükümler verirse, “fesat” (bozulma) kaçınılmaz olur.
Metin, bu mantıkî delili, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetine dayandırır (metinde işaret edilen ayet):
(Enbiyâ, 21:22) “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”
Metin, bu ayetin hakikatini kâinattaki intizam ile isbat eder: “Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar… öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.”
Kâinatta gözlenen bu kusursuz nizam, emrin tek bir merkezden geldiğinin, Hâkim’in “Bir” olduğunun en büyük delilidir.
c) İzzet ve Hâkimiyet: Rakip Kabul Etmemek
Metin, şirkin imkansızlığına dair ikinci bir delil sunar: Hâkimiyetin izzeti.
• Hâkimiyet, Makam-ı İzzettir: Hâkimiyet, bir “izzet” (şeref, onur, yücelik) makamıdır. Rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.
• Beşerî Misal (Aciz İnsan): Metin, bu hakikati beşerî hayattan bir misalle somutlaştırır: “aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez.” Tarihteki taht kavgaları bu hakikatin acı bir isbatıdır.
• Kıyas (Kadîr-i Mutlak): Mantıkî kıyas şudur: Eğer aciz, cüz’î ve muvakkat (geçici) bir hâkimiyet için insan böyle bir rekabeti kaldıramazsa; elbette, “bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın”, “hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine” başkasını ortak (şerik) etmesi ve buna müsaade etmesi “hiçbir cihetle mümkün olamaz.”
Allah’ın hâkimiyeti, O’nun Rubûbiyet (terbiye edicilik) ve Ulûhiyetinin (ilahlığının) temelidir. Bu temele ortak kabul etmek, O’nun Kudsî (mukaddes) Zât’ının izzetine zıttır.
Metnin ruhuna ve muhtevasına uygun olarak, Hâkimiyet-i İlâhiyye’yi ve şirkin imkansızlığını beyan eden bazı ayetler:
a) Hâkimiyet ve Mülkün Tek Sahibi Olması:
(Âl-i İmrân, 3:189) “Göklerin ve yerin mülkü (hâkimiyeti) Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”
(Mülk, 67:1) “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.”
(Yâsîn, 36:83) “Her şeyin mülkü (hükümranlığı) elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
b) Hükmün Yalnızca Allah’a Ait Olması:
(Yûsuf, 12:40) “Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
c) Mülkünde ve Hâkimiyetinde Ortağı (Şerik) Bulunmaması:
(İsrâ, 17:111) “De ki: “Hamd, çocuk edinmemiş olan, mülkünde (hâkimiyetinde) ortağı bulunmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya da ihtiyacı olmayan Allah’a mahsustur.” Ve O’nu tekbir ile yücelt.”
(Fâtır, 35:13) “O, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. Güneş’i ve Ay’ı da buyruğu altına almıştır. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnızca O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.”
Bu ayetler, metinde “Hâkimiyet-i Mutlaka” olarak ifade edilen hakikatin Kur’ânî temellerini oluşturur.
4. Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
İktibas edilen metin, kâinata bakan bir “yolcu”nun (yani hakikati arayan insanın) müşahedesini tasvir eder. Bu yolcu:
• Kâinattaki muazzam faaliyeti ve haşmeti görür.
• Bu faaliyetin başıboş olmadığını, “cünûd-u Rabbâniye” misali “tekvinî emirler” ile idare edildiğini fark eder.
• Bu idarenin, “Hâkimiyet-i Mutlaka”yı isbat ettiğini anlar.
• Bu mutlak hâkimiyetin (gerek “Burhân-ı Temânu” ile gerekse “Hâkimiyetin İzzeti” ile) şirki ve rakibi imkânsız kıldığını idrak eder.
İşte bu dört hakikati (ve metinden önceki diğer üç hakikati) müşahede eden yolcunun imanı, taklitten tahkike, ilimden “şuhud” (görür gibi inanma) derecesine yükselir. Kalbi ve aklı, kâinatın her zerresinden gelen tevhid sedâsını işitir.
Bu şuhudun neticesi olarak, bütün kuvvetiyle metnin sonunda zikredilen kelime-i tevhidi ilan eder:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ
(Lâ ilâhe illâ Hû)
(O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.)
Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:
“Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyleyse, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyleyse haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl ve âsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, Kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.
Birincisi:
Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden, hem yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acip bir hadiseyi, hazır ve göz önünde bir hadiseyle ispat etmek ve onun gibi acip bir tanzir olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat tâifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizanla iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden, hem -1- âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sayfalarını yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.
İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan azîm tehditle ferman ediyor.
**********
Risale-i Nur Külliyatı’nda (hususan Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nda) yer alan “sükûnetsiz misafir”in, yani hakikat arayışındaki seyyahın, tevhid-i hakikî mertebelerindeki seyr ü sülûkunu tasvir etmektedir. Bu misafir, tevhidi sadece zihnî bir tasavvur (konsept) olarak değil, kâinatın her zerresinde Rabbini bulan, hiçbir şeyin O’nun huzuruna mâni olmadığı bir tasdik, ilim ve iz’an (kesin kanaat) seviyesinde anlamak istemektedir.
Bu maksatla, “kibriya ve azamet kapısını” çalmış, yani Allah-u Zülcelâl’in fiil (ef’âl) ve eserlerinin (âsâr) tecelli ettiği icad ve ibdâ âlemine nazar etmiştir.
Metninize konu olan Birinci Hakikat, kâinatı ihata etmiş olan Kibriya ve Azamet Hakikatinin, tevhidi nasıl bedahetle (apaçık bir surette) isbat ettiğinin izahıdır.
1. Kibriya ve Azamet: Manası ve Müradifleri
Metnin merkezinde yer alan Kibriya ve Azamet kelimeleri, Cenâb-ı Hakk’ın ululuğunu ve büyüklüğünü ifade eder.
• Kibriya (اَلْكِبْرِيَاءُ): Allah’ın (c.c.) Zât’ının her türlü noksanlıktan münezzeh, her türlü kemâl ile muttasıf olmasını ifade eden mutlak büyüklüktür. O’nun büyüklüğü, mahlûkatınki gibi izâfî (göreceli) değil, Zâtî’dir. Hiçbir varlık O’nun Zât’ının hakikatine yanaşamaz. Esma-i Hüsna’dan “el-Kebîr” (en büyük) ve “el-Mütekebbir” (azameti, ululuğu fiilen gösteren) isimleri bu hakikate işaret eder.
• Azamet (اَلْعَظَمَةُ): Kibriya daha çok Zât’ın ululuğuna bakarken, Azamet ekseriyetle Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin ve fiillerinin büyüklüğünü, eserlerinin (âsâr) ihtişamını ifade eder. Kâinatın haşmeti, O’nun Azamet’inin bir tecellisidir. Esma-i Hüsna’dan “el-Azîm” (pek azametli) ismi bu sıfata bakar.
Bu iki kelimenin müradifleri veya alâkalı olduğu diğer kavramlar şunlardır:
• Celâl: Haşmet, ululuk. Genellikle kahır ve gazap tecellileriyle birlikte anılsa da, esasen Kibriya ile yakın manadadır.
• İzzet (اَلْعِزَّةُ): Üstünlük, şeref, mağlup edilemez mutlak güç. Metinde “celâlin izzetine dokundurması” ifadesi, şirkin bu mutlak İzzet’e karşı bir tecavüz olduğunu belirtir.
• Kudret (اَلْقُدْرَةُ): Mutlak güç. Azamet ve Kibriya, bu kudretin haşmetli tecellileridir.
• Vâhidiyet (اَلْوَاحِدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin kâinatın bütününde, büyük cirmlerde tecelli etmesi.
• Ehadiyet (اَلْأَحَدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin her bir zerrede, her bir cüz’î varlıkta hususî bir mühür (hâtem) olarak tecelli etmesi.
2. Kibriya ve Azamet’in Tevhid-i Hakikîyi İsbatı
Metin, Kibriya ve Azamet’in tevhidi nasıl isbat ettiğini, “birtek fiil” mantığı üzerine kurar. Bu, tevhidin en kuvvetli isbatlarından biridir. İzahı şöyledir:
A. İhata (Kuşatma) ve Birlikte Tasarruf:
Metin, aklın nazarını üç sahaya çevirir:
• Makro Âlem (Âfâk): “Binlerle sene birbirlerinden uzak… yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden…”
• İzahı: Milyarlarca ışık yılı mesafedeki galaksileri, yıldızları aynı anda ve aynı fizik kanunlarıyla (aynı tarzda) idare eden bir kudret, bölünme ve ortaklık kabul etmez. Eğer birden fazla fâil (fail) olsaydı, ya aralarında yetki karmaşası (mümanaat) çıkar ya da kâinat farklı kanunların işlediği bölgelere ayrılırdı. Hâlbuki kâinattaki cihan şümul (evrensel) kanun birliği, Fâil’in Vâhid (Bir) olduğunu gösterir.
• Mikro Âlem (Enfüs): “…aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden…”
• İzahı: Aynı kudret, o muazzam yıldızları idare ederken, aynı anda yeryüzünün farklı köşelerindeki (şark, garp, cenup, şimal) aynı çiçeğin milyarlarca ferdini, aynı plân (genetik kod), aynı suret ve aynı hikmetlerle (mesela aynı koku, aynı renk pigmenti) yaratır. Bu, Vâhidiyet içinde Ehadiyet mührüdür.
• Derûnî Âlem (Kalb): “…aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.”
• İzahı: Fiilin azameti zirveye ulaşır. O Fâil, hem en uzağı (yıldızlar) hem en küçüğü (çiçek) hem de en gizliyi (kalbdeki hatıratı) aynı anda bilir ve idare eder.
B. “Birtek Fiil” Delili:
Metnin kilit cümlesi şudur: “Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid…”
• İzahı: Kâinattaki bütün bu fiiller (yaratma, idare etme, rızık verme, bilme) o kadar birbiri içine girmiştir ki (mütedâhil), onları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kalbin hatıratını bilmek, beynin kimyasını bilmeyi; beynin kimyası, alınan gıdayı; gıda, baharı ve güneşi; güneş ise galaksiyi… velhasıl her şey her şeye bağlıdır. Kâinat, devâsa bir “birtek fiil” hükmündedir. Bu bölünemez, tek fiil, zarurî olarak Fâil’inin de birtek Vâhid olmasını iktiza eder.
İşte bu, Kibriya ve Azamet’in tecellisidir. Öyle bir Kibriya ki, kudreti her şeyi ihata etmiştir; öyle bir Azamet ki, en büyükten en küçüğe kadar her şeye aynı anda hükmeder.
3. Kibriya ve Azamet Karşısında Şirkin İmkânsızlığı
Metin, bu Kibriya ve Azamet’in “hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor” der.
• İzahı: Şirk, yani ortak koşmak, mantıken iki suretle olabilir:
• Acz (Acizlik): Fâil’in gücü yetmez, yardımcıya (şerik) ihtiyaç duyar.
• Hudut (Sınır): Fâil’in mülkünün bir sınırı vardır, o sınırın ötesine başka bir “ilâh” hükmeder.
Metnin ortaya koyduğu Kibriya ve Azamet delili, bu iki ihtimali de kökünden keser:
• Yıldızlardan kalblerin hatıratına kadar her şeyi aynı anda ve noksansız (kusursuz) idare eden bir kudrette acz tasavvur edilemez.
• En uzaktaki yıldız ile en gizli hatıratı birlikte bilen bir ilimde ve kudrette sınır (hudut) tasavvur edilemez.
Dolayısıyla şirk, bu Kibriya ve Azamet’in “izzetine dokunan”, O’nun mutlak kemâline ve ihatasına noksaniyet isnat eden, O’nun sonsuzluğuna nihayet (son) vermek isteyen bir cinayettir. Bu, sadece bir inanç hatası değil, aklın ve fıtratın kabul edemeyeceği zıt ve aykırı bir durumdur.
4. Kur’ân-ı Kerim Nazarında Kibriya, Tevhid ve Şirk
Metin, bu izahlarını Kur’ân-ı Kerim’in fermanlarıyla da teyit etmektedir.
Metinde işareti bulunan ve konuyu aydınlatan ayetlerin ( Meali) tam metinleri:
A. Kâinatın Yaratılışı ve İdaresindeki Azamet (Metindeki İşaretleri):
Metin, (خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ) (Gökleri ve yeri altı günde yarattı) hakikatine ve bahar mevsimindeki haşir misallerine atıf yapar. Bu Azamet-i Fiil, şu ayette beyan edilir:
A’râf Sûresi, 7:54:
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir. Geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyen, güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş (olarak yaratan) Allah’tır. Biliniz ki, yaratma da emretme de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”
Metin, gece ve gündüzün çevrilmesine (يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَي النَّهَ..) şu ayetle işaret eder:
Zümer Sûresi, 39:5:
“O, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”
B. Kibriya’nın Yalnızca O’na Mahsus Oluşu:
Kibriya’nın (büyüklüğün) şirki ve ortağı reddettiği, Kur’ân’ın pek çok yerinde vurgulanır:
Haşr Sûresi, 59:23:
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır (el-Mütekebbir). Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
Câsiye Sûresi, 45:37:
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
C. Şirkin, Kibriya’ya Karşı Cinayet ve Affedilmezlik Sebebi :
Metin, şirkin Kibriya’ya dokunması cihetiyle kabil-i af olmadığını (اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪) ayetiyle belirtir. Bu ferman, Kur’ân-ı Kerim’de iki defa, net bir şekilde zikredilir:
Nisâ Sûresi, 4:48:
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”
Nisâ Sûresi, 4:116:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.”
Netice
İktibas edilen metin, Tevhid-i Hakikî’nin, kâinatın azametli fiillerine ve bu fiillerdeki mutlak Kibriya tecellisine nazar ederek ulaşılabilecek bir tasdik ve iz’an olduğunu isbat etmektedir. Kâinattaki bütün icraatın “birtek fiil” suretinde, noksansız, aczsiz ve ihata ile cereyan etmesi, Fâil’inin birtek Vâhid olduğunu bedahetle gösterir. Bu mutlak Kibriya ve Azamet, şirkin her türlü ihtimalini (imkânını) aklen ve fıtraten reddeder. Bu sebepledir ki şirk, O Mutlak Azamet’in İzzet’ine karşı işlenmiş en büyük cinayet olarak “büyük bir günah” (Nisâ 4:48) ve “derin bir sapıklık” (Nisâ 4:116) olarak ferman edilmiştir.
İkinci Hakikat:
Kâinatta tasarrufları görünen ef’âl-i Rabbâniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdit eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne ve hayattarâne ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar. Belki, Fâil-i Zülcelâlin emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl olunuyorlar.
Hadsiz misâllerden üç misâli: Sûre-i Nahl’in bir sayfasında, birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.
Birincisi: -1- (ilâ âhir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mucize-i kudrettir ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.
İşte, bu üç cihetle mucizeli bu san’at-ı İlâhiyenin ve bu fiil-i Rabbâniyenin bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtası, bedahetle vahdeti ispat eder.
İkinci âyet
-2- âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştı rmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.
İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.
Üçüncü âyet
Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.”
Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir” demeye mecburdur.
Çünkü, meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.
Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilâcı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbânî ile istihdam olunuyorlar.
İşte, bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi, hadsiz ef’âl-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.
*******
1. Hakikatin Esası: Ef’âl-i Rabbâniyenin Itlak ve İhatası
Metnin esası, kâinatta görünen fiillerin iki temel vasfına dayanır: $$ (mutlaklık, sınırsızlık) ve ${İhata}$ (kuşatıcılık, her şeyi kaplama).
• Itlak ve İhata: Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri (yaratma, rızık verme, hayat verme, suret verme gibi) kâinatın bir köşesinde olup diğer köşesinde olmayan, cüz’î ve sınırlı fiiller değildir. O fiiller, ${mutlak}$tır; yani hiçbir kayıt altına girmez, bir mekâna veya zamana münhasır kalmaz. Ve ${ihata}$lıdır; yani aynı anda bütün kâinatı, bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Bir baharı icat etmesiyle bir çiçeği icat etmesi, O’nun kudretine nisbetle birdir.
• Müradifleri: Bu ${ıtlak}$ ve ${ihata}$, O Zât’ın ${Kudret-i Ezeliye}’sinin$ nihayetsizliğini, ${ilm-i Muhît}’inin$ (kuşatıcı ilminin) her şeyi kapsadığını gösterir. Bu, ${Vâcibü’l-Vücud}$ (varlığı zorunlu) olmasının bir neticesidir.
2. Fiilleri Takyid Eden (Sınırlayan) Sebepler: Hikmet ve İrade
Metin, bu mutlak fiillerin tezahürde (görünüşte) sınırlı gibi görünmesinin sebebini açıklar. Bu sınırlama, bir acz veya noksanlıktan değil, tam tersine mükemmel bir plandan kaynaklanır.
• Hikmet ve İrade: Bir fiil, ${mutlak}$ iken, neden ${muayyen}$ (belirli) bir surette zuhur eder? Çünkü ${İlâhî Hikmet}$ (sebepler ve neticelerdeki mükemmel gaye) ve ${İlâhî İrade}$ (dileme, tercih etme) o fiilin tam da o şekilde, o ölçüde olmasına hükmetmiştir. Bir insana iki el verilip on parmak takılması, kudretin noksanlığından değil, hikmetin tam da bunu gerektirmesindendir.
• Mazharların Kabiliyetleri: Fiilin tezahür edeceği yerin (mazharın), yani mahlûkun “kabiliyet-i isti’dâdı” (potansiyel kapasitesi) o fiilin nasıl görüneceğini belirler. Bir çekirdek, bir ağaç olma kabiliyetini taşır; elmas kömürü ise yanma kabiliyetini. Aynı kudret fiili, mazharın kabiliyetine göre farklı bir sanat olarak tecellî eder.
3. Batıl Nazariyelerin Reddi: Tesadüf, Tabiat ve Esbab
Bu hakikat, kâinatı izah etmekte acze düşen felsefî akımları temelden reddeder:
• Serseri Tesadüf ve Şuursuz Tabiat: Metnin vurguladığı gibi, fiiller “gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne (görerek) ve hayattarâne (hayat vererek)” icra edilmektedir. Tesadüf ise kör, hedefsiz ve mizansızdır. Tabiat, şuursuz bir kanunlar bütünüdür; ilmi, iradesi, görmesi yoktur. Şuurlu, hikmetli ve sanatlı bir fiili, şuursuz tesadüfe ve kör tabiata havale etmek, aklen muhaldir.
• Câmid Esbab (Cansız Sebepler) ve Kör Kuvvet: Sebepler, fiilin ${Fâil}$’i (yapanı) değil, kudretin önündeki ${zâhirî perde}$sidir. Cenâb-ı Hak, ${İzzet}$ ve ${Azamet}$’i gereği, sebepleri bir perde-i kudret (${Perde-i İzzet}$) olarak “istimâl” eder (kullanır). Su hayata sebep olur, ama suyu ve hayatı yaratan O’dur. Sebepler, fiili icat edemez; onlar da yaratılmış ve memurdurlar.
4. Tevhidin İsbâtı: Sûre-i Nahl’den Üç Misal
Metin, bu ${Tevhid-i Ef’âl}$ hakikatini, Sûre-i Nahl’de peş peşe gelen üç ayetin işaret ettiği üç harika fiil ile isbat eder:
Birinci Misal: Bal Arısı (Mucize-i Kudret)
Bu misal, küçücük bir mahlûka yüklenen büyük vazifeyi ve onun ${sevk-i İlâhî}$ (İlâhî sevk, yönlendirme) ile hareket ettiğini gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿٦٨﴾}$$
$$ {ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٦٩﴾}$$
(Nahl, 16/68-69)
“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları bal kovanlarından kendin için evler edin.’ (68) ‘Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!’ Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamında bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadı1r. (69)”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği üç mucizevî cihet:
• Başındaki Program: Arının zerrecik başında, yön bulma (sevk-i Rabbânî), petek inşâ etme (hendese-i İlâhiyye) ve vazifesini şaşırmadan yapma (isyan etmeme) programı yerleştirilmiştir. Bu, ${İlham-ı Rabbânî}$’dir.
• Karnındaki Fabrika: Çiçeklerden topladığı basit usareyi, karnında kimyevî bir muameleden geçirerek şifa deposu olan bala dönüştürmesi, bir ${Kudret-i Mutlaka}$’nın fiilidir.
• Süngücüğündeki Zehir: Aynı bedende hem şifa (bal) hem de helâk edici zehiri (iğne) barındırması ve o zehrin arının kendi cismine zarar vermemesi, ${Muvazene-i Hakîmâne}$’yi (Hikmetli Denge) gösterir.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda” yapılması, ${Fâil}$’in (Sanatkârın) ${Vâhid-i Ehad}$ (Tek ve Bir) olduğunu isbat eder.
İkinci Misal: Süt (Mucize-i Rahmet)
Bu misal, en lâtif bir gıdanın, en kaba ve bulaşık maddeler arasından çıkarılmasını ve buna eşlik eden şefkati gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ ﴿٦٦﴾}$$
(Nahl, 16/66)
“Sizin için sağmal hayvanlarda da kesin olarak ibret vardır. Nitekim size hayvanın karnında, besin artıklarıyla kan arasında (oluşan), içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz.”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği iki harika cihet:
• Hâlis, Temiz Süt: Hayvanın bedeninde kan ve fışkı (sindirilmiş atıklar) gibi iki bulaşık madde arasında, onlara zerre kadar bulaşmadan, onların rengini, kokusunu, tadını almadan saf, beyaz, temiz ve mugaddî (besleyici) bir sütü ayırıp çıkarmak, ${Kudret-i Kâmile}$’nin ve ${İlm-i Muhît}$’in fiilidir. Bu, ${Rahmâniyet}$ ve ${Rezzâkiyet}$’in (Rızık Vericiliğin) en lâtif bir tecellîsidir.
• Şefkat ve Fedakârlık: Maddî sütten daha lâtif olan, annenin kalbine yerleştirilen ${şefkat}$ fiilidir. O şefkat ki, yavrusu için annenin hayatını fedâ etmesine sebep olur. Bu manevî fiil, kaba tesadüfün ve kör kuvvetin asla işi olamaz.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin, “yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi,” bütün bu validelerin ve kalplerin ${Müdebbir}$’inin (İdare Edeninin) bir olduğunu isbat eder.
Üçüncü Misal: Hurma ve Üzüm (Mucize-i Sanat)
Bu misal, kupkuru ve basit bir topraktan, son derece sanatlı, lezzetli ve çeşitli gıdaların çıkarılmasını gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخ۪يلِ وَالْاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾}$$
(Nahl, 16/67)
“Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.” (Ayet, içkinin haram kılınmasından önce, bu maddelerin potansiyeline işaret etmiştir.)
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği harika cihetler:
• Basit Menşe, Mükemmel Mahsul: “Susuz bir kum ve kuru bir toprak” gibi basit, câmid (cansız) ve ilimsiz bir maddeden; “helvalı şeker fabrikası” (hurma) ve “ballı şurup makinesi” (üzüm) gibi sanat harikalarını çıkarmak.
• Sanatın İnceliği: Üzüm tanesinin “lâtif mahfazası” (kabuğu), içindeki “cennet helvası” (lezzeti) ve en mühimi, o nazik kalbinde ağacın bütün programını (${kuvve-i hafıza}$) taşıyan “sert kabuklu çekirdekleri” yerleştirmek.
• Hassas Mizan ve İntizam: Bu fiiller, o kadar hassas bir ölçü (${mizan}$) ve intizamla yapılır ki, “zerre kadar aklı bulunan bir adam, ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir’ demeye mecburdur.”
• Vahdete Delâleti: Bu sanat fiilinin, “bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak,” bu fiilin ancak ${Hâlık-ı Kâinat}$ (Kâinatın Yaratıcısı) olan ${Nakkaş-ı Ezelî}$’ye ait olabileceğini isbat eder.
Netice
“İkinci Hakikat,” kâinattaki her bir fiilin (araya, süte, meyveye dair) üzerinde ${Vahdet Mührü}$ bulunduğunu gösterir. Fiillerdeki bu ${ıtlak}$ (sınırsızlık), ${ihata}$ (kuşatıcılık), ${hikmet}$ (bilgelik), ${intizam}$ (düzen) ve ${mizan}$ (ölçü); kör tesadüfe, şuursuz tabiata ve câmid sebeplere hiçbir pay bırakmaz.
Hadsiz fiillerin tamamı, “ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.”
Üçüncü Hakikat:
Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka içinde kasret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at ve maharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilât-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.
Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san’atkârâne ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid Zâtın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir¦tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.
İşte, bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve ispat etmekle Kur’ân’ın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrâkinden âciz bırakan muamması bilinir.
Hâlık-ı Rahîmime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletü’n-Nur bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun âhirlerinde bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözün “Fâil muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin Allahu ekber mertebelerinden kudret-i İlâhiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.
Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, hem maddî, hem mânevî iki kuvvetli mâni, beni şimdilik mütebakisinden vazgeçirdiler.
Birinci Sır:
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir.
İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.
Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve
hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.
Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.
Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i âzamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizâtlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.
Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san’atça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkûr sırra binaendir ki, gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.
İkinci Sır:
Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zâtiyenin bir cilvesiyle, birtek güneş, birtek aynaya ziyalı akis verdiği gibi, hadsiz aynalara ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlâhî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.
Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, fark etmez.
Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî, tecellî-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin kemâl-i vüs’atinden, birtek yere suhuletle baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlâhiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.
Aynen öyle de, Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ayna gibi parlak olduğundan; ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zâtiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derece mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mâni olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.
Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi, intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.
Hem bir âmir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve mutî bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.
Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.
Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî olan kudret-i Rabbâniyede ve beraberinde bütün intizamâtın ve nizamların ve muvazenelerin menşe-i, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlâhiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük herşey ve bütün eşya o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.
Ve baharda, bir emirle suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi, bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.
Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli, adâletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.
Ve bir emr-i tekvînî ile arzı dirilttiği gibi, -1- fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emirle yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem -2- ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.
Hem -3- âyetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” meâlinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanî ve ruhânî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı âzamın önüne getirir. Bir iş bir işe mâni olmaz.
*********
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT’İN ANA FİKRİ: KESRET İÇİNDE VAHİYET
Bu hakikat, kâinatta nazarımıza (bakışımıza) çarpan ve aklı hayrette bırakan zâhirî (dışsal) bir zıddiyeti (karşıtlığı) ele alır:
• Sür’at-i Mutlaka İçinde Kasret-i Mutlaka ve İntizam-ı Mutlak:
• İzahı: Mutlak bir hız (sür’at) içinde, mutlak bir çokluğun (kasret) ve aynı zamanda mükemmel bir düzenin (intizam) bir arada bulunması.
• Misal: Bahar mevsiminde, çok kısa bir zamanda (sür’at), hadsiz nebatat ve hayvanat (kasret) türü, hiçbiri diğerine karışmadan, mükemmel bir nizam (intizam) ile icad edilmektedir.
• Sühulet-i Mutlaka İçinde Gayet Hüsn-ü San’at ve İttikan:
• İzahı: Mutlak bir kolaylık (sühulet) içinde, gayet yüksek bir sanat güzelliği (hüsn-ü san’at) ve mükemmelliğin (ittikan) sergilenmesi.
• Misal: Bir sineğin kanadındaki sanat, en mahir sanatkârların yapamayacağı bir inceliktedir (hüsn-ü san’at), ancak bu sanatlı eser, mutlak bir kolaylıkla (sühulet) ve sayısız (mebzul) miktarda yaratılmaktadır.
• Mebzuliyet-i Mutlaka ve İhtilât-ı Mutlak İçinde Gayet Kıymettarlık ve Tam İmtiyaz:
• İzahı: Mutlak bir bolluk (mebzuliyet) ve mutlak bir karışıklık (ihtilât) içinde, her bir ferdin gayet kıymetli olması ve tam bir ayırt ediciliğe (imtiyaz) sahip olması.
• Misal: Toprak unsuru, binlerce nebatat tohumu ile karışıktır (ihtilât) ve bu tohumlar çok boldur (mebzuliyet). Buna rağmen, her bir tohumdan çıkan bitki, kendi hususî yapısını, tadını, kokusunu (imtiyaz) mükemmelen muhafaza eder ve her biri (mesela bir elma) çok kıymetlidir.
Netice: Metnin ifade ettiği gibi, bu zâhiren zıt görünen (çokluk, hız, kolaylık, bolluk ile sanat, intizam, kıymet, seçkinlik) vasıfları bir arada, “bulaşmadan ve bulaştırmadan” yapmak, ancak ve ancak birtek Vâhid Zâtın (Allah’ın) öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez.
Bu hakikat, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) en derin sırrıdır: Allah’ın kudretine nisbeten, en büyük bir küll (bütün), en küçük bir cüz’î (parça) gibidir. Yıldızları yaratmak ile zerreleri yaratmak; bütün yeryüzünü (koca zemini) diriltmek ile bir ağacı diriltmek; bir ağacı inşa etmek ile bir çekirdeği açmak arasında O’nun kudreti için hiçbir fark yoktur.
Bu muammayı (sırrı) halleden ve isbat eden iki sırra işaret edilmiştir:
Bu sır, Allah’ın kudretinin neden her şeye eşit nisbette olduğunu aklî bir temel ile izah eder:
• “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.”
• İzahı: Zâtî (İng. intrinsic, essential), bir varlığın bizzat kendinden olan, varlığı için başkasına muhtaç olmayan, o şeyin hakikatini teşkil eden demektir. Bir sıfat zâtî ise, onun zıddı olan sıfat o varlıkta bulunamaz. Zira bu, içtimaü’z-zıddeyn (iki zıddın bir arada bulunması) olur ki, bu muhâldir (imkânsızdır).
• Uygulama: Cenâb-ı Hakk’ın Kudreti zâtiyedir; O’nun Zât-ı Akdesinin zarurî bir lazımıdır. Kudretin zıddı ise aczdir (âcizlik, güç yetirememek). Madem kudret zâtîdir, öyleyse zıddı olan acz, O Zât-ı Kadîr’e hiçbir surette ârız olamaz (ilişemez, O’nda bulunamaz).
• “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir.”
• İzahı: Mertebeler (dereceler, seviyeler), bir sıfatın zayıf, kuvvetli, az, çok gibi derecelere ayrılmasıdır. Metne göre bu derecelenme, ancak o sıfatın içine zıddının karışmasıyla (tedahülüyle) mümkündür.
• Misaller:
• Ziya (Işık): Ziyanın “kavî” (güçlü) ve “zayıf” mertebeleri, zulmetin (karanlığın) müdahalesi ile ortaya çıkar.
• Hararet (Sıcaklık): Hararetin “ziyade” (yüksek) ve “aşağı” dereceleri, soğuğun (bürûdetin) karışması ile ölçülür.
• Kuvvet: Kuvvetin “şiddet” ve “noksan” miktarları, mukavemetin (direncin) karşılaması ile belli olur.
• Netice: Kudret-i Zâtiyede Mertebe Yoktur.
• İzahı: Madem Allah’ın kudreti zâtiyedir ve zıddı olan acz O’na ârız olamaz; ve madem mertebeler zıddın müdahalesiyle olur; öyleyse Allah’ın kudret-i zâtiyesinde mertebeler bulunmaz.
• O’nun kudreti bölünmez, derecelenmez, zayıflamaz. Bu sebeple O’nun kudretine nisbetle:
• Hiçbir mâni O’nu karşılayamaz.
• Hiçbir icad O’na ağır gelmez.
• Haşr-i âzamı (büyük dirilişi) bir bahar kadar kolay,
• Bir baharı bir ağaç kadar suhuletli (kolay),
• Bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad eder.
Bu sır, metnin başında zikredilen “sür’at”, “sühulet” ve “mebzuliyet” (hız, kolaylık, bolluk) ile “hüsn-ü san’at” ve “kıymettarlığın” nasıl birleştiğini gösterir. Eğer kudret zâtî olmasaydı ve mertebeleri olsaydı (yani esbaba dağıtılsaydı), “bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı” olurdu.
İKİNCİ SIR: NURANİYET, ŞEFFAFİYET VE İTAAT SIRRI
Bu sır, kudret-i zâtiyenin mertebesizliğinin kâinatta nasıl fiilen göründüğünü üç temel prensip ve misallerle açıklar:
A. Nuraniyet ve Şeffafiyet Prensibi
• İzahı: Nuraniyet, maddî kesafetten (yoğunluktan) ve kayıtlardan âzâde olmak, latif (ince, şeffaf) olmaktır. Şeffafiyet ise, hakikatleri ve iç yüzü (melekûtiyeti) gösteren aynalardır.
• Misaller:
• Güneş (Nuraniyet): Birtek güneş, nuraniyeti sayesinde, birtek aynaya ışığını (ziyalı akis) verdiği aynı kolaylıkla, hadsiz (sınırsız) aynalara ve su katrelerine de ışığını verir. Birine aksetmesi, milyonlarcasına aksetmesine mâni olmaz. Az ve çok birdir.
• Kelime (Nuraniyet): Birtek kelime, bir adamın kulağına girdiği zahmetsizlikle, bir milyon kulağa da aynı anda girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir (eşittir).
• Ruhanî (Nuraniyet): Cebrail (a.s.) gibi nuranî bir ruhanî, birtek yerde suhuletle (kolaylıkla) bulunduğu gibi, kudret-i İlâhiye ile binler yerlerde de bulunabilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, “en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru”dur.
• Eşyanın melekûtiyet vecihleri (yani kâinatın Allah’a bakan iç yüzü, hakikatleri) “şeffaf ayna” gibi parlaktır.
• Bu sebeple, o Zâtî Nur olan Kudret, bütün eşyanın içinde ve yanında bir anda bulunur; “hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder.” Bir iş bir işe mâni olmaz.
B. İntizam, Muvazene ve İtaat Prensibi
• İzahı: Kâinattaki her şey, Allah’ın kudretine ve emrine gayet derecede itaatli, inkıyadlı, mutî ve musahhardır (boyun eğmiştir). Bu itaat, intizam (düzen) ve muvazene (denge) kanunlarıyla tezahür eder. Bu intizam ve muvazene, en büyük işleri en küçük bir kuvvetle (zâhirî sebeple) yaptırır.
• Misaller:
• Gemi (İntizam/Muvazene): Yüz hane kadar büyük bir sefine (gemi), intizam ve muvazene sırrıyla (yani dümen mekanizmasıyla), bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirmesi gibi kolayca döndürülür.
• Ordu (İntizam/İtaat): Muntazam ve mutî bir ordu, bir âmirin birtek “arş” emriyle, birtek nefer gibi hücuma geçer.
• Mizan (Muvazene): Hassas bir terazinin (mizan) kefesinde iki dağ dengede dursa, bir “kanun-u hikmetle” (yani bir tetikleme mekanizmasıyla), bir ceviz tanesi o dengeyi bozup bir dağı yukarı, diğerini aşağı indirebilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Allah’ın kudret-i Rabbâniyesi “kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî”dir.
• Bu kudretle beraber, bütün intizamât (düzenlemelerin) ve muvazenelerin (dengelerin) menbaı (kaynağı) olan nihayetsiz bir hikmet ve hassas bir adalet-i İlâhiye vardır.
• Bütün eşya (cüz’î ve küllî) O’nun emrine musahhar (boyun eğmiş) ve münkaddır (itaat etmiştir).
• Netice (Haşirle Bağlantı):
• Bu intizam, hikmet ve itaat sırrıyla, Cenâb-ı Hak, zerreleri kolayca hareket ettirdiği (tedvir ve tahrik) gibi, yıldızları da aynı kolaylıkla döndürür.
• Baharda bir sineği ihya ettiği (dirilttiği) aynı emirle, bütün sinek taifelerini ve nebatat ordularını aynı kolaylıkla diriltir.
• Bir ağacı dirilttiği kolaylıkla, koca arzı ve zemin cenazesini (bütün yeryüzünü) baharda ihya eder; yüz bin haşir (diriliş) misalini gösterir.
KONUNUN AYETLERLE İSBATI
Metnin sonunda işaret edilen ve bu hakikati te’yid eden (doğrulayan) ayetler, kudretin bu mertebesizliğini ve haşrin kolaylığını kat’î (kesin) olarak beyan eder:
1. Haşrin (Dirilişin) Tek Bir Emirle Olacağı (İtaat ve Sür’at):
Metin bu ayete atıf yapar (Yâsîn Suresi, 53. ayet):
$${اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ}$$
( Meali): “Sadece korkunç bir ses olur, birdenbire hepsi de huzurumuzda divan dururlar.” (Yâsîn 36:53)
Bu ayet, kasret-i mutlakada (bütün insanların çokluğunda) olan haşrin, sür’at-i mutlaka ile (tek bir sayha/ses ile) ve intizam-ı mutlak ile (hepsinin bir anda hazır olmasıyla) gerçekleşeceğini gösterir.
2. Haşrin Sür’ati (Az ve Çoğun Müsâvî Olması):
Metin bu ayetlere atıf yapar:
$${وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ}$$
( Meali): “…Kıyamet olayının gerçekleşmesi ise, ancak göz açıp kapayıncaya kadar, yahut daha da yakındır. Şüphe yok ki Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Nahl 16:77)
Ve ayrıca:
$${وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}$$
( Meali): “Bizim emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir tek emirdir.” (Kamer 54:50)
Bu ayetler, kudret-i zâtiye için en büyük iş olan kıyametin ve haşrin, en sür’atli iş olan “göz açıp kapama” (kelamhi’l-basar) kadar kolay olduğunu, hatta “daha yakın” olduğunu belirterek, kudrette mertebe olmadığını isbat eder.
3. Bütün İnsanların Yaratılışının Tek Bir Nefis Gibi Olması:
Metnin “Üçüncü Hakikat”in esası olarak zikrettiği en mühim ayet budur:
$${مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ}$$
( Meali): “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokmân 31:28)
Bu ayet, “Üçüncü Hakikat”in tam bir hülâsasıdır (özetidir). Kesret-i mutlaka ile vahdet (tek bir nefis) arasında, Allah’ın halk (yaratma) ve ba’s (diriltme) kudreti açısından hiçbir fark olmadığını ilan eder.
4. Kudrete Hiçbir Şeyin Ağır Gelmemesi (Aczin Ârız Olamaması):
Birinci Sır’da izah edilen “kudretin zâtî” olup “aczin ârız olamaması” hakikati, şu ayetlerde ifadesini bulur:
$${وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعْجِزَهُ مِنْ شَيْءٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ عَل۪يمًا قَد۪يرًا}$$
( Meali): “…Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (Fâtır 35:44)
$${اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ}$$
( Meali): “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
“Kün” (Ol) emri, sühulet-i mutlakayı (mutlak kolaylığı) ve kudretin icraatında hiçbir dirence (mukavemete) maruz kalmadığını gösterir.
HÜLÂSA (ÖZET)
“Üçüncü Hakikat,” kâinattaki mevcudatın yaratılışındaki zâhirî zıtlıkların (çokluk ile sür’at, bolluk ile sanat, karışıklık ile seçkinlik) ancak ve ancak Vahdet (Allah’ın birliği) ile mümkün olduğunu isbat eder.
Bu Vahdet’in temeli, Allah’ın Kudretinin Zâtî olmasıdır. Zâtî olduğu için zıddı olan acz O’na karışamaz. Acz karışamadığı için kudrette mertebeler (dereceler) bulunmaz. Kudrette mertebeler bulunmadığı için, O’na nisbetle az ile çok, büyük ile küçük, zerre ile güneş, bir çiçek ile bütün bir bahar, bir bahar ile bütün bir haşir (diriliş) arasında hiçbir fark yoktur. Hepsi “birtek şey gibi” kolaydır.
Bu mertebesiz kudretin kâinattaki icraatı ise Nuraniyet (Kudretin bir nur gibi her yeri ihata etmesi), Şeffafiyet (Eşyanın melekûtî yüzünün O’na ayna olması) ve İtaat (Bütün mevcudatın O’nun emrine, intizam ve muvazene kanunlarıyla tam boyun eğmesi) sırlarıyla gerçekleşir.
Bu hakikat, Haşr-i A’zamın (Büyük Dirilişin) icadının, gözümüzün önünde her baharda icad edilen bir ağaç veya bir çiçek kadar O’na kolay olduğunu aklî ve Kur’ânî delillerle isbat eder.
Dördüncü Hakikat:
Mevcudatın vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misâl-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı san’atta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihetü’l-vahdet noktalarında, bedahet derecesinde tevhidi ilân ve Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.
Evet, meselâ her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet ve hüsn-ü san’atla icad etmek ve idare ve iaşe etmek; hem kuşların misâl-i musağğarları olan sineklerden tâ nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at ve cisimlerinde müdebbirâne birer hâtem-i hikmet ve mâhiyetlerinde mürebbiyâne birer turra-i ehadiyet koymak; hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak, göndermek; hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden, tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil dâireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san’at ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; herşeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem, güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.
Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hâriç kalmaz.
Hem herşey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san’atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve san’atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir.
**********
Dördüncü Hakikat’in Geniş ve Detaylı İzahı
Bu hakikat, kâinatın bir bütün olarak, tecezzî ve inkısam kabul etmez (bölünmez ve parçalanmaz) bir “küll” olduğunu ve bu bütünün her bir cüz’ünün, o küllü yaratan Sâni’in Vâhid (Bir) olduğunu ilân ettiğini isbat eder. Metnin temelini “vahdet” (birlik) delilleri oluşturur.
1. Kâinattaki Vahdet Cihetleri (Birliğin Yönleri)
Metin, Tevhid’i isbat eden çok cihetli bir birlikten (cihetü’l-vahdet) bahseder. Bu birlik noktaları, kâinatta birden fazla müdebbir (idareci) ve sâniin (sanatkâr) bulunmasının imkânsız olduğunu gösterir:
• Beraberlik ve Birbiri İçinde Birlik: Mahlukat, mekân ve zaman itibarıyla beraber ve iç içedir. Atmosfer birdir, güneş birdir, rızık kanunları birdir. Bir çiçeğin yaratılışı, bütün bir baharın ve güneş sisteminin nizamıyla alakadardır. Bu, idarenin tek bir merkezden yapıldığını gösterir.
• Müşabehet ve Münasebet (Benzemeklik ve İlişki): Metinde “sikke-i fıtratta müşabehet” (yaratılış mühründe benzerlik) ve “nakş-ı san’atta münasebet” (sanat işlemeciliğinde ilişki) olarak ifade edilir. Bir sineğin kanadındaki sanat ile bir kartalın kanadındaki sanat, temelde aynı nizamı ve hikmeti gösterir. Bir yaprağın damarlarındaki tevziat (dağıtım) ile insan bedenindeki damar sistemi, aynı Rezzâk’ın (Rızık Veren) ve Hakîm’in (Hikmet Sahibi) eseridir. Bu, mührün tek olduğunu (Hâtem-i Vahdet) isbat eder.
• Misâl-i Musağğar ve Nümune-i Ekber (Küçültülmüş Misal ve Büyütülmüş Numune): Bu, mikro-kozmos (küçük âlem) ve makro-kozmos (büyük âlem) münasebetidir. Bir çekirdek, koca bir ağacın fihristesidir (misâl-i musağğar); bir ağaç ise o çekirdekteki programın açılmış halidir (nümune-i ekber). Aynı şekilde, insan “âlem-i sağîr” (küçük âlem), kâinat ise “insan-ı kebîr” (büyük insan) gibidir. Birini yapan, elbette diğerini de yapandır.
• Küll ve Cüz Münasebeti (Bütün ve Parça İlişkisi): Kâinat, her bir parçası (cüz) bütünün (küll) varlığına ve nizamına hizmet eden devasa bir makine veya tek bir saray hükmündedir. Göz, bedenden; beden, kâinattan ayrı düşünülemez. Bu, kâinatın idaresinin “tecezzî ve inkısam kabul etmez” olduğunu gösterir. Bir cüz’ü yaratan, ancak küllü yaratandır.
• Tesanüd ve Yardımlaşma (Dayanışma ve Birbirinin Vazifesini Tamamlama): Metnin en kuvvetli delillerinden biri, mahlukat arasındaki umumî yardımlaşmadır. Nebatat (bitkiler) hayvanatın, hayvanat insanların imdadına; hava, su, güneş bütün zîhayatların (canlıların) imdadına koşar. Bu şuurlu, hikmetli ve rahmetli yardımlaşma, perdenin arkasında tek bir Müdebbir-i Rahîm’in (Merhametli İdareci) varlığını bedahetle gösterir.
2. Vahdetin Tecellîsine Dair Misaller
Metin, bu nazarî tespiti (vahdet cihetlerini) müşahhas (gözlemlenebilir) misallerle kuvvetlendirir:
• Bahar İcadı: Her baharda “dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını” bir anda, beraber, hatasız ve mükemmel bir sanatla icad etmek, idare ve iaşe etmek, ancak kudreti sonsuz, ilmi her şeyi ihâta eden bir Zât’a (Vâhid-i Ehad) mahsus olabilir. Bu, haşrin (dirilişin) küçük bir misalidir.
• Kuşlar ve Sinekler: “Misâl-i musağğar” olan sineklerden “nümune-i ekber” olan kartallara kadar bütün kuş nevilerine, havada seyahat etmeleri için en münasip cihazatı (kanatlar, akciğerler vb.) vermek ve her birinin yüzüne “sikke-i san’at” (sanat mührü), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i ehadiyet” (birlik nişanı) koymak, Sâni’in birliğini gösterir.
• Umumî İmdad ve İaşe: Zerrât-ı taamiyenin (gıda zerrelerinin) hüceyrat-ı bedene (beden hücrelerine) şuurlu bir asker gibi yardıma gitmesi; annelerin iktidarsız yavrularına karşı şefkatle sevk edilmesi, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin Rahmân ve Rahîm bir Rabbin idaresinde olduğunu isbat eder.
• Mütedâhil Dâireler (İç İçe Daireler): Kehkeşan (Samanyolu Galaksisi) gibi devasa bir sistemdeki nizam ile bir gül goncasının yapraklarındaki veya bir mısır sümbülünün gömleklerindeki intizam aynı mükemmelliktedir. “Göz hadekasının perdeleri” gibi en hassas bir sanattan, “kavunun çekirdekleri” gibi bir fihristeye kadar her şeyde aynı fiil, aynı sanat ve aynı hikmetin tasarrufu görünür. Bu, fiilin fâilinin (işi yapanın) Vâhid olduğunu gösterir.
3. Metnin Vardığı Bedahet Derecesindeki Neticeler
Bu delillerden yola çıkarak metin, Sâni-i Kâinat hakkında şu neticelere ulaşır:
• O, Vâhiddir (Birdir): Her şeyde O’nun sikkesi (mührü) vardır. Bir eserde iki ayrı mühür olamaz.
• Mekândan Münezzehtir, Ama Her Yerde Hâzırdır: “Hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.” Zira mekânı da O yaratmıştır. Fakat ilmi, kudreti ve iradesiyle her şeyin yanında, üstünde ve içindedir.
• Akrebiyet ve İhâta (Yakınlık ve Kuşatma): “Güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.” Biz Zâtından (mahiyetinden) uzağız, O ise isim ve sıfatlarının tecellisiyle bize şah damarımızdan daha yakındır.
• Kudretine Nisbetle Az-Çok, Büyük-Küçük Birdir: “Daire-i kehkeşan… Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez.” Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar O’na kolaydır. Bu, O’nun kudretinin zâtî (kendinden) olduğunu ve acziyetin O’na ârız olamayacağını gösterir.
• Nimetin Fiyatı: Bismillah ve Elhamdülillâh: Bu kadar kıymettar, sanatlı ve hikmetli nimetleri “çok ucuz verir.” İstediği fiyat, O’nun namına başlamak (Bismillah) ve O’na minnettarlık ve medih ile hamd etmektir (Elhamdülillâh). Bu, nimetin kıymetini bilmek ve vereni tanımaktır.
Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı
Metinde ileri sürülen her bir hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleriyle tam bir mutabakat içindedir.
1. Vahdet-i Kâinat ve Tevhid-i Sâni (Kâinatın Birliği ve Sanatkâr’ın Birliği)
• Müradifi: Nizam-ı Küllî, Hâtem-i Vahdet, Şirk’in İmkânsızlığı.
• Metindeki “kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll” olması ve “Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek” ifadeleri şu ayetlere bakar:
• Ayet ( Meali):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz, âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
• İzah: Metindeki “nakş-ı san’atta münasebet” ve “intizam,” bu ayetteki “uyumsuzluk göremezsin” (tefâvüt) hakikatiyle aynıdır. Kâinattaki bu mükemmel nizam ve zerre miktar bir “bozukluk” (fütûr) olmaması, Sâni’in Vâhid ve Ehad olduğunu bedahetle isbat eder.
• Ayet ( Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22)
• İzah: Metindeki “beraberlik ve birbiri içinde birlik” ve “birbirine yardım etmek” delilleri, bu ayetin isbatıdır. Eğer birden fazla idareci olsaydı, bu mükemmel yardımlaşma ve nizam olmaz, “düzeni bozulurdu” (fesâd).
2. Sikk-i Fıtrat ve Hâtem-i Hikmet (Yaratılış Mührü ve Hikmet Mührü)
• Müradifi: Fıtratullah, Ehadiyet Turrası, Sanat-ı İlâhiyye.
• Metindeki “sikke-i fıtratta müşabehet” ve “yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at” ifadeleri, her mahlukun, yaratıcısını gösteren bir mühür taşıdığını belirtir.
• Ayet ( Meali):
“O halde sen, Allah’ı birleyen (hanîf) olarak yüzünü dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum 30/30)
• İzah: “Allah’ın fıtratı” (fıtratallah), bütün mahlukat üzerine vurulan o tevhid mührüdür. Metindeki “sikke-i fıtrat” bu ayete işaret eder. Bütün insanların ve mahlukatın aynı temel “yazılım” (fıtrat) ile yaratılması, Yaratıcı’nın bir olduğunu gösterir.
3. Akrebiyet-i İlâhiyye (Allah’ın Yakınlığı) ve İhâta (Kuşatma)
• Müradifi: Her Yerde Hâzır ve Nâzır Olma, Mekândan Münezzehiyet.
• Metindeki “hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır” ve “O ise herşeye yakındır” hakikatleri şu ayetlerle izah edilir:
• Ayet ( Meali):
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
• Ayet ( Meali):
“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid 57/4)
• İzah: Metin, Zât-ı Akdes’in mekândan münezzeh olduğunu, ancak ilmiyle, kudretiyle ve görmesiyle her an her yerde hâzır ve nâzır olduğunu belirtir. Bu, Hadid Suresi’ndeki “maiyet” (beraberlik) ve Kaf Suresi’ndeki “akrebiyet” (yakınlık) sırrıdır.
4. Kudret-i Mutlaka (Büyük-Küçük Farkı Olmaması)
• Müradifi: Suhulet-i İcad (Yaratma Kolaylığı), Emr-i “Kün fe Yekûn”.
• Metindeki “en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi… en küçük… birşey gibi ona kolaydır” ve “sineği kartal sisteminde… suhuletle icad eder” ifadeleri, Allah’ın kudretinin zâtî olduğunu, O’na nisbetle hiçbir şeyin zor olmadığını anlatır.
• Ayet ( Meali):
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn 36/82)
• Ayet ( Meali):
“…(İlk) yaratılışınız ve diriltilişiniz, ancak tek bir kişinin (yaratılışı ve diriltilişi) gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokman 31/28)
• İzah: Milyarlarca insanı diriltmek (haşir), tek bir insanı diriltmek gibidir. Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak gibidir. Metindeki “bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder” ifadesi, bu ayetlerin bir tefsiridir. Kudret-i Ezeliye için zerre ile güneş, az ile çok arasında fark yoktur.
5. Nimetlere Mukabil Şükür (Bismillah ve Elhamdülillah)
• Müradifi: Hamd, Zikir, Ubudiyetin Esası.
• Metin, bu muazzam sanatlı nimetlerin fiyatının “Bismillah” ve “Elhamdülillah” olduğunu söyler.
• Ayet ( Meali):
“Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.’ ” (İbrahim 14/7)
• İzah: “Bismillah,” nimeti Allah namına almak ve O’ndan bilmektir. “Elhamdülillâh” ise o nimete karşı kalben, lisanen ve fiilen teşekkür etmektir. Bu ikisi, ayette emredilen “şükrün” ta kendisidir ve nimetin devamının (artırılmasının) yegâne vesilesidir.
Netice
“Dördüncü Hakikat,” kâinat kitabını bir tefekkür ve nazar dersi olarak okur. Varlıkların sadece var olmalarını değil, aynı zamanda “nasıl” var olduklarını (beraber, benzer, yardımlaşarak, nizam içinde) tahlil eder. Bu tahlil neticesinde, bütün bu fiillerin tek bir Fâil’e, bütün bu sanatların tek bir Sâni’e, bütün bu rızıkların tek bir Rezzâk’a ait olduğu “bedahet derecesinde” isbat edilir. Bu metin, imanı taklitten (körü körüne inanma) tahkike (araştırarak, delillerle inanma) çıkaran mühim bir tefekkür usûlü sunmaktadır.
Beşinci Hakikat:
Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taallûk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümûlleri, ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber, zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihâta etmeleri, elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki, bu kâinatın Sânii ve Müdebbiri ve bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi ve bu sarayın Sahibi ve Bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve nazîri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz. Aczi ve kusuru yoktur.
Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.
Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz’î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadîr-i Mutlaktan ve bir Hakîm-i Mutlaktan başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.
Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverâne intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârâne çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlûkat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın Hâlıkı ve Müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.
Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lâmbası birdir ve rûznâmeli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himâyetli tarlası birdir. Bir, bir, bir¦tâ bin birler kadar… Elbette, bu bir birler bedahetle şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sânii ve Sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlarına çalıştırıyor.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet gibi şe’nler ve tasvir ve tedvir ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle şehadet eder ki, o ihatalı isimlerin müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümûllü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. âmennâ ve saddaknâ.
Hem madem masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlûkattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin herbiri bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki, o unsurlar müştemilâtıyla ve o neviler efradıyla birtek Zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîrin masnuları ve hizmetkârlarıdır ki, o koca istilâcı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Hüdâ, nur ile tahrir eylemiş.
Hem bil ki:
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud,
Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd.
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud.
Hem dinle:
Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor ve Yâ Hak, Yâ Hay diye haykırıyorlar.
Neam, diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.
***********
BEŞİNCİ HAKİKAT’İN İZAH VE TAHLİLİ
Bu hakikat, Vahdâniyet’in (Allah’ın birliğinin) isbatını dört temel delil üzerine bina eder:
• Kâinattaki Mükemmel Nizam (İntizam-ı Ekmel).
• İdare ve Tedbirdeki Birlik (Misafirhane-i Dünya Temsili).
• İsimlerin (Esmâ) ve Fiillerin (Ef’âl) Birliği ve Birlikteliği.
• Temel Maddelerin (Anâsır) ve Canlı Türlerinin (Neviler) Birliği.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Metindeki Esas Mefhumlar)
• İntizam-ı Ekmel: Kusursuz, noksansız ve mükemmel düzen. Kâinattaki her şeyin, galaksilerden atom altı parçacıklara kadar, bir gaye ve hikmetle, şaşmaz bir mizan (ölçü) ile yerleştirilmesi.
• Tedvir ve İdare: Bir memleketin sultanı gibi, kâinatın sevk ve idaresi, her mevcudun ihtiyacının görülmesi ve işlerinin yürütülmesi.
• Vâhid ve Ehad: Her ikisi de Allah’ın birliğini ifade eder. Vâhid (Bir), Allah’ın sıfatlarında ve fiillerinde şeriki (ortağı) olmadığını, kâinatın idaresinde O’ndan başka Fâil (iş gören) bulunmadığını ifade eder (bütün kâinatın aynı idare altında olması). Ehad (Tek), Allah’ın Zât’ında bir olduğunu, cüzlere (parçalara) ve kısımlara ayrılmaktan münezzeh (uzak) olduğunu ifade eder (her bir mevcudun bizzat O’nun eseri olması).
• Bedahetle ve Zaruretle: Delile ihtiyaç duyulmayacak kadar apaçık ve zihnen kabul edilmesi zorunlu olan.
• Mazhar ve Münfail: Mevcudatın (varlıkların) kendi başlarına “Fâil” (yaratıcı, işi yapan) olmadıklarını; bilakis, Allah’ın isimlerinin tecellisine “mazhar” (görünme yeri) ve O’nun kudretinin tesiriyle “münfail” (etkilenen, o fiili kabul eden) olduklarını ifade eder.
2. Metnin Şerhi ve İzahı
Metin, bir “yolcunun” kâinata nazar ederek (bakarak) elde ettiği müşahedeleri aktarır. Bu yolcunun nazarında kâinat, Sanatkâr’ını gösteren delillerle doludur.
Birinci Esas: İntizam-ı Ekmel ve Vahdet (Mükemmel Düzen ve Birlik)
Metin, kâinatın bütününde (“mecmuunda”), temel unsurlarında (“erkânında”) ve en küçük parçasında (“eczasında”) mükemmel bir nizamın varlığına dikkat çeker.
“Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.”
Bu cümle, delilin temelidir. Düzen, bir düzenleyiciyi (Nazzâm) gerektirir. Eğer birden fazla irade (ilah) işe karışsaydı, bu zıtlık ve kargaşaya (fesada) yol açardı. Arzın dönüşünden (“yevmî ve senevî devranı”), insanın simasındaki ahenkten, kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvarların) nizamlı hareketine kadar her seviyedeki bu şaşmaz düzen, tek bir Kadîr-i Mutlak (Mutlak Güç Sahibi) ve tek bir Hakîm-i Mutlak (Mutlak Hikmet Sahibi) tarafından yapıldığını “bedahetle” gösterir.
Mahlûkatın (yaratılmışların) bu nizama müdahalesi yoktur; onlar “yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.” Yani, Güneş yakmayı kendi seçmez, o Muhrik (yakan) ismine mazhardır; toprak yeşertmeyi kendi irade etmez, o Fâtır (yaratan) ismine münfail bir aynadır.
İkinci Esas: İdarede Vahdet (Misafirhane-i Dünya Temsili)
Bu kısım, kâinatın idaresindeki birliğe odaklanır. Dünya, bir “misafirhane” olarak tasvir edilir ve bu misafirhanenin temel ihtiyaçları tek bir merkezden karşılanır:
• “sobalı lâmbası birdir” (Güneş)
• “rûznâmeli kandili birdir” (Ay)
• “rahmetli süngeri birdir” (Bulutlar ve yağmur)
• “ateşli aşçısı birdir” (Güneşin harareti ve yerin altındaki ateş)
• “hayatlı şurubu birdir” (Su)
• “himâyetli tarlası birdir” (Toprak)
Bütün zîhayat (canlı) yolculara hizmet eden bu temel unsurların “bir” olması, yani her yerde aynı Güneş’in ısıtması, aynı suyun hayat vermesi, bu misafirhanenin Sahibinin de “birdir” olduğunu isbat eder. Bu Sahib, “gayet kerîm ve misafirperverdir.”
Üçüncü Esas: Esmâ (İsimler) ve Ef’âlin (Fiiller) Birliği
Bu delil, daha derûnî bir tevhidi gösterir. Kâinatta görünen fiiller (tasvir, tedvir, terbiye) ve bu fiillerin menşei olan isimler (Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî) her yerde “bir”dir ve “birbiri içinde”dir.
“…güya o isimler ve o fiiller ittihad edip (birleşip), kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.”
Misal olarak: Bir çiçeğin yaratılışında (fiil), o anda hem Musavvir (en güzel şekli veren), hem Rezzâk (rızkını hazırlayan), hem Muhyî (hayat veren), hem Hakîm (hikmetle donatan) isimleri aynı anda, aynı sistemle ve tam bir birlik içinde tecelli eder. Bir ismi diğerinden ayırmak mümkün değildir. Bu iç içe geçmişlik ve birlik, bu isimlerin sahibinin (Müsemmâ) ve bu fiillerin failinin (Fâil) “birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir” olduğunu zarurî kılar.
Dördüncü Esas: Anâsır (Unsurlar) ve Nevilerin (Türler) Birliği
Son delil, yaratılışın ham maddelerine ve neticelerine bakar:
• Anâsır (Elementler): “masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar” (oksijen, hidrojen, karbon vb.) tektir. Sahra’daki oksijen ile okyanustaki oksijen aynıdır. Bu tek tip unsurlar, bütün yeryüzünü (“zemini ihata ederler”) kaplar ve bütün canlıların hizmetinde “gayet itaatli bir hizmetçi” gibi çalışırlar.
• Neviler (Türler): Her bir tür (insan türü, kedi türü, buğday türü), kendine has bir birlik mührü (“vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan”) taşır. Hepsi “bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler” (yeryüzüne yayılırlar).
Bu unsurların ve türlerin, tek bir şablon ve mühürle her yerde bulunması, onların “birtek Zâtın malı, mülküdür” olduğunu ve O Vâhid-i Kadîr tarafından “gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam” edildiklerini gösterir.
3. Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı
Metinde ileri sürülen tevhid delilleri, Kur’an-ı Kerim’in kâinata nazar etme (bakma) ve tefekkür etme davetiyle tam bir uyum içindedir.
Müradif Kavramlar (İlgili Mefhumlar):
• Tevhid: Allah’ı birlemek. (Metnin ana gayesi)
• Vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu.
• Nizam ve Mizan: Kâinattaki mükemmel düzen ve ölçü. (Metnin “intizam-ı ekmel” dediği)
• Sünnetullah: Allah’ın kâinata koyduğu, değişmez tabiat kanunları. (Metnin “aynı isim ve aynı fiil” ile işaret ettiği)
• Tasarruf: Allah’ın mülkünde (kâinatta) dilediği gibi idare ve icraatta bulunması.
• Fıtrat: Yaratılış, varlığa kodlanan yapı.
• Tefekkür: Kâinattaki sanat ve nizam üzerinden Sanatkâr’ı (Sâni’) düşünmek. (Metnin “yolcu”sunun yaptığı eylem)
Konu ile İlgili Ayet-i Kerimeler (Meali İktibasları):
1. İntizam ve Nizamdaki Kusursuzluk (İntizam-ı Ekmel):
Metnin “kâinatın mecmuunda… bir intizam-ı ekmelin bulunması” ve “Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına” mısraına en muvafık ayetler:
$${“Gökleri yedi kat yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak! Bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”}$$
(Mülk, 67/3-4)
Bu ayetler, kâinatta “intizamsızlık” veya “kusur” (metindeki “muzlim nokta”) olmadığını, nazar edildikçe Sâni’in kemalinin görüleceğini belirtir.
2. Şirkin İmkânsızlığı ve İdarenin Birliği (Tedvirde Vahdet):
Metnin “intizam tam bir vahdettir… Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz” hakikatinin Kur’an’daki en net ifadesi:
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)
Bu ayet, “Beşinci Hakikat”in temel mantığını (birden fazla fail olsa nizam bozulur) Kur’anî bir delil ile teyit eder.
3. Yaratılışın Hikmeti ve Gaye (Hikmetperverâne İntizam):
Metin, bu nizamın “ilim ve hikmetle” ve “maslahatları gözeterek” yapıldığını vurgular. Bu, abesiyetsizliği (boş yere olmama) ifade eder:
$${“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”}$$
(Duhân, 44/38-39)
4. Kâinatın İdaresi ve Rabliğin Vahdeti (Tedvir ve Terbiye):
Metnin “bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi birdir” hükmü ile “misafirhane” temsilindeki idare birliği:
$${“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”}$$
(Fâtiha, 1/2)
$${“De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim hükmediyor? Diriyi ölüden kim çıkarıyor, ölüyü diriden kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?’ Onlar: ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’”}$$
(Yûnus, 10/31)
Bu ayet, metindeki “tedvir” (işleri yürütme) fiilinin tek bir Fâil’e (Allah’a) ait olduğunu ikrar ettirir.
4. Hülâsa ve Netice
“Beşinci Hakikat,” kâinatın her bir parçasının ve bütününün, lisan-ı hal (hal dili) ile “Lâilâhe İllallah” zikrini nasıl ilan ettiğini gösteren bir tefekkür dersidir.
Yolcu, bu hakikatten aldığı “feyz-i imanî” ile kâinat kitabına baktığında, kudret kaleminin nur ile yazdığı ayetleri okur. Anlar ki:
• “Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud”: Bu âlem kitabının sayfaları, sonsuz boyutlardır.
• “Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd”: Zamandaki hadiselerin satırları, sayısız eserlerdir.
• “Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud”: Âlemdeki her bir varlık, hakikat levh-i mahfuzunda yazılmış, manası olan, cisim giymiş bir kelimedir.
Netice olarak, bu nizamlı varlıkların hepsi, metnin sonunda ifade edildiği gibi, “Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor” ve “Yâ Hak, Yâ Hay” diye haykırıyor. Bu sesi duyan yolcunun nefsi dahi, kalbiyle beraber “Neam” (Evet) diyerek bu cihan şümul (evrensel) tevhidi tasdik eder.
Birinci Hakikat:
“Fettâhiyet” hakikatıdır.
Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.
Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; ve umum rû-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.
*****
1. Giriş: Fettâhiyet Hakikatı ve Vahdet Delili
“Fettâhiyet”, lügat manasıyla “açmak, fethetmek, kapalılığı gidermek, hüküm vermek” manalarına gelen “feth” kökünden türemiştir. Allah’ın Esma-i Hüsna’sından olan el-Fettâh (ٱلْفَتَّاحُ) ismi, her türlü kapalılığı açan, müşkilatları halleden, rızık kapılarını açan ve en mühimi, mahlukata varlık sahasında münasip suretler ve şekiller “açan” Zât demektir.
İktibas edilen metin, kâinattaki en hayret verici hadisenin, yani “feth-i suver”in (suretlerin açılmasının) nasıl olup da el-Fettâh isminin Vahdet’ine (birliğine) şaşmaz bir delil olduğunu izah eder.
2. Temel Kavramların Tahlili
Metnin daha iyi anlaşılabilmesi için temel kavramların izahı elzemdir:
• el-Fettâh (Müradifleri: el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir):
• el-Fettâh: “Açan.” Bu isim, yokluk karanlığını varlık nuruyla açar; basit, şekilsiz bir maddeyi (bir tohumu, bir nutfeyi) açarak içinden muntazam, sanatlı bir suret çıkarır.
• el-Hâlık: “Takdir eden, yaratan.” Henüz var olmayan bir şeyin nasıl olacağını, hangi ölçülerde var olacağını takdir edendir.
• el-Bâri’: “Yoktan var eden, inşa eden.” Takdir edileni, modele uygun şekilde, kusursuzca ve uyum içinde var edendir.
• el-Musavvir: “Suret ve şekil veren.” Varlığa getirdiğine, onu diğerlerinden ayıran hususi, mizanlı (ölçülü) ve müzeyyen (süslü) bir suret giydirendir.
• Fettâhiyet hakikatı, bu üç ismin (Hâlık, Bâri’, Musavvir) manasını da derûnî bir surette ihtiva eder.
• Feth-i Suver (Suretlerin Açılması):
Metnin merkezi tabiridir. Bu, iki manaya gelir:
• İcmalden Tafsile Geçiş: Bir çekirdek veya yumurta gibi “icmali” (özet, program) bir halde bulunan basit bir maddeden; ağaç, çiçek veya kuş gibi “tafsilatlı” (detaylı) bir suretin açılıp çıkarılmasıdır.
• Basit Maddeden Sanatlı Surete Geçiş: Toprak, su, hava gibi “basit” ve “unsurî” maddelerden; elma, kiraz, insan sureti gibi hadsiz derecede farklı ve sanatlı suretlerin yaratılmasıdır.
• Basit Bir Madde:
Bu tabir, sureti ve şekli olmayan, tek düze görünen hammaddeyi ifade eder. Misal: Bir damla su (nutfe) veya bir avuç toprak. Fettâhiyet tecellîsi, bu “bir” ve “basit” olan maddeden, “binlerce” farklı ve “muntazam” sureti açıp göstermesidir.
• İhata ve Şümul (Kapsamlılık):
Metnin vahdet delili olarak sunduğu kilit kavramdır. “Feth-i suver” fiili, kâinatın her köşesinde (her tarafta), her an (bir anda) ve hadsiz çeşitlilikte (ayrı ayrı, çeşit çeşit) icra edilmektedir. Bir fiilin, kâinatı bütünüyle ihata etmesi (kuşatması), o fiilin failinin de kâinatın tamamına hükmeden, her şeyi bir anda gören, bilen ve idare eden Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olmasını zaruri kılar. Eğer zerre kadar şirk (ortaklık) olsaydı, bu ihatada ve intizamda mutlaka karışıklık ve noksanlık olurdu.
3. Metnin Paragraf Paragraf İzahı
Paragraf 1 (Tanım):
“Fettâhiyet” hakikatıdır. Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Burada fiilin altı vasfı zikredilir:
• Kaynak: Fettâh isminin tecellîsi.
• Hammadde: Basit bir madde.
• Netice: Ayrı, çeşitli, hadsiz ve muntazam suretler.
• Zamanlama: Beraber ve bir anda.
• Mekân: Her tarafta.
• Keyfiyet: Bir fiil ile.
Bu altı vasıf, fiilin failinin Vahdet’ini (birliğini) ve Ehadiyet’ini (her bir şeydeki mührünü) isbat eder. Bir anda, her tarafta, basit bir şeyden bu kadar çok çeşidi hatasız yapmak, ancak her şeyi birlikte idare eden bir Zât’a mahsustur.
Paragraf 2 (Misaller):
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında… Fettâh ismiyle… açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata… suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
Metin, bu hakikati iki misal ile tasvir eder:
• Umum Kâinat (Makro Âlem): Galaksiler, yıldızlar, sistemler gibi “kâinat bağistanı”nın her bir çiçeği (mevcudatı), Fettâh ismiyle açılmıştır.
• Zemin Bahçesi (Mikro Âlem): Yeryüzü, bu tecellînin daha mucizeli bir sahasıdır. Zira “basit” bir toprak perdesi altında “dört yüz bin” (o günkü tesbitle, şimdi milyonlarca) farklı canlı türüne (enva-ı zîhayat), her birine hususi, “mevzune” (ölçülü), “müzeyyene” (süslü) ve “mümtâze” (seçkin) bir suret verilmektedir.
Paragraf 3 (Ayetlere Atıf ve Delil):
…âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır.
Metnin atıfta bulunduğu (-1- ve -2- diye işaretlenen) ayetler, hususan insanın “üç karanlık” içindeki yaratılışından bahseden Zümer Suresi 6. ayet ve insanın suret verilmesinden bahseden diğer ayetlerdir. (Bu ayetler aşağıda “Ayetler ve Müradifleri” bahsinde gelecektir.)
Paragraf 4 ve 5 (Delilin İzahı ve Netice):
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle… bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden… başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz.
…üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini… açmak ve yaratmak olan fettâhiyet… vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz.
Burada, modern bilimlerin (Botanik ve Zooloji) vardığı neticelerin, bu Fettâhiyet hakikatini tasdik ettiği belirtilir. Bir damla sudan (nutfe), “üç karanlık” (batın-rahim-meşîme) içinde, milyarlarca farklı insan suretini şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir ölçü ve sanatla “açmak” (yaratmak); ve aynı fiili yeryüzündeki bütün canlılara aynı anda tatbik etmek…
İşte bu “ihata” (kuşatıcılık), Vahdet’in (birliğin) isbatıdır. Zira bu fiil bölünme, parçalanma kabul etmez. Bir insanın suretini açan Zât, aynı anda güneşi idare eden, rızkı taksim eden Zât olmak zorundadır. Çünkü suret verilirken göz verilir, göz ise güneşi ister; mide verilir, mide rızkı ister. Bu, failin Kadîr-i Mutlak olduğunu gösterir ve şirkin (ortak koşmanın) imkânsızlığını isbat eder.
4. Konuyla İlgili Ayetler ve Müradifleri
Metnin ruhuna ve doğrudan atıflarına binaen, Fettâhiyet hakikatini tasvir eden ayetler:
1. el-Fettâh ve el-Musavvir İsimlerinin Tecellîsi (Metnin Atıf Yaptığı Ana Konu):
Metin, “üç karanlık içinde” suretlerin açılmasından bahseder. Bu, doğrudan Zümer Suresi’ne bir işarettir:
﴿خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقاً مِنْ بَعْدِ خَلْqٍ ف۪ي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ﴾
“O, sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan da eşini var etti. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra diğerine çevirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk yalnızca O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) döndürülüyorsunuz?”
(Zümer Suresi, 39/6 – Meali)
Bu ayet, Fettâh isminin, rahimlerdeki “feth-i suver” mucizesini net bir şekilde ortaya koyar.
2. el-Fettâh İsminin Doğrudan Zikri:
el-Fettâh ismi, mutlak adaletle hükmeden ve her türlü kapalılığı açan manasında kullanılır:
﴿قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ﴾
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), her şeyi bilendir.'”
(Sebe’ Suresi, 34/26 – Meali)
3. Suret Verme (Musavvir) ve Mükemmellik:
Metnin “suret-i mevzune ve müzeyyene” (ölçülü ve süslü suret) tabiri, doğrudan şu ayetlerin manasını yansıtır:
﴿خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ وَصَوَّرَكُمْ فَاَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ﴾
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Size şekil verdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş de ancak O’nadır.”
(Teğâbün Suresi, 64/3 – Meali)
Ve Fettâhiyet hakikatinin müradifi olan Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimlerinin bir arada zikredildiği ayet:
﴿هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَwِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴾
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Haşr Suresi, 59/24 – Meali)
4. Basit Maddeden Yaratılış:
Metindeki “basit bir madde” vurgusu, Kur’an-ı Kerim’in insanın “basit” bir sudan (nutfe) veya topraktan (tîn) yaratıldığına dair vurgularıyla aynıdır:
﴿اَلَمْ نَخْلُقْكُمْ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۙ ﴿٢٠﴾ فَجَعَلْنَاهُ ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۙ ﴿٢١﴾ اِلٰى قَدَرٍ مَعْلُومٍۙ ﴿٢٢﴾ فَقَدَرْنَا فَنِعْمَ الْقَادِرُونَ﴾
“Biz, sizi basit bir sudan yaratmadık mı? İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere (rahme) yerleştirdik. Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. Biz ne güzel biçim verenleriz!”
(Mürselât Suresi, 77/20-23 – Meali)
5. Hülasa ve Netice
İktibas edilen bu “Birinci Hakikat”, Fettâh isminin tecellîsinin, yani “suretleri açma” fiilinin, Vahdâniyet için nasıl müstesna bir delil olduğunu ortaya koyar.
Netice şudur:
• Fiildeki İhata: Yeryüzündeki milyonlarca türün milyarlarca ferdine, her an, her yerde, hatasız, karıştırmadan, mükemmel bir sanat ve ölçüyle suret vermek (feth-i suver), kâinatı bütünüyle kuşatan (ihata eden) bir fiildir.
• İhatadan Vahdete: İhata etmek ise “vahdet”i (birliği) gerektirir. Eğer birden fazla fail, ilah veya “tabiat” gibi şuursuz vasıtalar işe karışsaydı, bu mutlak intizam, sanat ve ihata mümkün olmaz, her şey kaos ve kargaşaya dönerdi.
• Delilin Kuvveti: Bu sebeple “feth-i suver” hakikatı, “tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi”dir. Her bir çiçek, her bir böcek, her bir insan siması, el-Fettâh, el-Musavvir olan Allah’ın Vahdet mührünü taşır.
Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İkinci Hakikat:
Rahmâniyet hakikatıdır
Yani, gözümüzle görüyoruz: Birisi var ki, bize, zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş; ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen yapmış; ve zemini, devr-i senevîsinde, bir ticaret gemisi hükmünde, her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir, bizi gayet rahîmâne beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.
Evet, âyet-i Hasbiyeye dair olan Dördüncü Şuâda izah ve ispat edildiği gibi, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır.
Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.
Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleriyle hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.
Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki, âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.
Ve öyle bir iman hidâyet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.
Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.
İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet¦elbette o rahmet vâhidiyet içinde ehadiyetin cilvesidir.
Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesiyle vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf herbir şey dahi, kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan, elbette o ihatalı ziyayı gören adam “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla herşeyin yanındadır ve herşeyin âyine-i kalbindedir diye bilir.
Aynen öyle de, Rahmân-ı Zülcemalin geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihâtası o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi herşeyde, hususan herbir zîhayatta ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmân’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmân’ın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu ispat eder.
Evet, nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ herbir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zât, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.
Aynen öyle de, Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.
Elhâsıl, nasıl ki ihatalı olan fettâhiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de, herşeyi ihâta eden Rahmâniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
************
1. Giriş: Rahmâniyet Hakikati’nin Merkeziyeti
Metin, bir yolcunun (âlemi tefekkürle gezen bir seyyahın) nazarında, kâinatın en parlak hakikatinin “Rahmâniyet” olduğunu tesbit etmesiyle başlar. Rahmâniyet, Allah’ın “Rahmân” isminin tecellîsidir. Bu isim, O’nun bu dünyada mü’min-kâfir, zîhayat-cansız ayırt etmeksizin bütün mahlûkatı kuşatan, rızıklandıran ve idare eden cihan şümul (evrensel) merhametini ifade eder.
Metnin ana gayesi, bu ihâtalı (kuşatıcı) merhametin, perdesiz bir şekilde hem Vâhidiyet’i (bütün kâinatın tek bir İdareciye ait olduğunu) hem de Ehadiyet’i (o tek İdarecinin, bölünmeksizin, bizzat her bir şeyin yanında hazır ve nâzır olduğunu) nasıl gösterdiğini ortaya koymaktır.
2. Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifler ve Alakalı Mefhumlar)
• Rahmâniyet: “Rahmân” isminden gelir. Bu, “Rahîm” isminden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Rahmâniyet, varlık sahasına çıkan her şeye şâmil olan merhamettir. Rızkın verilmesi, hayatın bahşedilmesi, tabiatın nizamı bu ismin tecellîsidir.
• Rahîmiyet: Genellikle “Rahîm” ismiyle bağlantılı olup, daha hususî, daha şefkatli ve ekseriyetle mü’minlere yönelik ebedî ve uhrevî merhameti ifade eder. Metin, zeminin içindeki kıymetli ihsanları “rahîmiyet ve hakîmiyetin” mahzeni olarak tasvir eder.
• Vâhidiyet (Birlik): Cenâb-ı Hakk’ın birliğini, isim ve sıfatlarının bütün kâinatı bir bütün olarak kuşatması cihetiyle ifade eder. Kâinata bir bütün olarak nazar edildiğinde, her yerde aynı nizamın, aynı idarenin ve aynı merhametin hâkim olması, Sâni’in (Sanatkâr’ın) vâhid (bir) olduğunu gösterir. Güneşin bütün yeryüzünü aydınlatması gibidir.
• Ehadiyet (Teklik): Cenâb-ı Hakk’ın Zât olarak birliğini ve tekliğini ifade eder. O’nun, kâinatın bütünüyle meşgul olurken, her bir fertle bizzat, vasıtasız ve bölünmeksizin meşgul olmasıdır. O’nun Zâtı her şeyin yanında hazırdır. Güneşin, bütün yeryüzünü aydınlatırken aynı anda her bir parlak zerrede ve su katresinde aksiyle, ısısıyla ve yedi rengiyle bulunması gibidir.
• Ziyafetgâh: İçinde ziyafet verilen yer, mükellef bir sofra. Metin, dünyayı Rahmân’ın bir ziyafetgâhı olarak tasvir eder.
• Cilve: Yansıma, tecellî, görünüm.
• Bedahet: Apaçıklık, delile ihtiyaç duymayacak derecede âşikâr olma.
3. Metnin Şerhi ve Tahlili
Metin, Rahmâniyet hakikatini iki ana açıdan ele alır:
A. Rahmetin Umûmî Tecellîsi (Vâhidiyet’in İsbatı)
Metin, Vâhidiyet’in isbatı için kâinatın geneline, yani âfâkî (dışsal) delillere nazar ettirir:
• Zemin Yüzü (Ziyafetgâh): Yeryüzü, “rahmetin binlerle hediyeleriyle” donatılmış bir “ziyafetgâh” ve “sofra” olarak tasvir edilir. Bu sofrada “yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamlar” dizilmiştir. Bu umûmî ziyafet, tek bir Kerîm Zât’ın (Rahmân’ın) eseridir.
• Zemin İçi (Mahzen): Yerin altı, “rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen”dir. Madenler, sular, tohumların muhafazası bu mahzenin hediyeleridir.
• Zeminin Hareketi (Ticaret Gemisi): Dünyanın mevsimler ve senevî devirleri, “âlem-i gaybdan” rızıkları getiren bir “ticaret gemisi” veya “şimendifer” (tren) olarak tasvir edilir. “Her bahar” bu geminin/trenin “erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagonu” hükmündedir.
Bu üç tasvir, bütün yeryüzünde, bütün canlıları (zîhayatları) besleyen, giydiren ve idare eden bu ihâtalı (kuşatıcı) fiilin, ancak Vâhid (Bir) olan bir Zât tarafından yapılabileceğini gösterir. Bu devasa ziyafetgâhı idare etmeye ve bu gemiyi gayb âleminden göndermeye birden fazla ilahın gücü yetmez ve müdahalesi olamaz; olsa, nizam bozulurdu.
B. Rahmetin Husûsî Tecellîsi (Ehadiyet’in İsbatı)
Metin, Vâhidiyet’i âfâkta (dış âlemde) gösterdikten sonra, Ehadiyet’in isbatı için enfüsî (iç) delile, yani bizzat insanın yapısına (fıtratına) odaklanır. Rahmân, sadece nimetleri yaratmakla kalmamış, o nimetlerden istifade edecek cihazları da insana vermiştir:
• Mide: “Hadsiz taamlardan lezzet alır.”
• Hayat: “Duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.”
• İnsaniyet (Akıl ve Kalb): “Hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.”
• İslâmiyet: “Âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.”
• İman: “Dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.”
İnsanın fıtratına dercedilen bu “yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler”, kâinattaki o ziyafete tam bir karşılıktır. Kâinat bir saray ise, anahtarlar insanın eline verilmiştir.
İşte bu nokta, Ehadiyet’in delilidir: Bütün kâinatı yaratan Zât, aynı anda her bir insanın midesini, kalbini, aklını ve hislerini de o kâinata uygun şekilde yaratmıştır. Bütün nimetlerin nümunelerini o tek fertte toplamıştır. Bu, O Zât’ın bizzat (ehadiyet cilvesiyle) her bir ferdin yanında hazır olduğunu, onun her bir cihazatını tanzim ettiğini gösterir.
4. Temsillerin İzahı
Metin, bu derin hakikati (Vâhidiyet içinde Ehadiyet) iki kuvvetli temsil ile akla yaklaştırır:
A. Güneş Temsili
• Vâhidiyet Misali: Güneşin ziyasının (ışığının) “mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi” (karşısındaki bütün eşyayı kaplaması), güneşin bir (vâhid) olduğunu gösterir. Yeryüzünü kaplayan bu tek ışıktan, “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” hükmü çıkar.
• Ehadiyet Misali: Aynı güneşin, “parlak ve şeffaf herbir şey dahi” (mesela su katreleri) içinde, o şeyin kabiliyetine göre “hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini” göstermesi, güneşin ehadiyetini (bizzat sıfatlarıyla her şeyin yanında olduğunu) gösterir.
• Hakikate Tatbiki: Aynen öyle de, Rahmân’ın rahmetinin bütün kâinatı bir ziyafetgâh gibi kuşatması (ihâtası), O’nun Vâhidiyet’ini (Birliğini) gösterir. Aynı rahmetin ve Rahmân’ın ekser isimlerinin her bir zîhayatta, bilhassa insanda temerküz etmesi (toplanması), O’nun Ehadiyet’ini (her şeyin yanında bizzat hazır olduğunu) isbat eder.
B. Kavun Çekirdeği Temsili
• Misal: Bir kavunun “herbir çekirdeğinde” o kavunun bütün hususiyetlerinin programı (DNA’sı) temerküz etmiştir.
• Hüküm: O çekirdeği yapan Zât, ancak o kavunun tamamını yapan Zât olabilir. Başka hiçbir şey, o çekirdeği o kavundan “sağamaz, toplayamaz.”
• Hakikate Tatbiki: Kâinat bir ağaç, zemin (dünya) bir meyve (kavun) ve insan (veya her bir zîhayat) o meyvenin çekirdeği hükmündedir.
• Netice: En küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi (onu terbiye edip besleyeni), ancak bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı ve Rabbi olabilir. Tek bir çekirdeği (insanı) yaratmak, bütün bir ağacı (kâinatı) yaratmak kadar kudret ister ve aynı Zât’a ait olduğunu gösterir.
5. Konunun Ayetler ile Bağlantısı
Metinde izah edilen Rahmâniyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet hakikatleri, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinin tefsiri mahiyetindedir.
• Rahmetin İhatası (Kuşatıcılığı – Vâhidiyet):
• A’râf Sûresi, 7:156: “…(Allah şöyle buyurdu:) “Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.””
• İzah: Metnin “herşeyi kaplamış bir rahmet” olarak bahsettiği hakikat, bu ayette “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” ifadesiyle teyit edilir.
• Zeminin Ziyafetgâh ve Mahzen Olması (Rahmâniyet):
• Mülk Sûresi, 67:15: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.”
• Bakara Sûresi, 2:22: “O, yeryüzünü sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
• İzah: Bu ayetler, metindeki “ziyafetgâh”, “sofra” ve “mahzen” tasvirlerinin Kur’ânî temelidir.
• Her Canlının Rızkının Verilmesi (Ehadiyet ve Vahdet):
• Hûd Sûresi, 11:6: “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”
• İzah: Bu ayet, metnin “hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle” ifade ettiği hakikati tam olarak karşılar. “Bütün canlıların rızkı” Vâhidiyet’i, her birinin “yurdunu” ve “durduğu yeri” bilmesi ise Ehadiyet’i (tek tek her şeye ilminin ve kudretinin yetişmesini) gösterir.
• İnsanın Hususî Yaratılışı (Ehadiyet’in Tecellîsi):
• Zâriyât Sûresi, 51:21: “Kendi içinizde de (nice deliller) vardır. Hâlâ görmez misiniz?”
• İzah: Metnin, mide, hayat, akıl, kalb, iman gibi insana verilen binlerce cihazdan bahsetmesi, bu ayetin işaret ettiği “kendi içinizdeki delillerin” bir tefsiridir. Bu derûnî cihazlar, Rahmân’ın Ehadiyet cilvesinin en parlak âyineleridir.
Netice
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu kısım, “Fettâhiyet” (her şeye muntazam suretini açan) hakikati gibi, “Rahmâniyet” hakikatinin de Tevhid’in en parlak bir bürhanı olduğunu isbat eder.
• Rahmetin ihâtası (bütün kâinatı kuşatması), nizamı ve umûmîliği Vahdet’i (Birliği) gösterir.
• Rahmetin temerküzü (her bir fertte hususî olarak toplanması, hiçbirinin unutulmaması, her birine kâinatın anahtarlarını verecek cihazların takılması) ise Ehadiyet’i (Tekliği ve her şeyle bizzat meşgul olmayı) gösterir.
Böylece, en küçük bir canlının rızkını veren ve onu besleyen Zât, ancak bütün kâinatın rızık ve idare gemisini yürüten Zât olabilir. Bu ise, şirke (ortak koşmaya) hiçbir açı bırakmayan, bedahet derecesinde parlak bir Tevhid dersidir.
Üçüncü Hakikat:
Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.
Yani, gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semâviyeyi ve gayet istilâcı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli mahlûkat-ı arziyeyi kemâl-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârâne idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatıdır.
İşte bu cebbârâne ve Rahmânâne idarenin büyük dâirelerini bırakıp yalnız, baharda, zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sayfa ve safhasını, Risaletü’n-Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsille göstereceğiz. Şöyle ki:
Meselâ ve faraza, harika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem talimat, hem terhisatlarını, hem hidematlarını birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan, kemâl-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizâtlı kumandan verse, elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o harika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa, muvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki, bir dest-i gaybî her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre nümune olan baharda haşr-i âzamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemâl-i intizamla inşa edip, hattâ birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envâa bâliğ olan ordu-yu Sübhânînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silâhlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemâl-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdâniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sayfasında, kalem-i kaderle yazar.
Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sayfasını okuduktan sonra, nefsine dedi ki:
Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garip binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazât için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini, umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’ân’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbârın, bir Kahhâr-ı Zülcelâlin o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâp edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “âmenna” dedi.
***********
“Üçüncü Hakikat: Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” başlıklı bu mühim parça, Risale-i Nur Külliyatı’nın temel rüknü olan Tevhid ve Haşir hakikatlerini, kâinatın idaresindeki nizam ve intizam delilleriyle isbat eden son derece hikmetli bir bahistir.
Bu hakikat, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Müdebbir” (Bütün işleri tedbir edip idare eden) ism-i şerifinin kâinattaki cihan şümul tecellîsini nazarımıza sunmaktadır.
1. Hakikatin Mâhiyeti: Müdebbiriyet ve İdare
Metnin “Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” diye başlaması, varlığın temelinde bir “Tedbir” ve “İdare” elinin bulunduğunu, hiçbir şeyin başıboş (abes) veya tesadüfün oyuncağı olmadığını beyan eder.
Müradif ve Alakalı Mefhumlar:
• Tedbir (Müdebbiriyet): Her şeyin akıbetini, neticesini ve hikmetini görerek, ona göre en münasip vaziyeti ve cihazatı takdir etmektir. Kâinatta zerrelerden yıldızlara kadar her şey, bu tedbir ile hareket eder.
• İdare: Tedbiri icra etmek, nizamı muhafaza etmek, her mahlûka vazifesini yaptırmak ve ihtiyaçlarını (levazımatını) vaktinde vermektir.
• Rububiyet: Bu idare ve tedbirin en mühim tecellîsidir. Rab, terbiye eden, besleyen, idare eden demektir. Kâinatın idaresi, O’nun Rububiyetinin (Rabliğinin) saltanatını gösterir.
• Hakîmiyet: Bu idarenin hikmetle yapılmasıdır. Hiçbir işte abesiyet (boşluk, manasızlık) yoktur.
• Nizam ve İntizam: İdarenin en zahirî meyvesidir.
• Muvazene: İdarenin adaletini ve hassasiyetini gösterir. Kâinattaki ekolojik, fizikî ve kimyevî denge bu muvazenedendir.
Metin, bu cihan şümul idareyi üç sahada tasvir etmektedir:
• Ecram-ı Semâviye (Gök Cisimleri): “Dehşetli ve sür’atli” olmalarına rağmen (milyarlarca tonluk kütlelerin saniyede binlerce kilometre hızla hareketi), “kemâl-i intizam ve muvazene” ile idare edilmeleri. Birbirlerine çarpmazlar, yörüngelerinden (medar) sapmazlar. Bu, tesadüfün ve kör kuvvetin değil, sonsuz bir Kudret ve Hikmet’in idaresini isbat eder.
• Ayet :
$$“Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”}$$
(Yâsîn, 36/40)
• Ayet :
$${“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”}$$
(Mülk, 67/3)
• Unsurlar (Elementler): “İstilâcı ve karıştırıcı” (ateşin yakması, suyun boğması, havanın fırtınaya dönüşmesi) yapıda olmalarına rağmen, “imtizaçkârâne” (birbiriyle uyumlu ve karışık) idare edilmeleri. O zıt unsurlar, hayatın devamı için “muavenettar” (yardımcı) kılınmıştır. Toprak, su, hava ve ateş; hayatın hizmetkârı olmuştur.
• Mahlûkat-ı Arziye (Yeryüzü Mahlukları): “Gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli” olmalarına rağmen, bütün “tedbirlerini görmek” suretiyle idare edilmeleri. En âciz mahlûkun dahi rızkı ve cihazatı unutulmaz.
• Ayet :
$${“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”}$$
(Hûd, 11/6)
Bu idare, kâinatı “mükemmel bir memleket, muhteşem bir şehir, müzeyyen bir saray” hükmüne getirir ki, bu da bir Sâni-i Hakîm’i ve Müdebbir-i Küll’ü âşikâre gösterir.
2. Temsil: Cihangir Kumandan ve Dört Yüz Bin Milletli Ordu
Bu dehşetli hakikati akla yaklaştırmak için “cihangir bir zat” temsili getirilir. Bu temsildeki kilit noktalar şunlardır:
• Kesret ve Çeşitlilik: Dört yüz bin ayrı ayrı milletten bir ordu.
• İhtiyaçların Farklılığı: Her milletin elbisesi, silahı, yemeği, talimatı, terhisatı birbirinden ayrı ayrı.
• İdarenin Mükemmeliyeti: Bu muhtelif cihazatın noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan verilmesi.
• Netice: Bu idareye, o kumandanın “fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz.” Eğer uzatsa (yani şirk olsa), “muvazeneyi bozar ve karıştırır.”
Bu temsil, kâinattaki idarenin Vahdâniyet’e (Birliğe) olan delâletini vurgular. Nasıl ki bir orduyu ancak bir kumandan idare edebilir; iki kumandan olsa nizam bozulur. Aynen öyle de, zerrelerden yıldızlara kadar bu mükemmel idare, Müdebbir’in (Allah’ın) Bir olduğunu, ortağı (şeriki) olmadığını isbat eder.
• Ayet :
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)
3. Tatbik: Bahar Mevsimi ve Dört Yüz Bin Nev’in İdaresi
Bu temsilin kâinattaki tatbiki, yani hakikatin bizzat kendisi, her bahar mevsiminde gözümüzün önünde cereyan eder.
• Ordu-yu Sübhânî: Baharda icad edilen “dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep” (bitki ve hayvan türleri) ordu.
• İdare-i Rabbâniye: Temsildeki kumandanın idaresinden sonsuz derece daha mükemmel bir idare. Her bir nevi (tür), hatta her bir ferdin (bireyin) bütün levazımatı (rızık, silah, libas, talim, terhis) “kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine” verilir.
Bu bahar safhası, Allah’ın şu vasıflarını isbat eden canlı bir fermandır:
• Kemâl-i Rububiyet (Kusursuz Terbiye ve İdare)
• Hâkimiyet ve Hikmet
• Vahdâniyet, Ehadiyet, Ferdiyet (Birliği, Tekliği)
• Nihayetsiz İktidar ve Hadsiz Rahmet
4. Netice: Müdebbiriyet Hakikatinden Haşir Hakikatine Geçiş
Metnin ulaştığı zirve noktası, bu “Müdebbiriyet Hakikati”nin, aynı zamanda “Haşir (Diriliş) Hakikati”nin en parlak isbatı olduğudur.
İstidlâl (Delil Çıkarma) Şöyledir:
• Güz (Sonbahar) Kıyameti: Güz mevsiminde, o dört yüz bin neviden üç yüz bininin (hususan nebatat ve haşeratın) “vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edilmesi,” küçük bir kıyamet nümunesidir.
• Bahar (İlkbahar) Haşri: Baharda o ölmüş, çürümüş köklerin ve tohumların aynısıyla (veya misliyle) yeniden diriltilmesi, “haşir ve neşre nümune”dir. Bu, “haşr-i âzamın üç yüz bin misalini” gözümüze gösteren bir mucizedir. Hatta bir ağacın her baharda yaprak, çiçek ve meyve vermesi, “dört küçük haşir” hükmündedir.
• Kudretin Mukayesesi: Gözümüzün önünde her baharda bu kadar harika, bu kadar girift, bu kadar sonsuz nevileri ve fertleri icad eden, idare eden ve dirilten bir Kudret…
• İnsanın Haşri: Bu Kudret’e nisbeten, sadece bir tek nev’ olan insanın, vefatından sonra tekrar diriltilmesi, bir baharı yaratmaktan “daha kolay”dır.
• Ayet :
$${“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”}$$
(Lokmân, 31/28)
• Ayet :
$${“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”}$$
(Rûm, 30/50)
Hüküm:
Seyyahın (yani hakikat yolcusunun) vardığı hüküm katîdir:
• Böyle bir Kudret Sahibi (Kadîr-i Cebbâr), kıyameti ve haşri yapacağını “umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdetmiş”tir.
• Kur’ân’da “bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd” etmiştir.
• Bu durumda “inkâr-ı haşir” (dirilişi inkâr etmek), sadece bir fikir hatası değil;
• Bütün bu vaadleri “tekzip” (yalanlamak),
• Her baharda görülen bu sonsuz “kudretini inkâr etmek” hükmündedir.
• Böylesine âşikâr bir hakikati ve sonsuz bir kudreti inkâr eden ve vaadlerini yalanlayanlara verilecek “cehennem azabı,” zulüm değil, “ayn-ı adalettir.”
Hülâsa (Özetle):
Kâinattaki “Müdebbiriyet ve İdare Hakikati,” varlıkların intizam ve muvazenesine bakarak, bir “Müdebbir-i Vâhid”in (Bir olan İdare Edici’nin) varlığını isbat eder. Bu idarenin her baharda “ölüm ve diriliş” şeklinde tecellî etmesi ise, o Müdebbir’in vaad ettiği “Haşr-i Ekber”in (Büyük Diriliş) vuku bulacağına dair en katî delildir.
Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat:
Olan Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet ve rezzâkıyet hakikatıdır.
Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.
Evet, -1- âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği gibi,
-2- âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı, hem -3- âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi, pek çok âyât-ı Kur’âniye ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil’ittifak herbir zîhayatın birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilâne dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsan edilir. Fakat, rızık ikidir.
Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.
Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak, iştah ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek, hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.
Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.
İsm-i Rahîm ve Rezzâkın cemallerini ve vahdâniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün’imâne veren, yalnız öyle bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.
Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdâniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.
Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîmin mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatının çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden hâlimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.
İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillâh, her yerde aradığım ve herşeyden sorduğum Hâlıkımın ve Mâlikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz. Dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sâir erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber, mecmuu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten taklitten tah-kike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmel-yakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblâğ ediyor. Elhamdülillâhi hâzâ min fadli Rabbî.
***********
Rahîmiyet ve Rezzâkıyet Hakikatinin İzahı
Bu mertebe, Cenâb-ı Hakk’ın er-Rahîm (merhameti her şeyi kuşatan) ve er-Rezzâk (bütün mahlukatın rızkını veren) isimlerinin kâinattaki cihanşümul (evrensel) tecellîlerini müşahede etmektir. Bu müşahede, zerrelerden güneşlere kadar her şeyin O’nun merhamet elinden ve kudret hazinesinden beslendiğini idrak etmektir.
1. Rezzâkıyetin Küllî Tecellîsi: Zayıf ve Âcizlerin İmdadı
Metnin başında dikkat çekildiği gibi, Rezzâkıyet hakikatinin en parlak delili, en âciz ve zayıf olanlara, en umulmadık yerlerden rızkın yetiştirilmesidir.
• Kuru Toprak ve Câmid Odunlar: Basit, kuru bir topraktan ve kemik gibi cansız odun parçalarından (ağaçlardan) binlerce çeşit lezzetli, renkli, kokulu ve şifalı rızıkların (meyve ve sebzelerin) çıkarılması, tesadüfün ve kör esbabın (sebeplerin) işi olamaz. Bu, ancak sonsuz bir ilim, irade, kudret ve merhamet sahibinin fiilidir.
• Kan ve Fışkı Arasından Gelen Lâtif Rızık: En lâtif, en temiz ve en muvafık gıda olan sütün, hayvanın bedeninde kan ve fışkı gibi iki necis madde arasından safi, temiz ve berrak bir surette yavrulara gönderilmesi, Rahîm-i Zülcemâl’in şefkatinin en âşikâr bir tecellîsidir.
• Hiçbirini Unutmamak: Zemin yüzündeki, denizlerin dibindeki, havadaki sayısız zîhayatın hiçbirini unutmayarak, karıştırmayarak, tam vaktinde ve münasip bir surette rızıklarını veren bir “Dest-i Gaybî” (gizli el), Rezzâk-ı Hakikî’nin varlığını ve birliğini güneş gibi ispat eder.
2. Kur’ânî Temeller ve Rabbânî Taahhüd
Metinde işaret edilen üç ayet-i kerime, bu hakikatin temelini ve Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki taahhüdünü sarahaten beyan eder:
• Ayet -1- (Rızkı Hasretme): Metnin “iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
(Zâriyât, 51:58 – Meali)
Bu ayet, hasr (sınırlama) ifade eder. Rızkı veren, “er-Rezzâk” olan yalnızca Allah’tır. Sebepler (insanın çalışması, bulut, toprak vs.) sadece birer perdedir. Rızkı yaratan ve gönderen sebepler değil, Müsebbibü’l-Esbab olan Allah’tır.
• Ayet -2- (Küllî Taahhüd): Metnin “bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların nerede duracaklarını ve nerede emanet edileceklerini bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Hûd, 11:6 – Meali)
Bu ayet, “taahhüd-ü Rabbânî”nin (Allah’ın üzerine almasının) ne kadar küllî ve şümullü olduğunu gösterir. Karada, denizde, havada bilinen ve bilinmeyen ne kadar “dâbbe” (canlı) varsa, istisnasız hepsinin rızkı “alellah” (Allah’ın üzerinedir).
• Ayet -3- (Âcizlerin Rızkı): Metnin “rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden… vermekle” işaret ettiği ayet:
“Nice canlılar var ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(Ankebût, 29:60 – Meali)
Bu ayet, rızık ve iktidar arasındaki zıt (ters) münasebetin Kur’ânî delilidir. Rızkını tedarik edemeyen (lâ tahmilü rizqahâ) en âciz mahlukların (deniz dibindeki böceklerin, anne karnındaki ceninin, yeni doğmuş yavruların) rızkı, mükemmel bir surette verilir. Bu durum, rızkın iktidar ve kuvvetle değil, Rahmet ve Şefkat ile gönderildiğini ispat eder.
3. Rızık, İktidar, Hırs ve Tevekkül
Metin, rızık bahsindeki en mühim bir yanılgıyı düzeltir: Rızkın, kişinin kendi iktidarı, zekâveti ve çalışmasıyla elde edildiği zannı.
• Ters Münasebet: “Helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir.” Bu, çok mühim bir sırdır.
• Ağaçlar: İktidarsız ve ihtiyarsızdır, yerlerinde “mütevekkilâne” dururlar; rızıkları (su, hava, gıda) onlara koşup gelir.
• Yavrular: Acz-i mutlaktadırlar; en lâtif rızık olan süt, “hayret-nümun tulumbacıklardan” (validelerin göğüslerinden) ağızlarına akıtılır. Yavru kedi, dünyaya gelir gelmez annesinin memelerine yönelir ve rızkı hazır bulur. Ne zaman ki o yavrulara “bir parça iktidar” gelir (avlanmaya başlarlar), o memelerden süt kesilir.
• Hırs (Açgözlülük) Sebeb-i Hüsrandır: Hırs, Rezzâk-ı Hakikî’nin taahhüdüne karşı bir nevi ittiham (suçlama) ve merhametine karşı bir hürmetsizliktir. Bu sebeple hırs, mahrumiyete sebeptir. Metnin dediği gibi, zekâvetine güvenip hırsla dünyaya saldıran nice edipler “dilenciliğe” düşerken; iktidarsızlığını bilip tevekkül eden nice “kaba, çok âmî adamlar” zenginliğe ulaşmıştır.
• Netice: Rızk-ı helâl, kuvvetle kazanılmaz; o, merhametle verilir, şefkatle ihsan edilir. Çalışmak (sa’y) ise, rızkı celp etmek için değil, Rezzâk-ı Kerîm’in âdetullah kanununa bir hürmet, bir fiilî dua ve bir ibadettir.
4. Rızkın İki Kısmı: Hakikî ve Mecazî
Bu ayrım, hayatı saadetle geçirmek için bir düsturdur:
• Rızk-ı Hakikî (Fıtrî): Hayatı idame ettirecek (yaşatacak) kadar olan zarurî rızıktır. Bu, “taahhüd-ü Rabbânî altındadır.” Cenâb-ı Hak, her zîhayatın bu rızkına kefildir. Hatta bedende depolanan yağlar dahi bu fıtrî rızka dahildir ki, insanı 20-30 gün yaşatabilir. Bu rızık bitmeden ölenler, rızıksızlıktan değil, “sû-i itiyattan” (kötü alışkanlıklardan) veya “terk-i âdetten” (düzenin bozulmasından) kaynaklanan bir hastalıktan ölürler.
• Rızk-ı Mecazî (Sun’î): İtiyat (alışkanlık, tiryakilik), israf ve sû-i istimâlât (kötüye kullanma) ile zaruret hükmüne geçen, aslında ihtiyaç dışı olan rızıklardır (örneğin lüks tüketim, sigara, gereksiz harcamalar). Bu kısım, “taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir.” Kâh verilir, kâh verilmez.
İnsanların rızık endişesiyle düştükleri sıkıntıların tamamı, bu ikinci kısım mecazî rızık yüzündendir. Bahtiyar odur ki, fıtrî rızka kanaat eder, mecazî rızkı da iktisat ile talep eder. Bedbaht odur ki, hırs ile mecazî rızkın peşinde koşar, sa’y-i helâli bırakır ve hayatını elemler içinde geçirir.
5. Mânevî Rızıklar ve Hilkatin Gayesi
Rızık sadece mideye mahsus değildir. İnsanın her bir âzâsı ve lâtifesi (duygusu) Rezzâk-ı Rahîm’den kendi rızkını ister:
• Göz: Manzaraları, güzellikleri (hüsün ve cemal) rızık olarak ister.
• Kulak: Sesleri, nağmeleri, manaları ister.
• Akıl: İlim ve hikmeti rızık olarak ister.
• Kalb ve Ruh: Mârifetullah (Allah’ı tanıma) ve Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile tatmin olur.
Bu lâtifeler, “hazine-i rahmetinin birer anahtarı” hükmündedir. Göz, kâinat yüzündeki cemal hazinelerinin anahtarıdır.
Cenâb-ı Hak, rızkı kâinatın en mühim bir gayesi kılmıştır. Çünkü rızkın neticesinde “daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişle” O’nun Rububiyetine mukabele edilir. Rızıktaki lezzet, şükre sevk eden bir davetiyedir.
Ayrıca rızıktaki “iştah ihtiyacı ve zevk-i rızkî,” mahlukatı atâletten (tembellikten) kurtaran “kuvvetli bir kamçı” olur. Bu kamçı ile hayvanlar ve insanlar rızık peşinde koşarak arzı şenlendirir.
6. Vahdet Delili: Bir Elmanın İspat Ettiği Hakikat
Metnin sonunda zikredilen “birtek elma” misali, Rezzâkıyetin Vahdet (Birlik) delilini tamamlar.
Bir elmayı hakikî rızık olarak yaratıp bir adama veren Zât, ancak şu vasıflara sahip olabilir:
• O elmanın tezgâhı olan mevsimleri (baharı, yazı) çeviren olmalıdır.
• O elmanın fabrikası olan ağacı yaratan olmalıdır.
• O elmanın bahçesi olan küre-i arzı bir sefine gibi döndüren olmalıdır.
• O elmanın terbiyegâhı olan güneşi, havayı, suyu, toprağı terbiye eden olmalıdır.
Çünkü o tek elmanın üzerindeki “sikke-i fıtrat” (yaratılış damgası), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i samediyet” (her şeyin O’na muhtaç olduğunu gösteren nişan), bütün elmalarda, bütün meyvelerde ve bütün mahlukatta aynıdır.
Demek, bir elmayı yaratamayan, kâinatı yaratamaz. Ve bir elmayı hakikî mâlikiyetle yaratan, elbette ve her halde bütün kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli olmak zorundadır.
Hülâsa:
Dünya yolcusunun müşahede ettiği bu Dördüncü Hakikat (Rahîmiyet ve Rezzâkıyet), imanımızı taklitten tahkike çıkarır. Etrafımızdaki her bir rızık tanesi, her bir meyve, ağızlara akan her bir damla süt; Rezzâk-ı Rahîm’in varlığına, birliğine, sonsuz merhametine ve şefkatine parlak birer delil ve sarsılmaz birer isbattır.
Dördüncü Şua
[Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.]
İHTAR: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede, “Birinci Mertebe” çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.
* * *
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.
Me’yusane başımı eğdim; birden
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.
Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Çünki onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlak’ın varlığı bilinmekle, şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev’-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisab ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem o şuur-u imaniyle ve intisab ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.
Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir.
Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın -ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum- onların mes’udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendim de hissedebilir gördüm. Çünki bir samimî dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ü ashabı olarak umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevkettim.
Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünki hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim başta pederlerim ve vâlidelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakikî’nin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve i’dam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imaniyle hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir vâlide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün şefkat ettiğim zâtların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatlarıyla zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resail-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhâssa Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdardır bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi isbat eden herbir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal’in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber “Hasbünallahü ve ni’melvekil, Onun bekası bize yeter” dedim.
Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzât ve sebebsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemal-i zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken; sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve beka feda edilmeğe lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla “Hasbünallahü ve ni’melvekil” diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasını arayan ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-u imanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem…”ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber dedim:
Dördüncü Şua, “Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye” İzahı
Metnin tamamı, bir “ihtar” ile başladığı üzere, müellifin “gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî” ve “gayet ruhlu bir muamele-i imanî” olarak vasıflandırdığı derûnî bir tecrübeye dayanır. Bu tecrübenin merkezinde, insanın fıtratına (yapısına) dercedilmiş olan “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı, kalıcı olma arzusu) bulunmaktadır.
1. Meselenin Teşhisi: Derûnî Sancı ve Fıtrî İhtiyaçlar
Bediüzzaman Hazretleri, beş çeşit gurbet ve beş nevi hastalık içinde, sıkıntıdan gelen bir gafletle doğrudan kalbine ve ruhuna nazar ettiğinde, kendisinde hükmeden beş temel ve sarsılmaz hakikat tesbit eder:
• Aşk-ı Beka: Şiddetli bir ebediyet aşkı.
• Muhabbet-i Vücud: Var olmaya karşı kuvvetli bir sevgi.
• İştiyak-ı Hayat: Hayata karşı büyük bir arzu.
• Hadsiz Acz: Sınırsız bir güçsüzlük.
• Nihayetsiz Fakr: Sonsuz bir muhtaçlık.
İnsanın derûnî yapısındaki bu en temel arzular (beka, vücud, hayat), tam zıddı olan “müdhiş bir fena” (korkunç bir yok oluş) tehdidi altındadır. Bu zıtlık, insan ruhunda “bir devasız dert” meydana getirir.
Bu halet, insanın en temel açmazıdır: Fıtratı ebediyeti ister, fakat zahirî hali ve kainatın işleyişi ona sürekli ölümü ve yok oluşu gösterir.
2. Kurtuluş Reçetesi: “Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl”
Tam bu me’yusiyet (ümitsizlik) anında, “حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ” ayeti (Âl-i İmrân, 173) imdada yetişir. Müellif, bu ayeti günde beş yüz defa okuyarak, bu zikrin nuruyla perdelerin kalktığını ve hakikatin inkişaf ettiğini belirtir.
Ayet-i Kerime ve Muradı:
Bu ayet-i kerime, Uhud Savaşı sonrası müminlerin içinde bulunduğu zor duruma işaret eder.
• (Âl-i İmrân, 3/173):
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”
Bu ayet, tam bir teslimiyetin, acz ve fakrın idrakinden sonra mutlak kudret ve gınâ (zenginlik) sahibi olan Allah’a sığınmanın ve O’nu vekil tayin etmenin zirvesidir. “Allah bize yeter” manası, insanın kendi aczini ve fakrını; “O ne güzel vekildir” manası ise, sığınılan Zat’ın mutlak kudretini ve her şeye kâfi geldiğini ilan eder.
3. Hakikatin İnkişafı: Aşkın Gerçek Yönünü Bulması
Müellif, “Hasbünallâh” zikrinin nuruyla şu hakikati hakkalyakîn (bizzat yaşayarak ve tadarak) zevk eder:
İnsandaki “aşk-ı beka,” insanın kendi fanî (geçici) zatına ve şahsî bekasına ait değildir. İnsanın fıtratı, “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi” olan Allah’a (Zât-ı Zülkemal’e) karşı fıtrî bir muhabbet duymak üzere programlanmıştır.
İnsanın mahiyeti (özü), Allah’ın bâki bir isminin “bir cilvesinin” ve “bir gölgesi” mesabesindedir. Fıtratımızdaki bu ebediyet aşkı, aslında o ismin sahibi olan Bâki-i Zülkemal’e aittir.
Ancak “gaflet yüzünden” bu muhabbet “yolunu şaşırmış,” asıl ve kaynak yerine “gölgeye yapışmış” ve “âyinenin bekasına âşık” olmuştur. Yani insan, Allah’ın ebedî güzelliğinin bir yansıması olan kendi hayatına ve varlığına âşık olmuştur.
“Hasbünallâh” zikri bu perdeyi kaldırır. İnsan anlar ki:
“Bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır.”
Bu, bir devrimdir. Kişi, kendi şahsî bekasını aramaktan vazgeçip, Allah’ın bekasına iman etmekle ve O’na intisab etmekle (bağlanmakla) hakikî bekayı bulur.
Müradif Ayetler (Fena ve Beka):
Bu manayı teyit eden ayetler, her şeyin fanî, yalnız Allah’ın Zat’ının bâki olduğunu vurgular:
• (Rahmân, 55/26-27):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
• (Kasas, 28/88):
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.”
4. Birinci Mertebenin Meyveleri (Dokuz “Hem…”)
Bu imanın ve intisabın (bağlantının) neticesinde elde edilen dokuz büyük manevî kazanç ve saadet, “Hem…” ile başlayan dokuz madde halinde sıralanır. Bu meyveler, başlangıçta zikredilen “aşk-ı beka, muhabbet-i vücud, iştiyak-ı hayat” gibi fıtrî arzuların nasıl tatmin olduğunu izah eder:
• Şahsî Beka: İnsanın mahiyeti, Allah’ın “bâki, sermedî bir isminin gölgesi” olur. Bu intisab ile “daha ölmez.” Fanî gölge, bâki asla bağlanarak ebedîleşir.
• Kemal Aşkının Tatmini: “Mahbub-u mutlak” (mutlak sevgili) olan Allah’ın varlığı bilinince, fıtrattaki “muhabbet-i zâtî” (zatî sevgi) tatmin olur.
• Mülke Mâlikiyet: Allah’a intisab, O’nun “umum mülküne bir münasebet” peyda eder. İman gözüyle bakan kişi, bütün kâinata “bir nevi mâlikiyet” nazarıyla bakar, fanî mülkü yerine bâki bir mülkten manen istifade eder.
• Vücudun Genişlemesi: Bu intisab ile “umum mevcudata bir alâka” kurulur. İnsan, “vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud” kazanır. Varlığa karşı olan fıtrî aşkı, kendi dar varlığı yerine, bütün mevcudatın varlığıyla teskin edilir.
• Ehl-i Kemal ile Uhuvvet: Bütün “ehl-i kemal” (peygamberler, evliyalar) ile bir kardeşlik bağı kurulur. Onların Allah’ın bekasıyla “mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını” bilmek, o şahsa “ulvî bir zevk” verir.
• Dostların Saadetiyle Saadetlenme: Başta Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) olmak üzere, bütün “sâdâtım ve ahbabım” dediği enbiya, evliya ve dostlarının “i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu” ve “saadet-i sermediyeye” mazhar olduklarını bilmekle, onların saadeti imana yansır (in’ikas eder) ve o kişiyi de saadetlendirir.
• Akraba Şefkatinin Tatmini: “Rikkat-i cinsiye” (insanlık şefkati) ve “şefkat-i akraba” (akraba şefkati) yüzünden gelen elemlerden kurtulur. Başta ebeveyni olmak üzere bütün akrabalarının, Allah’ın “nihayetsiz bir rahmet” himayesi altında yok olmaktan kurtulduğunu hissetmekle, cüz’î şefkatinin eleminden kurtulup, rahmetin tecellisiyle ferahlar.
• Hizmetin (Risale-i Nur’un) Bekası: Hayatının neticesi olan Risale-i Nur’un (veya herhangi bir salih amelin) zayi olmaktan, “faidesiz kalmasından” kurtulduğunu anlar. Allah bâki olduğu için, O’nun rızası dairesinde yapılan hizmetler de bâkileşir. Onlar sadece insanların hafızalarında değil, “Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek” bâki kalır.
• A’mal-i Sâlihanın Bekası: Bu fani hayatın “bâki meyveleri” olan iman ve “a’mal-i sâliha” (salih ameller), ebedî bir bekanın vesileleri olur. Bu dünyevî bekanın “kabuğunu” bırakıp, bâki meyveleri vermek için ölümü bir “çekirdek” gibi kabul eder.
5. Netice ve Hülâsa (Özet)
Müellif, bu tecrübenin sonunda anlar ki, fıtratındaki o şiddetli “aşk-ı beka,” aslında bizzat Allah’ın “Kemal-i Zâtı”na yöneliktir. Fakat “enaniyetin perde çekmesiyle” bu aşk yolunu şaşırmış, “mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş” (sevgilisini kaybetmiş, onun yansıdığı aynaya tapınmış) bir hale gelmiştir.
Bu “Hasbî” tefekkür, yani her şeyi Allah’a (Hasbünallâh’a) havale etmek, bu perdeyi yırtar. İnsan anlar ki, “O’nun bekası bize yeter.”
Metnin sonundaki Arapça ibare bu hakikatin bir özetidir:
“حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ”
(Beka cihetinde lezzet ve saadet olarak, O’nun benim Bâki İlahım olduğuna dair imanım, şuurum ve iz’anım (kesin kanaatim) bana kâfidir. Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir.)
İzahın Özeti
“Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye,” insanın fanî varlığına yönelttiği ebediyet aşkının (aşk-ı beka) bir aldanma olduğunu; bu aşkın hakikî sahibinin Bâki-i Zülkemal olan Allah olduğunu izah eder.
“Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl” ayeti, bu aldanma perdesini kaldıran bir nur ve anahtardır. Bu anahtarla insan, kendi fanî bekası için çırpınmayı bırakır. Bunun yerine, Allah’ın Bâki olduğuna iman eder ve O’na intisab eder (bağlanır).
Bu intisab neticesinde:
• Kendi varlığı, Bâki’ye bağlandığı için ebedîleşir.
• Bütün sevdikleri (ehl-i iman, akrabalar, dostlar), Allah’ın bekası ve rahmeti sayesinde ebedî yok oluştan kurtulur; onların saadetiyle saadet bulur.
• Yaptığı salih ameller ve hizmetler, Allah rızası için olduğundan, zayi olmayıp bâkileşir.
Böylece, başlangıçtaki “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı), “muhabbet-i vücud” (varlık sevgisi) ve “iştiyak-ı hayat” (hayat arzusu), fanî ve elemlerle dolu bir dünyadan, bâki ve saadet dolu bir âleme yönelmiş ve hakikî tatminini bulmuş olur.
İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı “Kâf-Nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.” Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.
Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki: “Sen memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerim’e mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.” Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur.” deyip mütevekkilane “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “of! of!”tan vazgeçtim, “oh! oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim; dedi ki: ”
حَسْبُنَا
daki
نَا
ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile kimler
حَسْبُنَا
yı söylüyorlar, dinle!” emretti.
Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesabsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil”in manasını yâdediyorlar ve yâda getiriyorlar ki; bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüzbin çeşitlerini ve hayvanların yüzbin tarzlarını, nebatatın yüzbin nev’ini, ağaçların yüzbin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkeder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.
Sonra
حَسْبُنَا
daki
نَا
da bulunan “ene”ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a’zâ ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü’minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musaggar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nev’ine talib bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatab yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem iman-ı tahkikîyi in’am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı. Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidad vermiş.
Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’aniyenin nassı ile- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi’ olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak bahasına saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i vereceğini kat’î bir surette çok tekrar ile va’d ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.
Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini “Fettah” ismiyle mahdud ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zât-ı Zülcelal Ve’l-ikram olan rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cennet’i ihsan ve saadet-i ebediyeyi halkedeceğini bu Âyet-i Hasbiye’den ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukat dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.
**********
Bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ (“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!”) ayet-i kerimesinin (Âl-i İmrân, 3/173) derûnî manalarına ve imanın hayata bakan cihetlerine dair bir tefekkür ve tefsir-i manevîdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu mertebelerde, insanın en temel iki zaafı olan hadsiz acz ve hadsiz fakr karşısında, imanın nasıl bir nokta-i istinad (dayanak noktası) ve nokta-i istimdad (yardım isteme noktası) teşkil ettiğini izah etmektedir.
Metnin Tahlili ve İzahı
Metnin ana fikri, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin, mü’minin iki temel ihtiyacına nasıl kâfi geldiğini göstermektir:
• İkinci Mertebe: İnsanın hadsiz aczine karşı bir $nokta-i istinad$ (Kudret-i İlâhiyeye dayanma) ve hadsiz fakrına karşı bir $nokta-i istimdad$ (Gınâ-yı İlâhiyeden yardım isteme).
• Üçüncü Mertebe: İnsanın $saadet-i ebediye$ (ebedî mutluluk) arzusunun tahakkuku için zarurî olan iki esası (Allah’ın mutlak kudreti ve insanın O’nun nazarındaki ehemmiyeti) $isbat$ etme.
1. İkinci Mertebe-i Nuriye: Aczden Kudrete, Fakrdan Gınâya
Bu mertebe, müellifin $ihtiyarlık, gurbet, kimsesizlik$ ve $tecrid$ gibi en zorlu haller içinde, düşmanların hücumuna maruz kaldığı bir hengâmda, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetine müracaatını anlatır.
a) Acze Karşı Nokta-i İstinad (Dayanma Noktası): Kadîr-i Mutlak
Müellif, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) tezkeresiyle, öyle bir $Kadîr-i Mutlak$ Sultana dayandığını idrak eder ki, O Sultan:
• Kudretinin Haşmeti: Her baharda $dörtyüzbin milletten mürekkeb$ (bitki ve hayvan türleri) orduları yaratıp, mükemmelen teçhiz eder.
• İsimlerinin Tecellisi (Fettâh, Musavvir, Müzeyyin): Ağaç ($eşcar$) ve kuş ($tuyur$) ordularının elbiselerini (yapraklarını, tüylerini) tazelendirir. Dağların libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.
• Rubûbiyetin İhtişamı (Rezzâk, Kerîm): Bütün mahlukatın rızkını, medenî hülâsalardan (modern gıda özleri) $yüz derece daha mükemmel$ olan $Rahmanî hülâsalar$ (tohumlar ve çekirdekler) içine yerleştirir.
• Kaderî İlim (Hakîm, Mukaddir): Bu tohumlara $kaderî tarifeleri$ (genetik kodları ve büyüme planları) derceder.
• Sürat-i İcad (Kâf-Nun Fabrikası): Bu icraatlar, $كُن فَيَكُونُ$ (Ol der, oluverir) sırrıyla, $bir emir ile yapılır$.
Netice: Bu tefekkür, müellife $öyle bir kuvve-i maneviye$ (manevî kuvvet) verir ki, değil mevcut düşmanlarına, $dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî$ hisseder. Acz, kudrete dayanmakla kuvvete dönüşür.
b) Fakra Karşı Nokta-i İstimdad (Yardım Noktası): Ganiyy-i Mutlak
Müellif, $hadsiz fakrı ve ihtiyacı$ cihetinde yine aynı ayete müracaat eder. Ayet ona der ki:
• İntisab-ı Ubudiyet (Kulluk Bağı): Sen, bir $Mâlik-i Kerîm$’in $iaşe defterinde mukayyed$ (kayıtlı) bir memluk (köle) ve abdisin (kulsun).
• Gınâ ve Kerem (Ganiyy, Kerîm): O Mâlik, her bahar ve yazda $gaybdan ve hiçten$ ve $kuru bir topraktan$ zemin sofrasını $yüz defa$ tezyin eder (süsler) ve serer.
• Rahmetin Sürekliliği (Rahmân, Rezzâk): Zamanın seneleri ve günleri, O $Rezzâk-ı Rahîm$’in ihsan meyvelerine birer kap ve meşherdir (sergi).
Netice: $Abdiyetine şuurun varsa$ (kulluğunun bilincindeysen), senin $elîm fakrın$ (elem verici fakirliğin), o $Ganiyy-i Mutlak$’ın rahmet sofralarına karşı $leziz bir iştiha$ (lezzetli bir iştah) haline gelir. Fakr, rahmete iltica etmekle zenginliğe (gınâ) dönüşür.
2. Üçüncü Mertebe-i Nuriye: İnsanın Ehemmiyeti ve Haşrin İsbatı
Bu mertebe, $saadet-i ebediye$ arzusunun mantıkî temelini arar. Bu saadet, ancak iki şeye bağlıdır:
• Bütün mahlukatın $bütün harekât ve sekenatlarını$ (hareket ve duruşlarını) bilen ve kaydeden bir $Kadîr-i Mutlak$.
• Bu $âciz-i mutlak$ olan insana $nihayetsiz inayet ve ehemmiyet$ verilmesi.
Müellif, bu iki noktada $imanın inkişafını$ ve $kalbin itminanını$ ister. Ayet ona $حَسْبُنَا$ (bize yeter) kelimesindeki $نَا$ (‘biz’) zamirine dikkat etmesini emreder: “Seninle beraber kimler $حَسْبُنَا$ diyor, dinle!”
a) Kâinatın Tasdiki (نَا Zamirinin Küllî Manası)
Müellif $nazar$ ettiğinde (baktığında) görür ki; $hadsiz kuşlar, sinekler, hayvanlar, nebatlar, ağaçlar$ dahi $lisan-ı hal$ (hal dili) ile $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ manasını yâd ediyorlar.
• Tevhid ve Vahdet Delili: Birbirine benzeyen $yumurtalar, katreler, habbeler, çekirdekler$ gibi basit ve aynı maddelerden; $yüzbin çeşit$ mahlukatın $yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı$ bir surette halkedilmesi (yaratılması).
• Haşmet-i Kudret: Bu icraatın $gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede$ yapılması.
• Ehadiyet Mührü: Mahlukatın $beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde$ yapılmaları, Allah’ın $vahdetini ve ehadiyetini$ (birliğini ve benzersizliğini) gösterir.
• Şirkin İmkansızlığı: Böyle $hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete$ (Rab’lık fiiline) $müdahale ve iştirak mümkün olmadığını$ bildirir.
b) İnsanın Ehemmiyeti (نَا içindeki ‘Ene’nin Manası)
Müellif, kâinatın bu küllî zikrinden sonra $نَا$ (‘biz’) içindeki $ene$ye (kendi nefsine) bakar:
• Hilkat-i İnsaniye (İnsanın Yaratılışı): Bir $katre sudan$ mu’cizane yaratılmış; $dimağ, kalb, dil$ gibi azalar verilmiş.
• Câmiiyet-i İnsaniye (İnsanın Kapsayıcılığı): İnsana, $rahmetin umum hazinelerini$ tartacak $mizancıklar$ (ölçücükler) ve $esma-i hüsnanın definelerini$ açacak $binler âletler$ (duygular, latifeler) verilmiştir.
• İnsanın Vazifesi (Maksad-ı Hilkat): İnsan, bu $cihazat$ ile nimetlerin bütün nevilerini $tattırsın$, esmanın tecelliyatını $bildirsin, zevkettirsin$ diye yaratılmıştır.
• İnsanın Mahiyeti: Bu $hakir vücud$; kâinata bir $güzel takvim$ (en güzel ölçü), $nüsha-i enver$ (en nurlu kopya), $misal-i musaggar$ (küçültülmüş misal), $mu’cize-i azhar$ (en aşikâr mu’cize), $anlayışlı bir muhatab$ olarak yaratılmıştır.
• Merâtib-i Vücud (Varlığın Mertebeleri): Bu vücuda $hayat, insaniyet, İslâmiyet, iman-ı tahkikî, marifet ve muhabbet$ verilerek, $daire-i mümkinattan$ (mümkün olanlar âlemi) $âlem-i vücuba$ (zorunlu varlık âlemi) ve $daire-i esma-i İlahiyeye$ kadar $istifade$ mertebesi ihsan edilmiştir.
• İnsanın Ehemmiyetinin Zirvesi (Ticaret-i Uzmâ): Enbiya ve evliyanın $icmaı$ (görüş birliği) ve Kur’an’ın $nassı$ ile, Allah (c.c.) bu $vücud, hayat ve nefsi$ $faidesiz zayi’ olmasın$ diye kulundan $satın alıyor$ ve bahasına $saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i$ va’d ediyor.
Netice: $Fettah$ ismiyle basit çekirdeklerden yüzbinler suretleri açan ve insana $sâbıkan beyan ettiğimiz gibi$ bu kadar ehemmiyet veren bir Zât-ı Zülcelal, $gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î$ bir surette $haşri icad ve Cennet’i ihsan edecektir$.
Müellif, bu dersi aldıktan sonra, $bütün mahlukat dilleriyle$ $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ der ve bunu $ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek$ ister.
Konunun Ayetler ve Mürâdif Kavramlarla İzahı
Metnin tamamı, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin bir tefsiridir. Bu ayetin geçtiği bağlam, tam da müellifin içinde bulunduğu hale mutabıktır.
1. Anahtar Ayet: Tevekkül ve Kifayet
Metnin $nokta-i istinad$ ve $nokta-i istimdad$ olarak dayandığı ayet-i kerime şudur:
• Ayet: $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$
• (Âl-i İmrân, 3/173): “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!’ dediler.”
Mürâdif Kavramlar:
• Tevekkül: Sebeplere riayet ettikten sonra, neticeyi Allah’tan beklemek, O’na güvenmek ve dayanmak. Metin, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) ile $tevekkül$e ulaşır.
• Vekîl: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilen, koruyan ve yöneten. Metin, bu $Vekîl$’in $Kadîr-i Mutlak$ ve $Ganiyy-i Mutlak$ olduğunu isbat eder.
• Kifâyet (Hasbünâ): Yeterli gelmek. İmanın, hem $acz$ hem de $fakr$ için kâfi bir sermaye olduğunu gösterir.
2. Kudret, Rızık ve “Kâf-Nûn” Fabrikası (İkinci Mertebe)
Metin, Allah’ın kudretini ve rızık vericiliğini, tohumlar ($Rahmanî hülâsalar$) ve $Kâf-Nûn$ (Ol emri) üzerinden izah eder.
• Ayet (Ol Emri):
• (Yâsîn, 36/82): “O, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun buyruğu sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.”
• Ayet (Rızık):
• Meali (Zâriyât, 51/58): “Şüphesiz rızık veren, güçlü ve sarsılmaz kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• Ayet (Tevekkül ve Rızık İlişkisi):
• Meali (Talâk, 65/3): “Onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a dayanıp güvenirse Allah ona yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”
3. Kâinatın Tesbihi ve Tevhidi (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İlk Manası)
Metin, bütün mahlukatın $lisan-ı hal$ ile $Hasbünallah$ dediğini, yani O’nun $Vekîl$ olduğunu ilan ettiğini belirtir.
• Ayet (Tesbih-i Küllî):
• Meali (İsrâ, 17/44): “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”
• Ayet (Tevhid ve Kudret):
• Meali (Mülk, 67/3-4): “O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Metindeki $yanlışsız, noksansız, iltibassız$ ifadesine işaret eder.)
4. İnsanın Ehemmiyeti ve Hilkati (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İkinci Manası)
Metin, insanın bir $katre sudan$ yaratılıp $câmiiyet$ (kapsayıcılık) verilerek $en güzel takvim$de halk edildiğini vurgular.
• Ayet (Hilkat):
• Meali (Mürselât, 77/20-21): “Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yere yerleştirmedik mi?”
• Ayet (Ahsen-i Takvîm):
• Meali (Tîn, 95/4): “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
• Ayet (Câmiiyet ve Muhataplık):
• Meali (Bakara, 2/31): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.” (İnsanın $Esma-i Hüsna$’nın definelerini açacak âletlere sahip olmasına işaret eder.)
5. Ticaret-i Uzmâ ve Haşrin İsbatı (Üçüncü Mertebe – Netice)
Metin, Allah’ın insana verdiği bu ehemmiyetin en büyük delilinin, onun $nefsini ve malını Cennet mukabilinde satın alması$ olduğunu ve bu ehemmiyetin $haşri$ (dirilişi) zarurî kıldığını belirtir.
• Ayet (Ticaret-i Uzmâ):
• Meali (Tevbe, 9/111): “Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti onlara vermek üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine gerçek bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük kazançtır.”
• Ayet (Haşrin Kolaylığı):
• Meali (Rûm, 30/27): “O, ilkin mahlûkunu yaratıp sonra onu diriltecek olandır ki, bu O’na göre daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Metindeki “gelecek baharın icadı gibi kolay” ifadesi bu ayetin manasını yansıtır.)
Hülâsa
İktibas edilen bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ ayetinin, mü’minin hayatındaki iki temel boşluğu nasıl doldurduğunu gösteren bir $tefekkür-ü imanî$dir:
• Dünyevî Hayat İçin: $Acz$ ve $Fakr$ içindeki insana, $Kadîr$ ve $Ganiyy$ olan bir $Vekîl$’e dayanma ve O’ndan isteme şuuru vererek, $hadsiz bir kuvve-i maneviye$ ve $leziz bir iştiha$ (zenginlik) kazandırır.
• Uhrevî Hayat İçin: $Saadet-i ebediye$ arzusundaki insana, kâinatın $lisan-ı hal$ ile yaptığı $vahdet$ şahitliğini ve insanın $câmiiyeti$ ile isbatlanan $ehemmiyetini$ gösterir. Allah’ın kudretinin ve insana verdiği değerin $Haşr$i ve $Cennet$i $kat’î ve muhakkak$ kıldığını isbat eder.
Neticede bu ayet, hem dünyaya hem de ahirete bakan cihetleriyle, mü’min için tam bir $kifayet$ ve $itminan$ kaynağıdır.
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek.
İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber -Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen kat’î isbat edildiği gibi- her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikatı gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymetdar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisab ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahib olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi’ olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nazeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-ı imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-ı nev’iyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, bârekâllah” dedim.
İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat san’atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir san’atkârın eser-i san’atı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
************
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye’nin İzahı
Bu mertebe, “Hasbünallahü ve ni’melvekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) ayet-i kerimesinin, insanın en derin ve en elîm endişelerinden biri olan “yokluk” (adem) ve “fanilik” (fena) korkusuna karşı nasıl bir nur ve teselli menbaı olduğunu tasvir eder.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu tefekkürü tetikleyen hali şöyle tasvir eder: İhtiyarlık, gurbet, hastalık ve (manevî) mağlubiyet gibi vücudu sarsan ve insanın acziyetini hissettiren arızalar. Bu haller, bir gaflet anına denk geldiğinde, insanın şiddetle alâkadar ve meftun olduğu kendi vücudunun ve sevdiği diğer mahlukatın yokluğa gittiği fikri, dehşetli bir endişeye sebep olur.
Bu mertebenin izahı, bu endişeden kurtuluşun ancak “iman dürbîni” ile bakmakla mümkün olacağını ortaya koyar.
1. Ana Mesele: Vücudun Faniliği ve Adem Endişesi
İnsanın “ene” (benlik) yapısı, enaniyet cihetiyle, kendi vücudunu sahiplenir ve onu ebedî arzu eder. İhtiyarlık ve hastalık gibi haller, bu zahirî vücudun elden gitmekte olduğunu isbat eder. Gaflet nazarı (bakışı), yani her şeyi kendi nefsine ve sebeplere isnad eden bakış, bu zeval ve firakı (ayrılığı) “ebedî bir yokluk” (adem) olarak görür. Bu, vahşi evhamın (kuruntuların) hadsiz karanlıklarıdır.
2. Çözüm: “Hasbünallahü ve Ni’melvekil” Müracaatı ve İman Nazarı
Bu dehşetli endişeye karşı “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayetine müracaat, bir zikirden öte, bir bakış açısı (nazar) değişikliğidir. Bu ayet, “Vekil” olarak Allah’ı bilmektir. Yani, “Benim vücudum bana ait değil, bir Vekil’e aittir; O (cc) Vâcib-ül Vücud’dur (Varlığı zorunlu olandır).”
Bu nazarla bakıldığında, iman dürbîni şu hakikatleri gösterir:
a) Vücudun Âyinedarlığı ve Mensubiyet Kıymeti
İnsanın “zerrecik vücudu”, yani bu fani ve küçük cismi, bizatihi (kendi başına) bir kıymet taşımaz. Onun kıymeti, “mensubiyet” (birine bağlı olma) cihetiyledir.
• Hakikat: Bu vücud, Vâcib-ül Vücud’un (Allah’ın) eseri, san’atı ve cilvesidir. Bir zerre değil, bir âyinedir.
• Kıymet: Bir âyinenin kıymeti, kendi maddesinde değil, gösterdiği şahıstadadır. Bu vücut âyinesi $Sâni-i Ezelî$’yi (Ezelî Sanatkâr’ı) gösterdiği için, o $intisab$ (bağlılık) ile “ebedî bir vücud kadar” kıymet kazanır. Fani bir an yaşaması, o âyinedarlık vazifesi cihetiyle ebedîleşir.
b) Muvakkat Firak İçinde Daimî Visal (Geçici Ayrılıkta Sürekli Vuslat)
Gaflet nazarı, her ölümü bir “firak” (ayrılık) olarak görür. İman nazarı ise, bütün mevcudatın $Sâni$’i (Sanatkâr’ı) bir olduğu için, O’nun $Esma-i İlahiye$’si (İlahî İsimleri) adedince $uhuvvet rabıtaları$ (kardeşlik bağları) olduğunu gösterir.
• Misal (Kumandan): Aynı kumandanın askerleri veya aynı üstadın talebeleri, birbirleriyle dost ve arkadaştır.
• Tatbik: Bütün zîhayatlar (canlılar) ve mevcudat, aynı $Sâni-i Zülcelâl$’in eseridir. İman ile bu $intisab$ı anlayan bir mü’min, bir mevcuttan ayrılsa bile (muvakkat firak), o mevcudun $Sâni$’i ile olan daimî $rabıta$sı (bağlantısı) sebebiyle onunla “daimî bir visal” (sürekli bir beraberlik) halinde olduğunu bilir.
c) Zahirî Vücuda Bedel Kazanılan Müteaddid Bâki Vücudlar
Metnin en mühim noktası burasıdır: İman, fani olan bir vücuda bedel, müteaddid (çok sayıda) ve bâki (kalıcı) vücudlar kazandırır. Zahirî vücud (cisim) gitse bile, şu vücudlar bâkidir:
• Ruh Vücudu: Zîruh (ruh sahibi) olanların ruhu bâkidir.
• Mana Vücudu: Her zîhayat, bir “kelime-i hikmet”tir (hikmetli söz). Cisim gider, ama ifade ettiği $mana$ bâkidir.
• Hakikat Vücudu: Her şeyin $Sâni$’in ilminde ve $Esma$sında sabit olan bir $hakikat$ı vardır.
• Misalî Vücud (Hüviyet-i Misaliye): Vücudun $suret$i ve $hüviyet$i (kimliği), hafızalarda, $Âlem-i Misal$’de ve $Elvah-ı Mahfuza$’da (Korunmuş Levhalar) saklanır. Metinde “sermedî manzaraların film şeritleri” olarak tasvir edilen budur.
• Netice Vücudu: Vücudun hayattayken yaptığı işlerin $neticeleri$ (dünyevî) ve $semereleri$ (uhrevî meyveler, sevaplar) bâkidir.
• Tesbihat Vücudu: O vücudun $fıtrî$ (yapısal) vazifesi olan $tesbihat$ı, $defter-i a’mal$ine (amel defterine) kaydolur ve bâkidir.
• Âyinedarlık Vücudu: O vücudun, $Esma-i İlahiye$’nin cilvelerine yaptığı $âyinedarlık$ ve $mukabele$ (karşılık verme) vazifesi, $daire-i esmada$ (isimler dairesinde) bâkidir.
İman ve $şuur-u iman$ (iman şuuru), bu sayılan manevî ve bâki vücudlara sahip olmayı sağlar. İman olmazsa, kişi bu vücudların tamamından mahrum kalır; zahirî vücudu da onun hakkında tam bir $adem$e (yokluğa) gider.
d) Bahar Çiçekleri Misali: Zeval Değil, Tazelenme
Müellif, bu hakikati “bahar çiçekleri” misaliyle somutlaştırır:
• Gaflet Nazarı: Çiçeklerin çabuk mahvolmasına acır (“yazıklar”).
• İman Nazarı: Bu çiçeklerin zahirî vücudları bir “libas” (elbise), bir “suret”tir. Onlar aslında $âlem-i mana$da (mana âleminde) $çekirdekler$ hükmündedir.
• Hakikat-ı Nev’iye: Ölen, ferttir; fakat $nev’$ (tür) bâkidir. Geçen bahardaki çiçek ile bu bahardaki çiçek $misli$dir (benzeridir). $Hakikat-ı nev’iye$ (türün hakikati) bâkidir; suretler ise o hakikatin $tazelenen$ (yenilenen) cilveleridir.
• Gayesi: Bu itibarî (göreceli) fark ve tazelenme, $Sâni$’in kudret harflerine, hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine $müteaddid$ (çeşitli) manalar verdirmek içindir.
• Netice: “Yazıklar” yerine “$Mâşâallah, bârekâllah$” (Allah ne güzel yaratmış, ne mübarek kılmış) denir.
3. Netice: İntisab Şerefi ve Küllî Teslimiyet
İmanın ve $intisab$ın (San’atkâr’a bağlı olmanın) verdiği son netice şudur:
• Şeref: İnsan, arz ve semavatın $San’atkâr$’ının (Allah’ın) $eser-i san’atı$ (sanat eseri) olduğunu idrak eder. Bu, en büyük $şeref$tir.
• Hülâsa-i Kâinat (Kâinatın Özeti): O $San’atkâr$, koca kâinat kitabını, insan denilen küçük bir $nüsha$da yazmış; insanı o kitabın $mükemmel bir hülâsa$sı yapmıştır.
• Küllî “Hasbünallah”: Bu şerefe, kemale ve kıymete ancak $iman$, $şuur$ ve $intisab$ ile mazhar olunur. Bu idrakin neticesinde Müellif, sadece kendi lisanıyla değil, “bütün mevcudatın dilleriyle” “$Hasbünallahü ve ni’melvekil$” der. Yani, “Madem O’nun eseriyiz, O’nun san’atıyız ve O’na intisab ile bâkiyiz; O bize yeter. Faniliğimizin, aczimizin, ihtiyarlığımızın hiçbir ehemmiyeti yoktur. O ne güzel Vekil’dir.”
Konunun Ayetler ve Müradifleri ile İzahı
Metinde işlenen $intisab$, $beka$ (kalıcılık), $adem$ (yokluk) ve $tevekkül$ (vekil kılma) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’in temel esaslarıdır.
1. Müradif: Tevekkül ve Hasb (Allah’ın Yetmesi)
Metnin temel dayanağı olan “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti, tevekkülün zirvesidir. Bu, acz ve fakrını anlayan insanın, kudreti ve gınası sonsuz olan Allah’a dayanmasıdır.
• Ayet ( Meali):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3:173)
Bu ayet, nasıl ki zahirî düşmanlara (orduya) karşı bir kalkan ise, Dördüncü Mertebe’de izah edildiği üzere, $ihtiyarlık, hastalık$ ve $adem$ (yokluk) gibi derûnî ve manevî düşmanlara karşı da en metin kal’adır.
2. Müradif: Beka Billah (Allah ile Bâki Olmak) ve Fena (Yokluk)
Metnin çözdüğü “adem endişesi”, her şeyin fani olduğu hakikatinden kaynaklanır. Ancak iman, bu faniliğin $mutlak$ bir yokluk olmadığını, $zahirî$ bir vazife bitimi olduğunu öğretir. Gerçek $beka$ (kalıcılık), ancak Bâki olan Allah’a $intisab$ ile mümkündür.
• Ayetler ( Meali):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55:26-27)
“Onunla beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28:88)
Bu ayetler, $fena$yı (yok oluşu) isbat ederken, $beka$nın (kalıcılığın) da ancak O’nun $Zât$’ına ait olduğunu ve O’na $intisab$ eden (O’na dönen) şeylerin de O’nun $beka$sından bir hisse alacağını (misalî, manevî, ruhî vücudlar gibi) ders verir.
Metinde insanın “mükemmel bir hülâsa” ve $intisab$ ile “büyük bir şeref” kazanması vurgulanır. Bu, insanın “Ahsen-i Takvîm” (en güzel biçim) sırrıdır. Bu kıymet, insanın maddesinde değil, $iman$ ve $intisab$ ile kazandığı $mana$dadır.
• Ayetler ( Meali):
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95:4-6)
$Ahsen-i takvîm$ (en güzel biçim), kâinatın $hülâsa$sı olmasıdır. $İman$ ile bu şerefi korur. İmansızlık (intisabsızlık) ise onu $esfel-i sâfilîn$e (aşağıların aşağısına), yani sadece fani bir cisim olmanın kıymetsizliğine düşürür.
4. Müradif: Her Şeyin Mahfuz Olması (Kitâb-ı Mübîn)
Metinde bahsi geçen “zahirî vücudun” kaybolmadığı, $suret$inin, $mana$sının ve $netice$lerinin “saklandığı” ve “Elvah-ı Mahfuza”da (Korunmuş Levhalar) ve “ilm-i ezelînin meşherlerinde” (ezelî ilmin sergilerinde) muhafaza edildiği hakikati, şu ayetle tam bir $rabıta$ (bağlantı) içindedir:
• Ayet ( Meali):
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).” (En’âm, 6:59)
Bu ayet, fani görünen bahar çiçeklerinin veya insanın vücudunun hiçbir $zerre$sinin, $mana$sının veya $amel$inin zayi olmadığını, “apaçık bir kitapta” (Levh-i Mahfuz) kaydedildiğini ve bâkileştirildiğini $isbat$ eder.
Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeğe yüz tutmuş. Halbuki “Hayy” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri, böyle çabuk sönmeğe değil, belki pek uzun yaşamağa lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!” Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden burada dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.
Birinci Mes’ele:
Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-u Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-u Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.
İkinci Mes’ele:
Hayatın hakikî hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kal ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-u Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir. İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
Üçüncü Mes’ele:
Hayatımın Hâlıkıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faidelerine baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlıkına üç cihetle âyinedarlık ediyor:
Birinci Vecih:
Hayatım, acz ve za’fıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat’ın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasılki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def’etmek noktasında Hâlıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.
İkinci Vecih:
Hayatımdaki cüz’î ilim ve irade ve sem’ ve basar gibi manalarıyla, Hâlıkımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.
Üçüncü Vecih:
Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, san’atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san’atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta’zim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata müsahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım.
Dördüncü Mes’ele:
Dünyadaki bu hayatımın hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabbim, hem İlahım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.
İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes’ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
************
Giriş: Hayatın Tazyikatı ve “Hasbünallah” Kalesi
Metnin girişinde, müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), hayatının çok ağır şartlar altında sarsıldığını, ömrünün süratle geçtiğini ve hayatının tazyikat altında sönmeye yüz tuttuğunu fark ederek müteellim olduğunu (acı duyduğunu) belirtir. Bu, her insanın fani hayatın ve karşılaşılan musibetlerin verdiği sıkıntıyla hissettiği derûnî bir ızdırabın tasviridir.
Bu ızdıraba karşı sığınılan “üstad” ise şu ayet-i kerimedir:
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3/173)
Bu ayet, müellife şu dersi vermiştir: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!”
Bu bakış açısı değişikliği (tebdil-i nazar), hayatın kıymetini şahsî, fani ve cüz’î neticelerinden; İlahî, bâki ve küllî gayelere çevirir. Hayatın şahsa bakan ciheti “bir” ise, Yaratıcı’ya (Hâlık’a) bakan ciheti “bin”dir. Bu İlahî cihet ise zamanın darlığına bakmaz; bir anlık yaşam, bu vazifeleri ifa etmek için kâfidir.
Aşağıdaki dört mesele, bu yeni bakış açısının tafsilatıdır:
Birinci Mesele: Hayatın Mahiyeti (Anahtar, Harita, Fihriste)
Bu mesele, hayatın ne olduğunu Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Veren ve Ebedî Diri Olan’a) bakan cihetiyle tasvir eder:
• Esma-i İlahiyenin Definelerini Açan Anahtarların Mahzeni:
Hayat, Allah’ın isimlerinin gizli hazinelerini açan anahtarların saklandığı bir depodur. İnsan hayatı, cüz’î ilmiyle Allah’ın $Alîm$ isminin, cüz’î kudretiyle $Kadîr$ isminin, cüz’î iradesiyle $Mürîd$ isminin tecellilerini anlar. Hayat olmasaydı, bu isimlerin manaları meçhul kalırdı.
• Nakışlarının Bir Küçük Haritası ve Cilvelerinin Bir Fihristesi:
Kâinat, Allah’ın isimlerinin ve sanatının ($San’at-ı Rabbaniye$) muhteşem bir tablosudur. İnsan hayatı ise, bu devasa tablonun küçültülmüş bir haritası, bir “nüsha-i suğra”sıdır (küçük nüsha). Kâinattaki $Rahîm$ isminin tecellisi olan şefkat, hayatta; $Hakîm$ isminin tecellisi olan nizam, hayatta; $Adl$ isminin tecellisi olan denge, hayattaki azaların yerleştirilişinde okunur. Hayat, bütün kâinattaki tecellilerin bir fihristesi gibidir.
• Kâinatın Büyük Hakikatlarına İnce Bir Mikyas (Ölçek):
İnsan, “Ben” (Ene) diyerek, Allah’ın rububiyetinin (terbiye ediciliğinin) ve sıfatlarının cihan şümul (evrensel) tecellilerini anlayacak bir ölçüye sahip olur. Kendi cüz’î sahiplenmesiyle (“Benim malım”), Allah’ın kâinat üzerindeki mutlak mülkiyetini ($Mâlikü’l-Mülk$) anlar. Kendi cüz’î yaratıcılığı (sanatkârlığı) ile Allah’ın mutlak Hâlıkıyetini (Yaratıcılığını) idrak eder.
• Manidar ve Kıymetdar İsimleri Bilen, Bildiren Bir Kelime-i Hikmet:
Hayat, cansız varlıklar gibi manasız değildir. Allah tarafından yazılmış, hikmet dolu bir “kelime”dir. Bu kelimenin (hayatın) vazifesi, hem kendi Yaratıcısını isimleriyle ($Bâsîr$, $Semî$, $Alîm$) bilmek, hem de bu bilişi başkalarına (diğer mahlukata ve meleklere) bildirmektir.
Ayetler ve Müradifler:
• Hayatın Kıymeti: Hayatın Allah’a ait oluşu, onun en büyük sermaye olduğunu gösterir.
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 9/111)
• Mikyas (Ölçek) Olma: İnsanın kendi yapısına bakarak Yaratıcı’yı bilmesi.
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr, 82/6-8)
“Size kendi içinizden bir misal verdi:…” (Rûm, 30/28)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, hayat, esma-i hüsnanın bütün cilvelerini gösteren bir fihristedir. Ve kâinat denilen âlem-i ekberin bir nüsha-i musağğarası ve şecere-i hilkatin bir semere-i münevveresidir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 301)
Bu açıdan bakıldığında, hayatın bir saniyesi dahi, bu ulvî vazifeleri yerine getirdiği için bir ömür kadar kıymetlidir.
İkinci Mesele: Hayatın Hukuku (Vazifeleri)
Bu mesele, hayatın ne yaptığını ve Yaratıcı’ya karşı yerine getirmesi gereken vazifeleri (hukukunu) ele alır:
• Rabbanî Bir Mektub (Mütalaagâh):
Hayat, Allah tarafından diğer şuur sahibi varlıklara (melekler, ruhaniler ve diğer insanlar) yazılmış bir mektuptur. Onlar bu mektubu okuyarak (mütalaa ederek) Yaratıcı’yı tanırlar. İnsanın üzerindeki sanat ve hikmet, okuyanlara “Bunu kim yazdı? Kim böyle süsledi?” sualini sordurur.
• Hâlık’ın Kemalâtını Teşhir Eden Bir İlanname:
Hayat, Allah’ın kusursuz kemalini sergileyen bir ilandır. Bir sarayın mükemmelliği mimarının kemalini gösterdiği gibi, hayat denilen bu muazzam ve mükemmel saray da Yaratıcı’sının sonsuz kemalâtını ($Kuddûs$, $Hakîm$, $Musavvir$) ilan eder.
• Resm-i Küşadda Padişah’a Arz-ı Ubudiyet:
Hayat, Allah’ın verdiği kıymetli hediyeler ve nişanlarla (ilim, irade, şuur, sevgi gibi) süslenmektir. Her gün başlayan yeni hayat (sabah uyanmak), bir “resm-i küşad” (açılış merasimi) gibidir. İnsan bu merasimde, kendisine takılan bu nişanları, imanla, şuurla, şükürle ve minnetle, o nişanları veren Padişah-ı Bîmisal’e (Benzersiz Sultan’a) sunar. “Ya Rab! Bana verdiğin göz nişanıyla Senin sanatını görüyorum. Dil nişanıyla Seni zikrediyorum.” demektir.
• Diğer Zîhayatların Tesbihatına Şehadet:
İnsan, sadece kendi ibadetinden mesul değildir. Kendi hayatı sayesinde, diğer canlıların ($zîhayatların$) lisan-ı hal (durum dili) ile yaptıkları tahiyyatı (selamlamaları) ve tesbihatı (Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmelerini) anlar, müşahede eder ve onların namına “Evet, Ya Rab! Bu kuş da Seni takdis ediyor, bu çiçek de Sana şükrediyor!” diyerek şehadetle ilan eder.
• Rububiyetin Güzelliklerini İzhar:
Hayat; lisan-ı kal (konuşma dili), lisan-ı hal (vücudun duruşu) ve lisan-ı ubudiyet (kulluk dili) ile Allah’ın terbiye ediciliğinin güzelliklerini ($mehasin-i rububiyet$) gösterir. Acıktığında rızıklandırılması $Rezzâk$’ın güzelliğini, hastalandığında şifa bulması $Şâfî$’nin güzelliğini izhar etmektir (göstermektir).
Bu vazifeler için de uzun bir ömür gerekmez. İmanın girdiği bir anlık hayat, bu şuurla yaşanırsa, fani hayatı bâki bir hayata dönüştürür.
Ayetler ve Müradifler:
• Şehadet Vazifesi:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
“İşte böylece, siz insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Ve o hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Muhyî’ye karşı hayatın pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hukukları var. O hukukların ve vazifelerin bir hülâsası şudur ki:.. Kendi Hâlıkının mehasin-i rububiyetini ve kemâlât-ı kudsiyetini (lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile) ilân etmektir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 302)
Üçüncü Mesele: Hayatın Fıtrî Vazifesi (Âyinedarlık – Aynalık)
Bu mesele, hayatın nasıl Allah’a (c.c.) ayna (âyine) olduğunu üç vecih (yön) ile izah eder. Hayat, Allah’ı bize “zıddıyla”, “cüz’î ölçüsüyle” ve “nakışlarıyla” bildirir.
Birinci Vecih: Acz ve Fakr ile Kudret ve Rahmete Âyinedarlık
Hayatın kendisi hadsiz bir acz (güçsüzlük) ve fakr (ihtiyaç) içindedir. Bir mikrobun öldürebildiği kadar $aciz$, havadan suya, gıdadan sevgiye kadar her şeye $muhtaçtır$.
Bu zıtlık prensibidir: Karanlığın dereceleri ışığın mertebelerini, soğuğun dereceleri sıcaklığın derecelerini gösterdiği gibi, hayattaki bu sonsuz acz ve fakr da; bizi ayakta tutan, hadsiz düşmanlarımızı defeden ve hadsiz ihtiyaçlarımızı gideren Zât’ın sonsuz $Kudret$ ve $Rahmet$ine ayna olur.
Bu aynadarlık, insana “sual (isteme), dua, iltica (sığınma), tezellül (kendi küçüklüğünü hissetme) ve ubudiyet (kulluk)” vazifesini yaptırır.
İkinci Vecih: Cüz’î Sıfatlarla Küllî Sıfatlara Âyinedarlık
Hayat, şuurlu fiilleriyle (bilmek, görmek, istemek vb.) Hâlık’ın küllî (her şeyi kuşatan) sıfatlarına ayna olur.
Ben, bu küçük odamdaki eşyayı biliyorum; demek bu kâinatı bütün zerreleriyle bilen bir $Alîm$ var.
Ben, şu bardağı kaldırmayı irade ediyorum; demek şu gezegenleri muazzam yörüngelerinde gezdiren bir $Mürîd$ (İrade Sahibi) var.
Ben, cüz’î bir ses işitiyorum; demek kâinattaki bütün mahlukatın dualarını ve tesbihatını bir anda işiten $Semî$ var.
Ben, kendi cüz’î hayatımla O’nun küllî $Hayat$ sıfatını, kendi şefkatimle O’nun $Şefkat$ ve $Rahmet$ini anlarım. Bu, bir marifet (Allah’ı tanıma) yoludur.
Üçüncü Vecih: Esma-i İlahiyenin Nakışlarına Âyinedarlık
Hayat ve cisim, Allah’ın isimlerinin ($Esma-i İlahiye$) doğrudan tecelli ettiği, mucizevî nakışlar ve sanatlarla dolu bir sergidir.
İnsan kendi vücuduna ve hayatının devamlılığına baktığında, oradaki fevkalade sanatı görerek $Sanî$ (Sanatkâr) ismini, şefkatle beslendiğini görerek $Rahîm$ ve $Kerîm$ (İkram Eden) isimlerini, her işin hikmetle yapıldığını görerek $Hakîm$ ismini, her detayın bilindiğini görerek $Alîm$ ve $Habîr$ isimlerini okur.
Bu okuma, insana hilkatin (yaratılışın) gayesi olan “tesbih, takdis, hamd, şükür, tekbir, ta’zim ve tevhid” gibi fıtrat vazifelerini yaptırır.
Ayetler ve Müradifler:
• Acz ve Fakr (Birinci Vecih):
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fâtır, 35/15)
“İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• Cüz’î Sıfatlar (İkinci Vecih):
“Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Hac, 22/75)
“Bilmez misin ki, kuşkusuz Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Kuşkusuz bunların hepsi bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.” (Hac, 22/70)
• Esma Nakışları (Üçüncü Vecih):
“O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
“Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Dördüncü Mesele: Hayatın Hakiki Lezzeti (İman)
Önceki üç mesele hayatın mahiyetini ve vazifesini izah etti. Bu son mesele ise, bu fani hayattaki hakiki lezzetin ve saadetin ne olduğunu izah eder.
Müellif, bu sualin cevabını yine “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” ayetinden alarak “imandadır” diye cevap verir.
Hayatın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti şudur:
Kişinin, kendisini yaratan ve yaşatan bir $Rabb-ı Rahîm$’in (Merhametli Terbiye Edici’nin) $mahluku$ (yaratığı), $masnuu$ (sanat eseri), $memlukü$ (mülkü) ve $terbiyegerdesi$ (terbiyesi altında olanı) olduğunu kat’î bir imanla bilmesidir.
Bu iman, şu lezzetleri ihtiva eder:
• Sahipsizlik Korkusundan Kurtuluş: İnsan “memluk” olduğunu bilince, sahipsiz olmadığını anlar. Kâinat içinde kaybolmuş, tesadüflerin oyuncağı olmadığını idrak eder.
• Vazifeyi Yapanın Huzuru: “Masnu” olduğunu bilen, kendisinin bir Sanatkâr’ın eseri olduğunu ve O’nun nazarı altında bulunduğunu bilir. Vazifesini O’nun namına yapar.
• Mutlak İhtiyacın Karşılanması: Her vakit O’na muhtaç olduğunu bilmek bir zafiyet değil, bir kuvvettir. Çünkü muhtaç olduğu Zât, hem $Rabb$ (Terbiye eden), hem $İlah$tır (Kudret sahibi) ve aynı zamanda $Merhametli$ ve $Şefkatli$dir. Sonsuz acz içindeyken, sonsuz bir kudrete dayanmanın ($istinat$) ve sonsuz fakr içindeyken, sonsuz bir rahmetten istemenin ($istimdat$) lezzetidir.
Bu, dünyevî, geçici ve elemlerle karışık lezzetlerin aksine; kâfi, vâfi (yeterli), elemsiz ve daimî bir lezzettir. Bu yüzden “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” (İman nimeti üzerine Allah’a hamdolsun) denir.
Ayetler ve Müradifler:
• İmanın Lezzeti ve Saadeti:
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
“İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (En’âm, 6/82)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, iman, bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır.” (Sözler, İkinci Söz, s. 19)
Netice
Bu dört mesele şunu isbat eder: Hayat, eğer Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a (Varlığı ebedi olan, her an diri ve her şeyi ayakta tutan Allah’a) bakarsa ve O’nun namına yaşanırsa kıymet kazanır.
İman, hayata hayat ve ruh olduğu zaman, o fani hayat şu üç neticeyi kazanır:
• Beka Bulur: Fani ömür, Allah’a ait olduğu için ebedileşir.
• Bâki Meyveler Verir: Yapılan her amel, Cennet meyvesi hükmüne geçer.
• Sermediyet Cilvesi Alır: Allah’ın ebedi oluşunun bir yansımasını kazanır. Artık ömrün kısa veya uzun olmasının bir ehemmiyeti kalmaz. Bir anı, binlerce sene hükmüne geçer.
İşte “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” diyen bir mü’min, hayatın tazyikatı altında ezilmek yerine, bütün hayatların ve canlıların namına Allah’a tevekkül eder ve O’nun sonsuz kudretine ve rahmetine sığınarak hakiki saadeti bulur.
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de, Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip imanın dûrbîniyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:
Birinci Bürhan:
Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san’attan gelen ünvanının güzelliğine ve ustadaki san’atkârlık ünvanının güzelliği o san’atkârın o san’ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zâtının ve hakikatının güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de: Bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsn ü cemal dahi San’atkâr-ı Zülcelal’deki fiillerinin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve ef’alindeki hüsn ü cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsn ü cemaline şübhesiz delalet ve isimlerin hüsn ü cemali ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve sıfatların hüsn ü cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemali ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtının hüsn ü cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’î bir surette şehadet eder. Demek Sâni’-i Zülcemal’in kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsn ü cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsn ü cemal lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.
Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir san’atın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve ünvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın -fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder.
Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni’ ve fâillerinin vücud-u ef’aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni’-i Zülcelal’de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve zâtının kendilerine mahsus münasib ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delalet ederler.
İkinci Bürhan’ın
beş noktası var:
Birinci Nokta:
Meşreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma’ ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki; bütün mevcudattaki hüsn ü cemal, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’da bulunan mukaddes hüsn ü cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci Nokta:
Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.
Üçüncü Nokta:
Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta:
Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î isbat edilmiştir.
Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.
Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi.. kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.
İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.
Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.
Hem bütün kâinatı enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bâb, her bâbı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.
Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin müvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.
Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar sîmalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör.
İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet’i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.
Beşinci Nokta:
Nasılki yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.
Üçüncü Bürhan’ın
üç nüktesi var:
Birinci Nükte:
Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız; şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet ve âlî zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san’atkâr var ki, herbir san’atıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister. Hem zîşuur mahlukları minnetdar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor. Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerimane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor. Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemal kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf -yani kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zînetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.
İkinci Nükte:
Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.
Üçüncü Nükte:
Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücuddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler -hattâ masiyetler- ademe raci’ olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen:
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?
Elcevab:
Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi, Vâcib-ül Vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ışık verir.
Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe te’hir edildi.
Tenbih:
Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.
* * *
Mevzuun Özeti ve Derûnî Tahlili
Bu metin, İkinci Lem’a’da yer alan ve “Âyet-i Hasbiye” (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ) ile “Âyet-i Nur”un (Nur Suresi, 35. Ayet) tefsirini ihtiva eden mertebelerden altıncısıdır. Metnin merkezinde, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” (güzellik sevgisi) ve “kemalâta meftuniyet” (mükemmelliğe hayranlık) hislerinin, kâinattaki “zeval” (geçicilik), “fena” (yokluk), “mevt” (ölüm) ve “adem” (hiçlik) hakikatleri ile çarpışmasından doğan derûnî ızdırap ve bu ızdıraba karşı bulunan teselli yolu tasvir edilmektedir.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), ihtiyarlık ve âhir ömür vaktinde bu zeval ve fena hakikatinin, güzel dünyayı ve mahlukatı nasıl hırpaladığını fevkalâde bir hassasiyetle müşahede ettiğini belirtir. Fıtratındaki “aşk-ı mecazî” (yaratılana duyulan sevgi), bu tahribatçı hale karşı galeyan ve isyan eder. Teselli arayışıyla Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğinde, imanın dûrbîni (dürbünü) ve şuur-u imanî hurdebîni (mikroskobu) ile kâinata bakar.
Gördüğü hakikat şudur: Kâinattaki bütün bu güzellikler (hüsün ve cemal), geçici olan mahlukatın (masnuların) kendi malı değildir. Onlar, Şems-i Ezel ve Ebed (Ezelî ve Ebedî Güneş) olan Cemil-i Zülcelal’in (Allah) mukaddes cemalinin ve sonsuz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî (ebedî) güzelliklerinin birer “âyinedarı”dırlar.
Mahlukatın durmadan gelip gitmesi, yani zeval bulması; güneş ışığının su kabarcıkları veya şeffaf camlar üzerinde teceddüd etmesi (yenilenmesi) gibidir. Âyinenin (mahlukun) değişmesi veya kırılması (inkisarat), o âyinede görünen güzelliğin (cilvenin) tazelenmesine ve asıl güzellik sahibinin (Allah’ın) gizli güzelliklerinin daha parlak bir surette izhar edilmesine (gösterilmesine) hizmet eder.
Dolayısıyla, “zeval” ve “fena”, bir “adem” (yokluk) ve “tahribat” değil, bir “tazelendirme” (tecdid) ve “izhar” (gösterme) vazifesidir. Aşk-ı mecazî, bu hakikati idrak ettiğinde aşk-ı hakikîye inkılab eder ve ızdırap yerine lezzet alır.
Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifleri ve Bağlantıları)
Metnin doğru anlaşılması için bazı kilit mefhumların izahı elzemdir:
• Cemal ve Hüsün (Güzellik):
• Cemal: Daha ziyade Zât-ı İlahî’nin lütuf, merhamet ve keremini yansıtan “celbedici” ve “sevdirici” güzelliktir. Ruhun ve kalbin haz aldığı güzelliktir.
• Hüsün: Daha ziyade eserin (masnunun) kendisinde görünen tenasüp, intizam ve san’atlı yapıya verilen isimdir. Gözün ve aklın takdir ettiği güzelliktir.
• Metinde bu iki kelime, hem mahlukatın zahirî ve bâtınî güzelliklerini hem de bu güzelliklerin kaynağı olan Esma-i Hüsna’nın ve Zât-ı Akdes’in kudsî güzelliğini ifade etmek için kullanılır.
• Zeval, Fena, Mevt ve Adem (Geçicilik ve Yokluk):
• Zeval ve Fena: Varlığın görünürden kaybolması, geçicilik.
• Mevt ve Adem: Hayatın sönmesi ve mutlak yokluk (İslamî düşüncede mutlak adem yoktur, varlığın bir halden başka bir hale intikalidir).
• Metin, bu mefhumların zahirî yüzünün “tahribatçı” ve “dehşetli” olduğunu, fakat hakikatinin (iç yüzünün) “tecdid-i cilve” (yansımanın yenilenmesi) olduğunu isbat eder.
• Âyinedarlık, Tecelli ve Cilve (Yansıtma ve Görünme):
• Âyinedarlık: Mahlukatın vazifesidir. Kendi başlarına bir “vücud-u hakikîleri” (gerçek varlıkları) yoktur; onlar, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren birer aynadır.
• Tecelli: Allah’ın isim ve sıfatlarının kâinatta görünür hale gelmesidir. Bir fiildir.
• Cilve: O tecellinin âyinede beliren yansıması, parıltısıdır. Eserdir.
• Misal: Güneş (Zât), ışığı (Sıfat/Nur), ışığın vurması (Tecelli), kabarcıktaki parıltı (Cilve/Güzellik), kabarcık (Âyine/Mahluk).
• Şems-i Ezel ve Ebed (Ezel ve Ebed Güneşi):
• Varlığı zatından olan, başlangıcı (ezel) ve sonu (ebed) olmayan Vâcib-ül Vücud’u (Allah’ı) tasvir eden bir teşbihtir. Kâinattaki bütün güzellikler, nurlar ve kemaller O’nun Zât ve Sıfatlarının ışığından gelir.
Bürhanların (Delillerin) Geniş İzahı
Metin, “kâinattaki güzelliğin Allah’ın cemalinden geldiği” hakikatini üç kuvvetli bürhan (delil) ile isbat eder:
Birinci Bürhan: Eserden Müessire İntikal
Bu bürhan, mantıkî bir silsiledir; eserden (sanat) sanatkâra (fâil) ve onun sıfatlarına geçişi isbat eder.
• Eserin Güzelliği (Masnu): Kâinatta gördüğümüz bir çiçek, bir yıldız, bir insan sîmasındaki güzellik.
• Fiilin Güzelliği (İşlemek): O eseri yapan fiilin (mesela “yaratma”, “şekil verme” fiilinin) güzelliğine delalet eder. (Örn: Fettahiyet, Musavviriyet).
• İsmin Güzelliği (Ünvan): Fiil, o fiili yapan “fâilin” bir ismine (ünvanına) dayanır. (Örn: el-Fettâh, el-Musavvir).
• Sıfatın Güzelliği: İsim, o ismin menşei (kaynağı) olan bir sıfata dayanır. (Örn: Kudret, İlim, İrade sıfatları).
• Şuunat-ı Zâtiye’nin Güzelliği: Sıfatlar, Zât’ın mahiyetindeki kabiliyetlere, mehillere (şuunata) dayanır. (Örn: Yaratmayı sevmek, güzelliği izhar etmeyi istemek).
• Zât’ın Güzelliği: Şuunat ise, Fâil’in (Allah’ın) bizzat kendi Zât-ı Akdes’inin kemaline ve kudsî güzelliğine delalet eder.
Netice: Bu kâinatı baştan başa güzelleştiren şey, Sâni’-i Zülcemal’in (Güzelliği sonsuz Sanatkâr) kendi Zât-ı Akdes’ine lâyık olan “hadsiz hüsn ü cemalinin” sadece “bir gölgesi” veya “bir cilvesidir.”
İkinci Bürhan: Hakikat Ehlinin İcmaı ve Gözlem
Bu bürhan, beş ayrı noktadan hakikati teyid eder:
• Ehl-i Hakikatin İcmaı (Görüş Birliği): Meşrebleri ve yolları ayrı da olsa, bütün maneviyat büyükleri (evliyalar, asfiyalar) zevk ve keşif yoluyla “bütün mevcudattaki güzelliğin, Vâcib-ül Vücud’un mukaddes cemalinin bir gölgesi (zılâl) ve parıltısı (lemaat) olduğunu” ittifakla tasdik etmişlerdir.
• Güzellerin Geçiciliği (Zeval): Güzellik atfedilen mahluklar (çiçekler, insanlar, mevsimler) sürekli gelip gitmekte, fenaya kaybolmaktadır. Fakat “güzellik” mefhumu tecelli etmeye, görünmeye devam etmektedir. Bu durum kat’î olarak gösterir ki, güzellik o geçici varlıklara (âyinelere) ait değildir; Ebedî bir Cemal’in (Sermedî bir cemalin) ışıklarıdır.
• Mantıkî Lüzum (Kaynak): Sebebin, neticeden daha kâmil olması gerekir. Nur, nuranî bir kaynaktan; vücud (varlık), mevcud (var olan) bir kaynaktan; ihsan, gına (zenginlik) sahibi birinden gelir. Aynı mantıkla, “hüsün vermek” (güzelleştirme fiili) mutlaka “hasen” (güzel) olandan; “cemal vermek”, “Cemil” olandan gelir.
• Alem-i Şehadet ve Alem-i Gayb Bağlantısı: Bu görünen (maddî) âlem (âlem-i şehadet), bir cesed, bir lafız, bir suret gibidir. Ruhsuz cesed, manasız lafız, hakikatsiz suret kıymetsizdir. Bu maddî âlem, kıymetini ve güzelliğini, perdenin arkasındaki “âlem-i gayb”dan, yani “Esma-i İlahiye”den alır. Maddî güzellikler, manevî hakikatlerin; o hakikatler de Esma-i İlahiye’nin gölgeleridir.
• Saray Teşbihi: Muhteşem bir saray (kâinat) görüyoruz. Bu sarayın bir emsali (benzeri) yoktur ki, güzellikleri oradan taklid edilmiş olsun. O halde, bu sarayın Ustası (Allah), kendi Zâtında ve Esmasında bulunan ve bu saray ile tezahür ettirdiği sonsuz güzelliklere ve kemalâta sahiptir. Kâinat, O’nun manevî kemallerinin tecessüm etmiş (cisimleşmiş) halidir.
Üçüncü Bürhan: Kâinattaki Gaye (Tanıttırmak ve Sevdirmek)
Bu bürhan, kâinattaki fiillerin gayesini tahlil ederek Zât-ı Cemil’in varlığını isbat eder:
• Birinci Nükte (Tanıttırmak ve Sevdirmek): Kâinatta (hususan bitki ve hayvanlarda) tesadüfe imkân vermeyen kasıtlı bir “tezyin” (süsleme) ve “tanzim” (düzene koyma) görüyoruz. Bu fiillerin gayesi açıktır: Perde arkasındaki Sanatkâr, kendini zîşuurlara (şuur sahiplerine) “bildirmek”, “tanıttırmak”, “sevdirmek” ve “medh ü senasını” (övgüsünü) ettirmek istiyor. Bu “sevdirmek” ve “tanıttırmak” arzusu ise, ancak “nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal” (benzersiz bir güzellik) ve “ezelî bir hüsn-ü lâyezalî” (sonsuz bir güzellik) sahibi olanda bulunur. Zira güzellik, mahiyeti icabı, görünmek ve gösterilmek ister.
• İkinci Nükte (Aşk-ı Lahutî): İnsan nevinin yüksek tabakalarında (enbiyalar, evliyalar) görülen şiddetli “aşk-ı lahutî” (İlahî aşk) ve “muhabbet-i Rabbaniye”, bilbedahe (apaçık) bir “misilsiz cemale” (Maşuk-u Ezelî’ye) işaret eder. Âşık varsa, maşuk da vardır. Böyle ulvî bir aşk, ancak böyle kudsî bir cemale teveccüh edebilir.
• Üçüncü Nükte (Vücud ve Adem): Vücud (varlık) hayr-ı mahzdır (sırf iyilik) ve nurdur. Adem (yokluk) ise şerr-i mahzdır (sırf kötülük) ve zulmettir (karanlık). Bütün güzellikler, iyilikler, lezzetler tahlil edildiğinde “vücuda” (var olmaya); bütün çirkinlikler, şerler “ademe” (yokluğa veya varlığın eksikliğine) racidir. Madem güzelliğin menbaı vücuddur; vücudun en kuvvetli, en parlak, en mükemmel ve ademden en uzak mertebesi olan “Vâcib-ül Vücud” (varlığı zorunlu olan Allah), elbette “en kuvvetli, en yüksek ve en parlak” bir cemal sahibi olmalıdır.
Konunun Ayet-i Kerimeler ile İzahı ve Bağlantısı
Metnin dayandığı derûnî hakikatler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan veya dolaylı olarak isbat edilmektedir.
• Metnin Sığınağı Olan Ayet (Âyet-i Hasbiye):
Müellif, fena ve zeval karşısındaki ızdırabına teselliyi bu ayette bulur:
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” ( Meali, Âl-i İmrân, 3/173)
• Bağlantısı: Zeval, fena ve âhirzaman hadisatının dehşeti karşısında mü’min, “Allah bana yeter (Hasbunallah)” der. Neden yeter? Çünkü O, “Ni’mel Vekîl”dir (en güzel vekildir). Bu metin, O’nun neden en güzel vekil olduğunu izah eder: Çünkü O, Cemil-i Zülcelal’dir. Bütün güzelliklerin kaynağı O’dur ve zeval bulanlar sadece O’nun güzelliğinin âyineleridir. Âyineler kırılsa da vekil olan Zât (ve cemali) Bâkî’dir.
• Metnin Dayandığı Hakikat (Âyet-i Nur):
Metin, “Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip” baktığını söyler. Bu ayet, kâinatın âyinedarlığını en güzel tasvir eden ayettir:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّ1ٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Bu kandil, ne doğuya ne de batıya ait, bereketi bol bir zeytin ağacından tutuşturulur. O ağacın yağı, neredeyse ateş değmese bile ışık verecek. Nûr üstüne nûr. Allah, nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Meali, Nûr, 24/35)
• Bağlantısı: Allah, Zâtı itibarıyla “Nur”dur (Nur’un yaratıcısı ve kâinatı aydınlatanı). Mahlukat ise o Nûr’u gösteren “mişkat” (hücre), “misbah” (kandil) ve “zücace” (cam fanus) gibidir. Metindeki “âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar” teşbihi, doğrudan bu ayetin hakikatine dayanır.
• Esma-i Hüsna’nın Güzelliği (Birinci Bürhan):
Metin, güzelliğin Esma’dan geldiğini söyler.
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (Meali, A’râf, 7/180)
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Meali, Haşr, 59/24)
• Bağlantısı: Güzellik (Hüsün), O’nun isimlerindedir (Hüsnâ). O isimlerin cilvesi, mahlukatı güzel kılar. Özellikle “el-Musavvir” (şekil veren, suretleri en güzel şekilde tasvir eden) ismi, metindeki “fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemali” bahsiyle tam bir mutabakat içindedir.
• Fiillerin Güzelliği (Üçüncü Bürhan):
Metin, yaratılıştaki tezyin (süsleme) ve tanzimin (nizam) O’nun fiillerinin güzelliğini gösterdiğini belirtir.
اَلَّذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍ
“O ki, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Meali, Secde, 32/7)
…صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍۜ…
“…Bu, her şeyi sağlam ve yerli yerince (etkane) yapan Allah’ın sanatıdır…” (Meali, Neml, 27/88)
• Bağlantısı: Ayetler, Allah’ın fiilinin (yaratma – halk) “hüsün” (güzellik) ve “itkan” (sağlamlık, san’atlılık) üzere olduğunu beyan eder. Bu, Birinci Bürhan’daki “işlemenin güzelliği” ve Üçüncü Bürhan’daki “tanzim” mefhumlarının tam karşılığıdır.
• Zeval ve Beka (Metnin Ana Problemi):
Metnin çözmeye çalıştığı “fena”ya karşı “beka” arayışı, şu ayetlerde mükemmel bir surette ifade edilir:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ﴿٢٧﴾
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak (fân). Ancak azamet (Celâl) ve ikram (İkrâm) sahibi Rabbinin zâtı (Vech) bâki kalacaktır.” (Meali, Rahmân, 26-27)
• Bağlantısı: Bu ayetler, metnin hülasasıdır. “Küllü men aleyhâ fân” (Her şey fanidir), metindeki ızdırabın sebebidir. “Ve yebkâ vechu rabbike” (Rabbinin vechi bâkidir) ise tesellinin kaynağıdır. Metin, bu “Vech”in (Allah’ın Zâtı’nın), “Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Celal ve İkram sahibi) olduğunu vurgular. “Cemal” ve “Güzellik”, “İkram” sıfatının bir cilvesidir. Fani olan âyineler değil, o âyinelerde görünen Bâkî olanın Cemal-i Vech’i sevilmelidir.
Hâtime (Netice)
“Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye”, imanın kâinata bakışını nasıl değiştirdiğini gösteren muazzam bir tefekkür metnidir. İman nazarıyla bakılmadığında, kâinattaki “zeval” ve “fena”, bir ızdırap, bir “müfarakat-ı umumiye” (genel ayrılık) ve dehşet kaynağıdır.
Fakat Âyet-i Hasbiye’nin teslimiyeti ve Âyet-i Nur’un keşfiyle bakıldığında, her şey mana değiştirir:
• Mahlukattaki güzellik, fani olanın kendi malı değil, Bâkî olan Cemil-i Zülcelal’in ebedî cemalinin parıltılarıdır.
• Zeval ve fena, bir yok oluş ve çirkinleşme değil; o ebedî güzelliğin cilvelerinin tazelenmesi, âyinelerin değişmesiyle farklı isimlerin (Rahman, Rahîm, Musavvir, Hakîm) güzelliklerinin peş peşe gösterilmesidir.
• Ölüm ve ayrılık, bir hiçlik değil; âyinenin vazifesinin bitmesi ve Sâni’ine (Sanatkârına) intikalidir.
Bu bakış açısı, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” hissini, fani mahlukata takılmaktan kurtarır, “Ma’bud-u Lemyezel” ve “Mahbub-u Lâyezal” (Zeval bulmayan Sevgili ve İbadet Edilen) olan Allah’a yöneltir. Böylece, zevalin verdiği elem, tecellinin tazelenmesinden (teceddüd-ü cilveden) gelen bir lezzete inkılab eder.
Fâtiha Sûresi’ne Dair Müfessirlerin Farklı Yorumları
Müfessirler, Fâtiha Sûresi’ni muhtelif açılardan ele almışlar ve bu küllî sûrenin mânâ zenginliğini ortaya koymuşlardır. Başlıca farklı yorum açıları şunlardır:
* Besmele’nin Sûre’den Bir Âyet Olup Olmadığı: Bu, en önemli zıt (çelişki) açılardan biridir.
* Şâfiî ve diğer bazı âlimlere göre: Besmele, Fâtiha Sûresi’nin ilk âyetidir ve namazda sesli okunması gerekir.
* Hanefîlere ve diğer bazı âlimlere göre: Besmele, Fâtiha’dan dahil değildir, müstakil bir âyettir veya sadece sûre başlangıcıdır. Namazda Fâtiha’dan önce sessizce okunması sünnettir.
* Mâliki Yevmi’d-Dîn Kelimesinin Kıraati: Kelime zahirî olarak farklı kıraat (okuyuş) açılarından ele alınmıştır.
* Bazı kıraat âlimleri “Mâlik-i Yevmi’d-Dîn” (Ceza gününün sahibi) şeklinde okumuştur.
* Bazıları ise “Melik-i Yevmi’d-Dîn” (Ceza gününün hükümdarı) şeklinde okumuştur. Her iki okuyuş da Allah Teâlâ’nın o gün üzerindeki küllî (bütüncül) hâkimiyetini tasvir eder.
* İsimlendirilmesi ve Konumu: Aslî yapısı (doğası) açısından tefsir edilmiştir.
* Ümmü’l-Kitâb/Ümmü’l-Kur’ân: Kur’ân’ın esası (aslı) ve özeti olması açısından bu isimle anılması. Fahrüddin er-Râzî gibi müfessirler, Fâtiha’nın muhtevasının ilâhî zat, sıfat, fiil ve hükümlere dair temel meseleleri ihtiva etmesi açısından bu ismin verildiğini izah eder.
* Fazilet ve Faaliyeti : Şifâ ve rukye (dua) açısından da yorumlanmıştır.
* Hadîs-i şerîflere istinaden, Fâtiha’nın her derde şifâ olduğu, nazar ve sihir gibi musîbetlere karşı koruyucu bir rukye (dua) faaliyeti olduğu vurgulanmıştır.
💌 Fâtiha Sûresi’nin Hatırlattıkları ve Mesajları
Fâtiha Sûresi, hayatımızın esası olan tevhid, ibadet ve istikamet düşüncesini bize hatırlatan ve yön veren küllî mesajlar ihtiva eder:
* Tevhid ve Hamd: Bütün övme ve övülme Allah’a mahsustur. Bize hatırlatır ki, kâinattaki her nimet ve güzelliğin aslı O’dur. Bu, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerindeki birliğine (tevhide) inanmanın ön planıdır (dışavurumudur).
* “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur hamd.)
* Allah’ın Sıfatları ve Merhameti: Allah’ın Rahmân (dünyada küllî rahmet sahibi) ve Rahîm (ahirette müminlere özel merhamet sahibi) sıfatlarını hatırlatır. Bütün hayatımızı O’nun sonsuz rahmet ve keremiyle kuşatılmış olduğumuzu bildirir.
* Âhiret İnancı: Ceza (din) gününün tek ve gerçek Mâlik’i (sahibi) olduğunu hatırlatarak, bizi dünya hayatındaki fiillerimizden sorumlu olduğumuz bilincine sevk eder.
* “Mâliki Yevmi’d-Dîn” (Din gününün Mâlik’i.)
* Ubudiyet ve İstiane: Kulluğun ve yardım talebinin yalnızca Allah’a yönelmesi gerektiğini hatırlatır. Bu âyet, kul ile Rab arasındaki sözleşmenin aslıdır.
* “İyyâke na’büdü ve iyyâke neste’în” (Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz.)
* Doğru Yola Talep (Hidayet): En büyük ihtiyacımız olan istikamet üzere kalmayı, yani Sırat-ı Müstakîm’i (dosdoğru yolu) istememiz gerektiğini öğretir. Bu, hayatımızın temel duası olmalıdır.
* Fâtiha, kulun Rabbiyle konuşmasını ihtiva eden bir kudsî hadîste de geçtiği üzere, Allah ile kul arasındaki bölünmüş bir dua faaliyeti görür.
💎 Kur’ân-ı Kerîm’deki Fâtiha’nın Yeri ve Konumu
Kur’ân-ı Kerîm’in küllü (bütünü) açısından bakıldığında, Fâtiha Sûresi cihan şümul (evrensel) ve kıymet bakımından müstesna bir konuma sahiptir:
* Ümmü’l-Kur’ân (Kur’ân’ın Anası/Esası): Kur’ân’ın bütün temel muhtevasını (Allah’ı tanıma, tevhid, ibadet, ahiret, doğru yol) özetleyen bir asla (anaya) benzetilir. Kur’ân’ın maksatları olan Tevhid, Nübüvvet (peygamberlik), Haşir (ahiret), Adalet ve İbadet Fâtiha’da özlü bir şekilde mevcuttur.
* Fâtihâtü’l-Kitâb (Kitabın Açılışı): Mushaf’ın (kitabın) ilk sûresidir. Kur’ân’ın mukaddimesi/önsözü faaliyetini görür. Kur’ân’ın kapısını açan bir anahtar gibidir
* Seb’u’l-Mesânî (Tekrarlanan Yedi Âyet): Her namaz rekâtında tekrar okunması sebebiyle bu isimle anılmıştır. Namazın sıhhati için asli bir rükündür. Fâtiha okunmadan namaz tam olmaz.
* Küllî Muhteva: İlâhî isimlerin özünü (Allah, Rab, Rahmân, Rahîm, Mâlik), ibadetin aslını (yalnız Allah’a kulluk), duanın esasını (hidayet talebi) ve yolun tasvirini (nimet verilenlerin yolu) ihtiva eder.
✨ Fâtiha Sûresi’nin Kelime Kelime İzahı:
1. Âyet
* Meal: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
* Bismillâh: Allah’ın ismiyle. Her hayrın başlangıcında O’na sığınıp O’ndan yardım dilemenin ve O’nun adını anmanın **faaliyetidir.
* er-Rahmâni: Dünyada ayırt etmeksizin bütün mahlûkata genel rahmet eden, geniş rahmet sahibi anlamına gelir.
* er-Rahîmi: Âhirette özellikle müminlere özel merhamet eden, merhameti derûnî ve sürekli olan anlamına gelir.
2. Âyet
* Meal : Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
* el-Hamdu: Her türlü övme, şükür ve senâ. Mükemmel olandan dolayı yapılan övme. Aslı itibariyle sadece Allah’a aittir.
* li’llâhi: Sadece Allah’a aittir.
* Rabbi’l-âlemîn: Bütün âlemleri yaratıp, terbiye eden, sahibi ve hükümranı olan demektir. Âlem, Allah’tan başka her şey anlamına gelir.
3. Âyet
* Meal : O, rahmândır ve rahîmdir.
* (Tekrar) Allah’ın sonsuz rahmet sıfatlarının **vurgulanması ve tekrar edilerek kulların zihnine yerleştirilmesi.
4. Âyet
* Meal : Ceza gününün mâlikidir.
* Mâliki: Sahibi, hükümranı. Melik olarak okunursa Hükümdarı anlamına gelir. Her iki anlamda da mutlak güç ve hâkimiyet Allah’a aittir.
* Yevmi’d-Dîn: Ceza, ödül ve hesap gününün (kıyametin ve âhiretin).
5. Âyet
* Meal : (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
* İyyâke na’büdü: Yalnız Sana kulluk ederiz. Tevhidin ve ihlâsın **özeti (aslı).
* ve* *İyyâke neste’în: Ve yalnız Senden yardım dileriz. Bütün **faaliyetlerimizde O’na muhtaç olduğumuzun ikrarı.
6. Âyet
* Meal : Bize doğru yolu göster.
* İhdina: Bize hidayet et, yol göster. En büyük dua ve talep.
* es-Sırâta’l-müstakîm: Dosdoğru, eğrilikten uzak olan yol. Tevhid ve İslâm yolu.
7. Âyet
* Meal : Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Âmin.
* Sırâta’llezîne en’amte aleyhim: Kendilerine nimet verilenlerin yolu. Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin yolu (Nisâ Sûresi 69. ayetine atıf).
* gayri’l-mağdûbi aleyhim: Gazaba uğrayanların yolu değil. (Yanlış inanç ve bildiği hakkı terk etmekle suçlananlara atıf).
* ve* *le’d-dâllîn: Ve sapmışların **(yanılma ile doğru yolu kaybedenlerin yolu) değil.
**********
✨ Fâtiha Sûresi 5. Âyetinin Detaylı İzahı
Âyet:
> اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
>
Meal :
> (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
>
Bu mısra , küllî bir tevhid açısından kul ile Rab arasındaki sözleşmenin ve hakiki ubûdiyetin esasını tasvir eder.
1. “İyyâke na’büdü” (Yalnız Sana kulluk ederiz)
* İyyâke (Yalnız Sana): Arapça dilinde normalde fail (özne) önce gelir. Ancak burada mef’ûlün (nesnenin) “iyyâke” (yalnız Sana) takdim edilmesi, kulluğun yalnız Allah’a mahsus olduğu manasını pekiştirir (tahsis ve kasr). Bu sadece Allah’a yapılan halis ve samimi kulluğun (tevhid-i ibadetin) ön planı (dışavurumu) ve en güzel şekilde tasviridir.
* Na’büdü (Kulluk ederiz): Cem (çoğul) sigasıyla gelmesi, kulluğun ferdi (bireysel) olmasının yanı sıra, ümmet halinde bir cemaat faaliyeti olduğunu da gösterir. Kul, Rabbiyle konuşurken dahi kendisini müminler topluluğunun bir dahili parçası olarak görür. Ayrıca, ene (ego) ve enaniyetin terkini, tevazu ve fakr bilincini de ihtiva eder.
* Derûnî (İç) Mana (Muhteva): Kulluk, sadece namaz ve oruç gibi zahiri (dış) faaliyetlerden ibaret değildir. Aynı zamanda Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyetle eğilmeyi, emirlerine itaat etmeyi ve yasaklarından kaçınmayı ihtiva eder.
2. “ve İyyâke neste’în” (ve yalnız Senden yardım dileriz)
* İyyâke (Yalnız Senden): Burada da yardım talebinin (istianenin) yalnızca Allah’a yöneltilmesi gerektiği vurgulanır. Allah’tan başka hiçbir varlığın kullara hakkıyla yardım edemeyeceği, her şeyin O’nun iznine tabi olduğu hakikatini tasvir eder. Bu, tevhid-i ef’âl (fiillerde birlik) düşüncesinin bir neticesidir.
* Neste’în (Yardım dileriz): Yardım istemek, kulun acizliğini ve Allah’a olan derûnî (iç) muhtaçlığını gösterir. Kul, kulluk faaliyetlerini yerine getirebilmek için dahi Allah’ın yardımına muhtaçtır. Bu, Allah’a karşı enaniyetten uzak, tam bir fakr ve acziyet bilincini yansıtır.
* Küllî Mana (Muhteva): Önce “kulluk” (na’büdü), sonra “yardım dileme” (neste’în) gelmesi hikmetlidir. Bu, kulun önce kendi üzerine düşen vazifeyi (kulluk) yapmaya gayret etmesi, ardından bu gayretinde muvaffak olmak için Allah’tan yardım istemesi gerektiği manasını ihtiva eder. İbadet etmeden yardım istemek, hükmen yersiz olacaktır.
📌 Hadîs-i Kudsî Açısından
* Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu nakleder (kudsî hadîs):
> “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Yarısı benim, yarısı da kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’ dediği vakit, Allah ‘Kulum bana hamd etti’ der… Kul, ‘Mâliki Yevmi’d-dîn’ dediği vakit, Allah ‘Kulum beni yüceltti’ der. Kul, ‘İyyâke na’büdü ve İyyâke neste’în’ dediği vakit, Allah ‘Bu, benimle kulum arasındadır ve kulumun dilediği kendisinin olacaktır’ der.” (Müslim, Salât 38).
>
* Bu hadîs-i şerîf, âyetin iki kısmının arasındaki dengeyi açıkça gösterir: İlk kısım (İyyâke na’büdü) küllî bir hürmet ve kullukla Allah’a yönelmeyi tasvir ederken, ikinci kısım (İyyâke neste’în) kulun muhtaç olduğu bütün hayırlara dair Allah’tan talepte bulunmasını ihtiva eder.
Bu izahat, Fâtiha Sûresi’nin beşinci âyetinin derûnî ve küllî muhtevasını yeterince açıklamış olmalıdır.
Bu, Cihan Şümul (Evrensel) bir hayat hikâyesidir; sadece bir insanın değil, insanlığın kaderini değiştiren bir “Nur”un hikâyesidir.
Bu mübarek hayatı, kronolojik olarak ve ana başlıklar altında ele almak, o muazzam muhtevayı idrak edebilmek için en münasip yoldur.
BÖLÜM 1: NUR’UN İNTİZARI VE DÜNYAYA TEŞRİFİ
(Peygamberlik Öncesi Dönem – I)
Karanlıktan Önceki Dua
Dünya, manevî bir buhranın pençesindeydi. İnsanlık, semavî rehberlikten uzaklaşmış, cehalet (Cahiliye) karanlığına gömülmüştü. Kendi elleriyle yonttukları putlara tapanlar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler, zayıfı ezen ve ahlâkî bütün faziletleri terk eden bir toplum… Kâbe-i Muazzama dahi, yüzlerce putun işgali altındaydı.
Fakat bu karanlık, aslında binlerce yıl öncesinden vaat edilen bir aydınlığın habercisiydi. Bu, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ve oğlu Hz. İsmail’in (aleyhisselâm) Kâbe’nin temellerini yükseltirken ettikleri o derûnî duanın kabulünü bekleyen bir dünyaydı. Kur’ân-ı Kerîm, o duayı şöyle haber verir:
“Rabbimiz! İçlerinden onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 2/129 )
Zaman, bu duanın cevabının tecelli edeceği ana yaklaşıyordu.
Fil Vak’ası: Kâbe’nin Muhafazası
O’nun (s.a.v.) dünyaya teşrif edeceği sene, 571 (M) yılında, Mekke semalarında daha önce hiç görülmemiş bir hadise yaşandı. Yemen valisi Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak ve insanları kendi yaptırdığı kiliseye çekmek için “Mahmud” adlı devasa bir filin de bulunduğu muazzam bir orduyla Mekke’ye yürüdü.
Mekkelilerin bu orduya karşı koyacak gücü yoktu. Şehrin reisi olan ve henüz dünyaya gelmemiş o mübarek Yetim’in dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe’nin huzuruna çıkıp sadece gasp edilen develerini istediğinde, Ebrehe hayretle sormuştu: “Ben sizin mukaddes mabedinizi (Kâbe’yi) yıkmaya geldim, sen ise develerini istiyorsun?”
Abdülmuttalib’in cevabı, tevekkülün zirvesiydi: “Develer benimdir, ben onları korurum. Kâbe’nin ise bir Sahibi vardır, O (Allah) da onu koruyacaktır.”
Ve Kâbe’nin Sahibi, mabedini korudu. Ordu Mekke’ye girmek üzereyken, semada beliren ve Siyer kaynaklarında “Ebâbil” olarak adlandırılan kuş sürüleri, gaga ve pençelerinde taşıdıkları küçük, sert taşları (Siccîl) ordunun üzerine bıraktı. Dev ordu, “yenilmiş ekin yaprakları” gibi tarumar oldu.
Bu hadise, Cenâb-ı Hakk’ın, yakında o mekândan çıkacak olan Son Peygamber’in (s.a.v.) hürmetine Kâbe’yi nasıl koruduğunun açık bir isbatı idi. Kur’ân-ı Kerîm, bu olayı müstakil bir sure ile şöyle tasvir eder:
“Görmedin mi, Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları gibi yaptı.” (Fil, 105/1-5 )
Nur’un Doğuşu (Mevlid-i Nebî)
Fil Vak’asından yaklaşık 50-55 gün sonra, Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Pazartesi günü (tarih hakkında farklı rivayetler olsa da en meşhuru budur), Mekke’de, şafak vakti bir evden nur yükseldi.
Hz. Amine’nin hanesinde, babası Abdullah’ı daha dünyaya gelmeden kaybeden o mübarek Yetim (s.a.v.) dünyaya teşrif etti.
Siyer kaynakları, o geceyi harikulâde hadiselerle tasvir eder: O doğduğunda, annesi doğuya ve batıya uzanan bir nur gördüğünü anlatır. Asırlardır sönmeyen, Mecûsîlerin taptığı Kisrâ’nın ateşgâhı sönmüş, Sâve Gölü’nün suları çekilmiş ve Kisrâ’nın sarayından 14 burç yıkılmıştı. Bütün bunlar, dünyaya gelenin sıradan bir çocuk değil, zulmü ve şirki yıkacak, Fars ve Rum imparatorlukları gibi nice saltanatları manen devirecek olan Âhir Zaman Peygamberi olduğunu haber veriyordu.
Müjdeyi alan dedesi Abdülmuttalib, büyük bir sevinçle torununu kucağına aldı, Kâbe’ye götürdü ve Allah’a şükredip O’na tavaf ettirdi. İsim koyma vakti geldiğinde, o güne kadar Arap toplumunda pek duyulmamış bir isim seçti:
“Muhammed” (sallallâhu aleyhi ve sellem).
“Neden bu ismi verdin?” diye soranlara, “Umulur ki, O’nu yerde insanlar, gökte de Allah (ve melekleri) övecek (hamd edecek)” diye cevap verdi. O, ‘Çokça Övülen’di.
Süt Anne Yılları: Beni Sa’d Yurdunda
Mekke’nin havası, yeni doğan çocuklar için ağır ve salgın hastalıklara müsaitti. Arap eşrafı, çocuklarının hem daha sağlıklı büyümeleri hem de bozulmamış, fasih (düzgün) Arapça’yı öğrenmeleri için onları çöldeki kabilelerden gelen süt annelere verirlerdi.
Beni Sa’d kabilesinden kadınlar Mekke’ye gelmişti. Ancak içlerinden Halîme binti Ebî Züeyb (Hz. Halîme) hariç hiçbiri, “yetim” olduğu ve babasından bir karşılık alamayacakları için bu çocuğu almak istememişti. Kabileye eli boş dönmek istemeyen Hz. Halîme, eşiyle istişare etti ve “Belki de bu yetim, bize bereket getirir” diyerek Muhammed’i (s.a.v.) almaya karar verdi.
O’nu (s.a.v.) aldıkları andan itibaren, hayatlarındaki bereketi ve değişimi bizzat müşahede ettiler. Sütü çekilmiş hayvanları sütle doldu, zayıf merkebi hızlandı, kurak yurtları yeşerdi. O, gittiği yere “bereket” götürmüştü.
İki yıl boyunca O’nu (s.a.v.) emzirdi ve büyüttü. İki yılın sonunda sütten kesilince Mekke’ye getirdiler, ancak o dönemdeki bir veba salgını endişesiyle ve O’ndaki bereketi gördüklerinden, Hz. Amine’den rica ederek bir müddet daha yanlarında kalmasını sağladılar.
Şakk-ı Sadr (Göğsün Yarılması) Hadisesi
Efendimiz (s.a.v.), Siyer kaynaklarına göre yaklaşık dört veya beş yaşlarındayken, süt kardeşiyle birlikte kuzuların yanında oynuyordu. O esnada, beyaz elbiseli iki zat (Hz. Cebrail ve Mikâil a.s.) geldi. O’nu (s.a.v.) tutup yatırdılar ve mübarek göğsünü yardılar. Kalbini çıkarıp içinden “şeytanın nasibi” olan siyah bir pıhtıyı (alâka) çıkardılar. Kalbini zemzemle (veya nur ile) yıkayıp tekrar yerine koydular ve göğsünü kapattılar.
Bu, O’nun (s.a.v.) derûnî (iç) olarak peygamberliğe hazırlanmasının ilk ve en mühim adımlarından biriydi; O’nun (s.a.v.) nefsanî ve şeytanî her türlü vesveseden arındırılmasıydı. Bu hadiseye şahit olan süt kardeşinin korkuyla ailesine haber vermesi üzerine Hz. Halîme ve eşi büyük endişeye kapıldılar.
Bu harikulâde ve manevî ameliyattan sonra, O’na (s.a.v.) bir zarar gelmesinden korkan Hz. Halîme, O’nu artık Mekke’ye, öz annesi Hz. Amine’ye teslim etme vaktinin geldiğine karar verdi.
Böylece, çölün saf havasını teneffüs etmiş, en fasih Arapça’yı öğrenmiş ve manen temizlenmiş o “Emin” çocuk, Mekke’ye, annesinin şefkatli kollarına döndü.
Bu ilk bölüm, O’nun (s.a.v.) dünyaya teşriflerini ve süt anne yıllarını (yaklaşık 6 yaşına kadar) tasvir etmiştir.
BÖLÜM 2: GÜVENİLİR GENÇ “EL-EMİN”
(Peygamberlik Öncesi Dönem – II)
Şefkat Kanatlarının Kaybı: Annenin Vefatı
Mekke’ye, annesi Hz. Amine’nin yanına dönen o mübarek çocuk (s.a.v.), yaklaşık altı yaşına kadar annesinin şefkatli himayesinde kaldı. Hz. Amine, hem oğluna babasının Medine’deki (o zamanki adıyla Yesrib) akrabalarını (Neccâroğulları) tanıtmak hem de eşi Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek için bir yolculuk planladı.
Yanlarına, babasından kendisine miras kalan hizmetlisi Ümmü Eymen’i de alarak yola çıktılar. Medine’de bir müddet kaldılar. O küçük Muhammed (s.a.v.), babasının defnedildiği yeri gördü, dayıoğullarıyla vakit geçirdi.
Ancak Mekke’ye dönüş yolunda, “Ebvâ” denilen mevkide, Hz. Amine aniden hastalandı. Vefat edeceğini anladığında, altı yaşındaki biricik oğlunun mübarek yüzüne son bir kez baktı ve Siyer kaynaklarının naklettiğine göre, O’na şöyle fısıldadı: “Her yeni eskiyecek, her fâni yok olacaktır. Ben de öleceğim, fakat hayırla yâd edileceğim. Çünkü arkamda tertemiz bir evlat ve büyük bir hayır bırakıyorum.”
Ve o şefkatli anne, ıssız çöl yolunda ruhunu teslim etti.
O altı yaşındaki Yetim (s.a.v.), önce babasını (doğmadan), şimdi de annesini kaybetmişti. Artık O, hem yetim hem de öksüzdü. Ümmü Eymen, bu büyük emaneti (s.a.v.) alıp Mekke’ye, dedesi Abdülmuttalib’e ulaştırdı.
Dedenin Himayesi ve Vefatı
Abdülmuttalib, Kureyş’in reisiydi ve heybetli bir zattı. Kâbe’nin gölgesindeki hususi minderine O’ndan başka kimse oturamazdı. Fakat bu yetim torununa karşı derûnî bir sevgisi vardı. O geldiğinde, amcaları bile O’nu minderden çekmek istese, Abdülmuttalib müdahale eder, “Bırakın oğlumu, O’nun ileride büyük bir şânı olacaktır!” derdi. O’nu yanına oturtur, mübarek sırtını sıvazlardı.
Bu himaye ve sevgi dolu kucak da uzun sürmedi. Efendimiz (s.a.v.) sekiz yaşına geldiğinde, Abdülmuttalib de vefat etti. O (s.a.v.), dedesinin cenazesinin arkasından gözyaşları dökmüştü.
Cenâb-ı Hak, O’nu (s.a.v.) peygamberliğe hazırlarken, anne ve babasının şefkatinden mahrum bırakmıştı. Ta ki O’nun (s.a.v.) kalbi, fani sevgilere değil, sadece ve sadece Bâkî olan Rabbine bağlansın. Ve O (s.a.v.), ileride bütün yetimlerin, kimsesizlerin ve mazlumların sığınağı olsun.
Kur’ân-ı Kerîm, yıllar sonra O’na (s.a.v.) bu durumu şöyle hatırlatacaktı:
“O, seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ, 93/6 )
Ebû Tâlib’in Himayesi
Abdülmuttalib, vefatından önce, oğulları arasında istişare etmiş ve bu mübarek Yetim’in himayesini, O’nun (s.a.v.) babası Abdullah ile ana-baba bir kardeş olan Ebû Tâlib’e vasiyet etmişti.
Ebû Tâlib, zengin değildi, ailesi kalabalıktı, ancak Kureyş içinde itibarı yüksek, şerefli bir zattı. Yeğeni Muhammed’i (s.a.v.) kendi evlatlarından daha çok sevdi, O’nu yanından ayırmadı. Gittiği yere O’nu da götürür, sofrada O olmadan yemeğe başlamazdı. O’nun (s.a.v.) bulunduğu sofranın bereketi artardı.
Bu himaye, sadece bir amca-yeğen ilişkisi değil, ileride Nübüvvet (Peygamberlik) davası başladığında, bütün Kureyş’in karşısında yeğenini koruyacak olan sarsılmaz bir kalkanın da başlangıcıydı.
İlk Ticarî Sefer ve Rahip Bahîra Hadisesi
Efendimiz (s.a.v.) on iki yaşlarına geldiğinde (farklı rivayetler de mevcuttur), amcası Ebû Tâlib, Şam (Suriye) bölgesine bir ticaret kervanı hazırlığındaydı. Yeğenini Mekke’de bırakıp gitmek O’na ağır geldi. Efendimiz’in (s.a.v.) de gitme arzusu üzerine, O’nu da kervana dahil etti.
Kervan, Şam yolu üzerindeki Busrâ kasabasında mola verdi. Orada, “Bahîra” (veya Cercis) adında, Hristiyan âlimi olan bir rahibin manastırı vardı. Bu rahip, eski kitaplarda (İncil ve Tevrat) Âhir Zaman Peygamberi’nin vasıflarını, çıkacağı yeri ve zamanı okumuştu.
Bahîra, normalde manastırından çıkıp kervanlarla ilgilenmezdi. Fakat bu kez, kervan yaklaşırken harikulâde bir duruma şahit oldu: Kervanın üzerinde küçük bir bulut parçasının hareket ettiğini ve kervan mola verince de bir ağacın altında duran çocuğun (s.a.v.) üzerine gölge ettiğini fark etti.
Hemen bir sofra hazırlatıp kervanı davet etti. Herkes geldi, ancak O çocuğu (s.a.v.) develerin yanında bıraktılar. Bahîra, “Aranızda gelmeyen kimse kaldı mı?” diye ısrarla sordu. “Sadece bir çocuk kaldı” dediklerinde, “O da gelsin!” dedi.
Muhammed (s.a.v.) sofraya geldiğinde, Rahip Bahîra’nın gözleri O’nun (s.a.v.) üzerindeydi. O’nu (s.a.v.) dikkatle süzdü; kitaplarda okuduğu alametleri (özellikleri) arıyordu. Yemekten sonra O’nu (s.a.v.) kenara çekti ve O’na (s.a.v.) Lât ve Uzzâ (o dönemin meşhur putları) adına yemin vererek bazı sualler sormak istedi.
Efendimiz (s.a.v.) hemen cevap verdi: “Benim en nefret ettiğim şeyler adına bana yemin verme!”
Bahîra, “Öyleyse Allah adına söyle” dedi ve O’na (s.a.v.) bazı şeyler sordu. Aldığı cevaplar, kitaplardaki tasvirlere uyuyordu. Son bir teyit için mübarek sırtına bakmak istedi. Amcasının da müsaadesiyle gömleğini sıyırdığında, iki kürek kemiği arasında, kitaplarda “Nübüvvet Mührü” (Hâtemü’n-Nübüvve) olarak belirtilen, güvercin yumurtası büyüklüğündeki ben şeklindeki işareti gördü.
Artık emindi. Hemen Ebû Tâlib’e döndü ve dedi ki:
“Bu çocuk, senin yeğenin mi?”
Ebû Tâlib, “Oğlumdur” dedi (Araplar yeğenlerine ‘oğlum’ derdi).
Bahîra, “Hayır, bu çocuğun babasının hayatta olmaması lazım” dedi.
Ebû Tâlib şaşırdı: “Doğrudur, o benim yeğenimdir, babası o doğmadan vefat etti.”
Bunun üzerine Rahip Bahîra şu tarihî uyarıyı yaptı:
“Bu çocuk, Âlemlerin Efendisi, Allah’ın son Peygamberidir. O’nu hemen Mekke’ye geri götür. Eğer Yahudiler O’nu görür ve benim O’nda fark ettiğim alametleri fark ederlerse, O’na kötülük yaparlar. O’nun şânı çok yüce olacaktır!”
Ebû Tâlib, bu nasihati dinledi, ticareti hızla tamamlayıp (veya yarıda bırakıp) yeğenini emniyetle Mekke’ye geri getirdi. Bu hadise, O’nun (s.a.v.) Nübüvvetinin, Ehl-i Kitap (Hristiyan ve Yahudiler) tarafından dahi bilindiğinin ve beklendiğinin ilk mühim isbatı idi.
“El-Emîn” (Güvenilir) Sıfatının Kazanılması
Efendimiz (s.a.v.) gençlik yıllarına eriştiğinde, Mekke’nin o bozulmuş, yalanın, hilenin ve ahlâksızlığın yaygın olduğu toplumunda, bir fazilet âbidesi gibi yükseliyordu.
O (s.a.v.), hayatı boyunca hiç yalan söylememişti.
Hiç kimseyi aldatmamıştı.
Hiçbir puta tapmamış, onlar adına kesilen kurbanların etinden yememişti.
Cahiliye âdetlerinin hiçbirine bulaşmamıştı.
Öyle ki, düşmanları dahi O’nun (s.a.v.) doğruluğunu ve güvenilirliğini kabul etmek zorundaydı. Bütün Mekke halkı, O’na (s.a.v.) isimlerin en güzelini, sıfatların en yücesini vermişti:
“Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed).
İnsanlar en kıymetli eşyalarını, sefere veya yolculuğa çıkarken O’na (s.a.v.) emanet ederlerdi. Bilirlerdi ki, O’nun (s.a.v.) yanındaki emanete zeval gelmezdi.
O (s.a.v.), henüz Peygamber olmadan evvel, ahlâkıyla peygamberliğe layık olduğunu ispat etmişti.
******************
BÖLÜM 3: FAZİLET TİMSALİ BİR GENÇ VE MÜBAREK İZDİVAÇ
(Peygamberlik Öncesi Dönem – III)
Ficâr Savaşları ve O’nun (s.a.v.) Duruşu
Efendimiz (s.a.v.), on beş ila yirmi yaşları arasındayken, Mekke’nin de dahil olduğu kabileler arasında kanlı bir savaş patlak verdi. Bu savaşlara “Ficâr Savaşları” (Günah Savaşları) denilmesinin sebebi, Araplar için mukaddes kabul edilen ve savaşmanın kesinlikle yasak (haram) olduğu “Haram Aylar”da (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) yapılmış olmasıydı.
Bu savaşlarda, Kureyş kabilesi de kendi müttefiklerinin yanında yer almak zorunda kaldı. Efendimiz (s.a.v.) de amcaları (Ebû Tâlib, Zübeyr b. Abdülmuttalib) ile birlikte bu savaşa iştirak etti.
Ancak O’nun (s.a.v.) fıtratı (yapısı), kan dökmekten, zulümden ve Câhiliye âdetlerinin bu vahşî tezahürlerinden fersah fersah uzaktı. Siyer kaynakları, O’nun (s.a.v.) bu savaşlarda fiilen kimseyi öldürmediğini, kimseye kılıç çekmediğini ittifakla belirtir. O’nun (s.a.v.) vazifesi, daha ziyade cephe gerisinde durmak; düşman tarafından atılan okları toplayıp, savunan amcalarına temin etmek şeklinde, pasif bir yardımdan ibaretti.
Bu hadise dahi, O’nun (s.a.v.) Nübüvvet öncesi hayatında bile ne kadar merhametli ve barış yanlısı bir ahlâka sahip olduğunun bir isbatı idi.
Hilfü’l-Fudûl (Faziletliler Antlaşması)
Ficâr Savaşları’nın bitiminde, Mekke’deki sosyal yapı iyice bozulmuş, adalet mefhumu kaybolmuştu. Güçlüler zayıfları eziyor, dışarıdan ticaret için gelenlerin mallarına el konuluyordu.
Yine böyle bir hadisede, Yemenli bir tüccar Mekke’ye mal getirmiş, Kureyş’in nüfuzlu isimlerinden Âs b. Vâil, malları satın almış ancak parasını ödememişti. Mazlum tüccar, hakkını aramak için Kâbe’nin yanında, Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak Kureyş’in ileri gelenlerine feryat etti.
Bu feryat, Mekke’de vicdanı sönmemiş bazı faziletli kimseleri harekete geçirdi. Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in öncülüğünde, Kureyş’in bazı kolları (Haşimoğulları, Zühreoğulları, Teymoğulları vb.) Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde toplandı.
Efendimiz (s.a.v.) de, yirmili yaşlarında bir genç olarak, bu toplantıya bizzat ve faal olarak katıldı.
Orada, tarihe “Hilfü’l-Fudûl” (Faziletliler Yemini/Antlaşması) olarak geçecek olan şu yemini ettiler:
“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde ister yerli ister yabancı olsun, bir kimse zulme uğrarsa, biz hepimiz o mazlumun yanında yer alacağız. Zulmü yapan zâlimden, o mazlumun hakkını geri alıncaya kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizler bir yünü ıslatacak su bulundukça (yani sonsuza dek) bu yemine sadık kalacağız.”
Bu antlaşma, Câhiliye karanlığında bir adalet ışığıydı. O’nun (s.a.v.) Nübüvvetten sonra bu hadiseyi hatırlarken şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde öyle bir antlaşmada bulundum ki, o antlaşmayı bana kızıl tüylü (en kıymetli) develer sürüsüne değişmem. Eğer İslâm devrinde de böyle bir antlaşmaya çağırılsam, tereddütsüz katılırım.”
Bu, O’nun (s.a.v.) adalet ve fazilet anlayışının, peygamberliğinden önce de fıtratında mevcut olduğunu gösteren en parlak delillerdendi.
Tâhire’nin Kervanı: Hz. Hatice ile Ticaret
Gençliğinde amcalarına çobanlık yaparak geçimine yardım eden Efendimiz (s.a.v.), yirmi beş yaşlarına geldiğinde artık ticaretle meşgul olmaya başlamıştı. O’nun (s.a.v.) şöhreti, “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed) lakabıyla bütün Mekke’ye yayılmıştı.
O sıralarda, Mekke’nin en şerefli, en asil ve en zengin kadınlarından biri olan Hz. Hatice bint Huveylid bulunuyordu. Hz. Hatice (radıyallâhu anhâ), Câhiliye devrinde dahi iffeti, temiz ahlâkı ve asaleti sebebiyle “Tâhire” (Tertemiz Kadın) lakabıyla anılırdı. Kendi adına ticaret kervanları düzenler, güvendiği kimselerle ortaklık (mudarabe) yapardı.
Hz. Hatice (r.anha), O “Emîn” gencin (s.a.v.) methini duymuştu. O’na (s.a.v.) haber göndererek, Şam’a gidecek olan kervanının idaresini kendisine teklif etti. Bu hizmeti karşılığında, başkalarına verdiğinden çok daha fazlasını vereceğini vaat etti. Ayrıca, güvendiği hizmetlisi (kölesi) Meysere’yi de O’nun (s.a.v.) emrine verecekti.
Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e danıştı. Ebû Tâlib, geçim sıkıntısı içinde olduklarını, bu teklifin çok hayırlı olduğunu belirterek kabul etmesini tavsiye etti.
Böylece Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.), Hz. Hatice’nin (r.anha) kervanının başında Şam’a doğru yola çıktı. Hizmetli Meysere de yanındaydı.
Meysere, bu yolculukta sıradan bir tüccar değil, bir fazilet âbidesi müşahede etti. O’nun (s.a.v.) alışverişteki dürüstlüğünü, insanlara muamelesindeki nezaketini, emanete riayetindeki hassasiyetini hayranlıkla izledi. Siyer kaynakları, Meysere’nin yolculuk boyunca O’nu (s.a.v.) takip eden bir bulutun gölgelediğini ve Busrâ’da Rahip Bahîra’nın yerini alan Nestûra adındaki bir başka rahibin O’ndaki Nübüvvet alâmetlerini fark ettiğini gördüğünü nakleder.
Kervan, Mekke’ye döndüğünde, O’nun (s.a.v.) dürüstlüğü ve ticari mahareti sayesinde, o ana kadar görülmemiş bir kâr elde edilmişti.
Ancak Meysere’nin, hanımı Hz. Hatice’ye (r.anha) anlattığı şeyler, kârdan çok daha mühimdi. O (s.a.v.), getirdiği kârdan ziyade, sahip olduğu yüce ahlâkı, emâneti ve Meysere’nin şahit olduğu o harikulâde halleriyle Hz. Hatice’nin (r.anha) kalbinde ve zihninde çok derin bir yer edindi.
Mübarek İzdİvaç: İki Nûrun Buluşması
Hz. Hatice (r.anha), asil, zengin ve “Tâhire” lakaplı bir hanımefendi olarak, Kureyş’in en zengin reislerinden pek çok evlilik teklifi almış, ancak hiçbirini kabul etmemişti.
Fakat O’nda (s.a.v.) gördüğü; mal, mülk veya kabile gücü değil, eşine az rastlanır bir asalet, sarsılmaz bir güvenilirlik (emanet) ve yüce bir ahlâktı.
Hz. Hatice (r.anha), bu mübarek gence (s.a.v.) evlenme teklif etmeye karar verdi. Bu, o toplumun âdetlerine göre bir kadının yapması zor bir adımdı. Aracı olarak güvendiği Nefîse bint Münebbih’i O’na (s.a.v.) gönderdi.
Nefîse, Efendimiz’e (s.a.v.) neden evlenmediğini sordu. Efendimiz (s.a.v.), mütevazı bir şekilde, evlenecek kadar malî gücü olmadığını belirtti. Nefîse, “Peki, eğer sana mal, güzellik, şeref ve asalet sahibi bir kadın teklif edilse, kabul eder misin?” dedi. “Kimdir o?” diye sorduğunda, “Hatice bint Huveylid” cevabını aldı.
Efendimiz (s.a.v.), durumu amcalarıyla istişare etti. Başta Ebû Tâlib olmak üzere bütün amcaları bu izdivaca çok sevindi.
Her iki tarafın aileleri bir araya geldi. Efendimiz (s.a.v.) yirmi beş, Hz. Hatice (r.anha) ise (meşhur rivayete göre) kırk yaşındaydı.
Bu evlilik, Mekke’de iki müstesna insanın, “el-Emîn” (Güvenilir) ile “et-Tâhire”nin (Tertemiz) evliliğiydi. Bu, sadece bir yuva kurmak değil, aynı zamanda Nübüvvet’ten önceki son büyük hazırlıktı.
Bu mübarek evlilik, ileride başlayacak olan o çileli peygamberlik davasında, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi, ilk iman eden “Vezir-i Sadık”ı ve O’nun (s.a.v.) sığınacağı manevî bir liman olacaktı. Bu evlilikten (Hz. İbrahim hariç) bütün evlatları dünyaya gelecek; Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tahir).
BÖLÜM 4: VAHYE HAZIRLIK, KÂBE HAKEMLİĞİ VE İLK ÇAĞRI
(Nübüvvet’in Başlangıcı)
Kâbe Hakemliği: “el-Emîn”in Adaleti
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) otuz beş yaşlarındayken, Mekke mühim bir hadiseye sahne oldu. Kâbe-i Muazzama, yaşanan bir sel felaketi (bazı rivayetlerde küçük bir yangın) sebebiyle ciddi hasar görmüş, duvarları zayıflamıştı. Kureyş kabileleri, ataları Hz. İbrahim’in (a.s.) bu mübarek mabedini yeniden inşa etmeye karar verdiler.
Bu inşaatta çok hassas bir karar aldılar: Kâbe’nin yapımında asla haram kazanç (faiz, zulümle elde edilen mal, hırsızlık malı vb.) kullanılmayacak, sadece “tayyib” (temiz) kazanç harcanacaktı.
Bu güzel niyetlerine rağmen, topladıkları temiz kazanç, Kâbe’yi Hz. İbrahim’in (a.s.) temellerinin tamamı üzerine inşa etmeye yetmedi. Bu sebeple, Kâbe’nin kuzey tarafındaki “Hatr” (veya Hicr-i İsmail) denilen yarım daire şeklindeki kısmı, binanın dışında bırakmak zorunda kaldılar (bugün tavafın bu alanın dışından yapılmasının sebebi budur).
Bina tamamlandı, sıra en mukaddes parçaya, “Hacerü’l-Esved”in (Cennetten gelen Siyah Taş) yerine konulmasına gelmişti.
Bu, muazzam bir şerefti. Her kabile, bu şerefin sadece kendilerine ait olmasını istiyordu. Tartışma öyle büyüdü ki, kabile reisleri kılıçlarını çektiler, kan dolu çanaklara ellerini batırıp “ölümüne savaş” yemini etmeye kalkıştılar. Mekke, bir iç savaşın eşiğine gelmişti.
Tam bu esnada, Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye bin Muğîre bir teklifte bulundu: “Ey Kureyş! Gelin, bir karara varalım. Şu Benî Şeybe kapısından (Kâbe’nin kapılarından biri) içeri girecek ilk kişiyi aramızda ‘hakem’ tayin edelim. O ne karar verirse, hepimiz kabul edelim.”
Bu teklif, gerginliği bir nebze olsun dindirdi. Herkesin nazarı (bakışı) o kapıdaydı. Acaba kim gelecekti?
Kapıdan giren mübarek bir sîmâ göründü. Onu gören bütün kabile reislerinin yüzü aydınlandı ve hep bir ağızdan sevinçle bağırdılar:
“İşte O geliyor! O, el-Emîn’dir! O, Muhammed’dir! O’nun hakemliğine hepimiz razıyız!”
Durumu O’na (s.a.v.) izah ettiler.
O (s.a.v.), peygamberlere mahsus o eşsiz hikmet ve ferâsetle, kan dökülmesini önleyecek o muhteşem çözümü buldu. Yere mübarek ridasını (hırkasını/yaygısını) serdi. Hacerü’l-Esved’i bizzat kendi elleriyle kaldırıp ridanın ortasına koydu.
Sonra, birbiriyle savaşmanın eşiğindeki bütün kabilelerin reislerini çağırdı ve “Her biriniz ridanın bir köşesinden tutun” buyurdu.
Hepsi birlikte, bu şerefe ortak olarak taşı kaldırdılar. Taş, konulacağı hizaya geldiğinde, Efendimiz (s.a.v.) tekrar öne çıktı, taşı mübarek elleriyle alıp Kâbe’deki yerine yerleştirdi.
Böylece, O’nun (s.a.v.) “Emîn” sıfatı ve hikmeti, Mekke’yi büyük bir felaketten kurtarmış oldu. Bu hadise, O’nun (s.a.v.) sadece güvenilir değil, aynı zamanda toplumun lideri (Efendisi) olmaya layık olduğunun da bir isbatı idi.
Hira’da Uzlet ve Sâdık Rüyalar
Efendimiz (s.a.v.) kırk yaşına yaklaşırken, içinde yaşadığı toplumun hali O’nu (s.a.v.) derinden yaralıyordu. Putlara tapan insanlar, adaletsizlik, ahlâkî çöküntü ve Câhiliye karanlığı… O’nun (s.a.v.) mübarek fıtratı (yapısı) bu manzaradan sıkılıyor, bir arayış içine giriyordu.
Bu dönemde O’na (s.a.v.) bir “uzlet” (yalnızlık) hali sevdirildi.
Mekke’nin dışındaki, sonradan “Cebel-i Nur” (Nur Dağı) adını alacak olan dağdaki “Hira Mağarası”nı kendisine halvethane (yalnızlık ve ibadet mekanı) seçti.
Mübarek zevcesi Hz. Hatice (r.anha), O’nun (s.a.v.) azığını hazırlar, O (s.a.v.) da Hira’ya çekilirdi. Orada günlerce, bazen haftalarca (bilhassa Ramazan aylarında) kalır; atası Hz. İbrahim’in (a.s.) Hanîf dininin izleri üzerinde “tefekkür” ederdi. Kâinatın Sahibini, yaratılışın gayesini ve insanların bu gafletini düşünürdü.
Nübüvvet’ten altı ay kadar önce, O’na (s.a.v.) “Sâdıku’r-Rü’yâ” (Sâdık Rüyalar) hali başladı. Hz. Aişe’nin (r.anha) rivayetine göre, “O (s.a.v.), o dönemde hangi rüyayı görse, sabah olduğunda o rüya, fecir aydınlığı gibi apaçık aynen çıkardı.”
Bu, O’nun (s.a.v.) mübarek ruhunun, vahyin o muazzam ağırlığına hazırlanmasının ilk merhalesiydi.
Büyük Hadise: İlk Vahiy (610 M.)
Ve beklenen an geldi. O (s.a.v.), yine bir Ramazan gecesi (Kadir Gecesi olduğu kuvvetle rivayet edilir), Hira Mağarası’nda tefekkür halindeydi. Kırk yaşındaydı.
Aniden, mağaranın içi O’nun (s.a.v.) daha önce hiç görmediği bir varlıkla doldu. Bu, Meleklerin en büyüğü, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm) idi.
Melek, O’na (s.a.v.) yaklaştı ve o Cihan Şümul emri verdi:
“اقْرَأْ” (İkra’ / Oku!)
Efendimiz (s.a.v.), bir mektep medrese görmemiş, okuma yazma bilmeyen (Ümmî) idi. Hayatında ne bir kitap okumuş ne de bir satır yazmıştı. Hayret ve bir miktar korkuyla cevap verdi:
“Mâ ene bi kâriin.” (Ben okuma bilmem.)
Melek (Cebrail a.s.), O’nu (s.a.v.) yakaladı ve dayanılmaz bir kuvvetle sıktı (takatini kesecek kadar). Bu, O’nun (s.a.v.) beşerî (insanî) varlığını sarsıp, ilâhî kelâmın ağırlığına hazırlamak içindi. Sonra bıraktı ve emri tekrarladı:
“Oku!”
Efendimiz (s.a.v.) yine aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem.”
Cebrail (a.s.), O’nu (s.a.v.) ikinci kez ve daha şiddetli sıktı, bıraktı ve tekrar emretti:
“Oku!”
Efendimiz (s.a.v.), üçüncü kez nefesi kesilmiş halde, “Ben okuma bilmem, ne okuyayım?” dediğinde, Melek, O’nu (s.a.v.) üçüncü ve son kez sıktıktan sonra bıraktı ve Allah Teâlâ’nın kıyamete kadar sürecek olan Son Hitabının ilk ayetlerini O’nun (s.a.v.) kalbine indirdi:
“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/1-5 )
Bu, kâinatın en büyük hadisesiydi. Artık O (s.a.v.), “Muhammedü’l-Emîn” değil, aynı zamanda “Resûlullah” (Allah’ın Elçisi) idi.
Vahyin Ağırlığı ve İlk Destek: Hz. Hatice (r.anha)
Olanların dehşeti ve vahyin ağırlığıyla Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek kalbi şiddetle çarpıyordu. Mağaradan hızla indi, evine, sığınağına, Hz. Hatice’nin (r.anha) yanına koştu.
İçeri girdiğinde titriyordu ve sadece şunu söyledi:
“Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!)
Hz. Hatice (r.anha), o asil ve “Tâhire” zevce, telaşlanmadı. O’nu (s.a.v.) bir örtüyle örttü, mübarek başını dizine koydu ve sakinleşmesini bekledi.
Efendimiz (s.a.v.) biraz sakinleşince, Hira’da olanları başından sonuna kadar anlattı ve derin bir endişeyle ekledi: “Ey Hatice, (başımın derde girmesinden veya bu ağır yükü taşıyamamaktan) kendimden korktum!”
İşte o an, Hz. Hatice’nin (r.anha) imanı ve ferâseti, tarihin seyrini değiştirecek şu cevabı verdi. Bu sözler, ilk mü’minin sözleriydi:
“Korkma! Vallahi, Allah seni hiçbir zaman mahcup etmez, utandırmaz. Çünkü sen:
Akrabalık bağlarını gözetirsin (Sıla-i rahim yaparsın),
Her zaman doğru söz söylersin,
Zor durumda olanların (veya başkalarının) yükünü taşırsın,
Misafiri ağırlarsın,
Fakire ve yoksula kazandırırsın (onlara kimsenin vermediğini verir, yardım edersin),
Ve hak yolunda (felakete uğrayanlara) yardım edersin.”
Hz. Hatice (r.anha), O’nun (s.a.v.) peygamberliğinin isbatını, O’nun (s.a.v.) yüce ahlâkında bulmuştu. Böyle faziletlere sahip bir zatı, Allah’ın (c.c.) yalnız bırakmayacağını biliyordu.
Böylece O (r.anha), Resûlullah’a (s.a.v.) ilk iman eden, O’nu (s.a.v.) ilk tasdik eden ve O’nun (s.a.v.) davasındaki ilk ve en büyük destekçisi olma şerefine erişti.
BÖLÜM 5: NÂMÛS-I EKBER’İN TASDİKİ VE GİZLİ DAVET
(Nübüvvet’in İlk Yılları)
Ehl-i Kitap Âliminin Tasdiki: Varaka bin Nevfel
Hz. Hatice (r.anha), zevcindeki (s.a.v.) o yüce ahlâkın, böyle bir ilâhî tecrübeye mazhar olmasının en büyük isbatı olduğuna kani idi. Ancak durumu teyit etmek ve O’nu (s.a.v.) daha da mutmain kılmak için, bilgisine güvendiği birine gitmeye karar verdi.
Bu kişi, amcasının oğlu olan Varaka bin Nevfel idi.
Varaka, Câhiliye devrinde yaşamasına rağmen putlara tapmayan, atası Hz. İbrahim’in (a.s.) dini olan Hanîf inancı üzere yaşayan, Ehl-i Kitap (Tevrat ve İncil) hakkında derin vukûfiyeti (bilgisi) olan, çok yaşlanmış ve gözleri görmeyen hikmet sahibi bir zattı.
Hz. Hatice (r.anha), Efendimiz’i (s.a.v.) yanına alarak Varaka’ya gitti. “Ey amcamın oğlu, dinle! Bak, kardeşinin oğlu (yeğenin) ne söylüyor!” dedi.
Varaka, “Ne oldu, ey kardeşimin oğlu?” diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.), Hira’da başından geçenleri, gördüğü Meleği (Cebrail a.s.) ve işittiği o ilk ayetleri (Alak, 1-5) anlattı.
Efendimiz’i (s.a.v.) dinleyen Varaka bin Nevfel’in rengi değişti ve heyecanla haykırdı:
“Kuddûs! Kuddûs! (Ne kadar mukaddes, ne kadar yüce!) Vallahi, bu gördüğün, Allah’ın Mûsâ’ya (a.s.) ve Îsâ’ya (a.s.) indirdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Vahiy Meleği Cebrail’dir)!”
Varaka, asırlardır beklenen o müjdeyi tasdik etmişti. O (s.a.v.), Allah’ın Son Peygamberi idi.
Sonra Varaka, acı bir hakikati dile getirdi:
“Keşke kavmin seni yurdundan (Mekke’den) çıkaracağı o günlerde genç ve güçlü olsaydım da sana yardım edebilseydim!”
Resûlullah (s.a.v.) bu söz karşısında hayrete düştü. O (s.a.v.), Mekke’nin en asil ailesindendi, “el-Emîn” idi, herkes O’na (s.a.v.) hürmet ediyordu. Bu yüzden sordu:
“Ev emuhrîciyye hüm?” (Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?)
Varaka, tecrübenin ve tarih bilgisinin verdiği o keskin cevapla tasdik etti:
“Evet! Senin getirdiğin bu (ilâhî mesaj) gibi bir şey getiren hiçbir peygamber yoktur ki, düşmanlığa uğramamış, zulüm görmemiş ve yurdundan çıkarılmamış olsun. Eğer senin o davet günlerine yetişirsem, sana var gücümle yardım ederim.”
Bu konuşma, Efendimiz’in (s.a.v.) kalbini mutmain kıldı ve O’na (s.a.v.) yükleneceği bu ağır vazifenin ne kadar çetin geçeceğini de haber vermiş oldu. (Çok geçmeden Varaka bin Nevfel vefat etti.)
Fetretü’l-Vahy (Vahyin Kesilmesi Dönemi)
İlk vahiy olan “İkra'” (Oku!) emrinden sonra, Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) bir müddet gelmedi. Siyer kaynaklarında bu müddetin süresi hakkında farklı rivayetler (birkaç günden aylara kadar) zikredilir.
Bu sessizlik dönemi (Fetretü’l-Vahy), Efendimiz’i (s.a.v.) derin bir hüzne ve endişeye sevk etti. Acaba Rabbi O’nu (s.a.v.) terk mi etmişti? O ilk tecelli bir defaya mahsus muydu?
Bu sessizlikte büyük hikmetler vardı:
• İlk vahyin o muazzam sarsıntısını ve dehşetini üzerinden atması ve sakinleşmesi.
• Gelen vahye karşı derûnî bir iştiyak (özlem ve arzu) duyması, O’na (s.a.v.) hasret kalması.
• Vahyin, O’nun (s.a.v.) kendi içinden gelen bir ses veya düşünce değil, tamamen hâricî (dış) ve İlâhî bir kaynak olduğunu; O’nun (s.a.v.) iradesine tâbi olmadığını isbat etmek.
Mekke müşriklerinden bazıları, bilhassa Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil, bu sessizliği fırsat bilerek O’nunla (s.a.v.) alay etmeye başlamış, “Görüyorum ki, senin o arkadaşın (Rabbin) sana darılmış, seni terk etmiş!” diyerek O’nu (s.a.v.) incitmişlerdi.
Bu alaylara ve o derûnî hasrete cevap, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle gelecekti:
“Kuşluk vaktine andolsun, (karanlığı ile) sükûnete erdiğinde geceye andolsun ki, Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” (Duhâ, 93/1-3 )
İkinci Vahiy ve Davetin Başlangıcı
Efendimiz (s.a.v.), o hüzünlü bekleyiş günlerinden birinde Mekke’de yürürken (veya Hira’dan dönerken), gökten bir ses işitti. Mübarek başını kaldırdığında, Hira’da kendisine gelen o Meleği (Cebrail a.s.), gök ile yer arasında muazzam bir kürsü (taht) üzerinde oturmuş halde gördü.
Bu heybetli manzara karşısında yine dehşete kapıldı. O kadar korktu ki, hızla evine, Hz. Hatice’nin (r.anha) yanına koştu ve yine aynı sözleri tekrarladı:
“Dessirûnî! Dessirûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!)
O (s.a.v.), yatağına girip örtüye bürünmüş haldeyken, Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) bu kez evin içinde tecelli etti ve beklenen ikinci vahiy geldi. Bu vahiy, artık sadece “Oku!” (Nebî ol) emri değil, “Kalk ve harekete geç!” (Resûl ol) emriydi:
“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri (putları, günahları) terk et.” (Müddessir, 74/1-5 )
Emir netti. Artık tefekkür ve hazırlık dönemi bitmiş, insanları Tevhid’e (Allah’ın birliğine) davet etme vakti başlamıştı.
Gizli Davet Dönemi (Üç Yıl)
Efendimiz (s.a.v.), içinde yaşadığı toplumun putperestliğe ne kadar taassupla (körü körüne) bağlı olduğunu, Kâbe’nin putlarla dolu olduğunu ve bu davete başlar başlamaz nasıl büyük bir tepkiyle karşılaşacağını biliyordu.
Bu sebeple, ilâhî emir ve hikmet gereği, davetini ilk üç yıl boyunca “gizli” yürüttü.
O (s.a.v.), sadece karakterine, ferâsetine ve sır saklamasına güvendiği kişilere İslâm’ı tebliğ etti. İlk Müslümanlar, İslâm’ın o ilk filizleri, birer birer O’nun (s.a.v.) etrafında toplanmaya başladı.
İlkler: es-Sâbikûne’l-Evvelûn
İslâm’a giren ilk mü’minler, tarihe “es-Sâbikûne’l-Evvelûn” (İlk Öne Geçenler) olarak geçmiştir. Bu ilk çekirdek kadro, toplumun her kesiminden insanın İslâm’ın fıtrî (yapısal) çağrısına nasıl cevap verdiğini gösteren bir ayna gibidir:
• Hz. Hatice bint Huveylid (r.anha): İlk iman eden. O’nun (s.a.v.) zevcesi, sırdaşı ve davasının ilk destekçisi. O, “ilk mü’min” olma şerefine erişti.
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.): Hür ve yetişkin erkeklerden ilk iman eden. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın dostu, mağara arkadaşı. Efendimiz (s.a.v.) O’na (r.a.) İslâm’ı anlattığında, bir an bile tereddüt etmedi, “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” dedi. Bu tereddütsüz tasdiki sebebiyle “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi) lakabını aldı.
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.): Çocuklardan ilk iman eden. O sıralarda yaklaşık 10 yaşındaydı ve Efendimiz’in (s.a.v.) himayesinde, O’nun (s.a.v.) evinde büyüyordu. Efendimiz (s.a.v.) ile Hz. Hatice’yi (r.anha) namaz kılarken görmüş, ne yaptıklarını sormuştu. Efendimiz (s.a.v.) O’na (r.a.) Tevhid’i anlattı. Hz. Ali (r.a.), “Babam Ebû Tâlib’e danışmalıyım” dediyse de, gece tefekkür edip sabah geldi ve “Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben de O’na (c.c.) iman etmek için babama danışmam” diyerek iman etti.
• Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.): Köle (azatlı) iken ilk iman eden. Efendimiz’in (s.a.v.) kölelikten azat edip “oğlum” dediği, evlatlığı ve sırdaşıydı.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) imanı, gizli davet döneminde bir dönüm noktası oldu. O (r.a.), Mekke’nin en sevilen, en itibarlı ve en yumuşak huylu tüccarlarındandı. İman ettikten sonra, o da gizlice insanları İslâm’a davet etmeye başladı.
O’nun (r.a.) vasıtasıyla, İslâm’ın ve Cennet’le müjdelenenlerin (Aşere-i Mübeşşere) en mühim simaları İslâm’a girdi:
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Bu ilk mü’minler, Mekke’nin aristokrat (zengin ve soylu) kesimindendi. Ama İslâm aynı anda, Mekke’nin en zayıf, en kimsesiz ve en mazlum kesiminde de yankı buluyordu:
• Köle olan Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)
• Demirci ustası Hz. Habbâb bin Eret (r.a.)
• Zayıf bir ailenin ferdi olan Hz. Ammâr bin Yâsir (r.a.) ve annesi Hz. Sümeyye (r.anha), babası Hz. Yâsir (r.a.).
İlk Merkez: Dârü’l-Erkam (Erkam’ın Evi)
Müslümanların sayısı otuzu-kırkı bulduğunda, artık gizlice toplanıp ibadet edecekleri ve Resûlullah’tan (s.a.v.) vahyi öğrenecekleri bir yere ihtiyaç vardı.
Bu merkez, Kâbe’nin yakınında, Safâ Tepesi’nin eteğinde bulunan, genç ve asil bir Müslüman olan Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın (r.a.) evi (Dârü’l-Erkam) oldu.
Bu ev, İslâm’ın ilk karargâhı, ilk medresesi ve ilk cemaat merkeziydi. Müslümanlar buraya gizlice girer, Efendimiz’i (s.a.v.) dinler, namaz kılar ve İslâm’ın esaslarını öğrenirlerdi. Bu gizli merkez, üç yıl boyunca İslâm’ın çekirdek kadrosunu eğitti.
*******
BÖLÜM 6: AÇIK DAVET VE ZULMÜN BAŞLANGICI
(Mekkî Dönem – I)
İlâhî Emir: “Artık Açıkla!”
Üç yıllık gizli davet döneminin sonunda, Müslümanlar sayıca az da olsalar, sarsılmaz bir imana kavuşmuşlardı. Artık Tevhid sancağının, Câhiliye’nin merkezi olan Kâbe’nin gölgesinde, alenen dalgalanma vakti gelmişti.
Önce, en yakından başlama emri geldi. Cenâb-ı Hak, Resûlü’ne (s.a.v.) vahyetti:
“(Önce) en yakın hısım akrabanı uyar.” (Şuarâ, 26/214 )
Bu emir üzerine Efendimiz (s.a.v.), Haşimoğulları’nı (yaklaşık 40-45 kişi) amcası Ebû Tâlib’in evinde bir ziyafete topladı. O gün, az bir yemeğin herkesi doyurduğu bir mucize de yaşanmıştı. Yemekten sonra Efendimiz (s.a.v.) ayağa kalktı ve onlara şöyle hitap etti:
“Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğimden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir genç bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah, beni sizi O’na (c.c.) davet etmem için görevlendirdi. Bu ağır yükte, bana kim yardım edip kardeşim ve vasîm olmak ister?”
Meclise derin bir sessizlik çöktü. Bu teklif, Mekke’nin bütün nizamına, putlara ve kurulu düzene meydan okumaktı. Kimse cesaret edemedi.
O esnada, meclisin en genci olan, henüz bir çocuk sayılan Hz. Ali (r.a.) ayağa fırladı. O cılız, fakat imanla dolu sesiyle haykırdı:
“Yâ Resûlallah! Ben sana yardım ederim! Gözlerindeki ağrı (o sırada gözleri rahatsızdı), bacaklarımın inceliği ve yaşımın küçüklüğü benim için mühim değil. Ben senin yardımcın olacağım!”
Efendimiz (s.a.v.), O’na (r.a.) oturmasını söyledi. Davetini iki kez daha tekrarladı. Her ikisinde de meclis suskunluğunu korudu ve her ikisinde de ayağa kalkan sadece Hz. Ali (r.a.) oldu.
Bu manzara karşısında, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası ve en azılı düşmanı olacak olan Ebû Leheb, alaycı bir kahkaha atarak toplantıyı sabote etti. Ebû Tâlib’e dönerek, “Bak! Artık şu çocuğun (Hz. Ali’nin) emrine girmeni, O’nu dinlemeni istiyor!” diyerek meclisi dağıttı.
Bu, davetin aile içindeki ilk tezahürü ve ilk zıt (aykırı) tepkisiydi.
Safâ Tepesi’ndeki Yankı
Yakın akrabayı uyarma emrinden kısa bir süre sonra, artık davetin bütün Mekke’ye, Kureyş’in tamamına ilan edilmesi emri geldi:
“Şimdi sen, emrolunduğun şeyi açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.” (Hicr, 15/94 )
Emir kesindi. Efendimiz (s.a.v.), Safâ Tepesi’ne çıktı. Burası, Mekkelilerin önemli duyurular için toplandığı, şehrin en yüksek yerlerinden biriydi. Arapların bir tehlike anında kullandıkları o meşhur nida (sesleniş) ile haykırdı:
“Yâ Sabâhâh!” (Ey ahali! Büyük bir felaketle, bir sabah baskınıyla karşı karşıyasınız, toplanın!)
Bu feryadı duyan bütün Kureyş kabileleri, “Ne oluyor?” diyerek tepenin etrafında toplandı. Gelemeyenler, haberi getirmesi için vekillerini gönderdi. Mekke’de kulak kesilmeyen kimse kalmamıştı.
Kalabalık toplandığında, O “Muhammedü’l-Emîn” (s.a.v.), o güne kadar yalan söylediğine kimsenin şahit olmadığı O Zât (s.a.v.), kalabalığa o meşhur sualini sordu:
“Ey Kureyş cemaati! Size, ‘Şu dağın (Safâ’nın) arkasından bir düşman süvari birliği geliyor, sabah veya akşam size baskın yapacak’ desem, bana inanır mısınız?”
Kalabalık, tek bir ağızdan cevap verdi:
“Evet, inanırız! Çünkü biz senin yalan söylediğini asla tecrübe etmedik (görmedik).”
Onlardan bu tasdiki, bu “Emîn” (Güvenilir) sıfatının teyidini aldıktan sonra, Cihan Şümul davetini haykırdı:
“Öyleyse (madem bana inanıyorsunuz), ben size şunu haber veriyorum: Ben, (eğer iman etmezseniz) önünüzdeki o şiddetli azaptan (Kıyametten, Cehennemden) önce gönderilmiş bir uyarıcıyım! Ey Kureyş! Sizi, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur) demeye davet ediyorum. Sizi putlara tapmaktan menediyorum.”
Bu sözler, Safâ Tepesi’ne bir bomba gibi düştü.
O ana kadar O’nu (s.a.v.) “Emîn” diye tasdik eden kalabalık donup kaldı. İlk ve en çirkin tepki, öz amcası Ebû Leheb’den geldi.
Ebû Leheb, öfkeyle yerden bir taş aldı (veya elini salladı) ve O’na (s.a.v.) doğru bağırarak şöyle dedi:
“Tebben leke sâira’l-yevm! E li hâzâ cema’tenâ?” (Yazıklar olsun sana! Günün geri kalanında helâk olasıca! Bizi bunun için mi topladın?)
Gökyüzünden Gelen Cevap: Tebbet Suresi
Mekke’nin reisi Ebû Leheb, yeğenine ve O’nun (s.a.v.) davasına en büyük hakareti etmiş, O’na (s.a.v.) “helâk ol” demişti.
Ancak cevap, yerden değil, yedi kat semâdan, Âlemlerin Rabbi’nden (c.c.) geldi. Ebû Leheb daha oradan ayrılmadan, Cebrail (a.s.) o şiddetli cevabı indirdi. Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar okunacak olan o surede, Resûlü’nü (s.a.v.) müdafaa ediyor ve Ebû Leheb’in bedduasını aynen kendisine iade ediyordu:
“Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşe girecektir. Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecektir). Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde.” (Tebbet/Mesed, 111/1-5 )
Bu, Kur’ân’ın indiği dönemde yaşayan birine ismiyle beddua eden ve O’nun (Ebû Leheb) ve karısının (Ümmü Cemil) kâfir olarak ölüp Cehenneme gireceğini daha onlar hayattayken ilan eden mucizevî bir sureydi.
Müşriklerin Tepkisi: Alay, Hakaret ve İşkence
Açık davet başlamıştı. Mekke düzeninin efendileri (Müşrik aristokrasisi) için artık tehlike çanları çalıyordu. Bu yeni din:
• Atalarının dinini ve taptıkları putları (Lât, Menât, Uzzâ) inkâr ediyordu.
• Kâbe etrafında kurdukları putperestlik temelli ekonomik düzeni (panayırları, adakları) tehdit ediyordu.
• Zengin ile fakiri, efendi ile köleyi “iman” ekseninde eşitliyordu. Bu, onların kibir (enaniyet) ve kabilecilik (asabiyet) anlayışlarına zıt idi.
Önce, Efendimiz’i (s.a.v.) davasından vazgeçirmek için alay (istihzâ) ve hakaret yolunu seçtiler. O’na (s.a.v.) şöyle dediler:
• “Mecnûn” (Deli, cinlenmiş) (Bkz: Kalem, 68/2; Tekvîr, 81/22)
• “Sâhir” (Büyücü – Sözleriyle insanları büyülüyor, aileleri bölüyor) (Bkz: Yûnus, 10/2)
• “Kâhin” (Gelecekten haber veriyor) (Bkz: Hâkka, 69/42)
• “Şâir” (Söyledikleri güzel ama boş sözler) (Bkz: Sâffât, 37/36)
O (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine deve işkembesi attılar. O (s.a.v.) secdeye vardığında, kızı Hz. Fâtıma (r.anha) ağlayarak gelip o pislikleri babasının (s.a.v.) üzerinden temizlemişti.
Ancak bu alaylar ve hakaretler, iman edenlerin sayısının artmasını engelleyemedi. Bilhassa zayıf, kimsesiz ve köleler arasında İslâm hızla yayılıyordu. Müşrikler, alay ve hakaretin işe yaramadığını görünce, en vahşi yöntemlerine başvurdular: Fizikî işkence (Zulüm).
Hedeflerinde, kabile himayesi olmayan, zayıf ve kimsesiz Müslümanlar vardı:
• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a): Efendisi Ümeyye bin Halef, O’nu (r.a.) Mekke’nin en kızgın kumlarına, öğle güneşinin tam altına yatırır, göğsüne devasa kayaları koyardı. Bilâl’den (r.a.) Lât ve Uzzâ’yı övmesini, Muhammed’i (s.a.v.) inkâr etmesini isterdi. O kayanın altında nefesi kesilen Hz. Bilâl (r.a.), sadece ve sadece “Ehad! Ehad! Ehad!” (Allah Bir’dir! Bir’dir! Bir’dir!) diyerek haykırırdı. O (r.a.), bu ağır işkenceden, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) O’nu satın alıp azat etmesiyle kurtulacaktı.
• Hz. Habbâb bin Eret (r.a): Demirciydi. Müşrikler, O’nun (r.a.) kendi dükkânındaki kor ateşleri alır, çıplak sırtına basarlardı. O’nun (r.a.) sırtından akan yağlar o korları söndürürdü.
• Yâsir Ailesi (İlk Şehidler): İslâm’ın ilk şehid ailesi. Baba Hz. Yâsir (r.a), anne Hz. Sümeyye (r.anha) ve oğulları Hz. Ammâr (r.a). Hepsi birden en ağır işkencelere maruz bırakılırdı. Resûlullah (s.a.v.), onların işkence gördüğü yerden geçerken, elinden fiilî bir yardım gelmemesinin hüznüyle onlara manevî müjdeyi verirdi:
“Sabredin, ey Yâsir ailesi! Muhakkak ki, size vaad olunan yer Cennet’tir!”
İşkenceler sonucunda önce baba Hz. Yâsir (r.a) şehit edildi. Ardından, İslâm’ın en azılı düşmanı Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), Hz. Sümeyye’nin (r.anha) iffetine dil uzattı ve O’nu (r.anha) hunharca şehit etti.
Hz. Sümeyye (r.anha), İslâm tarihindeki “İlk Şehide Kadın” oldu.
Efendimiz (s.a.v.) ise, amcası Ebû Tâlib’in kabile himayesi altında olduğu için O’nu (s.a.v.) öldüremiyorlardı. Ancak O’nu (s.a.v.) davasından vazgeçirmek için Ebû Tâlib’e defalarca baskı yaptılar, tehdit ettiler.
BÖLÜM 7: İLK SIĞINAK HABEŞİSTAN VE HZ. CA’FER’İN MÜDAFAASI
(Mekkî Dönem – II)
“Orada Âdil Bir Hükümdar Vardır”
Zulüm altında inleyen sahabelerine (r.anhüm) bakan Âlemlerin Rahmeti Efendimiz (s.a.v.), onlara bir kurtuluş kapısı gösterdi. O kapı, denizlerin ötesindeydi.
O (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İsterseniz (ve imkân bulursanız) Habeşistan (Abyssinia/Etiyopya) diyarına hicret ediniz. Zira orada bir Hükümdar (Necâşî) vardır ki, O’nun ülkesinde hiç kimseye zulmedilmez. Orası bir ‘sıdk’ (doğruluk ve adalet) yurdudur. Allah Teâlâ bu içinde bulunduğunuz sıkıntıdan bir çıkış yolu ve ferahlık verinceye kadar orada kalın.”
Efendimiz’in (s.a.v.) Habeşistan’ı seçmesi tesadüfî değildi. Necâşî (Hükümdarlarının unvanı) olan Ashame, Ehl-i Kitap (Hristiyan) olan, vicdan sahibi ve âdil bir yönetici olarak biliniyordu.
İlk Kafileler ve Kureyş’in Telaşı
Nübüvvet’in 5. yılında (M. 615), Resûlullah’ın (s.a.v.) izniyle ilk hicret kafilesi gizlice yola çıktı. Kafile küçüktü; yaklaşık 11 erkek ve 4 kadından oluşuyordu.
Bu ilk muhacirlerin arasında çok mühim bir sîmâ vardı: Cennet’le müjdelenen Hz. Osman bin Affân (r.a) ve zevcesi, Resûlullah’ın (s.a.v.) kerîmesi (kıymetli kızı) Hz. Rukiyye (r.anha).
Efendimiz (s.a.v.), onların arkasından, “İbrahim (a.s.) ve Lût’tan (a.s.) sonra, Allah yolunda ailesiyle birlikte hicret eden ilk kişi Osman’dır” buyurarak onlara dua etmişti.
Bu ilk kafile, Kızıldeniz sahilinden (Şuaybe Limanı) buldukları bir ticaret gemisiyle Habeşistan’a ulaştı ve Necâşî’nin himayesine sığındı.
Bu ilk kafilenin salimen ulaştığını öğrenen diğer Müslümanlar için de bir ümit kapısı aralanmıştı. Kısa bir süre sonra, aralarında Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib’in (r.a.) de bulunduğu, yaklaşık 80’den fazla Müslümandan oluşan ikinci ve daha kalabalık bir kafile de Habeşistan’a hicret etti.
Bu durum, Mekke’deki müşrik reislerini (Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ümeyye bin Halef vb.) dehşete düşürdü. Zira:
• İşkenceyle bitiremedikleri bu “yeni din”, artık Mekke dışına taşıyordu.
• Müslümanlar, Habeşistan gibi stratejik bir müttefik edinebilir, orada güçlenip Mekke’ye dönebilirlerdi.
• Kendi evlatları (Hz. Osman gibi Kureyş’in en zenginlerinden biri) bile onları terk edip gidiyordu.
Bu “sızıntıyı” ve “dış üssü” engellemek zorundaydılar.
Kureyş’in Elçileri: Amr bin el-Âs
Kureyş, derhal bir plan yaptı. En zeki, en kurnaz ve en iyi diplomatları olan iki kişiyi seçtiler: Amr bin el-Âs (ki henüz Müslüman değildi) ve Abdullah bin Ebî Rebîa.
Bu iki elçi, Habeşistan’da en sevilen ve en kıymetli hediye olan “deri” mamullerinden (işlenmiş deriler, elbiseler, ayakkabılar) muazzam bir serveti yanlarına aldılar.
Planları şöyleydi:
• Önce Hükümdar Necâşî’nin huzuruna çıkmayacaklar. O’nun (Necâşî’nin) çevresindeki generallere, kumandanlara ve bilhassa din adamlarına (patriklere/rahiplere) bu pahalı hediyeleri dağıtıp onları lehlerine çevireceklerdi.
• Daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkıp, bu sığınmacıların “suçlu” olduğunu iddia edeceklerdi.
• Necâşî’den, Müslümanları dinlemeden, onları derhal kendilerine iade etmesini (iade-i suçlu) talep edeceklerdi.
Plan işledi. Hediyeleri alan Habeş komutanlar ve din adamları, “Bu sığınmacıların ne dediğine bakmadan onları geldikleri yere iade edelim” diye kendi aralarında anlaştılar.
Necâşî’nin Huzurunda Büyük Yüzleşme
Amr bin el-Âs ve arkadaşı, Necâşî’nin huzuruna çıktılar. Önce secdeye kapandılar (o devrin âdeti) ve hediyelerini sundular. Sonra Amr, o kurnaz hitabetiyle söze başladı:
“Ey Hükümdar! İçimizden bazı aklı kıt (sefih) gençler, atalarının dinini terk ettiler, sizin dininize (Hristiyanlığa) da girmediler! Ne bizim ne de sizin bilmediğiniz uyduruk bir din çıkardılar. Kabilelerinin ve ailelerinin düzenini bozdular. Şimdi de gelip sizin ülkenize sığındılar. Bizi buraya, Kureyş’in eşrafı, onların babaları ve amcaları gönderdi. Sizden ricamız, bu ‘suçluları’ dinlemeden bize teslim etmenizdir. Zira biz onları sizden daha iyi tanırız.”
Huzurda bulunan ve hediyeleri almış olan Habeş din adamları ve komutanlar hemen atıldılar: “Ey Hükümdar, doğru söylüyorlar! Bunlar tehlikeli insanlar, onları kavimlerine iade edin!”
Ancak Hükümdar Necâşî, isminin hakkını (Âdil) verdi. Öfkeyle doğruldu ve o tarihî sözü söyledi:
“Hayır! Vallahi, ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş bu insanları dinlemeden, ne dediklerini anlamadan asla size teslim etmem! Gidin, o sığınmacıları çağırın, huzuruma getirin!”
İslâm’ın Sözcüsü: Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a.)
Müslümanlara haber ulaştı. Saraya çağrılmışlardı. Kendi aralarında istişare ettiler: “Hükümdarın huzurunda ne diyeceğiz?”
Kararları netti: “Resûlullah (s.a.v.) bize ne öğrettiyse onu söyleyeceğiz. Sonucu ne olursa olsun, hakikatten şaşmayacağız!”
Sözcü olarak, Efendimiz’in (s.a.v.) amcaoğlu olan, O’na (s.a.v.) simaen de çok benzeyen, cesur ve fasih (akıcı konuşan) Hz. Ca’fer’i (r.a.) seçtiler.
Hz. Ca’fer ve Müslümanlar huzura girdiklerinde, müşrik elçilerin aksine, secde etmediler. Sadece selâm verdiler. Saray erkânı, “Neden Hükümdara secde etmediniz?” diye sorduğunda Hz. Ca’fer, “Biz, Allah’tan başkasına secde etmemekle emrolunduk” diyerek davanın izzetini daha ilk anda gösterdi.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e döndü:
“Nedir bu din? Nedir bu sizin hem kendi kavminizin dininden hem de benim dinimden ayrıldığınız yol?”
Hz. Ca’fer (r.a.) ayağa kalktı. O hitabe, Siyer tarihinin en parlak müdafaalarından biridir. Şöyle dedi:
“Ey Hükümdar! Biz, Câhiliye içinde yaşayan bir kavimdik:
Putlara tapardık, leş yerdik, her türlü kötülüğü (fuhşiyatı) işlerdik.
Akrabalık bağlarını (Sıla-i rahimi) keserdik, komşularımıza kötü davranırdık.
Güçlü olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi.
Biz bu haldeyken… Allah Teâlâ, bize içimizden bir Resûl (Elçi) gönderdi:
Biz O’nun (s.a.v.) soyunu (asaletini), doğruluğunu (sıdkını), güvenilirliğini (emanetini) ve iffetini (temizliğini) biliriz.
O (s.a.v.) bizi;
Yalnızca Allah’a ibadet etmeye (Tevhid’e), O’na (c.c.) ortak koşmamaya,
Atalarımızın taptığı o taşları ve putları terk etmeye davet etti.
O (s.a.v.) bize;
Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşuya iyi davranmayı,
Kan dökmekten ve haramlardan el çekmeyi emretti.
Bize fuhşiyattan, yalandan, yetim malı yemekten ve namuslu kadınlara iftira etmekten menetti.
Biz de O’nu (s.a.v.) tasdik ettik, O’na (s.a.v.) iman ettik ve O’nun (s.a.v.) Allah’tan getirdiklerine tâbi olduk. Bu yüzden O’na (c.c.) ibadet ettik, hiçbir şeyi O’na ortak koşmadık, haramları terk edip helâllere sarıldık.
Ey Hükümdar! İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu!
Bize işkence ettiler (zulmettiler), bizi dinimizden döndürmek için baskı yaptılar. Tekrar o putlara tapmamız, o eski pisliklere (Câhiliye’ye) dönmemiz için bize zulmettiler.
Onların zulmü altında ezilince ve can emniyetimiz kalmayınca, senin ülkene sığındık. Başkalarını değil, seni tercih ettik. Senin komşuluğuna girdik. Ey Hükümdar! Biz, senin yanında zulme uğramayacağımızı ümit ettik!”
Meryem Suresi ve Gözyaşları
Hz. Ca’fer’in (r.a.) bu sözleri, sarayda derin bir etki oluşturdu. Necâşî, derinden etkilenmişti. Amr bin el-Âs’ın “suçlu” dediği insanların, aslında bir fazilet hareketi olduğu ortaya çıkmıştı.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e sordu:
“O Peygamberinizin (s.a.v.) Allah’tan getirdiğini söylediği şeylerden (Vahiyden) yanınızda bir parça var mı?”
Hz. Ca’fer, “Evet, var” dedi.
Bu, davanın en kritik anıydı. Hristiyan bir hükümdarın ve rahiplerin huzurunda hangi ayetler okunmalıydı? Hz. Ca’fer, ilâhî bir sevkle, Kur’ân-ı Kerîm’den **”Meryem Suresi”**nin ilk ayetlerini okumaya başladı.
Sûre, Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) duasını, Hz. Yahyâ’nın (a.s.) doğumunu anlatıyordu. Sonra Hz. Meryem’in (r.anha) o mübarek kıssasına, O’nun (r.anha) iffetine ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) babasız dünyaya geliş mucizesine…
Hz. Ca’fer (r.a.) okudukça, Necâşî ve etrafındaki bütün papazlar ve rahipler gözyaşlarına boğuldular. Ayetlerin anlattığı Hz. Meryem ve Hz. Îsâ, onların bildiği İncil’deki hakikatlerle örtüşüyordu. Gözyaşları sakallarını ıslatmıştı.
Necâşî, ağlayarak sözü kesti ve o meşhur kararını verdi. Yere bir çizgi çizdi ve şöyle dedi:
“Vallahi, bu (Kur’ân’ın) getirdiği ile Mûsâ’nın (a.s.) ve Îsâ’nın (a.s.) getirdikleri, aynı kandilin (Mişkât) ışıklarıdır!”
Sonra Kureyş elçilerine (Amr bin el-Âs ve arkadaşına) döndü:
“Gidin! Vallahi, ben onları size asla teslim etmeyeceğim! Ve onlara hile de kuramayacaksınız!”
Amr bin el-Âs, hayatının en büyük diplomatik yenilgisini almıştı.
Amr’ın Son Tuzağı ve Necâşî’nin İmanı
Amr, o gece öfkeyle ayrıldı. Arkadaşı “Artık bırak, başaramadık” dese de, Amr, “Hayır! Yarın Hükümdara onlar hakkında öyle bir şey söyleyeceğim ki, köklerini kazıyacak!” dedi.
Ertesi gün, tekrar Necâşî’nin huzuruna çıktı:
“Ey Hükümdar! Dün dinlediğiniz o adamlar, sizin için çok mühim olan bir zat hakkında (Hz. Îsâ’yı kastederek) çok çirkin bir şey söylüyorlar! Onlar, ‘Îsâ’nın Allah’ın oğlu değil, bir kul olduğunu’ iddia ediyorlar!”
Bu, Hristiyan akidesinin temeline bir saldırıydı. Necâşî tekrar öfkelendi ve Müslümanları derhal huzura çağırdı. Müslümanlar telaşlanmıştı. “Îsâ (a.s.) hakkında sorarsa ne diyeceğiz?”
Hz. Ca’fer’in cevabı yine netti: “Vallahi, Resûlullah (s.a.v.) bize ne öğrettiyse onu söyleriz: O, Allah’ın kulu, Resûlü, Meryem’e ilka ettiği (ulaştırdığı) Kelimesi ve O’ndan (c.c.) bir Rûh’tur.”
Huzura geldiler. Necâşî sordu: “Siz, Meryem oğlu Îsâ hakkında ne diyorsunuz?”
Hz. Ca’fer (r.a.), hazırladıkları o net Tevhid cevabını verdi.
Bunu duyan Necâşî, elindeki âsâyı (değneği) yere vurdu ve sevinçle haykırdı:
“Vallahi, Meryem oğlu Îsâ da, senin dediğinden (eline aldığı bir çöpü göstererek) şu çöp kadar bile fazla bir şey değildi! (Yani O, tam da sizin dediğiniz gibidir; Allah’ın Kulu ve Resûlüdür.)”
Etrafındaki papazlar bu sözlere homurdandılar (çünkü onlar ‘Oğul’ demeye alışmıştı). Ama Necâşî onlara kızdı ve Müslümanlara döndü:
“Gidin! Ülkemde ‘Sühûm’sunuz (Emniyettesiniz)! Size sövene ceza verilecektir. Vallahi, bir dağ dolusu altınım olsa, sizden birine eziyet edilmesine razı olmam!”
Sonra Kureyş elçilerine döndü, hediyelerini yüzlerine fırlattı: “Kalkın gidin! Benim sizin rüşvetinize ihtiyacım yoktur!”
Amr bin el-Âs ve arkadaşı, zelil bir halde Mekke’ye döndüler. Habeşistan Hicreti, İslâm’ın ilk diplomatik zaferi olmuştu.
(Siyer kaynakları, Necâşî Ashame’nin (r.a.) bu hadiseden sonra gizlice Müslüman olduğunu, vefat ettiğinde Efendimiz’in (s.a.v.) Medine’de O’nun (r.a.) gıyabî cenaze namazını kıldırdığını nakleder.)
BÖLüm 8: İKİ BÜYÜK FETİH: HZ. HAMZA VE HZ. ÖMER (r.anhümâ)
(Mekkî Dönem – III)
“Allah’ın Aslanı” Uyanıyor: Hz. Hamza (r.a.)
Efendimiz’in (s.a.v.) amcası olan Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin en cesur, en kuvvetli ve en heybetli savaşçısıydı. Avlanmayı çok sever, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeden evine girmezdi. O güne kadar yeğeninin (s.a.v.) davasına girmemiş, ancak Ebû Tâlib gibi O’nu (s.a.v.) kabilecilik (hamiyyet) bağıyla uzaktan kolluyordu.
Yine böyle bir av dönüşüydü. Yayını omzuna takmış, heybetle Mekke’ye girerken, Safâ Tepesi yakınlarında bir câriye (Abdullah b. Cüd’ân’ın hizmetlisi) O’nu (r.a.) durdurdu. Câriye, gördüğü manzaradan ötürü hiddetliydi:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz evvel burada olup biteni görseydin! Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), yeğenin Muhammed’e (s.a.v.) rastladı. O’na (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) dinine öyle ağır hakaretler etti, öyle çirkin sözler söyledi ki… Muhammed (s.a.v.) O’na (Ebû Cehil’e) hiç cevap vermedi, vakur bir şekilde oradan ayrıldı.” (Bazı rivayetlerde Ebû Cehil’in, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek başına toprak attığı veya O’nu (s.a.v.) yaraladığı da zikredilir.)
Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kan dondu. Ebû Cehil kim oluyordu da, kendisi hayattayken, kardeşi Abdullah’ın yetimi olan “Muhammedü’l-Emîn”e (s.a.v.) böyle hakaret edebilirdi?
O’nun (r.a.) içindeki “hamiyyet” (aile ve kabile onuru) ateşi alevlendi. Hiddetinden ne yaptığını bilmez halde, avdan dönen adımlarla yolunu Kâbe’ye çevirdi. Ebû Cehil, Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte, her zamanki yerinde, mecliste oturuyordu.
Hz. Hamza (r.a.) bir aslan gibi Ebû Cehil’in tepesine dikildi. Omzundaki sert yayını kaldırdı ve Ebû Cehil’in başına olanca kuvvetiyle indirdi. Ebû Cehil’in başı yarılmış, kanlar akmaya başlamıştı.
Hz. Hamza (r.a.) gürledi:
“Sen, benim yeğenime mi hakaret ediyorsun? Ey Ebû Cehil, bilesin ki, ben de O’nun (s.a.v.) dinindeyim! O’nun (s.a.v.) söylediğini ben de söylüyorum! Gücün yetiyorsa, haydi bana karşılık ver!”
Bu, Kureyş meclisine atılmış bir meydan okumaydı. Ebû Cehil’in kabilesi (Beni Mahzûm) ayağa kalktı, Hz. Hamza’nın (r.a.) kabilesi (Beni Hâşim) de harekete geçti. Tam bir kabile savaşı çıkacakken, kurnaz Ebû Cehil, başından akan kanlara rağmen adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi… Ben gerçekten O’nun (s.a.v.) yeğenine ağır hakaret etmiştim.”
Hz. Hamza (r.a.), o anki hamiyyetle imanını ilan etmişti. Ancak evine döndüğünde kalbi bir tereddüt geçirdi. “Ben ne yaptım? Atalarımın dinini terk mi ediyorum?” O gece, sabaha kadar Allah’a (c.c.) dua etti: “Allah’ım! Eğer bu yol hak ise, kalbime imanı yerleştir.”
Sabah olduğunda, kalbi şüpheden arınmış, İslâm’ın nuruyla dolmuştu. Doğruca Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına, o gizli merkez olan Dârü’l-Erkam’a gitti ve şehâdetini tazeledi.
İslâm, “Allah’ın Aslanı”nı (Esedullah) kazanmıştı. Artık müşrikler, Resûlullah’a (s.a.v.) dil uzatırken veya fiilî saldırıda bulunurken iki kez düşünmek zorundaydılar.
Resûlullah’ın (s.a.v.) Duası ve Fâruk’un Gelişi
Hz. Hamza’nın (r.a.) Müslüman oluşundan sadece üç gün sonraydı. Zulüm devam ediyordu. Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’de ellerini kaldırdı ve Cihan Şümul (Evrensel) davetinin geleceği için şu meşhur duayı etti:
“Allah’ım! Bu dini, şu iki Ömer’den Sana en sevimli olanı ile aziz eyle (güçlendir, yücelt): Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm (Ebû Cehil).”
Allah Teâlâ (c.c.), bu dua için Ömer bin Hattâb’ı (r.a.) seçmişti.
Hz. Ömer (r.a.), o dönemde İslâm’ın ve Müslümanların en azılı düşmanlarındandı. Heybetli, sert mizaçlı (celâlli) ve Câhiliye âdetlerine sımsıkı bağlı biriydi.
Müşrikler bir gün Dârü’n-Nedve’de (Mekke meclisi) toplanmış, “Muhammed (s.a.v.) Kureyş’i böldü, atalarımızın dinini ayaklar altına aldı. Bu işi kökten kim çözecek?” diye konuşuyorlardı.
Hz. Ömer (r.a.) hiddetle ayağa fırladı: “Ben! Ben, Muhammed’in (s.a.v.) işini bitireceğim!”
Kılıcını kuşandı ve Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmek kastıyla yola çıktı.
Yolda, gizlice Müslüman olmuş olan Nuaym bin Abdullah’a (r.a.) rastladı. Nuaym, Hz. Ömer’in (r.a.) hiddetli halini ve kılıcını görünce sordu: “Nereye böyle hiddetle, yâ Ömer?”
Hz. Ömer (r.a.) gürledi: “Kureyş’i bölen, atalarımıza dil uzatan o Sâbiî’yi (dinden döneni), Muhammed’i (s.a.v.) öldürmeye gidiyorum!”
Nuaym (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) hayatının tehlikede olduğunu anladı. O’nu (s.a.v.) korumak için, Hz. Ömer’in (r.a.) dikkatini başka yöne çekmesi gerekiyordu. Cesur bir hamleyle dedi ki:
“Sen Muhammed’i (s.a.v.) bırak da, önce kendi ailene bak! Senin enişten Saîd bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma bint Hattâb da O’nun (s.a.v.) dinine girdiler!”
Bu haber, Hz. Ömer’in (r.a.) beyninden vurulmuşa dönmesine sebep oldu. Kendi kanından, kendi evinden iki kişi… Öfkeyle yolunu değiştirdi ve kız kardeşinin evine yöneldi.
O esnada, evde eniştesi Hz. Saîd (r.a.) ve kız kardeşi Hz. Fâtıma (r.anha), kendilerine Kur’ân öğreten Hz. Habbâb bin Eret (r.a.) ile birlikte, Tâhâ Suresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri (sayfaları) okuyorlardı.
Hz. Ömer’in (r.a.) öfkeli sesini duyunca, Hz. Habbâb (r.a.) hemen bir odaya saklandı, Hz. Fâtıma (r.anha) da Kur’ân sahîfelerini alelacele gizledi.
Hz. Ömer (r.a.) kapıyı kırarcasına içeri daldı: “Duyduğum o fısıltılar, o sesler neydi?”
İnkâr ettiler. “Duyduğumu söylüyorum! Demek siz de Muhammed’in (s.a.v.) dinine girdiniz!” diyerek eniştesi Saîd’in (r.a.) üzerine atıldı, O’nu (r.a.) yere yıktı.
Kız kardeşi Fâtıma (r.anha), eşini korumak için araya girince, Hz. Ömer’in (r.a.) sert bir darbesi kız kardeşinin mübarek yüzüne geldi ve yüzü kanamaya başladı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşi Fâtıma (r.anha), o kanayan yüzüyle, abisinin zalimliği karşısında imanın verdiği izzetle ayağa kalktı ve haykırdı:
“Evet, yâ Ömer! Biz Müslüman olduk! Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) iman ettik. Başımızı da kessen bu dinden dönmeyiz! Elinden geleni ardına koyma!”
Hz. Ömer (r.a.), sevdiği kız kardeşinin yüzündeki kanı ve o sarsılmaz cesareti görünce durakladı. Şiddeti, yerini derin bir pişmanlığa (nedâmete) bıraktı. Yaptığına utandı. Sakinleşti.
“Getirin,” dedi, “o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım, neymiş o.”
Hz. Fâtıma (r.anha), o haliyle bile izzetini korudu: “Hayır! Sen müşriksin, necissin (manen kirlisin). Bu sahîfelere ancak temizlenenler dokunabilir.”
Hz. Ömer (r.a.), bu kararlılık karşısında kalktı, yıkandı (gusletti). Ancak o zaman kız kardeşi O’na (r.a.) Tâhâ Suresi’nin yazılı olduğu sahîfeyi verdi.
Hz. Ömer (r.a.) okumaya başladı:
“Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimseye bir öğüt (ve uyarı) olsun diye (indirdik). O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından yavaş yavaş bir indiriştir. O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur…
…Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ, 20/1-14 )
Hz. Ömer (r.a.), okuduğu her ayetle sarsılıyordu. Bu, bir beşer (insan) kelâmı olamazdı. Bu, şiir değildi, sihir (büyü) değildi. Bu, Ebû Cehil’in anlattığı gibi bir uydurma hiç değildi.
“Bu ne kadar yüce, ne kadar kerîm bir kelâm!” diye fısıldadı.
O’nun (r.a.) yumuşadığını gören Hz. Habbâb (r.a.) saklandığı yerden çıktı ve sevinçle bağırdı: “Müjde yâ Ömer! Vallahi umarım ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) dün gece ettiği ‘İki Ömer’den biri’ duası sensin!”
Hz. Ömer (r.a.), artık kararını vermişti: “Resûlullah (s.a.v.) şimdi nerededir? Götürün beni O’na (s.a.v.)!”
Hz. Ömer (r.a.), kılıcı belinde, doğruca İslâm’ın ilk karargâhı Dârü’l-Erkam’a yürüdü. Kapıyı çaldı. İçerideki sahabeler, kapı deliğinden Hz. Ömer’i (r.a.) kılıcıyla görünce dehşete kapıldılar.
Ancak içeride “Allah’ın Aslanı” Hz. Hamza (r.a.) vardı. O (r.a.) kükredi: “Açın kapıyı! Kimden korkuyorsunuz? O, Ömer’dir! Eğer hayırla geldiyse, hayır bulur. Eğer şerle geldiyse, O’nu (r.a.) kendi kılıcıyla öldürürüz!”
Kapı açıldı. Resûlullah (s.a.v.) ilerledi, Hz. Ömer’in (r.a.) yakasından/kuşağından şiddetle tuttu ve sarstı:
“Ne zamana kadar (bu inkârda) devam edeceksin, ey Hattâb’ın oğlu! Müslüman olman için Allah’ın (c.c.) sana bir musibet indirmesini mi bekliyorsun?”
Hz. Ömer (r.a.), o heybetli Resûl’ün (s.a.v.) karşısında bütün celâlini yitirmiş, teslim olmuştu. Mübarek kelimeleri söyledi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enneke Resûlullah!” (Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şüphesiz Sen Allah’ın Resûlüsün!)
Dârü’l-Erkam’ın içinden öyle bir “Allahu Ekber!” nidası yükseldi ki, o tekbir sesi Kâbe’nin etrafından duyuldu.
Hz. Ömer’in (r.a.) İslâm’a girmesi, bir fetih idi. O (r.a.), o gün “el-Fâruk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını aldı. İman eder etmez ilk söylediği şey şu oldu:
“Yâ Resûlallah! Biz hak üzere, onlar (müşrikler) bâtıl üzere değil mi? Öldürülsek de hak üzere ölmeyecek miyiz?”
“Evet” cevabını alınca,
“Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gideceğiz ve dinimizi açıkça ilan edeceğiz!” dedi.
O gün, Müslümanlar iki saf halinde, izzetle Dârü’l-Erkam’dan çıktılar. Bir safın başında “Allah’ın Aslanı” Hz. Hamza (r.a.), diğer safın başında “Fâruk” Hz. Ömer (r.a.), ortalarında Resûl-i Ekrem (s.a.v.) olduğu halde Kâbe’ye yürüdüler ve orada, müşriklerin şaşkın ve öfkeli nazarları (bakışları) altında ilk defa alenen (açıkça) cemaatle namaz kıldılar.
Son Çare: Büyük Boykot (el-Mukâtaa)
Kureyş, şoktaydı. İşkence işe yaramamıştı. Habeşistan’a gidenler zafer kazanmıştı. Şimdi de en güçlü iki adamları, Hamza (r.a.) ve Ömer (r.a.), karşı saftaydı.
Nübüvvet’in 7. yılında (M. 617), çaresizlik içinde son ve en zalimce planlarını devreye soktular: Mukâtaa (Boykot).
Bütün müşrik kabileler toplandı ve bir ahitnâme (anlaşma metni) yazdılar. Bu metne göre;
• Muhammed’i (s.a.v.) öldürmek için kendilerine teslim edinceye kadar;
• Bütün Beni Hâşim (Hâşimoğulları) ve Beni Muttalib (Muttaliboğulları) kabileleriyle (Ebû Leheb hariç) kimse evlenip, kız alıp vermeyecek.
• Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak (Tam ekonomik abluka).
• Onlarla konuşulmayacak, bir araya gelinmeyecek (Tam sosyal tecrit).
Bu zalimce ahitnâmeyi Kâbe’nin duvarına astılar.
Efendimiz’in (s.a.v.) hamisi (koruyucusu) olan amcası Ebû Tâlib, tehlikeyi gördü. Kabilesinin Müslüman olanlarını ve (kabile hamiyetiyle) olmayanlarını topladı. Hep birlikte, Mekke’nin dışında, “Şi’b-i Ebî Tâlib” (Ebû Tâlib Mahallesi) denilen, etrafı çevrili, dar bir vadiye çekildiler.
İslâm tarihinin en acı ve en çetin imtihanlarından biri olan “Büyük Boykot” başlamıştı.
Bu abluka, tam üç (3) yıl sürdü.
Bu üç yılda, Müslümanlar ve onları koruyan Beni Hâşim kabilesi açlıkla imtihan edildi. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. O kadar ki, açlıktan ağaçların kuru yapraklarını, buldukları kuru derileri suda kaynatıp yemeye mecbur kaldılar.
Vadinin dışından, açlıktan ağlayan çocukların ve bebeklerin feryatları duyuluyordu.
Hz. Hatice (r.anha), İslâm için bütün servetini bu üç yılda tüketti. Gizli yollardan, fahiş fiyatlarla yiyecek satın alıp Müslümanlara ulaştırmaya çalıştı.
Bütün bu zulme rağmen, ne Ebû Tâlib (henüz iman etmemiş olsa da) yeğenini (s.a.v.) teslim etti, ne de Müslümanlar dinlerinden bir zerre taviz verdiler.
********
BÖLÜM 9: HÜZÜN YILI, KAYIPLAR VE TÂİF’İN ACISI
(Mekkî Dönem – IV)
Boykot’un Mucizevî Sonu (Nübüvvet’in 10. Yılı)
Abluka üçüncü yılındayken, müşriklerden bazı vicdan sahibi kimseler (Hişâm b. Amr, Züheyr b. Ebî Ümeyye gibi) gizlice bu zulmü tenkit etmeye başladılar. “Biz rahatça yiyip içerken, akrabalarımız olan Hâşimoğulları açlıktan helâk oluyor. Bu, adalet değildir!” diyerek bu ahitnâmeyi (anlaşmayı) yırtmak için bir zemin hazırlamaya başladılar.
Tam bu esnada, ilâhî bir müdahale hadiseyi hızlandırdı.
Allah Teâlâ (c.c.), Resûlü’ne (s.a.v.) bir mucize ihsan etti. Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e giderek şöyle dedi:
“Ey amca! Rabbim (c.c.) bana haber verdi ki, Kureyş’in Kâbe duvarına astığı o zalim ahitnâmeye bir ağaç kurdu (güve) musallat etmiş. O sahîfedeki Allah’ın (c.c.) isminden (‘Bismike Allahümme’) başka, zulüm ve haksızlık ihtiva eden ne varsa hepsini yiyip bitirmiş.”
Ebû Tâlib, yeğeninin (s.a.v.) asla yalan söylemediğini biliyordu. Derhal Kureyş’in ileri gelenlerinin yanına (Dârü’n-Nedve’ye) gitti. Kâbe’nin önünde onlara seslendi:
“Yeğenim Muhammed (s.a.v.) bana böyle bir haber verdi. Şimdi gidin, o ahitnâmeyi getirin. Eğer O’nun (s.a.v.) dediği doğruysa, bu zulme derhal son verin! Eğer (hâşâ) yalan söylüyorsa, yemin olsun ki O’nu (s.a.v.) size teslim edeceğim!”
Müşrikler bu teklifi kabul ettiler. Bu, onlar için bir “ya hep ya hiç” anıydı. Ahitnâmeyi Kâbe’nin içinden indirdiler. Mührü açıp baktıklarında, hayret ve dehşet içinde kaldılar.
Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği gibi, sahîfenin tamamı bir güve tarafından yenilmiş, geriye sadece kâğıdın başındaki “Bismike Allahümme” (Allah’ım! Senin isminle) ibaresi kalmıştı.
Bu apaçık mucize karşısında dahi iman etmediler, “Bu da O’nun (s.a.v.) sihridir (büyüsüdür)!” dediler. Ancak ahitnâme fiilen yok olmuştu ve bu zulmü savunanların artık bir delili kalmamıştı.
Böylece, üç yıl süren o dayanılmaz boykot, ilâhî bir mucizeyle sona erdi. Müslümanlar ve Hâşimoğulları, “Şi’b-i Ebî Tâlib” mahallesinden çıkarak Mekke’deki evlerine geri döndüler.
Hüzün Yılı (Senetü’l-Hüzn)
Fakat bu kurtuluşun sevinci çok kısa sürdü. O üç yıllık çile, muhasara altındakilerin, bilhassa yaşlıların sağlığını tüketmişti. Boykotun bitiminden sadece birkaç ay sonra, Nübüvvet’in 10. Yılı (M. 620), Efendimiz (s.a.v.) için “Hüzün Yılı” olacaktı.
Çünkü O (s.a.v.), o yıl, hayatındaki en mühim iki desteği, iki kalkanı art arda kaybetti.
1. Zâhirî Kalkanın Düşüşü: Ebû Tâlib’in Vefâtı
Seksen yaşını aşmış olan Ebû Tâlib, boykotun meşakkatine daha fazla dayanamadı ve ölüm döşeğine düştü. O, iman etmemiş olsa da, Câhiliye hamiyyetiyle (kabile onuruyla) yeğenini (s.a.v.) canı pahasına korumuş, Kureyş’in bütün baskılarına tek başına göğüs germişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), vefat anında amcasının başucundaydı. O’nun (s.a.v.) kurtuluşu için son bir gayretle yalvardı:
“Ey amcacığım! Ne olur, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur) kelimesini söyle ki, (ahirette) Allah (c.c.) katında senin için bu kelimeyle şahitlik ve şefaat edebileyim.”
Ancak o odada, Mekke’nin kâfir reisleri Ebû Cehil ve Ümeyye bin Halef de vardı. Onlar da Ebû Tâlib’e baskı yapıyorlardı: “Ey Ebû Tâlib! Ölüm anında korktun da atalarının, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?”
Ebû Tâlib, son nefesinde, müşriklerin yüzüne baktı ve “Ben, atam Abdülmuttalib’in dini üzereyim” dedi.
Resûlullah (s.a.v.), O’nu (s.a.v.) sekiz yaşından beri bir baba şefkatiyle koruyan amcasının bu hali üzerine gözyaşlarına boğuldu. O’nun (s.a.v.) bu derûnî hüznü ve hidayet arzusu üzerine, Cenâb-ı Hak şu ayet-i kerîmeyi indirdi:
“(Resûlüm!) Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ama Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir. O, hidayete erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56 )
Efendimiz (s.a.v.), artık Mekke sokaklarında kendisini Kureyş’in kılıçlarından koruyacak o zâhirî himayecisini kaybetmişti.
2. Derûnî Kalkanın Düşüşü: Hz. Hatice’nin (r.anha) Vefâtı
Ebû Tâlib’in vefatından sadece üç gün (veya kısa bir müddet) sonra, ikinci ve daha sarsıcı bir kayıp yaşandı.
Efendimiz’in (s.a.v.) sığınağı, sırdaşı, “Vezir-i Sadık”ı, ilk iman eden mü’min, altı evladının annesi, İslâm’ın Tâhiresi, mübarek zevcesi Hz. Hatice-tü’l-Kübrâ (r.anha) vefat etti.
Hz. Hatice (r.anha), O’na (s.a.v.) sadece bir zevce değil, Hira’dan korkuyla döndüğünde O’nu (s.a.v.) “Korkma! Allah (c.c.) seni asla utandırmaz” diyerek teskin eden bir manevî destekti. O (r.anha), bütün servetini İslâm davası için, bilhassa o üç yıllık boykotta Müslümanların aç kalmaması için harcamıştı.
Resûlullah (s.a.v.), bu vefatla sarsıldı. O (s.a.v.), evindeki huzurunu, teselli bulduğu en şefkatli kalbi ve derûnî kalkanını kaybetmişti.
İki büyük destekçisini kaybeden Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’de artık yapayalnız ve himayesiz kalmıştı.
Bu durumu fırsat bilen müşrikler, zulümlerini ve cüretlerini akıl almaz bir seviyeye çıkardılar. Ebû Tâlib hayattayken O’na (s.a.v.) dokunmaya cesaret edemeyenler, artık O (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine işkembe atmanın ötesine geçtiler.
Mekke sokaklarında yürürken, ayak takımından biri, mübarek başına toprak attı. Resûlullah (s.a.v.), o toz toprak içindeki mübarek başını eğerek evine döndü. Küçük kızı Hz. Fâtıma (r.anha), babasının (s.a.v.) başındaki toprakları gözyaşları içinde temizlerken, Efendimiz (s.a.v.) kızını şöyle teselli ediyordu:
“Ağlama kızım… Muhakkak ki Allah (c.c.), babanı koruyacaktır.”
Mekke’den Çıkış Arayışı: Tâif Yolculuğu
Mekke’de artık İslâm’ı tebliğ etme imkânı kalmamıştı. Kureyş, O’nu (s.a.v.) öldürmek için fırsat kolluyordu. Efendimiz (s.a.v.), davanın devamı için Mekke dışında yeni bir sığınak, yeni bir merkez aramak zorundaydı.
Nazarını (bakışını), Mekke’nin güneydoğusunda, serin yaylalarıyla meşhur, zengin ve güçlü Sakîf kabilesinin yurdu olan Tâif şehrine çevirdi.
Kimseye haber vermeden, Kureyş’in dikkatini çekmemek için uzun ve meşakkatli yolu (yaklaşık 100 km) yürüyerek katetti. Yanında sadece vefâkâr dostu, azatlısı ve evlatlığı Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.) vardı.
Tâif’e ulaştı ve orada on gün kaldı. Şehrin idarecisi olan Amr bin Umeyr’in üç oğluyla (Abdüyâlîl, Mes’ûd ve Habîb) görüştü. Onları İslâm’a davet etti ve eğer iman etmeyeceklerse, en azından Kureyş’e karşı kendisine himaye vermelerini (korumalarını) istedi.
Aldığı cevap, Mekke’deki müşriklerin hakaretlerinden çok daha ağır ve yaralayıcıydı:
• Birincisi, alay ederek: “Eğer Allah (c.c.) gerçekten seni Resûl olarak gönderdiyse, ben (bu sözü duymuş olmaktan dolayı) Kâbe’nin örtülerini yırtayım!” dedi.
• İkincisi: “Allah (c.c.), peygamber olarak göndermek için senden başka kimseyi bulamadı mı?” dedi.
• Üçüncüsü ise en küstah olanıydı: “Seninle asla konuşmam! Eğer dediğin gibi bir peygambersen, seninle konuşmak tehlikelidir. Eğer Allah (c.c.) adına yalan uyduran biriyse, zaten konuşmaya değmezsin!”
Efendimiz (s.a.v.), bu ağır hakaretler karşısında sadece şunu rica etti: “Madem davetimi kabul etmediniz, bari Kureyş’e burada olduğumu haber vermeyin.”
Ancak Sakîf kabilesi, bu ricayı dahi yerine getirmedi. Sadece reddetmekle kalmadılar; şehirdeki ayak takımını, çocukları ve köleleri O’nun (s.a.v.) üzerine kışkırttılar.
Kanlı Müdafaa ve Gözyaşı Duası
Tâif’in çocukları ve serserileri, Rahmet Peygamberi’ni (s.a.v.) ve Hz. Zeyd’i (r.a.) şehrin çıkışına kadar, yolun iki tarafına dizilerek taş yağmuruna tuttular.
Attıkları her taşta O’na (s.a.v.) hakaret ediyor, O’nunla (s.a.v.) alay ediyorlardı.
Hz. Zeyd (r.a.), Efendimiz’e (s.a.v.) gelen taşlara kendini siper ediyor, kendi vücuduyla O’nu (s.a.v.) korumaya çalışıyordu. Hz. Zeyd’in (r.a.) başı ve vücudu kanlar içindeydi.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek ayakları ve bacakları, atılan taşlarla kan revan içinde kaldı. Mübarek kanı, sandaletlerinin (nalınlarının) içine dolmuş, orada kurumuştu.
Tâif’ten kilometrelerce uzağa kadar bu zalimce takip sürdü. Bitkin, yaralı ve kalbi kırık bir halde, Tâif’in dışında, Mekkeli müşrik kardeşler olan Utbe ve Şeybe bin Rebîa’ya ait bir üzüm bağına (bostanına) sığındılar.
Hz. Zeyd (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) yaralarını temizlemeye çalışırken, Âlemlerin Efendisi (s.a.v.), o bitkin haliyle ellerini semâya kaldırdı ve Siyer tarihinin en dokunaklı, en derûnî dualarından birini yaptı:
“Allah’ım! Gücümün zayıflığını, çaremin azlığını ve insanlar nazarında hor ve hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.”
“Ey Merhametlilerin en Merhametlisi! Sen, zayıfların Rabbisin ve Sen, benim Rabbimsin! Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana sert ve kaba davranan bir yabancının (Tâiflilerin) eline mi, yoksa davama hâkim kıldığın bir düşmanın (Mekkelilerin) eline mi?”
Ve duanın zirvesi geldi:
“Allah’ım! Eğer bana karşı bir gazabın (öfken) yoksa, (çektiğim) bu belâlara ve eziyetlere hiç aldırmam! Lâkin Senden gelecek bir âfiyet (koruma ve esenlik), benim için çok daha geniştir.”
“Gazabına uğramaktan veya öfkenin üzerime inmesinden, Senin karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Vechinin (Zâtının) Nûruna sığınırım.”
“Rızan Senindir; yeter ki Sen razı oluncaya kadar (af dilerim). Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur!”
Helâk Teklifine “Rahmet” Cevabı
Bu yakarış, semânın kapılarını titretmişti.
Hemen Cebrail (aleyhisselâm) nazil oldu. Yanında, daha önce hiç görülmemiş bir melek vardı. Cebrail (a.s.) seslendi:
“Yâ Resûlallah! Rabbin (c.c.), kavminin sana ne dediğini ve Tâiflilerin bu yaptıklarını işitti ve gördü. İşte bu, Melekü’l-Cibâl’dir (Dağlar Meleği). O’na (c.c.) ne dilersen emretmen için Rabbim (c.c.) O’nu (c.c.) sana gönderdi!”
Dağlar Meleği (a.s.) gürledi:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben Dağlar Meleğiyim. Emret! İstersen şu iki dağı (Tâif’in etrafındaki dağları) bu nankör kavmin üzerine kapatayım da, hepsi helâk olsun!”
O (s.a.v.); yaralıydı, kanlar içindeydi, kovulmuştu, en yakın iki desteğini kaybetmişti. Beşerî (insanî) olarak “Evet, helâk et!” demesi için her sebebe sahipti.
Fakat O (s.a.v.), “Rahmeten li’l-Âlemîn” (Âlemlere Rahmet) idi.
O (s.a.v.), Dağlar Meleği’ne şu Cihan Şümul (Evrensel) cevabı verdi:
“Hayır! Helâk istemem! Ben istemem… Bilakis ben, Allah’tan (c.c.) ümit ederim ki, O (c.c.), bu müşriklerin sulbünden (soylarından), bir gün Sadece Allah’a (c.c.) ibadet edecek ve O’na (c.c.) hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil çıkaracaktır.”
O (s.a.v.), kendisine taş atanların değil, onların (belki yüz yıl sonra gelecek) torunlarının imanını düşünüyordu. (Nitekim Tâif, yıllar sonra topluca Müslüman olacaktır.)
BÖLÜM 10: SEMÂVÎ TESELLİ – İSRÂ VE Mİ’RÂC MUCİZESİ
(Mekkî Dönem – V)
Hazırlık ve İsrâ (Gece Yolculuğu)
Nübüvvet’in 11. veya 12. yılında (Hicretten yaklaşık 1.5 yıl evvel, Receb ayının 27. gecesi olduğuna dair meşhur rivayete göre), Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Kâbe’de, Hatîm’de (veya amcasının kızı Ümmü Hânî’nin (r.anha) evinde) istirahat halindeydi.
O esnada, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm), yanında Mikâil (a.s.) ve İsrafil (a.s.) olduğu halde nazil oldu.
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek göğsü (sadrı), ikinci kez (ilki çocukluğunda olmuştu) yarıldı (Şakk-ı Sadr). Mübarek kalbi çıkarıldı, Zemzem suyu ile yıkandı ve içi “iman” ve “hikmet” ile doldurulduktan sonra yerine konuldu.
Bu manevî ameliyat, O’nun (s.a.v.) beşerî (insanî) takatinin ötesinde, ilâhî bir huzura çıkabilmesi ve kâinatın sırlarını müşahede edebilmesi için bir hazırlıktı.
Ardından Hz. Cebrail (a.s.), O’na (s.a.v.) bir binek takdim etti. Bu bineğin adı “Burak” idi. Rengi beyaz, katırdan küçük, merkepten büyük; sürati ise “nazarın (bakışın) eriştiği son nokta” idi.
Efendimiz (s.a.v.) Burak’a bindirildi. Yanında rehberi Hz. Cebrail (a.s.) olduğu halde, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan, normalde develerle aylarca süren bir mesafeye, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya bir anda (gecenin bir bölümünde) götürüldü.
Bu mucizevî “Gece Yolculuğu”, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasdik edilmiştir:
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1 )
İmamet-i Kübrâ: Peygamberlerin İmamı
Mescid-i Aksâ’ya vardıklarında, tarihin en muazzam cemaati O’nu (s.a.v.) bekliyordu. Cenâb-ı Hak, o gece, Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Îsâ’ya (a.s.) kadar gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ruhlarını (veya misallerini) orada toplamıştı.
Hz. İbrahim (a.s.) oradaydı, Hz. Mûsâ (a.s.) oradaydı, Hz. Îsâ (a.s.) oradaydı.
Hz. Cebrail (a.s.), cemaatin önüne geçmesi için Âhir Zaman Peygamberi’ni (s.a.v.) takdim etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o mübarek peygamberler cemaatine İmam oldu ve onlara iki rekât namaz kıldırdı.
Bu hadise, sembolik bir “devir teslim” merasimiydi. Bu, O’nun (s.a.v.) davasının, bütün peygamberlerin davasının tek ve Cihan Şümul (Evrensel) vârisi olduğunun; İslâm’ın, önceki bütün şeriatları tamamlayan son ve kâmil din olduğunun semâvî ilanıydı. O (s.a.v.), artık sadece Kureyş’in değil, “İmâmü’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin İmamı) idi.
Mi’râc (Göklere Yükseliş)
Mescid-i Aksâ’daki bu vazifenin ardından, asıl yolculuk, yani “Mi’râc” (Yükseliş Aleti/Merdiveni) başladı. Efendimiz (s.a.v.), Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu o mukaddes kayanın üzerinden (Sahrâ-i Muallak) Hz. Cebrail (a.s.) ile birlikte yedi kat semâya (göklere) yükselmeye başladı.
Her semâ kapısında Hz. Cebrail (a.s.) kapıyı çaldı.
“Kim o?”
“Cebrail.”
“Yanındaki kim?”
“Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem).”
“O’na (s.a.v.) (Mi’râc) daveti gönderildi mi?”
“Evet, gönderildi.”
Ve kapı açıldı.
• Birinci Kat Semâda: İnsanlığın atası Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile karşılaştı. Hz. Âdem (a.s.), O’nu (s.a.v.) “Hoş geldin, sâlih evlat ve sâlih peygamber!” diyerek selamladı.
• İkinci Kat Semâda: İki teyzeoğlu olan Hz. Yahyâ (a.s.) ve Hz. Îsâ (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Üçüncü Kat Semâda: Kendisine “güzelliğin yarısı” verilen Hz. Yûsuf (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Dördüncü Kat Semâda: Yüce bir makama yükseltilen Hz. İdrîs (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Beşinci Kat Semâda: Kavmi tarafından çok sevilen Hz. Hârûn (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Altıncı Kat Semâda: “Kalîmullah” (Allah ile konuşan) Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüştü. (Efendimiz (s.a.v.) O’nu (s.a.v.) geçerken, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ağladığı rivayet edilir. Sebebi sorulunca, “Benden sonra gönderilen bir gencin (Hz. Muhammed’in s.a.v.) ümmetinden Cennet’e gireceklerin sayısı, benim ümmetimden gireceklerden daha fazla olduğu için (gıpta ile) ağlıyorum” demiştir.)
• Yedinci Kat Semâda: “Halîlullah” (Allah’ın Dostu) olan, atası Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ile görüştü. Hz. İbrahim (a.s.), Kâbe’nin semâdaki aslı olan ve her gün 70.000 meleğin ziyaret edip bir daha sıranın gelmediği **”Beytü’l-Ma’mûr”**a (Mamur Ev) yaslanmış haldeydi. O (a.s.) da Efendimiz’i (s.a.v.) “Hoş geldin, sâlih evlat ve sâlih peygamber!” diyerek selamladı ve O’na (s.a.v.), ümmetine şu tavsiyeyi iletmesini söyledi: “Ümmetine selâmımı söyle ve onlara haber ver ki; Cennet’in toprağı tertemiz, suyu tatlıdır. Orası (ağaç dikmek için) müthiş bir arazidir. Oraya dikilecek fidanlar ise ‘Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber’ zikridir.”
Zirve: Sidretü’l-Müntehâ ve İlâhî Huzur
Yedinci semâdan sonra, kâinatın ve mahlûkatın (yaratılmışların) bilgisinin sona erdiği son nokta olan **”Sidretü’l-Müntehâ”**ya (En Son Sınırdaki Ağaç) ulaştılar.
Orası, ilâhî nurların tecelli ettiği, tasviri mümkün olmayan bir makamdı.
İşte o noktada, 600 kanadıyla Vahiy Meleği olan Hz. Cebrail (a.s.) durdu.
Efendimiz (s.a.v.) “Neden durdun, yâ Cebrail?” dediğinde, Vahiy Meleği o meşhur cevabı verdi:
“Yâ Resûlallah! Burası benim hududumdur. Eğer buradan bir parmak ucu dahi ileri geçersem, (ilâhî nurların azametinden) yanarım!”
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o andan itibaren, Cebrail’i (a.s.) geride bırakarak, “Refref” adlı bir vasıta ile (veya o makama mahsus bir keyfiyetle) zamanın ve mekânın bittiği o ilâhî huzura, tek başına yükseldi.
Cenâb-ı Hak ile kulunun (s.a.v.) arasındaki bütün perdeler (hicâblar) kalktı. O (s.a.v.), Rabbinin (c.c.) cemâlini müşahede etti. Kur’ân-ı Kerîm, o anı Necm Suresi’nde şöyle tasvir eder:
“Sonra (ona) yaklaştı derken sarktı. O kadar ki (araları) iki yay arası kadar yahut daha da yakın oldu. Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti. Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı… Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/8-12, 18 )
Müslümanların her namazda okuduğu “Tahiyyât” duası, Siyer kaynaklarına göre, işte bu ilâhî buluşmadaki selamlaşmanın bir yâdigârıdır.
Mi’râc’ın Hediyeleri
Bu Cihan Şümul yolculuktan, Efendimiz (s.a.v.) ümmetine üç büyük hediye ile döndü:
• Namaz (Beş Vakit): Mi’râc’da, ümmetine günde 50 vakit namaz farz kılındı. Efendimiz (s.a.v.) dönüş yolunda Hz. Mûsâ (a.s.) ile tekrar karşılaştı. Hz. Mûsâ (a.s.), “Rabbin (c.c.) ümmetine ne farz kıldı?” diye sordu. “50 vakit namaz” cevabını alınca, “Yâ Resûlallah! Rabbine (c.c.) dön, azaltmasını iste. Vallahi ben, Benî İsrâil’i tecrübe ettim, senin ümmetin bu ağırlığı kaldıramaz!” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) tavsiyesiyle defalarca ilâhî huzura döndü, her defasında namaz vakti azaltıldı. En son beş vakte (5) indirildi. Hz. Mûsâ (a.s.) yine “azaltmasını iste” dese de, Efendimiz (s.a.v.), “Artık Rabbimden (c.c.) istemeye hayâ ederim, bu beşe razıyım” buyurdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ (c.c.) şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Artık hükmüm kesinleşmiştir. O (amelen) beş vakittir, ancak (sevap olarak) elli vakit (değerindedir). Benim katımda söz değişmez.”
İşte bu yüzden Namaz, “Mü’minin Mi’râcı”dır; kulun Rabbine (c.c.) aracısız yükselişidir.
• Âmene’r-Resûlü (Bakara Suresi’nin Son İki Ayeti): Arş’ın altındaki hazinelerden, Efendimiz’e (s.a.v.) Mi’râc hediyesi olarak vahyedildi.
• Tevhid Müjdesi: Ümmetinden, Allah Teâlâ’ya (c.c.) şirk (ortak) koşmadan ölen kimselerin (büyük günahları olsa dahi, cezalarını çektikten sonra) affedileceği ve ebedî Cennet’e girecekleri müjdesi.
İmanın İmtihanı: “Sıddîk”ın Tasdiki
Efendimiz (s.a.v.), o gecenin sabahında Mekke’ye dönmüştü. Yatağı henüz soğumamıştı.
Bu muazzam mucizeyi Kureyş’e anlattığında, inkârları ve alayları zirveye ulaştı. Ebû Cehil ve avanesi kahkahalar atarak: “Akla bak! Biz Kudüs’e develerle bir ayda gider, bir ayda döneriz. Muhammed (s.a.v.) ise oraya bir gecede gidip geldiğini, üstüne bir de göklere çıktığını söylüyor!” dediler.
Bu, imanı zayıf olanlar için bir fitne (imtihan) oldu.
Müşrikler, bu haberi duyup Müslümanlıktan vazgeçeceğini umarak, koşarak Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yanına gittiler:
“Ey Ebû Bekir! Duydun mu arkadaşın ne diyor? Bir gecede Mescid-i Aksâ’ya gidip geldiğini iddia ediyor! Buna da mı ‘evet’ diyeceksin?”
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) o sarsılmaz imanının ve sadakatinin isbatı (kanıtı) olan cevabı, tarihe altın harflerle yazıldı:
“O (s.a.v.) mu söyledi bunu?”
“Evet, O (s.a.v.) söyledi.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) gürledi:
“Ve lev kâle zâlike fekad sadaka! (Eğer O (s.a.v.) söylemişse, şüphesiz doğrudur!)”
Müşrikler şaşırdı: “Buna nasıl inanırsın?”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) cevabı verdi:
“Ben O’na (s.a.v.) bundan daha ötesinde de inanıyorum! Ben O’na (s.a.v.), sabah akşam gökten (Allah’tan c.c.) haber (Vahiy) getirdiğini söylüyor ve O’nu (s.a.v.) tasdik ediyorum da, buna mı inanmayacağım?”
İşte bu tereddütsüz tasdiki sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.) O’na (r.a.) o gün “es-Sıddîk” (En Sadık, Tereddütsüz Tasdik Eden) lakabını verdi.
Müşrikler, Efendimiz’i (s.a.v.) sıkıştırmak için “Madem Kudüs’e gittin, Mescid-i Aksâ’yı bize tasvir et (betimle)!” dediler. O (s.a.v.) daha önce Kudüs’ü görmemişti. O anda Allah Teâlâ (c.c.), Mescid-i Aksâ’yı O’nun (s.a.v.) gözünün önüne getirdi ve Efendimiz (s.a.v.), müşriklere Mescid-i Aksâ’nın kapılarını, pencerelerini, sütunlarını teker teker tasvir etti.
“Yolda gelen kervanımızı gördün mü?” dediler.
“Evet,” dedi, “Falan yerde kervanınızı gördüm, bir develeri kaçmıştı, onu arıyorlardı. Falan yerde bir su kabından sularını içtim. Kervanınız şu vakitte Mekke’de olacak.”
Ve kervan, tam da Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği vakitte, O’nun (s.a.v.) tasvir ettiği gibi Mekke’ye ulaştı.
Ancak müşrikler, bu apaçık delillere rağmen iman etmediler ve “Bu, apaçık bir sihirdir (büyüdür)” dediler.
BÖLÜM 11: YESRİB’DEN DOĞAN IŞIK VE MEDİNE’YE DAVET
(Hicret Öncesi Hazırlık – Akabe Biatları)
Panayırlarda Tebliğ ve Hüsran
Nübüvvet’in 10. ve 11. yılları, Efendimiz’in (s.a.v.) Mekke dışında bir sığınak arayışıyla geçti. Hac mevsiminde, mukaddes ayların verdiği dokunulmazlıktan istifade ederek, kabilelerin konakladığı çadırları tek tek geziyordu.
O (s.a.v.), Kâbe’nin Rabbi’nin (c.c.) Elçisi olduğunu söylüyor, onları putları bırakıp Tevhid’e davet ediyordu. Karşılığında ise sadece şunu istiyordu: “Beni kavmime (Kureyş’e) karşı kim himaye eder ki, Rabbimin (c.c.) kelâmını tebliğ edebileyim?”
Ancak cevap, ekseriyetle alay, hakaret veya korku oluyordu.
Kindeliler, Hanîfeoğulları ve diğer büyük kabileler, ya Kureyş’in gazabından korktukları için ya da atalarının dinine olan taassupları (bağnazlıkları) sebebiyle O’nu (s.a.v.) reddediyorlardı.
Bu acı manzarayı daha da trajik hale getiren, O’nun (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb’in tavrıydı. Efendimiz (s.a.v.) bir çadıra girip tebliğde bulunduğunda, O (s.a.v.) oradan ayrılır ayrılmaz Ebû Leheb arkasından giriyor ve şöyle bağırıyordu: “Ey ahali! Sakın O’nu (s.a.v.) dinlemeyin! O (s.a.v.) benim yeğenimdir, O (s.a.v.) bir Sâbiî’dir (dinden dönen), bir yalancı ve sihirbazdır (hâşâ). Sizi atalarınızın dininden ayırmak istiyor!”
Resûlullah (s.a.v.), bu ağır hakaretlere sabrederek çadır çadır dolaşmaya devam ediyordu.
Kader Ânı: Akabe’de Bir Grup Genç (Nübüvvet’in 11. Yılı)
Yine böyle bir Hac mevsimi. Gece vakti, Mina yakınlarındaki “Akabe” denilen küçük tepenin/geçidin yanında, Efendimiz (s.a.v.) bir fısıltı duydu. Orada küçük bir grup oturuyordu.
Yanlarına yaklaştı. “Kimlerdensiniz?” diye sordu.
Cevap verdiler: “Yesrib’den (Medine’nin eski adı), Hazrec kabilesindeniz.”
Yesrib… Burası Mekke gibi değildi. Yesrib’de iki büyük Arap kabilesi (Evs ve Hazrec) arasında asırlardır süren kanlı bir savaş (Buâs Savaşları) vardı. Bu savaş onları tüketmişti. Ayrıca şehirde üç büyük Yahudi kabilesi (Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza) yaşıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yahudilerin müttefiklerinden misiniz?”
“Evet” dediler.
Efendimiz (s.a.v.) o mübarek davetini sundu: “Oturmaz mısınız? Size birkaç sözüm var.”
“Olur” dediler.
Bu altı (6) genç Hazrecli (Es’ad bin Zürâre, Avf bin Hâris, Râfi’ bin Mâlik vb.) oturdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlara İslâm’ı anlattı, Allah’ın (c.c.) birliğini (Tevhid’i) izah etti ve Kur’ân-ı Kerîm okudu.
Yesrib’deki Araplar, Yahudilerden sürekli şu sözü duyarlardı: “Kitaplarda yazılı olan Âhir Zaman Peygamberi’nin gelmesi yakındır. O (s.a.v.) geldiğinde, biz O’na (s.a.v.) tâbi olacağız ve O’nunla (s.a.v.) birlikte sizi (Arapları) Âd ve İrem kavmi gibi yeryüzünden sileceğiz!”
Dolayısıyla Yesribliler, bir Peygamberin “beklendiği” fikrine aşinaydılar.
Kur’ân’ı dinleyip, Efendimiz’in (s.a.v.) o nurânî sîmâsını ve davasını gördüklerinde, birbirlerine baktılar ve o tarihî fısıltı döküldü:
“Vallahi! Biliniz ki bu, Yahudilerin sizi korkuttuğu o Peygamber’dir! Sakın ola ki, Yahudiler O’na (s.a.v.) iman etmekte sizden öne geçmesinler!”
Ve o anda, Tâif’in taşladığı, Mekke’nin dışladığı o Yüce Dava, Medine’nin o bereketli toprağında ilk karşılığını buldu. Altı genç, hep birlikte Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldular.
“Yâ Resûlallah!” dediler, “Biz Yesrib’e dönüyoruz. Kavmimiz (Evs ve Hazrec) kan davalarıyla paramparça olmuş durumda. Umulur ki Allah (c.c.), Senin (s.a.v.) vesilenle onları birleştirir. Biz onlara Senin (s.a.v.) dinini anlatacağız. Eğer kavmimiz Senin (s.a.v.) etrafında birleşirse, Senden (s.a.v.) daha aziz (güçlü) kimse olmayacaktır.”
Gelecek yıl aynı yerde buluşmak üzere sözleşip ayrıldılar.
Birinci Akabe Biatı (Nübüvvet’in 12. Yılı – M. 621)
Altı genç, Yesrib’de bir yıl boyunca İslâm’ı anlattı. Ertesi yıl Hac mevsiminde, Akabe’deki aynı gizli buluşma yerine, bu kez 12 kişi geldiler. (10’u Hazrec, 2’si Evs kabilesindendi. Bu, kan davalı iki kabilenin İslâm potasında erimeye başladığının ilk işaretiydi.)
Resûlullah (s.a.v.) onlarla buluştu ve onlardan bir “biat” (söz, bağlılık yemini) aldı. Bu biat, savaş ihtiva etmediği için, daha sonraki Medine dönemindeki kadınlardan alınan biata benzetilerek “Kadınlar Biatı” (Bey’atü’n-Nisâ) olarak da anılmıştır.
Şu esaslar üzerine söz verdiler:
• Allah’a (c.c.) hiçbir şeyi ortak koşmamaya (Şirkten kaçınma),
• Hırsızlık yapmamaya,
• Zina etmemeye,
• Çocuklarını (kız çocuklarını) öldürmemeye,
• Birbirlerine iftira atmamaya,
• “Ma’ruf” olan (Allah’ın c.c. emrettiği) her işte Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) itaat etmeye.
Bu biatten sonra Efendimiz (s.a.v.) onlara müjdeyi verdi: “Eğer bu ahdinize (sözünüze) sadık kalırsanız, size Cennet vardır.”
Medine’nin Fethi: İlk Muallim Mus’ab bin Umeyr (r.a.)
Biat tamamlanmıştı, ancak Yesrib’de İslâm’ı ve Kur’ân’ı öğretecek bir “Muallim” (Öğretmen) lazımdı. Yesribliler, “Yâ Resûlallah, bize dinimizi öğretecek birini gönder” diye rica ettiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu en mühim vazife için, Mekke’nin en zengin, en yakışıklı, en asil gençlerinden olup, İslâm uğruna bütün servetini ve ailesini terk eden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) seçti.
Mus’ab (r.a.), İslâm tarihinin ilk “Muallimi” ve “Sefiri” (Elçisi) olarak Yesrib’e gitti. Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Mus’ab’ın (r.a.) Yesrib’deki bir yılı, İslâm tarihinin en büyük fetihlerinden biridir. Bu, kılıçla değil, “Kalp” ve “Kur’ân” ile yapılan bir fetihti.
O (r.a.), o mübarek Kur’ân’ı o kadar güzel okuyor, İslâm’ı o kadar hikmetle anlatıyordu ki, O’nu (r.a.) dinleyenler iman etmeden duramıyordu.
Bu fethin zirvesi, Yesrib’in en güçlü kabile reislerinden ikisinin Müslüman oluşuydu. Evs kabilesinin liderlerinden Üseyd bin Hudayr ve kabilenin baş reisi Sa’d bin Muâz.
Sa’d bin Muâz, teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin evinde kalan bu “Mekkeli” genci (Mus’ab’ı) durdurması için önce Üseyd’i gönderdi. Üseyd (r.a.), mızrağını eline alıp öfkeyle Mus’ab’ın (r.a.) yanına vardı.
Mus’ab (r.a.), o muazzam vakarıyla dedi ki: “Ey Efendi! Oturup bir an dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey duyarsan, biz de buradan ayrılırız.”
Üseyd (r.a.), “Âdil bir teklif” diyerek oturdu.
Mus’ab (r.a.) Kur’ân okumaya başladığında, Üseyd’in (r.a.) yüzü aydınlandı ve “Bu ne güzel bir kelâm!” diyerek oracıkta Müslüman oldu.
Ardından, Sa’d bin Muâz’ı (r.a.) da Mus’ab’ı (r.a.) dinlemeye ikna etti. Kabile reisi Sa’d (r.a.) da Mus’ab’ı (r.a.) dinledi ve o da Müslüman oldu.
Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) imanı, Yesrib’in kaderini değiştirdi. Derhal kabilesinin (Beni Abdüleşhel) toplandığı yere gitti ve gürledi:
“Ey kavmim! Beni nasıl bilirsiniz?”
“Sen bizim Efendimizsin, reisimizsin, en akıllımızsın!”
“Öyleyse,” dedi Sa’d (r.a.), “Allah’a (c.c.) ve O’nun Resûlü’ne (s.a.v.) iman etmedikçe, sizin kadınlarınızla ve erkeklerinizle konuşmak bana haram olsun!”
O gün, Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) bu tavrı üzerine, Beni Abdüleşhel kabilesinden tek bir kişi bile müşrik olarak kalmadı; hepsi o akşam Müslüman oldu.
Mus’ab’ın (r.a.) o bereketli daveti sayesinde, bir yıl içinde Yesrib’de İslâm’ın girmediği, Kur’ân’ın okunmadığı neredeyse tek bir ev kalmamıştı.
İkinci Akabe Biatı (Büyük Biat / Savaş Biatı) (Nübüvvet’in 13. Yılı – M. 622)
Ertesi yıl (Hicretten sadece birkaç ay önce), Hac mevsimi geldi. Bu kez Mus’ab bin Umeyr (r.a.), yanında Yesrib’den muazzam bir cemaatle Mekke’ye döndü. İçlerinde 73 erkek ve 2’si kadın (Hz. Nuseybe bint Ka’b ve Hz. Esmâ bint Amr) olmak üzere 75 Müslüman vardı.
Bu, artık sadece dinlemek değil, Resûlullah’ı (s.a.v.) “davet etmek” ve O’nu (s.a.v.) “korumak” için yapılan bir biatti.
Mekkeli müşriklerden gizli olarak, gecenin ilerleyen bir vaktinde, yine Akabe’de buluşmak üzere sözleştiler.
O gece, Yesribli Müslümanlar (artık “Ensâr” – Yardımcılar olacaklardı) gizlice Akabe’ye süzüldüler. Resûlullah (s.a.v.) da yanına, o güne kadar henüz iman etmemiş olmasına rağmen O’nu (s.a.v.) koruyan amcası Hz. Abbâs’ı (r.a.) alarak geldi.
Toplantıyı ilk açan Hz. Abbâs (r.a.) oldu. Bir kabile reisi olarak, Yesriblilerin niyetinin ciddiyetini ölçmek istiyordu:
“Ey Hazrec cemaati! Biliyorsunuz, Muhammed (s.a.v.) bizdendir, O’nu (s.a.v.) şimdiye kadar kavmimizden (Kureyş’ten) koruduk. O (s.a.v.), bizim aramızda izzetlidir. Fakat O (s.a.v.), size katılmakta ısrar ediyor. Eğer O’nu (s.a.v.), kendi canınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacağınıza yemin ediyorsanız, alın O’nu (s.a.v.) götürün. Ama eğer başınız dara düşünce O’nu (s.a.v.) düşmana teslim edecekseniz, O’nu (s.a.v.) şimdiden burada bırakın!”
Yesribliler gürledi: “Söylediklerini duyduk! Yâ Resûlallah, Sen (s.a.v.) konuş! Bizden kendin için ve Rabbin (c.c.) için ne söz istiyorsan söyle!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) konuştu, Kur’ân okudu ve onlardan şu sözü aldı:
“Kendi kadınlarınızı ve çocuklarınızı nelerden koruyorsanız, beni de onlardan koruyacağınıza; iyi günde ve kötü günde, darlıkta ve bollukta bana itaat edeceğinize biat (yemin) etmenizi istiyorum.”
Bu, “Bey’atü’l-Harb” (Savaş Biatı) idi. Bu, Yesrib’in, Resûlullah (s.a.v.) uğruna bütün Arabistan’ı karşısına almayı göze alması demekti.
İlk biat eden Berâ bin Ma’rûr (r.a.) oldu. Ardından hepsi tek tek Efendimiz’in (s.a.v.) elini tutarak bu büyük yemini ettiler.
Şeytan’ın Feryadı ve Hicret İzni
Tam biat tamamlanmıştı ki, Akabe tepesinden bir ses, gecenin sessizliğini yırttı. Bu, İblis’in (şeytanın) feryadıydı:
“Ey Mina’da konaklayanlar (Kureyş)! Haberiniz var mı? Muhammed (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) Sâbiîleri (dinden dönenler), sizinle savaşmak üzere anlaştılar!”
Resûlullah (s.a.v.) “Korkmayın, bu tepenin şeytanıdır” buyurdu. Ensâr kılıçlarına davranıp “Yâ Resûlallah! İstersen şu an Mina’daki Kureyş’e kılıçlarımızla saldıralım!” dedilerse de, Efendimiz (s.a.v.) “Hayır, henüz savaşla emrolunmadım. Şimdi gizlice çadırlarınıza dönün” buyurdu.
Ertesi sabah Kureyş, bu söylentiyi duymuş, öfkeyle Yesriblilerin kampına gelmişti. Ancak Yesribli müşriklerin olan bitenden haberi yoktu, Müslümanlar da inkâr edince Kureyş, bir delil bulamadan geri çekilmek zorunda kaldı.
Artık İslâm’ın yeni vatanı hazırdı. Sığınak bulunmuş, himaye (koruma) yemini alınmıştı.
Mus’ab’ın (r.a.) Kur’ân ile fethettiği Yesrib, Resûlullah’ı (s.a.v.) bekliyordu.
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’de zulüm altında inleyen Müslümanlara döndü ve o beklenen müjdeyi verdi:
“Allah Teâlâ (c.c.), size hicret edeceğiniz bir yurt ve (sığınacağınız) kardeşler lütfetti. Artık (Yesrib’e) hicret için hazırlanın. Bölükler halinde oraya gidin!”
İslâm tarihinin en büyük göçü, “Hicret” başlıyordu.
BÖLÜM 12: BÜYÜK HİCRET – “ÜZÜLME, ALLAH (C.C.) BİZİMLEDİR!”
(Mekkî Dönemin Sonu – Medeniyetin Başlangıcı)
Mekke Boşalıyor
İkinci Akabe Biatı’nda o sarsılmaz “koruma yemini” alındıktan sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’deki mü’minlere o Cihan Şümul izni vermişti:
“Allah Teâlâ (c.c.), size (hicret edeceğiniz) bir yurt ve (sığınacağınız) kardeşler lütfetti. Artık Yesrib’e hicret ediniz.”
Mekke’deki Müslümanlar, Kureyş’in zulmünden kurtulmak için, o güne kadar edindikleri ne varsa; evlerini, mallarını, mülklerini, akrabalarını ve vatanlarını terk ederek, gizlice, küçük kafileler halinde Yesrib’e doğru yola çıkmaya başladılar.
Bu hicret, gizli ve meşakkatliydi. Müşrikler fark ettiklerini yakalıyor, işkence ediyor, mallarına el koyuyorlardı. Meselâ, Suheyb-i Rûmî (r.a.) hicret ederken müşrikler yolunu kesmiş, “Sen buraya fakir geldin, zengin oldun. Şimdi hem kendini hem malını götüremezsin!” demişlerdi. Hz. Suheyb (r.a.), Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşabilmek için bütün servetini onlara bırakıp, dinini alıp gitmişti. (Efendimiz (s.a.v.) bu haberi duyunca, “Suheyb kârlı bir ticaret yaptı!” buyuracaktı.)
Ancak bu gizli hicretin bir istisnası vardı: Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh).
O (r.a.), gizlenmeyi reddetti. Kılıcını kuşandı, yayını omzuna taktı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’ye gitti, Müşriklerin nazarları (bakışları) altında Kâbe’yi tavaf etti. Makâm-ı İbrahim’de namaz kıldı. Sonra Kureyş’in ileri gelenlerinin oturduğu yere dikildi ve o meşhur meydan okumasını yaptı:
“Ey Kureyş! İşte ben de hicret ediyorum! Kim anasını ağlatmak, evladını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimseden ses çıkmadı. Hz. Ömer (r.a.), izzetle ve alenen Yesrib’e doğru yola çıktı.
Kureyş’in Paniği ve Dârü’n-Nedve’deki Suikast Planı
Mekke’nin günden güne boşalması, Kureyş’i dehşete düşürmüştü. Müslümanlar gidiyordu. Ama daha da tehlikelisi, O’nun (s.a.v.) davasının başı, Muhammed (s.a.v.), henüz Mekke’deydi.
Biliyorlardı ki, eğer O (s.a.v.) da Yesrib’e giderse, orada güçlü bir ordu kurar ve Mekke’nin ticaret yollarını keserek onlardan intikam alırdı.
Çare bulmak için, Kureyş’in meclisi (parlamentosu) olan Dârü’n-Nedve’de “acil” koduyla toplandılar. Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Halef… Hepsi oradaydı.
Siyer kaynakları, o toplantıya İblis’in (şeytanın), “Necidli bir ihtiyar (yaşlı)” kılığında katıldığını ve onlara akıl verdiğini nakleder.
Üç teklif ortaya atıldı:
• Hapis: “O’nu (s.a.v.) demir bir hücreye atalım, ölene kadar orada tutalım.”
Necidli ihtiyar (İblis) itiraz etti: “Olmaz! Taraftarları (Ashâbı) bunu duyar, bir baskın yapar ve O’nu (s.a.v.) kurtarırlar.”
• Sürgün: “O’nu (s.a.v.) Mekke’den sürelim, nereye giderse gitsin.”
Necidli ihtiyar (İblis) yine itiraz etti: “Bu daha tehlikeli! O’nun (s.a.v.) sözü tatlıdır. Gittiği yerde başka kabileleri ikna eder, topladığı bir orduyla döner, sizi yok eder.”
• Suikast (Öldürmek): En zalim teklif, Ebû Cehil’den geldi: “İçimizde tek bir çare kaldı: O’nu (s.a.v.) öldürmek!”
Ama nasıl? Eğer bir kabile O’nu (s.a.v.) öldürürse, Efendimiz’in (s.a.v.) kabilesi (Beni Hâşim) kan davası güderdi.
Ebû Cehil, o şeytanî planını açıkladı:
“Her kabileden birer tane güçlü, cesur ve asil genç seçeceğiz. Bu gençler (sayıları 10-15 kişi), gece O’nun (s.a.v.) evini saracak ve O (s.a.v.) dışarı çıktığı anda, hepsi birden tek bir adam gibi kılıçlarını vurup O’nu (s.a.v.) öldürecek.”
Plan mükemmeldi. Böylece O’nun (s.a.v.) kanı bütün kabilelere dağılacak, Beni Hâşim kabilesi bütün Kureyş’e savaş açamayacağı için, mecburen “diyet” (kan parası) kabul etmek zorunda kalacaktı.
Necidli ihtiyar (İblis), “İşte en doğru fikir budur!” diyerek planı tasdik etti. Karar alındı. Suikast, o gece icra edilecekti.
İlâhî Müdahale ve Hicret Gecesi
Onlar tuzak kurdular, ancak tuzak kuranların en Hayırlısı olan Allah Teâlâ’nın (c.c.) da bir planı vardı.
O gün, Cebrail (aleyhisselâm) Efendimiz’e (s.a.v.) geldi:
“Yâ Resûlallah! Rabbin (c.c.) sana hicret iznini verdi. Bu gece, her gece yattığın yatağında yatma!”
Emir gelmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal en sadık dostunun, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) evine, her zaman gittiği vaktin dışında, öğle sıcağında, başını örterek gitti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), O’nu (s.a.v.) görünce heyecanlandı: “Yâ Resûlallah! Mutlaka mühim bir hadise var!”
“Evet, yâ Ebâ Bekir. Allah (c.c.) bana hicret izni verdi.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevinçle sordu: “es-Sohbet, yâ Resûlallah?” (Yol arkadaşlığı bana mı, ben de Seninle (s.a.v.) miyim?)
Resûlullah (s.a.v.) “Evet” buyurunca, Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevincinden ve şükründen ağlamaya başladı. O (r.a.), aylardır iki deve satın almış, onları sırf bu yolculuk için besliyordu.
Plan yapıldı. Gece yola çıkılacaktı.
Ancak bir sorun vardı: Efendimiz’in (s.a.v.) evinde, Mekkelilerin O’na (s.a.v.) (hâlâ “el-Emîn” dedikleri için) bıraktıkları birçok “emanet” vardı. Ve O’nu (s.a.v.) öldürmeye gelen katillerin, evde O’nun (s.a.v.) yattığını zannetmeleri, O’na (s.a.v.) zaman kazandırması gerekiyordu.
Bu, “ölümüne” bir vazifeydi. Resûlullah (s.a.v.), bu vazife için amcasının oğlu Hz. Ali’yi (r.a.) çağırdı:
“Yâ Ali! Bu gece benim yatağıma yat, benim şu yeşil hırkamı üzerine ört. Korkma! Sana hiçbir zarar erişmeyecektir. Sabah olunca da, şu emanetleri sahiplerine teslim et ve sen de Yesrib’e doğru yola çık.”
Hz. Ali (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) canını kurtarmak için kendi canını hiçe sayarak, o gece o ölüm yatağına tereddütsüz yattı.
Gece yarısı, Kureyş’in seçkin suikastçıları evi sardı. Kapı aralığından baktıklarında, yatakta birinin yattığını (Hz. Ali r.a.) ve üzerinde Efendimiz’in (s.a.v.) yeşil hırkasının olduğunu gördüler. O’nun (s.a.v.) uyuduğunu zannedip, sabah dışarı çıkmasını beklemeye başladılar.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), gecenin o vaktinde, kapıyı açtı, suikastçıların arasından geçti. O (s.a.v.) geçerken, Kur’ân-ı Kerîm’den Yâsîn Suresi’nin ilk ayetlerini okuyordu. O meşhur 9. ayete geldiğinde, bir avuç toprak aldı ve ayeti okuyarak katillerin başlarına serpti:
“Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.” (Yâsîn, 36/9 )
Cenâb-ı Hak, onların gözlerine perde indirmişti. O kadar katil, kapının önünde beklerken, O’nu (s.a.v.) görmediler.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine gitti ve iki sadık dost, gecenin karanlığında Mekke’den ayrıldılar.
Sevr Mağarası: “Lâ Tahzen”
Sabah oldu. Suikastçılar eve daldı. Hırkayı kaldırdıklarında, karşılarında Hz. Ali’yi (r.a.) buldular. Şok olmuşlardı. “Muhammed (s.a.v.) nerede?”
Hz. Ali (r.a.), “Bilmiyorum, bana bekçilik mi verdiniz?” diye cevapladı.
Kureyş, aldatıldığını anlamıştı. İslâm tarihinin en büyük insan avı başladı. Her yere atlılar, izciler (iz sürenler) gönderdiler. Efendimiz’i (s.a.v.) ölü veya diri getirene 100 deve (muazzam bir servet) ödül vaat ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), Kureyş’i şaşırtmak için Yesrib’e (Kuzey’e) değil, tam zıt istikamete, Mekke’nin Güney’indeki Sevr Dağı’na (Sevr Mağarası) tırmandılar.
Üç gün, üç gece bu mağarada gizlendiler.
Bu üç günde, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ailesi, tarihe geçecek bir istihbarat ve lojistik ağı kurdu:
• Oğlu Abdullah bin Ebî Bekir, geceleri mağaraya gelir, gündüz Mekke’de olan bitenleri (Kureyş’in planlarını) babasına ve Resûlullah’a (s.a.v.) rapor ederdi.
• Kızı Hz. Esmâ (r.anha), geceleri onlara yiyecek ve su taşırdı. (Bir seferinde yiyecek torbasını bağlayacak bir şey bulamayınca, belindeki kuşağı (Nitaq) yırtıp ikiye ayırmış; biriyle torbayı, biriyle belini bağlamıştı. Bu yüzden O’na (r.anha) “Zâtü’n-Nitâkayn” – İki Kuşak Sahibi denildi.)
• Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) azatlısı Âmir bin Füheyre, geceleri koyun sürüsünü mağaranın oraya getirir, hem onlara taze süt sağlar hem de Abdullah ve Esmâ’nın (r.anhümâ) ayak izlerini sürüsüyle kapatarak delilleri yok ederdi.
Mekke’nin en usta izcileri, ayak izlerini takip ede ede, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar geldiler.
Mağaranın içinde, Hz. Ebû Bekir (r.a.), dışarıdaki müşriklerin seslerini ve ayaklarını görüyordu. Endişesi kendisi için değil, yanındaki “Emanet” (Resûlullah s.a.v.) içindi.
Fısıldadı: “Yâ Resûlallah! Yakalandık! Eğilip ayaklarının dibine baksalar, bizi görecekler!”
İşte o an, tevekkülün ve imanın zirvesi olan o mübarek söz, Resûlullah’ın (s.a.v.) dilinden döküldü:
“Yâ Ebâ Bekir! Lâ Tahzen! İnnallâhe me’anâ.”
(Ey Ebû Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allah (c.c.) bizimledir.)
“Üçüncüsü Allah (c.c.) olan iki kişiye, sen ne zannediyorsun (kim zarar verebilir)?”
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle ebedîleştirmiştir:
“…Hani o ikisi mağarada iken, arkadaşına, ‘Üzülme! Çünkü Allah (c.c.) bizimle beraberdir’ diyordu. Allah (c.c.) da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin görmediğiniz ordularla onu desteklemişti…” (Tevbe, 9/40 )
Müşrikler mağaranın ağzına geldiklerinde, ilâhî bir mucizeyle karşılaştılar: Bir örümcek, mağaranın ağzına mükemmel bir ağ örmüş; bir çift yabani güvercin de oraya yuva yapıp yumurtlamıştı.
İzciler dedi ki: “Buraya giremeyiz. Bu örümcek ağı, Muhammed (s.a.v.) doğmadan eskidir. Güvercinler de burada. İnsan girmiş olsa, bunlar burada durur muydu?”
Ve geri dönüp gittiler.
Sürâka’nın Takibi ve Çölün Mucizesi
Üç günün sonunda, Mekke’deki arama telaşı biraz yatışınca, iki dost ve rehberleri Abdullah bin Uraykıt (henüz müşrikti ama güvenilirdi), develerine binip Yesrib’e doğru, sahil yolundan yola çıktılar.
Ancak 100 develik ödül, Sürâka bin Mâlik adındaki cesur bir savaşçının iştahını kabartmıştı. Atını sürmüş, izlerini bulmuş ve onlara yetişmişti.
Tam yaklaşıp kılıcını çekecekken, atının ön ayakları kuma saplandı, Sürâka yere düştü.
Kalktı, fal oklarına baktı (o günün âdeti), “Zarar verme” oku çıktı. Ödülü düşünerek oku dinlemedi, atına bindi, tekrar sürdü.
İkinci kez yaklaştığında, atının ayakları bu kez dizlerine kadar, sert çöl toprağına, sanki bir bataklıkmış gibi gömüldü.
Sürâka, bunun beşerî (insanî) bir hadise olmadığını, O Zât’ın (s.a.v.) ilâhî bir himaye altında olduğunu anladı.
Bağırdı: “Ey Muhammed! Eman ver! Söz veriyorum, size zarar vermeyeceğim ve arkanızdan gelen herkesi geri çevireceğim!”
Efendimiz (s.a.v.) durdu. Sürâka’nın atı mucizevî bir şekilde kurtuldu. Sürâka, O’ndan (s.a.v.) bir “eman belgesi” istedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir deri parçasına o belgeyi yazıp verdi.
Sürâka geri dönerken, Efendimiz (s.a.v.) O’na (s.a.v.) baktı ve İslâm tarihinin en büyük müjdelerinden (mucizevî haberlerinden) birini verdi:
“Geri dön, ey Sürâka! Nasıl olursun, Kisrâ’nın (İran/Pers Kralı’nın) bileziklerini kollarında taktığın gün?”
(Yıllar sonra, Hz. Ömer (r.a.) devrinde İran fethedilip Kisrâ’nın hazineleri Medine’ye getirildiğinde, Hz. Ömer (r.a.) Sürâka’yı çağırmış, Kisrâ’nın tacını, elbisesini ve o altın bileziklerini Sürâka’ya giydirmiş ve “Sözünü yerine getiren Allah’a (c.c.) hamdolsun!” diyerek bu mucizenin gerçekleştiğini ilan etmiştir.)
Varış: Kuba ve İlk Mescid
Yolculuk devam etti. Yesrib’de ise nefesler tutulmuştu. Ensâr (Medineli Müslümanlar), her sabah güneş doğarken şehrin dışındaki “Harre” denilen tepelere çıkar, O’nun (s.a.v.) yolunu gözlerlerdi. Öğle sıcağı bastırınca, ümitleri kırılarak evlerine dönerlerdi.
Hicretin 8. günü (Pazartesi, Rebiülevvel ayı), yine böyle umutlu bir bekleyişin ardından evlere dönülmüştü.
Bir Yahudi, kendi kalesinin üzerinden ufka bakarken, çölde, serapların içinde yaklaşan beyaz elbiseli o küçük kafileyi gördü. Anladı. Yesrib’de yankılanan ilk o bağırdı:
“Ey Evs ve Hazrec! Müjde! Beklediğiniz O büyük Misafiriniz, Sahibiniz geliyor!”
Yesrib, o anda bir bayram yerine döndü. Tekbir sesleri (“Allahu Ekber!”) semâyı doldurdu. Erkekler, kadınlar, çocuklar; herkes evlerinden fırladı. O’nu (s.a.v.) karşılamak için şehrin dışına koştular.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Yesrib’e girmeden önce, şehrin güneyinde, Amr bin Avf oğullarının yurdu olan Kuba mevkiinde durdu. Orada birkaç gün (rivayete göre 10-14 gün) misafir kaldı.
O (s.a.v.), bir devlet kurmaya geliyordu ve bir devletin temeli “Mescid” (Secde edilen yer) idi. Kuba’da yaptığı ilk iş, bizzat kendisi de bir işçi gibi taş taşıyarak, İslâm tarihinin ilk Mescidi’ni inşa etmek oldu.
İşte bu Mescid, Kur’ân-ı Kerîm’in övdüğü o mübarek makamdı:
“…İlk günden temeli takvâ (Allah’a (c.c.) karşı gelmekten sakınma) üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi)…” (Tevbe, 9/108 )
Mekke’de zulümle geçen 13 yıl bitmiş; Medine’de izzetle ve devletle geçecek 10 yıl başlamıştı.
BÖLÜM 13: MEDİNE’NİN KURULUŞU – MESCİD-İ NEBEVÎ
(Medenî Dönem – I)
Nurlu Şehre Giriş (Cuma Günü)
Bu, bir Cuma günüydü. Efendimiz (s.a.v.), Kuba’dan ayrıldı, mübarek devesi “Kasvâ”nın üzerindeydi. Yanında en sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve etrafını bir hale gibi sarmış olan Ensâr (Medineli Müslümanlar) ve Muhâcirler (Mekkeli Müslümanlar) vardı.
Yesrib, o gün tarihinin en parlak, en sevinçli gününü yaşıyordu.
O (s.a.v.), şehre girmeden önce, Rânûnâ Vâdi’si denilen yerde, Sâlim bin Avf kabilesinin yurdunda durdu. Öğle vakti girmişti. Orada, Medine’deki ilk Cuma Namazı’nı kıldırdı ve ilk Cuma Hutbesi’ni irad etti. İslâm’ın en mühim şeâirinden (sembollerinden) biri, daha şehre girilmeden icra edilmişti.
Namazdan sonra Kasvâ’ya bindi ve Yesrib’e doğru ilerledi.
Bu, tasviri mümkün olmayan bir manzaraydı.
Yollar, evlerin çatıları, hurma ağaçlarının tepeleri, Âlemlerin Efendisi’ni (s.a.v.) görmek için sabırsızlanan insanlarla doluydu. Kadınlar, erkekler, yaşlılar ve bilhassa çocuklar…
Medineli küçük kız çocukları, ellerinde defler olduğu halde, sevinçle ve neşeyle o meşhur beyti (mısrayı) terennüm ediyorlardı:
“Talea’l-bedru ‘aleynâ,
(Ay doğdu üzerimize,)
Min seniyyâti’l-Vedâ’…
(Vedâ Tepelerinden…)
Vecebe’ş-şükrü ‘aleynâ,
(Şükretmek vâcib oldu bize,)
Mâ de’â lillâhi dâ’…
(Allah’a (c.c.) dua eden oldukça…)”
Yesrib’in adı, O’nun (s.a.v.) mübarek ayaklarının basmasıyla o gün değişmişti; artık orası “Medînetü’l-Münevvere” (Nurlanmış Şehir) idi.
Tatlı Yarış ve Devenin Kararı: Kasvâ
Efendimiz (s.a.v.) şehrin sokaklarından ilerlerken, Medine’nin bütün kabile reisleri (Ensâr), O’nu (s.a.v.) kendi evlerinde misafir edebilmek için büyük bir heyecan ve yarış içindeydi.
Her kabilenin mahallesinden geçerken, o kabilenin reisi Kasvâ’nın yularına yapışıyor ve “Buyur yâ Resûlallah! En güçlü himaye, en kalabalık nüfus, en zengin mal bizdedir! Bizim evimizde kalın!” diye davet ediyordu.
Efendimiz (s.a.v.), kimseyi kırmak, kimseyi diğerine tercih ederek bir gönül kırıklığına sebep olmak istemiyordu.
O (s.a.v.), o mübarek hikmetiyle, yuları tutanlara tebessüm ediyor ve sadece şunu söylüyordu:
“Sebiluha! Fe innehâ me’mûretün.”
(Devenin yolunu açın, onu serbest bırakın! Muhakkak ki o, (nereye çökeceği hususunda) emrolunmuştur!)
Kasvâ, ilâhî bir emirle hareket ediyordu. Bütün Medine’nin nazarı (bakışı) devenin adımlarındaydı. Kimin evinin önünde çökecekse, bu Cihan Şümul şeref o aileye nasip olacaktı.
Deve, sokakları geçti, Neccâroğulları (Efendimiz’in (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib’in dayıları) mahallesine geldi. Bugün Mescid-i Nebevî’nin bulunduğu geniş, boş bir arsaya geldi ve oraya çöktü.
Efendimiz (s.a.v.) deveden inmedi. Deve, bir müddet durdu, sonra tekrar kalktı, biraz ilerledi, döndü dolaştı ve tekrar gelip ilk çöktüğü yere ikinci kez çöktü. Boynunu yere uzattı ve oradan kalkmayacağını belli etti.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “İnşallah, menzilimiz (konaklayacağımız yer) burasıdır” buyurdu ve devesinden indi.
En Mübarek Misafir: Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.)
Efendimiz (s.a.v.), “Bu arsa kimindir?” diye sordu. “Sehl ve Süheyl adında iki yetim çocuğa aittir” dediler.
Sonra sordu: “Bu arsaya en yakın ev kimin evidir?”
Bu şerefin kime nasip olacağını bekleyen kalabalığın içinden bir ses, sevinçle ve heyecanla yükseldi. Bu, Neccâroğullarından Hâlid bin Zeyd idi. Tarihin O’nu (r.a.) tanıyacağı ismiyle: Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallâhu anh).
Ebû Eyyûb (r.a.), koşarak geldi, Efendimiz’in (s.a.v.) eşyalarını (semerini) yüklendi ve “Benim evimdir, yâ Resûlallah! İşte kapısı burasıdır, buyurunuz!” dedi.
O (r.a.), Resûlullah’ı (s.a.v.) evine davet ediyordu. (Bu davet, asırlar sonra o mübarek sahabenin, İstanbul surları önünde şehit olmasına kadar sürecek bir sevdanın başlangıcıydı.)
Ebû Eyyûb’un (r.a.) evi iki katlı, mütevazı bir Medine eviydi. Ebû Eyyûb (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) üst kata yerleşmesini, zira ev sahibinin yukarıda olmasının edebe daha uygun olduğunu arz etti.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kendisini ziyarete gelecek olan misafirleri (Ashâbı) düşünerek, o eşsiz tevazusuyla şöyle buyurdu:
“Hayır, yâ Ebâ Eyyûb. Alt kat, hem bizim için hem de gelen giden misafirler için daha müsaittir (daha kolaydır).”
Efendimiz (s.a.v.) alt kata yerleşti. Ebû Eyyûb (r.a.) ve zevcesi (r.anha) üst kata çıktılar.
O gece, İslâm tarihinin en nazik hadiselerinden biri yaşandı. Ebû Eyyûb (r.a.) ve zevcesi (r.anha) uyuyamadılar.
“Biz nasıl olur da, Allah’ın Resûlü (s.a.v.) altımızda iken biz O’nun (s.a.v.) üstünde uyuruz? Biz nasıl O’nun (s.a.v.) ile Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) arasına gireriz?” diye büyük bir hicap (utanma) ve endişe duydular.
O gece, yatağa girmediler. Odanın, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu hizanın dışındaki bir köşesine çekildiler. Sabah olunca, Efendimiz’e (s.a.v.) yalvararak bu durumu anlattılar ve O’nu (s.a.v.) üst kata çıkmaya ikna ettiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanana kadar, yaklaşık yedi (7) ay boyunca, bu mübarek Sahabî’nin (r.a.) evinde misafir kaldı.
Efendimiz (s.a.v.), misafir olduğu evden, devesinin çöktüğü o arsayı işaret etti. Burası, İslâm Devleti’nin başkenti, karargâhı, meclisi, üniversitesi ve ibadethanesi olacaktı.
Arsa, Neccâroğullarından Sehl ve Süheyl adındaki iki yetim kardeşe aitti. Onların vasisi (koruyucusu) olan Es’ad bin Zürâre (r.a.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) arsayı satın almak istedi. Yetimler ve vasileri, “Yâ Resûlallah! Biz onu Sana (s.a.v.) bedelsiz, Allah (c.c.) rızası için hediye ediyoruz!” dediler.
Ancak Rahmet Peygamberi (s.a.v.), yetimlerin malını bedelsiz almayı kabul etmedi. Arsanın bedelinin (10 dinar altın) ödenmesinde ısrar etti ve parasını, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) malından ödedi.
Arsa satın alınmıştı. İçinde eski müşrik mezarları, yıkıntılar ve hurma ağaçları vardı. Efendimiz (s.a.v.) mezarların nakledilmesini, yıkıntıların temizlenmesini ve ağaçların kesilmesini emretti.
Ve inşaat başladı.
Bu inşaat, bir hükümdarın saray inşaatı değil, bir Peygamberin (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm), omuz omuza vererek kendi mabetlerini kurdukları bir imece (dayanışma) idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir kumandan gibi kenarda durmadı. Bizzat bir işçi gibi çalıştı. Mübarek omuzlarıyla kerpiç ve taş taşıdı.
O’nun (s.a.v.) bu gayretini gören Ashâb (r.anhüm), şevkle ve aşkla çalışıyor, bir yandan da şu beyti (mısrayı) söylüyorlardı:
“Lein ka’adnâ ve’n-Nebiyyü ya’melü / Fezâke minne’l-‘amelü’l-mudallelü”
(“Eğer Peygamber (s.a.v.) çalışırken biz oturursak / Bu, bizce, dalâletten (yanlışlıktan) başka bir şey değildir!”)
Efendimiz (s.a.v.) de onlara katılıyor, onların şevkini artırmak için şöyle dua ediyordu:
“Allâhümme! Lâ ‘ayşe illâ ‘ayşü’l-Âhirah / Ferham (Fagfir) li’l-Ensâri ve’l-Muhâcirah”
(“Allah’ım! (Gerçek) hayat, ancak Ahiret hayatıdır / Ensâr’ı ve Muhâcirler’i Sen (c.c.) bağışla!”)
Mescid, son derece mütevazı, ancak fonksiyonu (vazifesi) muazzam bir yapıydı:
• Temelleri taştan atıldı.
• Duvarları, çamurla karıştırılıp güneşte kurutulmuş kerpiçten yapıldı.
• Tavanı, kesilen hurma ağaçlarının gövdeleri (direk olarak) ve hurma dalları (çatı olarak) ile kapatıldı.
• Zemini kum ve topraktı.
• Kıblesi, o dönemde henüz Mescid-i Aksâ (Kudüs) idi.
• Üç kapısı vardı.
Ancak bu sadece bir “Mescid” (Namaz kılınan yer) değildi.
• Efendimiz (s.a.v.) ve ailesinin (Hz. Aişe r.anha ve Hz. Sevde r.anha) kalması için, Mescid’in bitişiğine, duvarları yine kerpiçten, tavanları hurma dallarından olan iki mütevazı “Hücre-i Saadet” (Oda) inşa edildi.
• Mescid’in bir köşesi, “Suffe” adı verilen bir gölgelikle ayrıldı. Burası, İslâm’ın ilk yatılı üniversitesiydi. Evi, malı mülkü olmayan, hayatını sadece Resûlullah’tan (s.a.v.) ilim öğrenmeye adayan fakir Sahabîler (“Ashâb-ı Suffe”) burada kalırdı. (Ebû Hüreyre (r.a.) gibi en çok hadis rivayet eden sahabeler burada yetişecekti.)
Mescid-i Nebevî’nin inşası yaklaşık 7 ay sürdü.
İnşaat bittiğinde, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) evinden kendi hanesine taşındı.
İslâm Devleti’nin başkenti, orduların sevk edileceği karargâhı, elçilerin kabul edileceği meclisi ve Kıyamete kadar Müslümanların kalbinin atacağı o mübarek merkez (Mescid-i Nebevî) artık kurulmuştu.
Efendimiz’in (s.a.v.) önünde acilen çözülmesi gereken iki mühim içtimaî (sosyal) mesele duruyordu:
• İç Bütünlük: Mekke’den her şeyini (evini, malını, ailesini) terk ederek gelen Muhâcirler (Göç Edenler), Medine’de fakir ve sığınmacı durumundaydılar. Medine’nin yerlisi olan Ensâr (Yardımcılar) ise zengin ve mülk sahibiydi. Bu iki grubun, “zengin-fakir” veya “yerli-göçmen” ayrımına düşmeden, tek bir “Ümmet” potasında eritilmesi gerekiyordu.
• Dış İlişkiler: Medine, homojen (tek tip) bir yapı değildi. Müslümanların yanı sıra, asırlardır orada yaşayan güçlü Yahudi kabileleri (Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza) ve henüz İslâm’a girmemiş putperest Arap kabileleri vardı. Bu farklı inanç gruplarıyla “bir arada yaşama” hukukunun tesis edilmesi şarttı.
Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu iki meseleyi, Nübüvvet hikmetiyle ve Cihan Şümul bir ferâsetle çözüme kavuşturdu.
*********
BÖLÜM 14: KARDEŞLİK ASRI VE İLK ANAYASA
(Medenî Dönem – II)
1. İç Bütünlük: Muâhât (Kardeşlik Antlaşması)
Hicretin ilk aylarında (yaklaşık 5-8 ay sonra), Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ve Muhâcirleri, Medine’nin meşhur simalarından Enes bin Mâlik’in (r.a.) evinde topladı. O gün, Mescid-i Nebevî’de yaklaşık 90 (veya 100) Sahabî vardı (yarısı Ensâr’dan, yarısı Muhâcirler’den).
Efendimiz (s.a.v.), onlara hitap etti ve İslâm tarihinin en muazzam içtimaî (sosyal) projesini ilan etti: “Muâhât” (Kardeşleştirme).
O (s.a.v.), buyurdu ki: “Allah (c.c.) rızası için ikişer ikişer kardeş olunuz!”
Bu, sıradan bir “arkadaş olun” emri değildi. Bu, kan bağının (nesep) ötesinde, “iman bağı” ile kurulan yeni bir aile hukuku tesisiydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), her Muhâcir’i, Medine’deki bir Ensâr ile “kardeş” ilan etti.
• Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hârice bin Zeyd (r.a.) kardeş oldu.
• Hz. Ömer (r.a.) ile İtbân bin Mâlik (r.a.) kardeş oldu.
• Mekke’nin en zenginlerinden olan, ama her şeyini bırakıp gelen Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Medine’nin en zenginlerinden olan Sa’d bin Rebî’ (r.a.) kardeş oldu.
• Ve Efendimiz (s.a.v.), kendisini de bu kardeşliğin dışında tutmadı. Hz. Ali’yi (r.a.) yanına çağırdı ve O’na (r.a.), “Sen de benim dünya ve ahiret kardeşimsin” buyurarak O’nu (r.a.) onurlandırdı.
Bu “Kardeşlik” emri, sadece kâğıt üzerinde kalmadı. Ensâr, bu emri, tarihin kaydettiği en muazzam fedakârlık ve “îsâr” (kendi ihtiyacı varken başkasını tercih etme) ahlâkıyla hayata geçirdi.
Bu kardeşliğin en parlak misali (örneği), Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Sa’d bin Rebî’ (r.a.) arasında yaşandı.
Sa’d (r.a.), Mekkeli kardeşine dedi ki:
“Ey kardeşim Abdurrahman! Ben, Medine’nin malca en zenginlerindenim. İşte malımın yarısı! Al, o senindir. İki tane de hurma bahçem var, bak hangisini beğenirsen onu sana vereyim. İki tane de hanımım var; bak hangisi senin daha çok hoşuna giderse (veya boşanma iddeti bittikten sonra) onunla evlenmen için onu boşayayım.”
Bu, Cihan Şümul tarihte eşi görülmemiş bir cömertlik ve teslimiyetti.
Ancak Muhâcir’in izzeti de Ensâr’ın cömertliğinden aşağı kalmıyordu. Abdurrahman bin Avf (r.a.), o mübarek iffetiyle şu cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah (c.c.) malını da, aileni de sana mübarek kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Sen bana sadece, çarşınızın (pazar yerinizin) yolunu göster.”
Ensâr, balık vermeyi teklif etmiş; Muhâcir ise balık tutmayı (kendi emeğiyle kazanmayı) tercih etmişti. Abdurrahman bin Avf (r.a.), o gün Medine pazarında küçük bir ticaretle başladı ve kısa sürede Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Bu “Muâhât” sayesinde, Mekke’den gelen fakir Muhâcirler, Medine’de bir aileye, bir eve, bir işe kavuştu. Yerli-göçmen çatışması riski sıfıra indi. Zekât farz kılınmadan evvel, bu kardeşler birbirine mirasçı dahi oldular (Bedir Savaşı’na kadar).
Kur’ân-ı Kerîm, Ensâr’ın bu eşsiz ahlâkını, şu ayet-i kerîme ile ebedîleştirdi:
“…Onlar (Ensâr), hicret edenleri (Muhâcirleri) severler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kıskançlık (veya ihtiyaç) duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları (Muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler (Îsâr). Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 59/9 )
2. Dış İlişkiler: Medine Vesikası (İlk Anayasa)
İç bütünlük sağlanmıştı. Şimdi sıra, Medine’nin diğer unsurlarıyla (bilhassa Yahudilerle) olan hukuku belirlemeye gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), sadece Müslümanların değil, Medine’de yaşayan herkesin Peygamberi ve “Devlet Başkanı” idi. O (s.a.v.), bir arada yaşamanın temel şartlarını belirlemek üzere, İslâm tarihinin ve (bazı hukukçulara göre) dünya tarihinin ilk yazılı “Toplumsal Sözleşmesi” veya “Anayasası” olan Medine Vesikası’nı (Sahîfetü’l-Medîne) kaleme aldırdı.
Bu vesika (belge), Cihan Şümul bir hukuk ve adalet metniydi. Yaklaşık 47 (veya 52) maddeden oluşan bu sözleşmenin temel esasları şunlardı:
• Ümmet Kavramı: “Bu vesika, Kureyşli Müslümanlar (Muhâcirler), Yesribli Müslümanlar (Ensâr) ve onlara tâbi olup onlarla birlikte savaşanlar (Yahudiler ve diğerleri) için bir sözleşmedir. Onlar, diğer insanlardan ayrı bir ‘Ümmet’tir (siyasî bir topluluktur).”
• Din Hürriyeti: “Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir.” (İnançta tam bir hürriyet tanınmıştır.)
• Savunma Ortaklığı: “Medine’ye (Yesrib’e) dışarıdan bir saldırı olursa, (Müslümanlar ve Yahudiler) şehri birlikte savunacaklardır. Savaşın masrafları kendi aralarında paylaşılacaktır.”
• Saldırmazlık: “Sözleşmeye imza atan hiçbir taraf, diğer tarafın düşmanıyla (bilhassa Kureyş ile) gizli veya açık bir ittifak yapmayacaktır.”
• Hukukî Mercii: “Bu sözleşmeye imza atanlar arasında herhangi bir anlaşmazlık, bozgunculuk veya cinayet çıkarsa, hüküm merciî Allah (c.c.) ve Resûlü Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).”
Bu vesika ile Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Medine’deki bütün grupları “Vatan Savunması” ve “Adalet” paydasında birleştiren bir “Şehir Devleti” kurmuş oluyordu. Bu, kabileciliğe (asabiyete) dayalı Câhiliye düzeninin yıkılıp, “hukuk”a ve “vatandaşlığa” dayalı Medeniyetin başladığının resmî ilanıydı.
3. İslâm’ın Sesi: Ezan’ın Meşrû Kılınışı
Medine Devleti kurulmuş, Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Müslümanlar artık namazlarını cemaatle kılıyorlardı. Ancak bir mesele vardı: Cemaati namaz vaktinde Mescid’e nasıl toplayacaklardı?
Hristiyanlar çan (nâkûs) çalıyordu. Yahudiler boru (şofar) üflüyordu. Mecûsîler ateş yakıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti. Bazıları “Çan çalalım”, bazıları “Boru öttürelim”, bazıları “Ateş yakalım” dediyse de, Resûlullah (s.a.v.) bunların hiçbirini, diğer dinlere benzememek için kabul etmedi. “İnsanları ‘es-Salâh! es-Salâh!’ (Namaza! Namaza!) diye çağıran bir tellal (münâdî) olsun” fikri üzerinde duruldu, ancak bu da tam olarak içlerine sinmedi.
O gece, Sahâbeden Abdullah bin Zeyd (radıyallâhu anh), sâdık (doğru) bir rüya gördü.
Rüyasında, elinde bir çan (nâkûs) taşıyan yeşil elbiseli bir adam (melek) gördü. O’na (r.a.) dedi ki: “Bu çanı bana satar mısın?”
Adam sordu: “Ne yapacaksın?”
Abdullah bin Zeyd (r.a.): “İnsanları namaza çağıracağız.”
Yeşil elbiseli zat dedi ki: “Sana bundan daha hayırlısını öğreteyim mi?”
“Nedir o?”
Ve o zat, Abdullah bin Zeyd’e (r.a.) kıyamete kadar semâlarda yankılanacak olan o mübarek “Ezan” kelimelerini okudu:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber… (Allah en büyüktür…)”
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah… (Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur…)”
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah… (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür…)”
“Hayye ale’s-Salâh… (Haydi namaza…)”
“Hayye ale’l-Felâh… (Haydi kurtuluşa…)”
“Allahu Ekber, Allahu Ekber… Lâ ilâhe illallah.”
Abdullah bin Zeyd (r.a.), sabah olur olmaz heyecanla Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna koştu ve rüyasını anlattı.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve buyurdu:
“İnşallah bu, sâdık (hak) bir rüyadır. Kalk, o kelimeleri Bilâl’e (r.a.) öğret. Zira O’nun (r.a.) sesi, seninkinden daha gür ve daha güzeldir (endâ).”
Abdullah bin Zeyd (r.a.), Ezan kelimelerini Hz. Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) öğretti.
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin yanındaki en yüksek evin damına çıktı ve Medine semâlarına İslâm’ın o ilk Ezan’ını okudu.
O ses, Medine’de yankılandığı anda, evinde olan Hz. Ömer (radıyallâhu anh), sesin tesiriyle hırkasını sürükleyerek evinden fırladı. Koşarak Mescid’e geldi ve “Yâ Resûlallah! Vallahi, bu gece rüyamda ben de bu kelimelerin aynısını işittim!” dedi.
Böylece Ezan, hem sâdık rüya (Abdullah b. Zeyd ve Hz. Ömer r.anhümâ) hem de Resûlullah’ın (s.a.v.) tasdiki (Sünneti) ile İslâm’ın Cihan Şümul çağrısı olarak meşrû kılındı.
O gün, Mekke’de “Ehad! Ehad!” (Bir’dir! Bir’dir!) diye işkence gören o Habeşli köle (Hz. Bilâl r.a.), Medine’de kurulan İslâm Devleti’nin semâlarına “Allahu Ekber!” (Allah En Büyüktür!) nidasını haykıran müezzinlerin efendisi (Reisü’l-Müezzinîn) oluyordu.
BÖLÜM 15: “YEVME’L-FURKÂN”A DOĞRU – BEDİR’İN SEBEPLERİ
(Medenî Dönem – III)
Kureyş Tehdidi ve Cihâd’a İzin (İzn-i Cihâd)
Kureyş müşrikleri, Müslümanların hicret etmesine izin vermekle yetinmemiş, onların Mekke’de bıraktıkları evlerine ve mallarına zorla el koymuşlardı. Bu gasp edilen malları, kendi ticaret kervanlarına sermaye yapmışlardı.
Bununla da kalmayıp, Medine’deki iç işlerine müdahaleye başladılar. Medine’deki Müslüman olmayan unsurlara (bilhassa münafıkların başı olacak olan Abdullah bin Übey bin Selûl’e) tehdit mektupları göndererek, “Muhammed’i (s.a.v.) himaye etmekten vazgeçmezseniz, ordularımızla gelip sizi ve O’nu (s.a.v.) yok edeceğiz!” diyorlardı.
Artık tehlike, Mekke’deki zulmün ötesine geçmiş, Medine Devleti’nin varlığına yönelik bir harp (savaş) tehdidine dönüşmüştü.
Mekke’de 13 yıl boyunca her türlü işkenceye, zulme, hakarete ve boykota sabırla ve pasif direnişle mukabele eden Müslümanlara, Medine’de, Hicret’in 2. yılına doğru, artık kendilerini ve kurdukları devleti “savunma” hakkı tanındı.
İslâm’da “harp” (savaş), asla bir saldırı veya istila değil, daima zulmü durdurmak, adaleti tesis etmek ve din hürriyetini (vicdan hürriyetini) korumak için “son çare” olarak meşrû kılınmıştı.
Cihâd’a (Müdafaaya) izin veren ilk ayetler, bu zulmü şöyle tasvir ediyordu:
“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından (Mekke’den) çıkarılmış kimselerdir…” (Hac, 22/39-40 )
İzin çıkmıştı. Artık misilleme (mukabele-i bi’l-misil) hakkı doğmuştu.
İlk Seriyyeler (Askerî Keşifler)
Efendimiz (s.a.v.), bu izne binaen, Kureyş’in hareketlerini kontrol etmek, Medine’nin etrafını emniyete almak ve Kureyş’in Şam ticaret yolunu (onların ekonomik can damarıydı) tehdit altında tutmak için “Seriyye” (Efendimiz’in (s.a.v.) bizzat katılmadığı küçük askerî birlikler) ve “Gazve” (Efendimiz’in (s.a.v.) katıldığı seferler) düzenlemeye başladı.
Hz. Hamza (r.a.) komutasındaki Sîfü’l-Bahr Seriyyesi, Hz. Ubeyde bin Hâris (r.a.) komutasındaki Rabîğ Seriyyesi gibi bu ilk hareketler, Kureyş’e “Artık eski himayesiz Müslümanlar yok, karşınızda bir devlet var” mesajını veriyordu.
Kıvılcımı Ateşleyen Kervan (Hicret’in 2. Yılı – Ramazan Ayı)
Hicretin 2. Yılı, Ramazan ayında (M. 624), Resûlullah’a (s.a.v.) mühim bir istihbarat (haber) ulaştı:
Kureyş’in en büyük ticaret kervanlarından biri, Ebû Süfyan bin Harb komutasında, Şam’dan Mekke’ye dönmek üzereydi. Bu kervan, Kureyş’in neredeyse bütün servetini (yaklaşık 1000 deve yükü, 50.000 dinar altın) taşıyordu.
Daha da mühimi, bu kervanın sermayesinin büyük bir kısmı, Mekke’deki Muhâcirlerin (Müslümanların) gasp edilen mallarından oluşuyordu.
Bu kervana yapılacak bir müdahale, hem Müslümanların haklarını geri alması (Kureyş’ten tazminat alması) hem de Kureyş’in ekonomik bel kemiğini kırması demekti.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) topladı ve durumu arz etti:
“İşte Kureyş’in kervanı… Mallarınızı (veya mallarını) taşıyorlar. Ona doğru yola çıkan (hazırlanan) var mı? Umulur ki Allah (c.c.), onu bize ganimet olarak nasip eder.”
Bu, bir “harp” çağrısı değil, bir “kervan müdahalesi” çağrısıydı.
Bu çağrıya, çoğunluğu Ensâr’dan (230’dan fazla) ve bir kısmı Muhâcirler’den (80 küsur) olmak üzere, Siyer kaynaklarının ittifakla 313 (veya 314-317) kişi icabet etti.
İslâm Ordusu’nun o günkü vaziyeti, bir harbe (savaşa) değil, kervan baskınına hazırlandıklarını açıkça gösteriyordu:
Bütün orduda sadece 2 (veya 3) at vardı. Sadece 70 deve vardı.
Bu 313 Sahabî, bu 70 deveye nöbetleşe biniyorlardı. Bir deveye üç kişi düşüyordu.
Bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de bu nöbete tâbi idi. O (s.a.v.), devesini, amcaoğlu Hz. Ali (r.a.) ve Mersed bin Ebî Mersed (r.a.) ile paylaşıyordu. Arkadaşları, “Yâ Resûlallah! Biz Senin (s.a.v.) yerine yürürüz, Sen (s.a.v.) deveye bin” dediklerinde, O (s.a.v.) şu muazzam tevazu ve adalet dersini veriyordu:
“Siz, yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. (Benden fazla sevaba muhtaç da değilsiniz) Ben de sizin kadar (yürüyerek) ecre (sevaba) muhtacım.”
Plan Değişiyor: Kervan Kaçıyor, Ordu Geliyor!
Ebû Süfyan, kurt bir tüccar ve kurnaz bir idareciydi. Müslümanların Medine’den çıktığını sezip, kervanın yolunu sahil şeridine (deniz kenarına) çevirerek hızla kaçmayı başardı.
Aynı anda, Mekke’ye acil yardım çağrısı için “Damdam bin Amr” adında bir ulak gönderdi. Damdam, Câhiliye âdetlerine göre, devesinin burnunu kulağını kesmiş, gömleğini yırtmış halde Mekke’ye girdi ve feryat etti: “Ey Kureyş! Kervanınız! Servetiniz! Ebû Süfyan’ın elindekiler! Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbı (r.anhüm) yolunu kesti! Yetişin! Yetişin!”
Mekke, bu feryatla çalkalandı.
Ebû Cehil, bu anı bekliyordu. Derhal “Harp! Harp!” nidalarıyla Kureyş’i topladı. Ebû Leheb hariç (yerine adam gönderdi), Kureyş’in bütün reisleri, kibirle ve öfkeyle yola çıktı.
Yaklaşık 1000 (Bin) kişilik, tepeden tırnağa zırhlı, 100’den fazla atlı, yüzlerce develi, yanlarında şarkıcı kadınlar ve içki tulumları olan muazzam bir ordu toplandı.
Yolda, Ebû Süfyan’dan ikinci bir haber geldi: “Kervan kurtuldu, Mekke’ye dönün!”
Kureyş ordusunda bir duraksama oldu. Ahnes bin Şerîk gibi bazı mutedil (ılımlı) reisler, “Kervan kurtulduysa, artık savaşmanın manası yok. Biz Muhammed (s.a.v.) ile değil, mallarımızı korumak için çıkmıştık. Geri dönelim” dediler.
Fakat ordunun başkomutanı olan Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), o Câhiliye kibriyle gürledi:
“Hayır! Vallahi geri dönmeyeceğiz! Bedir kuyularına varacağız. Orada üç gün kalacağız, develer keseceğiz, şaraplar içeceğiz, şarkıcı kadınlar bizi eğlendirecek. Bütün Araplar bizim bu gücümüzü duyacak ve bizden ebediyen korkacaklar! İleri!”
Ebû Cehil, kervanı kurtarmaya değil, “İslâm’ı yok etmeye” gidiyordu.
En Kritik Meşveret (Danışma)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve 313 Sahabîsi (r.anhüm), Bedir yakınlarına gelmişlerdi. Kervan hedefiyle yola çıkmışlardı. Ancak şimdi, ilâhî kader onları, hazırlıksız oldukları muazzam bir orduyla karşı karşıya getirmişti.
Kervan kaçmış, 1000 kişilik Kureyş ordusu üzerlerine geliyordu.
Efendimiz (s.a.v.) durdu. Bu, bir “Devlet Başkanı” olarak atacağı en kritik adımdı. Ashâbıyla (r.anhüm) “Meşveret” (Danışma) yapmak zorundaydı. Onlara sordu:
“Ey insanlar! Bana rey (görüş) verin! Ne yapalım?”
Önce Muhâcirler (Mekkeliler) söz aldı:
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) ayağa kalktı, sonuna kadar O’nunla (s.a.v.) olduklarını belirten coşkulu ve sadık konuşmalar yaptılar.
Sonra Muhâcirlerden Hz. Mikdâd bin Amr (r.a.) ayağa kalktı ve o meşhur sözünü söyledi:
“Yâ Resûlallah! Allah (c.c.) Sana (s.a.v.) neyi emrettiyse, oraya yürü! Vallahi, biz Sana (s.a.v.), Benî İsrâil’in (İsrailoğullarının) Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Sen (s.a.v.) ve Rabbin (c.c.) gidin savaşın, biz burada oturacağız’ (Mâide, 5/24) demeyeceğiz!
Biz Sana (s.a.v.) deriz ki: ‘Sen (s.a.v.) ve Rabbin (c.c.) gidin savaşın, biz de sizinle beraber sonuna kadar savaşacağız!’
Vallahi, bizi dünyanın öbür ucuna (Berkü’l-Gımâd’a) sürsen, oraya kadar Seninle (s.a.v.) geliriz!”
Resûlullah (s.a.v.), bu sadakat sözlerine tebessüm etti. Ancak aradığı tam olarak bu değildi. O (s.a.v.), tekrar sordu:
“Ey insanlar! Bana rey (görüş) verin!”
O (s.a.v.), Muhâcirleri değil, ordunun üçte ikisini oluşturan Ensâr’ı (Medinelileri) kastediyordu. Çünkü Ensâr, O’na (s.a.v.) İkinci Akabe Biatı’nda “Medine’ye bir saldırı olursa, O’nu (s.a.v.) kendi canları gibi koruyacaklarına” yemin etmişlerdi.
Ancak bu harp, Medine’nin dışında cereyan edecekti. Efendimiz (s.a.v.), onları bu yeminin ötesinde bir harbe zorlamak istemiyordu.
Ensâr’ın reisi ve sancaktarı olan Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh), Efendimiz’in (s.a.v.) muradını anladı. Derhal ayağa fırladı:
“Yâ Resûlallah! Galiba bizi kastediyorsunuz? (Sanki bizden tereddüt ediyorsunuz?)”
Efendimiz (s.a.v.) “Evet” buyurdu.
İşte o an, Sa’d bin Muâz (r.a.), Ensâr’ın Kıyamete kadar sürecek olan sadakatinin manifestosunu (ilanını) haykırdı:
“Yâ Resûlallah! Biz Sana (s.a.v.) iman ettik, Seni (s.a.v.) tasdik ettik, getirdiğinin hak olduğuna şehâdet ettik. Seni (s.a.v.) dinlemek ve itaat etmek üzere Sana (s.a.v.) yeminler (biatlar) verdik.”
“Emret Yâ Resûlallah! Nereye istersen yürü! Seni (s.a.v.) Hak ile gönderen Allah’a (c.c.) yemin olsun ki, şu denizi (Kızıldeniz’i) gösterip ‘Dalsak mı?’ desen ve dalsan, biz de Seninle (s.a.v.) beraber o denize dalarız! Bizden tek bir kişi bile geri kalmaz!”
“Biz harpte (savaşta) sabırlı, düşmanla karşılaşınca sâdık kimseleriz. Umulur ki Allah (c.c.), bizden, Senin (s.a.v.) gözünü aydın edecek (Seni s.a.v. sevindirecek) kahramanlıklar Sana (s.a.v.) gösterecektir. Haydi, Allah’ın (c.c.) bereketiyle yürüt bizi!”
Arîş’teki Dua ve Sekînet
Bu konuşmalar, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzünü bir ay parçası gibi aydınlattı. Artık ordu, tek bir kalp olmuştu. Efendimiz (s.a.v.) müjdeyi verdi:
“Yürüyün ve sevinin! Vallahi, Allah Teâlâ (c.c.) bana iki taifeden birini (ya kervan ya da Kureyş ordusu) vaat etti. Vallahi, ben şu anda (Bedir’e bakarak) o müşriklerin (Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin) ölüp serilecekleri yerleri görüyor gibiyim!”
Ordu, Bedir’e yürüdü. Hubâb bin Münzir’in (r.a.) stratejik tavsiyesiyle, Kureyş ordusundan önce Bedir kuyularını kontrol edecek şekilde mevzilendiler.
Ramazan ayının 17. gecesiydi (Hicretin 2. Yılı).
Kureyş ordusu, o geceyi kibirle, eğlenceyle ve içkiyle geçirirken; 313 kişilik İslâm ordusu sükûnet içindeydi.
O gece, Cenâb-ı Hak, mü’minlerin üzerine bir “Sekînet” (huzur) ve hafif bir uyku (Enfâl, 8/11) indirdi. Hafif bir yağmur (Rahmet) yağdı. Bu yağmur, Müslümanların bulunduğu kumluk araziyi sertleştirerek ayaklarını sabit kıldı; müşriklerin bulunduğu çamurlu araziyi ise bataklığa çevirdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise, o gece sabaha kadar, kendisi için kurulan “Arîş” (komuta çadırı/gölgelik) içinde, secdede, gözyaşları içinde Rabbine (c.c.) yalvarıyordu. O duası, Arş-ı Âlâ’yı titretiyordu:
“Allah’ım! Bana vaat ettiğin (zafer) yardımını gönder! Allah’ım! Senden ahdini ve vaadini istiyorum!”
Duası o kadar şiddetlendi, o kadar yalvardı ki, mübarek omuzlarındaki ridası (hırkası) düştü. O’nu (s.a.v.) teselli etmek, yine en sadık dostu Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) düşmüştü. Sıddîk (r.a.), Efendimiz’i (s.a.v.) kucakladı, ridasını örttü ve fısıldadı:
“Yâ Resûlallah! Bu kadar dua ve niyaz kâfidir! Vallahi, Rabbin (c.c.) Sana (s.a.v.) vaat ettiğini muhakkak yerine getirecektir!”
Ramazan’ın 17. Cuma sabahı, güneş doğduğunda, İslâm’ın 313 fedaisi ile Câhiliye’nin 1000 kişilik kibirli ordusu, Bedir kuyularının başında karşı karşıya gelmişti.
Bu, sadece bir askerî çarpışma değil; İman ile Küfrün, Tevhid ile Şirkin, Adalet ile Zulmün, Fâtih (Muhammed s.a.v.) ile Firavun’un (Ebû Cehil’in) muharebesiydi.
Bu, Kur’ân’ın deyimiyle “Yevme’l-Furkân” (Hak ile Bâtıl’ın Ayrıldığı Gün) idi.
BÖLÜM 16: YEVME’L-FURKÂN – BEDİR ZAFERİ VE İLÂHÎ YARDIM
(Medenî Dönem – IV)
1. Mübâreze: İman, Kibrin Karşısında
Arap harp (savaş) geleneğine göre, ordular topluca hücum etmeden önce, en cesur ve asil savaşçılar öne çıkar ve “Mübâreze” (teke tek dövüş, düello) isterlerdi.
Kureyş ordusundan, kibirle ve meydan okuyarak üç kişi öne çıktı. Bunlar, Kureyş’in en azılı, en asil ve en güçlü savaşçılarından, aynı ailenin fertleriydi:
• Utbe bin Rebîa (Ebû Süfyan’ın kayınpederi, Hz. Hind’in babası)
• Oğlu Velîd bin Utbe
• Kardeşi Şeybe bin Rebîa
Meydana geldiler ve bağırdılar: “Ey Muhammed! Karşımıza, bizden (Kureyş’ten), kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!”
Bu meydan okuma üzerine, Medineli Ensâr’dan üç genç kahraman (Avf, Muavviz ve Abdullah bin Revâha r.anhüm) hızla öne atıldı.
Ancak Kureyş reisleri onları görünce kibirle bağırdılar: “Siz kimsiniz? Bizim sizinle bir işimiz yok! Biz, Medine’nin çiftçileriyle savaşmayız! Bize, kendi kanımızdan olan amcaoğullarımızı (Kureyşlileri) çıkar!”
Onlar, bu harbi (savaşı) hâlâ bir “kabile kavgası” zannediyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu meydan okuma üzerine, Ensâr’a “Siz yerinize dönün” buyurdu. Sonra İslâm’ın en yakınlarına, kendi ailesine (Ehl-i Beyt’ine ve Hâşimoğulları’na) döndü ve buyurdu:
“Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali!”
İslâm’ın üç büyük kahramanı, Tevhid sancağı altında kılıçlarını çekerek meydana yürüdü:
• Hz. Hamza (radıyallâhu anh): “Allah’ın Aslanı”.
• Hz. Ali (radıyallâhu anh): “Allah’ın Haydarı (Aslanı)”.
• Hz. Ubeyde bin Hâris (radıyallâhu anh): Efendimiz’in (s.a.v.) akrabası, yaşlı ve tecrübeli bir Sahabî.
Karşılaşmalar başladı:
• Hz. Hamza (r.a.), karşısındaki Utbe bin Rebîa’yı (veya Şeybe’yi) bir hamlede öldürdü.
• Hz. Ali (r.a.) (ki en gençleriydi), karşısındaki Velîd bin Utbe’yi tereddütsüz yere serdi.
• Hz. Ubeyde (r.a.) ile karşısındaki (Utbe veya Şeybe) birbirlerini ağır yaraladılar.
Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hamza (r.a.), hasımlarını bitirir bitirmez, derhal yaralı kardeşleri Hz. Ubeyde’nin (r.a.) yardımına koştular ve O’nun (r.a.) düşmanını da öldürdüler.
Hz. Ubeyde (r.a.) ağır yaralıydı, bacağı kopmuştu. O’nu (r.a.) alıp Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna getirdiler. Hz. Ubeyde (r.a.), akan kanlarına bakarak “Yâ Resûlallah! Ben şehit miyim?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.), “Evet, sen şehitsin” buyurdu. Hz. Ubeyde (r.a.), “Ah! Keşke Ebû Tâlib (Efendimiz’i s.a.v. koruyan amcası) bugünleri görseydi de, ‘Biz Muhammed’i (s.a.v.) korumak için O’nun (s.a.v.) etrafında öleceğiz’ sözünde ne kadar sâdık olduğumuzu anlasaydı” dedi ve ruhunu teslim etti. O (r.a.), Bedir’in ilk şehitlerindendi.
Mübâreze, İslâm’ın mutlak zaferiyle sonuçlanmıştı. Kureyş, daha harp (savaş) başlamadan en büyük üç komutanını kaybetmişti. Bu, ordularının maneviyatını (moralini) çökertti.
2. Büyük Çarpışma ve “Şâheti’l-Vücûh!”
Ebû Cehil, bu hezimet karşısında çılgına döndü ve “Toplu Hücum!” emri verdi. 1000 kişilik kibir ordusu, 313 kişilik iman ordusunun üzerine saldırdı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Arîş”te (komuta çadırında), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile birlikte, secdede Rabbine (c.c.) yalvarmaya devam ediyordu. O’nun (s.a.v.) tek derdi, İslâm’ın geleceğiydi:
“Allah’ım! Bana vaat ettiğin zaferi ver! Allah’ım! Eğer şu bir avuç (mü’min) topluluk bugün burada helâk olursa, yeryüzünde Sana (c.c.) ibadet edecek kimse kalmayacak!”
O (s.a.v.) duaya devam ederken, Ashâb (r.anhüm) “aslanlar gibi” savaşıyordu.
Tam o esnada, Resûlullah’a (s.a.v.) ilâhî emir geldi. Arîş’ten çıktı, mübarek zırhını giydi ve o bir avuç ordusunun önünde durdu. Savaştan önce buyurmuştu: “Bana yaklaşmadıkça ok atmayın, kılıçlarınızı çekmeyin.”
Şimdi ise düşman ordusuna baktı, yerden bir avuç kum ve çakıl aldı. O bir avuç toprağı, 1000 kişilik Kureyş ordusuna doğru fırlattı ve o meşhur harp (savaş) nidasını haykırdı:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun! / Yüzleri çirkinleşsin!)
Bu, sıradan bir toprak atma değildi. Bu, ilâhî bir mucizeydi. O bir avuç kumdan tek bir zerre bile, Kureyş ordusundaki 1000 askerin tamamının gözüne, burnuna ve ağzına isabet etmedikçe kalmadı. Hepsi, gözlerini oğuşturmaya, neye uğradıklarını şaşırmış bir halde paniklemeye başladılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu mucizevî anı şöyle tasvir eder:
“…(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah (c.c.) onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah (c.c.) attı…” (Enfâl, 8/17 )
3. Meleklerin Yardımı (İlâhî Müdâhale)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) “Hücum!” emri verdi.
Ve o anda, Bedir meydanı, beşerî (insanî) bir harp (savaş) alanı olmaktan çıktı. Semânın kapıları açılmıştı.
Efendimiz’in (s.a.v.) duasına cevap gelmişti. Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (a.s.) ve İsrâfil’in (a.s.) de aralarında bulunduğu, Siyer kaynaklarına ve Kur’ân-ı Kerîm’in (Enfâl, 8/9; Âl-i İmrân, 3/124-125) tasdikine göre binlerce melek, başlarında sarı, beyaz, siyah sarıklar olduğu halde, semâdan Bedir’e indiler.
Bu melekler, fiilen harp (savaş) etmediler (veya çok az ettiler). Onların vazifesi, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Mü’minlerin kalplerini sağlamlaştırmak (tesbit etmek)” ve kâfirlerin kalplerine “korku” (ru’b) salmaktı.
Sahabeler (r.anhüm) daha sonra o anı şöyle anlatırlardı: “Biz kâfirin üzerine kılıcımızı kaldırırdık, biz vurmadan, O’nun (kâfirin) başı veya kolu yere düşerdi. Bizden olmayan, beyaz elbiseli, sarıklı Savaşçıların, ‘Haydi Hayzûm!’ (Cebrail’in (a.s.) atının adı) diye seslenerek müşriklerin saflarını yardığını duyardık.”
313 kişi, artık 313 kişi değildi. Onlar, meleklerin (a.s.) desteklediği bir “Allah (c.c.) Ordusu” olmuşlardı.
4. Kibrin Sonu: Ebû Cehil’in Ölümü
Kureyş ordusu, gözlerine giren kumların, ne olduğunu anlayamadıkları bu ilâhî gücün ve Müslümanların kahramanca hücumunun karşısında çözülmeye, kaçışmaya başladı.
Harbin (Savaşın) kaderini belirleyen an, bu Ümmet’in Firavun’u olan Ebû Cehil’in öldürülmesiydi.
Onu öldürmek, ne Hz. Hamza’ya (r.a.) ne de Hz. Ali’ye (r.a.) nasip oldu.
Onu öldürmek, Medineli Ensâr’dan iki gencecik delikanlıya; Muaz bin Amr ve Muavviz bin Afrâ (r.anhümâ) kardeşlere (veya amcaoğullarına) nasip oldu.
Bu iki genç, harp (savaş) meydanında, Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) yanına gelmişlerdi. Biri O’na (r.a.) gizlice sordu: “Ey amca! Bize Ebû Cehil’i gösterir misin? Duyduk ki o, Resûlullah’a (s.a.v.) çok eziyet ve hakaret edermiş. Yemin ettim, O’nu (Ebû Cehil’i) görürsem, ya O’nu (Ebû Cehil’i) öldüreceğim ya da bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman bin Avf (r.a.) hayret etmişti. O esnada, atının üzerinde bir ordu gibi duran, etrafı adamlarıyla çevrili Ebû Cehil’i gösterdi: “İşte orada!”
İki genç aslan, bir anda müşrik saflarını yararak Ebû Cehil’in üzerine atıldılar. Bir anda indirdikleri kılıç darbeleriyle O’nu (Ebû Cehil’i) ve atını yere serdiler. Ebû Cehil’in bir bacağı kopmuştu (veya ağır yaralıydı).
Harp (Savaş) bittikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Acaba bu Ümmet’in Firavun’u (Ebû Cehil) ne oldu? Gidin, bakın!” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (radıyallâhu anh), O’nu (Ebû Cehil’i) aramaya çıktı. (Hz. Abdullah (r.a.), Mekke’de çobanlık yaparken Ebû Cehil’den çok eziyet görmüş, zayıf ve kısa boylu bir Sahabîydi.)
O’nu (Ebû Cehil’i), can çekişirken, ölülerin arasında buldu. Göğsünün üzerine çıktı.
Ebû Cehil, o haldeyken bile kibrini bırakmamıştı. Gözünü açtı ve “Ey koyun çobanı (Ruveybî)! Ne yüksek bir yere çıkmışsın! Söyle bakalım, bugün zafer kimindir?” dedi.
Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) cevap verdi: “Zafer, Allah (c.c.) ve Resûlü’nündür! (s.a.v.)”
Ve o kibrin başını kesti.
Resûlullah’a (s.a.v.) haber geldiğinde, Efendimiz (s.a.v.) şükretti: “Allah’a (c.c.) hamdolsun ki, bu ümmetin Firavun’unu helâk etti.”
5. Kesin Zafer ve Esirler Meselesi
Öğle vakti geldiğinde, harp (savaş) bitmişti. Kureyş ordusu, arkasında bir enkaz bırakarak Mekke’ye doğru kaçıyordu.
Zafer, kesindi ve muazzamdı:
• Kureyş’in 70 reisi (Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Velîd, Ümeyye bin Halef gibi İslâm’ın en azılı düşmanları) öldürülmüştü.
• 70 kişi de esir alınmıştı.
• İslâm Ordusu ise sadece 14 şehit (6’sı Muhâcir, 8’i Ensâr) vermişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), öldürülen Kureyş reislerinin cesetlerinin, Bedir’deki kör bir kuyuya (Kalîb-i Bedr) atılmasını emretti. Onlar kuyuya atılırken, Efendimiz (s.a.v.) kuyunun başına geldi ve o meşhur hitabını yaptı. Tek tek isimlerini saydı: “Ey Utbe! Ey Şeybe! Ey Ebû Cehil! …”
“Siz, Rabbinizin (c.c.) size vaat ettiğini (azabı) hak olarak buldunuz mu? Ben, Rabbimin (c.c.) bana vaat ettiğini (zaferi) hak olarak buldum!”
Hz. Ömer (r.a.) sordu: “Yâ Resûlallah! İşitmeyen o leşlere mi sesleniyorsunuz?”
Efendimiz (s.a.v.) cevap verdi: “Vallahi, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Lâkin onlar, cevap veremezler!”
Geriye “Esirler” meselesi kalmıştı.
Efendimiz (s.a.v.), bu 70 esire ne yapılacağı konusunda Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti.
• Hz. Ömer (r.a.), adaletin ve devletin bekâsının celâlli (şiddetli) yönünü temsil ederek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Bunlar Senin (s.a.v.) kavmindir, Seni (s.a.v.) yalanladılar, Seni (s.a.v.) yurdundan çıkardılar, Sana (s.a.v.) harp (savaş) açtılar. Bunlar küfrün (inkârın) reisleridir. Hepsini öldürelim! Herkes kendi akrabasını öldürsün ki, kalbimizde kâfire zerre meyil kalmadığı bilinsin.”
• Hz. Ebû Bekir (r.a.), merhamet (rahmet) ve hikmet yönünü temsil ederek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Onlar ne de olsa Senin (s.a.v.) kavmindir, akrabalarındır. Ben, onları öldürmemizi uygun görmüyorum. Onlardan fidye (kurtuluş akçesi) alalım. Aldığımız bu fidye, bize kâfirlere karşı güç olur. Hem ne biliriz, umulur ki Allah (c.c.), onların kalplerini İslâm’a açar da Müslüman olurlar.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), fıtratı (yapısı) gereği merhamete daha yakındı. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) reyine (görüşüne) uydu ve esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmasına karar verdi. (Daha sonra nâzil olan Enfâl Suresi 67. ayet, o an için Hz. Ömer’in (r.a.) görüşünün Allah (c.c.) katında daha isabetli olduğunu belirtecek, ancak fidyeyi de meşrû kılacaktı.)
Ancak bu fidye, sadece “para” değildi.
• Zengin olanlar, 1000 ila 4000 dirhem arasında para ödedi.
• Fakir olanlar, bedelsiz serbest bırakıldı.
• Ve en mühimi; okuma-yazma bilen ancak fidye ödeyecek parası olmayan esirlere, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şu Cihan Şümul şartı koştu:
“Her biriniz, Medine’deki Müslüman çocuklarından on (10) tanesine okuma-yazma öğreteceksiniz. Fidye-i necâtınız (kurtuluş fidyeniz) bu olacaktır!”
Bu, yeryüzü harp (savaş) tarihinde görülmemiş bir karardı. İslâm Peygamberi (s.a.v.), kendisini öldürmeye gelen düşman askerlerini, kurduğu devletin çocuklarına “öğretmen” tayin ediyordu. Bu, İslâm’ın ilme ve eğitime verdiği değerin zirvesiydi.
Bedir Zaferi, İslâm’ın varlığını Medine dışına taşırmış, onu Arabistan yarımadasında sarsılmaz bir siyasî ve askerî güç haline getirmişti. Müslümanlar Medine’ye bir “Fâtih” olarak döndüler.
BÖLÜM 17: BEDİR’İN YANKILARI VE UHUD’UN İNTİKAMI
(Medenî Dönem – V)
1. Mekke’de Mâtem ve İntikam Yemini
Bedir’in hezimet haberi Mekke’ye ulaştığında, şehir bir anda mâtem yerine döndü. Neredeyse her evden bir feryat yükseliyordu. Kureyş, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Halef gibi tam 70 reis’ini (liderini), babasını, kardeşini ve evladını kaybetmişti.
Ancak Ebû Süfyan bin Harb (Bedir’de ölmeyen ve artık Kureyş’in başkomutanı olan zat), bu feryatların intikam ateşini körüklemesi için bir karar aldı:
“Ağlamak, ağıt yakmak, saç baş yolmak yasaktır! Kadınlar, ölülerine ağlamayacak. Önce Muhammed’den (s.a.v.) ve Ashâbından (r.anhüm) intikamımızı alacağız, sonra mâtemimizi tutacağız!”
Ebû Süfyan, Bedir’in intikamı alınıncaya kadar yıkanmamaya, güzel koku sürünmemeye ve zevcelerine yaklaşmamaya yemin etti.
Bu intikam yeminini yerine getirmek için ilk küçük hamlesini (Hicretin 2. Yılı sonları), Bedir’den sadece birkaç ay sonra yaptı. 200 kişilik bir süvari birliğiyle gizlice Medine’ye yaklaştı. Medine’nin dış mahallelerinden olan “Urayz” mevkiine bir gece baskını yaptı. Orada, Ensâr’dan bir Sahabî’yi (r.a.) ve yardımcısını şehit etti, hurma ağaçlarını yaktı, ekinleri talan etti ve hızla Mekke’ye doğru kaçmaya başladı.
Kaçarken ağırlık yapmasın diye, yanlarına azık olarak aldıkları kavrulmuş un (Arapça’da “Sevîk”) çuvallarını yollara ata ata kaçtılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) haberi alır almaz Ashâbıyla (r.anhüm) takibe çıktı. Ancak Ebû Süfyan ve süvarileri, hızlı atları sayesinde izlerini kaybettirmişti. Müslümanlar, Kureyş’in yola attığı o kavrulmuş un (Sevîk) çuvallarını toplayarak geri döndüler.
Bu sefere, bulunan azıktan dolayı tarihte “Gazvetü’s-Sevîk” (Kavrulmuş Un Gazvesi) denildi. Bu hadise, Kureyş’in intikam arzusunun ne kadar taze ve tehlikeli olduğunu Müslümanlara göstermiş oldu.
2. Medine İçindeki İlk İhânet: Benî Kaynukâ’nın Sürgünü
Bedir zaferi, sadece Mekke’deki müşrikleri değil, Medine’deki Yahudi kabilelerini de derinden sarstı.
Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde, onlarla “Medine Vesikası” (Anayasa) imzalamıştı. Bu vesikaya göre, Medine’ye bir saldırı olursa şehri “birlikte” savunacaklar ve birbirlerinin düşmanına yardım etmeyeceklerdi.
Ancak Müslümanların Bedir’de, Arapların en güçlü kabilesi olan Kureyş’i yenmesi, Yahudileri (bilhassa Medine’nin en cesur, en zengin ve en savaşçı Yahudi kabilesi olan Benî Kaynukâ’yı) kıskançlığa ve endişeye sevk etti.
“Bu güç yarın bize döner” korkusuyla, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) alenen ihlâl etmeye, Müslümanlarla alay etmeye ve fitne çıkarmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onları topladı, Bedir’de Kureyş’in başına gelenleri hatırlattı ve onları ahde (sözleşmeye) uymaya davet etti.
Benî Kaynukâ Yahudileri, kibirle ve küstahça şu cevabı verdiler:
“Ey Muhammed! Sen (s.a.v.) bizi Kureyş gibi mi zannettin? Kureyş, harp (savaş) nedir bilmeyen bir topluluktu, onları kolayca yendin. Vallahi, eğer bizimle savaşırsan, bizim nasıl çetin savaşçılar olduğumuzu o zaman göreceksin!”
Bu, Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) karşı bir “isyan” ilanıydı.
Bardağı taşıran son damla, Siyer kaynaklarının nakline göre, Kaynukâ Çarşısı’nda yaşanan o çirkin hadise oldu.
Ensâr’dan Müslüman bir hanım, Kaynukâ Çarşısı’ndaki bir Yahudi kuyumcuya alışveriş için gitmişti. Kuyumcu ve etrafındakiler, Müslüman kadından yüzünü açmasını istediler, O’na (r.anha) laf attılar. Kadın (r.anha) direnince, kuyumcu, kadının (r.anha) haberi olmadan, O’nun (r.anha) örtüsünün alt ucunu, sırtındaki bir çengele (veya oturaktaki bir çiviye) bağladı.
Müslüman hanım (r.anha) ayağa kalktığı anda, örtüsü sıyrıldı ve avret mahalli (mahrem yeri) açıldı.
Kaynukâ Yahudileri, bu manzara karşısında kahkahalarla gülmeye ve alay etmeye başladılar.
Kadın (r.anha), namusuna yapılan bu saldırı karşısında “Yetişin ey Müslümanlar!” (Vâ Müslimâ!) diye feryat etti.
O esnada çarşıda bulunan celâlli (öfkeli) bir Müslüman Sahabî (r.a.), feryadı duydu. Durumu görür görmez kılıcını çekti ve o ahlâksız kuyumcuyu oracıkta öldürdü.
Bunun üzerine kuyumcunun etrafındaki Yahudiler de o Sahabî’nin (r.a.) üzerine çullanarak O’nu (r.a.) oracıkta şehit ettiler.
Hadise, bir namus meselesinden, bir cinayete ve toplumsal bir isyana dönüşmüştü. Benî Kaynukâ, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) fiilen yırtmış, Müslümanlara harp (savaş) ilan etmişti. Kendi kalelerine çekildiler ve savaş hazırlığına başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm Devleti’nin ve Medine’nin iç emniyetini sağlamak zorundaydı. O (s.a.v.), devlete isyan eden bu kabileye karşı İslâm Ordusu’nu harekete geçirdi. Sancaktarlık vazifesini Hz. Hamza’ya (r.a.) verdi.
Müslümanlar, Benî Kaynukâ Kalesi’ni kuşattı.
Bu kuşatma, on beş (15) gün sürdü.
Dışarıdan hiçbir yardım (ne Kureyş’ten ne de Medine’deki diğer Yahudi kabilelerinden) alamayan Benî Kaynukâ, sonunda “kayıtsız şartsız” teslim oldu.
Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) göre, vatana ihânetin ve isyanın cezası “ölüm” idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlar hakkında bu hükmü vermek üzereyken, Medine’de bir kriz daha patlak verdi. Münafıkların başı olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, ortaya atıldı.
Benî Kaynukâ, Abdullah bin Übeyy’in Câhiliye devrinden beri “müttefiki” (anlaşmalısı) idi. Abdullah bin Übeyy, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi ve küstahça O’nun (s.a.v.) zırhının yakasına yapıştı:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) Benim müttefiklerime iyi davran! Onlar beni Kureyş’in saldırılarından korumuşlardı!”
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek yüzü öfkeden kızardı: “Bırak beni, ey Abdullah!”
Ancak münafıkların başı ısrar etti: “Vallahi bırakmam! 700 savaşçısı olan bu müttefiklerimi bir günde yok etmene izin vermeyeceğim!”
Efendimiz (s.a.v.), Medine’deki iç barışı (bilhassa Ensâr’ın bir kısmının hâlâ Abdullah bin Übeyy’e olan bağlılığını) dikkate alarak, o münafığın isteğini (zahiren) kabul etti.
Ölüm cezasını, “Sürgün” cezasına çevirdi.
Benî Kaynukâ Yahudileri, bütün silahlarını, zırhlarını ve kuyumcu dükkânlarındaki servetlerini Medine’de bırakacaklar; sadece develerinin taşıyabildiği kadar eşya ile Medine’yi terk edeceklerdi.
Böylece, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) ilk ihlâl eden ve Medine’nin huzurunu bozan bu kabile, Suriye (Şam) taraflarına sürgün edildi. Bu, Medine’deki Müslüman otoritesinin perçinlendiği ikinci büyük hadise oldu.
3. İntikam Hazırlığı: Uhud’a Doğru (Hicret’in 3. Yılı)
Bedir’de reislerini, Sevîk’te itibarlarını kaybeden; Benî Kaynukâ’nın sürgünüyle de Medine’deki müttefiklerini yitiren Kureyş, artık son ve büyük darbeyi vurmak için hazırlıklara başlamıştı.
Ebû Süfyan, Bedir’den kurtardığı o büyük kervanın (1000 deve yükü, 50.000 dinar altın) bütün kârını, yeni kurulacak “İntikam Ordusu”na sermaye olarak ayırdı.
Mekke’ye bağlı bütün kabilelere haber saldılar. Muazzam bir ordu topladılar.
Hicretin 3. Yılı, Şevval ayında (M. 625), Kureyş ordusu Mekke’den yola çıktı.
Bu ordu, Bedir’deki orduya hiç benzemiyordu:
• 3.000 (Üç bin) kişilik dev bir orduydu (Bedir’de 1.000 idiler).
• 700’ü zırhlıydı.
• 200 atlı süvarileri vardı (Bedir’de 2 atları vardı). Süvarilerin komutanları, Arapların en usta süvarileri olan Hâlid bin Velîd ve İkrime bin Ebî Cehil idi (ikisi de henüz müşrikti).
• Ordunun maneviyatını (moralini) yüksek tutmak ve kaçmalarını engellemek için, Kureyş’in en asil kadınları da orduya katılmıştı. Bu kadınların başında, Bedir’de babasını (Utbe), kardeşini (Velîd) ve amcasını (Şeybe) kaybeden, Ebû Süfyan’ın karısı Hind bint Utbe vardı.
• Hind ve diğer kadınlar, defler çalarak, Bedir’de ölenlere ağıtlar yakarak ve şu sözlerle askerleri kışkırtarak geliyorlardı: “Ey Kureyş’in evlatları! İleri atılın, kılıçlarınızı vurun! Eğer döner kaçarsanız, sizi kadınlarımız olarak kabul etmeyiz, sizi kucaklamayız!”
Hedefleri tekti: Bedir’in intikamını almak, Hz. Hamza’yı (r.a.) öldürmek ve Muhammed’in (s.a.v.) kurduğu Medine Devleti’ni ebediyen tarihe gömmek.
Bu devasa ordu, Medine’nin kuzeyine, Uhud Dağı’nın eteklerine gelip karargâhını kurdu. Medine’nin ekinlerini biçtiler, hayvanlarını telef ettiler ve Müslümanlara “İşte geldik!” mesajını verdiler.
Haber, Medine’ye ulaştı. İslâm, tarihinin en çetin imtihanlarından birinin eşiğindeydi.
********
BÖLÜM 18: UHUD İMTİHANI VE MÜNAFIKLARIN İHÂNETİ
(Medenî Dönem – VI)
1. Harp (Savaş) Meclisi: “Savunma” mı, “Meydan” mı?
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu 3.000 kişilik düşman ordusuna karşı atılacak adımı belirlemek için derhal Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) ile “Meşveret” (Harp/Savaş Divanı) topladı. Mescid-i Nebevî’de iki temel görüş (rey) ortaya çıktı:
• Birinci Görüş (Savunma Stratejisi): Bu görüş, bizzat Resûlullah’a (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) gibi tecrübeli, yaşlı Sahabîlere (r.anhüm) aitti. Efendimiz (s.a.v.), o gece gördüğü bir rüyayı da (kılıcının ağzının kırıldığını, bir ineğin boğazlandığını ve kendisinin sağlam bir zırha girdiğini) anlatarak, bu görüşünü destekledi:
“Görüşüm (reyim) odur ki, Medine’de kalalım. Şehirden çıkmayalım. Medine’nin sokakları dardır, evleri bir kale gibidir. Onlar (düşman) dışarıda kalırlarsa, en kötü yerde konaklamış olurlar. Eğer şehre girmeye cüret ederlerse, erkeklerimiz sokak başlarında onlarla savaşır; kadınlarımız ve çocuklarımız da evlerin damlarından onlara taş ve ok atarak bize yardım ederler.”
Bu, bir “Savunma Harbi (Savaşı)” stratejisiydi.
• İkinci Görüş (Meydan Muharebesi): Bu görüş ise, bilhassa Bedir Savaşı’na katılamamış, o şereften mahrum kalmış, içleri şehâdet aşkıyla yanan genç Sahabîlere (r.anhüm) aitti. Onlar için Medine’ye kapanıp beklemek, düşmanın ekinlerini yakmasına göz yummak bir “zül” (alçaklık, korkaklık) olarak görülüyordu. Ayağa kalktılar ve hararetle dediler ki:
“Yâ Resûlallah! Biz Bedir’de yoktuk, Cennet’i kaçırdık! Vallahi, düşmanlarımızı Medine’nin duvarları dibine kadar gelmişken içeride bekleyemeyiz! Bizi dışarı çıkar, Uhud’da, açık bir meydanda onlarla çarpışalım! Onlara kılıçlarımızı göstermedikçe, bizim korktuğumuzu zannederler! Kimin Cennet’e, kimin Cehennem’e gideceği o meydanda belli olsun!”
Gençlerin bu hararetli ısrarı, mecliste çoğunluğu oluşturdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir Devlet Başkanı olarak, her ne kadar kendi görüşü (reyi) farklı olsa da, “Meşveret”in (istişarenin) kararına, yani çoğunluğun arzusuna uydu. Karar verilmişti: Düşman, Medine dışında, Uhud’da karşılanacaktı.
2. Münafıkların İhâneti: 1000 Kişiden 700’e
Bu karar üzerine Efendimiz (s.a.v.), Mescid’de Cuma Namazı’nı kıldırdı, Ashâbına (r.anhüm) “Sabır ve Sebat” tavsiye eden bir hutbe irad etti. Sonra hücresine (odasına) girdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) yardımıyla zırhını giydi. O (s.a.v.), tedbir olarak iki kat zırhı (üst üste) giymişti.
O (s.a.v.) içeride hazırlanırken, dışarıdaki o hararetli gençler, yaptıklarından pişman olmaya başladılar. Tecrübeli Sahabîler (r.anhüm) onları tenkit (eleştiri) etmişti: “Siz ne yaptınız? Resûlullah’a (s.a.v.) semâdan vahiy gelirken ve O (s.a.v.) Medine’de kalmayı işaret ederken, siz O’nu (s.a.v.) dışarı çıkmaya zorladınız!”
Gençler, büyük bir nedâmet (pişmanlık) içinde, “Biz hata ettik, Yâ Resûlallah! (s.a.v.)” demeye karar verdiler.
Efendimiz (s.a.v.), kılıcını kuşanmış, zırhlarını giymiş, tam bir Başkomutan heybetiyle dışarı çıktığında, O’na (s.a.v.) dediler ki:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Biz hata ettik. Sana (s.a.v.) muhalefet ettik. Sen (s.a.v.) nasıl dilersen öyle yap. İstersen Medine’de kalalım.”
Ancak karar verilmiş, zırh giyilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o meşhur ve kati (kesin) sözünü buyurdu:
“Bir Peygamber zırhını giydikten sonra, Allah (c.c.) onunla düşmanları arasında hüküm verinceye kadar, onu (zırhı) çıkarması o Peygamber’e yakışmaz. Şimdi Allah’ın (c.c.) adıyla yürüyün, sabrederseniz zafer sizindir!”
İslâm Ordusu, 1.000 (Bin) kişi olarak, Cuma günü ikindiden sonra Medine’den Uhud’a doğru yola çıktı.
Ancak ordunun içinde, kalbi imanla değil, fitneyle dolu bir grup vardı: Münafıklar.
Münafıkların başı olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, Bedir’den beri Müslümanların başarısını kıskanıyordu. O (münafık), Efendimiz’in (s.a.v.) “Savunma Harbi (Savaşı)” görüşünü (reyini) desteklemişti. Şimdi, bu karara uyulmamasını bahane ederek, ordunun Medine dışındaki ilk konaklama yeri olan “Şavt” mevkiine geldiklerinde, o büyük ihânetini gerçekleştirdi.
“O (s.a.v.) beni dinlemedi!” dedi. “O (s.a.v.), Medine’deki ihtiyarları değil, tecrübesiz gençleri dinledi. Biz, ne için kendimizi ölüme atalım? Neden savaşacağımızı bile bilmiyoruz!”
Bu fitne sözleriyle, kendisine bağlı olan 300 (Üç yüz) münafığı (veya Yahudi müttefiklerini) kandırdı ve ordunun tam üçte birini alarak, gece karanlığında Medine’ye geri döndü.
Sabah olduğunda, İslâm Ordusu 1.000 kişiden 700 kişiye düşmüştü.
Bu, 3.000 kişilik düşmanın karşısında, harp (savaş) başlamadan alınan ilk büyük darbeydi. Kalan 700 Sahabî’nin (r.anhüm) imanı ise sarsılmazdı. Onlar, münafıklardan kurtuldukları için Allah’a (c.c.) hamd ederek Uhud’a doğru yürüyüşe devam ettiler.
3. Uhud’a Yerleşme ve Okçuların Emri (7 Şevval, Hicret 3)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o eşsiz harp (savaş) dehasıyla, 700 kişilik ordusunu Uhud Dağı’nın eteklerine yerleştirdi.
Stratejisi mükemmeldi:
Ordunun arkasını Uhud Dağı’na verdi. Böylece ordu, arkadan kuşatılma tehlikesinden (zâhiren/dışsal olarak) kurtulmuş oldu.
Ancak bir zafiyet (zayıf) noktası vardı: Müslümanların sol kanadında, Uhud Dağı’ndan ayrı, küçük, stratejik bir tepe (veya geçit) bulunuyordu. Bu tepenin adı “Ayneyn Tepesi” idi (Bugün “Okçular Tepesi” – Cebel-i Rumât).
Düşmanın 200 atlı süvarisinin (Hâlid bin Velîd komutasında) bu tepenin arkasından dolaşarak İslâm Ordusu’nu arkadan vurma riski vardı.
Efendimiz (s.a.v.), bu noktayı kapatmak için, Medine’nin en usta okçularından 50 (Elli) Sahabî’yi seçti. Onların başına da komutan olarak Abdullah bin Cübeyr’i (r.a.) tayin etti.
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu 50 okçuya, harbin (savaşın) kaderini belirleyecek olan o meşhur, kati (kesin) ve asla yanlış anlaşılmaya müsait olmayan emrini verdi:
“Sizin vazifeniz, düşman süvarilerini (Hâlid bin Velîd’in birliğini) ok atışıyla bizden uzak tutmaktır. Onları bize yaklaştırmayın!”
Ve emrin en kritik kısmını ekledi:
“Bizim onları yendiğimizi görseniz bile, biz (aşağıda) ganimet toplarken dahi, sakın yerinizden ayrılmayın!”
“Velev ki bizim yenildiğimizi, paramparça olduğumuzu, cesetlerimizi kuşların didiklediğini görseniz bile; ben size ‘Gelin!’ diye haber göndermedikçe, yerinizden KESİNLİKLE kıpırdamayın!”
Emir, “ne pahasına olursa olsun” o tepeyi terk etmemekti.
4. Harp (Savaş) Başlıyor: İlk Zafer Rüzgârı
İki ordu karşı karşıya geldi. 3.000’e karşı 700.
Harp (Savaş), yine Mübâreze (teke tek dövüş) ile başladı. Kureyş’in sancaktarı (bayraktarı) olan, Kureyş’in en güçlü savaşçılarından Talha bin Ebî Talha, öne çıktı ve “Karşıma kim çıkacak?” diye meydan okudu.
O kadar güçlüydü ki, Sahâbe (r.anhüm) O’ndan (Talha’dan) çekinmişti.
Karşısına, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Aslanı” Hz. Ali (kerremallâhu vecheh) çıktı. Hz. Ali (r.a.), tek bir kılıç darbesiyle o kibirli sancaktarı yere serdi.
Kureyş’in sancağı yere düşmüştü.
Sancağı, Talha’nın kardeşi aldı. O’nu (Talha’nın kardeşini) Hz. Hamza (radıyallâhu anh) öldürdü. Sancağı bir başkası aldı, o da öldürüldü… Sancağı taşıyan Abdüddâroğulları’ndan tam on (10) kişi, birer birer Müslüman kahramanlar (Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Zübeyr, Hz. Âsım bin Sâbit r.anhüm) tarafından öldürüldü.
Kureyş’in sancağı, yerde kalmıştı.
Bu, Kureyş ordusunun maneviyatını (moralini) daha harbin (savaşın) başında çökertti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), elindeki kılıcı (Zülfikâr’ı) göstererek, “Bu kılıcın hakkını kim verir?” diye sormuş, o kılıcı alan Ebû Dücâne (radıyallâhu anh), başına kırmızı sarığını sarmış, çalımla (gururla) düşman saflarının arasına bir kasırga gibi dalmıştı.
Ve “Allah’ın (c.c.) Aslanı” Hz. Hamza (radıyallâhu anh)…
O (r.a.), iki elinde iki kılıçla (veya elinde bir kılıçla), göğsünde devekuşu tüyü takılı olduğu halde, Kureyş saflarını bir sağa bir sola biçiyordu. O’nun (r.a.) karşısına çıkan hiçbir müşrik ayakta kalamıyordu.
Harp (Savaş) başlamış, ancak bir muharebeden çok, Müslümanların tek taraflı kahramanlığına dönüşmüştü.
Kureyş’in 3.000 kişilik ordusu, 700 kişilik iman ordusu karşısında dayanamadı. Saflar bozuldu, askerler kaçışmaya başladı.
Mekke’den def çalarak, “Kaçarsanız sizi kucaklamayız!” diye gelen Hind ve Kureyşli kadınlar, can havliyle eteklerini toplamış, dağa doğru kaçıyorlardı.
Meydan, tamamen Kureyş’in bıraktığı eşyalarla, zırhlarla, kılıçlarla ve mallarla (Ganimet) dolmuştu.
Zafer, mutlak görünüyordu. Müslümanlar, Bedir’de olduğu gibi, büyük bir zafer daha kazandıklarını düşünerek “Allahu Ekber!” nidalarıyla kaçan düşmanı kovalıyor ve ganimetleri toplamaya başlıyorlardı.
Her şey mükemmel görünüyordu. Ancak bir yer hariç: Ayneyn Tepesi (Okçular Tepesi).
BÖLÜM 19: UHUD – İMTİHAN, SABIR VE ŞEHÂDET
(Medenî Dönem – VII)
1. O Kati (Kesin) Emrin Unutuluşu: Okçuların Hatası
Aşağıda, harp (savaş) meydanında Müslümanların düşmanı kovaladığını ve Kureyş kadınlarının dahi kaçıştığını gören Ayneyn Tepesi’ndeki 50 okçunun bir kısmı, zaferin kazanıldığından ve harbin (savaşın) bittiğinden emin oldular.
Gözleri, meydanda parlayan ganimetlere (terk edilmiş zırhlar, kılıçlar, mallar) takıldı. Kendi aralarında konuşmaya başladılar: “Harp (Savaş) bitti! Düşman kaçtı! Ne duruyoruz? Biz de aşağı inip ganimetten payımızı alalım! Eğer burada kalırsak, Resûlullah (s.a.v.) ganimeti sadece savaşanlara paylaştırır!”
Bu ganimet sevdası, o kati (kesin) emri onlara unutturmuştu.
Okçuların kumandanı Abdullah bin Cübeyr (radıyallâhu anh), bu durumu dehşetle fark etti. Tepeyi terk etmeye kalkan yaklaşık 40 okçunun önüne dikildi ve Resûlullah’ın (s.a.v.) emrini haykırdı:
“Nereye gidiyorsunuz! Allah’tan (c.c.) korkun! Resûlullah’ın (s.a.v.) size ne emrettiğini unuttunuz mu? ‘Cesetlerimizi kuşların didiklediğini görseniz bile benden emir gelmedikçe yerinizden ayrılmayın!’ buyurmamış mıydı?”
Ancak o 40 okçu, kumandanlarını dinlemedi. “Hayır, harp (savaş) bitti, O (s.a.v.) bunu kastetmemişti” diyerek, emre itaatsizlik ettiler ve ganimet toplamak için o stratejik tepeyi terk edip meydana indiler.
Abdullah bin Cübeyr (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) emrine harfiyen sadık kalan 10 (On) (veya daha az) fedakâr Sahabî (r.anhüm) ile birlikte, o hayati tepeyi müdafaa etmek için tek başlarına kaldılar.
2. Hâlid bin Velîd’in Dehası ve Kuşatma
Kureyş ordusunun sağ kanat süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd (ki henüz müşrikti ve dâhi bir askerî stratejistti), kaçar gibi yaparken dahi gözü hep o Ayneyn Tepesi’ndeydi.
İslâm Ordusu’nu arkadan vurabilmek için harp (savaş) boyunca o tepeye birkaç kez hamle yapmış, ancak 50 okçunun yoğun atışları yüzünden geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Şimdi ise Hâlid, o tepenin bir anda boşaldığını, üzerindeki okçu sayısının 10’a düştüğünü fark etti. Bu, harbin (savaşın) kaderini değiştirecek olan “an” idi.
Derhal, emrindeki 200 atlı süvariye emir verdi. Uhud Dağı’nın etrafından tam bir yay çizerek, o savunmasız kalan Ayneyn Tepesi’ne doğru dörtnala hücuma kalktı.
Tepede kalan Abdullah bin Cübeyr (r.a.) ve o 10 kahraman Sahabî (r.anhüm), üzerlerine gelen 200 atlıyı görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Son nefeslerine kadar ok attılar, kılıç salladılar. Ancak 200 süvariye karşı 10 kişinin yapabileceği bir şey yoktu. Başta komutanları Abdullah bin Cübeyr (r.a.) olmak üzere, hepsi orada şehit edildiler.
Tepe düşmüştü. İslâm Ordusu’nun sırtı artık tamamen savunmasızdı.
Hâlid bin Velîd, süvarileriyle birlikte, ganimet toplamakla meşgul olan ve zafer sarhoşluğu içindeki İslâm Ordusu’na tam arkadan saldırdı.
3. Büyük Panik ve Bozgun
Aynı anda, kaçmakta olan Kureyş piyadeleri (Ebû Süfyan ve İkrime komutasında), Hâlid’in başarılı kuşatmasını gördüler. Zafer nidası attılar ve geri dönüp önden saldırmaya başladılar.
700 kişilik İslâm Ordusu, bir anda 3.000 kişilik düşman ordusu tarafından, iki ateş (önden piyadeler, arkadan Hâlid’in süvarileri) arasında bir “kapan”a kısıldı.
Zafer, saniyeler içinde tam bir hezimete ve paniğe dönüştü.
Saflar bozuldu, kimin kim olduğu anlaşılamaz hale geldi. O kargaşada, Müslümanlar birbirlerini tanıyamayıp, yanlışlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Hz. Huzeyfe’nin (r.a.) babası olan yaşlı Sahabî Yemân (r.a.), bu kargaşada yanlışlıkla Müslüman kılıçlarıyla şehit edildi.
4. Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza’nın (r.a.) Şehâdeti
Harbin (Savaşın) o ilk kahramanlık anlarında, Hz. Hamza (r.a.) meydanda bir aslan gibi dövüşüyordu. Ancak O’nun (r.a.) Bedir’de öldürdüğü Kureyş reislerinin intikamını almak isteyenler vardı.
Kureyş reisi Cübeyr bin Mut’im, Bedir’de öldürülen amcası Tuayma’nın intikamı için, Habeşli ve mızrak atmakta usta olan kölesi Vahşî bin Harb’e bir vaatte bulunmuştu: “Eğer Muhammed’in (s.a.v.) amcası Hamza’yı (r.a.) öldürürsen, hürsün!”
Vahşî, harbin (savaşın) başından beri sadece Hz. Hamza’yı (r.a.) gözetliyordu. Büyük bir kayanın arkasına saklandı.
Hz. Hamza (r.a.), müşriklerden Siba’ bin Abdüluzza adında birine hücum etmek üzereyken, bir anlığına Vahşî’nin mızrağının menziline girdi.
Vahşî, o anda mızrağını fırlattı. Mızrak, “Allah’ın (c.c.) Aslanı”nın (r.a.) böğründen girip mübarek bedenini delip geçti.
Hz. Hamza (r.a.), o yaralı haliyle Vahşî’nin üzerine yürüdü, ancak gücü yetmedi, yere yığıldı ve oracıkta Şehitlerin Efendisi (Seyyidü’ş-Şühedâ) mertebesine ulaştı.
Harp (Savaş) bittikten sonra, Bedir’de babasını, amcasını ve kardeşini kaybeden Hind bint Utbe (Ebû Süfyan’ın karısı), Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşının başına geldi. Câhiliye vahşetinin en korkunç misallerinden (örneklerinden) birini sergileyerek, O’nun (r.a.) mübarek bedenini parçaladı, burnunu ve kulaklarını kesti, göğsünü yardı ve mübarek ciğerini (karaciğerini) çıkardı. İntikam hırsıyla ciğeri ağzına alıp çiğnedi, ancak yutamadı ve geri çıkardı.
(Bu yüzden O (Hind), tarihe “Ciğer Yiyen Hind” (Âkiletü’l-Ekbâd) olarak da geçecekti.)
5. “Resûlullah (s.a.v.) Öldü!” Şâyiası ve Peygamber’in (s.a.v.) Yaralanması
Düşmanın asıl hedefi Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmekti. Kuşatma yarmış, Müslümanlar dağılmıştı. Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç fedakâr Sahabî (r.anhüm) kalmıştı.
Düşman ordusundan İbn Kamia adında bir müşrik, Efendimiz’e (s.a.v.) benzetilen ve İslâm sancağını (bayrağını) taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) (Medine’nin ilk muallimi) hedef aldı.
Bir kılıç darbesiyle Mus’ab’ın (r.a.) sancağı tutan sağ elini kesti. Mus’ab (r.a.) sancağı sol eline aldı. İbn Kamia, sol elini de kesti. Mus’ab (r.a.), İslâm sancağı yere düşmesin diye, onu kesik kollarıyla göğsüne bastırdı. Müşrik, son bir hamleyle mızrağını Mus’ab’ın (r.a.) göğsüne sapladı ve O’nu (r.a.) şehit etti.
İbn Kamia, şehit ettiği Mus’ab’ı (r.a.), görünüşü benzediği için Resûlullah (s.a.v.) zannetti. Ve Kureyş ordusuna dönerek, harbin (savaşın) seyrini tamamen değiştiren o yalanı haykırdı:
“Muhammed’i (s.a.v.) öldürdüm! Muhammed (s.a.v.) öldü!”
Bu “şâyia” (asılsız haber), İslâm Ordusu’nun maneviyatını (moralini) tamamen çökertti. Kılıçlar ellerden düştü. Bazıları “Resûlullah (s.a.v.) ölmüşse artık niye savaşıyoruz?” diyerek Medine’ye doğru kaçmaya başladı. Bazıları dağa çekildi. Hatta münafıklardan bazıları, “Gidip Ebû Süfyan’dan eman dileyelim” deme cüretini gösterdi.
(O esnada Enes bin Nadr (r.a.) gibi kahramanlar ise, “Muhammed (s.a.v.) ölmüşse, O’nun (s.a.v.) uğrunda ölmek bize yakışmaz mı?” diyerek müşriklerin arasına dalıp şehit oluyordu.)
Bu şâyia, müşriklerin hücumunu ise tek bir hedefe, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu o küçük gruba yöneltti.
Efendimiz (s.a.v.), o anda müşriklerin hedefindeydi ve ağır yaralar alıyordu:
• Atılan bir taş, mübarek alt dudağını yardı.
• Atılan bir başka taş, O’nun (s.a.v.) mübarek rubâiyye dişini (sağ alt ön kesici dişlerinden birini) kırdı.
• Utbe bin Ebî Vakkâs’ın attığı bir taş, mübarek yüzünü (vech-i şerîf) yaraladı.
• İbn Kamia’nın (Mus’ab’ı (r.a.) şehit eden adam) vurduğu bir kılıç darbesi, Efendimiz’in (s.a.v.) miğferine isabet etti. Miğfer parçalandı ve miğferin iki halkası, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yanağına (elmacık kemiğine) saplandı.
• Efendimiz (s.a.v.), aldığı bu darbelerin tesiriyle, müşriklerin kazdığı çukurlardan birine düştü.
6. O Bir Avuç Fedakâr: Etrafındaki Kalkan
Resûlullah’ın (s.a.v.) öldüğü haberi yayılırken, O (s.a.v.) yaralı halde çukurdaydı. O’nun (s.a.v.) etrafında sadece 10-12 kişilik bir fedakâr Sahabî (r.anhüm) grubu kalmıştı. Bu grup, İslâm tarihinin gördüğü en büyük kahramanlık destanını yazdı.
• Talha bin Ubeydullah (radıyallâhu anh):
Efendimiz’e (s.a.v.) yönelen bir kılıç darbesine, zırhı veya kalkanı olmadığı için, çıplak elini siper etti. Eli, o darbeyle parçalandı ve kolu çolak kaldı. Aldığı sayısız ok ve mızrak yarasıyla Efendimiz’in (s.a.v.) önünde bir kalkan oldu. (Resûlullah (s.a.v.) O’nun (r.a.) için yıllar sonra, “Uhud gününde yeryüzünde gezen bir Şehit (Yaşayan Şehit) görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!” buyuracaktı.)
• Ebû Dücâne (radıyallâhu anh):
Efendimiz (s.a.v.) çukurdayken, O’nu (s.a.v.) korumak için üzerine kapaklandı. Sırtı, atılan oklarla bir kirpiye dönmüştü, ancak Resûlullah’a (s.a.v.) tek bir okun isabet etmesine izin vermedi.
• Nuseybe bint Ka’b (r.anha) (Ümmü Umâre):
Ordunun arkasında su dağıtmakla görevli bu kahraman Ensârî hanım, Resûlullah’ın (s.a.v.) düştüğünü görünce su kırbasını attı, eline bir kılıç aldı ve bir aslan gibi Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında dönerek O’nu (s.a.v.) yaralayan İbn Kamia’ya saldırdı, ağır yaralar aldı ama O’nu (s.a.v.) korumaktan bir an geri durmadı.
• Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.):
O’nu (s.a.v.) çukurdan çıkardılar. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yanağına saplanan miğfer halkalarını kendi dişleriyle çekerek çıkardı (bu esnada kendisinin de ön dişleri kırıldı).
Efendimiz (s.a.v.), yaralı halde Uhud Dağı’nın yamacındaki güvenli bir sığınağa çekildi. O’nun (s.a.v.) hayatta olduğunu gören Müslümanlar (yaklaşık 70-80 kişi), O’nun (s.a.v.) etrafında toplandılar.
Uhud harbi (savaşı), İslâm Ordusu’nun zaferiyle başlamış; ancak bir emre itaatsizlik yüzünden büyük bir bozguna, 70 büyük şehidin (Hz. Hamza, Mus’ab bin Umeyr, Abdullah bin Cübeyr, Enes bin Nadr r.anhüm) verildiği acı bir derse dönüşmüştü.
Ebû Süfyan, harbin (savaşın) sonunda Uhud Dağı’nın eteklerine geldi ve bağırdı: “Aranızda Muhammed (s.a.v.) var mı? Ebû Bekir (r.a.) var mı? Ömer (r.a.) var mı?”
Efendimiz (s.a.v.) “Cevap vermeyin” buyurdu.
Ebû Süfyan, cevap alamayınca kibrinin zirvesine çıktı: “Yaşasın (putumuz) Hübel! Hübel yüceldi!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ömer’e (r.a.) “O’na (Ebû Süfyan’a) cevap ver, yâ Ömer!” buyurdu.
Hz. Ömer (r.a.) gürledi:
“Allah (c.c.) en Yüce’dir, en Ulu’dur! (Allahü A’lâ ve Ecell!)”
Ebû Süfyan: “Bizim (putumuz) Uzzâ var, sizin Uzzâ’nız yok!”
Hz. Ömer (r.a.): “Allah (c.c.) bizim Mevlâ’mızdır, sizin mevlânız yoktur!”
Ebû Süfyan: “Bugün, Bedir’e karşılıktır! Harp (Savaş) nöbetleşedir (Bir siz yendiniz, bir biz yendik)!”
Ve son sözünü söyledi: “Seneye sizinle Bedir’de tekrar buluşmak üzere!” (Bedrü’s-Suğrâ).
Kureyş ordusu, Müslümanları tamamen yok edememiş olsa da, intikamını (Hz. Hamza’yı r.a. öldürerek) almış, ağır bir yara vermiş olarak Mekke’ye doğru çekildi.
Meydanda, Resûlullah (s.a.v.), 70 şehidinin, bilhassa amcası Hz. Hamza’nın (r.a.) parçalanmış mübarek bedeninin başında gözyaşı döküyordu.
Uhud Dağı’nın etekleri, 70 mübarek şehidin, bilhassa Şehitlerin Efendisi Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) mübarek kanıyla sulanmıştı. İslâm Ordusu, bir emre itaatsizlik neticesinde, zaferle başladığı bir harpten (savaştan) ağır yaralar alarak ve Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek dişinin kırıldığı, yüzünün yaralandığı bir imtihanla Medine’ye dönmüştü.
Müslümanların kalbi hüzünlü, bedenleri yaralıydı. Medine’de ise münafıklar (Abdullah bin Übeyy ve taraftarları) fitneyi körüklüyor, “Gördünüz mü, bizi dinlemeyip Uhud’a çıktılar, başlarına neler geldi!” diyerek Müslümanların maneviyatını (moralini) bozmaya çalışıyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul harp dehasıyla biliyordu ki; eğer Kureyş, Müslümanların bu kadar zayıf düştüğünü fark ederse, “İşlerini tam bitiremedik” pişmanlığıyla Mekke yolundan geri dönebilir ve Medine’ye son, ölümcül baskını yapabilirdi.
Düşmana asla “zayıf” görünmemek gerekiyordu.
BÖLÜM 20: YENİLGİDEN DOĞAN DİRAYET VE İHÂNET TUZAKLARI
(Medenî Dönem – VIII)
1. Düşman Takibi: Hamrâü’l-Esed Gazvesi (Hicret 3)
Uhud harbinin (savaşının) ertesi sabahı, Hicretin 3. Yılı, 8 Şevval Pazar günü… Medine’de herkes şehitlerinin yasını tutuyor, yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o sabah müezzinine (Hz. Bilâl r.a.) şu Cihan Şümul emri verdi:
“Derhal ilan et! Düşmanı (Kureyş’i) takibe çıkıyoruz! Ancak, takibe SADECE dün Uhud’da bizimle birlikte olanlar (savaşa katılanlar) gelecektir!”
Bu, inanılmaz bir emirdi. Ordu yorgundu, yaralıydı. Hatta bazı Sahabîler (r.anhüm) yürüyemeyecek haldeydi, birbirlerine yaslanarak ayakta duruyorlardı.
Ama emir katiydi (kesindi). Uhud’un o zorlu imtihanına katılan 700 kişilik o yaralı ve hüzünlü ordu, Resûlullah’ın (s.a.v.) emrine tereddütsüz itaat etti. Uhud’a katılmayıp Medine’de kalanların (münafıklar hariç) katılmasına ise izin verilmedi.
O yaralı aslanlar ordusu, Efendimiz’in (s.a.v.) komutasında derhal silahlandı ve Medine’den çıktı. Hedef, Mekke’ye dönmekte olan Ebû Süfyan ordusuydu.
İslâm Ordusu, Medine’ye yaklaşık 13 km mesafedeki “Hamrâü’l-Esed” mevkiine kadar ilerledi.
Tam da Efendimiz’in (s.a.v.) öngördüğü gibi olmuştu. Yolda, Ebû Süfyan ve Kureyş ordusu duraklamış, kendi aralarında “Müslümanlar ağır yara aldı. Muhammed’i (s.a.v.) (hâşâ) öldüremedik. Geri dönüp Medine’ye baskın mı yapsak?” diye istişare ediyorlardı.
Ancak İslâm Ordusu’nun, o yaralı haliyle, Uhud’dan sadece 24 saat sonra, kendilerini takibe çıkacak kadar cesur ve diri olduğunu öğrenince dehşete kapıldılar.
Ebû Süfyan, “Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbında (r.anhüm), bizim bilmediğimiz bir güç kalmış olmalı. Başımıza Bedir’deki gibi yeni bir felaket gelmesin” diyerek, bu takipten korktu ve ordusuna “Süratle Mekke’ye yürüyün!” emrini verdi.
Efendimiz (s.a.v.) ve o yaralı ordusu, Hamrâü’l-Esed’de üç gün (veya beş gün) konakladı. Gece vakti, Kureyş ordusuna gözdağı vermek için, yüzlerce ayrı noktada ateş yaktırdı. Uzaktan bu ateşleri gören düşman casusları, Müslümanların ordusunun ne kadar kalabalık ve zinde olduğunu zannederek korkuya kapıldılar.
Bu gazve (sefer), bir “harp (savaş)” değil, bir “psikolojik harp (savaş)” idi. Bu, Uhud’daki askerî yenilginin, manevî bir zafere ve stratejik bir üstünlüğe dönüştürülmesiydi.
Kur’ân-ı Kerîm, o yaralı halde Allah’ın (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.v.) emrine uyan o kahraman Sahabîleri (r.anhüm) şu ayet-i kerîme ile övmüştür:
“Onlar, o kimselerdir ki, yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in çağrısına uydular. İçlerinden iyilik yapanlara ve Allah’a (c.c.) karşı gelmekten sakınanlara büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 3/172 )
2. İhânet Tuzakları: Recî’ ve Bi’r-i Maûne Fâciaları (Hicret 4)
Uhud, Müslümanların yenilebileceğini (zâhiren) göstermişti. Bu durum, Medine etrafındaki müşrik bedevî kabilelerini ve Medine’deki Yahudileri cesaretlendirmişti. Hicretin 4. yılı, İslâm tarihinin en acı “ihânet” ve “fâcia” yıllarından biri oldu.
a) Recî’ Fâciası (10 Şehit):
Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Medine’ye geldi. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim kabilelerimiz İslâm’ı kabul etti. Ancak bize Kur’ân’ı ve dini öğretecek muallimlere (öğretmenlere) ihtiyacımız var. Bize rehberler gönder” dediler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu davete çok sevindi. Ashâbının (r.anhüm) en seçkinlerinden, çoğu Suffe ehli olan 10 (On) Kur’ân muallimi seçti. Başlarına da tecrübeli Sahabî Mersed bin Ebî Mersed’i (r.a.) (veya Âsım bin Sâbit’i r.a.) komutan tayin etti.
Muallimler (r.anhüm) kafilesi, “Recî'” denilen su başına geldiklerinde, o heyetin tuzağı ortaya çıktı. Adal ve Kare kabileleri onlara ihânet etmişti. Etrafları, Lihyânoğulları kabilesinden yüzlerce müşrik savaşçı tarafından sarıldı.
10 Sahabî (r.anhüm) derhal kılıçlarına sarılıp bir tepeye çekildiler. Müşrikler “Teslim olun, size eman veriyoruz, öldürmeyeceğiz!” dediler.
Komutan Âsım bin Sâbit (r.a.) gürledi: “Ben, bir müşriğin emanına (güvencesine) asla güvenmem!”
Ve şu duayı etti: “Allah’ım! Hâlimizi Resûlüne (s.a.v.) ulaştır!”
Âsım (r.a.) ve 7 Sahabî (r.anhüm), o tepede son oklarına, son kılıç darbelerine kadar dövüştüler ve kahramanca şehit oldular.
Geriye 3 Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Hubeyb bin Eret (r.a.), Zeyd bin Desinne (r.a.) ve Abdullah bin Tarık (r.a.).
Onlar (r.anhüm), müşriklerin “eman” sözüne (belki bir kurtuluş olur ümidiyle) inanarak teslim oldular. Abdullah bin Tarık (r.a.), yolda ihâneti anlayıp kaçmak isterken orada şehit edildi.
Hubeyb (r.a.) ve Zeyd’i (r.a.) ise, Kureyş’e sattılar. Çünkü bu ikisi, Bedir’de Kureyş’in ileri gelenlerinden bazılarını öldürmüşlerdi.
Kureyş, bu iki Sahabî’yi (r.anhüm), Uhud’un intikamını almak için Mekke’de, “Ten’im” mevkiinde halka açık bir alanda, işkenceyle “çarmıha gererek” şehit etmeye karar verdi.
Hz. Hubeyb (r.a.), darağacına (çarmıha) çıkarılmadan önce, “Bana izin verin, iki rekât namaz kılayım” dedi. İzin verdiler. Hz. Hubeyb (r.a.), süratle iki rekât namaz kıldı. Sonra müşriklere döndü: “Vallahi, eğer ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız, bu namazı çok daha uzun kılardım.”
(Böylece Hz. Hubeyb (r.a.), “İdamdan önce iki rekât namaz kılma” sünnetini (geleneğini) başlatan Sahabî (r.a.) oldu.)
O’nu (r.a.) çarmıha gerdiklerinde, mübarek yüzü Medine’ye (Kıbleye) dönüktü. Ve o anda, şu meşhur bedduasını etti: “Allah’ım! Onları bir bir say! Onları teker teker helâk et! Hiçbirini sağ bırakma!”
Müşrikler bu bedduadan o kadar korktular ki, çocuklarını bile yüzüstü yere kapattılar.
Hz. Zeyd bin Desinne’ye (r.a.) de aynı işkence yapıldı. Ebû Süfyan, O (r.a.) tam ölmek üzereyken O’na (r.a.) sordu: “Ey Zeyd! Allah (c.c.) aşkına söyle! İster miydin ki, şu an senin yerinde (çarmıhta) Muhammed (s.a.v.) olsaydı da, sen evinde ailenle rahatça otursaydın?”
Hz. Zeyd’in (r.a.) o sarsılmaz imanının ve Resûl (s.a.v.) aşkının cevabı, Ebû Süfyan’ı dondurdu:
“Vallahi! Değil O’nun (s.a.v.) burada benim yerimde olmasını, şu an Medine’de yürürken O’nun (s.a.v.) mübarek ayağına bir diken batmasına bile benim canım feda olsun!”
Ebû Süfyan, hayretle yanındakilere döndü: “Ben, yeryüzünde, Muhammed’in (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm) Muhammed’i (s.a.v.) sevdiği kadar, bir başkasını seven kimse görmedim!”
Ve iki kahraman Sahabî (r.anhüm) de Mekke’de şehit edildi.
b) Bi’r-i Maûne Fâciası (70 Şehit):
Recî’ Fâciasından sadece birkaç gün sonra, daha büyük bir felaket yaşandı.
Necid (Orta Arabistan) bölgesinin en güçlü reisi olan Ebû Berâ (Âmir bin Mâlik), Medine’ye geldi. Efendimiz (s.a.v.) O’na (Ebû Berâ’ya) İslâm’ı anlattı. Ebû Berâ, Müslüman olmadı ama “Eğer kavmime muallimler (öğretmenler) gönderirsen, İslâm’ı kabul edebilirler. Ben, onları himayeme (korumama) alıyorum, onlara eman veriyorum” dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (Recî’ hadisesinden henüz haberi olmadığı için) bu teklifi kabul etti.
Ancak Necid bölgesi tehlikeliydi. Efendimiz (s.a.v.) bu kez 10 değil, Suffe Ehli’nden, tamamı Kur’ân hâfızı (Kurrâ) olan 70 (Yetmiş) seçkin Sahabî’yi (r.anhüm) gönderdi. Başlarına da Münzir bin Amr’ı (r.a.) tayin etti.
Bu 70 Kurrâ (r.anhüm), gündüzleri odun kesip satarak geçinir, geceleri ise sabahlara kadar Kur’ân okuyup namaz kılan, İslâm’ın en âbid (ibadet eden) ve en âlim (bilen) kadrosuydu.
Kafile, “Bi’r-i Maûne” (Maûne Kuyusu) denilen yere vardığında, ihânet ortaya çıktı. Ebû Berâ’nın verdiği eman (güvence) sözü yalandı (veya yeğeni Âmir bin Tufeyl, amcasının sözünü çiğnemişti).
Âmir bin Tufeyl’in komutasındaki Süleym, Usayye ve Ri’l kabileleri, o 70 silahsız Kur’ân mualliminin (r.anhüm) etrafını sardılar.
Sahabîler (r.anhüm), ihanete uğradıklarını anladılar. Kılıçlarına sarıldılar (çok az silahları vardı). Son nefeslerine kadar dövüştüler. Biri (Ka’b bin Zeyd r.a.) hariç (ki O’nu (r.a.) da öldü zannedip bıraktılar), 70 (veya 69) Sahabî’nin (r.anhüm) tamamı orada hunharca şehit edildi.
Recî’ (10 şehit) ve Bi’r-i Maûne (70 şehit) haberleri Medine’ye aynı günlerde ulaştı.
80 seçkin evladını, İslâm’ın en güzide muallimlerini (öğretmenlerini), hain tuzaklarda kaybeden Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hayatı boyunca Uhud’da bile hissetmediği kadar derin bir hüzne (üzüntüye) boğuldu.
O (s.a.v.), o kadar müteessir (üzgün) oldu ki, tam bir ay (30 veya 40 gün) boyunca, sabah namazlarında o kabilelere (Lihyânoğulları, Ri’l, Zekvân, Usayye) isimlerini anarak beddua etti (Kunût okudu).
3. İkinci Yahudi İhâneti: Benî Nadîr Gazvesi (Hicret 4)
Uhud’daki sarsıntı ve bu fâcialar, Medine’deki ikinci büyük Yahudi kabilesi olan Benî Nadîr’i (Nadiroğulları) cesaretlendirmişti. Onlar da zengin, güçlü ve kaleleri olan bir kabileydi.
Efendimiz (s.a.v.), Bi’r-i Maûne’de tuzağa düşürülenlerin diyetine (kan parasına) katkıda bulunmaları için (Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) göre müttefik oldukları için) onlarla konuşmak üzere kalelerine gitmişti.
Benî Nadîr Yahudileri, O’nu (s.a.v.) çok iyi karşıladılar. “Elbette yâ Ebâ’l-Kâsım! (s.a.v.) Sana (s.a.v.) yardım edeceğiz. Sen (s.a.v.) şuracıkta, kale duvarımızın dibinde otur, biz de kendi aramızda parayı toplayıp gelelim” dediler.
Efendimiz (s.a.v.), yanlarında Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) olduğu halde, o kale duvarının dibine oturdu, beklemeye başladı.
O (s.a.v.) beklerken, Yahudi reisleri gizli bir odaya çekildiler ve o şeytanî planı yaptılar:
“Muhammed’i (s.a.v.) öldürmek için bundan daha büyük bir fırsat elimize geçmez! O (s.a.v.) tam duvarın dibinde oturuyor. İçimizden kim, şu büyük değirmen taşını kalenin tepesinden O’nun (s.a.v.) üzerine atıp başını ezecek?”
İçlerinden Amr bin Cihâş adında bir Yahudi, “Ben yaparım!” dedi ve taşı atmak için kalenin damına çıktı.
Plan yapılmıştı. Ancak onlar tuzak kurarken, Vahiy Meleği Cebrail (aleyhisselâm) derhal Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) nazil oldu ve O’na (s.a.v.) bu alçakça suikast planını haber verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hiçbir şey belli etmeden, sanki bir ihtiyacı (hâceti) için kalkıyormuş gibi, sâkin (sessizce) oturduğu yerden kalktı ve Ashâbına (r.anhüm) da bir şey demeden, süratle Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye doğru yürüdü.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) geciktiğini görünce endişelendiler. Kalkıp Medine’ye döndüklerinde, O’nu (s.a.v.) Mescid’de buldular. Efendimiz (s.a.v.), Benî Nadîr’in ihanetini ve suikast planını onlara anlattı.
Bu, Benî Kaynukâ’nın yaptığı gibi, Medine Vesikası’nın (Anayasa’nın) açık bir ihlâli ve Devlete (ve Devlet Başkanı’na) karşı bir suikast (harp/savaş ilanı) demekti.
Efendimiz (s.a.v.), derhal onlara bir ültimatom (kesin uyarı) gönderdi:
“Mademki ahdinizi (sözünüzü) bozdunuz ve bana suikast planladınız. Size on (10) gün mühlet! Medine’yi terk edin! Bu on günden sonra kim sizden burada görülürse, boynu vurulacaktır!”
Benî Nadîr, önce korkup hazırlanmaya başladı. Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übeyy, onlara gizlice şu haberi gönderdi: “Sakın kalelerinizi terk etmeyin! Direnin! Benim 2.000 kişilik ordum (Ensâr’dan ve Gatafân kabilesinden) size yardıma gelecek. Sizinle beraber savaşacağız!”
Bu yalana kanan Benî Nadîr, Efendimiz’e (s.a.v.) “Terk etmiyoruz! Elinden geleni yap!” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm Ordusu’nu topladı (Sancaktar Hz. Ali r.a. idi) ve Benî Nadîr kalelerini kuşattı.
Benî Nadîr, münafıkların yardımını bekledi. Ancak ne Abdullah bin Übeyy ne de Gatafânlılar yardıma gelmedi. Münafıklar, yine sözlerinde durmamışlardı.
Kuşatma 15 (veya 21) gün sürdü. Dışarıdan yardım alamayan ve kalelerinde mahsur kalan Benî Nadîr Yahudileri, sonunda Benî Kaynukâ gibi teslim oldular.
Efendimiz (s.a.v.), onlara Benî Kaynukâ’ya tanıdığından daha ağır bir şartla sürgün cezası verdi: Sadece develerinin taşıyabildiği kadar eşyayı alabilecekler, ancak hiçbir silah, zırh veya askerî malzeme götüremeyeceklerdi.
Benî Nadîr Yahudileri, Medine’deki o muazzam evlerini, hurma bahçelerini ve servetlerini geride bıraktılar. Evlerini, Müslümanlara kalmasın diye kendi elleriyle yıkarak (tahrip ederek) Medine’den ayrıldılar. (Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de Haşr Suresi’nde detaylıca anlatılır).
Bir kısmı Suriye’ye (Ezriât’a), en tehlikeli ve zengin reisleri (Huyey bin Ahtab, Kinâne bin Rebî’ gibi) ise Medine’nin kuzeyindeki “Hayber” Kalesi’ne yerleştiler.
Onların Hayber’e gitmesi, ileride İslâm Devleti’nin başına gelecek en büyük fitnenin ve en büyük harbin (savaşın) (Hendek/Ahzâb Savaşı’nın) tohumlarını ekmiş oldu.
BÖLÜM 21: İTİBARIN YENİDEN TESİSİ VE EN BÜYÜK TEHDİT: AHZÂB
(Medenî Dönem – IX)
1. “Bedir Randevusu” (Gazvetü Bedri’s-Suğrâ / Küçük Bedir)
Uhud harbinin (savaşının) sonunda, Kureyş’in başkomutanı Ebû Süfyan, Uhud Dağı’nın tepesinden İslâm Ordusu’na meydan okumuştu: “Bugün, Bedir’in karşılığıdır! Harp (Savaş) nöbetleşedir! Gelecek yıl, sizinle yine Bedir’de buluşmak (savaşmak) üzere randevulaşıyoruz!”
Hz. Ömer (r.a.) da Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle gürlemişti: “İnşallah! O, bizimle sizin aranızda bir randevudur!”
Uhud’un üzerinden tam bir yıl geçmişti (Hicret 4, Şâban ayı). Randevu vakti gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’in bu meydan okumasına cevap vermek ve İslâm’ın Uhud’da sarsılan (zâhiren) itibarını tamamen geri kazanmak için Ashâbına (r.anhüm) “Bedir’e!” emrini verdi.
Uhud’un acısını unutmayan 1.500 (Bin beş yüz) kişilik sarsılmaz bir ordu toplandı. Bu ordu, Bedir’e doğru yola çıktı.
Mekke’de ise durum farklıydı. O yıl Mekke’de kuraklık ve kıtlık baş göstermişti. Ebû Süfyan, Bedir’de yaşadığı o ilk hezimeti unutamamıştı ve İslâm Ordusu’nun 1.500 kişilik bu güçlü hali karşısında dehşete kapılmıştı. Harbe (Savaşa) gitmek istemiyor, ancak “randevu”dan kaçarsa Kureyş’in itibarının yerle bir olacağını da biliyordu.
Ebû Süfyan, kurnazca bir “psikolojik harp (savaş)” yolunu seçti. Henüz Müslüman olmamış olan (veya gizli anlaşmalı olduğu) Nuaym bin Mes’ud adında birini Medine’ye casus olarak gönderdi. Görevi, Müslümanların maneviyatını (moralini) bozmaktı.
Nuaym, Medine’ye geldi ve feryat etmeye başladı: “Ey Medineliler! Nereye gidiyorsunuz? Ebû Süfyan ve Kureyş, sizin hayal bile edemeyeceğiniz, dağlar gibi bir ordu topladı! Hepinizi yok edecekler! Sakın Bedir’e gitmeyin!”
Bu haber, Medine’deki münafıkların yüreğine korku saldı. Ancak mü’minlerin yüreğine zerre kadar korku vermedi. Onların cevabı, Kur’ân-ı Kerîm’in ölümsüzleştirdiği o tevekkül nidası oldu:
“Hasbünallâhu ve ni’me’l-vekîl!”
(Allah (c.c.) bize yeter! O (c.c.) ne güzel Vekil’dir!)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise o Cihan Şümul kararlılığıyla buyurdu:
“Vallahi! Onlar gelmese bile, ben tek başıma kalsam dahi, o randevu yerine gideceğim!”
İslâm Ordusu (1.500 kişi) Bedir’e vardı. Orada tam sekiz (8) gün Kureyş ordusunu beklediler.
Ebû Süfyan ise, 2.000 kişilik bir orduyla Mekke’den çıkmış, “Mecenne” denilen yere kadar gelmişti. Orada durdu ve askerlerine döndü: “Ey Kureyş! Bu yıl kıtlık yılıdır. Develerimiz zayıf, azığımız yok. Böyle bir ‘Kavut Ordusu’ (Ceyşü’s-Sevîk) ile savaşmak akıl kârı değildir. Geri dönüyoruz!”
Ve Kureyş ordusu, savaşmadan, randevu yerine gelme cesaretini gösteremeden, Mekke’ye geri döndü.
Müslümanlar ise, Bedir’de bekledikleri sekiz gün boyunca, orada kurulan panayırda ticaret yaptılar. Yanlarında getirdikleri malları 1’e 2 kârla satarak, hem askerî hem de ekonomik bir zaferle Medine’ye döndüler.
Bu “Küçük Bedir Gazvesi”, İslâm’ın itibarına vurulan Uhud lekesini tamamen temizledi. Kureyş’in korkaklığı ve Müslümanların cesareti bütün Arabistan’a ilan edildi.
2. Çölün Disiplini: Zâtü’r-Rikâ’ Gazvesi ve Korku Namazı
Medine’nin itibarı yükselince, Necid çöllerinde (Orta Arabistan) yaşayan ve yağmacılıkla geçinen bedevî kabileleri (Gatafân, Beni Muhârib, Beni Sa’lebe) bundan rahatsız oldu. Müslümanların Recî’ ve Bi’r-i Maûne’de muallimlerini (öğretmenlerini) kaybetmesinden cesaret alarak, Medine’ye büyük bir baskın yapmak için ordu toplamaya başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Düşmanı Medine’de beklemeyeceğiz, O’nun (düşmanın) vatanına bizzat gideceğiz” stratejisiyle, 400 (veya 700) kişilik seçkin bir birlikle derhal Necid çöllerine, Gatafân yurduna doğru yola çıktı (Hicret 4 veya 5).
Bu sefer, son derece meşakkatliydi. Çöl arazisi o kadar sarp ve kayalıktı ki, Sahabîlerin (r.anhüm) ayakkabıları (nalınları) parçalandı, ayakları kan revan içinde kaldı. Yürüyemeyecek hale geldiklerinde, ayaklarına bez ve kumaş parçaları (“paçavralar” – Rikâ’) sardılar. Bu yüzden bu sefere “Zâtü’r-Rikâ'” (Paçavralar Gazvesi) denildi.
İslâm Ordusu, Gatafân yurdunun kalbine kadar ilerledi. Bedevîler, Müslümanların kendi evlerine kadar gelme cüretine şaşırdılar. Büyük bir harp (savaş) olmadı, çünkü bedevîler savaşı göze alamayıp dağlara kaçtılar.
Ancak bu sefer sırasında, İslâm fıkhı (hukuku) için çok mühim bir hadise yaşandı.
Namaz vakti gelmişti. İslâm Ordusu namaza durmak istiyor, ancak dağların tepesindeki düşman (Gatafân), Müslümanların secdeye vardığı o “savunmasız” anı kolluyordu. “Hepsi birden secdeye varınca, üzerlerine baskın yapalım” diye plan yapıyorlardı.
Tam o anda, Cebrail (aleyhisselâm), Resûlullah’a (s.a.v.) “harp (savaş) anında” dahi namazın nasıl eda edileceğini öğreten “Salâtü’l-Havf” (Korku Namazı) ayetlerini (Nisâ, 4/101-102) getirdi.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) iki safa ayırdı:
• Birinci saf, Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında bir rekât kıldı. Efendimiz (s.a.v.) ikinci rekât için ayakta beklerken, onlar (birinci saf) kendi başlarına ikinci rekâtı hızla kılıp selam verdiler ve geri çekilip nöbet yerine geçtiler.
• İkinci saf (nöbette olanlar) ileri geldi, Resûlullah’a (s.a.v.) uydular. Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte ikinci rekâtı kıldılar. Efendimiz (s.a.v.) Tahiyyât’ta otururken, onlar (ikinci saf) kalkıp kaçırdıkları ilk rekâtı kıldılar ve Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte selam verdiler.
Böylece, harp (savaş) anında dahi cemaatle namaz terk edilmemiş oldu. Bu manzarayı (bir grubun namaz kılıp diğer grubun nöbet tuttuğunu) gören Gatafânlı bedevîler, “Bunlar, ilâhî bir koruma altındalar” diyerek korkuya kapıldılar ve Medine’ye saldırma planlarından tamamen vazgeçtiler.
3. Bütün Fitnelerin Birleşmesi: Ahzâb’a Giden Yol (Hicret 5)
Bedir Randevusu’nda Kureyş yenilmiş (itibaren), Zâtü’r-Rikâ’da Gatafân sindirilmiş, Benî Nadîr ise Medine’den sürülmüştü.
İslâm’ın düşmanları (müşrikler, bedevîler ve Yahudiler), Resûlullah (s.a.v.) ile “ayrı ayrı” baş edemeyeceklerini anlamışlardı.
İşte bu noktada, Medine’den sürülüp Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyey bin Ahtab, İslâm’ı yeryüzünden silmek için o şeytanî “Büyük Koalisyon” planını devreye soktu.
Bu, İslâm’a karşı kurulan en büyük Câhiliye ittifakıydı.
1. Adım: Mekke (Kureyş):
Huyey bin Ahtab, bir Yahudi heyetiyle Mekke’ye, Ebû Süfyan’ın huzuruna çıktı. Dedi ki: “Ey Kureyş! Biz (Hayber Yahudileri), bütün servetimizle ve savaşçılarımızla sizinleyiz. Gelin, Muhammed’i (s.a.v.) Medine’de kuşatalım ve bu işi kökünden bitirelim!”
Ebû Süfyan, bu teklife sevindi ancak Ehl-i Kitap olan Yahudilere güvensizliğini belirtti: “Ey Yahudiler! Siz Kitap sahibisiniz. Bize dürüstçe söyleyin: Bizim dinimiz (putperestlik) mi daha hayırlıdır, yoksa Muhammed’in (s.a.v.) dini (Tevhid) mi?”
Huyey bin Ahtab ve yanındaki Yahudi hahamları, sırf İslâm düşmanlığında birleşebilmek için, kendi kitaplarını inkâr pahasına o korkunç cevabı verdiler:
“Vallahi! Sizin dininiz (putlara tapmanız), O’nun (s.a.v.) dininden daha doğrudur ve daha hayırlıdır!”
(Kur’ân-ı Kerîm, Nisâ Suresi 51. ayette, Ehl-i Kitab’ın bu “Cibt’e ve Tâğût’a (Puta) inanma” ihanetini lanetleyecekti.)
Bu söz üzerine Kureyş, 4.000 (Dört bin) kişilik ordusuyla ittifaka katıldı.
2. Adım: Necid (Gatafân):
Huyey bin Ahtab, Kureyş’in desteğini aldıktan sonra, Necid çöllerine, Zâtü’r-Rikâ’da sindirilen Gatafân kabilelerine (Beni Fezâre, Beni Murre, Beni Eşca’) gitti.
Bedevîler dine değil, paraya (ganimete) bakarlardı. Huyey, onlara şu teklifi yaptı: “Kureyş’le birleştik. Siz de bize katılın. Eğer Medine’yi düşürürsek, Hayber’in bir yıllık hurma mahsulünün tamamı sizin olacaktır!”
Bu muazzam rüşvet karşısında Gatafân kabileleri de ittifaka katıldı. Onlar da yaklaşık 6.000 (Altı bin) kişilik bir ordu çıkardılar.
Sonuç: “Ahzâb” (Hizipler/Gruplar) Ordusu
Kureyş (Mekke Müşrikleri), Gatafân (Necid Bedevîleri) ve Benî Nadîr (Hayber Yahudileri – Finansör ve Provokatör) birleşmişti.
Arap yarımadasının o güne dek gördüğü en büyük ordu: Toplam 10.000 (On bin) (bazı rivayetlerde 12.000) kişilik muazzam bir “Koalisyon Ordusu” (Ahzâb).
Ordunun Başkomutanı Ebû Süfyan idi.
Hicretin 5. Yılı, Şevval ayında (M. 627), bu devasa ordu, tek bir hedef için Medine’ye doğru yürüyüşe geçti:
Medine’yi kuşatmak, Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmek ve İslâm’ı tarihten silmek.
BÖLÜM 22: HENDEK – AKIL, SABIR VE MUCİZE
(Medenî Dönem – X: Ahzâb Gazvesi)
1. Korkunç Haber ve Harp (Savaş) Meclisi
Düşman ordusunun yola çıktığı haberi, müttefik kabilelerden Huzâalıların süratli habercileri (ulakları) vasıtasıyla Medine’ye ulaştı. Haber, şehre bir bomba gibi düştü. Münafıklar derhal fitneye başladı, “İşte sonunuz geldi!” diyerek korku yaydılar. Mü’minlerin kalpleri ise, Kur’ân-ı Kerîm’in tasviriyle, (korkudan) “gırtlaklara dayanmıştı.” (Ahzâb, 33/10)
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu topyekûn imha (yok etme) tehdidi karşısında derhal Harp (Savaş) Meclisi’ni (Meşveret) topladı.
Durum vahametini koruyordu. 10.000 kişilik bu ordunun, bilhassa Hâlid bin Velîd ve Gatafânlıların meşhur süvarilerinin, Medine’nin açık meydanlarına girmesine izin verilirse, bu 3.000 kişilik İslâm Ordusu’nun dayanma şansı yoktu. Uhud’daki gibi bir meydan muharebesi, intihar demekti. Uhud’daki “Savunma Harbi (Savaşı)” teklifi de bu kez yetersizdi, zira düşman şehri kuşatacak ve evleri tek tek yıkacak kadar kalabalıktı.
Mecliste derin bir sessizlik vardı. Arapların bildiği bütün harp (savaş) taktikleri bu tehdit karşısında aciz kalıyordu.
2. Fars Diyarından Gelen Çözüm: Selmân-ı Fârisî (r.a.) ve “Hendek”
Tam bu çaresizlik anında, mecliste bulunan, aslen Fars (İran) diyarından olan, hakikati aramak için uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye gelip İslâm’la şereflenen ve kölelikten yeni kurtulmuş olan Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) söz aldı.
O (r.a.), Arapların hiç bilmediği, ancak Fars (İran) ve Sâsânî ordularının iyi bildiği bir “Savunma Harbi (Savaşı)” stratejisini ortaya koydu. O mübarek teklif, tarihin akışını değiştirecekti:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Biz Fars diyarındayken, böyle kalabalık süvari ordularının baskınından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına ‘Hendek’ (Farsça ‘Kandak’tan gelir; derin ve geniş siper/çukur) kazar, şehri savunurduk.”
Bu, Arap harp (savaş) geleneğinde olmayan, dâhiyane bir fikirdi.
Medine şehri, zaten üç cihetten (taraftan) tabii (doğal) bir korumaya sahipti: Doğuda “Harretü Vâkım” ve batıda “Harretü’l-Vebere” denilen volkanik, kayalık, atların ve develerin geçişine asla izin vermeyen sarp araziler. Güneyde ise sık, bitişik nizam hurma bahçeleri ve evler (adeta bir kale duvarı gibi) bulunuyordu.
Medine’nin tek bir zayıf, savunmasız noktası vardı: Kuzey cephesi. Burası, Uhud Dağı’na bakan, süvari hücumuna tamamen açık, düz bir araziydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Selmân’ın (r.a.) bu teklifini derhal kabul etti. Plan şuydu: Düşman ordusu gelmeden önce, Medine’nin bu açık olan kuzey cephesi, boydan boya derin ve geniş bir Hendek ile kapatılacaktı.
3. Zamanla Yarış: Hendek’in Kazılması
Emir verildi. 3.000 kişilik İslâm Ordusu, derhal bir “amele” ordusuna dönüştü. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), araziyi bizzat teftiş etti ve Hendek’in nereden başlayıp nerede biteceğini planladı.
3.000 Sahabî’yi (r.anhüm), onar (10) kişilik takımlara ayırdı. Her takıma, kazmaları gereken (yaklaşık 40 arşın / 20 metre) bir mesafe tayin etti.
Bu, tarihin gördüğü en meşakkatli ve en hızlı inşaatlardan biriydi. Düşman yoldaydı, zaman yoktu.
• Hava: Medine’nin en soğuk, en ayazlı kış günleriydi.
• Yiyecek: Medine’de kıtlık vardı. Uhud’un yaraları, bedevîlerin tacizleri ve yaklaşan harp (savaş) haberi yüzünden yiyecek stokları tükenmişti.
• Durum: Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), o soğuk havada, açlıktan karınlarına (mide kramplarını bastırmak için) taş bağlıyorlardı.
Ama onların en büyük motivasyonu (gayreti), Başkomutanları ve Peygamberleri olan Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bizzat kendileriyle birlikte çalışmasıydı.
Efendimiz (s.a.v.), bir komutan gibi kenarda durmuyor; bir işçi gibi kazma sallıyor, mübarek omuzlarında toprak taşıyordu. O (s.a.v.) o kadar çalışıyordu ki, mübarek karınlarının tozu toprağa karışmıştı.
Sahâbe (r.anhüm), O’nun (s.a.v.) bu gayretini gördükçe şevke geliyor ve hep bir ağızdan şu şiiri (beyitleri) söylüyorlardı:
“Vallahi, Allah (c.c.) olmasaydı, hidayet bulamazdık,
Namaz kılmaz, zekât vermezdik…
Ey Rabbimiz! Üzerimize sekînet (huzur) indir,
Düşmanla karşılaşırsak, ayaklarımızı sabit kıl!”
“Bizler, Muhammed’e (s.a.v.) biat edenleriz,
Hayatta kaldıkça, Cihâd’dan dönmemeye yeminlileriz!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de, onların bu coşkusuna o mübarek duasıyla karşılık veriyordu:
“Allâhümme! Lâ ‘ayşe illâ ‘ayşü’l-Âhirah!
(Allah’ım! (Gerçek) hayat, ancak Ahiret hayatıdır!)
Fe’n-sur (Fagfir) li’l-Ensâri ve’l-Muhâcirah!
(Ensâr’a ve Muhâcirler’e yardım eyle (veya onları bağışla)!)”
Hz. Câbir bin Abdullah (radıyallâhu anh), Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek karnına açlıktan taş bağladığını ve dudaklarının kuruduğunu fark etti. O’nun (s.a.v.) bu hâli yüreğini dağlamıştı.
Gizlice evine koştu, hanımına sordu: “Evde bir şey var mı? Resûlullah’ı (s.a.v.) çok aç gördüm.”
Hanımı, “Evde sadece bir sa’ (yaklaşık 3 kg) arpa ve küçük bir oğlak (keçi yavrusu) var” dedi.
Hz. Câbir (r.a.) oğlağı kesti, hanımı da arpayı öğütüp ekmek yapmaya başladı. Akşama doğru, gizlice Efendimiz’in (s.a.v.) yanına geldi ve fısıldadı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Az bir yemeğimiz var. Sen (s.a.v.) ve yanındaki birkaç (3-5) Sahabî (r.anhüm) ile bize buyurun.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Câbir’in (r.a.) bu davetini duyunca, o küçük fısıltıyı, Cihan Şümul (Evrensel) bir davete çevirdi. Derhal Hendek’in üzerine çıktı ve gür sesiyle haykırdı:
“Ey Hendek Ehli! (Ey 3.000 kişi!) Hepiniz Câbir’in ziyafetine davetlisiniz! Haydi, kalkın!”
Hz. Câbir (r.a.) dehşete kapılmıştı. Evde 3-5 kişilik yemek vardı, 3.000 kişi geliyordu. Telaşla evine koştu, hanımına “Mahvolduk! Resûlullah (s.a.v.) bütün orduyu çağırdı!” dedi.
Hanımının (r.anha) teslimiyeti ve imanı tamdı: “Telaşlanma! Resûlullah’a (s.a.v.) yemeğin az olduğunu söyledin mi?”
“Evet, söyledim.”
“Öyleyse O (s.a.v.) bilir. Bırak, gelsinler.”
Efendimiz (s.a.v.) orduyla birlikte eve geldi. Hz. Câbir’in (r.a.) hanımına, “Ben gelmeden tencereyi ateşten indirmeyin, ekmeği de fırından çıkarmayın” diye tenbih (uyarı) etmişti.
Efendimiz (s.a.v.) o küçük tencerenin ve hamurun başına geçti. Mübarek tükürüğünden (veya duasıyla) yemeği bereketlendirdi.
“Onar (10) kişilik gruplar halinde içeri alın” buyurdu.
3.000 kişi, onar onar Hz. Câbir’in (r.a.) o küçücük evine girdiler. O tek tencereden et yediler, o az arpadan yapılan ekmekten doydular.
Bütün ordu (3.000 kişi) doyduktan sonra, Hz. Câbir (r.a.) tencereye baktığında, tencere hâlâ ilk konulduğu gibi dolu ve kaynıyordu. Hamur da hâlâ pişirilmeyi bekliyordu.
Bu mucize, o aç ordunun karnını doyurmuş ve maneviyatını (moralini) arşa (göğe) yükseltmişti.
Mucize 2: Parçalanan Kaya (Geleceğin Fethi Müjdesi)
Kazı devam ederken, Sahâbe (r.anhüm), bir bölgede devasa bir “Küdye” (kaya kütlesi) ile karşılaştılar. Bütün kazmalar, balyozlar o kayanın üzerinde kırılıyor, ancak kaya bir zerre oynamıyordu. Hendek’in ilerlemesi durmuştu.
Durumu Resûlullah’a (s.a.v.) arz ettiler.
Efendimiz (s.a.v.), mübarek karnına taş bağlamış halde, o kayanın başına geldi. Balyozu (veya kazmayı) eline aldı.
“Bismillâh!” (Allah’ın (c.c.) adıyla!) diyerek ilk darbeyi vurdu.
Kayadan müthiş bir şimşek (kıvılcım) çaktı ve kayanın üçte biri (1/3) parçalandı.
Efendimiz (s.a.v.) gürledi: “Allahu Ekber! Bana Şam’ın (Suriye/Bizans) anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!”
“Bismillâh!” diyerek ikinci darbeyi vurdu.
Yine müthiş bir şimşek çaktı, kayanın ikinci üçte biri (1/3) parçalandı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar gürledi: “Allahu Ekber! Bana Fârs’ın (İran/Sâsânî) anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum!”
“Bismillâh!” diyerek üçüncü ve son darbeyi vurdu.
Kayadan bir şimşek daha çaktı ve o devasa kaya kütlesi kum gibi dağıldı.
Efendimiz (s.a.v.) gürledi: “Allahu Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan San’a’nın kapılarını görüyorum!”
Bu mucize, 10.000 kişilik bir ordu tarafından yok edilme tehdidi altında olan o 3.000 kişiye, sadece Medine’yi savunmayacaklarını; bilakis, gelecekte Bizans’ı, Sâsânî’yi ve Yemen’i fethedecek Cihan Şümul (Evrensel) bir gücün temellerini attıklarını müjdeliyordu.
5. Düşmanın Şoku: “Bu, Arap Hilesi Değil!”
Hendek, rivayetlere göre 6 ila 20 gün arasında değişen, rekor bir süratle tamamlandı.
Tam o esnada, Ebû Süfyan komutasındaki 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu, Uhud tarafından Medine’nin önüne ulaştı.
Planları basitti: Süvarileriyle (Hâlid bin Velîd ve Gatafân) o açık ovadan Medine’ye dalmak ve 3.000 Müslümanı ezip geçmek.
Ancak karşılaştıkları manzara karşısında donakaldılar.
Medine’nin önünde, atların veya insanların geçmesinin imkânsız olduğu, kilometrelerce uzunlukta, yaklaşık 5-6 metre genişlikte ve 4-5 metre derinlikte devasa bir “Hendek” (Siper) vardı.
Ebû Süfyan, Hâlid bin Velîd ve Gatafân reisleri atlarını sürdüler, ancak Hendek’i görünce şaşkınlıkla geri çekildiler. Araplar, hayatlarında böyle bir savunma stratejisi görmemişlerdi.
Ebû Süfyan, öfkeyle bağırdı: “Vallahi! Bu, Arapların bildiği bir harp (savaş) hilesi değildir! Bu, Farslıların hilesidir! (Bunu onlara Selmân’ın r.a. öğrettiğini biliyorlardı.)”
Ahzâb Ordusu’nun bütün “Meydan Muharebesi” planı çökmüştü. Hendek’i geçemiyorlardı.
Mecburen, planlarını değiştirdiler ve Medine’yi “Kuşatma” (Muhasara) altına aldılar.
İslâm tarihinin en zorlu, en soğuk ve en kritik kuşatması başlamıştı.
BÖLÜM 23: AHZÂB – İHÂNET, SABIR VE İLÂHÎ ZAFER
(Medenî Dönem – XI: Hendek Gazvesi)
1. Kuşatma Günleri ve Hendek’i Geçen Tek Kahraman(!)
Kuşatma, yaklaşık yirmi günden (20) fazla (bazı rivayetlere göre 27 güne yakın) sürdü.
Bu, topyekûn bir harp (savaş) değil, bir “sinir harbi (savaşı)” ve “yıpratma mücadelesi” idi.
Hendek’in iki yakasına mevzilenen ordular, gün boyu birbirlerine ok atışları yapıyor, laf atarak maneviyatı (morali) bozmaya çalışıyorlardı. Müslümanlar, 3.000 kişiyle, o kilometrelerce uzunluktaki Hendek’i gece gündüz, dondurucu soğukta ve açlık içinde nöbetleşe savunuyorlardı.
Kureyş’in en kibirli savaşçıları, bu “Hendek” tuzağına düşmekten ve Araplara “korkak” görünmekten dolayı öfkeliydiler. Birkaç kez, Hendek’in en dar olduğu bir noktadan atlarıyla karşıya geçmeyi denediler.
İçlerinden, Arabistan’ın “Bin (1000) Askere Bedel” denilerek korkuyla anılan en meşhur savaşçısı Amr bin Abd-i Vüdd, yanında İkrime bin Ebî Cehil ve birkaç kişiyle birlikte, atını zorlayarak Hendek’in dar bir yerinden karşıya, Müslümanların tarafına geçmeyi başardı.
Müslümanların saflarının içine dalan Amr, atının üzerinde kibirle durdu ve Câhiliye âdetince bağırdı:
“Ey Müslümanlar! Hani nerede o ‘Ölürseniz Cennet’e, kalırsanız gâzi olursunuz’ dediğiniz yer? Karşıma çıkacak, benimle mübâreze (dövüş) edecek bir er yok mu içinizde?”
Amr o kadar heybetli ve korkunç bir savaşçıydı ki, Müslüman saflarında bir anlık tereddüt ve sessizlik yaşandı.
O sessizliği bozan tek bir ses, İslâm’ın en genç aslanının sesi oldu. Hz. Ali bin Ebî Tâlib (kerremallâhu vecheh) ayağa fırladı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) İzin ver, ben çıkarım O’nun (Amr’ın) karşısına!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’na (Hz. Ali’ye r.a.) “Otur, yâ Ali. O (Amr), Amr bin Abd-i Vüdd’dür” diyerek, düşmanın tehlikesini hatırlattı.
Amr, ikinci kez meydan okudu: “Karşıma çıkacak kimse yok mu?”
Hz. Ali (r.a.) ikinci kez fırladı: “Ben varım, Yâ Resûlallah! (s.a.v.)”
Efendimiz (s.a.v.) yine “Otur” buyurdu.
Amr, üçüncü kez alay ederek bağırdı: “Sesim kısıldı size meydan okumaktan!”
Artık Hz. Ali’yi (r.a.) tutmak mümkün değildi. Üçüncü kez kalktığında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) müsaade etti. Kendi mübarek Zülfikâr kılıcını O’na (Hz. Ali’ye r.a.) verdi, zırhını giydirdi ve O’nun (Hz. Ali’nin r.a.) için dua etti: “Allah’ım! O’nu (Hz. Ali’yi r.a.) koru, O’na (Hz. Ali’ye r.a.) yardım et!”
Hz. Ali (r.a.), o devasa Amr’ın karşısına dikildi. Amr, bu genç delikanlıyı görünce güldü: “Sen kimsin? Ben, senin babanın (Ebû Tâlib’in) eski dostuyum. Senin gibi bir gencin kanını dökmek istemem. Geri dön!”
Hz. Ali (r.a.) gürledi: “Ama ben, Allah (c.c.) adına senin kanını dökmek istiyorum! Ey Amr! Sana üç teklifim var:
• Allah’tan (c.c.) başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun (c.c.) Resûlü olduğuna şehâdet et, Müslüman ol, kurtul.
• Bunu kabul etmezsen, ordunu al ve Mekke’ye geri dön.
• Bunu da kabul etmezsen, atından in ve benimle dövüş!”
Amr, öfkeyle kahkaha attı: “Bu ne cüret! Bütün Araplar beni bilir. Üçüncüsünü kabul ediyorum!”
Atından indi, atının bacaklarını kesti (geri dönmeyeceğine yemin etti) ve Hz. Ali’nin (r.a.) üzerine saldırdı.
Müthiş bir kılıç dövüşü başladı. Meydan toz duman içinde kalmıştı.
Bir ara Amr, Hz. Ali’nin (r.a.) kalkanını parçaladı, O’nu (Hz. Ali’yi r.a.) başından hafifçe yaraladı. Ancak Hz. Ali (r.a.), o meşhur Zülfikâr kılıcıyla öyle bir hamle yaptı ki, o “Bin (1000) Askere Bedel” denilen Amr bin Abd-i Vüdd’ün zırhını ve bedenini parçalayarak O’nu (Amr’ı) yere serdi.
Toz duman dağıldığında, Müslüman saflarından tek bir nida yükseldi:
“Allahu Ekber!”
Hendek’i geçmeyi başaran o kibir âbidesi, İslâm’ın Haydar’ı (Aslanı) tarafından öldürülmüştü. Bu hadise, Hendek’in dışındaki 10.000 kişilik ordunun maneviyatını (moralini) yerle bir etti. Bir daha hiçbiri, Hendek’i geçmeye cüret edemedi.
2. En Büyük İhânet: Benî Kurayza’nın Ahdi Bozması
Kuşatma uzuyordu. Ahzâb Ordusu, Hendek’i geçemiyordu. Ebû Süfyan ve Kureyş çaresizdi.
İşte o anda, İslâm düşmanlığının mimarı, Hayber’deki Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyey bin Ahtab (ki Uhud’da Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dişinin kırılmasına sebep olan Utbe’nin kayınpederiydi), son ve en şeytanî planını devreye soktu.
Planı şuydu: Medine’nin içinde hâlâ bir Yahudi kabilesi vardı: Benî Kurayza (Kurayzaoğulları).
Benî Kurayza, Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) imza atmıştı. Onların kaleleri, Müslümanların kadınlarının, çocuklarının ve ailelerinin sığındığı Medine’nin güney cephesindeydi. Müslümanlar, Hendek’te (Kuzey’de) savaşırken, ailelerini Benî Kurayza’ya “emanet” etmiş, “müttefik” (anlaşmalı) oldukları için onlara güvenmişlerdi.
Huyey bin Ahtab, gecenin karanlığında gizlice Benî Kurayza Kalesi’ne gitti ve reisleri Ka’b bin Esed’in kapısını çaldı.
Ka’b, önce kapıyı açmadı: “Git buradan, Huyey! Sen (Huyey) uğursuz bir adamsın! Bizim Muhammed (s.a.v.) ile ahdimiz (anlaşmamız) var. Biz O’ndan (s.a.v.) sadakatten ve iyilikten başka bir şey görmedik. Senin (Huyey’in) yüzünden ahdimizi (anlaşmamızı) bozamayız!”
Huyey, saatlerce dil döktü, yalvardı, tehdit etti ve sonunda o zehirli vaadi yaptı:
“Ey Ka’b! Aklını başına al! Ben sana ne getirdim, biliyor musun? Ben sana Kureyş’in tamamını, Ebû Süfyan’ı, Gatafân’ın tamamını; Arap’ın denizler gibi ordusunu getirdim! 10.000 kişi! Muhammed’in (s.a.v.) ve Ashâbının (r.anhüm) kurtuluşu yok! Bu, son şansın! Gel, sen de bize katıl. Muhammed’in (s.a.v.) işini içeriden bitirelim!”
Ka’b bin Esed, bu güce ve vaade aldandı. Kalesinin kapısını Huyey’e açtı. Ve Benî Kurayza kabilesi, o gece, Medine’nin en kritik anında, Resûlullah (s.a.v.) ile yaptıkları Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) yırttılar (bozdular). Ahzâb Ordusu’na katıldıklarını ilan ettiler.
3. İki Ateş Arasında Kalan Müslümanlar
Bu “ihânet” haberi, Hendek’te nöbet tutan Müslümanların üzerine bir yıldırım gibi düştü.
Durum, artık bir “felaket” idi.
Müslümanlar, şimdi iki ateş arasındaydılar:
• Önlerinde (Kuzey’de): Hendek’in ardında 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu (Kureyş ve Gatafân).
• Arkalarında (Güney’de): Kendi kadınlarının, çocuklarının ve ailelerinin bulunduğu sığınakların hemen yanındaki kalelerde, silahlanmış, ihânet etmiş ve saldırı anını bekleyen Benî Kurayza Yahudileri.
Kur’ân-ı Kerîm, o anın dehşetini ve Müslümanların yaşadığı o sarsıntıyı şöyle tasvir eder:
“Hani onlar (düşman orduları) size hem üst tarafınızdan (Hendek’ten) hem alt tarafınızdan (Benî Kurayza’dan) gelmişlerdi. Hani gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti ve siz Allah (c.c.) hakkında türlü türlü zanlara kapılıyordunuz. İşte orada mü’minler (zorlu bir imtihanla) sınanmış ve çok şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzâb, 33/10-11 )
Münafıklar, bu haberi duyunca derhal fitneye başladılar: “Gördünüz mü? Muhammed (s.a.v.) bize Kisrâ’nın (İran’ın) ve Kayser’in (Bizans’ın) saraylarını vaat ediyordu; bugün ise biz, korkudan tuvalete (helâya) bile gidemiyoruz! Evlerimiz savunmasız! Kaçalım!” diyerek Hendek’ten kaçmaya başladılar.
Mü’minler ise, o sarsıntıya rağmen sabrettiler. Efendimiz (s.a.v.), derhal ailelerin bulunduğu güney cephesini korumak için Zeyd bin Hârise (r.a.) ve Seleme bin Eşlem (r.a.) komutasında 500 kişilik bir birliği Hendek’ten çekip oraya göndermek zorunda kaldı. Hendek’teki savunma gücü 2.500’e düşmüştü.
4. İlâhî Yardım (1): Nifak (Ayrılık) Tohumları (Nuaym bin Mes’ud r.a.)
Bütün kapılar kapanmış, insanî (beşerî) tedbirler tükenmişti.
İşte tam o anda, gecenin karanlığında, Hendek’i gizlice geçen bir adam, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi. Bu adam, Gatafân kabilesinin reislerinden Nuaym bin Mes’ud (radıyallâhu anh) idi.
Ve o müjdeyi fısıldadı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben, gizlice Müslüman oldum! Kavmim (Gatafân) ve müttefikler (Kureyş ve Yahudiler) benim Müslüman olduğumu bilmiyorlar. Emret, Senin (s.a.v.) için ne yapabilirim?”
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzü aydınlandı. Bu, Allah’ın (c.c.) gönderdiği bir yardımdı. O’na (Nuaym’a r.a.), İslâm harp (savaş) stratejisinin en mühim kaidelerinden birini söyledi:
“Yâ Nuaym! Sen (Nuaym) bizim içimizde sadece bir kişisin. Git, (düşman) saflarına dön. Gücün yettiğince onların arasını aç (Onları birbirine düşür). Zira ‘Harp (Savaş), hiledir (taktiktir)’.”
Nuaym (r.a.), o Cihan Şümul planı aldı ve derhal harekete geçti:
• Önce Benî Kurayza’ya (Yahudilere) Gitti: (Onlar Nuaym’a r.a. güveniyorlardı.) Dedi ki: “Ey Kurayza! Kureyş ve Gatafân size benzemez. Onlar buraya savaşa geldi. Eğer zafer kazanamazlarsa, ganimet bulamazlarsa, çekip vatanlarına (Mekke ve Necid’e) dönerler. Ama siz, Muhammed (s.a.v.) ile burada, Medine’de baş başa kalırsınız. Muhammed (s.a.v.) de bu ihânetinizden dolayı sizden korkunç bir intikam alır. Aklınızı başınıza alın! Kureyş’ten ve Gatafân’dan ‘Rehineler’ (reislerinin çocuklarını) almadıkça, onlarla birlikte savaşa girmeyin. Rehineler elinizde olursa, sizi bırakıp kaçamazlar.”
Benî Kurayza, “Vallahi, bu çok akıllıca bir fikir!” dedi.
• Sonra Kureyş’e (Ebû Süfyan’a) Gitti: Dedi ki: “Ey Kureyş! Benî Kurayza Yahudileri, Muhammed (s.a.v.) ile yaptıkları ihânetten pişman oldular. Muhammed’e (s.a.v.) gizlice haber gönderdiler: ‘Eğer bizi affedersen, sana Kureyş ve Gatafân reislerinden bazılarını yakalayıp rehin olarak teslim edelim, sen de (s.a.v.) onları öldür.’ Şimdi sizden ‘rehineler’ isteyecekler. Sakın ha! Onlara tek bir adam bile vermeyin! Onlar size ihânet edecekler!”
Ebû Süfyan, “Bu Farslı (Selmân r.a.) bize Hendek’le, bu Yahudiler de ihânetle mi gelecek!” diyerek Nuaym’a (r.a.) inandı.
• Son Olarak Gatafân’a Gitti: (Kendi kabilesi) Onlara da Kureyş’e söylediğinin aynısını söyledi.
Nuaym’ın (r.a.) ektiği “Nifak (Ayrılık)” tohumları, ertesi gün meyvesini verdi.
Ebû Süfyan, (plan gereği) Benî Kurayza’ya “Yarın sabah topyekûn saldırıya geçiyoruz, siz de güneyden saldırın!” diye haber gönderdi.
Benî Kurayza, (Nuaym’a r.a. inandıkları için) şu cevabı verdi: “Siz bize reislerinizden ‘rehineler’ vermedikçe, biz yarın savaşmayız!”
Bu cevabı alan Ebû Süfyan ve Gatafân, gürledi: “Nuaym (r.a.) doğru söylemiş! Yahudiler bize ihânet ettiler! Bizi Muhammed’e (s.a.v.) satacaklar!”
Böylece, 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu’nun o sarsılmaz ittifakı, tek bir adamın (Nuaym bin Mes’ud’un r.a.) zekâsı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) stratejisiyle, tek bir kılıç çekilmeden, içeriden çökmüş oldu.
5. İlâhî Yardım (2): Semâvî Ordu (Rüzgâr ve Melekler)
İttifak çökmüş, kuşatma uzamış, Ahzâb Ordusu’nun yiyeceği ve hayvanlarının yemi tükenmişti. Tam o esnada, o dondurucu soğuk kış gecelerinden birinde, Allah’ın (c.c.) “Semâvî Orduları” (İlâhî Yardımı) devreye girdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o gece secdede Rabbine (c.c.) yalvarıyordu: “Ey Kitab’ı (Kur’ân’ı) indiren, hesabı pek çabuk gören Allah’ım! Bu Ahzâb’ı (Hizipleri/Grupları) hezimete uğrat! Allah’ım! Onları sars!”
Ve Allah (c.c.), o duaya icabet etti.
O gece, Şark (Doğu) tarafından, daha önce benzeri görülmemiş, dondurucu, uğultulu ve şiddetli bir “Kasırga” (Fırtına) koptu.
Bu, sıradan bir rüzgâr değildi. Bu, Kur’ân’ın deyimiyle “Görmediğiniz Ordular” (Melekler a.s.) tarafından desteklenen ilâhî bir kasırgaydı (Ahzâb, 33/9).
• Rüzgâr, 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu’nun bütün çadırlarını yerlerinden söktü, havada uçurdu.
• Yaktıkları ateşleri söndürdü.
• İçinde yemek pişirdikleri kazanları ve tencereleri devirdi.
• Atları ve develeri birbirine kattı.
• Askerlerin gözüne kum ve çakıl doldurdu.
(Efendimiz (s.a.v.), o gece Huzeyfetü’l-Yemân’ı (r.a.) casus olarak göndermiş, O (r.a.) da Ebû Süfyan’ın o panik içindeki “Vallahi burası durulacak yer değil! Çadırlar uçtu, ateşler söndü! Herkes devesine binsin, Mekke’ye dönüyoruz!” feryadını bizzat işitmişti.)
Sabah olduğunda, Medine’nin ufkunda, Hendek’in karşısında, ne 10.000 kişilik o devasa ordudan, ne çadırlardan, ne de ateşlerden geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Allah Teâlâ (c.c.), mü’minleri, açlıkla, soğukla ve ihânetle imtihan etmiş; sonunda onları, görünmez ordularıyla (Rüzgâr ve Melekler a.s.) kurtarmış ve İslâm’ı mutlak bir zafere ulaştırmıştı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sabah Hendek’ten dönerken, o mübarek müjdeyi verdi:
“Artık bundan sonra, onlar (Kureyş) bize saldırmayacak. Biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!”
Hendek (Ahzâb) Savaşı, Kureyş’in ve müttefiklerinin Medine’ye saldırma cesaretini gösterdiği “SON” harp (savaş) olmuştu. Savunma dönemi bitmiş, “Feth” dönemi başlamıştı.
Hendek’te (Ahzâb) kazanılan o ilâhî zafer, Medine’nin ufkunu düşmandan temizlemişti. 10.000 kişilik muazzam “Ahzâb” (Hizipler/Gruplar) ordusu, Allah’ın (c.c.) gönderdiği o dondurucu kasırga (fırtına) ve melek (a.s.) ordularının yardımıyla, bir gecede darmadağın olmuş ve arkalarına bakmadan kaçmışlardı.
Müslümanlar, 20 küsur gündür süren o açlık, soğuk ve dehşet dolu kuşatmadan, Allah’ın (c.c.) lütfuyla, tek bir kılıç darbesi almadan (Hendek’i geçen Amr bin Abd-i Vüdd’ün öldürülmesi hariç) kurtulmuşlardı. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah olduğunda, o boşalan düşman karargâhına bakmış ve o Cihan Şümul müjdesini vermişti:
“Artık bundan sonra, onlar (Kureyş) bize saldırmayacak. Biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!”
Savunma dönemi bitmiş, Fetih dönemi başlamıştı.
Ancak, Hendek’ten zaferle dönülmüş olsa da, Medine’nin içindeki en büyük yara hâlâ kanıyordu. Müslümanların can düşmanlarıyla, 10.000 kişilik orduyla işbirliği yapan; Müslümanların kadınlarının ve çocuklarının sığındığı güney cephesine saldırmayı planlayan ve Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) ihânet eden son Yahudi kabilesi Benî Kurayza, hâlâ kalelerinde ve silahlıydı.
********
BÖLÜM 24: İHÂNETİN TASFİYESİ: BENÎ KURAYZA’NIN HÜKMÜ
(Medenî Dönem – XII)
1. İlâhî Emir: “Zırhları Çıkarmayın!”
Hendek zaferinin kazanıldığı gün (Hicret 5, Zilkade ayı), Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Ashâb (r.anhüm), o uzun nöbetin yorgunluğuyla Medine’ye döndüler. Efendimiz (s.a.v.), hanesine (Hz. Ümmü Seleme’nin r.anha evine) geldi, zırhını ve silahlarını çıkardı, omuzlarındaki Hendek tozunu silkelemek için yıkanmaya (gusletmeye) hazırlanıyordu.
Tam o esnada, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm), başında miğferi, üzerinde zırhı, toza toprağa bulanmış bir Savaşçı suretinde, atının üzerinde dörtnala geldi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Siz zırhınızı çıkardınız mı? Vallahi, biz Melekler (a.s.) zırhlarımızı henüz çıkarmadık!”
Efendimiz (s.a.v.) “Nereye, yâ Cebrail?” diye sordu.
Cebrail (a.s.), Medine’nin güneyindeki kaleleri işaret etti:
“Allah Teâlâ (c.c.), Sana (s.a.v.) Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor! Ben de şimdi, kalplerini sarsmak (korku salmak) için onların üzerine gidiyorum!”
Emir, ilâhî ve katiydi (kesindi). İhânetin hesabı, derhal sorulacaktı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o yorgun Ashâbına (r.anhüm), zırhlarını çıkarmadan derhal şu Cihan Şümul (Evrensel) emri verdi:
“Her kim (Allah’a c.c. ve Resûlü’ne s.a.v.) itaat ediyorsa, İkindi Namazını (Salâtü’l-Asr) Benî Kurayza yurdundan başka bir yerde kılmasın!”
2. Ashâbın (r.anhüm) İtaati ve İctihadı
Bu emir, “derhal ve süratle” hareket edilmesi gerektiğinin bir parolasıydı.
3.000 kişilik İslâm Ordusu, Hendek yorgunluğunu unutup, “İtaat ettik!” diyerek derhal silahlandı. Medine’de sancağı Hz. Ali’ye (r.a.) verdiler ve Benî Kurayza kalelerine doğru dörtnala yola çıktılar.
Yolda İkindi namazı vakti girdi. Ashâb (r.anhüm) arasında bir “ictihad” (hukukî yorum) farkı oluştu:
• Bir grup Sahabî (r.anhüm): “Resûlullah’ın (s.a.v.) maksadı bize ‘acele etmemizi’ emretmekti, ‘namazı terk etmemizi’ değil” diyerek, yolda durup namazlarını kıldılar.
• Diğer grup Sahabî (r.anhüm): “Hayır! Emir katidir (kesindir). ‘Benî Kurayza yurdunda kılıncaya kadar kılmayın!’ dedi. Biz, o yurda vardıktan sonra (vakit geçmiş olsa bile) kılarız” diyerek yollarına devam ettiler.
Durum daha sonra Efendimiz’e (s.a.v.) arz edildiğinde, her iki grubun da “niyeti” Resûlullah’a (s.a.v.) itaat olduğu için, O (s.a.v.) her iki ictihadı da tebessümle karşıladı ve hiçbir grubu kınamadı.
3. Kuşatma ve Teslimiyet
İslâm Ordusu, Benî Kurayza’nın o müstahkem kalelerini kuşattı.
Benî Kurayza, Müslümanları görünce dehşete kapıldı. Ahzâb Ordusu’nun kaçıp gittiğini anlamışlardı. İhânetleriyle baş başa kalmışlardı.
Kalelerinin damlarına çıktılar ve Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ve Ashâbına (r.anhüm) hakaretler ve küfürler yağdırmaya başladılar.
Kuşatma, tam 25 (Yirmi beş) gün sürdü.
Münafıkların başı Abdullah bin Übeyy’in veya Gatafân’ın onlara yardım etme ihtimali yoktu. Hendek’te onlara ihâneti telkin eden Huyey bin Ahtab da (Benî Nadîr reisi) verdiği sözü tutmuş, onlarla birlikte kalenin içinde mahsur kalmıştı.
Yiyecekleri tükendi, maneviyatları (moralleri) çöktü. Müslümanların kararlılığını gördüler. Sonunda, Benî Nadîr veya Benî Kaynukâ gibi “sürgün” edilme ümidiyle, teslim olmaya karar verdiler.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onların teslim şartını kabul etmedi. Onların ihaneti, diğer iki kabilenin ihanetinden çok daha büyüktü; bu, harp (savaş) esnasında bütün Medine’nin, bütün kadın ve çocukların canına kastetmek demekti. Bu, “Vatana İhânet”in en ağır şekliydi.
Efendimiz (s.a.v.), onların “Kayıtsız Şartsız Teslim” olmalarını ve kendisi (s.a.v.) haklarında ne hüküm verirse ona razı olmalarını şart koştu.
Benî Kurayza, çaresizce bu şartı kabul etti.
4. Hakem Talebi: Sa’d bin Muâz (r.a.)
Benî Kurayza teslim olduğunda, Medine’deki eski müttefikleri olan Evs kabilesi (Ensâr’dan) harekete geçti. (Benî Kaynukâ, Hazrec’in müttefikiydi; Benî Kurayza ise Evs’in müttefikiydi.)
Evs kabilesinden bazıları, Resûlullah’a (s.a.v.) geldiler: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Kaynukâ’yı, müttefikleri olan Hazrec’in hatırına (ve Abdullah bin Übeyy’in ısrarına) bağışlayıp sürgün etmiştiniz. Bunlar (Kurayza) da bizim müttefikimizdir. Ne olur, onlara merhamet edin!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Evs kabilesinin bu ricası üzerine, onlara Cihan Şümul bir adalet dersi verecek şu teklifi yaptı:
“Ey Evs cemaati! Sizin müttefikleriniz (Kurayza) hakkında, sizden birinin, sizin reisinizin vereceği ‘Hakem’liğe razı olur musunuz?”
Evs kabilesi ve Benî Kurayza, bu teklifi sevinçle kabul ettiler. Zira akıllarında, kendilerini kurtaracak tek bir isim vardı: Evs kabilesinin Reisi Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh).
Sa’d bin Muâz (r.a.), onların Câhiliye’den kalma en büyük dostu ve koruyucusuydu. “Sa’d (r.a.) bizi mutlaka kurtarır” diye düşündüler.
Ancak unuttukları bir şey vardı: Sa’d bin Muâz (r.a.), aynı zamanda İslâm’ın en büyük kahramanlarından biriydi. Ve Sa’d (r.a.), Hendek siperinde savaşırken, Benî Kurayza’nın ihânet haberini duyduğu anda, koluna isabet eden bir okla (koldaki ana atardamarı ‘Ekhal’ damarı parçalanmıştı) ağır yaralanmıştı.
Sa’d (r.a.), o anda Mescid-i Nebevî’de, kendisi için kurulan bir hasta çadırında, kan kaybından ölmek üzere yatıyordu.
Ve O (r.a.), yaralandığı gün şu duayı etmişti: “Allah’ım! Eğer Kureyş ile aramızda bir harp (savaş) daha olacaksa, beni yaşat. Ama eğer bu (Hendek) son ise, bana şehâdeti nasip et. Ancak, şu ihânet eden Benî Kurayza hakkında benim gözümü aydınlatacak (adaletin sağlandığını gösterecek) bir hüküm görmeden benim canımı alma!”
5. Sa’d’ın (r.a.) Hükmü: “Allah’ın (c.c.) Hükmü”
Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle, ağır yaralı olan Sa’d bin Muâz (r.a.), Mescid’den alındı ve bir merkebe bindirilerek Benî Kurayza yurduna, o büyük “Mahkeme” yerine getirildi.
Yolda, kendi kabilesi olan Evs’in adamları, O’nun (r.a.) merkebinin etrafını sardılar ve yalvarmaya başladılar: “Ey Sa’d! Müttefiklerine merhamet et! Onları koru! Resûlullah (s.a.v.) seni hakem yaptı ki, sen onları kurtarasın!”
Sa’d (r.a.), o solgun ve yaralı yüzüyle, bu ısrarlara hiç cevap vermedi.
Israrlar dayanılmaz bir noktaya gelince, durdu ve o Cihan Şümul sözünü söyledi:
“Artık Sa’d için, Allah (c.c.) yolunda, hiçbir kınayıcının kınamasının (hiçbir hatırın, hiçbir dostluğun) tesir etmeyeceği an gelmiştir!”
Evs kabilesi, bu sözü duyunca, hükmün “adalet” olacağını, “hatır” olmayacağını anladı ve sustu.
Sa’d (r.a.) mahkeme yerine geldi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm), “Reisiniz (Seyyidiniz) için ayağa kalkın!” buyurdu.
Sa’d’a (r.a.) döndü: “Ey Sa’d! Bu insanlar (Benî Kurayza), senin vereceğin hükme kayıtsız şartsız teslim oldular.”
Sa’d (r.a.), önce Benî Kurayza’ya ve kendi kabilesi Evs’e döndü: “Ben her ne hüküm verirsem, Allah (c.c.) adına yemin eder misiniz ki, bu hükmü kabul edeceksiniz?”
Hepsi bir ağızdan “Evet! Yemin ederiz!” dediler.
Sonra Sa’d (r.a.), o mübarek yüzünü, hürmetinden dolayı doğrudan bakamadığı Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bulunduğu tarafa çevirdi ve sordu:
“Ve burada bulunan Zât (Efendimiz’i s.a.v. kastederek) da bu hükme razı mıdır?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Evet, yâ Sa’d” buyurdu.
Bütün taraflardan yemini alan Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh), o tarihî ve âdil hükmünü açıkladı:
“Öyleyse, ben onlar (Benî Kurayza) hakkında hükmümü veriyorum:
1. Savaşabilecek yaştaki bütün erkeklerinin (muhariplerin) öldürülmesine,
2. Kadınlarının ve çocuklarının esir alınmasına,
3. Mallarının, mülklerinin ve arazilerinin Müslümanlar arasında taksim (pay) edilmesine…
Hükmettim!”
Bu, “Vatana İhânet”in en ağır cezasıydı.
Bu hükmü duyan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal ayağa kalktı ve o sarsılmaz adaleti tasdik etti:
“Vallahi, yâ Sa’d! Sen (Sa’d), onlar hakkında, yedi kat semânın üzerinden Allah’ın (c.c.) verdiği hükmün aynısıyla hükmettin!”
Bu hüküm, aynı zamanda, Benî Kurayza’nın kendi Kitapları olan Tevrat’ın (Tesniye, 20. Bâb) kuşatılan bir şehre isyanı halinde verdiği cezanın da aynısıydı. Hüküm derhal infaz edildi.
Medine’ye, Müslümanların ailelerine ve Resûlullah’a (s.a.v.) ihânet eden, Hendek’teki o korkunç kuşatmanın en büyük sorumlularından olan Benî Kurayza ve onlara fitneyi getiren Huyey bin Ahtab, bu dünyadaki cezalarını buldular.
Medine şehri, o gün, içerideki son “İhânet Odağı”ndan da tamamen temizlenmiş oldu.
Hükmünü veren ve duası kabul olan Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) ise, o anda kolundaki yarası tekrar açıldı ve kanı fışkırdı. Birkaç gün sonra Mescid’deki çadırında ruhunu teslim ederek “Şehîd” oldu.
Cenazesi taşınırken, münafıklar “Ne kadar da hafif” dediler. Efendimiz (s.a.v.) ise şöyle buyurdu: “Siz hafif zannedersiniz! Vallahi, Sa’d’ın (r.a.) cenazesini (teberrüken/şereflenmek için) Melekler (a.s.) taşıyordu!”
Ve O’nun (r.a.) vefatıyla ilgili şu müjdeyi verdi:
“Rahmân’ın (Allah’ın c.c.) Arş’ı, Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) vefatıyla (O’nun r.a. ruhunun gelişine sevinerek) titremiştir!”
Hendek (Ahzâb) Gazvesi’nde kazanılan o muazzam ilâhî zafer ve ardından Medine’nin içindeki en büyük ihânet odağı olan Benî Kurayza’nın tasfiyesi, Arabistan yarımadasındaki bütün siyasî ve askerî dengeleri altüst etmişti.
Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Artık onlar bize saldırmayacak, biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!” müjdesi, yeni bir devrin başladığını ilan ediyordu. Artık inisiyatif (üstünlük) tamamen Medine Devleti’ne geçmişti.
Bu askerî ve siyasî gücün zirvesindeyken, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hicret’in 6. Yılında (Zilkade ayı), bütün dünyayı hayrete düşürecek, kılıca değil akla ve imana dayalı Cihan Şümul bir hamle yapmaya karar verdi.
BÖLÜM 25: BARIŞ YOLCULUĞU VE “RIDVÂN BİATI”
(Medenî Dönem – XIII: Hudeybiye Seferi)
1. Mekke’ye Hasret ve Rüyâ-yı Sâdıka
Muhâcirlerin (Mekke’den göç edenlerin) yüreğinde altı yıldır dinmeyen bir hasret vardı: Doğdukları şehir Mekke, büyüdükleri Kâbe-i Muazzama… Altı yıldır ne Kâbe’yi tavaf edebilmişler ne de yurtlarını görebilmişlerdi.
Hicretin 6. Yılında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sâdık (doğru) bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Ashâbıyla (r.anhüm) birlikte emniyet içinde Mescid-i Harâm’a girdiklerini, bazılarının saçlarını tıraş ederek, bazılarının kısaltarak “Umre” ibadetini yerine getirdiklerini müşahede etti.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) rüyâsı, Vahyin bir parçasıdır (Vahy-i Zımnî).
Bu rüyâ üzerine Efendimiz (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) müjdeyi verdi: “Kâbe’ye, Umre yapmaya gidiyoruz!”
Bu bir “harp (savaş) ilanı” değil, bir “barış yolculuğu” ve “ibadet” çağrısıydı. Bu çağrıya, Muhâcir ve Ensâr’dan yaklaşık 1.400 – 1.500 Sahabî (radıyallâhu anhüm) icabet etti.
Hazırlıklar, niyetin harp (savaş) olmadığını gösterecek şekilde yapıldı:
• Herkes, Hac ibadeti için giyilen o dikişsiz, beyaz elbiselere, yani **”İhram”**lara büründü.
• Yanlarına, yolcu kılıçları (sadece kınına sokulmuş meşru müdafaa silahları) dışında hiçbir harp (savaş) silahı (mızrak, zırh, miğfer) almadılar.
• Kâbe’de kurban etmek üzere yanlarına 70 (Yetmiş) kurbanlık deve aldılar ve bu develeri (haram aylarda olduklarını ve niyetlerinin ibadet olduğunu göstermek için) gerdanlıklarla işaretlediler.
İslâm Ordusu, tepeden tırnağa “barış” ve “ibadet” niyetiyle, o meşhur telbiyeyi (Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk…) getirerek, Mekke’ye doğru yola çıktı.
2. Kureyş’in Paniği ve Hâlid bin Velîd’in Engellemesi
Efendimiz’in (s.a.v.) 1.500 kişilik bu ordusuyla Mekke’ye yaklaştığı haberi, Kureyş’e ulaştığında, Mekke’de büyük bir panik ve öfke yaşandı.
Ebû Süfyan ve Kureyş reisleri, bunu bir “baskın” veya “onur meselesi” olarak algıladılar. Dediler ki: “Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbı (r.anhüm), Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te bize yaptıklarından sonra, şimdi zorla, kılıçla mı Kâbe’mize girecekler? Vallahi, sağ olduğumuz müddetçe O’nu (s.a.v.) Mekke’ye sokmayacağız!”
Kureyş, derhal harp (savaş) kararı aldı. Arapların en dâhi süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd komutasında 200 (İki yüz) atlı süvari birliğini hazırladılar. Hâlid’in görevi, Müslümanların Mekke’ye geliş yolunu (Gamîm mevkiinde) kesmek ve onları gerekirse kılıçla geri püskürtmekti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kureyş’in bu harp (savaş) hazırlığı haberini aldı. O (s.a.v.), harp (savaş) için gelmemişti. Haram aylarda (Zilkade) ve ihramlıyken kan dökmek istemiyordu.
Hâlid bin Velîd’in ordusuyla çatışmamak için, o eşsiz stratejisiyle, normal Mekke yolunu terk etti. Kimsenin bilmediği, son derece sarp, kayalık ve zorlu bir dağ yoluna (“Seniyyetü’l-Murâr”) saptı.
O zorlu yoldan ilerleyerek, Hâlid’in ordusunun arkasından dolaştı ve Mekke’nin hemen girişindeki “Hudeybiye” denilen mevkie (bugünkü Şümeyşî) ulaştı.
Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek devesi Kasvâ, Hudeybiye’deki (suyu çekilmiş olan) kuyunun başında aniden çöktü. Sahâbe (r.anhüm) “Kalkmıyor!” dediyse de, Efendimiz (s.a.v.) “O’na (Kasvâ’ya) bu âdet verilmemiştir. Ancak O’nu (Kasvâ’yı), (Ebrehe’nin) filini (Mekke’ye girmekten) meneden (Allah c.c.) menetmiştir” buyurdu. Ve karargâhın buraya kurulmasını emretti. (O (s.a.v.) mübarek elini kuyuya sokunca, o kurak kuyudan su fışkırmış ve 1.500 kişi o sudan istifade etmişti.)
Hâlid bin Velîd, Müslümanların ihramlı ve silahsız halde o sarp yoldan geçerek Hudeybiye’ye ulaştıklarını görünce, hem hayrete hem de dehşete kapıldı. “Bunların niyeti harp (savaş) değil, ancak önlerinde durulmaz bir güç var” diyerek durumu rapor etmek için hızla Mekke’ye döndü.
3. Elçiler ve Müzakereler
Hudeybiye’de konaklayan Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’e niyetlerinin harp (savaş) olmadığını anlatmak için elçiler göndermeye başladı.
Kureyş de kendi elçilerini gönderdi:
Önce Budeyl bin Verkâ geldi, durumu gördü, döndü.
Sonra Urve bin Mes’ud es-Sekafî (Tâif’in reisi) geldi. Urve, kibirli bir adamdı. Resûlullah (s.a.v.) ile konuşurken, Câhiliye âdetince Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sakalına dokunmaya yeltendi. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında kılıcıyla nöbet tutan Muğîre bin Şu’be (r.a.) (Urve’nin öz yeğeniydi), kılıcının kabzasıyla Urve’nin eline sertçe vurdu: “Elini Resûlullah’tan (s.a.v.) çek! Yoksa o el sana geri dönmez!”
Urve, bu konuşma sırasında, Ashâbın (r.anhüm) Resûlullah’a (s.a.v.) olan bağlılığını hayretle izledi:
• Resûlullah (s.a.v.) konuştuğunda, herkes nefesini tutuyordu.
• Resûlullah (s.a.v.) abdest aldığında, O’nun (s.a.v.) abdest suyundan tek bir damlayı yere düşürmemek için kapışıyorlar, o mübarek suyu yüzlerine gözlerine sürüyorlardı (Teberrük).
• O’nun (s.a.v.) mübarek ağzından bir tükürük çıksa, onu kapıp bereket sayıyorlardı.
• O’nun (s.a.v.) huzurunda gözlerinin içine dahi bakamıyorlardı.
Urve, Kureyş’e döndüğünde o meşhur raporunu verdi:
“Ey Kureyş! Vallahi ben, nice Kralların huzuruna çıktım. Bizans Kayser’inin (İmparatorunun), Fars Kisrâ’sının, Habeş Necâşî’sinin saraylarını gördüm. Ama vallahi, yeryüzünde, Muhammed’in (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm) Muhammed’e (s.a.v.) bağlı olduğu (O’nu s.a.v. tâzim ettiği/yücelttiği) kadar, hiçbir kralın adamlarının krallarına bağlı olduğunu görmedim! Bu adamlar, O’nun (s.a.v.) abdest suyunu yere düşürmüyorlar! Aklınızı başınıza alın, bu adamlarla baş edemezsiniz!”
Müzakereler tıkanmıştı. Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’e son ve en resmî elçi olarak, Mekke’de güçlü bir himayesi olan (Ümeyyeoğullarından), yumuşak huylu ve diplomatik bir lisanı olan Hz. Osman bin Affân’ı (radıyallâhu anh) göndermeye karar verdi.
Hz. Osman (r.a.), Mekke’ye gitti. Ebû Süfyan ve Kureyş reislerine, “Biz harp (savaş) için değil, sadece Umre (Kâbe ziyareti) için geldik” mesajını iletti.
Kureyş, inat etti: “Siz giremezsiniz! Ama sen (r.a.), madem buraya kadar geldin, istersen tek başına Kâbe’yi tavaf et!”
Hz. Osman’ın (r.a.) o mübarek cevabı, sadakatin zirvesiydi:
“Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe, ben (Osman r.a.) de tek başıma Kâbe’yi tavaf etmem!”
Kureyş, bu cevap üzerine sinirlendi ve Hz. Osman’ı (r.a.) Mekke’de göz hapsine aldı. O’nun (r.a.) Hudeybiye’ye dönmesine izin vermediler.
Mekke’de kalış süresi uzadıkça, Hudeybiye’deki İslâm karargâhına, o korkunç şâyia (asılsız haber) ulaştı:
“Kureyş, elçimiz Osman’ı (r.a.) öldürdü! Osman (r.a.) şehit edildi!”
5. “Ölüm Yemini”: Bey’atü’r-Rıdvân (Rıdvân Biatı)
Arap geleneğinde, “elçiye zeval olmaz” (elçi öldürülmez) kaidesi vardı. Elçinin öldürülmesi, en büyük “harp (savaş) ilanı” ve en büyük “hakaret” idi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edildiği haberi, 1.500 kişilik o ihramlı ve silahsız ordunun üzerine bir bomba gibi düştü. Barış için gelen Müslümanların niyeti, o anda “intikam”a dönüştü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu ihânet karşısında, Ashâbının (r.anhüm) kararlılığını görmek istedi. O (s.a.v.), Hudeybiye’deki bir “Semûre” (Sakız) ağacının altına oturdu. Ve o Cihan Şümul (Evrensel) yemini başlattı:
“Ashâbım (r.anhüm)! Kureyş ahdini (sözünü) bozdu, elçimizi öldürdü! Kureyş ile sonuna kadar savaşmadan, ölsek de kaçmamak üzere (Ölüm Yemini) bana biat (yemin) etmeyecek misiniz?”
Bu çağrıyı duyan 1.500 Sahabî (r.anhüm), o ağacın altında bir sel gibi coştu. Tek tek, Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek elini tuttular ve “Vallahi, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ya Kâbe’ye gireceğiz ya da bu uğurda son damla kanımıza kadar şehit olacağız! Asla kaçmayacağız!” diye “Ölüm Yemini” ettiler. (Sadece münafık olduğu bilinen Ced bin Kays, devesinin arkasına saklanıp biat etmedi.)
Efendimiz (s.a.v.), biat (yemin) tamamlanınca, sağ elini kaldırdı ve “Bu da, Mekke’de elçi olarak görevde olan kardeşim Osman’ın (r.a.) biatıdır” diyerek, sol elinin üzerine koydu ve Hz. Osman (r.a.) adına da biat (yemin) etmiş oldu.
Bu, ihramlı, zırhsız, sadece yolcu kılıçları olan 1.500 kişinin, Mekke’nin tamamına ve Kureyş’in ordusuna karşı yaptığı bir “ölümüne meydan okuma” yeminiydi.
Bu biat (yemin), Arş-ı Âlâ’yı titretti.
Cenâb-ı Hak, o ağacın altında, o zor anda Peygamber’ine (s.a.v.) bağlılık yemini eden o 1.500 Sahabî’nin (r.anhüm) tamamından “razı” olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’de şu ayet-i kerîme ile ilan etti:
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah (c.c.), o mü’minlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı (sadakati) bilmiş, onlara bir sekîne (güven duygusu, huzur) indirmiş ve onlara yakın bir fetih (Hayber’in Fethi) ve elde edecekleri birçok ganimetler bahşetmiştir…” (Fetih, 48/18-19)
Allah’ın (c.c.) “Razı Olduğu” bu yemine, tarihte “Bey’atü’r-Rıdvân” (Rıdvân / Razılık Biatı) denildi.
Bu biatın (yeminin) haberi, Mekke’ye ulaştığında Kureyş dehşete kapıldı. 1.500 kişinin, ölümü göze alarak yemin ettiğini duydular. Hz. Osman’ı (r.a.) öldürmenin ne büyük bir felakete yol açacağını anladılar.
Derhal Hz. Osman’ı (r.a.) serbest bıraktılar ve barış (sulh) masasına oturmak için acil olarak elçileri Süheyl bin Amr’ı Hudeybiye’ye gönderdiler.
O “Rıdvân Ağacı”nın (Şeceretü’r-Rıdvân) altında, 1.500 Sahabî’nin (radıyallâhu anhüm) “Ölüm Yemini” etmesi, Kureyş’in bütün inadını kırmıştı. İhramlı ve silahsız olan bu insanların, elçilerinin (Hz. Osman r.a.) öldürüldüğü zannıyla ölüme biat (yemin) etmeleri, Mekke’ye harp (savaş) istemediklerini ancak harptan (savaştan) da asla kaçmayacaklarını ispat etmişti.
Kureyş, paniğe kapıldı. Derhal Hz. Osman’ı (r.a.) serbest bıraktılar ve barış (sulh) antlaşması yapmak üzere en güvendikleri, en çetin diplomatları olan Süheyl bin Amr’ı Hudeybiye’ye gönderdiler.
BÖLÜM 26: ZÂHİREN ZİLLET, HAKİKATTE “FETH-İ MÜBÎN”
(Medenî Dönem – XIV: Hudeybiye Muahedesi/Antlaşması)
1. Müzakerelerin Zorluğu: Süheyl bin Amr
Süheyl bin Amr, Hudeybiye’ye geldiğinde, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nu (Süheyl’i) görünce Ashâbına (r.anhüm) tebessüm etti ve “İşiniz kolaylaştı (‘Sehl’ oldu)” buyurdu (Süheyl’in ismiyle tevriye yaparak).
Ancak Süheyl, Kureyş’in onurunu kurtarmak ve Müslümanları zâhiren (dışsal olarak) ezmek için çok katı şartlarla gelmişti. Müzakereler çetin geçiyordu. Efendimiz (s.a.v.) barışı (sulhu) tesis etmek için muazzam bir sabır ve hikmet gösteriyordu.
Antlaşma metnini yazmak üzere kâtip olarak Hz. Ali (radıyallâhu anh) çağrıldı.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye (r.a.) “Yaz, yâ Ali!” dedi, ” Bismillâhirrahmânirrahîm ” (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın (c.a.) adıyla).
Süheyl bin Amr, derhal itiraz etti. Küstahça dedi ki:
“Dur! Biz, ‘Rahmân’ nedir bilmeyiz! Bizim âdetimiz üzere, sadece ‘ Bismike Allâhümme ‘ (Allah’ım! Senin isminle) yazarsın.”
Ashâb (r.anhüm) öfkelendi, ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), barış (sulh) bozulmasın diye, o Cihan Şümul (Evrensel) sabrıyla Hz. Ali’ye (r.a.) döndü: “Peki, yâ Ali. ‘Bismike Allâhümme’ yaz.”
Metin devam etti. Efendimiz (s.a.v.) yazdırdı: “Bu, Allah’ın (c.c.) Resûlü Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Süheyl bin Amr’ın üzerinde anlaştığı maddelerdir…”
Süheyl, ikinci ve daha büyük itirazını yaptı:
“Dur! Vallahi, eğer biz senin ‘Allah’ın (c.c.) Resûlü’ (s.a.v.) olduğuna inansaydık, seninle harp (savaş) etmez, Kâbe’yi sana (s.a.v.) bırakırdık! ‘Resûlullah’ (s.a.v.) sıfatını sil! Sadece kendi ismini ve babanın ismini, ‘ Muhammed bin Abdullah ‘ (Abdullah oğlu Muhammed) yazarsın!”
Bu, bardağı taşıran son damlaydı. Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) öfkesi zirveye çıktı.
Ancak en büyük imtihanı, metni yazan Hz. Ali (r.a.) yaşıyordu. O (r.a.), o mübarek eliyle, “Resûlullah” (s.a.v.) sıfatını silmeyi reddetti: “Vallahi, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ali r.a.) senin (s.a.v.) isminin yanından ‘Resûlullah’ (s.a.v.) sıfatını silemem!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o anda Peygamberlik Nübüvvet’ini değil, barışın (sulhun) selametini düşünüyordu. Hz. Ali’ye (r.a.) sordu: “Yâ Ali! O (s.a.v.) kelimenin yerini bana göster.”
Hz. Ali (r.a.), o kelimeyi gösterdi. Efendimiz (s.a.v.), (Ümmî olmasına/okuma-yazma bilmemesine rağmen) o kelimeyi bizzat mübarek eliyle sildi (veya Hz. Ali’ye r.a. sildirtti) ve yerine “Abdullah oğlu Muhammed” yazılmasını emretti.
Ve Süheyl’e döndü: “Siz beni (s.a.v.) yalanlasanız da (inkâr etseniz de), ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm (s.a.v.).”
3. Zâhiren Ağır Şartlar ve Ebû Cendel’in (r.a.) Feryadı
İsimlerde anlaşıldıktan sonra, Kureyş’in (Süheyl’in) o ağır şartları masaya geldi:
• Müslümanlar, bu yıl Umre yapmadan, Kâbe’yi görmeden Hudeybiye’den Medine’ye geri dönecekler.
• Gelecek yıl Umre yapabilirler; ancak Mekke’de sadece üç (3) gün kalacaklar ve yanlarında sadece yolcu kılıçları olacak.
• Antlaşma süresi on (10) yıl olacak. Bu 10 yıl boyunca iki taraf birbiriyle savaşmayacak. (Bu, İslâm Devleti’nin Kureyş tarafından “resmen tanınması” demekti.)
• Ve en ağır, en adaletsiz, Müslümanların kanını donduran o son iki madde:
• (Madde A): Medine’den bir kimse (Müslümanlıktan dönerek) Kureyş’e sığınırsa, Kureyş onu Medine’ye geri vermek zorunda olmayacak.
• (Madde B): Mekke’den bir kimse (Müslüman olarak), velisinin izni olmadan Medine’ye, Muhammed’e (s.a.v.) sığınırsa, Müslümanlar o kişiyi Kureyş’e geri iade etmek zorunda olacak.
Bu, zâhiren (dışsal olarak) tam bir zillettı (aşağılanmaydı). Müslümanlar, Mekke’deki o zulümden kaçan bir mü’mini, nasıl olur da tekrar o işkenceye, o müşriklere teslim edebilirlerdi?
Tam bu madde imzalanmak üzereyken, o acı imtihanın zirvesi yaşandı.
Mekke’de işkence altında olan ve babası bizzat Kureyş elçisi Süheyl bin Amr olan Ebû Cendel (radıyallâhu anh), bir yolunu bulmuş, zincirlerini sürükleyerek, kan revan içinde, Hudeybiye’deki İslâm karargâhına kendini atmıştı.
Feryat ediyordu: “Yetişin yâ Resûlallah! (s.a.v.) Yetişin ey Müslümanlar! Beni (Ebû Cendel’i r.a.) bu müşriklerin işkencesinden kurtarın!”
Bu manzarayı gören 1.500 Sahabî’nin (r.anhüm) yüreği parçalandı.
Ancak Kureyş elçisi Süheyl bin Amr (Ebû Cendel’in r.a. babası), oğlunu (r.a.) gördü. Resûlullah’a (s.a.v.) döndü ve antlaşmayı işaret etti:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) İşte bu, seninle aramızdaki antlaşmanın yürürlüğe girdiği ilk maddedir! Bu adamı (oğlunu r.a.) bana geri vereceksin!”
Efendimiz (s.a.v.) rica etti: “Yâ Süheyl! Antlaşma henüz tam imzalanmadı. Ne olur, bu bir kişiyi (Ebû Cendel’i r.a.), benim hatırım için bana bağışla.”
Süheyl, o katı kalbiyle gürledi: “Asla! Eğer O’nu (Ebû Cendel’i r.a.) geri vermezsen, ben (Süheyl) de bu 10 yıllık barış (sulh) antlaşmasını yırtarım!”
Ebû Cendel (r.a.) feryat ediyordu: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ebû Cendel r.a.) size Müslüman olarak sığınmışken, beni (Ebû Cendel’i r.a.) tekrar o müşriklere, o işkenceye mi teslim edeceksiniz?”
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek gözleri dolmuştu. Ancak O (s.a.v.), bir kişinin feryadına değil, 10 yıllık “Barış (Sulh)”a, o Cihan Şümul (Evrensel) davetin geleceğine bakıyordu. O acı kararı verdi.
Ebû Cendel’e (r.a.) döndü ve o mübarek teselliyi verdi:
“Yâ Ebâ Cendel! Sabret! Mükafatını Allah’tan (c.c.) bekle. Muhakkak ki Allah Teâlâ (c.c.), sana ve senin durumundaki zayıflara (Müslümanlara) bir çıkış kapısı (ferec ve mahrec) yaratacaktır. Biz bu kavimle bir antlaşma yaptık. Onlara Allah (c.c.) adına ahid (söz) verdik. Biz, ahdimizi (sözümüzü) bozamayız (gadr edemeyiz).”
Süheyl bin Amr, oğlu Ebû Cendel’i (r.a.) zincirlerinden tuttu, O’nu (Ebû Cendel’i r.a.) yerlerde sürükleyerek Kureyş karargâhına, o işkenceye geri götürdü.
4. Hz. Ömer’in (r.a.) İtirazı ve Ashâbın (r.anhüm) Hüznü
Bu manzara, Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) için dayanılmaz bir noktaydı. Bilhassa “Fâruk” (Hak ile Bâtıl’ı Ayıran) Hz. Ömer (radıyallâhu anh), imanın verdiği o celâlle (hiddetle) yerinde duramıyordu.
Doğruca Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna gitti. O güne kadar Resûlullah’a (s.a.v.) hiç sormadığı bir tonda, o meşhur sorgulamayı yaptı:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sen (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) hak Peygamberi değil misin?”
Efendimiz (s.a.v.) sâkince: “Evet, öyleyim” buyurdu.
“Biz hak üzere, onlar (Kureyş) bâtıl (yanlış inanç) üzere değil mi?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet, öyledir” buyurdu.
“Öyleyse, biz neden dinimiz uğrunda bu ‘Zeniyye’yi (Zilleti/Aşağılanmayı) kabul ediyoruz?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Nübüvvet’in o sarsılmaz vakarıyla cevap verdi:
“Yâ Ömer! (r.a.) Ben (Muhammed s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm (s.a.v.) ve O’na (c.c.) asla âsi olmam! O (c.c.), benim Yardımcımdır. O (c.c.), beni (s.a.v.) zâyi etmeyecektir.”
Hz. Ömer (r.a.) tatmin olmamıştı: “Peki, Sen (s.a.v.) bize rüyânda Kâbe’ye gireceğimizi, tavaf edeceğimizi vaat etmedin mi?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet, vaat ettim. Ama bu yıl gireceğimizi vaat ettim mi?”
Hz. Ömer (r.a.): “Hayır…”
Efendimiz (s.a.v.): “Elbet oraya girecek ve tavaf edeceksin.”
Hz. Ömer (r.a.), hırsını alamamış, aynı sualleri sormak için Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yanına gitmişti.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), o sarsılmaz “Sıddîkıyet” makamıyla, Resûlullah’ın (s.a.v.) cevaplarının tıpatıp aynısını Hz. Ömer’e (r.a.) vermiş ve O’nu (Hz. Ömer’i r.a.) şöyle uyarmıştı:
“Ey Ömer! (r.a.) O (Muhammed s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlü’dür (s.a.v.)! O’nun (s.a.v.) emrine (eteğine) yapış! Vallahi, O (s.a.v.) hak üzeredir!”
Antlaşma imzalanmıştı. Zâhiren tam bir yenilgiydi.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) emretti: “Kalkın! Kurbanlarınızı (70 deveyi) burada, Hudeybiye’de kesin! Saçlarınızı tıraş edin ve ihramdan çıkın!”
Ancak Ashâb (r.anhüm), o hüzün, o şok ve o kırgınlıkla, yerinden kıpırdayamadı. Kimse kalkmıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), emrini üç kez tekrarladı. Kimse itaat etmedi (edemedi).
Hayatı boyunca emri bir kez bile ikiletilmeyen Efendimiz (s.a.v.), bu duruma çok müteessir (üzgün) oldu. Üzgün bir halde çadırına, zevcesi Hz. Ümmü Seleme’nin (radıyallâhu anhâ) yanına girdi.
Hz. Ümmü Seleme (r.anha), o ferâsetli hanımefendi, durumu gördü ve o tarihî tavsiyeyi yaptı:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ashâbın (r.anhüm) helâk olmasını istemiyorsan, dışarı çık. Hiç kimseyle tek bir kelime konuşma. Kendi deveni (kurbanını) kendin kes. Ve berberini çağır, herkesin içinde kendi saçını tıraş et (ihramdan çık).”
Efendimiz (s.a.v.), zevcesinin (r.anha) bu dâhiyane tavsiyesine uydu.
Çadırdan çıktı, hiç konuşmadan kurbanını kesti ve berberini çağırıp tıraş oldu.
O’nun (s.a.v.) ihramdan çıktığını gören Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), “Emri kaçırdık, helâk olacağız!” korkusuyla, o hüzün içinde, hep birlikte ayağa fırladı. Birbirlerinin saçlarını, o keder ve pişmanlıkla, neredeyse birbirlerini yaralayacak bir telaşla tıraş etmeye ve kurbanlarını kesmeye başladılar.
5. İlâhî Müjde: “Biz Sana (s.a.v.) Apaçık Bir Fetih Verdik!”
Ordu, zâhiren (dışsal olarak) yenilmiş, Umre yapamamış, Ebû Cendel’i (r.a.) bırakmış, hüzün ve keder içinde Medine’ye doğru geri dönüyordu. Hz. Ömer’in (r.a.) deyişiyle, “Kalbimizdeki hüzün dağı” ile yürüyorlardı.
Tam bu esnada, Medine yolu üzerinde, Cebrail (aleyhisselâm) nazil oldu.
Ve Cenâb-ı Hak, o hüzünlü Peygamber’ine (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) kederli Ashâbına (r.anhüm), bu “Zillet” gibi görünen antlaşmanın, aslında İslâm tarihinin en büyük “Zaferi” olduğunu müjdeleyen o Cihan Şümul Sûreyi indirdi:
“İnnâ Fetehnâ Leke Fethan Mübînâ!”
“Şüphesiz biz sana (Hudeybiye Antlaşması ile) apaçık bir fetih (zafer) sağlamışızdır. (Ey Muhammed!) (s.a.v.)…
…Allah (c.c.), O (c.c.) hakkında besledikleri kötü zandan dolayı münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a (c.c.) ortak koşan erkeklere ve Allah’a (c.c.) ortak koşan kadınlara azap edecektir…
…Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah (c.c.), o mü’minlerden razı olmuştur…” (Fetih, 48/1, 6, 18 )
Ashâb (r.anhüm) hayret etti: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu bir Fetih midir?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet! Vallahi, bu Apaçık bir Fetihtir!” buyurdu.
Bu nasıl bir Fetihti?
• Kureyş, İslâm Devleti’ni 10 yıllık bir antlaşma ile resmen tanımıştı.
• “Harp (Savaş) durmuştu” (Emniyet gelmişti). Artık Müslümanlar, Kureyş’in kılıç tehdidi olmadan, bütün Arap kabilelerine serbestçe gidebilecek, onlarla konuşabilecek, ticaret yapabilecek ve İslâm’ı (Kur’ân’ı) tebliğ edebileceklerdi.
• Zâhiren aleyhte görünen “iade” maddesi, hakikatte lehe (iyiye) dönecekti (Ebû Basîr r.a. hadisesinde görüleceği gibi).
• Hudeybiye’den sonraki 2 yıl içinde Müslüman olanların sayısı, Nübüvvet’in (Peygamberliğin) ilk 19 yılında (Hudeybiye’ye kadar) Müslüman olanların sayısından kat kat fazla olacaktı.
• Ve bu antlaşma, İslâm’ın en büyük düşmanlarından birini, Hayber Yahudilerini, müttefikleri olan Kureyş’ten “izole” etmiş (yalnız bırakmış) ve bir sonraki büyük fethin, **”Hayber’in Fethi”**nin kapısını açmıştı.
Hudeybiye’de imzalanan o zâhiren ağır antlaşma, Ashâbın (r.anhüm) kalbinde bir hüzün bırakmış olsa da, Medine’ye dönüş yolunda nâzil olan “Fetih Suresi”, bunun “Apaçık bir Fetih” (Feth-i Mübîn) olduğunu ilâhî bir mühürle tasdik etmişti.
Artık harp (savaş) durmuş, “Tebliğ” ve “Strateji” dönemi başlamıştı. Ve bu “Feth-i Mübîn”in meyveleri, hiç beklenmedik yerlerden, çok hızlı bir şekilde toplanmaya başlandı.
BÖLÜM 27: FETH-İ MÜBÎN’İN MEYVELERİ: HAYBER’İN FETHİ
(Medenî Dönem – XV)
Hudeybiye Antlaşması’nın en acı veren maddesi, “Mekke’den Müslüman olup Medine’ye sığınanların, Kureyş’e geri iade edilmesi” şartıydı. Bu madde, Ebû Cendel’in (r.a.) feryatlarıyla Müslümanların yüreğini dağlamıştı.
Antlaşmadan hemen sonra, Ebû Cendel’den (r.a.) daha beter bir imtihan yaşandı. Mekke’de ağır işkence gören Müslümanlardan Ebû Basîr Utbe bin Esîd (radıyallâhu anh), bir yolunu bulup Mekke’den kaçtı ve Medine’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna sığındı.
Daha nefes alamamıştı ki, arkasından O’nu (Ebû Basîr’i r.a.) geri götürmek için Kureyş’in gönderdiği iki elçi (bir müşrik ve O’nun (müşriğin) hizmetlisi) Medine’ye geldi.
Antlaşmayı gösterdiler: “Ey Muhammed! (s.a.v.) Ahid (Söz) ortadadır. Adamımızı (Ebû Basîr’i r.a.) bize geri ver!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul vefâsıyla, “Biz ahdimizi (sözümüzü) bozmayız (gadr edemeyiz)” buyurdu.
Ebû Basîr (r.a.), Ebû Cendel’den (r.a.) daha hiddetliydi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ebû Basîr r.a.) Müslüman olarak geldim! Beni (Ebû Basîr’i r.a.) tekrar o dinimden döndürmek isteyen müşriklere mi teslim edeceksiniz?”
Efendimiz (s.a.v.), O’na (Ebû Basîr’e r.a.) da aynı teselliyi verdi:
“Yâ Ebâ Basîr! Sabret! Allah Teâlâ (c.c.), sana ve senin durumundakilere (Ebû Cendel r.a.) muhakkak bir çıkış yolu (ferec) yaratacaktır. Biz ahdimizi (sözümüzü) bozmayız.”
Ebû Basîr (r.a.), çaresizce, o iki Kureyşli muhafızla birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı.
Ancak Ebû Basîr’in (r.a.) niyeti teslim olmak değildi. Medine’den epeyce uzaklaştıktan sonra, “Zülhuleyfe” mevkiinde, muhafızlarla birlikte mola verdiler. Ebû Basîr (r.a.), muhafızın (müşriğin) belindeki kılıca iltifat etti: “Ne güzel kılıcın var!”
Müşrik, kibirle kılıcını çekti: “Evet, çok iyidir, nice yiğitleri bununla doğradım!”
Ebû Basîr (r.a.), “Bir bakabilir miyim?” diyerek kılıcı eline aldı. Aldığı gibi, bir hamlede o müşrik muhafızın başını uçurdu.
Diğer muhafız (hizmetli), bunu görünce can havliyle kaçtı ve durmaksızın Medine’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) Mescidi’ne kadar koştu. Mescid’e daldı ve “Canımı kurtarın!” diye bağırdı.
Az sonra, elinde kanlı kılıçla Ebû Basîr (r.a.) Mescid’e geldi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sen (s.a.v.) ahdini (sözünü) yerine getirdin, beni (Ebû Basîr’i r.a.) onlara teslim ettin. Allah (c.c.) da beni (Ebû Basîr’i r.a.) onlardan kurtardı. Artık senin (s.a.v.) üzerinde bir mesuliyet (sorumluluk) kalmamıştır!”
Efendimiz (s.a.v.), O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) bu gözü kara cesaretini görünce, hem harp (savaş) dehasını fark etti hem de Hudeybiye Antlaşması’na sadık kalmak zorundaydı. Şöyle buyurdu:
“Veyl ümmihî! Mis’aru harbin!” (Anası ağlayasıca! Bu adam, bir harp (savaş) ateşleyicisi/kışkırtıcısıdır! Yanında adamları olsaydı, neler yapardı!)
Ebû Basîr (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) bu sözünden, O’nu (Ebû Basîr’i r.a.) Medine’de tutmayacağını, yine iade etmek zorunda kalacağını anladı.
Ancak O (Ebû Basîr r.a.) Mekke’ye de dönmedi. Medine’ye de girmedi.
Hudeybiye Antlaşması’na göre O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) Medine’ye girmesi yasaktı. O (Ebû Basîr r.a.) da Medine’ye girmedi. Kureyş’in Şam ticaret kervanlarının geçtiği sahil yoluna, “Îs” mevkiine gitti ve oraya yerleşti.
O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) bu hareketi, Mekke’deki diğer mazlum Müslümanlara (Ebû Cendel r.a. dahil) ilham oldu. Mekke’den kaçan, ancak Medine’ye girmesi yasak olan herkes, Ebû Basîr’in (r.a.) yanına, “Îs” mevkiine gelmeye başladı.
Orada, yaklaşık 70 (yetmiş) (bazı rivayetlerde 300) kişilik, Medine Devleti’ne bağlı olmayan, ancak Resûlullah’a (s.a.v.) âşık, “bağımsız” bir Müslüman “Ordu Birliği” kurulmuş oldu.
Bu birlik, Kureyş’in Şam’a giden ne kadar kervanı varsa, hepsine baskın yapmaya, mallarına el koymaya ve müşrikleri öldürmeye başladı.
Hudeybiye’nin o zâhiren aleyhteki maddesi, Kureyş’in aleyhine dönmüştü:
• Resûlullah (s.a.v.), antlaşmaya uyarak Medine’ye kimseyi almıyor, ahdini (sözünü) bozmuyordu.
• Ancak Ebû Basîr (r.a.) ve arkadaşları (r.anhüm) da Medine’de olmadıkları için, Kureyş, Resûlullah’a (s.a.v.) “Antlaşmayı bozuyorsun!” diyemiyordu.
Ebû Basîr’in (r.a.) bu baskınları, Kureyş’in can damarı olan Şam ticaret yolunu tamamen kesti. Kureyş, ekonomik olarak iflas etme noktasına geldi.
Sonunda Kureyş, Ebû Süfyan’ın ağzından, bizzat Medine’ye yalvarmak zorunda kaldı.
Kureyş elçileri Medine’ye geldiler ve Resûlullah’a (s.a.v.) yalvardılar:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) Allah (c.c.) aşkına ve akrabalık (rahim) bağı aşkına! Ne olur, o maddeyi (iade maddesini) kaldıralım! Ebû Basîr (r.a.) ve arkadaşlarına (r.anhüm) haber sal, Medine’ye gelsinler, onları (Ebû Basîr r.a. ve arkadaşlarını r.anhüm) yanına al! Yeter ki bizim ticaret yolumuzu açsınlar!”
Böylece, Müslümanların aleyhine görünen o madde, bizzat Kureyş’in yalvarmasıyla kaldırıldı. Ebû Basîr (r.a.) ve Ebû Cendel (r.a.) gibi kahramanlar, izzetle Medine’ye kabul edildiler. Bu, Hudeybiye’nin “diplomatik” bir zafer olduğunun ilk isbatı idi.
Fetih Suresi (48/18), Hudeybiye’deki o “Rıdvân Biatı”nı (Yeminini) yapan Sahabîlere (r.anhüm) (1.400-1.500 kişi), Allah’ın (c.c.) onlardan razı olduğunu müjdelemiş ve onlara “Fethan Karîbâ” (Yakın bir Fetih) vaat etmişti.
Bu “Yakın Fetih”, Hudeybiye’den sadece birkaç ay sonra, Hicretin 7. Yılında (M. 628) gerçekleşecekti.
Hedef, Hayber idi.
Hayber neden hedefti?
• Benî Nadîr (Medine’den sürülen Yahudiler), Huyey bin Ahtab gibi reisleriyle oraya yerleşmişti.
• Hendek (Ahzâb) Savaşı’nın finansörü, provokatörü ve mimarı Hayber Yahudileriydi.
• Gatafân gibi bedevî kabileleri parayla kiralayıp Medine’ye saldırtanlar onlardı.
• Hayber, Arap yarımadasının en zengin, en verimli topraklarına ve en müstahkem, en sarsılmaz kalelerine (Kamûs, Naîm, Şıkk, Ketîbe kaleleri vb.) sahip olan İslâm düşmanı bir fitne merkeziydi.
Hudeybiye’de Kureyş ile 10 yıllık saldırmazlık antlaşması yapan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Arabistan’ın güneyini (Mekke’yi) emniyete almıştı. Artık sıra, kuzeydeki o en büyük fitne merkezini (Hayber’i) temizlemeye gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), Fetih Suresi’nin (48/20) bir emri olarak, “Bu sefere sadece ganimet için değil, Allah (c.c.) rızası için katılanlar gelsin” buyurdu ve orduyu, Hudeybiye’ye katılan o 1.500 kişilik “Rıdvân Ehli”nden (r.anhüm) oluşturdu.
İslâm Ordusu, Hayber’e doğru yola çıktı. Hayber, 8 (veya daha fazla) ayrı kaleden oluşan bir şehir devletiydi. Fethedilmesi imkânsız görünüyordu.
Hayber Yahudileri, Müslümanların geldiğini görünce kalelerine çekildiler ve müttefikleri olan 6.000 kişilik Gatafân Ordusu’na “Yardıma gelin!” haberi gönderdiler.
Ancak Gatafânlılar yola çıktıklarında, geride kalan ailelerinin çadırlarından “Baskına uğruyoruz!” feryatları (ilâhî bir vesvese/korku) duydular ve ailelerini korumak için Hayber’e yardıma gitmeden geri kaçtılar.
Hayber, en büyük müttefikini kaybetmiş, İslâm Ordusu ile tek başına kalmıştı.
3. Sancağın Verilişi ve Hayber’in Kapısı (Hz. Ali r.a.)
Kuşatma başladı. Kaleler birer birer düşüyor, ancak en büyük, en müstahkem kale olan Kamûs Kalesi (içinde reisleri Kinâne bin Rebî’ ve en güçlü savaşçıları Merhab vardı) bir türlü düşmüyordu. Kuşatma uzamıştı.
Ashâb (r.anhüm) yorulmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o günlerde şiddetli bir göz ağrısı (aşûb) çekiyordu.
Bir akşam, o mübarek müjdeyi verdi:
“Vallahi, yarın sancağı (İslâm Ordusu’nun komutasını) öyle bir adama vereceğim ki; O (Ali r.a.), Allah’ı (c.c.) ve Resûlü’nü (s.a.v.) sever; Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) de O’nu (Ali r.a.) sever. O (Ali r.a.), ‘Kerrâr’dır (Döne döne hücum eden), ‘Ferrâr’ değildir (Asla kaçmaz). Allah (c.c.), Fethi O’nun (Ali r.a.) eliyle müyesser (kolay) kılacaktır!”
O gece, Sahâbe (r.anhüm) uyuyamadı. Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Hayatımda komutanlığı (sancaktarlığı) o gece arzuladığım kadar hiç arzulamadım. ‘Acaba yarın o adam ben (Ömer r.a.) mi olacağım?’ diye bekledim.”
Sabah oldu. Bütün Sahâbe (r.anhüm), Efendimiz’in (s.a.v.) nazarı (bakışı) kendisine dönsün diye bekliyordu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) nerededir?”
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) O’nun (Ali’nin r.a.) gözleri şiddetle ağrıyor, neredeyse görmüyor” dediler.
“Getirin O’nu (Ali’yi r.a.) bana!”
Hz. Ali’yi (r.a.), gözlerini tutarak, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek tükürüğünden (veya duasıyla) Hz. Ali’nin (r.a.) o ağrıyan gözlerine sürdü.
Hz. Ali (r.a.) der ki: “O anda gözlerimdeki ağrıdan ve sızıdan eser kalmadı; sanki hayatımda hiç göz ağrısı çekmemiş gibi oldum.”
Efendimiz (s.a.v.), Sancağı O’na (Ali’ye r.a.) verdi ve emretti: “Onları (Yahudileri) önce İslâm’a davet et. Kabul etmezlerse, Cizye’yi (vergi/haraç) teklif et. Onu da kabul etmezlerse, Allah’tan (c.c.) yardım dile ve savaş!”
Hz. Ali (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Onlar da bizim gibi (Müslüman) oluncaya kadar mı savaşayım?”
Efendimiz (s.a.v.): “Yâ Ali! (r.a.) Senin (Ali’nin r.a.) vesilenle tek bir kişinin hidayete ermesi, senin (Ali’nin r.a.) için (en kıymetli mal olan) kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.”
Hz. Ali (r.a.), Sancağı aldı ve Kamûs Kalesi’nin önüne dikildi.
Kalenin içinden, Hayber’in en kibirli, en güçlü ve “Bin (1000) Askere Bedel” sayılan devi Merhab, tepeden tırnağa zırhlı halde, kılıcını sallayarak ve şiirler (recez) okuyarak meydana çıktı.
Hz. Ali (r.a.) de O’na (Merhab’a) şiirle (recez) cevap verdi.
İki kahraman birbirine girdi. Hz. Ali (r.a.), Zülfikâr ile öyle bir darbe vurdu ki, Merhab’ın miğferini, zırhını ve başını ikiye biçerek O’nu (Merhab’ı) oracıkta öldürdü.
Merhab’ın ölümü, Yahudilerin maneviyatını (moralini) çökertti.
Savaş kızıştığında, Siyer kaynaklarının nakline göre, Hz. Ali’nin (r.a.) kalkanı elinden düştü. O (r.a.), o anda, harbin (savaşın) verdiği o ilâhî güçle, Kamûs Kalesi’nin o devasa, rivayetlere göre 40 (kırk) kişinin ancak kaldırabileceği o ağır demir (veya ahşap) kapısını menteşelerinden söktü ve onu “Kalkan” olarak kullanarak dövüşmeye devam etti.
Bu kahramanlıklar ve Merhab’ın ölümü üzerine Hayber Kalesi düştü.
Hayber, fethedilmişti. Yahudiler, canlarının bağışlanması ve topraklarında “kiracı” (yarıcı) olarak kalıp, mahsulün yarısını Medine Devleti’ne “vergi” (haraç/cizye) olarak ödemeleri şartıyla barış (sulh) istediler. Efendimiz (s.a.v.) kabul etti.
Hayber’in o muazzam zenginlikleri (altın, gümüş, silahlar, araziler) Müslümanların eline geçti. Fetih Suresi’nin (48/19) vaat ettiği “elde edecekleri birçok ganimetler” müjdesi de gerçekleşmiş oldu.
4. İki Mutluluk Bir Arada: Hz. Ca’fer’in (r.a.) Dönüşü
Tam Hayber Fethi’nin tamamlandığı, ganimetlerin toplandığı o sevinçli anda, ufukta bir kafile daha belirdi.
Bunlar, yıllar önce (Nübüvvet’in 5. yılında), Kureyş’in zulmünden kaçarak Habeşistan’a hicret eden Müslümanların son kafilesiydi.
Ve o kafilenin başında, Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlu, Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi, Necâşî’nin huzurunda İslâm’ı o muhteşem hitabetle savunan Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) vardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yıllardır görmediği o mübarek amcaoğlu Hz. Ca’fer’i (r.a.) karşısında görünce, sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Koştu, O’nu (Hz. Ca’fer’i r.a.) kucakladı ve alnından öptü.
Ve o gün, o mübarek dudaklardan şu tarihî söz döküldü:
“Bilemiyorum, bugün şu iki sevinçten hangisi benim için daha mühimdir: Hayber’in Fethi’ne mi (sevineyim), yoksa Ca’fer’in (r.a.) (Habeşistan’dan) gelişine mi?”
(Hz. Ca’fer (r.a.), fakirlerin babası (Ebû’l-Mesâkîn) olarak bilinirdi. Efendimiz (s.a.v.) O’na (Hz. Ca’fer’e r.a.) Hayber ganimetlerinden büyük bir pay ayırdı.)
Hudeybiye’de imzalanan ve zâhiren Müslümanların aleyhine görünen o muahede (antlaşma), bizzat Allah Teâlâ (c.c.) tarafından “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olarak isimlendirilmişti. Bu antlaşmanın hikmeti, kısa sürede hem diplomatik alanda (Ebû Basîr r.a. hadisesi) hem de askerî alanda (Hayber’in Fethi) apaçık ortaya çıkmıştı.
Artık Kureyş ile 10 yıllık bir “saldırmazlık” (sulh) dönemi başlamıştı. İslâm’ın Cihan Şümul (Evrensel) davetinin önündeki en büyük engel olan Kureyş tehdidi (zâhiren/dışsal olarak) ortadan kalkmıştı. Sıra, bu “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) manevî meyvelerini toplamaya gelmişti.
BÖLÜM 27: FETHİN TASDİKİ VE CİHAN ŞÜMUL (EVRENSEL) DAVET
(Medenî Dönem – XVI)
1. “Umretü’l-Kazâ” (Kazâ Umresi) – Yedi Yıllık Hasretin Sonu (Hicret 7)
Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) en mühim maddelerinden biri şuydu: Müslümanlar, antlaşmanın yapıldığı o yıl (Hicret 6) Umre yapamayacak, ancak tam bir yıl sonra (Hicret 7) Mekke’ye gelip, Kâbe’yi ziyaret (Umre) edebileceklerdi.
Hudeybiye’nin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Hicretin 7. Yılı, Zilkade ayı.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’de O’nunla (s.a.v.) birlikte “Rıdvân Biatı”na (Yeminine) katılan ve Hayber’in Fethi’ne şahit olan Ashâbına (r.anhüm) seslendi. Efendimiz’in (s.a.v.) o sâdık (doğru) rüyâsının tahakkuk etme vakti gelmişti.
Yaklaşık 2.000 (İki bin) Müslüman (Hudeybiye’ye katılamayan diğer Sahabîler r.anhüm de iştirak etmişti), yedi yıllık hasretin ardından Kâbe’ye kavuşmak için, yine ihramlarına büründüler. Antlaşma gereği, yanlarına sadece “yolcu kılıçları”nı alarak Medine’den yola çıktılar.
Mekke’de ise Kureyş’i bir telaş sarmıştı. Antlaşmaya uymak zorundaydılar, ancak yedi yıl önce “sihirbaz, mecnûn, sâbiî” (hâşâ) diyerek kovdukları, öldürmek için ordular topladıkları Muhammed’in (s.a.v.) ve Ashâbının (r.anhüm), şimdi 2.000 kişilik muazzam bir cemaatle, izzetle Mekke’ye girmesini hazmedemiyorlardı.
Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye ve Kureyş’in diğer reisleri, o manzarayı görmeye tahammül edemediler. Bütün Mekkelilere “Şehri boşaltın!” emri verdiler. Kureyş’in tamamı, Mekke’nin etrafındaki dağlara (bilhassa Ebû Kubeys Dağı’na) çekildiler. Oradan, hüzün, öfke ve hayretle, Müslümanların Kâbe’ye girişini seyretmeye başladılar.
Ve o an geldi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Ashâbı (r.anhüm) O’nun (s.a.v.) etrafında pervaneydi. 2.000 Müslüman, yedi yıllık ayrılığın ardından, hep bir ağızdan “Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk!” (Buyur Allah’ım (c.c.) buyur!) nidalarıyla Mescid-i Harâm’a girdiler.
Müşrikler dağlardan, “Müslümanlar Medine’nin sıtmasından zayıf düşmüşler, bitkin haldeler” diye şâyia (asılsız haber) yayıyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu şâyiayı (asılsız haberi) kırmak için Ashâbına (r.anhüm) emretti: “Allah (c.c.), bugün müşriklere karşı kuvvetini gösteren kuluna rahmet etsin!”
Müslümanlar, tavafın ilk üç şavtını (dönüşünü) “Remel” (hızlı ve çalımlı adımlarla koşar adım yürüme) yaparak; ihramlarını sağ omuzlarını açacak şekilde (“Iztıbâ”) giyerek, dağlardaki Kureyş’e ne kadar zinde ve güçlü olduklarını gösterdiler.
Tavaf bittikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yedi yıl önce Medine semâlarını “Ezan” ile tanıştıran o mübarek müezzinini çağırdı: Hz. Bilâl-i Habeşî (radıyallâhu anh).
Efendimiz’in (s.a.v.) emriyle Hz. Bilâl (r.a.), o gün, putların gölgesindeki Kâbe-i Muazzama’nın üzerine çıktı.
Ve yedi yıl sonra, İslâm’ın Cihan Şümul daveti, “Allahu Ekber!” nidalarıyla, bizzat Kâbe’nin üzerinden, Mekke dağlarında yankılandı.
Dağlardan bu manzarayı izleyen müşrikler, atalarının putlarının üzerinde okunan bu Ezan karşısında öfkeden ve çaresizlikten yerlerinde duramıyorlardı. Ancak antlaşma, ellerini kollarını bağlamıştı.
Bu, “Kazâ Umresi” idi. Bu, kan dökülmeden kazanılmış, Hudeybiye’nin “Apaçık Fetih” olduğunun manevî bir ispatı (kanıtı) idi.
2. Mekke ile Kurulan Akrabalık: Hz. Meymûne (r.anha) Evliliği
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), antlaşma gereği Mekke’de kaldığı bu üç (3) gün içinde, Kureyş ile olan buzları tamamen eritecek, barışı (sulhu) perçinleyecek bir adım daha attı.
O (s.a.v.), amcası Hz. Abbâs’ın (r.a.) (ki o esnada gizli Müslüman’dı) baldızı olan, Kureyş’in en asil hanımlarından Meymûne bint Hâris (radıyallâhu anhâ) ile nikahlandı (evlendi).
Bu evlilik, son derece mühim bir stratejik hamleydi. Zira Hz. Meymûne (r.anha), Mekke aristokrasisinin tam merkezindeydi:
• O’nun (r.anha) bir kız kardeşi, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbâs (r.a.) ile evliydi.
• Diğer kız kardeşi, (Habeşistan’dan dönen kahraman) Hz. Ca’fer (r.a.) ile evliydi.
• Diğer kız kardeşi, (Şehitlerin Efendisi) Hz. Hamza (r.a.) ile evliydi.
• Ve en mühimi, Hz. Meymûne’nin (r.anha) (anne bir) kız kardeşi, Kureyş’in en büyük süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd’in annesiydi (veya teyzesiydi).
Bu evlilikle Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hâlid bin Velîd gibi Kureyş’in en sert komutanlarıyla dahi “akrabalık (sıhriyet)” bağı kurmuş oluyordu.
Efendimiz (s.a.v.), bu barış (sulh) havasını pekiştirmek için, Mekkelilere bir “düğün ziyafeti (velîme)” vermeyi teklif etti.
Ancak Kureyş’in inadı ve kibri (enaniyeti) buna müsaade etmedi. Üçüncü günün sonunda Süheyl bin Amr geldi ve sert bir dille dedi ki: “Mühletin (süren) doldu, ey Muhammed! (s.a.v.) Artık şehrimizden çık!”
Efendimiz (s.a.v.), o Cihan Şümul nezaketiyle, “Ne olurdu acele etmeseydiniz? Burada evlendim. Size bir ziyafet verseydik, hep birlikte yeseydik…” dediyse de, Süheyl “Bizim senin (s.a.v.) yemeğine ihtiyacımız yok! Derhal çık!” diye ısrar etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), antlaşmaya harfiyen uyarak, Ashâbına (r.anhüm) “Çıkıyoruz” emrini verdi. Düğün ziyafeti (velîme), Mekke’nin hemen dışındaki “Serif” mevkiinde yapıldı.
Hudeybiye Barışı (Sulhu), İslâm’ın önündeki en büyük engel olan Kureyş tehdidini ortadan kaldırmıştı. Hayber’in Fethi ise kuzeydeki fitne odağını yok etmişti. Medine Devleti, artık Arabistan’ın en büyük ve en itibarlı gücüydü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm’ın sadece Araplara değil, bütün insanlığa (Cihan Şümul/Evrensel) gönderildiğini biliyordu.
Hicretin 7. Yılında (Hayber Fethi’nden hemen sonra veya Kazâ Umresi’nden hemen önce), o Cihan Şümul davetini başlattı. O günün “Süper Güçleri” olan İmparatorlara ve Krallara, onları İslâm’a davet eden “Mektuplar” gönderdi.
Bu mektupların resmî (devlet mektubu) olması için, üzerinde “Muhammed Resûlullah” (Allah’ın (c.c.) Elçisi Muhammed) yazan mübarek gümüş mührünü yaptırdı.
Bu mektuplar ve elçilerin (r.anhüm) aldıkları cevaplar, İslâm’ın gelecekteki yayılışının da bir habercisiydi:
• Bizans (Doğu Roma) İmparatoru Herakliyus’a:
Elçi: Dihye bin Halîfe el-Kelbî (r.a.).
Herakliyus, mektubu aldığında Kudüs’teydi. O esnada ticaret için orada bulunan Ebû Süfyan’ı (henüz müşrikti) huzuruna çağırdı. Ebû Süfyan’a, Resûlullah (s.a.v.) hakkında (soyu, ahlâkı, yalan söyleyip söylemediği, kimlerin O’na (s.a.v.) tâbi olduğu) sualler sordu. Ebû Süfyan, o an “en büyük düşmanı” olmasına rağmen, kabile onuru (enaniyeti) gereği yalan söyleyemedi ve Efendimiz’in (s.a.v.) bütün vasıflarının “Peygamber” vasıfları olduğunu itiraf etti.
Herakliyus, Ebû Süfyan’a şu tarihî sözü söyledi: “Eğer bu anlattıkların doğruysa, O (Muhammed s.a.v.), muhakkak ki bir Peygamberdir. Ve O’nun (s.a.v.) ayakları, şu an benim oturduğum bu topraklara (Kudüs/Suriye) bir gün muhakkak hâkim olacaktır!”
Herakliyus, iman etmeye meyletti, ancak etrafındaki papazların ve komutanların “Krallığını kaybedersin!” tehdidi üzerine korktu ve iman etmedi. Mektuba hürmet etti.
• Sâsânî (İran) İmparatoru Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e:
Elçi: Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî (r.a.).
İran Kisrâsı Hüsrev, mektubu okuduğunda, kendi isminden önce “Allah’ın (c.c.) Resûlü Muhammed’in (s.a.v.)” isminin yazılmış olmasına kibirlendi (enaniyet gösterdi). O Cihan Şümul (Evrensel) davet mektubunu yırtıp parçaladı.
Haber, Medine’ye Resûlullah’a (s.a.v.) ulaştığında, Efendimiz (s.a.v.) o meşhur bedduasını etti:
“Allâhümme mezzik mülkehu!” (Allah’ım! O’nun (Hüsrev’in) krallığını (mülkünü) paramparça et!)
Çok geçmeden Hüsrev, bizzat kendi oğlu Şîrûye tarafından öldürüldü ve o muazzam Sâsânî İmparatorluğu, Hz. Ömer (r.a.) devrinde paramparça olarak tarihe karıştı.
• Mısır Valisi (Bizans’a bağlı) Mukavkıs’a:
Elçi: Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.).
Mukavkıs, mektuba hürmet etti. İman etmedi, ancak “Ben (Mukavkıs) de bir peygamber (s.a.v.) bekliyordum, ama Şam’dan (Suriye’den) çıkacağını sanıyordum” diye cevap verdi. Elçiye (r.a.) çok iyi davrandı ve Resûlullah’a (s.a.v.) çok kıymetli hediyeler gönderdi.
Bu hediyelerin içinde, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek oğlu İbrahim’in (r.a.) annesi olacak olan Hz. Mâriye (radıyallâhu anhâ) ve O’nun (r.anha) kız kardeşi Sîrin (r.anha) de vardı.
• Habeşistan (Etiyopya) Kralı Necâşî Ashame’ye:
Elçi: Amr bin Ümeyye ed-Damrî (r.a.).
Necâşî (ki zaten Hz. Ca’fer’in (r.a.) tebliğiyle kalbi yumuşamıştı), mektubu alır almaz tahtından indi, yere oturdu, mektubu hürmetle gözlerine sürdü ve elçinin (r.a.) önünde Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Resûlullah’a (s.a.v.) bir cevap mektubu yazarak, “Şehâdet ederim ki Sen (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlüsün (s.a.v.) ve Îsâ’nın (a.s.) haber verdiği Zâtsın! (s.a.v.)” dedi.
(Hicretin 9. Yılında Necâşî vefat ettiğinde, Cebrail (a.s.) O’nun (Necâşî’nin) vefat haberini Medine’ye getirmiş ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) toplayarak, Arabistan dışında, gıyâbında (görmeden) cenaze namazı kıldığı tek kişi olan Necâşî Ashame’nin (r.a.) gıyâbî cenaze namazını kıldırmıştır.)
Hudeybiye Barışı (Sulhu), İslâm’ı Medine’den çıkarmış; Mekke’nin kapılarını (Umre), Hayber’in kalelerini (Fetih) ve dünyanın saraylarını (Davet Mektupları) açmıştı.
Hudeybiye Barışı (Sulhu), Kureyş tehdidini bertaraf etmişti. Hayber’in Fethi, Yahudi fitnesinin kuzeydeki merkezini kırmıştı. “Kazâ Umresi”, Müslümanların manevî itibarını ve Kâbe’ye olan bağlılıklarını perçinlemişti.
Artık İslâm’ın Cihan Şümul daveti, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek mührünü taşıyan mektuplarla, Arabistan yarımadasının dışına, o devrin süper güçlerinin (Bizans, Sâsânî, Mısır) saraylarına ulaşmıştı.
Habeş Necâşî’si (r.a.) iman etmiş, Mısır Mukavkıs’ı hürmet göstermiş, İran Kisrâ’sı ise mektubu yırtarak kendi mülkünün (krallığının) parçalanmasına beddua almıştı.
Ancak en kritik ve en tehlikeli cevap, Kuzey’den, dünyanın en büyük gücü olan Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu’nun sınırından gelecekti.
*********
BÖLÜM 28: İLK BÜYÜK İMTİHAN – BİZANS’A KARŞI MÛTE
(Medenî Dönem – XVII)
1. Harp (Savaş) İlanı: Elçinin Şehit Edilmesi (Hicret 8)
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Cihan Şümul davet mektuplarından birini de, Bizans’ın Suriye (Şam) valilerinden biri olan Busrâ Emîri’ne göndermişti. Bu vazife için elçi olarak Hâris bin Umeyr el-Ezdî (radıyallâhu anh) tayin edilmişti.
Elçi Hâris (r.a.), Medine’den yola çıktı. Medine ile Şam arasındaki “Mûte” (Bugünkü Ürdün’de) mevkiine geldiğinde, Bizans İmparatoru Herakliyus’a bağlı Gassânî Emîri (Bölge Valisi) olan Şurahbîl bin Amr tarafından durduruldu.
Şurahbîl, O’na (Hâris’e r.a.) “Nereye gidiyorsun? Yoksa sen Muhammed’in (s.a.v.) elçilerinden misin?” diye sordu.
Hâris (r.a.) cesaretle, “Evet, ben (Hâris r.a.) Allah’ın Resûlü’nün (s.a.v.) elçisiyim!” dedi.
O devrin bütün Cihan Şümul örfünde (teamülünde) ve devletler hukukunda tek bir kaide vardı: “Elçiye zeval olmazdı.” Elçiyi öldürmek, en büyük hakaret ve en açık “Harp (Savaş) İlanı” demekti.
Ancak Gassânî Emîri Şurahbîl, bu Cihan Şümul hukuku hiçe sayarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisi Hz. Hâris’i (r.a.) oracıkta yakalattı ve O’nu (Hâris’i r.a.) hunharca şehit etti.
Bu, İslâm Devleti’nin gönderdiği elçilerden şehit edilen ilk ve tek elçiydi.
2. Ordu Toplanıyor: 3.000 (Üç Bin) Kişi
Şehâdet haberi Medine’ye ulaştığında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) derin bir hüzne (üzüntüye) boğuldu ve bu cüreti gösterenlere derhal cevap verilmesi gerektiğine karar verdi. Bu, sadece bir elçinin intikamı değil, İslâm Devleti’nin onurunu (izzetini) ve Cihan Şümul davetinin ciddiyetini koruma meselesiydi.
Efendimiz (s.a.v.), derhal ordu toplanmasını emretti.
Bu ordu, Kureyş’e veya bedevîlere değil, dünyanın en büyük ve en disiplinli ordusu olan Bizans (Roma) ordusuna ve O’nun (Bizans’ın) müttefiklerine karşı gidiyordu. Bu emri duyan Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), tereddütsüz toplandı.
3.000 (Üç bin) kişilik, o güne kadar Medine’den çıkan en kalabalık İslâm Ordusu hazırlandı.
3. Üç Sancaktar ve Peygamber (s.a.v.) Mucizesi
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu zorlu sefere bizzat katılmadı (Bu, bir “Seriyye” idi, ancak ehemmiyeti (önemi) sebebiyle “Gazve” olarak anılır).
Medine’den ayrılmadan önce, orduya o meşhur ve mucizevî komuta zincirini tayin etti. Bu, aynı zamanda Nübüvvet’inin (Peygamberliğinin) bir isbatı olacaktı.
Mübarek Sancağı (Livâü’l-Beyzâ) eline aldı ve buyurdu:
“Sancağı, Zeyd bin Hârise (radıyallâhu anh) taşıyacaktır!”
(Bu, O’nun (s.a.v.) azatlı kölesi, evlatlığı ve en sevdiklerinden biriydi. Efendimiz (s.a.v.), bir kez daha, bir orduya komutan olarak kabile asaletine (enaniyetine) değil, liyâkate ve sadakate (Zeyd’e r.a.) kıymet verdiğini gösteriyordu.)
Sonra, olacakları görür gibi, ilâve etti:
“Eğer Zeyd (r.a.) şehit olursa, Sancağı Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) alsın!”
(Amcasının oğlu, Hayber Fâtihi Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi, Habeşistan kahramanı.)
Sonra tekrar ilâve etti:
“Eğer Ca’fer (r.a.) de şehit olursa, Sancağı Abdullah bin Revâha (radıyallâhu anh) alsın!”
(Medineli Ensâr’ın reisi, Akabe Biatı’nın kahramanı, İslâm’ın büyük şâiri.)
Orada bulunan Yahudilerden biri bu sıralamayı duyunca, “Eğer O (s.a.v.) gerçekten bir Peygamber ise, bu üçü de muhakkak ölecektir” diye fısıldamıştı.
Efendimiz (s.a.v.), orduyu Medine’nin dışındaki “Seniyyetü’l-Vedâ” (Vedâ Tepesi) mevkiine kadar bizzat uğurladı. Onlara (ordusuna) harp (savaş) ahlâkını bir kez daha hatırlattı: “Sakın bir kadını, bir çocuğu veya bir mâbede (kilise/havra) çekilmiş bir din adamını öldürmeyin! Ağaçları yakmayın, binaları yıkmayın!”
4. Ma’ân’daki Harp (Savaş) Meclisi: “Zafer veya Şehâdet!”
3.000 (Üç bin) kişilik İslâm Ordusu, kuzeye doğru yürüdü ve Mûte’ye yakın “Ma’ân” denilen (bugünkü Ürdün’de) yerde karargâh kurdu.
İşte o anda, İslâm tarihinin en sarsıcı askerî istihbarat (haberi) geldi:
Elçiyi (Hâris’i r.a.) öldüren Şurahbîl, yalnız değildi. Bizans İmparatoru Herakliyus, İslâm’ın bu cüretkâr ilerleyişini kökünden ezmek için, kardeşi Theodorus komutasında muazzam bir ordu göndermişti.
Siyer kaynakları, düşman ordusunun sayısını şöyle tasvir eder:
100.000 (Yüz bin) Bizans (Roma) askeri.
100.000 (Yüz bin) Bizans’a bağlı Hristiyan Arap (Gassânî, Lahm, Cüzâm) askeri.
Toplam: 200.000 (İki yüz bin) (En mutedil rivayetlerde dahi 100.000) kişilik, tepeden tırnağa zırhlı, dünyanın en güçlü ve en profesyonel ordusu.
Karşılarındaki güç: 3.000 (Üç bin) kişilik, çoğunluğu yaya, az zırhlı İslâm Ordusu.
Oran, 1’e 66 (altmış altı) idi. Bu, bir harp (savaş) değil, bir “imha (yok oluş)” harekâtıydı.
Ordu, Ma’ân’da iki gün durdu. Harp (Savaş) Meclisi toplandı.
• Görüş 1 (Mutediller): “Durum, tahmin ettiğimizin çok ötesindedir. Biz (3.000 kişi) 200.000 (İki yüz bin) kişiye karşı koyamayız. Derhal Resûlullah’a (s.a.v.) bir ulak gönderelim. Ya O’ndan (s.a.v.) takviye (yardımcı) kuvvet isteyelim ya da O’nun (s.a.v.) yeni emrini (Medine’ye dönme) bekleyelim.”
• Görüş 2 (Abdullah bin Revâha r.a.): Ordu bu görüşe (rey) meylederken, Sancağı üçüncü sırada alacak olan o büyük şâir ve kahraman Abdullah bin Revâha (radıyallâhu anh) ayağa fırladı. O (r.a.), o Cihan Şümul imanın ve şehâdet aşkının manifestosunu (ilanını) haykırdı:
“Ey Kavmim! Vallahi, şu an korktuğunuz ve çekindiğiniz o ‘ölüm’ (Şehâdet), zaten sizin (Medine’den) yola çıkarken arzuladığınız şeyin ta kendisidir!”
“Biz (Müslümanlar), düşmanlarımızla sayımızın çokluğuyla, silahımızın gücüyle veya atlarımızın fazlalığıyla savaşmayız! Biz, sadece ve sadece, Allah Teâlâ’nın (c.c.) bizi (Müslümanları) şereflendirdiği bu DİN (İslâm) ile savaşırız!”
“Haydi, yürüyün! Önümüzde sadece iki (2) güzellikten (Hüsnâ) biri var: Ya ‘Zafer’ (Galibiyet) ya da ‘Şehâdet’!”
Bu ateşli hitabe, 3.000 (Üç bin) kişilik ordunun kalbine çöken o zâhirî (dışsal) korkuyu söküp attı. Hepsi bir ağızdan gürledi: “Vallahi, İbn Revâha (r.a.) doğru söyledi! İleri!”
Ve 3.000 (Üç bin) kişilik ordu, 200.000 (İki yüz bin) kişilik Bizans denizine doğru “Mûte” meydanına yürüdü.
5. Mûte Harbi (Savaşı) ve Üç Şehit (Hicret 8, Cemâziyelevvel)
Harp (Savaş) başladı (M. 629). Bu, tarihin gördüğü en orantısız ve en kahramanca çarpışmalardan biriydi.
• Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.): Resûlullah’ın (s.a.v.) Sancaktarı ve ilk komutanı. O (Zeyd r.a.), o devasa düşman saflarının arasına bir aslan gibi daldı. O (Zeyd r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sancağını (bayrağını) bir an bile düşürmedi. Çarpışa çarpışa, Bizans mızrakları arasında vücudu delik deşik oldu ve ilk komutan olarak şehit düştü.
• Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a.): Sancak yere düşerken, ikinci komutan Hz. Ca’fer (r.a.) atından atladı (düşmanın atını ele geçirmemesi için), Sancağı kaptı. O (Ca’fer r.a.) da düşman saflarını yarmaya başladı. Düşmanlar O’nun (Ca’fer’in r.a.) etrafını sardı. Bir kılıç darbesiyle Sancağı tutan sağ kolu kesildi. O (Ca’fer r.a.), Sancağı derhal sol eline aldı. Düşmanlar sol kolunu da kestiler. O (Ca’fer r.a.), İslâm Sancağı yere düşmesin diye, onu iki kesik kolunun (pazularının) arasına, göğsüne bastırdı. Tam o esnada, bir Bizans askeri O’nu (Ca’fer’i r.a.) mızrakla vurdu ve ikinci komutan da şehit düştü.
(Harp (Savaş) bittikten sonra, O’nun (Ca’fer’in r.a.) mübarek bedeninde 90’dan (doksandan) fazla kılıç, mızrak ve ok yarası saydılar ve hepsi de vücudunun ön tarafındaydı; sırtında tek bir yara yoktu. O (Ca’fer r.a.), asla arkasını dönmemişti.)
• Hz. Abdullah bin Revâha (r.a.): Sancağı üçüncü komutan Hz. Abdullah (r.a.) aldı. O (Abdullah r.a.), atının üzerindeyken, bir anlık beşerî (insanî) bir tereddüt yaşadı. (Siyer kaynakları, o an nefsine (kendi kendine) şöyle bir şiir okuduğunu nakleder: “Ey nefsim! İleri atıl! Neden Cennet’e gitmekten çekiniyorsun? Yemin ederim, ya savaşacaksın ya da (korkaklık edersen) zorla savaştırılacaksın!”) Bu derûnî muhasebeden sonra atından indi, o da düşman saflarına daldı ve üçüncü komutan olarak şehit düştü.
6. Medine’deki “Canlı Yayın” Mucizesi
Bütün bunlar Mûte’de (Ürdün’de) olurken, yüzlerce kilometre uzakta, Medine’de Mescid-i Nebevî’de, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Ashâbına (r.anhüm) bir hutbe (konuşma) irad ediyordu.
Aniden sustu. Mübarek gözleri yaşlarla doldu. Sesi titreyerek, Mûte’deki harp meydanını sanki canlı izliyormuş gibi, o Cihan Şümul mucizesini gösterdi:
“Sancağı Zeyd (r.a.) aldı… Zeyd (r.a.) çarpıştı ve şehit oldu!”
(Mescid’deki Ashâb (r.anhüm) ağlamaya başladı.)
“Sonra Sancağı Ca’fer (r.a.) aldı… Ca’fer (r.a.) de çarpıştı ve şehit oldu!”
(Ağlamalar hıçkırıklara dönüştü.)
“Sonra Sancağı Abdullah bin Revâha (r.a.) aldı… O (Abdullah r.a.) da çarpıştı ve şehit oldu!”
(Efendimiz (s.a.v.) bir an durakladı ve gözyaşları içinde müjdeyi verdi:)
“Sonra Onlar (üçü), bana (s.a.v.) Cennet’e yükseltildiler. Yakuttan tahtlar üzerinde oturuyorlardı…”
Ve Hz. Ca’fer (r.a.) için şu hususi müjdeyi verdi: “Allah Teâlâ (c.c.), Ca’fer’e (r.a.) o kesilen iki koluna bedel, Cennet’te meleklerle (a.s.) birlikte uçacağı iki kanat (Tayyâr) ihsan etti.” (Bu yüzden O’na (Ca’fer’e r.a.) “Ca’fer-i Tayyâr” / Uçan Ca’fer denildi.)
7. Allah’ın (c.c.) Kılıcı: Hâlid bin Velîd (r.a.)
Efendimiz (s.a.v.) Medine’de gözyaşı dökerken, Mûte’de İslâm Sancağı yere düşmek üzereydi. Ordu komutansız kalmış, 200.000 (İki yüz bin) kişilik düşman çemberinde imha (yok) olmak üzereydi.
Sahâbeden (r.anhüm) Sâbit bin Erkam (r.a.), Sancağı kaptı ve bağırdı: “Ey Müslümanlar! Başınıza bir komutan seçin!”
Bütün gözler, o Cihan Şümul askerî dehâya, Uhud’da İslâm Ordusu’nu arkadan vuran, ancak Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Hâlid bin Velîd’e (radıyallâhu anh) döndü.
Hâlid (r.a.), “Ben (Hâlid r.a.) yeni Müslüman oldum, bu şeref Ensâr’a (Medinelilere) veya eski Muhâcirlere (Mekkelilere) aittir” dediyse de, ordu “Komutan sensin, yâ Hâlid!” (r.a.) diye gürledi.
Hâlid bin Velîd (r.a.), Sancağı eline aldı. O (Hâlid r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından tayin edilmemişti, ancak ordunun icmâsı (oy birliği) ile komutan olmuştu.
Hâlid (r.a.), bir askerî dâhiydi. Baktı ve gördü: 3.000 (Üç bin) kişiyle 200.000 (İki yüz bin) kişiyi yenmek mümkün değildi. Tek bir hedef vardı: İslâm Ordusu’nu imha (yok) olmaktan kurtarmak.
O gün, harbin (savaşın) ilk günü, Hâlid (r.a.) Sancağı aldığında, o kadar şiddetli savaştı ki, Siyer kaynakları O’nun (Hâlid’in r.a.) elinde tam dokuz (9) kılıcın parçalandığını nakleder. Orduyu o gün dağılmaktan kurtardı.
Gece olduğunda, o meşhur harp (savaş) hilesini (taktiğini) devreye soktu:
• Ordunun sağ kanadındaki (sağ cenah) askerleri sola (sol cenah), soldakileri sağa aldı.
• Öndeki (öncü) askerleri arkaya, arkadakileri öne aldı.
• Bir gruba, gece vakti uzakta tepelerde durmaksızın toz kaldırmalarını emretti (Sanki takviye/yardımcı kuvvet geliyormuş süsü vermek için).
Sabah oldu. 200.000 (İki yüz bin) kişilik Bizans Ordusu, karşılarındaki 3.000 (Üç bin) kişiye baktı. Ancak gördükleri yüzler, dün savaştıkları yüzler değildi. Sağda gördükleri, dün soldaydı. Önde gördükleri, dün arkadaydı. Uzaktan da toz bulutları geliyordu.
Bizans komutanları dehşete kapıldı: “Medine’den takviye (yardımcı) ordu gelmiş!”
Hâlid (r.a.), düşmanın bu şaşkınlığından istifade etti. Önce ani bir hücumla düşmanı şaşırttı, sonra da “taktiksel bir geri çekilme (ric’at)” ile İslâm Ordusu’nu o devasa çemberden, o imha (yok olma) tehlikesinden kurtararak, salimen Medine’ye doğru yola çıkardı.
Medine’de, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid’de o “canlı yayını” bitirirken, mübarek yüzü tebessüm etti ve son haberi verdi:
“Nihayet Sancağı, Allah’ın (c.c.) Kılıçlarından bir Kılıç (Seyfullah) eline aldı ve Allah (c.c.), O’nun (Hâlid’in r.a.) eliyle Müslümanlara (kurtuluş) fethini müyesser (kolay) kıldı.”
Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh), o gün, bizzat Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) lisanıyla “SEYFULLAH” (Allah’ın (c.c.) Kılıcı) unvanını aldı.
Ordu Medine’ye döndüğünde, bazı Medineliler (bilhassa çocuklar veya münafıklar), 3 (üç) komutanın şehit olduğunu ve ordunun (zafer kazanmadan) geri çekildiğini görünce, onları “Yâ Ferrârûn!” (Ey Kaçaklar! Ey Firariler!) diyerek taşlamaya (toz atmaya) başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ordusunu müdafaa etti:
“Hayır! Onlar ‘Ferrârûn’ (Kaçaklar) değil! Onlar, ‘Kerrârûn’dur (İnşallah, tekrar tekrar hücum edecek olanlardır)!”
Mûte, zâhiren bir zafer değildi; ancak 3.000 (Üç bin) kişinin, 200.000 (İki yüz bin) kişilik Roma İmparatorluğu’na meydan okuyup, O’nun (Roma’nın) kalbinden “sağ çıkması”, İslâm’ın adını Arap yarımadasının dışına, Cihan Şümul bir “Süper Güç” adayı olarak yazdırmıştı.
Hicretin 8. Yılı… İslâm Ordusu, Mûte’de, 200.000 (iki yüz bin) kişilik Bizans (Doğu Roma) ordusunun karşısına 3.000 (üç bin) kişiyle dikilmiş, üç sancaktarını (Zeyd, Ca’fer, Abdullah r.anhüm) şehit vermiş, ancak Hâlid bin Velîd’in (radıyallâhu anh) o Cihan Şümul askerî dehasıyla, o imha (yok oluş) çemberinden “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) unvanıyla çıkmıştı.
Bu sefer, İslâm Devleti’nin adını Arabistan yarımadasının dışına, dünyanın en büyük süper gücünün (Bizans) kapılarına dayamıştı. Medine artık sarsılmaz bir devletti. Güneyde (Mekke) ise, Hicretin 6. Yılında imzalanan Hudeybiye Muahedesi (Antlaşması) sayesinde zâhiren bir sulh (barış) ve sükûnet hâkimdi.
Ancak bu sulh (barış), İslâm’ın Cihan Şümul davetinin önünü açtığı gibi, Kureyş’in içindeki intikam ateşini de söndürmemişti. Ve Kureyş, İslâm tarihinin en büyük fethine (Mekke’nin Fethi) kapı aralayacak o son, o ölümcül hatayı yapmak üzereydi.
BÖLÜM 29: AHDİN (SÖZÜN) İHLÂLİ VE 10.000 KİŞİLİK FETİH ORDUSU
(Medenî Dönem – XVIII)
1. Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) İhlâli
Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) mühim şartlarından biri, “Diğer Arap kabileleri, isterlerse Muhammed’in (s.a.v.) himayesine (ittifakına), isterlerse Kureyş’in himayesine (ittifakına) girebilir. Hangi kabile hangi tarafa katılırsa, o tarafın bir parçası sayılacak ve onlara yapılan saldırı, asıl müttefike (Kureyş’e veya Medine’ye) yapılmış sayılacaktır” maddesiydi.
Bu maddeye binaen;
• Huzâa Kabilesi (ki Câhiliye devrinden beri Efendimiz’in (s.a.v.) dedesi Hâşimoğulları ile müttefikti), Resûlullah’ın (s.a.v.) ittifakına katıldı.
• Benî Bekir Kabilesi (ki Huzâa’nın kadim düşmanıydı), Kureyş’in ittifakına katıldı.
Antlaşma gereği, Benî Bekir ve Huzâa kabilesi de birbirine 10 yıl boyunca saldırmamakla yükümlüydü.
Ancak Hicretin 8. Yılı, Şâban ayında (Mûte’den kısa bir süre sonra), Kureyş, bu 10 yıllık sulhu (barışı) paramparça etti.
Benî Bekir kabilesi, Kureyş’in korumasına güvenerek, aralarındaki eski bir kan davasını canlandırmak istedi. Bir gece vakti, “Vetîr” denilen bir su başında, antlaşmaya (Muahedeye) güvenerek silahsız ve emniyet içinde bulunan Huzâa kabilesine âni bir baskın yaptılar.
Bu, bir katliamdı. Huzâalılar gafil avlanmıştı.
Ancak ihânetin en büyüğü, bu baskında Kureyş’in oynadığı roldü:
• Kureyş, müttefiki Benî Bekir’in bu saldırısını durdurmakla yükümlüyken, durdurmadı.
• Bilakis, Kureyş’in en azılı İslâm düşmanlarından olan Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil (Ebû Cehil’in oğlu) ve Süheyl bin Amr (Hudeybiye’yi imzalayan elçi), bu baskına gizlice silah ve at desteği verdiler.
• Hattâ bazı rivayetlere göre, bu Kureyş reisleri, gece karanlığından istifade ederek, yüzlerini gizleyip, bizzat Benî Bekir kabilesiyle birlikte Huzâalı Müslümanların katliamına iştirak ettiler (katıldılar).
Huzâalılar, canlarını kurtarmak için Mekke’ye, Mescid-i Harâm’ın (Harem Bölgesi) dokunulmazlığına sığındılar. Ancak Benî Bekir’in lideri Nevfel, o kadar Câhiliye kiniyle doluydu ki, Harem’de bile onları (Huzâalıları) takip etti ve “Bugün Harem falan yok! İntikam!” diye bağırdı.
2. “Yardım Sana Erişti, Yâ Amr!” (Medine’den Feryat)
Bu alçakça ihânet ve katliam üzerine, Huzâa kabilesinin reisi Amr bin Sâlim el-Huzâî, kırk (40) atlıyla birlikte, durmaksızın Medine’ye, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna geldi.
Mescid-i Nebevî’de, Resûlullah’ın (s.a.v.) ve Ashâbın (r.anhüm) önünde ayağa kalktı. Başına gelen felaketi, Benî Bekir’in zulmünü ve Kureyş’in bu ihânetini, son derece dokunaklı ve meşhur bir şiir (mersiye) ile feryat etti:
“Yâ Rab! Muhammed’e (s.a.v.) hatırlat, Seninle (s.a.v.) bizim aramızdaki o kadim ahdi (sözü)!”
“Kureyş sana (s.a.v.) verdiği sözden döndü, ahdini (sözünü) bozdu!”
“Bizi (Huzâalıları) Vetîr’de, uykumuzda, hattâ secdede (rükû halinde) iken katlettiler!”
“Yardım et, ey Allah’ın (c.c.) Resûlü! (s.a.v.) Bize yardım et!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), müttefikinin (Huzâa’nın) bu feryadını ve uğradığı ihâneti duyunca, mübarek yüzü hiddetten kızardı. O (s.a.v.) ahde (söze) vefânın (sadakatin) timsaliydi.
Mübarek ridasını (hırkasını) toplayarak ayağa kalktı ve gürledi:
“Nusirte, yâ Amr bin Sâlim!” (Yardım sana erişti / Yardım göreceksin, ey Amr bin Sâlim!)
Ve o Cihan Şümul yeminini etti:
“Vallahi, kendi nefsimi ve ailemi (Ehl-i Beytimi) neden (nasıl) koruyorsam, Huzâa kabilesini de onlardan (o şeylerden) korumazsam, Allah (c.c.) da bana (Muhammed’e s.a.v.) yardım etmesin!”
Artık karar verilmişti. Hudeybiye Muahedesi (Antlaşması), bizzat Kureyş’in eliyle yırtılmıştı.
3. Kureyş’in Paniği ve Ebû Süfyan’ın Zelil Yolculuğu
Kureyş, bu saldırıyı yaptığında, Mûte’nin neticesini (sonucunu) henüz tam bilmiyordu. Ancak İslâm Ordusu’nun (Hâlid r.a. komutasında) Bizans’tan “sağ kurtulduğunu” ve Medine’nin hâlâ dimdik ayakta olduğunu öğrendiklerinde, ne kadar büyük bir hata yaptıklarını anladılar.
Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) ordusunun, müttefiklerinin (Huzâa’nın) intikamını almak için Mekke’ye yürüyeceğinden emindiler.
Korku ve panik içinde, derhal bir “zarar kontrolü” (hasar tespiti) yapmaya karar verdiler. Liderleri Ebû Süfyan bin Harb’i, Medine’ye “acil” koduyla gönderdiler.
Ebû Süfyan’ın vazifesi: “Hudeybiye Muahedesi’ni (Antlaşmasını) yenilemek” ve “saldırıdan haberimiz yoktu” diyerek özür dilemekti.
Ebû Süfyan, Medine’ye geldi. Ancak 8 yıl önceki Ebû Süfyan değildi; Hendek’in mağrur (kibirli) komutanı değil, korku içindeki bir elçiydi.
İlk gittiği kapı, kendi öz kızının, Mü’minlerin Annesi (Ümmü’l-Mü’minîn) Hz. Ümmü Habîbe’nin (radıyallâhu anhâ) (ki Efendimiz’in s.a.v. zevcesiydi) kapısı oldu.
İçeri girdi. Tam Resûlullah’ın (s.a.v.) her zaman oturduğu mübarek mindere (sergiye) oturacaktı ki, Hz. Ümmü Habîbe (r.anha) bir hamleyle minderi çekti ve topladı.
Ebû Süfyan, şok oldu: “Kızım! Bu minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi bu mindere lâyık görmüyorsun?”
Öz kızının (r.anha) cevabı, Câhiliye bağlarını (enaniyetini) parçalayan o Cihan Şümul iman cevabıydı:
“Bu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sergisidir. Sen (Ebû Süfyan) ise müşriksin, necissin (manen kirlisin). Bir müşriğin, Resûlullah’ın (s.a.v.) sergisine oturmasına asla izin vermem!”
Ebû Süfyan, “Kızım, vallahi sen (Ebû Süfyan’dan) ayrıldıktan sonra çok değişmişsin!” diyerek öfkeyle oradan ayrıldı.
İkinci olarak Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Yalvardı, Muahedeyi (Antlaşmayı) yenilemeyi teklif etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ebû Süfyan’ın) yüzüne baktı, ancak tek bir kelime dahi cevap vermedi.
Üçüncü olarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’a (r.a.) gitti. Yalvardı: “Ne olur, Resûlullah (s.a.v.) ile konuş, O’nu (s.a.v.) ikna et.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) net cevap verdi: “Ben (Ebû Bekir r.a.), Resûlullah’a (s.a.v.) karşı bir işe asla aracılık etmem!”
Dördüncü olarak, Hz. Ömerü’l-Fâruk’a (r.a.) gitti. Hz. Ömer (r.a.), o celâlli (hiddetli) imanıyla gürledi:
“Ben (Ömer r.a.) mi sizin için şefaat (aracılık) edeceğim? Vallahi, (savaşacak) bir çakıl taşından başka bir şey bulamasam dahi, o taşla bile sizinle (Kureyş ile) harp (savaş) ederim!”
Ebû Süfyan, çaresiz ve zelil (aşağılanmış) bir halde, son kapı olarak Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Fâtıma’nın (r.anha) evine gitti. (Hz. Ali r.a., Ebû Süfyan’ın amcaoğluydu.)
Onlara (Hz. Ali r.a. ve Hz. Fâtıma r.anha) yalvardı. Hz. Ali (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.) bir karar vermişse, biz (Hz. Ali r.a.) O’nu (s.a.v.) döndüremeyiz” dedi.
Ebû Süfyan, o kadar çaresizdi ki, Hz. Fâtıma’nın (r.anha) kucağındaki küçük Hz. Hasan’ı (r.a.) işaret etti: “Ne olur, şu oğlun (Hasan r.a.) kalksın, ‘Ben (Hasan r.a.) Kureyş’i himayeme (korumama) aldım’ desin. O (Hasan r.a.) ‘Arapların Efendisi’ olur!”
Hz. Fâtıma (r.anha) hiddetle cevap verdi: “O (Hasan r.a.) daha çocuktur! Hem Resûlullah’ın (s.a.v.) kararına karşı kim himaye (koruma) verebilir?”
Ebû Süfyan, Medine’de kimseden yüz bulamamıştı. Kendi öz kızı (r.anha) bile O’nu (Ebû Süfyan’ı) reddetmişti. Zelil (aşağılanmış) bir halde Mekke’ye döndü ve Kureyş’e raporunu verdi: “Muhammed (s.a.v.) kararını vermiş. Harp kaçınılmaz!”
4. “Allah’ım (c.c.), Gözlerini Bağla!”: 10.000 (On Bin) Kişilik Fetih Ordusu
Ebû Süfyan Medine’den ayrılır ayrılmaz, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul emrini verdi: “Sefere Hazırlık!”
Ancak bu sefer, O’nun (s.a.v.) bir hedefi vardı: Kan dökmemek.
O (s.a.v.), doğduğu şehri, Kâbe’yi seviyordu. Eğer Kureyş, O’nun (s.a.v.) geldiğini bilirse, harp hazırlığı yapar; Mekke sokakları (Harem Bölgesi) kan gölüne dönerdi.
Bunun olmaması için, “Baskın” (Sürpriz Saldırı) stratejisini seçti.
• Hedefi Gizledi: Ashâbına (r.anhüm) “Hazırlanın” dedi, ancak nereye gidileceğini (Mekke’ye mi, Tâif’e mi, kuzeye mi) sadece en yakın kumandanlarına (Hz. Ebû Bekir r.a. gibi) söyledi.
• Bütün Yolları Tuttu: Medine’den Mekke’ye haber sızmasın diye, bütün yollara nöbetçiler dikti.
• Bütün Müttefikleri Çağırdı: Sadece Medineliler (Ensâr ve Muhâcirler) değil; Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Gıfâr, Eşlem, Müzeyne, Cüheyne, Süleym, Gatafân gibi bütün müttefik kabilelere “Silahlanan, Medine’ye gelsin!” emri gönderdi.
Ve İslâm tarihinin, o güne kadar gördüğü en muazzam, en kalabalık ve en disiplinli ordusu Medine’de toplandı: 10.000 (On bin) kişilik Fetih Ordusu!
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu büyük orduyla Mekke’ye doğru yola çıkmadan önce, planının (kansız fetih) başarılı olması için Rabbine (c.c.) şu duayı etti:
“Allâhümme! Huz ‘ani’l-‘uyûne ve’l-ahbâra ‘an Kureyşin hattâ ebğatehâ fî bilâdihâ!”
(Allah’ım! Kureyş’in casuslarını (gözlerini) ve habercilerini bizden al (onların gözlerini bağla, haber almalarını engelle)! Tâ ki, biz onların yurduna (Mekke’ye) aniden (baskınla) varalım!)
(Bu duaya rağmen, Ashâbdan (r.anhüm) Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.) adında bir Sahabî (r.a.) (Bedir ehlindendi), Mekke’deki ailesini korumak için, Kureyş’e ordunun geldiğini haber veren bir mektup yazıp bir kadına verdi. Cebrail (a.s.), bu ihâneti Resûlullah’a (s.a.v.) vahiyle bildirdi. Efendimiz (s.a.v.) derhal Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr’i (r.a.) gönderdi, kadını yolda yakalattı ve mektuba el koydurdu. Böylece baskın planı, ilâhî bir müdahaleyle korunmuş oldu.)
Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 10. Günü (10 Ramazan 8 H.).
10.000 (On bin) kişilik o muazzam ordu, oruçlu (bazıları seferî/yolcu olduğu için oruçsuz) halde, Kureyş’in haberi olmadan, Mekke’ye doğru yürüyüşe geçti.
Sekiz (8) yıl önce, gecenin karanlığında, bir mağaraya sığınarak, ağlayarak terk ettiği şehrine (Mekke’ye), şimdi 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı olarak dönüyordu.
BÖLÜM 30: EL-FETHU’L-A’ZAM – MEKKE’NİN FETHİ (KANSIZ ZAFER)
(Medenî Dönem – XIX)
1. Merrü’z-Zahrân: 10.000 (On Bin) Ateşin Dehşeti
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve 10.000 (On bin) kişilik ordusu, akşam karanlığı çöktüğünde Mekke’ye çok yakın bir vadi olan **”Merrü’z-Zahrân”**a (bugünkü Fâtıma Vadisi) ulaştı ve orada konakladı.
Kureyş hâlâ gaflet içindeydi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kureyş’in kalbine, kılıçtan daha keskin bir “korku” ve “heybet” salarak, onların harp etme azmini tamamen kırmak istiyordu. Tâ ki, kan dökülmesin.
O gece, o Cihan Şümul askerî dehasıyla ordusuna şu emri verdi:
“Ordudaki herkes, ayrı ayrı ateş yaksın!”
O gece, Merrü’z-Zahrân vadisi, Mekke’nin ufkunda, 10.000 (On bin) ayrı ateşin alevleriyle aydınlandı. Vadi, bir ateş denizine dönmüştü.
Mekke’de, bu dehşet verici manzarayı fark eden Kureyş reisleri (Ebû Süfyan, Hakîm bin Hizâm, Budeyl bin Verkâ) dehşete kapıldılar.
“Bu da ne? Vallahi, yeryüzünde böyle bir ordu, böyle bir ateş görmedik! Hangi kabile bu? Gatafân mı? Huzâa mı?”
Ebû Süfyan, titreyerek, “Bu, Huzâa’nın ateşinden çok daha büyük bir felaket!” dedi.
Kureyş’in lideri Ebû Süfyan, bu ateşlerin ne olduğunu öğrenmek için, yanına birkaç adamını alarak, gecenin karanlığında Mekke’den gizlice çıktı ve o ateş denizine doğru ilerledi.
2. Ebû Süfyan’ın Yakalanışı ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Himayesi
Aynı esnada, İslâm Ordusu’nun içinde, kalbi Mekke için çarpan biri vardı: Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbâs (radıyallâhu anh). (Hz. Abbâs r.a., Kazâ Umresi’nden sonra Medine’ye hicret etmişti ve artık ordudaydı.)
Hz. Abbâs (r.a.) düşündü: “Eğer Resûlullah (s.a.v.) yarın bu orduyla Mekke’ye girerse ve Kureyş direnirse, bu, Kureyş’in sonu olur!”
Kavminin (Kureyş’in) kanının dökülmesini istemiyordu. Resûlullah’ın (s.a.v.) katırı (Düldül) üzerine atladı ve gecenin karanlığında, “Belki Mekke’den gelen bir oduncu veya sütçü bulurum da, Kureyş’e haber gönderirim; ‘Muhammed (s.a.v.) geldi, teslim olun!’ desin” diye karargâhtan ayrıldı.
İki taraf da (Ebû Süfyan keşif için, Hz. Abbâs r.a. haberci aramak için) karanlıkta ilerlerken, birbirlerinin seslerini duydular.
Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ın sesini tanıdı!
“Ebû Hanzala (Ebû Süfyan’ın künyesi) sen misin?”
Ebû Süfyan, dehşetle sordu: “Ebû’l-Fadl (Hz. Abbâs’ın r.a. künyesi) sen misin? Nedir bu felaket? Bu gördüğümüz ateşler kimindir?”
Hz. Abbâs (r.a.) o Cihan Şümul gerçeği söyledi:
“Bu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) 10.000 (On bin) kişilik ordusudur! Kureyş için felaket kapıdadır!”
Ebû Süfyan donakaldı: “Peki, çare nedir? Ne yapmalıyız?”
Hz. Abbâs (r.a.): “Tek çare var! Gel, benim (Hz. Abbâs’ın r.a.) terkime (katırımın arkasına) bin! Seni (Ebû Süfyan’ı) Resûlullah’tan (s.a.v.) ’eman’ (güvence/af) dilemek üzere O’nun (s.a.v.) huzuruna götüreyim. Yoksa sabah olduğunda Kureyş’in kökü kazınır!”
Ebû Süfyan, çaresizce, Kureyş’in Başkomutanı olarak, Hz. Abbâs’ın (r.a.) katırının terkisine bindi ve İslâm karargâhına doğru yola çıktılar.
Karargâha yaklaştıklarında, o gece nöbet tutan komutanın ateşini gördüler. O komutan, Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh) idi.
Hz. Ömer (r.a.), karanlıkta gelen katırı durdurdu. Terkideki adamı görünce gözleri parladı. O adam, İslâm’ın en azılı düşmanı, Uhud’un ve Hendek’in komutanı Ebû Süfyan’dı!
Hz. Ömer (r.a.) kılıcına davrandı ve gürledi:
“Elhamdülillah! (Allah’a c.c. hamdolsun!) Allah (c.c.), seni (Ebû Süfyan’ı) bize ahidsiz (anlaşmasız) ve amansız (güvencesiz) teslim etti! Ey Allah’ın (c.c.) düşmanı!”
Hz. Ömer (r.a.), O’nu (Ebû Süfyan’ı) oracıkta öldürmek için hamle yaptı.
Ancak Hz. Abbâs (r.a.) atıldı: “Dur yâ Ömer! (r.a.) O (Ebû Süfyan), benim (Hz. Abbâs’ın r.a.) himayemdedir (emanımdadır)!”
Hz. Ömer (r.a.), “Himaye (Eman) falan tanımam!” diyerek Resûlullah’ın (s.a.v.) otağına (çadırına) doğru koştu. Hz. Abbâs (r.a.) da katırını mahmuzlayarak Efendimiz’in (s.a.v.) otağına (çadırına) ulaştı.
3. Ebû Süfyan’ın İslâm’a Girişi ve “Eman” Vaadi
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) otağında (çadırında) o gece tarih yeniden yazılıyordu.
Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) İzin ver, şu Allah’ın (c.c.) düşmanı Ebû Süfyan’ın boynunu vurayım!”
Hz. Abbâs (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Hz. Abbâs r.a.) O’na (Ebû Süfyan’a) eman (güvence) verdim!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ömer’i (r.a.) durdurdu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) “O’nu (Ebû Süfyan’ı) sabah bana (s.a.v.) getir” buyurdu.
Sabah oldu. Otağ (Çadır) yeniden kuruldu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yıllarca kendisine (s.a.v.) zulmeden, O’nu (s.a.v.) öldürmek için Uhud’a ve Hendek’e ordularla gelen o mağrur (kibirli) Kureyş Reisi’ne baktı. Ve o mübarek suali sordu:
“Yazık sana, ey Ebû Süfyan! ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan c.c. başka ilâh yoktur) hakikatini anlamanın vakti hâlâ gelmedi mi?”
Ebû Süfyan, kekeledi: “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun! Ne kadar yumuşak huylu, ne kadar şereflisin! Vallahi, eğer Allah’tan (c.c.) başka bir ilâh (putlar) olsaydı, Hendek’te, Uhud’da bize yardım ederlerdi. Evet, Allah’tan (c.c.) başka ilâh olmadığına kani oldum.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ikinci suali sordu:
“Peki, benim (Muhammed’in s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlü olduğumu anlamanın vakti gelmedi mi?”
Ebû Süfyan, tereddüt etti: “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun! Bu konuda… Bu konuda benim (Ebû Süfyan’ın) içimde hâlâ biraz şüphe var.”
İşte o an, Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ın kulağına eğildi ve kükredi:
“Ey Ebû Süfyan! Aklını başına al! Şu an kılıcın ucundasın! Derhal ‘Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’ (Şahitlik ederim ki Muhammed s.a.v. Allah’ın c.c. Elçisidir) de, yoksa boynun vurulacak!”
Ebû Süfyan, 10.000 (On bin) kişilik ordunun Başkomutanının (s.a.v.) karşısında, otağda (çadırda) can korkusuyla, tereddüt içinde Kelime-i Şehâdet’i getirdi.
Zâhiren Müslüman olmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ebû Süfyan’ın) kalbini biliyordu, ancak O’nun (s.a.v.) maksadı Ebû Süfyan’ın imanı değil, Mekke’nin “Kansız Fethi” idi.
Hz. Abbâs (r.a.) araya girdi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ebû Süfyan, ‘Fahr’i (övünmeyi, itibarı) seven bir adamdır. O’na (Ebû Süfyan’a) bir şeref, bir imtiyaz (ayrıcalık) ver ki, kavmine (Kureyş’e) bununla övünebilsin.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul harp psikolojisi ve siyâset dehasıyla, hem kan dökülmesini engelleyecek hem de Kureyş’in liderinin enaniyetini (kibrini) okşayacak o meşhur “Genel Af” (Eman) ilanını yaptı:
“Git, yâ Abbâs! (r.a.) Ebû Süfyan’ı vadinin en dar yerine, İslâm Ordusu’nun geçit törenini göreceği yere götür. O (Ebû Süfyan), Allah’ın (c.c.) ordusunun heybetini görsün!”
Ve Ebû Süfyan’a döndü:
“Git, kavmine (Kureyş’e) söyle! Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, O (sığınan) emniyettedir (güvendedir)!”
(Ebû Süfyan’ın evi, Kureyş reisinin evi olarak “eman” bölgesi ilan edilmişti.)
“Kim, kendi evine kapanır, kapısını kilitlerse, O (sığınan) da emniyettedir!”
“Ve kim, Mescid-i Harâm’a (Kâbe’ye) sığınırsa, O (sığınan) da emniyettedir!”
4. İslâm Ordusu’nun Heybeti (Geçit Töreni)
Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ı vadinin en dar boğazına götürdü. Ve 10.000 (On bin) kişilik Fetih Ordusu, kabile kabile, sancak sancak, o boğazdan geçmeye başladı.
Gıfâr geçti… Cüheyne geçti… Süleym geçti… Ebû Süfyan, “Bunlar kim?” diye sordukça, Hz. Abbâs (r.a.) “Bunlar Gıfâr, bunlar Süleym…” diye cevaplıyordu.
Ebû Süfyan, “Benim (Ebû Süfyan’ın) onlarla ne işim olur…” diye mırıldanıyordu.
En son, yeşil zırhlara bürünmüş, sadece gözleri görünen, sayıları binlerce olan o en heybetli birlik geldi. Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Hadrâ” (Yeşil) Taburu, yani Ensâr ve Muhâcirlerin (r.anhüm) çekirdek ordusuydu.
Ebû Süfyan, bu heybet karşısında titredi: “Sübhânallah! (Allah c.c. ne yücedir!) Bunlar kim, yâ Abbâs? (r.a.)”
Hz. Abbâs (r.a.) cevap verdi: “İşte bu, Resûlullah’tır (sallallâhu aleyhi ve sellem)! Ensâr (Medineliler) ve Muhâcirler (Mekkeliler) ile birlikte!”
Ebû Süfyan, o anda teslim oldu:
“Yâ Ebâ’l-Fadl! (Hz. Abbâs r.a.) Vallahi, kardeşinin oğlunun (Muhammed’in s.a.v.) mülkü (krallığı) ne kadar da büyümüş!”
Hz. Abbâs (r.a.), o Câhiliye (yanlış inanç) bakışını (açısını) düzeltti:
“Yazık sana, ey Ebû Süfyan! O (s.a.v.) ‘Mülk’ (Krallık) değil, O (s.a.v.) ‘Nübüvvet’tir (Peygamberliktir)!”
5. “Bugün Merhamet Günüdür!”: Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H.)
Ebû Süfyan, bu heybeti gördükten sonra, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle Mekke’ye koştu. Kâbe’nin önüne çıktı ve Kureyş’e nefesi kesilerek bağırdı:
“Ey Kureyş! İşte Muhammed (s.a.v.), sizin karşı koyamayacağınız bir orduyla geldi! (Gördüklerimi anlattı).”
“Kurtulmak isteyen, benim (Ebû Süfyan’ın) evime sığınsın!”
“Kurtulmak isteyen, kendi evine kapansın!”
“Kurtulmak isteyen, Mescid-i Harâm’a (Kâbe’ye) sığınsın!”
Kureyş’in harp (savaş) etme azmi, o anda tamamen kırıldı. Mekke, kansız bir fethe hazırlanıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), 10.000 (On bin) kişilik ordusunu dört (4) kola ayırdı:
• Sağ Kanat: Hâlid bin Velîd (Seyfullah) (r.a.) (Mekke’nin alt tarafından/Lît’ten girecek).
• Sol Kanat: Zübeyr bin Avvâm (r.a.) (Mekke’nin üst tarafından/Kedâ’dan girecek ve Sancağı Kâbe’nin yanına dikecek).
• Piyadeler: Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.) (Vadinin içinden/Batn-ı Vâdi’den girecek).
• Ensâr ve Muhâcirler: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Sa’d bin Ubâde (r.a.) (En arkadan ve merkezden girecek).
Efendimiz’in (s.a.v.) bütün komutanlarına tek bir emri vardı:
“Size saldıranlar (mukâbele edenler) dışında, KESİNLİKLE kimseyle savaşılmayacak! Kan dökülmeyecek!”
Ordu ilerlerken, Ensâr’ın Sancaktarı (Bayraktarı) olan Sa’d bin Ubâde (r.a.), Câhiliye’den kalma bir hamasetle (kahramanlık coşkusuyla), Ebû Süfyan’ın yanından geçerken gürledi:
“Ey Ebû Süfyan! El-yevme yevmü’l-melhame!” (Bugün, en büyük harp (savaş) ve katliam günüdür!)
Ebû Süfyan, dehşetle Resûlullah’a (s.a.v.) koştu: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sa’d (r.a.) ne diyor? Bize (Kureyş’e) eman (güvence) vermedin mi? O (Sa’d r.a.) bugün katliam yapacağını söylüyor!”
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sa’d’ın (r.a.) bu sözüne hiddetlendi. Fethin, intikam değil, rahmet olmasını istiyordu.
Derhal Sancağı Sa’d bin Ubâde’den (r.a.) aldı ve O’nun (Sa’d’ın r.a.) oğlu Kays bin Sa’d’a (r.a.) (veya Hz. Ali’ye r.a.) verdi. Ve o Cihan Şümul af ilanını haykırdı:
“Hayır, yâ Ebâ Süfyan! Sa’d (r.a.) yanlış söyledi!”
“Bel, el-yevme yevmü’l-merhame!” (Bilakis, bugün Merhamet Günüdür!)
“El-yevme yevmün tu’azzamu fîhi’l-Ka’be!” (Bugün, Kâbe’nin azametinin (şerefinin) yüceltileceği gündür!)
20 Ramazan 8 H. (M. 630), Cuma günü (veya Pazartesi).
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekiz (8) yıl önce ağlayarak çıktığı mübarek şehrine (Mekke’ye), 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı olarak, devesi Kasvâ’nın üzerinde, Fetih Suresi’ni okuyarak giriyordu.
Ama O (s.a.v.), bir Kral veya İmparator gibi kibirle (enaniyetle) girmiyordu. O (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) kendisine (s.a.v.) lütfettiği bu fetih karşısında, o kadar büyük bir tevazu (alçakgönüllülük) ve şükür içindeydi ki;
Mübarek başını, devesinin hörgücüne değecek kadar öne eğmişti.
O (s.a.v.), Mekke’ye, bir “Fâtih” olarak değil, bir “Kul” olarak giriyordu.
(Sadece Hâlid bin Velîd’in (r.a.) girdiği güney kolunda, İkrime ve Safvân’ın (r.anhüm) komuta ettiği küçük bir müşrik grubu direniş göstermiş, Hâlid’in (r.a.) ordusu o direnişi kırmış, 12-13 müşrik öldürülmüş, Müslümanlardan ise sadece 2 şehit verilmişti. Bunun dışında Mekke’ye tek bir damla kan dökülmeden girilmişti.)
Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 20’si, Cuma günü… Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekiz (8) yıl önce gizlice terk ettiği şehrine, 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun başında, bir Fâtih olarak giriyordu. Ancak bu Fâtih, diğer krallara ve imparatorlara zıt (aykırı) olarak, kibir (enaniyet) ve intikamla değil, Allah’a (c.c.) olan şükrü ve tevazusuyla, mübarek başını devesinin hörgücüne değecek kadar eğerek ilerliyordu.
O (s.a.v.), Mekke sokaklarından geçerken, evine gitmedi. O’nun (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) ordusunun tek bir hedefi vardı: Câhiliye’nin (yanlış inançların) merkezi olan Kâbe-i Muazzama’yı, atası Hz. İbrahim’in (a.s.) inşa ettiği o Tevhid kalesini, ait olduğu asıl gayesine, yani sadece Allah’a (c.c.) ibadet edilen bir mâbede (ibadethaneye) döndürmek.
BÖLÜM 31: KÂBE’NİN TATHÎRİ (TEMİZLENMESİ) VE “GENEL AF”
(Medenî Dönem – XX: Mekke’nin Fethi’nin Tamamlanışı)
1. Kâbe’nin Putlardan (Sanam) Temizlenmesi
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Mescid-i Harâm’a ulaştı. O’nun (s.a.v.) mübarek lisanında (dilinde), O’na (s.a.v.) bu “Apaçık Feth”i (Feth-i Mübîn) vaat eden Fetih Suresi vardı.
Hacerü’l-Esved’i devesinin üzerinden, elindeki asâ (değnek) ile selamladı (İstilâm etti) ve tekbir (“Allahu Ekber!”) getirdi. 10.000 (On bin) kişilik ordu, O’nunla (s.a.v.) birlikte tekbir getirdi; Mekke dağları “Allahu Ekber!” nidalarıyla yankılandı.
Devesinin üzerinde, o mahşerî kalabalığın içinde, Kâbe’yi tavaf etti.
Tavafını tamamlarken, Kâbe’nin etrafına ve içine Câhiliye (yanlış inanç) devrinde yerleştirilmiş olan 360 (Üç yüz altmış) putu (sanem) gördü. Bunların en büyüğü Hubel, İsaf ve Naile idi.
O (s.a.v.), elindeki asâ (değnek/yay) ile, o kurşunla (veya harçla) sabitlenmiş putlara (sanemlere) tek tek işaret etmeye başladı.
O (s.a.v.) mübarek asâsıyla (değneğiyle) hangi puta (saneme) dokunsa (veya işaret etse), o put (sanem) yüzüstü yere devriliyordu.
O (s.a.v.) bu Cihan Şümul temizliği yaparken, lisanından da Kur’ân-ı Kerîm’in o Cihan Şümul hakikati dökülüyordu:
“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl (yanlış inanç) yok oldu. Şüphesiz bâtıl (yanlış inanç), yok olmaya mahkûmdur.'” (İsrâ, 17/81)
Hak gelmişti; 360 (Üç yüz altmış) putun (sanemin) tamamı, tek bir balyoz darbesine gerek kalmadan, o ilâhî heybet karşısında devrilmiş, Kâbe’nin avlusu şirkten (yanlış inançtan) temizlenmişti.
2. Kâbe’nin Anahtarı ve Emanetin Ehline (Sahibine) Verilmesi
Sıra, Kâbe’nin içini temizlemeye gelmişti. Kâbe’nin kapısı kilitliydi. Kâbe’nin anahtarı (Sidâne vazifesi), Câhiliye’den (yanlış inançtan) beri Kureyş’in Benî Abdüddâr kolundan Osman bin Talha’daydı.
Efendimiz (s.a.v.), Osman bin Talha’yı çağırttı ve O’ndan (Osman’dan) anahtarı istedi.
(Osman bin Talha, henüz imanında tereddüt yaşayan biriydi. Rivayete göre, anahtarı vermekte tereddüt edince veya “Annemdedir” deyince, Hz. Ali (r.a.) o Cihan Şümul celâliyle (hiddetiyle) anahtarı O’ndan (Osman’dan) (veya annesinden) aldı.)
Anahtar, Fâtih’in (Muhammed’in s.a.v.) elindeydi.
Kâbe’nin kapısı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yanına sadece vefâkâr dostu Hz. Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.), “evlatlığı” Hz. Usâme bin Zeyd’i (r.a.) ve (anahtarı getiren) Osman bin Talha’yı (r.a.) alarak içeri girdi.
Kâbe’nin içi de putlarla (sanemlerle) ve tasvirlerle (resimlerle) doluydu. Müşrikler, duvarlara meleklerin (a.s.), Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Hz. Meryem’in (r.anha) tasvirlerini (resimlerini) çizmişlerdi.
Efendimiz (s.a.v.), içerideki bütün putların (sanemlerin) derhal kırılmasını ve bütün o tasvirlerin (resimlerin) silinmesini emretti.
Atası Hz. İbrahim’in (a.s.) Tevhid Mâbedi (İbadethanesi), her türlü şirk (yanlış inanç) unsurundan tamamen tathîr edildi (temizlendi).
Ardından Rahmet Peygamberi (s.a.v.), Kâbe’nin içinde, o mübarek duvarların arasında iki rekât şükür namazı kıldı.
Namazdan sonra dışarı çıktı. Kâbe’nin anahtarı mübarek elindeydi.
Amcası Hz. Abbâs (r.a.) (Kâbe’nin ‘Sikâye’ (hacılara su temini) vazifesini elinde tutuyordu) ve Hz. Ali (r.a.) (Hâşimoğulları’nın reisi), Fâtih’in (Muhammed’in s.a.v.) huzuruna geldiler. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Artık harp bitti. Hem Sikâye (su temini) hem de Sidâne (Kâbe anahtarı/perdedarlığı) vazifesini şeref olarak bize (Hâşimoğulları’na) verin” diye talepte bulundular.
Bu, siyâsî açıdan çok mantıklı bir talepti.
Ancak tam o esnada, Cebrail (aleyhisselâm), Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) o Cihan Şümul adalet ve emanet (güvence) ayetini getirdi:
“Şüphesiz Allah (c.c.), size emanetleri mutlaka ehline (sahiplerine) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder…” (Nisâ, 4/58)
Bu, ilâhî bir emirdi. “Emanet” (Kâbe’nin anahtarı), ehli (sahibi) olan Osman bin Talha’ya (r.a.) iade edilmeliydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) talebini reddetti. Osman bin Talha’yı (r.a.) çağırdı ve anahtarı O’na (Osman’a r.a.) geri uzattı. Ve o Cihan Şümul adalet sözünü söyledi:
“Al, yâ Osman! (r.a.) Bugün ‘Vefâ ve İyilik’ günüdür. Bu anahtar, ebediyen sizin ailenizde (Benî Abdüddâr’da) kalacaktır. Bu anahtarı sizden, ancak zâlim (haksız) olanlar alır!”
(Resûlullah’ın (s.a.v.) bu eşsiz adaleti ve vefâsı, Osman bin Talha’nın (r.a.) ve ailesinin kalbini tamamen İslâm’a bağladı.)
3. “Gidiniz, Hepiniz Serbestsiniz!” (Genel Af)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kâbe’nin kapısının eşiğinde durdu. Mübarek elini kapının pervazına koydu.
Aşağıda, Mescid-i Harâm’ın avlusunda, sekiz (8) yıl boyunca O’na (s.a.v.) ve Ashâbına (r.anhüm) en ağır zulümleri yapan, O’nu (s.a.v.) yurdundan çıkaran, O’nu (s.a.v.) öldürmek için Uhud’a ve Hendek’e ordularla gelen Kureyş’in tamamı; erkekler, kadınlar, reisler (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime) toplanmıştı.
Korku içinde, başları öne eğik, kaderlerini bekliyorlardı.
O (s.a.v.), 10.000 (On bin) kişilik Fâtih ordunun Başkomutanıydı. O (s.a.v.), bir Fâtih’in, mağlup ettiği düşmanına yapabileceği her şeyi (intikam, katliam, sürgün, köleleştirme) yapma hakkına zâhiren sahipti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kaderini bekleyen o kalabalığa baktı ve o meşhur hutbesine (konuşmasına) başladı. “Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur, O’nun (c.c.) ortağı yoktur…” diye Tevhid’i ilan ettikten sonra, Kureyş’e döndü ve o tarihî suali sordu:
“Ey Kureyş cemaati! Bugün, benden (Muhammed’den s.a.v.) size nasıl bir muamele yapacağımı umuyorsunuz? (Mâ tezunnûne ennî fâ’ilün biküm?)”
Kureyş, O’nun (s.a.v.) “el-Emîn” (Güvenilir) olduğunu, O’nun (s.a.v.) “Rahmet” Peygamberi (s.a.v.) olduğunu biliyordu. O’nun (s.a.v.) merhametine sığındılar. Hep bir ağızdan, Hz. Yûsuf’a (a.s.) kardeşlerinin söylediği o sözle cevap verdiler:
“Hayr (İyilik) umuyoruz! Sen (s.a.v.), ‘Ahun Kerîm’ (Çok şerefli ve asil bir Kardeş) ve ‘İbnü Ahin Kerîm’sin! (Çok şerefli ve asil bir Kardeşin Oğlusun!)”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu cevabı duyunca, O (s.a.v.) da onlara (Kureyş’e), kardeşi Hz. Yûsuf’un (a.s.) Mısır’da kardeşlerine verdiği o Cihan Şümul affı ilan etti (Bkz: Yûsuf, 12/92):
“Bugün size hiçbir kınama (serzeniş) yoktur! Allah (c.c.) sizi affetsin! O (c.c.), merhametlilerin en Merhametlisidir.”
Ve ardından, “Merhamet Günü”nü (Yevmü’l-Merhame) ilan eden o Cihan Şümul “Genel Af” cümlesini kurdu:
“İzhebû fe entüm et-Tulakâ’!”
(Gidiniz! Hepiniz serbestsiniz!)
Bu, bir Fâtih’in, bir intikamcının değil; bir Peygamber’in (s.a.v.) gösterebileceği en yüce faziletti (erdemdi). Harp (Savaş) bitmiş, kalplerin fethi başlamıştı.
4. Kâbe’nin Damındaki Muzaffer (Galip) Nidâ: Ezan
Fetih tamamlanmış, putlar (sanemler) kırılmış, canlar bağışlanmıştı.
Öğle namazı vakti girmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sekiz (8) yıl önce Mekke sokaklarında, Kureyş reislerinin (Ümeyye bin Halef) kızgın kumlara yatırıp göğsüne kaya koyduğu ve “İnkâr et!” diye işkence ettiği o mübarek Sahabî’ye (r.a.) döndü.
O’na (s.a.v.), İslâm’ın o ilk “Sesi”ne, Hz. Bilâl-i Habeşî’ye (radıyallâhu anh) emretti.
Hz. Bilâl (r.a.), o Habeşli, o eski köle, o gün, İslâm’ın muzaffer (galip) Fâtih’inin (Muhammed’in s.a.v.) Baş Müezzini olarak, Kureyş’in bütün reislerinin (Ebû Süfyan, Attâb bin Esîd vb.) gözleri önünde, o Câhiliye (yanlış inanç) kibirlerinin (enaniyetlerinin) üzerine basarak, Kâbe-i Muazzama’nın damına (tavanına) çıktı.
Ve o gür, o muzaffer (galip) sesiyle, Fetih Ezanı’nı Mekke semâlarına haykırdı:
“Allahu Ekber! Allahu Ekber! … Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”
Aşağıda, o sesi duyan Kureyş’in yeni iman etmiş (veya etmekte tereddüt eden) reisleri, Câhiliye (yanlış inanç) damarlarıyla fısıldaşıyorlardı:
Ebû Süfyan: “Ben (Ebû Süfyan) bir şey demem. Desem, şu çakıl taşları bile O’na (Muhammed’e s.a.v.) haber verir!”
Attâb bin Esîd: “Allah’a (c.c.) hamdolsun ki, babam (Esîd) bugünü (bu siyah kölenin Kâbe’nin damına çıktığını) görmeden öldü!”
Hâris bin Hişâm: “Vallahi, O’nun (Muhammed’in s.a.v.) hak olduğunu bilsem, O’na (s.a.v.) tâbi olurdum!”
(Daha sonra hepsi samimi Müslümanlar olacaklardı.)
Ancak o Ezan, Câhiliye’nin (yanlış inancın) bittiğini, şirk (yanlış inanç) devrinin kapandığını ve Kâbe’nin, Kıyamete kadar “Tevhid”in merkezi olarak kalacağını ilan ediyordu.
Mekke fethedilmiş, Kureyş “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) olarak İslâm’ın Cihan Şümul merhametine sığınmıştı. Kâbe, 360 (üç yüz altmış) puttan (sanem) tathîr edilmiş (temizlenmiş), Hz. Bilâl’in (r.a.) muzaffer (galip) Ezan’ı Mekke semâlarında yankılanmıştı. İslâm, Arabistan yarımadasının en büyük gücü olduğunu, sadece kılıçla değil, “Af” ve “Merhamet” ile de ispat (kanıt) etmişti.
Ancak bu kansız fetih, Mekke’nin hemen güneydoğusundaki dağlarda yaşayan, Arabistan’ın en savaşçı, en kibirli (enaniyetli) ve en zengin kabilelerini (Hevâzin ve Sakîf) dehşete düşürmüştü.
Bu kabileler, bilhassa Tâif’te yaşayan Sakîf kabilesi, Kureyş’ten sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) yıllar önce Tâif’e sığındığında O’nu (s.a.v.) nasıl taşladıklarını unutmamışlardı. Kureyş’in bu kadar kolay teslim olmasını bir “zillet” (aşağılanma) olarak gördüler ve İslâm’a karşı, Câhiliye’nin o son büyük ordusunu toplamaya karar verdiler.
BÖLÜM 32: EN BÜYÜK ORDU, EN BÜYÜK İMTİHAN: HUNEYN GAZVESİ
(Medenî Dönem – XXI)
1. Câhiliye’nin Son Ordusu: Hevâzin ve Sakîf (Tâif)
Mekke’nin Fethi’nden sadece on beş (15) gün sonraydı.
Hevâzin kabilesinin genç ve kibirli (enaniyetli) reisi Mâlik bin Avf en-Nasrî, İslâm’a karşı birleşmek için bütün müttefik kabilelere (Sakîf, Nasr, Cüşem vb.) haber saldı.
“Kureyş bitti!” dedi. “Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi aldı, şimdi O’nun (s.a.v.) gücü zirvedeyken O (s.a.v.) bize gelmeden, biz O’nun (s.a.v.) üzerine gidelim!”
Bu çağrıya, Arap kabilelerinden 20.000 (Yirmi bin) (bazı rivayetlerde 30.000) kişilik devasa bir ordu icabet etti.
Mâlik bin Avf, ordusunun “kaçma” ihtimalini ortadan kaldırmak için, Câhiliye (yanlış inanç) âdetince, akıl almaz bir karar aldı:
Orduya, bütün kadınlarını, çocuklarını, bütün koyun, keçi ve deve sürülerini ve bütün altın ve gümüş servetlerini de yanlarına almalarını emretti.
Ordu, bir harp (savaş) ordusu değil, bir “göç” kafilesi gibiydi.
Planı şuydu: Savaşçılar, arkalarında ailelerinin ve servetlerinin olduğunu bilirlerse, onları (ailelerini ve servetlerini) korumak için “ölümüne” savaşacaklar, asla kaçmayacaklardı.
(Hevâzin’in tecrübeli ve yaşlı reisi Düreyd bin Sımme, bu plana “Bu bir felakettir! Kaçan adamı (savaşçıyı) ailesi veya malı durduramaz. Eğer yenilirsek, hem canımızdan hem de bütün namusumuzdan ve servetimizden oluruz!” diye itiraz ettiyse de, kibirli (enaniyetli) Mâlik bin Avf O’nu (Düreyd’i) dinlemedi.)
Bu 20.000 (Yirmi bin) kişilik “her şeyini ortaya koyan” ordu, Mekke ile Tâif arasındaki **”Huneyn Vâdisi”**ne gelip karargâh kurdu ve Müslümanları beklemeye başladı.
2. İslâm’ın En Kalabalık Ordusu: 12.000 (On İki Bin) Kişi
Hevâzin ve Sakîf’in bu harp (savaş) hazırlığı haberi, Mekke’deki Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ulaştı.
Efendimiz (s.a.v.), derhal Fetih Ordusu’na “Hazırlık!” emri verdi.
Bu ordu, İslâm’ın o güne kadar gördüğü en büyük orduydu:
• Medine’den gelen 10.000 (On bin) kişilik Fâtih Ordu (Ensâr ve Muhâcirler r.anhüm).
• Mekke’nin Fethi’nde yeni Müslüman olan 2.000 (İki bin) kişilik Kureyşli “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) birliği. (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibi reisler de, henüz imanları tam kalplerine yerleşmemiş olsa da, bu orduya katıldılar.)
Toplam: 12.000 (On iki bin) kişilik muazzam bir İslâm Ordusu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’ye (Fetihten sonra) Vâli olarak Attâb bin Esîd’i (r.a.) bıraktı ve Hicretin 8. Yılı, 6 Şevval günü, bu büyük orduyla Huneyn’e doğru yola çıktı.
Ordu o kadar kalabalıktı ki, bu İslâm tarihinin ilk “büyük” ordusuydu. Bedir’de 313, Uhud’da 700, Hendek’te 3.000 olan Müslümanlar, şimdi 12.000 kişiydiler.
3. İlk İmtihan: “Sayı Çokluğu” Kibri (Enaniyeti)
Ancak bu sayı çokluğu, ordunun içine, farkında olmadan, Câhiliye’den kalma bir “kibir (enaniyet)” (veya özgüven) sızmasına sebep oldu.
Ashâbdan (r.anhüm) bazıları (veya yeni Müslüman olan Kureyşliler), ordunun bu heybetini görünce, o imtihan cümlesini fısıldadılar:
“Len nuğlebe’l-yevme min kılletin!”
(Biz, bugün, ‘azlık’ (sayı azlığı) yüzünden asla yenilgiye uğramayız!)
O güne kadar Müslümanlar zaferleri hep Allah’ın (c.c.) yardımıyla (“Nusret” ile), azlıklarına (sayı azlıklarına) rağmen kazanmışlardı (Bedir gibi). İlk defa zaferin sebebini Allah’ın (c.c.) yardımından değil, kendi “sayı çoklukları”ndan (Kemmiyet/Sayı) beklemeye başlamışlardı.
Bu “kibir (enaniyet)”, Allah’a (c.c.) olan tevekkülü (güveni) bir anlığına zedelemişti. Ve İslâm Ordusu, bu zedelenmenin bedelini, tarihinin en büyük bozgunlarından birini yaşayarak ödeyecekti.
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle tasvir eder:
“Andolsun ki Allah (c.c.), birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş (sizi kibre/enaniyete sevk etmiş), fakat (bu çokluk) size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da (düşmana) arkanızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25 )
4. Huneyn Vâdisi: Büyük Pusu ve Bozgun
Hevâzin komutanı Mâlik bin Avf, sinsi bir harp (savaş) planı hazırlamıştı.
Huneyn Vâdisi, son derece dar, derin, kayalık ve pusuya elverişli bir vadiydi. Mâlik, 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordusunu, vadiye inen yamaçlara, kayalıkların ve dar geçitlerin ardına gizledi. Okçularını ve mızraklılarını en stratejik yerlere yerleştirdi.
Emri şuydu: “İslâm Ordusu’nun tamamı vadiye inene kadar kimse kıpırdamayacak. Tamamı vadiye indiğinde, tek bir adam gibi üzerlerine ok ve taş yağdırıp, hep birlikte hücuma kalkacağız!”
İslâm Ordusu (12.000 kişi), sabahın alacakaranlığında (Fecirden hemen sonra) Huneyn Vâdisi’ne inmeye başladı.
Ordunun en önünde (öncü birlik/Vanguard), Kureyş’in en cesur süvari komutanı ve yeni “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) olan Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh) ve O’nun (Hâlid’in r.a.) komutasındaki Süleymoğulları ve yeni Kureyşliler (Tulakâ) vardı.
Onlar (Hâlid’in r.a. birliği), vadinin en dar yerine geldiklerinde, tuzağın farkında değillerdi.
Tam o anda, Mâlik bin Avf hücum emrini verdi.
Vadinin her iki yamacından, binlerce Hevâzinli okçu, Müslümanların üzerine (zifiri karanlıkta) bir “yağmur” gibi ok yağdırmaya başladı. Ardından o 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordu, gürültüyle ve çığlıklarla yamaçlardan aşağı hücuma geçti.
Bu âni, beklenmedik ve dehşet verici baskın, İslâm Ordusu’nun öncü kolunu (Hâlid’in r.a. birliğini) tam bir paniğe sevk etti.
Öncü birlik (Hâlid’in r.a. birliği), neye uğradığını şaşırdı. Zırhlarını delip geçen ok yağmuru karşısında geriye, “Kaçın! Bozgun!” diye bağırarak kaçmaya başladılar.
Öncülerin bu paniği, arkadan gelen ana orduya (10.000 kişi) çarptı. Arkadakiler, öndekilerin neden kaçtığını bilmeden, “Bozgun var!” nidalarıyla, birbirlerini ezerek, geriye (Mekke’ye doğru) kaçışmaya başladılar.
12.000 (On iki bin) kişilik o muazzam ordu, o “Bugün yenilmeyiz!” diyen ordu, dakikalar içinde, tek bir kılıç dahi çekemeden, tam bir “Bozgun” (Hezimet) yaşıyordu.
5. Peygamber’in (s.a.v.) Sebatı (Kararlılığı) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Nidâsı
Bozgun o kadar büyüktü ki, herkes kaçışıyordu.
Ancak Huneyn Vâdisi’nin ortasında, o ok yağmurunun altında, o 20.000 (Yirmi bin) kişilik düşman hücumunun tam karşısında, yerinden bir adım bile geri atmayan Biri (s.a.v.) vardı:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).
O (s.a.v.), mübarek beyaz katırı (Düldül) üzerinde, tek başına düşmana doğru ilerlemeye çalışıyor ve o Cihan Şümul sebat (kararlılık) ve cesaret nidasını haykırıyordu:
“Ene’n-Nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!”
(Ben (Muhammed s.a.v.) Peygamberim, yalan değil! Ben (Muhammed s.a.v.), (Kureyş’in Reisi) Abdülmuttalib’in torunuyum!)
“İleyye ‘ibâdallâh! İleyye ene Resûlullah!”
(Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin ey Allah’ın (c.c.) kulları! Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin! Ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm!)”
O (s.a.v.) hücum etmek istiyor, ancak katırının yularını tutan amcası Hz. Abbâs (r.a.) ve Ebû Süfyan bin Hâris (r.a.) (amcasının oğlu), O’nu (s.a.v.) durdurmaya çalışıyorlardı.
Bozgun anında, Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç (10 ila 100 kişi arası rivayet edilir) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve Ensâr’dan (Medinelilerden) birkaç fedakâr…
Efendimiz (s.a.v.), bu bozgunun ancak İman ile durdurulacağını biliyordu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) (ki O’nun r.a. sesi çok gür ve tesirliydi) emretti:
“Yâ Abbâs! (r.a.) Nidâ et (Seslen)! Çağır onları (Ashâbı r.anhüm) geri!”
Hz. Abbâs (r.a.), o gür sesiyle, kaçmakta olan orduya doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O (r.a.), onların (Ashâbın r.anhüm) “sayı çokluğu” kibrini (enaniyetini) değil, “iman” ahidlerini (sözlerini) hatırlattı:
“Yâ Ma’şera’l-Ensâr!” (Ey Ensâr Cemaati! – Siz ki Medine’de bize kucak açtınız!)
“Yâ Ehle Bey’ati’r-Rıdvân!” (Ey Rıdvân Biatı’nın (Yemininin) Ehli! – Siz ki Hudeybiye’de o ağacın altında ‘Ölüm Yemini’ etmiştiniz!)
“Yâ Ehle Sûreti’l-Bakara!” (Ey Bakara Suresi (Âlimleri) Ehli!)”
6. Bozgunun Zafere Dönüşü
Hz. Abbâs’ın (r.a.) bu sesi, kaçmakta olan Ensâr’ın (Medinelilerin) ve Muhâcirlerin (Mekkelilerin) (Rıdvân Ehli’nin r.anhüm) kulaklarına ulaştığında, o Cihan Şümul imanın ve sadakatin ne demek olduğunu gösterdiler.
Sanki bir rüyadan uyanmış gibiydiler. Resûlullah’ı (s.a.v.) tek başına, düşmanın ortasında bıraktıklarını fark ettiler.
“Lebbeyk! Yâ Resûlallah! (s.a.v.) (Buyur Yâ Resûlallah! s.a.v.)” nidalarıyla, atlarını ve develerini geriye döndürdüler.
Öyle bir telaşla geri dönüyorlardı ki, sıkışıklıktan atını döndüremeyenler, atından atlıyor, kalkanını, zırhını atıyor, “Resûlullah’a (s.a.v.) ulaşmak için” yaya olarak düşman saflarına dalıyorlardı.
Önce 100 (Yüz) kişilik bir fedâi grubu Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında toplandı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu imanın geri dönüşünü görünce, Bedir’deki mucizeyi tekrarladı. Yerden bir avuç toprak aldı, Hevâzin Ordusu’na doğru fırlattı ve buyurdu:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun!)
O (s.a.v.), o bir avuç toprağı attıktan sonra harp (savaş) bitmişti. Buyurdu ki:
“Kâbe’nin Rabbine (c.c.) yemin ederim ki, Onlar (Hevâzin) artık hezimete (yenilgiye) uğradılar!”
Ve o bir avuç toprak, Hendek’te ve Bedir’de olduğu gibi, ilâhî bir emirle o 20.000 (Yirmi bin) kişilik Hevâzin Ordusu’nun tamamının gözlerine isabet etti.
Aynı anda, semâdan, gözle görülmeyen (veya beyaz elbiseli görülen) Melekler (a.s.) Ordusu nazil oldu (Tevbe, 9/26).
Müslümanların o fedâî hücumu ve bu ilâhî yardım (Nusret) karşısında, Hevâzin ve Sakîf Ordusu, o günün en büyük bozgununu yaşadı.
Bütün komutanları (Düreyd bin Sımme dahil) öldürüldü. Liderleri Mâlik bin Avf, canını zor kurtardı.
Savaş meydanını terk edip kaçtılar.
Ancak kaçarken, geride, harp (savaş) meydanına “kaçmayalım” diye getirdikleri her şeyi;
Bütün kadınlarını (yaklaşık 6.000 kişi),
Bütün çocuklarını,
Bütün develerini (24.000 deve),
Bütün koyunlarını (40.000’den fazla koyun),
Ve bütün altın ve gümüş servetlerini (4.000 ukiyye gümüş)
…İslâm Ordusu’na “ganimet” olarak bırakmışlardı.
Huneyn Gazvesi, o “sayı çokluğu” kibri (enaniyeti) yüzünden, İslâm tarihinin en büyük “Bozgun”u (Yenilgisi) ile başlamış; ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) o Cihan Şümul sebatı (kararlılığı) ve Ashâbının (r.anhüm) o sarsılmaz “iman” sadakati sayesinde, İslâm tarihinin en büyük “Ganimet”inin (Hazinesinin) kazanıldığı en büyük “Zafer”lerinden birine dönüşmüştü.
.
Mekke’nin Fethi tamamlanmış, Kureyş’in 20 yıllık mücadelesi İslâm’ın Cihan Şümul (Evrensel) merhameti karşısında son bulmuştu. Ancak bu “kansız fetih”, Mekke’nin komşuları ve Arabistan’ın en savaşçı, en kibirli (enaniyetli) kabileleri olan Hevâzin ve (Tâif’te yaşayan) Sakîf kabilelerini dehşete düşürmüştü.
Onlar, Kureyş’in bu kadar kolay teslim olmasını bir zillet (aşağılanma) saydılar ve “Kureyş bittiyse, sıra bizdedir. Muhammed (s.a.v.) bize saldırmadan, biz O’na (s.a.v.) saldıralım!” diyerek, Câhiliye’nin (yanlış inancın) son büyük ordusunu topladılar.
*********
BÖLÜM 32: EN BÜYÜK ORDU, EN BÜYÜK İMTİHAN: HUNEYN GAZVESİ
(Medenî Dönem – XXI)
1. Câhiliye’nin Son Ordusu: Hevâzin ve Sakîf (Tâif)
Mekke’nin Fethi’nden sadece on beş (15) gün sonraydı.
Hevâzin kabilesinin genç ve kibirli (enaniyetli) reisi Mâlik bin Avf en-Nasrî, İslâm’a karşı birleşmek için bütün müttefik kabilelere (Sakîf, Nasr, Cüşem vb.) haber saldı.
“Kureyş bitti!” dedi. “Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi aldı, şimdi O’nun (s.a.v.) gücü zirvedeyken O (s.a.v.) bize gelmeden, biz O’nun (s.a.v.) üzerine gidelim!”
Bu çağrıya, Arap kabilelerinden 20.000 (Yirmi bin) (bazı rivayetlerde 30.000) kişilik devasa bir ordu icabet etti.
Mâlik bin Avf, ordusunun “kaçma” ihtimalini ortadan kaldırmak için, Câhiliye âdetince, akıl almaz bir karar aldı:
Orduya, bütün kadınlarını, çocuklarını, bütün koyun, keçi ve deve sürülerini ve bütün altın ve gümüş servetlerini de yanlarına almalarını emretti.
Ordu, bir harp ordusu değil, bir “göç” kafilesi gibiydi.
Planı şuydu: Savaşçılar, arkalarında ailelerinin ve servetlerinin olduğunu bilirlerse, onları (ailelerini ve servetlerini) korumak için “ölümüne” savaşacaklar, asla kaçmayacaklardı.
(Hevâzin’in tecrübeli ve yaşlı reisi Düreyd bin Sımme, bu plana “Bu bir felakettir! Kaçan adamı (savaşçıyı) ailesi veya malı durduramaz. Eğer yenilirsek, hem canımızdan hem de bütün namusumuzdan ve servetimizden oluruz!” diye itiraz ettiyse de, kibirli (enaniyetli) Mâlik bin Avf O’nu (Düreyd’i) dinlemedi.)
Bu 20.000 (Yirmi bin) kişilik “her şeyini ortaya koyan” ordu, Mekke ile Tâif arasındaki **”Huneyn Vâdisi”**ne gelip karargâh kurdu ve Müslümanları beklemeye başladı.
2. İslâm’ın En Kalabalık Ordusu: 12.000 (On İki Bin) Kişi
Hevâzin ve Sakîf’in bu harp hazırlığı haberi, Mekke’deki Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ulaştı.
Efendimiz (s.a.v.), derhal Fetih Ordusu’na “Hazırlık!” emri verdi.
Bu ordu, İslâm’ın o güne kadar gördüğü en büyük orduydu:
• Medine’den gelen 10.000 (On bin) kişilik Fâtih Ordu (Ensâr ve Muhâcirler r.anhüm).
• Mekke’nin Fethi’nde yeni Müslüman olan 2.000 (İki bin) kişilik Kureyşli “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) birliği. (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibi reisler de, henüz imanları tam kalplerine yerleşmemiş olsa da, bu orduya katıldılar.)
Toplam: 12.000 (On iki bin) kişilik muazzam bir İslâm Ordusu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’ye (Fetihten sonra) Vâli olarak Attâb bin Esîd’i (r.a.) bıraktı ve Hicretin 8. Yılı, 6 Şevval günü, bu büyük orduyla Huneyn’e doğru yola çıktı.
Ordu o kadar kalabalıktı ki, bu İslâm tarihinin ilk “büyük” ordusuydu. Bedir’de 313, Uhud’da 700, Hendek’te 3.000 olan Müslümanlar, şimdi 12.000 kişiydiler.
3. İlk İmtihan: “Sayı Çokluğu” Kibri (Enaniyeti)
Ancak bu sayı çokluğu, ordunun içine, farkında olmadan, Câhiliye’den kalma bir “kibir (enaniyet)” (veya özgüven) sızmasına sebep oldu.
Ashâbdan (r.anhüm) bazıları (veya yeni Müslüman olan Kureyşliler), ordunun bu heybetini görünce, o imtihan cümlesini fısıldadılar:
“Len nuğlebe’l-yevme min kılletin!”
(Biz, bugün, ‘azlık’ (sayı azlığı) yüzünden asla yenilgiye uğramayız!)
O güne kadar Müslümanlar zaferleri hep Allah’ın (c.c.) yardımıyla (“Nusret” ile), azlıklarına (sayı azlıklarına) rağmen kazanmışlardı (Bedir gibi). İlk defa zaferin sebebini Allah’ın (c.c.) yardımından değil, kendi “sayı çoklukları”ndan (Kemmiyet/Sayı) beklemeye başlamışlardı.
Bu “kibir (enaniyet)”, Allah’a (c.c.) olan tevekkülü (güveni) bir anlığına zedelemişti. Ve İslâm Ordusu, bu zedelenmenin bedelini, tarihinin en büyük bozgunlarından birini yaşayarak ödeyecekti.
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle tasvir eder:
“Andolsun ki Allah (c.c.), birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş (sizi kibre/enaniyete sevk etmiş), fakat (bu çokluk) size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da (düşmana) arkanızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25 )
4. Huneyn Vâdisi: Büyük Pusu ve Bozgun
Hevâzin komutanı Mâlik bin Avf, sinsi bir harp (savaş) planı hazırlamıştı.
Huneyn Vâdisi, son derece dar, derin, kayalık ve pusuya elverişli bir vadiydi. Mâlik, 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordusunu, vadiye inen yamaçlara, kayalıkların ve dar geçitlerin ardına gizledi. Okçularını ve mızraklılarını en stratejik yerlere yerleştirdi.
Emri şuydu: “İslâm Ordusu’nun tamamı vadiye inene kadar kimse kıpırdamayacak. Tamamı vadiye indiğinde, tek bir adam gibi üzerlerine ok ve taş yağdırıp, hep birlikte hücuma kalkacağız!”
İslâm Ordusu (12.000 kişi), sabahın alacakaranlığında (Fecirden hemen sonra) Huneyn Vâdisi’ne inmeye başladı.
Ordunun en önünde (öncü birlik/Vanguard), Kureyş’in en cesur süvari komutanı ve yeni “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) olan Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh) ve O’nun (Hâlid’in r.a.) komutasındaki Süleymoğulları ve yeni Kureyşliler (Tulakâ) vardı.
Onlar (Hâlid’in r.a. birliği), vadinin en dar yerine geldiklerinde, tuzağın farkında değillerdi.
Tam o anda, Mâlik bin Avf hücum emrini verdi.
Vadinin her iki yamacından, binlerce Hevâzinli okçu, Müslümanların üzerine (zifiri karanlıkta) bir “yağmur” gibi ok yağdırmaya başladı. Ardından o 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordu, gürültüyle ve çığlıklarla yamaçlardan aşağı hücuma geçti.
Bu âni, beklenmedik ve dehşet verici baskın, İslâm Ordusu’nun öncü kolunu (Hâlid’in r.a. birliğini) tam bir paniğe sevk etti.
Öncü birlik (Hâlid’in r.a. birliği), neye uğradığını şaşırdı. Zırhlarını delip geçen ok yağmuru karşısında geriye, “Kaçın! Bozgun!” diye bağırarak kaçmaya başladılar.
Öncülerin bu paniği, arkadan gelen ana orduya (10.000 kişi) çarptı. Arkadakiler, öndekilerin neden kaçtığını bilmeden, “Bozgun var!” nidalarıyla, birbirlerini ezerek, geriye (Mekke’ye doğru) kaçışmaya başladılar.
12.000 (On iki bin) kişilik o muazzam ordu, o “Bugün yenilmeyiz!” diyen ordu, dakikalar içinde, tek bir kılıç dahi çekemeden, tam bir “Bozgun” (Hezimet) yaşıyordu.
5. Peygamber’in (s.a.v.) Sebatı (Kararlılığı) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Nidâsı
Bozgun o kadar büyüktü ki, herkes kaçışıyordu.
Ancak Huneyn Vâdisi’nin ortasında, o ok yağmurunun altında, o 20.000 (Yirmi bin) kişilik düşman hücumunun tam karşısında, yerinden bir adım bile geri atmayan Biri (s.a.v.) vardı:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).
O (s.a.v.), mübarek beyaz katırı (Düldül) üzerinde, tek başına düşmana doğru ilerlemeye çalışıyor ve o Cihan Şümul sebat (kararlılık) ve cesaret nidasını haykırıyordu:
“Ene’n-Nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!”
(Ben (Muhammed s.a.v.) Peygamberim, yalan değil! Ben (Muhammed s.a.v.), (Kureyş’in Reisi) Abdülmuttalib’in torunuyum!)
“İleyye ‘ibâdallâh! İleyye ene Resûlullah!”
(Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin ey Allah’ın (c.c.) kulları! Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin! Ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm!)”
O (s.a.v.) hücum etmek istiyor, ancak katırının yularını tutan amcası Hz. Abbâs (r.a.) ve Ebû Süfyan bin Hâris (r.a.) (amcasının oğlu), O’nu (s.a.v.) durdurmaya çalışıyorlardı.
Bozgun anında, Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç (10 ila 100 kişi arası rivayet edilir) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve Ensâr’dan (Medinelilerden) birkaç fedakâr…
Efendimiz (s.a.v.), bu bozgunun ancak İman ile durdurulacağını biliyordu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) (ki O’nun r.a. sesi çok gür ve tesirliydi) emretti:
“Yâ Abbâs! (r.a.) Nidâ et (Seslen)! Çağır onları (Ashâbı r.anhüm) geri!”
Hz. Abbâs (r.a.), o gür sesiyle, kaçmakta olan orduya doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O (r.a.), onların (Ashâbın r.anhüm) “sayı çokluğu” kibrini (enaniyetini) değil, “iman” ahidlerini (sözlerini) hatırlattı:
“Yâ Ma’şera’l-Ensâr!” (Ey Ensâr Cemaati! – Siz ki Medine’de bize kucak açtınız!)
“Yâ Ehle Bey’ati’r-Rıdvân!” (Ey Rıdvân Biatı’nın (Yemininin) Ehli! – Siz ki Hudeybiye’de o ağacın altında ‘Ölüm Yemini’ etmiştiniz!)
“Yâ Ehle Sûreti’l-Bakara!” (Ey Bakara Suresi (Âlimleri) Ehli!)”
6. Bozgunun Zafere Dönüşü
Hz. Abbâs’ın (r.a.) bu sesi, kaçmakta olan Ensâr’ın (Medinelilerin) ve Muhâcirlerin (Mekkelilerin) (Rıdvân Ehli’nin r.anhüm) kulaklarına ulaştığında, o Cihan Şümul imanın ve sadakatin ne demek olduğunu gösterdiler.
Sanki bir rüyadan uyanmış gibiydiler. Resûlullah’ı (s.a.v.) tek başına, düşmanın ortasında bıraktıklarını fark ettiler.
“Lebbeyk! Yâ Resûlallah! (s.a.v.) (Buyur Yâ Resûlallah! s.a.v.)” nidalarıyla, atlarını ve develerini geriye döndürdüler.
Öyle bir telaşla geri dönüyorlardı ki, sıkışıklıktan atını döndüremeyenler, atından atlıyor, kalkanını, zırhını atıyor, “Resûlullah’a (s.a.v.) ulaşmak için” yaya olarak düşman saflarına dalıyorlardı.
Önce 100 (Yüz) kişilik bir fedâi grubu Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında toplandı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu imanın geri dönüşünü görünce, Bedir’deki mucizeyi tekrarladı. Yerden bir avuç toprak aldı, Hevâzin Ordusu’na doğru fırlattı ve buyurdu:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun!)
O (s.a.v.), o bir avuç toprağı attıktan sonra harp (savaş) bitmişti. Buyurdu ki:
“Kâbe’nin Rabbine (c.c.) yemin ederim ki, Onlar (Hevâzin) artık hezimete (yenilgiye) uğradılar!”
Ve o bir avuç toprak, Hendek’te ve Bedir’de olduğu gibi, ilâhî bir emirle o 20.000 (Yirmi bin) kişilik Hevâzin Ordusu’nun tamamının gözlerine isabet etti.
Aynı anda, semâdan, gözle görülmeyen (veya beyaz elbiseli görülen) Melekler (a.s.) Ordusu nazil oldu (Tevbe, 9/26).
Müslümanların o fedâî hücumu ve bu ilâhî yardım (Nusret) karşısında, Hevâzin ve Sakîf Ordusu, o günün en büyük bozgununu yaşadı.
Bütün komutanları (Düreyd bin Sımme dahil) öldürüldü. Liderleri Mâlik bin Avf, canını zor kurtardı.
Savaş meydanını terk edip kaçtılar.
Ancak kaçarken, geride, harp meydanına “kaçmayalım” diye getirdikleri her şeyi;
Bütün kadınlarını (yaklaşık 6.000 kişi),
Bütün çocuklarını,
Bütün develerini (24.000 deve),
Bütün koyunlarını (40.000’den fazla koyun),
Ve bütün altın ve gümüş servetlerini (4.000 ukiyye gümüş)
…İslâm Ordusu’na “ganimet” olarak bırakmışlardı.
Huneyn Gazvesi, o “sayı çokluğu” kibri (enaniyeti) yüzünden, İslâm tarihinin en büyük “Bozgun”u (Yenilgisi) ile başlamış; ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) o Cihan Şümul sebatı (kararlılığı) ve Ashâbının (r.anhüm) o sarsılmaz “iman” sadakati sayesinde, İslâm tarihinin en büyük “Ganimet”inin (Hazinesinin) kazanıldığı en büyük “Zafer”lerinden birine dönüşmüştü.
BÖLÜM 33: TÂİF KUŞATMASI VE KALPLERİN FETHİ (MÜELLEFE-İ KULÛB)
Huneyn’deki zafer muazzamdı, ancak Câhiliye’nin son kalesi henüz düşmemişti. Bozguna uğrayan Hevâzin ordusunun kalıntıları ikiye ayrıldı:
• Bir kısmı “Evtâs” vadisine kaçtı (Bunlar üzerine küçük bir birlik gönderildi ve mağlup edildiler).
• Ordunun asıl savaşçı kısmı olan Sakîf kabilesi ve komutanları Mâlik bin Avf, süratle kaleleri olan Tâif’e sığındı.
1. Yıllar Sonra Yeniden Tâif (Tâif Kuşatması – Hicret 8)
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Cihan Şümul zaferi Tâif’in fethiyle taçlandırmak istedi.
Bu, O’nun (s.a.v.) Tâif’e ikinci gelişiydi.
İlk gelişi (Hicretin 10. yılında), “Hüzün Yılı”nda, himayesiz, yalnız ve yardım arayan bir Peygamber (s.a.v.) olarak olmuş; Tâif’in çocukları O’nu (s.a.v.) taşlamış, mübarek ayaklarını kanlar içinde bırakmışlardı.
İkinci gelişi (Hicretin 8. yılında), 12.000 (On iki bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı, Mekke’nin Fâtihi olarak oluyordu.
Ancak Tâif’liler, Kureyş gibi değildi. Onlar, kalelerine ve okçuluktaki maharetlerine güveniyorlardı. Teslim olmaya niyetleri yoktu. Yıllarca yetecek erzakı kalelerine doldurdular ve kapıları kapattılar.
İslâm Ordusu, Tâif Kalesi’ni kuşattı.
Ancak Tâif Kalesi, müstahkem (sağlamlaştırılmış) bir kaleydi. Sakîf kabilesi, kalenin surlarından Müslümanların üzerine kızgın ok yağmurları yağdırıyordu. Müslümanlar bu ok yağmuru karşısında kayıplar (şehitler) vermeye başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu kuşatmada, Arap harp (savaş) geleneğinde olmayan, yeni harp teknolojilerini kullandı:
• Mancınık (Catapult): Düşman surlarını (kale duvarlarını) dövmek ve gedik açmak için (Selmân-ı Fârisî’nin r.a. tavsiyesiyle) mancınıklar kuruldu.
• Debbâbe (Zırhlı Araç): Kale duvarına yaklaşmak ve duvarı alttan delmek (lağım kazmak) veya yakmak için, üzeri derilerle kaplı, tekerlekli, zırhlı ahşap bir yürüyüş kulesi (Debbâbe) inşa edildi.
Ancak Sakîf kabilesi, bu hamlelere hazırlıklıydı. Debbâbe’nin üzerine surlardan kızgın demir parçaları ve alevli oklar atarak o ahşap kalkanı yaktılar. Mancınık atışları ise o kalın surlarda tesirli (etkili) olamadı.
Kuşatma, 20 (Yirmi) günden fazla sürdü. Müslümanlar şehitler veriyor, ancak kale düşmüyordu.
Kuşatma uzadıkça, Haram aylar (Zilkade) da girmişti (Harp/Savaş yapmanın yasak olduğu aylar). Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (muhtemelen ilâhî bir işaretle veya stratejik bir kararla) bu kalenin fethinin o gün nasip olmayacağını anladı.
Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti ve o Cihan Şümul emri verdi: “Kuşatmayı kaldırıyoruz. Medine’ye dönüyoruz.”
Bu karar, Huneyn’in galibi olan orduda bir hayal kırıklığı yarattı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu kadar geldik, Tâif’i fethetmeden mi döneceğiz?” dediler.
Efendimiz (s.a.v.) onlara (Ashâbına r.anhüm) “Öyleyse yarın hücum edin” buyurdu. Ertesi gün yapılan hücumda, Müslümanlar Tâiflilerin yoğun ok atışı altında daha çok yaralı verince, kuşatmayı kaldırma emrine razı oldular.
O (s.a.v.), yıllar önce kendisini (s.a.v.) taşlayan Tâif’e beddua etmemişti; şimdi de etmedi. Kuşatmayı kaldırırken, ellerini (ellerini) açtı ve o mübarek duayı etti:
“Allâhümme’hdi Sakîfe ve’ti bihim!”
(Allah’ım! Sakîf kabilesine hidayet ver! (İman nasip et) ve onları (Müslüman olarak) bana (Muhammed’e s.a.v.) getir!)
(Bu dua, bir yıl sonra kabul olacak ve Tâif (Sakîf) kabilesi, bizzat Medine’ye heyet göndererek topluca Müslüman olacaklardı.)
İslâm Ordusu, Tâif kuşatmasını kaldırarak, Huneyn’de ele geçirilen o muazzam ganimetlerin (6.000 esir, on binlerce hayvan ve gümüş) toplandığı “Ci’râne” mevkiine geri döndü.
Artık “Ganimet Taksimi” (Paylaşımı) yapılacaktı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu taksimde (paylaşımda), İslâm’ın Cihan Şümul siyâsetinin ve “Kalp Fethi”nin en büyük misallerinden (örneklerinden) birini gösterdi.
O (s.a.v.), ganimetin en büyük, en aslan payını; Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te O’nunla (s.a.v.) birlikte aç kalan, savaşan sadık (sadakatli) Ashâbına (Ensâr ve Muhâcirler’e r.anhüm) değil;
Mekke’de yeni Müslüman olmuş, imanları henüz kalplerine tam yerleşmemiş, Câhiliye kibri (enaniyeti) ve şerefi hâlâ taze olan Kureyş reislerine (Tulakâ) verdi.
Bu siyâsetin adı, Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen “Müellefe-i Kulûb” (Kalpleri İslâm’a Isındırılacak Olanlar) siyâsetiydi.
• Ebû Süfyan’a (Kureyş’in Baş Reisi) 100 (yüz) deve ve bir miktar gümüş verdi. Ebû Süfyan, “Peki ya oğlum Yezîd?” dedi. O’na (Yezîd’e) da 100 (yüz) deve verdi. “Peki ya diğer oğlum Muâviye?” dedi. O’na (Muâviye’ye) da 100 (yüz) deve verdi. (Tek bir aileye 300 deve!)
• Safvân bin Ümeyye’ye (Mekke’nin Fethi’nde Müslüman olmamış, kaçmıştı, sonra emanla/güvenceyle gelmişti) bir vadi dolusu deve ve koyun verdi.
• İkrime bin Ebî Cehil, Hâris bin Hişâm, Süheyl bin Amr gibi… Düne kadar İslâm’ın en azılı düşmanı olan bütün Kureyş reislerine ve Gatafân’ın (bedevîlerin) reislerine yüzlerce deve ve yüklüce gümüşler verdi.
Bu Cihan Şümul cömertlik, o kalpleri katı reislerin buzlarını çözdü. Safvân bin Ümeyye (r.a.) daha sonra şöyle diyecekti: “Vallahi, Resûlullah (s.a.v.) bana (Safvân’a r.a.) verdiğinde, O (s.a.v.) benim (Safvân’ın r.a.) gözümde insanların en sevimsizi (en buğz edileni) idi. O (s.a.v.) bana (Safvân’a r.a.) vermeye devam etti, vermeye devam etti… Tâ ki, O (s.a.v.) benim (Safvân’ın r.a.) gözümde insanların en sevileni (en mahbûbu) oluncaya kadar!”
3. Ensâr’ın (Medinelilerin) Hüznü ve Resûlullah’ın (s.a.v.) Gözyaşları
Ancak bu taksim (paylaşım), İslâm’ın bel kemiği olan Ensâr (Medineli Müslümanlar) arasında derûnî bir hüzne (üzüntüye) ve beşerî (insanî) bir kırgınlığa sebep oldu.
Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o muazzam Huneyn ganimetinden, Kureyş’e (Mekkelilere) yüzlerce deve dağıtırken;
Ensâr’a (Medinelilere) tek bir deve, tek bir koyun, tek bir dirhem gümüş dahi vermemişti. Sıfır!
Ensâr’ın (Medinelilerin) gençleri, bu durumu hazmedemedi. Kalpleri kırılmıştı. Kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar:
“Allah (c.c.), Resûlü’nü (s.a.v.) affetsin! Bu ne iştir?”
“Kılıçlarımızdan hâlâ onların (Kureyş’in) kanı damlarken, O (s.a.v.) bütün ganimeti kendi kavmine (Kureyş’e) verdi, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) unuttu!”
“Demek ki, zor gün bitince, (Resûlullah s.a.v.) vatanını (Mekke’yi) ve akrabalarını (Kureyş’i) hatırladı, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) bıraktı!”
Bu sitem ve kırgınlık dolu fısıltılar, Ensâr’ın (Medinelilerin) Reisi Sa’d bin Ubâde’nin (radıyallâhu anh) kulağına geldi. Sa’d (r.a.), derhal Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) çadırına gitti:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu ganimet taksiminden (paylaşımından) dolayı, kavmim Ensâr’ın (Medinelilerin) kalbinde Sana (s.a.v.) karşı bir kırgınlık (hüzün) var.”
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Peki, yâ Sa’d! (r.a.) Senin (Sa’d’ın r.a.) kalbin (görüşün/reyin) nicedir?”
Sa’d (r.a.), dürüstçe cevap verdi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Sa’d r.a.) de kavmimden (Ensâr’dan r.anhüm) bir ferdim (Benim de kalbim kırık).”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu Cihan Şümul imtihanın, kılıçla değil, “sevgi” ve “gözyaşı” ile çözüleceğini biliyordu. Emretti:
“Yâ Sa’d! (r.a.) Derhal git! Kavmini (Ensâr’ı r.anhüm) şu çadırda (veya üstü kapalı alanda) topla! Aralarına sizden (Ensâr’dan r.anhüm) olmayan HİÇ KİMSE (ne Muhâcir, ne Kureyşli) girmesin!”
Sadece Ensâr (Medineliler) toplandı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o hüzünlü ve sitemkâr (kırgın) Ashâbının (r.anhüm) karşısına dikildi. Ve Siyer tarihinin en dokunaklı, en Cihan Şümul hitabelerinden (konuşmalarından) birini yaptı:
O (s.a.v.) söze başladı: “Ey Ensâr (Medineliler) cemaati! İşittiğime göre, kalbinizde (nefsinizde) bana (Muhammed’e s.a.v.) karşı bir kırgınlık (hüzün) duymuşsunuz?”
“Duydum ki, ‘Muhammed (s.a.v.) kavmine (Kureyş’e) kavuştu, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) unuttu’ demişsiniz?”
“Ey Ensâr! (Medineliler) … Siz (Ensâr r.anhüm) dalâlette (sapıklıkta/putperest) değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla sizi (Ensâr’ı r.anhüm) hidayete (İslâm’a) erdirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
“Ey Ensâr! (Medineliler) Siz (Ensâr r.anhüm) fakir (yoksul) değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla sizi (Ensâr’ı r.anhüm) zenginleştirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
“Ey Ensâr! (Medineliler) Siz (Ensâr r.anhüm) birbirinize (Evs ve Hazrec) düşman değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla kalplerinizi (gönüllerinizi) birleştirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) durdu ve sesini değiştirdi:
“Ey Ensâr! (Medineliler) Vallahi, isteseydiniz, siz (Ensâr r.anhüm) de (bana Muhammed’e s.a.v.) şöyle diyebilirdiniz ve sonuna kadar haklı olurdunuz:
‘Yâ Muhammed! (s.a.v.) Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) (Mekke’de) yalanlanmış (tekzîb edilmiş) olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) inandık (tasdik ettik)!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) (Mekke’den) kovulmuş olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) kucak açtık (himaye ettik)!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) fakir olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) mallarımızı paylaştırdık!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) yardımsız olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Seni (Muhammed’i s.a.v.) koruduk!’
“Eğer bunları (bu sözleri) söyleseydiniz, vallahi doğru söylemiş olurdunuz!”
Sonra o Cihan Şümul suali sordu (hitabetin zirvesi):
“Ey Ensâr! (Medineliler) … O (Kureyş) insanların kalplerini (gönüllerini) İslâm’a ısındırmak (Müellefe-i Kulûb) için, fâni (geçici) dünyanın o değersiz mallarından (ganimetlerinden) onlara (Kureyş’e) biraz pay (hisse) verdim diye mi kalbinizde (gönlünüzde) bana (Muhammed’e s.a.v.) kırıldınız?”
Ve o Cihan Şümul teklifi yaptı. O (s.a.v.) teklif ki, Ensâr’ın (Medinelilerin) kalbini (gönlünü) paramparça etti:
“Ey Ensâr Cemaati!
O (Mekkeliler) insanlar, evlerine (yurtlarına) develerle, koyunlarla, altın ve gümüşlerle dönerken;
Siz (Ensâr r.anhüm), evlerinize (yurtlarınıza) bizzat Allah’ın (c.c.) Resûlü (s.a.v.) ile (Muhammed s.a.v. ile) dönmeye razı değil misiniz?”
Bu söz, çadıra bir bomba gibi düştü.
Bütün Ensâr (Medineliler), o koca koca Sahabîler (r.anhüm), hüngür hüngür ağlamaya başladılar. O çadırdan sadece gözyaşı ve hıçkırık sesleri geliyordu. Sakalları gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu.
Hep bir ağızdan, o gözyaşları içinde feryat ettiler:
“Radînâ bi-Resûlillâhi (s.a.v.) kısmen ve hazzâ!”
(Biz (Ensâr r.anhüm), pay (hisse) ve ganimet olarak Allah’ın (c.c.) Resûlü’ne (s.a.v.) razı olduk! Razı olduk Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bize (Ensâr’a r.anhüm) Sen (Muhammed s.a.v.) yetersin!)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de onlarla (Ensâr’la r.anhüm) birlikte ağlıyordu. Ve O (s.a.v.), o Cihan Şümul vefâ (sadakat) yeminini etti ve duasını yaptı:
“Vallahi, eğer Hicret (fazileti) olmasaydı, ben (Muhammed s.a.v.) muhakkak Ensâr’dan (Medinelilerden) bir fert olmak isterdim!”
“Vallahi, bütün insanlar bir vadiye (yola) gitse, ben (Muhammed s.a.v.) muhakkak Ensâr’ın (Medinelilerin) gittiği vadiye (yola) giderdim!”
“Ey Allah’ım! (c.c.) Ensâr’a (Medinelilere) rahmet et! Ensâr’ın (Medinelilerin) çocuklarına rahmet et! Ensâr’ın (Medinelilerin) torunlarına rahmet et!”
Huneyn Gazvesi, “sayı çokluğu”nun (kemmiyetin) değil, “iman”ın (keyfiyetin) zaferi olmuştu.
Ganimet taksimi (paylaşımı) ise, Kureyş’in “kalbini (gönlünü)” fethetmiş; Ensâr’ın (Medinelilerin) ise Resûlullah’a (s.a.v.) olan “Aşkı”nı (sevgisini) tazelemişti.
Efendimiz (s.a.v.), Ci’râne’de ihrama girerek Umre yaptı ve Medine’ye, Ensâr’ın (Medinelilerin) yurduna, onlarla (Ensâr’la r.anhüm) birlikte döndü.
Mekke’nin Fethi, Câhiliye’nin bel kemiğini kırmıştı. Huneyn Zaferi ve Tâif’in (Sakîf’in) teslimiyeti ise, Arabistan’daki son büyük müşrik direnişini de sona erdirmişti. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Huneyn ganimetlerini (hazinelerini) “Müellefe-i Kulûb” (Kalpleri İslâm’a Isındırılacaklar) siyasetiyle Kureyş’in yeni Müslüman olan reislerine (Ebû Süfyan, Safvân r.a. vb.) dağıtması, onların (Kureyş reislerinin) kalplerini (gönüllerini) tamamen İslâm’a bağlamıştı.
Ensâr’ın (Medinelilerin) o Cihan Şümul (Evrensel) vefâsı (sadakati) ise, “Ganimet olarak bize (Ensâr’a r.anhüm) Allah’ın Resûlü (s.a.v.) yeter!” sözleriyle, Medine’nin içtimaî (sosyal) bütünlüğünü zirveye taşımıştı.
Artık İslâm’ın karşısında duracak bir Arap gücü kalmamıştı.
BÖLÜM 34: “ZORLUK ORDUSU” (CEYŞÜ’L-USRE) VE SON GAZVE: TEBÜK
(Medenî Dönem – XXII)
1. “Heyetler Yılı” (Senetü’l-Vüfûd) – Hicretin 9. Yılı
Hicretin 9. Yılı (M. 630-631), Medine için bir “Hasat” yılı oldu. Mekke’nin Fethi’ni ve Huneyn Zaferi’ni gören Arap kabileleri, İslâm’ın sadece manevî bir güç değil, aynı zamanda Arabistan’ın en büyük siyasî ve askerî gücü olduğunu da idrak ettiler (anladılar).
Artık direnmenin bir manası kalmamıştı. Arabistan’ın dört bir yanından (Yemen’den, Umman’dan, Bahreyn’den, Necid’den), kabile reisleri (liderleri) ve temsilcileri (elçileri), Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye akın etmeye başladılar.
Bu heyetler (vüfûd), Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna çıkıyor, O’nun (s.a.v.) Peygamberliğini (s.a.v.) tasdik ediyor ve kabilelerinin topluca İslâm’a girdiğini ilan ediyorlardı.
Bu heyetlerin (heyetlerin) en mühimi, şüphesiz Sakîf (Tâif) Heyeti idi.
Yıllar önce Resûlullah’ı (s.a.v.) taşlayan, Huneyn’de O’na (s.a.v.) karşı savaşan ve Tâif Kalesi’ne sığınan Sakîf kabilesi, Efendimiz’in (s.a.v.) kuşatmayı kaldırırken yaptığı o mübarek duanın (“Allah’ım! Sakîf’e hidayet ver ve onları (Müslüman olarak) bana (Muhammed’e s.a.v.) getir!”) bereketiyle, artık direnemeyeceklerini anlamışlardı.
Bizzat Medine’ye geldiler. İslâm’ı kabul ettiler. Tek bir şartları vardı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Tâif’teki en büyük putumuz (sanemimiz) olan ‘Lât’ı (putunu) kırmamıza izin ver, O’nu (Lât’ı) üç (3) yıl (veya bir/1 yıl) daha tutalım.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Tevhid (Allah’ın c.c. birliği) akidesinde (inancında) asla taviz vermedi. Bu teklifi kati olarak reddetti.
“Peki, o (Lât) zaman O’nu (Lât’ı) kendi ellerimizle kırmayalım, bize (Sakîf’e) ağır geliyor. Sen (s.a.v.) birini gönder, O (gönderilen) kırsın” dediler. Efendimiz (s.a.v.) bunu kabul etti. (Ve Tâif’teki o meşhur putu (sanemi) kırma vazifesini, ironik bir şekilde, eski bir putperest (müşrik) komutan olan Muğîre bin Şu’be’ye (r.a.) verdi.)
Medine’ye o yıl o kadar çok heyet (elçi) geldi ki, Mescid-i Nebevî bir diplomasi (elçilik) merkezine döndü. Bu yüzden Hicretin 9. Yılı, İslâm tarihinde “Senetü’l-Vüfûd” (Heyetler Yılı) olarak anıldı.
Cenâb-ı Hak, bu manzarayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir (betimleme) edecekti:
“Allah’ın (c.c.) yardımı ve fetih (Mekke’nin Fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın (c.c.) dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbine (c.c.) hamd ederek tesbihte bulun ve O’ndan (c.c.) bağışlama dile. Şüphesiz O (c.c.), tevbeleri (tövbeleri) çok kabul edendir.” (Nasr, 110/1-3 )
2. Kuzeyden Gelen Tehdit: Bizans (Roma) Ordusu
Arabistan yarımadası (Cezîretü’l-Arap) tamamen İslâm’ın sancağı altında birleşmişti. Ancak İslâm’ın Cihan Şümul davet mektupları, Kuzey’deki o devasa gücü (Bizans/Roma) rahatsız etmişti.
Mûte Savaşı’nda (Hicret 8), 3.000 (Üç bin) Müslümanın 200.000 (İki yüz bin) (veya 100.000) kişilik Bizans (Roma) ordusuna kafa tutması ve Hâlid bin Velîd’in (r.a.) o orduyu salimen geri çekmesi, Bizans (Roma) İmparatoru Herakliyus’u şaşırtmış ve korkutmuştu.
Herakliyus, Arabistan’da doğan bu yeni “Süper Güç”ü (İslâm Devleti’ni), daha fazla büyümeden, kökünden ezmeye karar verdi.
Hicretin 9. Yılı, Receb ayında (M. 630), Medine’ye korkunç bir istihbarat (haber) ulaştı:
“Herakliyus, Şam (Suriye) sınırına, Bizans (Roma) askerleri ve O’na (Herakliyus’a) bağlı Hristiyan Arap (Gassânî) kabilelerinden oluşan 40.000 (Kırk bin) kişilik muazzam bir ordu yığmıştır. Ordu, Medine’ye yürümeye hazırlanmaktadır!”
Bu, Hendek’ten (10.000 kişi) bile daha büyük, dünyanın en profesyonel ordusunun (Bizans/Roma) topyekûn bir istila (işgal) tehdidiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu tehdide derhal ve en üst seviyede karşılık verilmesi gerektiğine karar verdi.
3. “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) ve İman İmtihanı
Efendimiz (s.a.v.), bu kez hedefi gizlemedi. Bütün Müslümanlara ve müttefik Arap kabilelerine “Açık Çağrı” (Nefîr-i Âmm) yaptı:
“Bizans (Roma) üzerine, Tebük’e yürüyoruz! Hazırlanın!”
Bu çağrı, İslâm Ümmeti’nin o güne kadar karşılaştığı en ağır “İman İmtihanı” idi. Bu yüzden bu sefere “Zorluk Gazvesi” (Gazvetü’l-Usre) denildi.
Zorluk şuydu:
• Mevsim: Arabistan’ın en kavurucu, en sıcak yaz aylarıydı (Temmuz/Ağustos).
• Mesafe: Tebük, Medine’ye 700-800 km uzakta, çölün ortasındaydı.
• Zamanlama: Tam hurmaların olgunlaştığı “Hasat” zamanıydı. Medine’nin bütün bir yıllık ekonomisi (nafakası) bu hasata bağlıydı. Sefere gitmek demek, o yılın bütün gelirini (hurmaları) ağaçlarda çürümeye terk etmek demekti.
• Düşman: Karşıdaki düşman, Kureyş veya Hevâzin gibi bedevîler (çöl Arapları) değil, dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) idi.
Bu sefer, “Gerçek Mü’min” ile “Münafık”ı (sahtekârı), “Cömert” ile “Cimri”yi ayıracak olan son “Furkân” (ayırma) imtihanıydı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu muazzam orduyu (Ceyşü’l-Usre’yi) teçhiz etmek (donatmak) için “İnfâk” (Malî Yardım) seferberliği başlattı.
O gün, Sahâbe (r.anhüm), imanın ve fedakârlığın ne demek olduğunu Cihan Şümul âleme (dünyaya) gösterdi:
• Hz. Osman’ın (r.a.) Cömertliği (Zenginlerin İmtihanı):
Hz. Osman bin Affân (radıyallâhu anh) (Zinnûreyn/İki Nur Sahibi), bu ordunun (Ceyşü’l-Usre’nin) neredeyse üçte birini (1/3) tek başına donattı. Rivayete göre; 900 (Dokuz yüz) deve, 100 (Yüz) at (tam teçhizatlı) ve 1.000 (Bin) dinar altın (muazzam bir servet) bağışladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Osman’ın (r.a.) getirdiği o altınları mübarek elleriyle karıştırırken, o kadar sevinmişti ki, O’na (Osman’a r.a.) şu müjdeyi verdi: “Bugünden sonra Osman’a (r.a.) yaptığı (yapacağı) hiçbir şey (günah) zarar vermez!”
• Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) Yarışı:
Hz. Ömer (r.a.), “Hayatımda hep Ebû Bekir’i (r.a.) geçmek istedim. Bugün, malımın yarısını getiriyorum. Bugün O’nu (Ebû Bekir’i r.a.) geçeceğim!” (r.a.) diyerek malının tam yarısını (1/2) Efendimiz’in (s.a.v.) önüne koydu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yâ Ömer! (r.a.) Ailene (Ehline) ne bıraktın?”
Hz. Ömer (r.a.): “Malımın yarısını (1/2), Yâ Resûlallah! (s.a.v.)”
Az sonra Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh) geldi. O (Ebû Bekir r.a.), bir bohça içinde malının TAMAMINI Efendimiz’in (s.a.v.) önüne koydu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yâ Ebâ Bekir! (r.a.) Sen (Ebû Bekir r.a.) ailene (ehline) ne bıraktın?”
O (Ebû Bekir r.a.) “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi), o Cihan Şümul (Evrensel) iman cevabını verdi:
“Onlara (Ehline) Allah’ı (c.c.) ve Resûlü’nü (s.a.v.) bıraktım!”
Hz. Ömer (r.a.) o anda ağlamaya başladı ve “Anladım ki, ben (Ömer r.a.) seni (Ebû Bekir’i r.a.) hiçbir zaman geçemeyeceğim” dedi.
• “el-Bekkâûn” (Ağlayanlar) (Fakirlerin İmtihanı):
Bu zenginlerin (mal sahiplerinin) yanında, bir de fakir (yoksul) Ashâb (r.anhüm) vardı. Onlar (Bekkâûn r.anhüm) da bu sefere (Cihâd’a/Gazâya) katılmak, şehit olmak istiyorlardı. Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldiler: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim (Bekkâûn’un r.anhüm) ne kılıcımız ne de binecek devemiz var. Bize (Bekkâûn’a r.anhüm) de binecek (hayvan) ver, biz (Bekkâûn r.anhüm) de gelelim!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o anki imkânsızlık içinde, hüzünle cevap verdi: “Vallahi, sizi (Bekkâûn’u r.anhüm) bindirecek hiçbir şey (hayvan) bulamıyorum.”
Bu Sahabîler (r.anhüm) (el-Bekkâûn r.anhüm), Cihâd’a (Gazâya) katılamadıkları için, hıçkıra hıçkıra ağlayarak geri döndüler. Onların (Bekkâûn’un r.anhüm) bu ihlaslı (samimi) gözyaşları üzerine, Cenâb-ı Hak, Tevbe Suresi’nde (9/92) Onları (Bekkâûn’u r.anhüm) överek teselli etti.
Münafıkların İhâneti (Sahtekârların İmtihanı):
Bu “Zorluk” (Usre) imtihanı, Münafıkların (sahtekârların) son maskesini de düşürdü. Onlar (Münafıklar), Resûlullah’a (s.a.v.) gelip yalan mazeretler (bahaneler) sundular:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) ‘Bu sıcakta sefere mi çıkılır?’ Bize (Münafıklara) izin ver, Medine’de kalalım.” (Allah c.c. onlara r.anhüm cevap verdi: “De ki: Cehennem ateşi, bu sıcaktan çok daha şiddetlidir!” – Tevbe, 9/81)
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim (Münafıkların) evlerimiz savunmasız (Avret).” (Allah c.c., “Onların (Münafıkların) evleri savunmasız değildi, onlar (Münafıklar) sadece kaçmak istiyorlardı” – Ahzâb, 33/13 dedi.)
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizans (Roma) kadınları (kızları) çok güzeldir. Biz (Münafıklar) gidersek, fitneye (günaha) düşeriz. Bize (Münafıklara) izin ver, fitneye (günaha) düşmeyelim.” (Allah c.c. cevap verdi: “Haberiniz olsun ki, onlar (Münafıklar) zaten fitnenin (günahın) tam içine düşmüşlerdir!” – Tevbe, 9/49)
Ve Medine’nin en büyük münafığı (sahtekârı) Abdullah bin Übeyy bin Selûl, en büyük ordusuyla Medine’nin dışında karargâh kurdu, ancak “Bizans’la (Roma’yla) savaşılmaz” diyerek, İslâm Ordusu’ndan ayrılıp Medine’ye geri döndü.
4. Tebük’e Varış ve Kılıçsız Zafer
İslâm Ordusu, geride kalan münafıklara (sahtekârlara) ve imanı zayıflara (inancı güçsüzlere) aldırmadan, 30.000 (Otuz bin) kişilik o muazzam kuvvetle (10.000’i atlı) yola çıktı.
Bu, İslâm tarihinin o güne kadar gördüğü en büyük orduydu.
Ancak yolculuk, “Zorluk” (Usre) ismine lâyık bir meşakkatle (zorlukla) doluydu. Sıcaklık dayanılmazdı. Su kaynakları (kuyular) kurumuştu. Açlık o raddeye gelmişti ki, Sahabîler (r.anhüm) develerinin içindeki suyu (işkembelerindeki) içmek veya su bulmak için develerini kesmek zorunda kalmışlardı.
Ancak bu 30.000 (Otuz bin) sâdık (sadakatli) Mü’min (inanan), o imkânsız çöl yolculuğunu tamamladı ve Tebük’e ulaştı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) karargâhı kurdu ve 40.000 (Kırk bin) kişilik Bizans (Roma) Ordusu’nu beklemeye başladı.
Ancak meydanda kimse yoktu!
Bizans (Roma) casusları, Müslümanların o kavurucu çölde, hasat mevsimini terk ederek 30.000 (Otuz bin) kişilik bir orduyla, bu imkânsız yolculuğu yaptıklarını (iman gücünü) İmparator Herakliyus’a bildirince;
Herakliyus, Mûte’de (Hicret 8) 3.000 (Üç bin) kişiden korktuğu gibi, bu 30.000 (Otuz bin) “imanlı” ordudan daha çok korkmuştu. “Bunlar (Müslümanlar) sıradan insanlar (beşer) değil. Bunlarla (Müslümanlarla) savaşılmaz” diyerek, ordusunu Şam’ın (Suriye’nin) içlerine (Hıms’a) geri çekmişti.
Tebük Gazvesi, İslâm’ın, dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) karşısında, tek bir kılıç çekilmeden, “iman gücü” ve “caydırıcılık” ile kazandığı en büyük psikolojik zaferdir.
Efendimiz (s.a.v.) Tebük’te 20 (yirmi) gün kalır. Kuzeydeki Hristiyan Arap emirlerini (reislerini) (Eyle, Dûme vb.) İslâm’a davet eder, onlarla “Cizye” (vergi) antlaşmaları (muahedeleri) yapar. İslâm’ın kuzey sınırlarını Bizans (Roma) sınırına kadar emniyete alır.
5. “Sadakatin” İmtihanı: Ka’b bin Mâlik (r.a.) ve İki Arkadaşı (r.anhüm)
İslâm Ordusu, bu “kılıçsız” zaferle Medine’ye döndü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid’e oturdu. Sefere katılmayan Münafıklar (sahtekârlar) (80 küsur kişi) birer birer geldiler. Hepsi, yalan mazeretler (bahaneler) sundular (“Hastaydım”, “İşim vardı” vb.). Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nların (münafıkların) zâhirlerini (dışlarını) kabul etti, onlar (münafıklar) için istiğfar (af) diledi, ancak derûnlarını (içlerini) Allah’a (c.c.) havale etti.
En son, üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) geldi: Ka’b bin Mâlik (r.a.), Hilâl bin Ümeyye (r.a.) ve Mürâre bin Rebî’ (r.a.).
Bunlar (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.), münafık (sahtekâr) değillerdi. Sadece, o günlerde bahçeleri (hurmaları) çok güzel olduğu için, “Nasılsa ordu yavaş gider, yarın hazırlanır yetişirim… Ertesi gün yetişirim…” diyerek “Tembellik” (Tesvîf/Erteleme) yapmışlar ve orduyu kaçırmışlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ka’b’a (r.a.) sordu: “Yâ Ka’b! (r.a.) Sen (Ka’b r.a.) neden gelmedin? Binek (hayvan) almamış mıydın?”
Ka’b (r.a.), o Cihan Şümul (Evrensel) “sadakat” dersini verdi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Vallahi, Senin (s.a.v.) huzurunda değil de, bir dünya sultanının huzurunda olsaydım, bir yalan uydurur (mazeret/bahane bulur), O’nun (sultanın) gazabından (öfkesinden) kurtulurdum. Benim (Ka’b’ın r.a.) hitabetim (konuşmam) kuvvetlidir.”
“Ama biliyorum ki, bugün Sana (s.a.v.) yalan söylesem, Sen (s.a.v.) benden (Ka’b’dan r.a.) razı olsan bile, Allah (c.c.) yarın Sana (s.a.v.) (vahiyle) hakikati (gerçeği) bildirir ve Sen (s.a.v.) bana (Ka’b’a r.a.) gazap (öfke) edersin.”
“Ama bugün Sana (s.a.v.) ‘doğruyu’ söylersem, belki bana (Ka’b’a r.a.) kızacaksın (darılacaksın). Lâkin (ancak) ben (Ka’b r.a.), bu sadakatim (doğruluğum) hürmetine, Allah’ın (c.c.) affını (bağışlamasını) ümit ediyorum.”
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Vallahi, benim (Ka’b’ın r.a.) (sefere katılmamak için) hiçbir mazeretim (bahanem) yoktu!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ka’b’ın r.a.) ve diğer iki (2) arkadaşının (r.anhüm) da (Hilâl r.a., Mürâre r.a.) aynı şeyi söylediğini öğrenince, buyurdu ki:
“İşte bu (Ka’b r.a.) doğru söyledi. Kalkın ve hakkınızda Allah’tan (c.c.) bir hüküm gelinceye kadar bekleyin!”
Ve ilâhî bir emirle, bu üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî’ye (r.anhüm) “Boykot” (Tecrit) başlar.
• Resûlullah (s.a.v.) da dahil, Medine’deki HİÇ KİMSE bu üç (3) kişiyle (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.) konuşmayacaktı.
• Bu boykot tam 50 (Elli) gün sürer.
• Kırkıncı (40.) gün, imtihan daha da ağırlaşır: “Zevcelerinizden (eşlerinizden) de ayrılın (onlara yaklaşmayın)!” emri gelir.
• Elli (50) gün boyunca, o üç (3) Sahabî (r.anhüm) Medine sokaklarında birer “hayalet” gibi dolaşırlar. Selam verirler, kimse selamlarını almaz. Mescid’e gelirler, kimse onlarla (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.) konuşmaz.
• Ka’b (r.a.) der ki: “Yeryüzü, o (bildiğim) yeryüzü değildi. O (bildiğim) insanlar, o (bildiğim) insanlar değildi. Yeryüzü o genişliğine rağmen bana (Ka’b’a r.a.) dar gelmişti.”
Tam 50. (ellinci) günün sabah namazında, Ka’b (r.a.) evinin damında ağlayarak dua ederken, Medine’deki Sel’ Dağı’nın tepesinden bir Sahabî’nin (r.a.) (Ebû Bekir’in r.a. veya bir başkasının) o Cihan Şümul müjde nidâsı (sesi) yankılanır:
“Müjde, yâ Ka’b bin Mâlik! (r.a.) Müjde! Tevben (Tövben) kabul oldu!”
Cenâb-ı Hak, o üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî’nin (r.anhüm) “sadakatlerinin” (doğruluklarının) bedelini ve “tevbelerinin” (tövbelerinin) kabulünü, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de (Tevbe, 9/117-118) vahiyle ilan eder.
Tebük Gazvesi, İslâm Ümmeti’nin son büyük imtihanı olmuş; Bizans’ı (Roma’yı) dize getirmiş ve “Münafık (Sahtekâr)” ile “Sâdık (Sadakatli)” olanı ebediyen ayırmıştır.
Tebük Seferi (Hicret 9), İslâm’ın o “Zorluk Ordusu”nun (Ceyşü’l-Usre), dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) karşısında kılıç çekmeden kazandığı Cihan Şümul bir psikolojik zafer olmuştu. Bu sefer, mü’min ile münafığı (sahtekârı) kesin bir çizgiyle ayırmıştı.
Artık Arabistan yarımadasında (Cezîretü’l-Arap) İslâm’a karşı duracak ne bir müşrik (putperest) ordusu ne de bir Yahudi fitnesi kalmıştı. Hicretin 9. Yılı, “Heyetler Yılı” (Senetü’l-Vüfûd) olmuş, Arabistan’ın dört bir yanından gelen kabileler, bölük bölük Allah’ın (c.c.) dinine girmişlerdi. Yıllar önce kendisini (s.a.v.) taşlayan Tâif (Sakîf) kabilesi dahi, Medine’ye heyet (elçi) göndererek İslâm’ı kabul etmişti.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), 22 yıllık o meşakkatli (zorlu) Nübüvvet (Peygamberlik) vazifesinin (görevinin) sonuna yaklaştığını hissediyordu. Din, Arabistan’a hâkim olmuştu. Sıra, bu Cihan Şümul davanın esaslarını 100.000 (Yüz bin) kişiyi aşan muazzam bir cemaate, son bir kez, en mukaddes (kutsal) mekânda ilan etmeye ve onlarla (Ashâbıyla r.anhüm) vedalaşmaya gelmişti.
BÖLÜM 35: HÜCCETÜ’L-VEDÂ (VEDA HACCI) VE DİNİN İKMÂLİ (TAMAMLANMASI)
(Medenî Dönem – XXIII)
1. Medine’den Son Yolculuk: 100.000 (Yüz Bin) Kişilik Nur Kervanı (Hicret 10)
Hicretin 10. Yılı, Zilkade ayı… Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), (Hicret’ten sonraki) ilk ve son Hacc’ını (Farz olan Hac) edâ (yerine getirme) edeceğini ilan etti.
Bu haber, İslâm dünyasında bir şimşek gibi çaktı. Hayatı boyunca Resûlullah’ı (s.a.v.) bir kez olsun görmek, O’nunla (s.a.v.) birlikte namaz kılmak ve Hac yapmak isteyen on binlerce Müslüman, Arabistan’ın her köşesinden Medine’ye akın etti.
100.000 (Yüz bin) (bazı rivayetlere göre 124.000) kişilik, o güne kadar görülmemiş, tamamı Müslümanlardan oluşan muazzam bir “Nur Kervanı” toplandı.
Efendimiz (s.a.v.), Medine’den yola çıktı. “Zülhuleyfe”de (Mikât sınırı) ihrama girdi.
O (s.a.v.), 10 (on) yıl önce, bir gece vakti, bir mağaraya sığınarak, tek bir dostuyla (Hz. Ebû Bekir r.a.) terk ettiği Mekke’ye; şimdi, 100.000 (Yüz bin) kişilik muazzam bir Ümmet’in (Müslüman toplumun) Lideri (Peygamberi s.a.v.) ve Fâtihi olarak, gündüz vakti, izzetle giriyordu.
O (s.a.v.) ve 100.000 (Yüz bin) Sahâbîsi (r.anhüm), hep bir ağızdan Tevhid’in (Allah’ın c.c. birliğinin) o Cihan Şümul nidasını haykırıyordu:
“Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerîke lek!”
(Buyur Allah’ım (c.c.) buyur! Emrindeyim! Senin (c.c.) ortağın yoktur. Hamd (Övgü) Sana (c.c.) mahsustur, nimet de mülk de Senindir (c.c.)! Senin (c.c.) ortağın yoktur!)
Mekke ve etrafındaki vâdiler, “Tevhid” (Allah’ın c.c. birliği) ile yankılanıyordu.
2. Arafat Vakfesi ve “Vedâ Hutbesi” (Zilhicce 9, Cuma Günü)
Hacc’ın zirvesi, Zilhicce ayının 9. Günü, Cuma günü, Arafat Dağı’ndaydı (Cebel-i Rahme).
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Arafat Vâdisi’nin ortasında (Urene Vâdisi’nde) durdu.
O’nun (s.a.v.) karşısında, ufuk çizgisine kadar uzanan, ihramlara bürünmüş 124.000 (Yüz yirmi dört bin) Sahâbî (r.anhüm), huşû (derin saygı) içinde, O’nun (s.a.v.) mübarek lisanından (dilinden) dökülecek o son Cihan Şümul (Evrensel) vasiyeti (nasihati) dinlemek için nefeslerini tutmuşlardı.
Efendimiz (s.a.v.), o mahşerî kalabalığa, İslâm Medeniyeti’nin Kıyamete kadar sürecek olan “Temel İnsan Hakları Beyannâmesi”ni ve “İslâm Anayasası”nı ilan etti:
Vedâ Hutbesi.
(Sesi gür olan Rabîa bin Ümeyye r.a. gibi Sahâbîler r.anhüm, Efendimiz’in (s.a.v.) cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak, hutbenin (konuşmanın) en arkadakilere kadar ulaşmasını sağlıyorlardı.)
Efendimiz (s.a.v.) hamd (övgü) ve senâdan (yüceltmeden) sonra söze başladı:
“Ey İnsanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Zira bilmiyorum, belki de bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım.”
Bu, bir “Vedâ” hitabıydı.
O (s.a.v.) devam etti:
• Can ve Mal Emniyeti (Dokunulmazlığı):
“Ey İnsanlar! Bu gününüz (Arefe Günü) nasıl mukaddes (kutsal) bir gün ise, bu ayınız (Zilhicce Ayı) nasıl mukaddes (kutsal) bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes (kutsal) bir belde ise; kanlarınız (canlarınız), mallarınız ve ırzlarınız (namusunuz) da (birbirinize karşı) aynı şekilde mukaddestir (kutsaldır), her türlü tecâvüzden (saldırıdan) korunmuştur!”
• Câhiliye’nin Kaldırılması:
“Dikkat ediniz! Câhiliye’den kalma bütün âdetler (batıl/yanlış inançlar, âdetler), ayaklarımın altındadır, kaldırılmıştır!”
“Câhiliye devrinde güdülen kan davaları (dâvâü’d-dem) tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, (amcam Hâris’in oğlu) Rabîa bin Hâris’in kan davasıdır!”
“Faizin (Ribâ’nın) her türlüsü kaldırılmıştır, ayaklarımın altındadır. Kaldırdığım ilk faiz (ribâ) ise, (amcam) Abbâs bin Abdilmuttalib’in (r.a.) faizidir (alacağıdır)!”
• Kadın Hakları ve Emanet:
“Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmeniz ve bu hususta Allah’tan (c.c.) korkmanızı (Takvâ’yı) tavsiye ederim!”
“Sizin (erkeklerin) kadınlar üzerinde hakkınız (hukukunuz), kadınların da sizin (erkeklerin) üzerinizde hakkı (hukuku) vardır.”
“Onlar (Kadınlar), size (erkeklere) Allah’ın (c.c.) bir emanetidir. Allah (c.c.) adına (nikahla) onları (kadınları) kendinize (erkeklere) helâl kıldınız. Onlara (kadınlara) karşı şefkatli ve merhametli olunuz, yiyecekleri ve giyecekleri hususunda (onlara r.anha) iyilikle (ihsanla) muamele ediniz!”
• Cihan Şümul Eşitlik ve Kardeşlik:
“Ey Mü’minler ! Rabbiniz (c.c.) birdir, babanız (Atanız Âdem a.s.) da birdir. Hepiniz Âdem’in (a.s.) çocuklarısınız, Âdem (a.s.) ise topraktandır.”
“Arab’ın Acem’e (Arap olmayana), Acem’in (Arap olmayanın) Arab’a; kırmızının (beyaz tenlinin) siyaha, siyahın da kırmızıya (beyaz tenliye) takvâdan (Allah’tan c.c. korkmaktan/O’na c.c. itaatten) başka hiçbir üstünlüğü yoktur!”
“Şüphesiz, Allah (c.c.) katında en kerîm (üstün/şerefli) olanınız, O’na (c.c.) karşı takvâsı (itaati/korkusu) en ziyade (fazla) olanınızdır!”
• İki Cihan Şümul Emanet:
“Ey İnsanlar! Size (Ashâbıma r.anhüm) iki emanet bırakıyorum. Onlara (iki emanete) sımsıkı sarıldığınız müddetçe, yolunuzu asla şaşırmazsınız:
1. Allah’ın (c.c.) Kitabı (Kur’ân-ı Kerîm).
2. Nebî’sinin (Peygamberinin s.a.v.) Sünneti (veya Ehl-i Beytim r.anhüm).”
3. Şâhitlik (Tanıklık) ve Dinin İkmâli (Tamamlanması)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul hitabenin (konuşmanın) sonunda, o 124.000 (Yüz yirmi dört bin) kişilik mahşerî (çok kalabalık) cemaate sordu:
“Ey İnsanlar! Yarın (Ahirette) beni (Muhammed’i s.a.v.) sizden (Ashâbımdan r.anhüm) soracaklar. Ne diyeceksiniz?”
124.000 (Yüz yirmi dört bin) Sahâbî (r.anhüm), tek bir gür sesle Arafat Vâdisi’ni titretti:
“Şehâdet (Şahitlik) ederiz ki, Sen (Muhammed s.a.v.) (Allah’ın c.c. Risâletini) tebliğ ettin! Vazifeni (görevini) (eksiksiz) ifâ (yerine getirme) ettin! Ve bize (Ashâbına r.anhüm) (sonuna kadar) nasihat ettin!”
Bu Cihan Şümul şehâdet (şahitlik) üzerine, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek şehâdet (şahitlik) parmağını önce semâya (gökyüzüne) kaldırdı, sonra o muazzam cemaate çevirdi ve üç kez gürledi:
“Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab! Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab! Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab!”
(Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.) Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.) Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.))
Ve tam o anda, o Cuma günü, Arafat Vâdisi’nde, o muazzam cemaatin (topluluğun) şâhitliğinde (tanıklığında), 23 (Yirmi üç) yıllık Risâlet (Elçilik) vazifesinin (görevinin) tamamlandığını, İslâm Dini’nin “kemâle erdiğini” (olgunlaştığını/tamamlandığını) ilan eden o Cihan Şümul (
ayet-i kerîme nâzil (indi) oldu:
“…Bugün kâfirler (inkârcılar) sizin dininizden (dininizi yok etmekten) ümitlerini (ümitlerini) kesmişlerdir. Artık onlardan (kâfirlerden) korkmayın, benden (Allah’tan c.c.) korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle (tamama) erdirdim. Size (Müslümanlara) olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim (İslâm’dan razı oldum).” (Mâide, 5/3)
Din, kemâle (tamama) ermişti.
Bu ayet-i kerîme indiğinde, Ashâbın (r.anhüm) çoğu sevinirken, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh) ve Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh) hıçkırıklarla ağlamaya başladılar.
“Neden ağlıyorsunuz?” diye soranlara (r.anhüm) şu cevabı verdiler: “Bir şey (vazife/görev) kemâle (tamama) ererse, artık zevâle (yok olmaya/gitmeye) yüz tutar (azalmaya başlar). Bu ayet (ayet-i kerîme), Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) vazifesinin (görevinin) bittiğini ve O’nun (s.a.v.) aramızdan ayrılma (vefât) vaktinin (zamanının) yaklaştığını haber veriyor.”
4. Medine’ye Dönüş ve Son Hazırlık: Refîk-i A’lâ (En Yüce Dost’a c.c.)
Efendimiz (s.a.v.), Hacc’ın (Hac ibadetinin) kalan vazifelerini (görevlerini) (Müzdelife, Mina, Şeytan taşlama, Kurban, Vedâ Tavafı) tamamladı ve Medine’ye döndü.
Artık Hicretin 11. Yılı, Safer ayıydı (M. 632).
Efendimiz (s.a.v.), son günlerinde Uhud Şehitlerini (r.anhüm) ve Bakî’ Kabristanlığı’nı (Mezarlığını) ziyaret etti. Uhud Şehitleri’ne (r.anhüm), sanki onlarla (Uhud Şehitleri’yle r.anhüm) vedalaşır gibi bir cenaze namazı kıldı (veya onlar r.anhüm için dua etti).
Bir gece yarısı, hizmetkârı (hizmetlisi) Ebû Müveyhibe (r.a.) ile Bakî’ Kabristanlığı’na (Mezarlığına) gitti ve oradaki ehl-i kubûra (kabirdekilere) şöyle seslendi: “Selâm (Esenlik) size (ehl-i kubûra r.anhüm), ey kabir ehli (sahipleri)! İçinde bulunduğunuz hâl (durum), insanların içinde bulunduğu hâlden (durumdan) (fitnelerden/kargaşalardan) daha hayırlıdır (iyidir)…”
Ve onlar (ehl-i kubûr r.anhüm) için uzun uzun istiğfar (af) diledi (bağışlanma diledi).
Bu ziyaretten dönerken, mübarek hastalığı (rahatsızlığı), şiddetli bir baş ağrısı ve yüksek ateş (humma) ile başladı.
Hastalığı (Rahatsızlığı) ağırlaştıkça, Mescid’e çıkamaz oldu. Zevcelerinden (eşlerinden r.anha) izin alarak, son günlerini geçirmek üzere, en çok sevdiği zevcesi (eşi r.anha) ve Sıddîk’ın (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) kızı (r.anha) olan Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasına (Hücre-i Saadet’e) geçti.
O (s.a.v.) artık İmamet (namaz kıldırma) yapamayacak kadar ağırlaşmıştı. Ashâbına (r.anhüm) o Cihan Şümul ve siyasî işareti (sinyali) verdi:
“Mürû Ebâ Bekrin fe’l-yusalli bi’n-nâs.”
(Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, insanlara (cemaate) namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!)
Hz. Aişe (r.anha), “Babam (Ebû Bekir r.a.) çok yufka (hassas) yüreklidir, Senin (s.a.v.) makamında (yerinde) ağlar, cemaate (topluluğa) sesini duyuramaz. Ne olur, Ömer’i (r.a.) emret” dediyse de, Efendimiz (s.a.v.) hiddetle emrini üç kez tekrarladı: “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!”
Böylece, Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sağlığında (hayatında), O’nun (s.a.v.) yerine (mihrabına) geçen “İlk Halîfe” (Vekil/Devlet Başkanı) oldu.
Hastalığı (Rahatsızlığı) boyunca, kızı Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ) yanından ayrılmadı. Bir gün, O’nu (Hz. Fâtıma’yı r.anha) yanına çağırdı, kulağına (kulağına) bir şey fısıldadı; Hz. Fâtıma (r.anha) hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) O’nu (Hz. Fâtıma’yı r.anha) tekrar çağırdı, bir şey daha fısıldadı; Hz. Fâtıma (r.anha) bu kez tebessüm etti (gülümsedi).
Hz. Aişe (r.anha) “Nedir bu?” diye sorunca, Hz. Fâtıma (r.anha) (O an sırrı açıklamadı, ancak vefâttan (vefâttan) sonra açıkladı):
“İlkinde, Babam (Muhammed s.a.v.) bana (Fâtıma’ya r.anha) ‘Bu hastalığından (rahatsızlığından) kurtulamayıp vefât edeceğini’ söyledi, O’nun (s.a.v.) için ağladım. İkincisinde ise, bana (Fâtıma’ya r.anha) ‘Ailesinden (Ehl-i Beyt’inden r.anhüm) O’na (s.a.v.) ilk kavuşacak olanın ben (Fâtıma r.anha) olduğumu’ müjdeledi, O’nun (s.a.v.) için sevindim (gülümsedim).”
Artık son anlar yaklaşıyordu. O (s.a.v.), 23 (yirmi üç) yıllık vazifesini (görevini) tamamlamış, Dini (İslâm’ı) ikmâl etmiş (tamamlamış), Ümmet’i (Müslüman toplumu) hazırlamıştı. O (s.a.v.), artık Âlemlerin Rabbi’ne (c.c.), o “En Yüce Dost”a (Refîk-i A’lâ’ya) kavuşmayı bekliyordu.
BÖLÜM 36 (SON BÖLÜM): VUSLAT – “ER-REFÎKA’L-A’L”YA (EN YÜCE DOST’A C.C.)
(Medenî Dönem – XXIV)
1. Hastalığın (Rahatsızlığın) Başlangıcı ve Son Emir (Hicret 11)
Hicretin 10. Yılında, o muazzam “Vedâ Haccı” tamamlanmış, Arafat’ta “Din’in kemâle (tamama) erdiği” (Mâide, 5/3) ayet-i kerîmesiyle ilan edilmişti. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), 23 (yirmi üç) yıllık Cihan Şümul vazifesini (görevini) eksiksiz tamamlamanın huzuruyla Medine’ye dönmüştü.
Hicretin 11. Yılı, Safer ayının son günleri…
Efendimiz (s.a.v.), bir gece yarısı Bakî’ Kabristanlığı’nı (Mezarlığını) ziyaret etmiş, oradaki Ashâbına (r.anhüm) selam verip, onlar (Ashâbı r.anhüm) için uzun uzun istiğfar (af) dilemişti. Bu ziyaret, bir “Vedâ” ziyareti gibiydi.
Bu ziyaretten döndükten sonra, mübarek hastalığı (rahatsızlığı), şiddetli bir baş ağrısı ve yüksek ateş (humma) ile başladı.
Hastalığı (Rahatsızlığı) ağırlaştı. Artık Mescid-i Nebevî’ye çıkıp Ashâbına (r.anhüm) namaz kıldıramayacak hâle (duruma) gelmişti. Bütün zevcelerinden (eşlerinden r.anha) izin alarak, o son ve en kritik günlerini, mübarek kalbinin (gönlünün) en sevdiği yerde, Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasında (Hücre-i Saadet) geçirmeye karar verdi.
O (s.a.v.), cemaatine (topluluğuna) İmamet (namaz kıldırma) edemeyince, o Cihan Şümul emri verdi. Bu emir, sadece bir namaz emri değil, aynı zamanda kendisinden (s.a.v.) sonra Ümmet’in (Müslüman toplumun) kime tâbi olacağına (uyacağına) dair siyasî bir işaretti (sinyaldi):
“Mürû Ebâ Bekrin fe’l-yusalli bi’n-nâs.”
(Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, insanlara (cemaate) namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!)
Hz. Aişe (r.anha), babasının (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) ne kadar yufka (hassas) yürekli olduğunu, Resûlullah’ın (s.a.v.) makamına (yerine) geçtiğinde ağlamaktan kendini (Hz. Ebû Bekir’i r.a.) alamayacağını bildiği için, “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ebû Bekir (r.a.) çok rikkatlidir (incedir/hassastır). Bu vazifeyi (görevi) Ömer’e (r.a.) verseniz?” diye rica ettiyse de, Efendimiz (s.a.v.) hiddetle (öfkeyle) emrini üç (3) kez tekrarladı: “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!”
Böylece Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sağlığında (hayatında), O’nun (s.a.v.) mihrabında 17 (on yedi) vakit namaz kıldırarak, “İlk Halîfe” (Vekil/Devlet Başkanı) olacağının en büyük işaretini (sinyalini) taşımış oldu.
2. Son Pazartesi: O Son Tebessüm (12 Rebiülevvel)
Vefât (Vefât) günü, Hicretin 11. Yılı, 12 Rebiülevvel, Pazartesi günüydü.
O sabah, Efendimiz’in (s.a.v.) üzerindeki o ağır ateş (humma) hafiflemiş gibiydi. Mübarek yüzünde (vech-i şerîfinde) bir sükûnet (dinginlik) vardı.
Sabah Namazı vaktiydi. Mescid-i Nebevî, İmamları (İmam) Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) arkasında, safları (sıraları) sıkıca kenetlenmiş, huşû (derin saygı) içinde namaza durmuştu.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o anda, son bir kuvvetle (güçle) doğruldu. Hz. Aişe’nin (r.anha) odasının (Hücre-i Saadet’in) Mescid’e açılan perdesini mübarek eliyle araladı.
Ve o Cihan Şümul manzaraya baktı…
O (s.a.v.), 23 (yirmi üç) yıllık mücadelesinin (mücadele) neticesini (sonucunu) görüyordu: Birbirine düşman olan kabileler (Evs ve Hazrec), Mekke’den kovulanlar (Muhâcirler) ve Medine’de kucak açanlar (Ensâr)… Hepsi, tek bir safta (sırada), tek bir İmam’ın (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) arkasında, tek bir Allah’a (c.c.) secde ediyorlardı.
Ümmet (Müslüman toplum) birleşmişti. Vazife (Görev) tamamlanmıştı.
Bu manzarayı gören Âlemlerin Rahmeti Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yüzü (vech-i şerîfi), ayın on dördü (dolunay) gibi parladı ve O (s.a.v.), o Cihan Şümul (Evrensel) “Tebessüm” (Gülümseme) ile gülümsedi.
O’nu (s.a.v.) perde aralığında gören Ashâb (r.anhüm), Efendimiz’in (s.a.v.) iyileştiğini ve namaza çıkacağını zannederek sevinçten saflarını (sıralarını) bozdular. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) geldiğini sanarak geri çekilmek istedi.
Efendimiz (s.a.v.), onlara (Ashâbına r.anhüm) “Namazınıza devam edin” diye işaret (sinyal) etti. Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) “Yerinde (Mihrapta) kal” diye işaret (sinyal) etti.
Ve o mübarek perdeyi kapattı.
Bu, Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) O’nu (s.a.v.) sağ (canlı) olarak gördüğü son andı.
3. Son Anlar ve O Son Söz: “Refîk-i A’lâ” (En Yüce Dost’a c.c.)
O (s.a.v.) tebessümden (gülümsemeden) sonra tekrar Hz. Aişe’nin (r.anha) kucağına (kucağına) yattı. Ancak hastalığı (rahatsızlığı) öğleye doğru tekrar şiddetlendi. Artık “Sekerâtü’l-Mevt” (Ölüm anının zorlukları) başlamıştı.
Hz. Aişe’nin (r.anha) kardeşi Abdurrahman (r.a.), elinde (taze) bir misvak (diş temizleme çubuğu) ile odaya (Hücre-i Saadet’e) girdi. Efendimiz (s.a.v.), o ağır hâline (durumuna) rağmen, gözlerini (gözlerini) o misvaktan (diş temizleme çubuğundan) ayırmadı.
Hz. Aişe (r.anha), o Cihan Şümul ferâsetle (sezgiyle) anladı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sana (s.a.v.) o misvağı vereyim mi?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.) mübarek başıyla “Evet” işareti (sinyali) verdi.
Hz. Aişe (r.anha), misvağı aldı, mübarek ağzıyla (dişleriyle) onu (misvağı) yumuşattı ve Efendimiz’e (s.a.v.) uzattı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o son anlarında dahi, Rabbine (c.c.) “tertemiz” bir ağızla kavuşmak için, hayatında hiç misvak kullanmamış gibi bir iştiyakla (arzuyla) mübarek dişlerini temizledi.
Artık vuslat (kavuşma) anıydı.
Odasında (Hücre-i Saadet’te) bulunan su kabına (su kabına) mübarek elini (elini) batırıyor, o ateşli yüzüne (vech-i şerîfine) sürüyor ve şöyle söylüyordu:
“Lâ ilâhe illallah… İnne li’l-mevti le-sekerât…” (Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur… Şüphesiz, ölümün (vefâtın) zorlukları (sekerâtı) vardır…)
Hz. Aişe (r.anha) biliyordu; her Peygamber’e (a.s.) vefât (vefât) anında “Dünya” ile “Ahiret” (Rabbine c.c. kavuşmak) arasında bir “seçim” (tercih) hakkı verilirdi.
Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek nazarı (bakışı) odanın (Hücre-i Saadet’in) tavanına (tavanına) dikildi.
Artık bu dünyadan ayrılıyordu. O (s.a.v.), Cebrail (a.s.) ve Azrâil’in (a.s.) (Melekü’l-Mevt’in) sunduğu o Cihan Şümul tercihi yapıyordu.
Mübarek lisanından (dilinden) şu kelimeler döküldü:
“…Ma’a’l-lezîne en’amte ‘aleyhim mine’n-Nebiyyîne ve’s-Sıddîkîne…” (…(Rabbim! c.c.) Beni (Muhammed’i s.a.v.), Peygamberler (a.s.), Sıddîklar (r.anhüm) gibi nimet (ihsan) verdiklerinle beraber kıl…)
Ve o son, o net, o Cihan Şümul vuslat (kavuşma) cümlesi:
“Allâhümme… er-Refîka’l-A’lâ…”
(Allah’ım! (c.c.) … (Artık dünyayı/dünyayı değil,) En Yüce Dost’u (c.c.) (Seni c.c.) istiyorum…)
Bu cümleyi üç kez tekrarladı.
Hz. Aişe’nin (r.anha) kucağında, mübarek eli yana düştü. Mübarek ruhu, 23 (yirmi üç) yıllık çilenin (zorluğun), mücadelenin ve zaferin ardından, yaratıldığı o yüce makama (yere), Refîk-i A’lâ’ya (c.c.) (En Yüce Dost’a c.c.) kavuşmuştu.
(Hicret 11, 12 Rebiülevvel Pazartesi, Kuşluk Vakti).
4. Medine’deki Sarsıntı: “O (s.a.v.) Ölmedi!”
Haber, Mescid-i Nebevî’ye ulaştığında, Medine’nin üzerine bir kıyamet kopmuş gibi oldu.
Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) neye uğradığını şaşırdı. O (s.a.v.) sarsılmaz Lider (Peygamber s.a.v.), o (s.a.v.) şefkatli Baba (s.a.v.), o (s.a.v.) Vahyin kaynağı gitmişti.
Hz. Osman (r.a.) olduğu yere yığıldı, dili tutuldu. Hz. Ali (r.a.) kederden (hüzünden) hareket edemez hâle (duruma) geldi.
Münafıklar (Sahtekârlar) ise, “Gördünüz mü? O (s.a.v.) da öldü!” diye fitne (kargaşa/bozgunculuk) çıkarmaya başlamıştı.
Bu Cihan Şümul şokun ve kederin (hüznün) en şiddetlisi, O’nu (s.a.v.) en çok sevenlerden birinde, Hz. Ömerü’l-Fâruk’ta (radıyallâhu anh) tezâhür (ortaya çıkma) etti.
Hz. Ömer (r.a.), O’nun (s.a.v.) vefâtını kabullenemiyordu. İmanın verdiği o celâlle (hiddetle) kılıcını çekti ve Mescid-i Nebevî’nin ortasında gürledi:
“Kim ‘Muhammed (s.a.v.) öldü!’ derse, kılıcımla O’nun (diyenin) boynunu vururum!”
“O (s.a.v.) ölmedi! Vallahi ölmemiştir! O (s.a.v.), Mûsâ’nın (a.s.) Rabbine (c.c.) gittiği gibi Rabbine (c.c.) gitmiştir! Münafıkların (sahtekârların) kökünü kazımadan geri dönmeyecektir!”
Ümmet, Peygamber’inin (s.a.v.) vefât acısı (kederi) ile Hz. Ömer’in (r.a.) bu Cihan Şümul tehdidi arasında felç olmuştu.
O anda, İslâm’ın ikinci adamı, “Yâr-ı Gâr”ı (Mağara Arkadaşı r.a.), “Sıddîk”ı (Sadakatin zirvesi) Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Medine dışındaki evinden (Sünh’ten) haber alır almaz atına atladı ve Mescid’e geldi.
Kimseyle konuşmadı. Hz. Ömer’e (r.a.) bakmadı. Doğruca Hz. Aişe’nin (r.anha) odasına (Hücre-i Saadet’e) girdi.
En sadık (sadakatli) dostunun (s.a.v.), mübarek Peygamber’inin (s.a.v.), vefât etmiş, yüzü (vech-i şerîfi) örtülmüş mübarek naaşının (naaş-ı mübarek) başına geldi.
Yüzündeki (Vech-i şerîfindeki) örtüyü kaldırdı. O (s.a.v.) nurlu alnına eğildi ve O’nu (s.a.v.) gözyaşları içinde öptü.
Ve o Cihan Şümul vedâ cümlesini fısıldadı:
“Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ne kadar güzelsin! Hayattayken (Sağlığında) de güzeldin, vefât (vefât) ettiğinde de güzelsin!
“Vallahi, Allah (c.c.) Sana (s.a.v.) iki ölümü tattırmayacaktır. Sana (s.a.v.) yazılmış olan o tek ölümü (vefâtı) tatmış bulunuyorsun!”
Sonra dışarı çıktı. Hz. Ömer (r.a.) hâlâ kılıcıyla bağırıyordu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), o sarsılmaz “Sıddîkıyet” (Sadakat) vakarıyla (ağırbaşlılığıyla) Mescid’in minberine (veya yüksek bir yerine) çıktı ve gür sesiyle haykırdı: “Ey İnsanlar! (Eyyühe’n-nâs!)”
(İnsanlar, o sarsılmaz sese döndüler.)
Ve İslâm Ümmeti’ni (Müslüman toplumu) o ilk ve en büyük fitneden (kargaşadan/bozgunculuktan) kurtaran o Cihan Şümul hutbesini (konuşmasını) irad etti (söyledi):
“Ey İnsanlar! Her kim Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tapıyorsa (ibadet ediyorsa), bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür!”
“Her kim Allah’a (c.c.) tapıyorsa (ibadet ediyorsa), bilsin ki Allah (c.c.) Hayy’dır (Diri’dir) ve Lâ-yemûttur (Ölümsüzdür)!”
Ve ardından, o şok anında herkesin unuttuğu, ancak O’nun (Ebû Bekir’in r.a.) “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi) hafızasının hatırladığı o ayet-i kerîmeyi gürledi:
“Muhammed (s.a.v.), ancak bir peygamberdir (elçidir). O’ndan (s.a.v.) önce de nice peygamberler (a.s.) gelip geçmiştir. Şimdi O (s.a.v.) ölür veya öldürülürse, siz (Ashâb r.anhüm) ökçeleriniz üzerine (eski Câhiliye’ye/yanlış inanca) geri mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a (c.c.) hiçbir zarar veremez. Allah (c.c.), şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 3/144 )
Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Vallahi, Ebû Bekir (r.a.) o ayet-i kerîmeyi okuyunca, sanki onu (ayet-i kerîmeyi) ilk defa duyuyormuşum gibi oldum. Dizlerimin bağı çözüldü, kılıcım elimden düştü ve O’nun (s.a.v.) gerçekten vefât (vefât) ettiğini o an idrak ettim (anladım).”
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) bu Cihan Şümul sebatı (kararlılığı), Ümmet’i o büyük sarsıntıdan kurtarmış, fitneyi (kargaşayı/bozgunculuğu) engellemişti.
6. Son Vazifeler (Tağsîl, Tekfîn ve Defn)
O (s.a.v.) Cihan Şümul Peygamber’in (s.a.v.) vefâtı, devletin başsız (lidersiz) kalması demekti. Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) büyükleri (Hz. Ebû Bekir r.a., Hz. Ömer r.a., Ensâr’ın r.anhüm reisleri), derhal “Sakîfetü Benî Sâide” (Benî Sâide Gölgeliği) denilen yerde toplanarak, İslâm Devleti’nin bekâsı (sürekliliği) için “Hilâfet” (Devlet Başkanlığı) meselesini çözdüler ve Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) biat (yemin) ederek O’nu (Ebû Bekir’i r.a.) “İlk Halîfe” (Devlet Başkanı) seçtiler.
Bu Cihan Şümul siyasî vazife (görev) yerine getirilirken, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek naaşı (naaş-ı mübarek), ailesi (Ehl-i Beyt’i r.anhüm) tarafından son yolculuğuna (Ahiret’e) hazırlanıyordu.
• Tağsîl (Yıkanma): Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve oğulları (r.anhüm) tarafından, mübarek elbiseleri çıkarılmadan, su elbisenin üzerinden dökülerek yıkandı.
• Tekfîn (Kefenlenme): O (s.a.v.), krallar gibi süslü (gösterişli) değil, bir “Kul” gibi, üç parça sade, beyaz pamuklu (Suhûliyye) beze (kefene) sarıldı.
• Defn (Defnedilme): Ashâb (r.anhüm), O’nu (s.a.v.) nereye defnedeceklerini (gömeceklerini) tartıştılar (konuştular). Kimi “Mekke’ye”, kimi “Bakî’ Kabristanlığı’na (Mezarlığına)” dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir kez daha Ümmet’in imdadına yetişti ve Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadîs-i şerîfi nakletti:
“Ben (Ebû Bekir r.a.), Resûlullah’tan (s.a.v.) işittim: ‘Her Peygamber (a.s.), ruhunun kabzedildiği (alındığı) yere defnedilir.'”
• Bu emir üzerine, mübarek ruhunu teslim ettiği yatağı (döşeği) kaldırdılar. Vefât ettiği o mübarek noktaya, Hz. Aişe’nin (r.anha) odasının (Hücre-i Saadet’in) içine kabir-i şerîfi (Lâhd şeklinde/Lâhd tarzında) kazıldı.
• Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), o Cihan Şümul Peygamber’e (s.a.v.) olan son vazifelerini (görevlerini) yapmak için, o daracık odaya (Hücre-i Saadet’e) İmam’sız , cemaatsiz (topluluksuz), onar (10) kişilik küçük gruplar halinde girdiler. Her grup , kendi başına, O’nun (s.a.v.) mübarek naaşı (naaş-ı mübarek) başında cenaze namazı (dua) kıldılar. (Vefât Pazartesi günü olmuş, bu Cihan Şümul vedâlaşma Salı günü sürmüş, defn (gömme) işlemi Çarşamba gecesi (Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece) tamamlanmıştır.)
Ve o mübarek beden (beden-i şerîf), ailesi (Ehl-i Beyt’i r.anhüm) tarafından, Kıyamete kadar Ümmeti’ne “Nur” saçacağı o mübarek makama, “Kabir-i Saadet”e (Ravza-i Mutahhara’ya) tevdi edildi (emanet edildi).
Rahmetullahi aleyh.
İnsan, bu cihan denilen geniş âlemde, aslında bir kanal arayıcısıdır. Çünkü her ruh bir yere akmak, bir mecrada yön bulmak ister. Kimi saf bir su gibi dağlardan doğar, berraklığını koruyarak denize ulaşır; kimi ise kirli bir lağım gibi nefsin bataklıklarına karışır. Ama her ikisi de akmak zorundadır. Zira durmak çürümektir, beklemek kokmaktır.
İnsan, kendini bulmak için dünyada dolaşır, fakat çoğu kez kendini dünyanın gürültüsünde kaybeder. Halbuki insanın asıl aradığı, ne maldır ne makam; asıl aradığı kendi kanalını, yani Rabbine çıkan yolunu bulmaktır. Çünkü kendini bilmeyen, yönünü de bilemez. Kendini tanımayan, neye meyilli olduğunu, neye muhtaç olduğunu da fark edemez.
Zira;
“Kendini bilen Rabbini bilir.”
Zira insan, varlığının sırlarını çözmeye başlayınca, o sırların sahibini de tanımaya başlar. Kalbinde akan o gizli ırmak, İlâhî bir kaynaktan doğmuştur; menzili de yine o kaynağa döner.
Ne var ki, herkes bir kanal buluyor bu dünyada. Kimi iman kanalında akıyor, kimi inkâr bataklığında. Kimi rahmet pınarlarından içiyor, kimi nefsin karanlık çukurlarında boğuluyor. Kimi su gibi hayat veriyor etrafına, kimi kanalizasyon gibi etrafını kirletiyor.
Bir suyun kıymeti, aktığı yatağa bağlıdır. Aynı şekilde insanın değeri de yöneldiği istikamete göredir. Kalbini kirli mecralara akıtanlar, en sonunda kendilerini karanlık bir lağıma dökerler. Fakat yönünü Hakk’a çevirenler, saf bir nehrin berraklığıyla akarlar ebediyet denizine.
Şaşkınlar vardır; ne tarafa akacağını bilmez, oradan oraya savrulur. Çünkü içlerinde bir pusula yoktur. O pusula, marifet-i nefis yani kendini bilme ilmidir. Kendini bilmeyen, sahip olduğu cevheri çamura bulandırır. Lakin kendini bilen, Rabbine ayna olur.
Ve nihayet, herkes bir gün kendi kanalını bulur.
Kimi rahmet kanallarında akar,
Kimi lanet kanallarında kaybolur.
Ama unutulmamalı ki, her kanal sahibine döner.
Su, denize döner.
Kanalizasyon ise pisliğin merkezine.
İşte insanın kaderi, seçtiği kanalın yönündedir.
Kimisi arınarak gider, kimisi kirlenerek.
Ama her halükârda, herkes bir gün akar;
Ya nura, ya da karanlığa…
“Her şey aslına rücu eder.”
Ve insan da, kendi kanalında, aslını bulmak için akıp gider…
Beş Göz İttifakı ve Gölgedeki İddia: Mossad Kontrolündeki Küresel İstihbarat Ağı
1. Giriş: Beş Göz’ün Aslı ve Esası
Küresel istihbarat iş birliğinin en köklü ve gizli yapılarından (doğalarından) biri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında temelleri atılan “Beş Göz” (Five Eyes) İttifakıdır. Bu ittifak, 1946’da ABD ve Birleşik Krallık arasında imzalanan UKUSA Anlaşması ile resmileşmiş, sonrasında Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın katılımıyla bugünkü küll (bütüncül) yapısını almıştır.
* Üyeleri: ABD (NSA, CIA, FBI), Birleşik Krallık (GCHQ, MI6, MI5), Kanada (CSE, CSIS), Avustralya (ASD, ASIO), Yeni Zelanda (GCSB, NZSIS).
* Temel Faaliyeti: Başlangıçta Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’na karşı kurulan bu ittifakın temel faaliyeti, Sinyal İstihbaratı (SIGINT) paylaşımıdır. ECHELON kod adlı sistem, dünya genelindeki her türlü elektronik iletişimi (telefon, faks, internet trafiği vb.) izlemek ve dinlemek üzere tasarlanmıştır.
Resmi ve teyit edilmiş bilgi ve belgelere göre, Beş Göz; ortak dil, benzer hukuk yapıları ve derin tarihsel bağlara sahip Anglosakson ülkeler arasında kurulmuş bir teknik iş birliği mekanizmasıdır. Bu ittifakın temel amacı, üye ülkelerin ulusal güvenlik ve dış politika faaliyetlerini destekleyecek cihan şümul istihbarat toplamak ve paylaşmaktır.
2. Mossad’ın Yapısı ve Küresel Erişimi
Mossad (İstihbarat ve Özel Faaliyetler Enstitüsü), İsrail’in yurt dışı istihbarat faaliyetlerinden sorumlu gizli servisidir. Kuruluşundan itibaren derûnî ve zahiri hayatına yönelik yayılması ve işgalci faaliyetleri içinde hareket etmiştir.
* Odak Noktası: Terörle mücadele (kılıfı ile), düşman ülkelere sızma, rehine kurtarma ve Siyonist davasını destekleyecek faaliyetler yürütmek.
* Stratejik Gücü: Dünya genelindeki Yahudi cemaatlerinden sağladığı gönüllü destek ağı (Sayanim) ve yüksek teknolojik kapasitesi sayesinde cihan şümul operasyon yapabilme yeteneği.
Mossad’ın gücü, özellikle Orta Doğu bağlantılı konularda tenkit kabul etmeyecek şekilde dünya çapında kabul görmektedir.
3. Beş Göz ve Mossad: İddia Edilen Bağlantı
Kamuoyunda sıklıkla dile getirilen tez, Beş Göz’ün teknik ve lojistik gücünün, İsrail’in siyasi ve stratejik çıkarlarına hizmet edecek şekilde Mossad kontrolünde olduğu iddiasına dayanır. Bu iddia, genellikle üç temel açıdan beslenir:
A. Stratejik Hizalanma ve Çıkar Birliği İddiası
* İddia: ABD ve Birleşik Krallık’ın, Orta Doğu politikalarında İsrail’in çıkarlarını merkeze alması ve bu nedenle Beş Göz’ün topladığı devasa istihbarat muhtevasının, Mossad ile öncelikli ve ayrıcalıklı bir şekilde paylaşıldığı.
* Teyit Edilen Bilgi: ABD ve İsrail arasında derin bir istihbarat ve askerî iş birliği olduğu bilgi ve belgelerle sabittir. İstihbaratın paylaşımı, her iki ülkenin çıkarları doğrultusunda işleyen karşılıklı bir bağlantı esasına dayanır.
B. Teknolojik ve İletişimli Hakimiyet İddiası
* Küresel teknoloji ve siber güvenlik sektöründeki bazı İsrail asıllı şirketlerin, Beş Göz’ün izleme faaliyetlerinde kullanılan kritik altyapıya sızma veya bu altyapıyı Mossad lehine kullanma faaliyetini yürüttüğü.
* Analiz: Siber güvenlik dünyasında İsrail menşeli teknolojilerin önemi zıt ve aykırı olmayan bir gerçektir. Ancak, Beş Göz gibi hiyerarşik ve hassas bir yapının çekirdek sistemlerinin dış bir gücün küll (bütüncül) kontrolüne bırakıldığı iddiası, risk taşıyabilir.
C. İnkılab (Devrim) ve Komplo Teorileri
* İddia: Mossad’ın küresel olayları manipüle ederek siyasi inkılapları (tersine dönüşleri) yönlendirdiği ve bunu Beş Göz’ün verilerini kullanarak yaptığı. Bu durum, örgütlerin küresel hayatı (yaşamı) zahiren değil, derûnîden kontrol ettiğini gösterir.
4. Netice ve Değerlendirme
Bilgi ve belgelere dayalı resmi cevap şudur: Beş Göz İttifakı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD liderliğinde işleyen, kendi aslına sadık ve bağımsız hareket eden bir sinyal istihbarat paylaşım mekanizmasıdır.
Ancak bu hakikat, ittifakın Orta Doğu’daki ve küresel politikadaki en önemli müttefiklerinden olan İsrail’in istihbarat teşkilatları (Mossad, Aman, Şin Bet) ile derin ve sürekli bir bağlantı (açı) içinde olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu faaliyet, zahiri olarak devletlerin çıkar ortaklığına dayanır.
Firavun’un sarayında yankılanan o korku, bugün Gazze’nin yıkılmış duvarlarında yeniden dolaşıyor.
Bir zamanlar Nil’in kıyısında “Bir Musa doğacak” diye erkek çocukları katleden zalim, bugün Akdeniz kıyısında aynı korkuyla doğmamış bebekleri hedef alıyor.
O gün kılıçla, bugün füzeyle…
O gün nehirde, bugün enkaz altında…
Değişen sadece araçlar; zulmün özü, korkunun kaynağı aynı.
Firavun, saltanatının sarsılacağından korktu;
Netanyahu ve onun şürekâsı da “hakikat”in yeniden doğmasından korkuyor.
Zira her çağın bir Musa’sı vardır; kimi zaman bir çocuk, kimi zaman bir fikir, kimi zaman bir direniş olarak doğar.
Allah, her zalimin karşısına bir Musa çıkarır.
Ve her Musa, zalimin uykusunu kaçırır.
Kur’ân’da şöyle buyrulur:
“Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu denize bırak, korkma, üzülme. Çünkü Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız’ diye ilham ettik.”
(Kasas Sûresi, 28/7)
Mûsâ’nın annesi, evladını suya bırakırken korkmadı.
Çünkü iman edenler bilir ki, bazen “kurtuluş”, teslimiyetin içinde saklıdır.
Nil’in sularına bırakılan o bebek, sarayların duvarlarını yıkacak bir hakikat taşıyordu.
Annesi ağladı, melekler sevinçle bekledi;
Çünkü “Allah’ın muradı” o küçük sandığın içindeydi.
Bugün Gazze’de bir anne, doğmamış çocuğunun karnına inen bombalardan saklanıyor.
Bir anne, enkaz altındaki evladının ismini haykırıyor.
Bir diğeri, “Belki o da bir Musa olurdu…” diyerek gözyaşını yutuyor.
Ve dünya, Firavun’un sofrasında sessizce oturuyor.
Zulüm karşısında susmak, zulme ortak olmaktır.
Firavun, Firavun kalır;
Ama Musa’nın Rabbi, her zaman birdir, ezelîdir, bâkîdir.
Netanyahu, Firavun’un izini takip ediyor;
Ancak unuttuğu bir hakikat var:
Firavun’un cesedi, denizin dibinde ibret olarak kaldı.
O da aynı akıbetten kaçamayacaktır.
Zira tarih, zalimleri unutur gibi görünse de, Hak onları unutturmaz.
Zulüm, bir devrin değil, bir kalbin hastalığıdır.
Lâkin her zulmün sonu, her karanlığın sabahı vardır.
Gazze bugün modern Mısır’dır.
Filistinli anneler, modern Mûsâ’nın anneleridir.
Ve Nil’in sularına bırakılan sandık, bugün Filistin’in sabrıdır.
Zalim, her çağda aynı korkuyla titrer:
“Bir Musa doğmasın!”
Fakat her çağda Allah, yeniden bir Musa gönderir —
Bazen bir çocukta, bazen bir fikirde, bazen bir kıyamda…
Ve her seferinde Firavun kaybeder.
Çünkü Allah, mazlumların yanındadır.
Özet
Makale, Firavun’un Hz. Musa’nın doğumundan korkarak erkek çocukları öldürmesi ile günümüzde Netanyahu’nun Gazze’de uyguladığı zulmü kıyaslar.
Her çağda bir “Firavun” ve bir “Musa” bulunduğunu, zalimlerin hakikatten korktuğunu anlatır.
Gazze anneleri, Musa’nın annesi gibi imanla direnirken, dünya Firavun’un sofralarında sessizdir.
Ancak tarih boyunca Firavun’un akıbeti değişmemiştir:
Zalimler helâk olur, mazlumların duası galip gelir.
İnsanlığın Atası: Hz. Âdem’in (a.s.) Hayatı
Her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah Teâlâ, meleklerine “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 2/30) buyurduğunda, kâinatta yeni bir sayfa açılmak üzereydi. Melekler, bu yeni varlığın hikmetini tam olarak kavrayamadıklarından, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” (Bakara 2/30) dediler. Cenâb-ı Hak, ilahi muradını ve sonsuz ilmini onlara şöyle bildirdi: “Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” (Bakara 2/30).
1. Yaratılış ve İlahi Şeref
Allah Teâlâ, ilk insanı, yani Hz. Âdem’i (a.s.) yaratmayı irade etti. Onu, kudret eliyle, toprağın farklı katmanlarından alınan (kuru çamur, yapışkan çamur gibi muhtelif aşamalardan geçen) bir “tîn”den, yani topraktan şekillendirdi. Sonra ona Kendi ruhundan üfledi (Sad 38/72) ve Hz. Âdem, can buldu; gören, işiten, idrak eden ilk insan oldu.
Yaratılış tamamlandığında, Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’e (a.s.) “bütün isimleri” (el-esmâ) öğretti (Bakara 2/31). Bu, varlıkların isimlerini, sıfatlarını, vazifelerini ve mahiyetlerini bilme kabiliyetiydi. Bu, insana verilen ilim ve idrak şerefiydi.
Allah, bu ilmi meleklere gösterdi. Melekler, bu derin bilgiyi görünce, acziyetlerini ve Rablerinin sonsuz ilmini itiraf ettiler: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.” (Bakara 2/32).
Bu ilim şerefi üzerine, Allah Teâlâ meleklere, bu yeni ve şerefli varlığa, yani Âdem’e secde etmelerini emretti. Bu secde, bir ibadet secdesi değil, Hz. Âdem’in üstünlüğünü kabul etme ve ilahi emre boyun eğme secdesi, bir hürmet gösterisiydi.
Meleklerin hepsi derhal secde etti.
2. İlk İmtihan ve Büyüklenme
Ancak biri secde etmedi: İblis.
İblis, melekler arasında bulunan ancak meleklerden olmayan, ateşten yaratılmış bir cindi (Kehf 18/50). Allah ona neden secde etmediğini sorduğunda, içinde gizlediği o korkunç hastalığı, yani kibri ve enaniyeti açığa vurdu: “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’râf 7/12).
Kendi yapısını (ateşi), Allah’ın emrinden ve topraktan yaratılan Âdem’in ilim şerefinden üstün gördü. Bu isyanı sebebiyle ilahi huzurdan kovuldu ve “Şeytan” (rahmetten uzaklaşan) adını aldı.
Kovulan İblis, Allah’tan kıyamete kadar mühlet istedi. Bu mühleti alırken de korkunç bir yemin etti: İnsanları saptırmak için onların “önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından” (A’râf 7/17) sokulacak ve pek çoğunu şükürden uzaklaştıracaktı. Böylece, insanın yeryüzündeki imtihanının baş aktörü ve apaçık düşmanı belli olmuş oldu.
3. Cennet Hayatı ve Tek Yasak
Hz. Âdem (a.s.) Cennet’teydi. Ancak yalnızdı. Allah Teâlâ, ona bir eş, bir sükûnet ve huzur kaynağı olması için, tefsirlerde belirtildiğine göre onun sol eğe kemiğinden (veya onun “nefs”inden) Hz. Havva’yı yarattı.
Onlara Cennet’te muazzam bir hürriyet verildi: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin.” (Bakara 2/35).
Ancak bu hürriyetin tek bir sınırı vardı. Bir imtihan ağacı: “Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara 2/35). Bu ağacın ne ağacı olduğu (buğday, elma, incir vs.) Kur’an’da belirtilmez; mühim olan ağacın cinsi değil, ilahi yasağın kendisiydi.
4. Aldanma ve Hata
Düşmanları olan Şeytan, yeminini tutmak için harekete geçti. Hz. Âdem ve Havva’ya yanaştı ve onlara vesvese vermeye başladı. Yalan söyledi. Dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı.” (A’râf 7/20).
Onları inandırmak için yemin etti: “Şüphesiz ben size nasihat edenlerdenim.” (A’râf 7/21).
Hz. Âdem ve Havva, Allah’ın emrini unuttular. İblis’in yeminine kandılar. Yasak ağacın meyvesinden tattılar.
Tattıkları an, bir şey oldu. Üzerlerindeki Cennet elbiseleri, manevi örtüleri açıldı ve mahrem yerleri göründü (Tâ-Hâ 20/121). Büyük bir utanç ve pişmanlıkla Cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye çalıştılar. Hatalarını anında fark etmişlerdi.
5. Tövbe: İnsanlığın İlk Duası
Rableri onlara seslendi: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi?” (A’râf 7/22).
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın hissettiği pişmanlık, insanlık tarihinin ilk ve en samimi tövbesi oldu. Onlar, İblis gibi kibirlenip hatayı meşrulaştırmadılar. Acziyetlerini ve pişmanlıklarını itiraf ederek Allah’a sığındılar. Cenâb-ı Hak, onlara şu kelimeleri ilham etti ve onlar da şöyle yalvardılar:
“Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf 7/23).
Bu, “Tövbe” idi. Allah Teâlâ, onların bu samimi tövbelerini kabul etti (Bakara 2/37). Çünkü O, “Tevvâb”dır (tövbeleri çok kabul edendir) ve “Rahîm”dir (çok merhametlidir). Hata yapmışlardı ama affedilmişlerdi.
6. Yeryüzü: Yeni Bir Başlangıç ve Hilafet
Ancak imtihanın yeri artık Cennet değil, yeryüzü olacaktı. Tövbe kabul edilmişti ama yasağa uymamanın bir neticesi vardı. Allah Teâlâ, onlara (ve onların düşmanı İblis’e) şöyle buyurdu: “Birbirinize düşman olarak oradan (Cennet’ten) inin! Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır.” (A’râf 7/24).
Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzüne indirildiler. İslam tarihi kaynakları, onların farklı yerlere indirildiğini ve uzun bir ayrılıktan sonra Arafat Dağı’nda buluştuklarını nakleder.
Hz. Âdem (a.s.) yeryüzünde sadece bir insan değil, aynı zamanda ilk peygamberdi. Allah ona vahiyler (sahifeler) gönderdi. O, ailesine ve çocuklarına Allah’ın birliğini (Tevhid), O’na nasıl ibadet edileceğini, helali ve haramı öğretti. Ziraat yapmayı, evi inşa etmeyi, kısacası yeryüzünü imar etmeyi öğrendi ve öğretti. Onun asıl vazifesi olan “Halifelik” yeryüzünde başlamıştı.
7. Evlatların İmtihanı: Hâbil ve Kâbil
Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları oldu. Onların imtihanı da evlatları üzerinden devam etti. Kur’an-ı Kerim, isim vermeden Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlatır (Mâide 5/27-31).
Hâbil ve Kâbil. İkisi de Allah’a birer kurban sundular. Hâbil, ihlasla ve elindekinin en iyisini; Kâbil ise isteksizce ve elindekinin kötüsünü sundu. Allah, Hâbil’in kurbanını kabul etti.
Kâbil’in içine haset ve kıskançlık ateşi düştü. Kardeşi Hâbil’i tehdit etti: “Seni mutlaka öldüreceğim.” Hâbil ise teslimiyetle cevap verdi: “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide 5/28).
Fakat Kâbil, içindeki bu kıskançlığa yenik düştü ve kardeşini öldürdü. Yeryüzünde dökülen ilk kan, işlenen ilk cinayet buydu. Pişman oldu ama iş işten geçmişti. Kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemez haldeyken, Allah’ın gönderdiği bir karga (Mâide 5/31) ona toprağı eşeleyerek defin işlemini öğretti.
Hz. Âdem (a.s.), bu olaya çok üzüldü. Ancak sabretti ve peygamberlik vazifesine devam etti. Allah ona teselli olarak Hz. Şît (a.s.) gibi hayırlı bir evlat daha lütfetti ve peygamberlik nesli onunla devam etti.
8. Vefatı ve Mirası
Hz. Âdem (a.s.), rivayetlere göre yaklaşık bin yıl yaşadı. Vefat vakti geldiğinde, melekler tarafından ruhu alındı ve çocuklarına nasıl defnedileceğini öğretti.
Hz. Âdem, bizim ilk atamız, ilk peygamberimiz ve tövbenin ilk öğretmenidir. Onun hayatı, insanlığın bütün macerasının bir özetidir:
• Şeref: İlim ve hilafet ile yaratıldık.
• Düşman: Bizi saptırmaya yeminli bir Şeytan var.
• Hata: İnsan “nisyan” (unutma) ile maluldür, hata yapabilir.
• Kurtuluş: Kibirle isyan etmek (İblis gibi) helâke götürür; acziyeti itiraf edip tövbe etmek (Âdem gibi) kurtuluşa erdirir.
• Hayat: Yeryüzü bir ceza yeri değil, tövbenin kabul edildiği ve “Halife” olarak imtihanın kazanılacağı bir imtihan meydanıdır.
Biz hepimiz, o ilk hatayı yapan, o ilk tövbeyi eden ve yeryüzünde imtihana başlayan babamız Hz. Âdem’in (a.s.) evlatlarıyız.
**************
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kalemin ve Hikmetin Peygamberi: Hazreti İdrîs (Aleyhisselam)
Çok uzun zaman önce, yeryüzü henüz gençken, Hazreti Âdem (Aleyhisselam) ve onun mübarek evlatları bu topraklarda Allah’a kulluk etmenin ilk tohumlarını atmışlardı. İnsanlık çoğalmaya başlamış, fakat zamanla bazıları ataları Âdem’in (as) ve oğlu Şît’in (as) getirdiği saf tevhîd (Allah’ın birliği) inancından uzaklaşma eğilimine girmişti. İşte böyle bir zamanda, insanlığa yeniden yol göstermesi için hikmet ve ilimle donatılmış bir peygamber gönderildi: Hazreti İdrîs (Aleyhisselam).
O, Hazreti Şît’in (as) torunlarındandı. Dürüstlüğü, doğruluğu ve Allah’a olan derin bağlılığı ile bilinirdi. O kadar çok ders verir, Allah’ın ayetlerini o kadar çok tedris eder (inceler) ve öğretirdi ki, “ders” kökünden gelen “İdrîs” ismiyle anılır oldu.
O, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat övdüğü, yüksek fazilet sahibi bir seçilmişti.
Allah’ın Kitabında Hz. İdrîs
Cenâb-ı Hak, onun bu müstesna (seçkin) makamını bize Meryem Sûresi’nde şöyle haber verir. Bu ayetler, onun şahsiyetinin temelini tasvir eder:
“(Ey Muhammed!) Kitap’ta İdrîs’i de an. Şüphesiz o, dosdoğru bir kimse, bir peygamberdi. Onu yüce bir mekâna (makama) yükselttik.” (Meryem Sûresi, 19:56-57)
Rabbimiz onu sadece “peygamber” olarak değil, aynı zamanda “sıddîk” (dosdoğru) olarak vasıflandırmıştır. Bu, onun hayatının her anında doğruluktan zerre kadar ayrılmadığının, Allah’ın vahyine tam bir sadakatle bağlandığının en büyük isbatıdır.
İnsanlığa İlkleri Öğreten Peygamber
Hazreti İdrîs’in (as) peygamberliği, insanlık tarihine medeniyetin ve ilmin ilk adımlarını da getirmiştir. Tefsirler ve İslâm tarihi kaynakları, onun Allah’ın izniyle insanlığa pek çok “ilk”i öğrettiğini kaydeder:
1. Kalemle Yazıyı İlk Kullanan:
Ondan önce insanlar bilgiyi sadece hafızalarında tutar ve sözlü olarak aktarırlardı. Rivayetlere göre Cenâb-ı Hak, Hazreti İdrîs’e (as) 30 sahîfe (kutsal metin) indirmiştir. O, bu ilâhî mesajları korumak ve gelecek nesillere ulaştırmak için “kalemi” kullanmayı, yani yazıyı icat etmiştir. Kalem, ilmin kaydedilmesi ve yayılmasının ilk adımıydı. O, Allah’ın kendisine öğrettiği hikmetleri ve ilimleri yazarak, medeniyetin temelini atmıştır.
2. Terziliğin ve Dikişin Mûcidi:
Hazreti İdrîs (as) dönemine kadar insanlar, genellikle hayvan derilerini basitçe üzerlerine örterek giyinirlerdi. Bu, hem kaba bir görüntüye sebep olur hem de tam bir örtünmeyi sağlamazdı. Allah (cc), Peygamberine tabiatı ve eşyayı nasıl kullanacağını ilham etti. O, iğneyi eline aldı, ipliği keşfetti ve derileri kesip biçerek, dikerek elbiseler yapmaya başladı.
İnsanlık ilk defa onun sayesinde dikilmiş, bedene uygun elbiselere kavuştu. Bu sadece bir terzilik faaliyeti değil; aynı zamanda örtünmenin (setr-i avret) ve temizliğin medenî bir seviyeye yükselişinin de başlangıcıydı.
3. İlim ve Hikmet Öğretmeni:
O, sadece bir terzi veya kâtip değil, bir hikmet öğretmenidir. İslâmî kaynaklar onun “ilm-i nücûm” (astronomi, yıldızlar ilmi) ve hesap (matematik) ilimlerinde derin bir vukûfiyete (anlayışa) sahip olduğunu belirtir. Fakat o, bu ilmi asla falcılık veya tabiata tesir atfetmek için kullanmadı. Tam aksine, yıldızların, Ay’ın ve Güneş’in muntazam hareketlerine bakarak insanlara Allah’ın sonsuz kudretini, nizamını ve sanatını anlattı. Kâinata “ibret nazarıyla” bakmayı öğretti.
Sabrın ve Sadakatin Timsali
Hazreti İdrîs (as), kavmini putperestlikten ve cehaletten kurtarıp tek olan Allah’a davet ederken büyük zorluklarla karşılaştı. İnsanlara hem dünyevî (medeniyet) hem de uhrevî (tevhid) bilgileri öğretmek için büyük bir gayret sarf etti. Bu davet yolunda gösterdiği sebat ve tahammül, Kur’ân-ı Kerîm’de de takdirle anılmıştır:
“İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an. Hepsi de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.” (Enbiyâ Sûresi, 21:85-86, TDV Meali)
O, Allah’ın rahmetine, sabrı ve sâlih amelleri sayesinde kavuşan mübarek bir elçiydi.
“Yüce Bir Mekâna Yükseltiliş”
Onun hayatındaki en mühim ve esrarengiz hadiselerden biri, Meryem Sûresi’nde geçen “Onu yüce bir mekâna (makama) yükselttik” ayetinin tefsiridir.
İslâm âlimleri ve müfessirlerin (tefsir uzmanlarının) çoğu, bu “yüce mekân” ifadesini açıklarken, Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti İdrîs’i (as), Hazreti İsa (as) gibi, ölümü tattırmadan veya kısa bir an tattırdıktan sonra (rivayetler muhteliftir) bedeniyle ve ruhuyla birlikte semâya, göklere yükselttiğini belirtirler. Rivayetlerde onun şu anda dördüncü kat semâda bulunduğu ve Allah’ın kendisine bu yüksek makamı ikram ettiği nakledilir.
Bu hadise, onun Allah katındaki değerinin ne kadar yüksek olduğunun, doğruluğunun (sıddîk) ve peygamberliğinin nasıl mükâfatlandırıldığının en açık delilidir.
Bıraktığı Miras
Hazreti İdrîs (Aleyhisselam), insanlığa kalemi, yazıyı, dikili elbiseyi ve tabiatı Allah adına tefekkür etmeyi öğreten bir medeniyet kurucusudur. Onun mirası, ilmin ve hikmetin, ancak Allah’a kulluk için kullanıldığında “yüce bir mekâna” layık olacağı hakikatidir. O, Hazreti Nûh’un (as) atası olarak, Tufan öncesi insanlığa son ilâhî uyarıları yapan peygamberlerden biri olmuştur.
Onun hayatı bizlere, dürüstlüğün, sabrın ve ilim öğrenmenin Allah katında ne büyük bir fazilet olduğunu asırlar ötesinden fısıldamaya devam etmektedir.
Selâm olsun sabredenlere, sâlihlere ve dosdoğru olanlara…
************
Sabır Timsali Bir Peygamber: Hz. Nuh (a.s.) ve Büyük Tufan
Karanlıktaki Davet
Hz. Nuh Aleyhisselam, insanlığın Hz. Adem’den (a.s.) sonra tevhidden, yani Allah’ın birliği inancından saptığı ilk dönemde gönderilmiş bir Resûldür. Zamanla insanlar, Allah Teâlâ’yı unutmuş; faziletli olduğuna inandıkları geçmiş büyüklerinin heykellerini yapıp onlara tapınmaya başlamışlardı. Kur’an-ı Kerim, onların bu putlarını “Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr” (Nûh, 71/23) olarak isimlendirir.
İşte böyle bir cehalet ve şirk karanlığında, Allah Teâlâ, rahmetinin bir tecellisi olarak Nuh Aleyhisselam’ı kavmine peygamber eyledi. Onun vazifesi açıktı: İnsanları putların esaretinden kurtarıp, alemlerin Rabbi olan tek Allah’a ibadete çağırmak.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.'” (A’râf, 7/59)
950 Yıllık Sabırlı Mücadele
Hz. Nuh, kavmini hakikate davet etmeye başladı. Fakat bu davet, asırlar sürecek çileli bir mücadelenin de başlangıcıydı. Kur’an-ı Kerim, onun bu müddetini şöyle belirtir:
“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” (Anke1bût, 29/14)
Hz. Nuh, tam 950 sene boyunca bıkmadan, usanmadan, gece gündüz demeden kavmini uyardı. Nûh Suresi, onun bu davet esnasındaki gayretini bizzat kendi lisanından bizlere aktarır. Onları bazen gizlice, bazen açıktan açığa Hakk’a çağırdı.
Fakat kavminin tepkisi, kibir ve inattan ibaretti. Özellikle kavmin zengin ve ileri gelen (mele’) tabakası, Hz. Nuh’u tenkit ediyor, onunla alay ediyor ve halkı ondan uzaklaştırıyordu.
Onların temel itirazları şuydu:
• Beşeriyet İddiası: “Sen de bizim gibi bir insansın. Eğer Allah elçi gönderecek olsaydı, melek gönderirdi.” (Mü’minûn, 23/24)
• Sınıfsal Kibir: “Sana uyanların, toplumun en aşağı tabakasından (erâzil) başkası olmadığını görüyoruz.” (Hûd, 11/27)
• Enaniyet: “Sizin bize bir üstünlüğünüz yok, siz yalancısınız.” (Hûd, 11/27)
Hz. Nuh (a.s.) ise onlara, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu, mükafatı Allah’tan beklediğini, iman edenleri -zayıf ve fakir olsalar dahi- asla yanından kovmayacağını söylüyordu. Ancak onlar, parmaklarını kulaklarına tıkıyor, elbiselerine bürünüyor ve bu daveti duymamak için direniyorlardı. (Nûh, 71/7)
İlahi Emir: Geminin (Sefine) İnşası
Asırlar süren davete rağmen kavminin büyük çoğunluğu imana gelmedi. Artık kalplerinin mühürlendiği ve o ana kadar iman eden az sayıdaki mü’min dışında kimsenin iman etmeyeceği Hz. Nuh’a vahyolundu. (Hûd, 11/36)
Sabır abidesi o peygamber, kavminin ıslahından ümidini kesince, Rabbine şöyle sığındı:
“Nûh, şöyle dedi: ‘Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve kâfir kimseler yetiştirirler.'” (Nûh, 71/26-27)
Bu dua üzerine Allah Teâlâ, hem o mübarek peygamberi ve mü’minleri kurtaracak, hem de zalim kavmi cezalandıracak olan emrini verdi:
“Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” (Hûd, 11/37)
Hz. Nuh, Allah’ın emriyle büyük bir gemi (sefine) inşa etmeye başladı. Kavmi ise onunla alay etmeyi sürdürüyordu. Çölün ortasında, suyun olmadığı bir yerde gemi yapan bir peygamber, onların kibrine ve cehaletine göre bir “delilik” alametiydi.
“Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh, dedi ki: ‘Eğer bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.'” (Hûd, 11/38)
Büyük Tufan ve Acı Bir İmtihan
Nihayet ilahi azabın vakti geldi. Allah’ın emriyle hem gökten bardak boşanırcasına bir yağmur başladı hem de yerden sular fışkırdı (Tefsirlerde bu, “tandırın kaynaması” olarak da ifade edilir). (Hûd, 11/40; Kamer, 54/11-12)
Hz. Nuh’a, iman eden ailesi (hanımı ve bir oğlu hariç), ona inanan o az sayıdaki mü’min ve her canlı türünden birer çifti gemiye alması emredildi.
Gemi, dağlar gibi azgın dalgaların arasında yüzmeye başladı. Tufan, yeryüzünü kaplamıştı. İman ile küfrün kesin olarak ayrıldığı o dehşet anında, Hz. Nuh (a.s.), bir peygamber olmasının yanında, bir baba şefkatiyle son bir gayret gösterdi. Gemiye binmemiş olan oğluna seslendi:
“(Gemi) dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna, ‘Yavrucuğum! Bizimle beraber sen de bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi.
O, ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım’ dedi. Nûh, ‘Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur’ dedi. Derken aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu.” (Hûd, 11/42-43)
Bu hadise, kurtuluşun kan bağında değil, iman bağında olduğunun en acı ve en net isbatıydı. Hz. Nuh’un babalık şefkatiyle Rabbine yakarması üzerine, Allah Teâlâ, “O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel işlemiştir.” (Hûd, 11/46) buyurarak, imanın temel bağ olduğunu kesin bir hükümle bildirmiştir.
Yeni Bir Başlangıç: Cûdî Dağı
Tüm inkârcılar sular altında boğulup yeryüzü bu zulümden temizlendikten sonra, ilahi emir tekrar tecelli etti:
“‘Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve ‘Zalimler topluluğu Allah’ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi.” (Hûd, 11/44)
Tefsir ve tarih kaynaklarına göre Cûdî Dağı, bugünkü Şırnak ili sınırları içerisindedir.
Hz. Nuh ve beraberindeki mü’minler, “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunan ümmetlere bizden bir selâmet ve bereketlerle (gemiden) in…” (Hûd, 11/48) müjdesiyle gemiden indiler.
Onlar, yeryüzünde tevhidi yeniden hâkim kılan, temizlenmiş bir dünyaya ayak basan kutlu bir topluluktu. Bu sebeple Hz. Nuh (a.s.), “İkinci Adem” olarak da anılmıştır. Onun sabrı, mücadelesi ve Allah’a olan teslimiyeti, kıyamete kadar gelecek tüm mü’minler için bir ders ve bir meşale olmuştur.
**************
Direkler Sahibi İrem’in Kibirli Halkı: Âd Kavmi
Çok eski zamanlarda, Yemen ile Umman arasındaki “Ahkâf” denilen geniş ve verimli topraklarda, Âd isminde bir kavim hayat sürerdi. Bu kavim, sıradan bir topluluk değildi. Allah onlara o zamana kadar kimseye vermediği bir kuvvet, heybet ve zenginlik bahşetmişti. Rivayetlere göre onlar, uzun boylu, fevkalâde güçlü ve sanatta çok ileri idiler.
Kur’ân-ı Kerîm onların bu ihtişamını “direkleri (yüksek binaları) olan İrem” şehri olarak tasvir eder. Onların bu durumu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir:
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem’e?”
(Fecr 89/6-8)
Fakat bu muazzam kuvvet ve zenginlik, Âd kavmini şükre değil, büyük bir kibre ve enaniyete sevk etti. Güçlerine o kadar güvendiler ki, yeryüzünde kendilerinden daha üstün bir varlık olmadığını zannettiler. Bu enaniyet, onları yaratan Allah’ı unutmaya ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya (şirke) götürdü.
Onların bu kibirli hali ayet-i kerimede şöyle zikredilir:
“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha güçlü kim var?’ dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) inkâr ediyorlardı.”
(Fussilet 41/15)
Zayıfları eziyor, haksızlık yapıyor ve sahip oldukları nimetlerle şımarıyorlardı.
Rahmet Elçisi: Hz. Hûd’un (a.s.) Daveti
Allah Teâlâ, sonsuz rahmetiyle, bu azgınlaşan kavme doğru yolu göstermek üzere yine kendi içlerinden, soylu, güvenilir (emin) ve fazilet sahibi birini peygamber olarak vazifelendirdi. Bu zat, Hz. Hûd (aleyhisselâm) idi.
Hz. Hûd, kavminin karşısına çıktı ve onları hikmetle uyardı. Daveti net ve berraktı: Sadece Allah’a kulluk etmek, putları terk etmek ve zulümden vazgeçmek.
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka sizin hiçbir ilâhınız yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'”
(A’râf 7/65)
Hz. Hûd onlara dedi ki: “Ey kavmim! Sizi yaratan, size bu gücü, bu bağları, bu bahçeleri veren Rabbinize dönün. O’ndan bağışlanma dileyin. Ben sizden bu tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Kibir, İftira ve Azabın İstenmesi
Ancak Âd kavminin kibirle katılaşmış kalpleri bu samimi daveti kabul etmedi. Kavmin ileri gelenleri, Hz. Hûd ile alay ettiler. Onu aşağıladılar ve akılsızlıkla (sefâhet) suçladılar.
“Kavminden inkâr edenlerin ileri gelenleri dediler ki: ‘Biz seni bir çılgınlık (sefâhet) içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.'”
(A’râf 7/66)
Hz. Hûd, bir peygambere yakışır vakur bir edâ ile onlara cevap verdi:
“Hûd dedi ki: ‘Ey kavmim! Bende herhangi bir çılgınlık (sefâhet) yoktur. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.'”
(A’râf 7/67-68)
Onlar, atalarının yolunu terk etmeyeceklerini söylediler ve eğer doğru söylüyorsa, tehdit ettiği azabı hemen getirmesini isteyerek meydan okudular. “İster öğüt ver, ister verme; bizim için fark etmez. Biz bu azaba uğratılacak değiliz” dediler.
Azabın Gelişi: Rîh-i Sarsar (Uğultulu Rüzgâr)
Hz. Hûd’un (a.s.) bütün gayretlerine rağmen kavminin büyük çoğunluğu inkârda ısrar edince, ilâhî azabın vakti geldi.
Önce şiddetli bir kuraklık baş gösterdi. Yağmurlar kesildi, ekinler kurudu. Kavim perişan halde yağmur duasına çıktı. Bir müddet sonra ufukta kara bir bulutun belirdiğini gördüler.
İşte bu, onların imtihanının sonuydu. Azabı rahmet zannettiler. Sevinçle bağrıştılar: “İşte bu, bize yağmur getirecek bulut!”
Oysa o bulut, yağmur değil, Allah’ın vaat ettiği şiddetli azabı taşıyordu. Hz. Hûd (a.s.) onlara son kez hakikati haykırdı:
“Hûd ise, ‘Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem dolu azap bulunan bir rüzgârdır’ dedi. ‘O, Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder.’…”
(Ahkâf 46/24-25)
Ve o korkunç rüzgâr (rîh-i sarsar) başladı. Tefsirlerde belirtildiğine göre bu, sıradan bir fırtına değil, dondurucu, uğultulu ve her şeyi kökünden söküp atan dehşetli bir kasırgaydı.
Kur’ân-ı Kerîm, bu azabın müddetini ve tesirini şöyle tasvir eder:
“Âd kavmi ise, azgın ve dondurucu bir rüzgârla helâk edildi. Allah, onu (rüzgârı) kesintisiz olarak yedi gece sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki, (eğer orada olsaydın) o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.”
(Hâkka 69/6-7)
Yedi gece ve sekiz gün süren o rüzgâr, Âd kavminin gururlandığı o yüksek direkli binaları, o sağlam sarayları ve o kibirli bedenleri, sanki içi boşalmış hurma kütükleri gibi yerle bir etti. Güçleriyle övünen o kavimden geriye, ibretlik bir enkazdan başka bir şey kalmadı.
Necat (Kurtuluş) ve İbret
Peki, Hz. Hûd’a (a.s.) ve ona iman eden o az sayıdaki mü’mine ne oldu?
Onlar, Allah’ın emriyle o bölgeden ayrılmışlardı. Cenâb-ı Hak, peygamberini ve ona tabi olanları o dehşetli azaptan rahmetiyle muhafaza buyurdu.
“Emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları ağır bir azaptan kurtardık.”
(Hûd 11/58)
Hz. Hûd (a.s.) ve beraberindekiler, imanlarının mükâfatı olarak kurtuluşa erdiler ve hayatlarına Allah’a şükrederek devam ettiler.
Âd kavminin bu kıssası, bizlere gücün, zenginliğin ve medeniyetin Allah’a iman ve şükürden ayrı olduğu zaman, nasıl bir helâk sebebi olacağını gösteren büyük bir ibrettir. Asıl kuvvetin, Rabbe teslimiyette; asıl zenginliğin ise iman faziletinde olduğunu öğretir.
*****************
Bismillâhirrahmânirrahîm.
HİCR DİYARINDA BİR HİDAYET ÇAĞRISI: HAZRET-İ SÂLİH (Aleyhisselâm)
Tarihin derinliklerinde, Âd kavminin helâkinden sonra, Arabistan’ın kuzeybatısında, Hicr denilen bölgede muazzam bir medeniyet yükseldi. Bu medeniyetin sahipleri, Semûd kavmi idi. Onlar, ataları Âd kavmi gibi güçlü, kuvvetli ve zengin bir topluluktu. Fakat onların en mühim hususiyetleri, mimarideki eşsiz maharetleriydi. Dağları oyarak, sert kayalara saraylar yontarak kendilerine güvenli ve haşmetli meskenler inşa ediyorlardı.
Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hâlini şöyle tasvir eder:
“Sizler ‘Ebedî kalmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? (İnsanlara) hükmettiğiniz zaman zorbalar gibi mi hükmediyorsunuz? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size bol bol veren, size hayvanlar ve oğullar, bahçeler ve pınarlar veren Allah’tan korkun. Şüphesiz ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.'” (Şuarâ, 129-135)
Bu kavim, Allah’ın kendilerine bahşettiği bu nimetlere şükretmeyi unutmuştu. Dağları yontmaktaki maharetleri, kalplerini de taş gibi katılaştırmıştı. Tabiatın ve kendi ellerinin eseri olan putlara tapıyor, Allah’a şirk koşuyorlardı. İşte böyle bir zulmet devrinde, Allah Teâlâ, onlara kendi içlerinden, nesebi temiz, ahlâkı yüksek, “emin” (güvenilir) olarak tanıdıkları birini peygamber olarak gönderdi: Hz. Sâlih (aleyhisselâm).
Tevhid Daveti ve Kavmin İnkârı
Hz. Sâlih, kavmini sarsmak için derhal davetine başladı. Onları, atalarının düştüğü vahim hatadan kurtarmak ve yalnızca Allah’a kulluk etmeye çağırdı.
Allah Teâlâ, bu ilk çağrıyı şöyle haber verir :
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Gerçekten size rabbinizden apaçık bir delil geldi. İşte size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesi! Bırakın onu da Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.'” (A’râf, 73)
Ancak Semûd kavminin önde gelenleri (mele’), bu daveti şiddetle reddettiler. Hz. Sâlih’in de kendileri gibi bir beşer olduğunu, bir üstünlüğünün bulunmadığını iddia ettiler. Onu, atalarının yolunu tenkit etmekle, düzenlerini bozmakla ve hatta “büyülenmiş” olmakla itham ettiler.
Dediler ki:
“Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.'” (Hûd, 62)
Kavmin zayıf ve mustaz’af bırakılanlarından bir kısmı Hz. Sâlih’e iman etti. Fakat kibirlerine yenik düşen zenginler ve idareciler, inkârda direttiler.
İmkânsızı İstemek: Mûcize Talebi
Kavmin ileri gelenleri, Hz. Sâlih’i âciz bırakmak ve halkın nazarında küçük düşürmek için ondan olağanüstü, akıllara durgunluk veren bir mûcize istediler. Tefsirlerde zikredildiğine göre, toplandıkları bir gün Hz. Sâlih’e dönüp, “Eğer gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, şu karşıdaki (işaret ettikleri) sert kayadan bizim için gebe ve on aylık bir dişi deve çıkar. Eğer bunu yaparsan sana iman edeceğiz” dediler.
Onların maksadı iman etmek değil, Hz. Sâlih’i imkânsız bir taleple susturmaktı. Hz. Sâlih, Rabbine yöneldi. Kavminden, eğer bu mûcize gerçekleşirse iman edeceklerine dair kesin söz aldı ve dua etti.
Kayadan Doğan Mûcize: Nâkatullah (Allah’ın Devesi)
Çok geçmeden, bütün kavmin gözleri önünde, işaret ettikleri o koca kaya büyük bir gürültüyle yarıldı. İçinden, istedikleri vasıflara sahip, muazzam bir dişi deve (nâka) çıktı ve hemen ardından bir de yavru doğurdu.
Bu, sıradan bir hayvan değil, doğrudan doğruya ilâhî bir kudretin eseriydi. Ona “Nâkatullah” (Allah’ın Devesi) denildi. Bu mûcize karşısında kavmin bir kısmı dehşete kapılıp iman etse de, büyük çoğunluk inadını sürdürdü.
Hz. Sâlih, bu devenin onlar için bir imtihan vesilesi olduğunu bildirdi ve onlara şu şartları koştu:
“Sâlih, şöyle dedi: ‘İşte o deve! Su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar.'” (Şuarâ, 155-156)
Deve, serbestçe aralarında dolaşacak, Allah’ın arzından rızkını yiyecekti. Kavmin su kuyusunu ise bir gün deve, bir gün insanlar kullanacaktı. Tefsirler, devenin su içtiği gün, bütün kuyunun suyunu içtiğini, buna mukabil o gün kavme sütten bir nehir gibi muazzam miktarda süt verdiğini, böylece insanların aslında daha kârlı çıktığını belirtir.
Tuzak (Desise) ve Devenin Katledilişi
Bir müddet bu nizam devam etti. Fakat devenin varlığı, kâfirlerin kibirlerini ve düşmanlıklarını daha da artırdı. O deve, her gün onlara Allah’ın kudretini ve Hz. Sâlih’in haklılığını hatırlatıyordu. Bu durumdan rahatsız olan kavmin önde gelenleri, bu ilâhî emaneti ortadan kaldırmak için gizli bir plan yaptılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu plânı kuranlardan şöyle bahseder:
“Şehirde dokuzlu bir çete vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, düzeltmeye yanaşmıyorlardı.” (Neml, 48)
İslam tarihi kaynakları, bu çetenin elebaşının, kavmin en azgını ve şakîsi olan Kudar b. Sâlif olduğunu kaydeder. Bu zorbalar, devenin su içmeye gittiği bir gün pusu kurdular. Önce devenin ayak sinirlerini (arkub) keserek onu yere düşürdüler, sonra da hunharca katlettiler.
Bu haberi duyan Hz. Sâlih, kavminin yanına geldiğinde, onların bu cürümleriyle övündüklerini gördü. Artık ilâhî azabın gelmesi mukadder olmuştu.
Üç Günlük Mühlet ve Korkunç Son
Hz. Sâlih, deveyi öldüren kavmine son ihtarını yaptı:
“Derken, onlar deveyi kestiler. Sâlih, dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (keyif sürün). Bu, yalanlanmayacak bir tehdittir.'” (Hûd, 65)
Bu üç günlük mühlet, onların son tövbe fırsatıydı. Tefsirlerde belirtildiğine göre, bu üç gün içinde yüzlerinde azabın alametleri belirmeye başladı: Birinci gün yüzleri sarardı, ikinci gün kızardı, üçüncü gün ise simsiyah kesildi.
Onlar ise bu mühleti alayla karşıladılar. Hatta azgınlıklarını bir adım öteye taşıyarak, deveden sonra Hz. Sâlih’i ve ailesini de geceleyin öldürmeye karar verdiler.
“Aralarında Allah’a and içerek şöyle dediler: ‘Mutlaka onu ve ailesini geceleyin öldüreceğiz, sonra da velisine; ‘Biz onun ailesinin helâk edilişi sırasında orada değildik, inanın ki biz doğru söylüyoruz’ diyeceğiz.’ Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkında olmadan onların tuzağını altüst ettik.” (Neml, 49-50)
Üçüncü günün şafağında, mühlet dolduğunda, Allah’ın emri geldi.
Semûd kavmi, o sağlam kayalardan oydukları, kendilerini her şeyden koruyacağına inandıkları saraylarının içindeyken, gökten korkunç bir ses (sayha) ve yerden şiddetli bir sarsıntı (recfe) onları yakaladı.
“O zulmedenleri korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü çökekaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. Bilin ki Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Hûd, 67-68)
“Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü çökekaldılar.” (A’râf, 78)
O haşmetli binalar, o yontulmuş kayalar, içindekilere mezar oldu. Allah’ın azabı geldiğinde, ne servetleri ne de o muhkem kaleleri onlara en ufak bir fayda vermedi. Sabah olduğunda, hepsi oldukları yere cansız yığılmış, “kuru ot kırıntıları” gibi dağılıp gitmişlerdi.
Kurtuluş ve İbret
Bu dehşet verici helâk gerçekleşirken, Allah Teâlâ, peygamberi Hz. Sâlih’i ve ona iman eden mü’minleri rahmetiyle oradan kurtardı.
Hz. Sâlih, kavminin cansız bedenlerine ve harabeye dönmüş yurtlarına son bir defa baktı. Yıllarca süren tebliğinin neticesiz kalmasının hüznüyle onlara şöyle seslendi:
“Sâlih, o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.'” (A’râf, 79)
Hz. Sâlih ve beraberindekiler, Hicr diyarını terk ederek (rivayetlere göre Mekke veya Filistin civarına) hicret ettiler.
Semûd kavminin o ibretlik kalıntıları ise, Medâin-i Sâlih olarak bilinen bölgede, asırlar sonrasına bir ders olarak kalmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Tebük Seferi esnasında bu bölgeden geçerken, ashâbına o harabelere ibret nazarıyla bakmalarını, oradan su almamalarını ve hızla geçmelerini tembihlemiştir.
Hz. Sâlih’in kıssası, Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlüğün, ilâhî mûcizelere karşı kibrin ve peygamber davetine karşı inadın sonunun nasıl elim bir helâk olduğunu bizlere en çarpıcı şekilde göstermektedir.
***********
Halilullah’ın Hayatı: Hz. İbrâhim’in (a.s.) Tevhid Mücadelesi
Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah (c.c.), insanlık tarihinin belirli dönemlerinde, kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için rehberler, yani peygamberler göndermiştir. Bu mübarek elçiler zincirinin en parlak halkalarından biri, “Ebu’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin Atası) ve “Halilullah” (Allah’ın Dostu) unvanlarıyla şereflenmiş olan Hz. İbrâhim’dir (a.s.).
Onun hayat hikâyesi, aklın ve kalbin tevhidi
(Allah’ın birliğini) arayışının, şirke (Allah’a ortak koşmaya) karşı verilen tavizsiz bir mücadelenin ve Allah’ın emrine mutlak teslimiyetin en muazzam tasviridir. Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’in nuru, tefsirlerin izahı ve İslam tarihi kaynaklarının ışığında, bu mübarek Peygamber’in ibret dolu hayatına nazar edelim.
1. Bölüm: Putlar Arasında Doğan Güneş
Hz. İbrâhim (a.s.), Mezopotamya’da, Keldanî kavminin yaşadığı Bâbil (veya Ur) diyarında dünyaya geldi. O dönem, insanlığın cehalet karanlığına gömüldüğü bir zamandı. Halkın büyük çoğunluğu, yıldızlara, gezegenlere ve kendi elleriyle yonttukları putlara tapıyordu. Bu şirk düzeninin başında ise, kendisini (hâşâ) ilah yerine koyan zalim hükümdar Nemrut bulunuyordu.
Hz. İbrâhim’in (a.s.) babası (veya amcası/büyüten kişi) olan Âzer, bu putları yapan ve satan bir kimseydi. Hz. İbrâhim (a.s.), daha çocukluğundan itibaren bu manasızlığın farkındaydı. Gözleri, çevresindeki bu ölü, dilsiz, fayda veya zarar veremeyen taş parçalarına değil, bu muazzam kâinatın sahibine çevrilmişti. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu ilk sorgulamasını şöyle zikreder:
“Hani İbrâhim, babası Âzer’e, ‘Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” (En’âm, 6/74)
2. Bölüm: Aklî Arayış ve Kalbî İtminan
Hz. İbrâhim (a.s.), fıtratındaki (yaratılışındaki) temiz tevhid çekirdeği ile kâinatı tefekkür etmeye başladı. O, sadece iman etmekle kalmadı, aynı zamanda aklını kullanarak hakikati aradı. Bu arayış, özellikle gençlere mükemmel bir örnektir. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu derûnî yolculuğunu bize adım adım tasvir eder:
“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. ‘İşte bu benim rabbimdir’ dedi. Yıldız batınca da, ‘Ben böyle batanları sevmem’ dedi.” (En’âm, 6/76)
“Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbimdir’ dedi. Ay batınca da, ‘Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka ben de sapıklardan olurdum’ dedi.” (En’âm, 6/77)
“Güneş’i doğarken görünce de, ‘İşte bu benim rabbimdir, bu daha büyüktür’ dedi. Güneş batınca da, ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım’ dedi.” (En’âm, 6/78)
Yıldızlar, ay ve güneş; hepsi birer birer batıyor, kayboluyordu. Batan, kaybolan, değişikliğe uğrayan bir varlık, kâinatın ezelî ve ebedî Rabbi olamazdı. Bu muazzam aklî tefekkürün sonunda, Hz. İbrâhim (a.s.) kalbinin en derin noktasından gelen şu hakikati haykırdı:
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’âm, 6/79)
Artık o, “Hanîf” idi; yani bütün batıl inançlardan yüz çevirmiş, sadece Bir olan Allah’a yönelmişti.
3. Bölüm: Kavmine Karşı Tevhid Mücadelesi
Hz. İbrâhim (a.s.), bulduğu bu paha biçilmez hakikati önce en yakını olan babası Âzer’e nazik ve hikmetli bir dille anlattı:
“Hani babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?'” (Meryem, 19/42)
Fakat Âzer’in cevabı sert oldu ve onu taşlamakla tehdit etti. Hz. İbrâhim (a.s.), babasından yüz çevirmedi, ona selam diledi ve Rabbinden onun için af dileyeceğini söyledi (ancak kâfir olarak öleceği kesinleşince bu istiğfarından vazgeçmiştir).
Sonra kavmine döndü. Onların taptığı putların acizliğini yüzlerine vurdu. Kavmiyle ve zamanın hükümdarı Nemrut ile yaptığı münazaralar (tartışmalar), akıl ve hikmet doludur. Nemrut, “Ben de öldürür ve diriltirim” (yani affeder veya idam ederim) diyerek ilahlık tasladığında, Hz. İbrâhim (a.s.) onu susturan o meşhur cevabı verdi:
“İbrâhim, ‘Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir’ dedi. O kâfir de şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 2/258)
4. Bölüm: Putları Kıran Genç ve “Büyük” İmtihan
Sözle ikna olmayan kavmine, Hz. İbrâhim (a.s.) unutamayacakları bir ders vermeye karar verdi. Kavmi bir bayram günü şehirden ayrıldığında, o gizlice puthaneye girdi.
“Onları paramparça etti, belki ona (büyük puta) müracaat ederler diye sadece büyüğünü bıraktı.” (Enbiyâ, 21/58)
Kavmi dönüp mabedlerinin halini görünce dehşete düştü. “Bunu ilâhlarımıza kim yaptı?” diye sordular. Bazıları, “İbrâhim adında bir gencin onları diline doladığını işitmiştik” dedi.
Hz. İbrâhim’i (a.s.) halkın önüne getirdiler ve sorguladılar. Hz. İbrâhim’in (a.s.) cevabı, onların donmuş akıllarını sarsacak nitelikteydi:
“Dedi ki: ‘Hayır! Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun, eğer konuşabiliyorlarsa!'” (Enbiyâ, 21/63)
Bu cevap karşısında ne diyeceklerini bilemediler. Kendi vicdanlarına döndüler ve “Asıl zalimler sizlersiniz” dediler, ancak kibirleri ağır bastı. Konuşamayan, kendini savunamayan putlara taptıklarını bir anlığına idrak etseler de, atalarının yolundan dönmediler.
5. Bölüm: “Ey Ateş! İbrâhim’e Karşı Serin Ol!”
Nemrut ve kavmi, akıl ve mantık delilleri karşısında mağlup olunca, kaba kuvvete başvurdular. Hz. İbrâhim (a.s.) için devasa bir ateş yaktılar. Ateş o kadar büyüktü ki, yanına yaklaşmak mümkün değildi. Onu bir mancınıkla ateşin tam ortasına fırlatmaya karar verdiler.
Bütün mahlûkat nefesini tutmuştu. Rivayetlere göre melekler yardım teklif ettiğinde, Hz. İbrâhim’in (a.s.) cevabı tam bir teslimiyet ifadesiydi: “Rabbim halimi biliyor, O’ndan bir şey istememe hacet yok. Hasbunallahu ve ni’mel vekîl!” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!).
Tam ateşe atıldığı anda, sebeplerin de, ateşin de sahibi olan Yüce Allah (c.c.) emrini verdi:
“Biz de ‘Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve esenlik ol!’ dedik.” (Enbiyâ, 21/69)
Ateş, yakma vasfını unuttu. Allah’ın Halil’i (Dostu) için bir gül bahçesine, serin ve esenlik dolu bir yere dönüştü. Bu, tevhidi seçen bir kulun, bütün dünyaya karşı gelse bile Allah’ın yardımıyla nasıl kurtulacağının en büyük isbatıydı.
6. Bölüm: Hicret, Tevekkül ve Zemzem
Bu büyük mucizeden sonra dahi kavmi iman etmeyince, Hz. İbrâhim (a.s.) hicret etmeye karar verdi. Beraberinde iman edenler, eşi Hz. Sâre (r.a.) ve yeğeni Hz. Lût (a.s.) vardı. “Ben Rabbime gidiyorum. O, bana yol gösterecektir” (Sâffât, 37/99) diyerek yola çıktı.
Önce Harran’a, oradan Kenan diyarına (Filistin) ve Mısır’a gittiler. Mısır’da yaşadıkları imtihanlardan sonra (Hz. Sâre’nin Allah tarafından korunması hadisesi), Mısır hükümdarı, Hz. Sâre’ye hizmet etmesi için Hz. Hacer’i (r.a.) hediye etti.
Yıllar geçmiş, Hz. İbrâhim’in (a.s.) ve Hz. Sâre’nin (r.a.) yaşları ilerlemiş, ancak bir evlatları olmamıştı. Hz. Sâre (r.a.), neslinin devam etmesi için büyük bir fedakârlıkla, Hz. Hacer’i (r.a.) eşine nikâhlamayı teklif etti. Bu evlilikten Hz. İsmail (a.s.) dünyaya geldi.
Hz. İsmail (a.s.) henüz kundağında bir bebekken, ilahî bir emir geldi. Hz. İbrâhim (a.s.), eşi Hacer’i ve oğlu İsmail’i alıp, “ekin bitmez bir vadiye”, yani o zamanlar kimsenin yaşamadığı çorak Mekke vadisine götürdü. Onları Kâbe’nin bulunduğu yere bıraktı. Yanlarına az bir su ve biraz hurma koydu.
Hz. Hacer (r.a.), eşinin arkasından sordu: “Bizi bu ıssız vadide kime bırakıp gidiyorsun?” Hz. İbrâhim (a.s.) cevap vermedi. Hz. Hacer (r.a.) anladı ve o muazzam tevekkül sorusunu sordu: “Bunu sana Allah mı emretti?” Hz. İbrâhim (a.s.) “Evet” deyince, Hz. Hacer’in (r.a.) kalbi mutmain oldu: “Öyleyse Rabbim bizi zayi etmez!”
Hz. İbrâhim (a.s.) oradan ayrılırken, kalbi evladı ve eşi için dua ile doluydu:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14/37)1
Azıkları tükenince Hz. Hacer (r.a.), oğlu için su aramaya başladı. Safâ ve Merve tepeleri arasında yedi defa koştu (Hac’daki Sa’y ibadetinin aslı budur). Sonunda, Cebrail’in (a.s.) yardımıyla, Hz. İsmail’in (a.s.) ayağının dibinden mübarek Zemzem suyu fışkırdı. Bu su, sadece onların hayatını kurtarmakla kalmadı, Cürhümî kabilesinin oraya yerleşmesine ve Mekke şehrinin kurulmasına vesile oldu.
7. Bölüm: En Büyük İmtihan: Kurban
Hz. İsmail (a.s.) büyümüş, babasıyla birlikte gezip dolaşacak çağa gelmişti. Hz. İbrâhim (a.s.), oğluna olan sevgisiyle dolu bir haldeyken, Allah (c.c.) onu bir kez daha, belki de imtihanların en ağırı ile sınadı. Rüyasında, biricik oğlunu kurban ettiğini gördü. Peygamberlerin rüyası vahiydir.
Bu, “Halil” (Dost) makamının isbatı olacaktı. Allah’ın dostluğu, O’nun emri ile evlat sevgisi arasında bir tercih anı gerektiriyordu. Hz. İbrâhim (a.s.) tereddüt etmedi, durumu oğluna açtı. Bu, baba ile oğul arasındaki teslimiyetin zirvesidir:
“Çocuk, babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince, ‘Yavrucuğum! Ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Bak bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Sâffât, 37/102)
Baba da, oğul da Allah’ın emrine tam teslim olmuştu. Tefsirler, şeytanın bu süreçte her ikisine de vesvese vermeye çalıştığını, ancak onların şeytanı taşlayarak reddettiğini anlatır (Hac’daki şeytan taşlamanın aslı).
Hz. İbrâhim (a.s.) oğlunu yatırdı ve bıçağı boynuna dayadı. Fakat bıçak, Allah’ın emriyle kesmedi. Tam o anda, gökten bir nida geldi:
“Bize, ‘Ey İbrâhim!’ diye seslendik.” (Sâffât, 37/104)
“Rüyayı gerçekleştirdin. Şüphesiz biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.” (Sâffât, 37/105)
“Şüphesiz bu, apaçık bir imtihandı.” (Sâffât, 37/106)
“Biz, (oğlunun yerine) ona büyük bir kurbanlık (koç) verdik.” (Sâffât, 37/107)
Hz. İbrâhim (a.s.), Allah’ın emrini her şeyin üstünde tutarak “Halil” olduğunu ispatlamış, Hz. İsmail (a.s.) ise sabrederek “Zebîhullah” (Allah için kurban olmaya teslim olan) olmuştur.
8. Bölüm: Kâbe’nin İnşası ve Hz. İshak’ın Müjdesi
Bu büyük imtihanların ardından Allah (c.c.), Hz. İbrâhim’e (a.s.) yeryüzündeki ilk mabed olan Kâbe’nin temellerini yükseltme vazifesi verdi. Baba-oğul, büyük bir şevkle Beytullah’ı (Allah’ın Evi) inşa ettiler. Taşları taşırken dillerinde şu dua vardı:
“Hani İbrâhim, İsmâil ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı.” (Bakara, 2/127)
İnşaat bitince, Hz. İbrâhim’e (a.s.) insanları Hac için çağırması emredildi.
Yüce Allah (c.c.), bu sadakatine karşılık ona bir müjde daha verdi. Melekler, Lût kavmini helak etmek üzere insan suretinde geldiklerinde, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar. Ona ikramda bulundu. Melekler, hem Lût kavminin durumunu haber verdiler hem de yaşlı olan Hz. İbrâhim (a.s.) ile Hz. Sâre’ye (r.a.) müjdeyi verdiler:
“Biz de ona, İshak’ı müjdeledik; İshak’ın ardından da Yakub’u.” (Hûd, 11/71)
Hz. Sâre (r.a.) bu duruma hayret etse de, Allah’ın rahmeti tecelli etti ve Hz. İshak (a.s.) dünyaya geldi. Böylece Hz. İbrâhim (a.s.), hem Hz. İsmail’in (a.s.) (Arapların ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) atası) hem de Hz. İshak’ın (a.s.) (İsrailoğulları peygamberlerinin atası) babası oldu.
Sonuç: Ebedî Miras
Hz. İbrâhim (a.s.), hayatını tevhide adamış, Allah’ın (c.c.) “dostum” dediği müstesna bir peygamberdir. Yüce Allah (c.c.), onun bu eşsiz teslimiyetini şöyle övmüştür:
“Hani Rabbi ona, ‘Teslim ol’ demişti. O da, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara, 2/131)
O, bizlere aklı kullanarak Allah’ı bulmayı, ateşe atılma pahasına haktan taviz vermemeyi, en sevdiklerimizden bile Allah için vazgeçebilmeyi (kurban) ve çorak bir vadiye evladını bırakacak kadar Rabbine tevekkül etmeyi öğretti.
Onun mirası “Millet-i İbrâhim” yani Hanîf dinidir; bütün peygamberlerin ortak mesajı olan İslam’dır. O, bugün Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kenan diyarında (El-Halil şehri) medfundur.
Allah (c.c.) bizleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve atası Hz. İbrâhim’in (a.s.) yolundan ayırmasın. Âmin.
************
KISSA-İ LÛT (A.S.): İBRET DOLU BİR HELÂK HİKÂYESİ
1. Bölüm: İman Yurdundan Fesat Diyarına
Hz. Lût (a.s.), peygamberler atası olarak bilinen Hz. İbrahim’in (a.s.) yeğeniydi. Henüz peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, Bâbil’in Nemrut zulmünden bunalan amcası Hz. İbrahim’e ilk iman edenler arasında yer almış, onunla birlikte o ateş diyarından hicret etme şerefini paylaşmıştı. Bu kutlu yolculuk onları Harran’a, oradan da Filistin ve Mısır’a götürmüştü.
Hz. İbrahim (a.s.) ile bir müddet Kenan diyarında kaldıktan sonra, ilâhî bir vazifelendirme ile yolları ayrıldı. Cenâb-ı Hak, Hz. Lût’u (a.s.) peygamber olarak seçmiş ve onu, Şeria (Ürdün) Nehri havzasında, bugün Lût Gölü (Ölü Deniz) olarak bilinen bölgenin yakınlarında kurulmuş olan Sodom (Sedûm) ve Gomore (Amûre) şehirlerine göndermişti.
Bu şehirler, tabiatın bütün cömertliğini sunduğu, bağları bahçeleri bol, zengin bir bölgeydi. Fakat bu zenginlik, onların kalplerini şımartmış, ruhlarını kirletmişti.
2. Bölüm: Dünyada İlk Cürüm ve Davetin Başlangıcı
Sodom halkı, İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, yeryüzünde daha evvel hiçbir mahlûkatın işlemediği korkunç bir cürmü, görülmemiş bir hayâsızlığı (fâhişe) âdet edinmişti. Bolluk ve refah onları azdırmış, fıtrata (yaratılış yapısına) aykırı bu çirkin fiili açıkça, hatta övünerek yapar hale gelmişlerdi. Yol kesiyor, meclislerinde türlü ahlâksızlıkları işliyor ve gariplere, yolculara zulmediyorlardı.
Hz. Lût (a.s.), bu sapkın kavmin içine bir güneş gibi doğdu. Onları en şefkatli, fakat en net üslûpla uyardı:
“Ben size gönderilmiş emin (güvenilir) bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Hz. Lût (a.s.), onları doğrudan işledikleri o büyük günah üzerinden tenkit etti. Kur’ân-ı Kerîm, bu daveti şöyle haber verir:
“Hani Lût da kavmine şöyle demişti: ‘Gerçekten siz, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! (Bu ilâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?’ Kavminin cevabı ise, ‘Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize!’ demekten başka bir şey olmadı.” (Ankebût Sûresi, 28-29. Âyetler -Meali)
Onlar, bu çirkin fiili o kadar benimsemişlerdi ki, Hz. Lût’un (a.s.) temizlik ve iffet davetini bir ayıp, bir “farklılık” olarak gördüler.
3. Bölüm: Tufan Gibi Yükselen İnkâr
Yıllar geçti. Hz. Lût (a.s.) usanmadan, bıkmadan tebliğine devam etti. Onları Allah’ın azabıyla korkuttu, fıtrata dönmeye davet etti. Fakat kavmin kalpleri mühürlenmişti.
Onların cevabı, alay etmek ve tehdit etmekten ibaretti. Tebliğ karşısında o kadar küstahlaştılar ki, Hz. Lût’u (a.s.) ve ona iman eden az sayıdaki ailesini (iki kızı) aralarında istemediler.
“Kavminin cevabı, ‘Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (sözde) temiz kalmak isteyen kimselermiş!’ demekten başka olmadı.” (A’râf Sûresi, 82. Âyet – Meali)
Bu cevap, ahlâkî bir çöküntünün zirvesiydi. İffeti ve temizliği “suç” olarak görüyorlardı. Hz. Lût’un (a.s.) sabrı tükenme noktasına geldiğinde, artık onlardan ümidini kesince, ellerini Rabbine açtı.
“Lût, ‘Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et!’ dedi.” (Ankebût Sûresi, 30. Âyet – Meali)
Bu dua, helâk kararının icra edilme vaktinin geldiğini ilan ediyordu.
4. Bölüm: İmtihan Gecesi ve Melek Misafirler
Cenâb-ı Hak, duayı kabul etmiş ve azap meleklerini (Hz. Cebrail, Mikail ve İsrafil olduğu rivayet edilir) vazifelendirmişti. Bu melekler, önce insan suretinde Hz. İbrahim’e (a.s.) misafir oldular. Ona Hz. İshak’ın (a.s.) müjdesini verdikten sonra, asıl vazifelerini açıkladılar: Lût kavmini helâk etmek.
Hz. İbrahim (a.s.), o şefkatli yüreğiyle, “Ama orada Lût var!” diyerek onlar için af dilemeye çalıştı. Fakat melekler, “Biz orada kimlerin olduğunu daha iyi biliriz. Kararı kesindir” cevabını verdiler.
Melekler, yakışıklı genç delikanlılar suretinde, akşam vakti Sodom’a ulaştılar. Şehrin girişinde Hz. Lût (a.s.) ile karşılaştılar. Hz. Lût (a.s.), kavminin sapkınlığını bildiği için, bu “misafirleri” görünce kalbi sıkıştı, büyük bir keder ve endişe duydu. Onların melek olduğunu bilmiyor, onları koruyamayacağından korkuyordu. Kur’ân-ı Kerîm o anı şöyle tasvir eder:
“Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onların gelişinden dolayı kaygılandı, onlar yüzünden göğsü daraldı ve ‘Bu, çetin bir gündür’ dedi.” (Hûd Sûresi, 77. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.), misafirlerini kimseye göstermeden evine almaya çalıştı. Ancak Hz. Lût’un (a.s.) hanımı, iman etmemiş, kavminin o çirkin fiillerine içten içe taraftar olan bir kadındı. Bu durumu hemen dışarıdaki sapkınlara haber verdi.
5. Bölüm: Zirveye Çıkan Hayâsızlık
Haber, şehirde bir anda yayıldı. Gözü dönmüş Sodom halkı, “müjde” almış gibi sevinerek evi kuşattı. Kapıya dayandılar ve misafirlerin kendilerine teslim edilmesini istediler.
Hz. Lût (a.s.), bir peygamberin misafirine uzanacak eli durdurmak için son bir gayretle yalvardı. İnsanlık onuru adına, misafir şerefi adına onlara seslendi:
“Kavmi, koşarak onun yanına geldi. Zaten onlar önceden de o kötü işleri yapıyorlardı. Lût, ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin). Onlar sizin için daha temizdirler. Allah’tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde (bu kötülüğü engelleyecek) aklı başında bir adam yok mu!’ dedi.” (Hûd Sûresi, 78. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.), “kızlarım” derken, tefsirlerin çoğunluğuna göre kavminin kadınlarını kastetmiş, onlara fıtrata uygun, helal nikâh yolunu göstermişti. Fakat onlar tamamen körleşmişlerdi.
“Dediler ki: ‘Bizim, senin kızlarında bir hakkımız olmadığını (onlarla evlenmek istemediğimizi) iyi bilirsin. Sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin.’ Lût, ‘Keşke size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir sığınağa (kaleye, aşirete) dayanabilseydim!’ dedi.” (Hûd Sûresi, 79-80. Âyetler – Meali)
Hz. Lût (a.s.), beşerî olarak çaresizliğin zirvesine ulaştığı, “Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı” dediği anda, misafirler kimliklerini açıkladı.
“(Misafirler) şöyle dediler: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar…'” (Hûd Sûresi, 81. Âyet – Meali)
Rivayete göre Cebrail (a.s.), dışarıdaki azgın kalabalığa bir kanat darbesiyle (veya elinin bir işaretiyle) vurdu ve kapıdakilerin gözleri kör oldu. Birbirlerine çarparak, ne olduğunu anlayamadan dağıldılar.
6. Bölüm: İlâhî Azap ve Kurtuluş Vakti
Melekler, Hz. Lût’a (a.s.) son emri verdiler:
“…Hemen gecenin bir vaktinde ailenle (sana inananlarla) yola çık. Karından başka sizden hiç kimse geri kalmasın (geriye bakmasın). Çünkü onlara isabet edecek olan azap, şüphesiz ona da isabet edecektir. Onların helâk zamanı sabaha yakındır. Sabah yakın değil mi?'” (Hûd Sûresi, 81. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.) ve ona iman eden iki kızı (ve rivayetlere göre çok az sayıda inanan), zifiri karanlıkta, seher vakti şehri terk ettiler. Arkalarına bakmaları kesinlikle yasaklanmıştı. Çünkü görecekleri manzara dehşet vericiydi.
Sabah vakti, güneş doğarken ilâhî emir infaz edildi.
O mamur şehirlerin, o güzelim bağ ve bahçelerin “altı üstüne” getirildi. Cebrail (a.s.) o bölgeyi kanadıyla kökünden söküp göğe yükselttiği ve ters çevirip yere vurduğu tefsirlerde zikredilir.
“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik. Üzerlerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan (siccîl) taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hûd Sûresi, 82-83. Âyetler – Meali)
Gökyüzünden, her bir kâfirin adına işaretlenmiş, kızgın taşlar yağmur gibi yağdı. O zengin ve şımarık kavim, çirkin fiilleriyle birlikte yerin dibine geçti.
Hz. Lût’un (a.s.) karısı, kavmine olan bağlılığı ve ihaneti sebebiyle emre uymamış, geriye dönüp bakmıştı. Rivayete göre o da, “Vah kavmim!” diye seslenmiş ve başına isabet eden bir taşla helâk olanların arasına katılmıştı.
7. Bölüm: Geride Kalan İbret
Hz. Lût (a.s.) ve ailesi kurtulduktan sonra amcası Hz. İbrahim’in (a.s.) yanına döndü. Helâk olan bölge ise, kokuşmuş suların ve cansız toprağın olduğu bir göle, “Lût Gölü”ne (Ölü Deniz) dönüştü.
Kur’ân-ı Kerîm, bu kıssayı defalarca hatırlatır ve o bölgenin hâlâ bir ibret vesikası olarak durduğunu belirtir:
“Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için o memleketten geriye apaçık bir nişâne bırakmışızdır.” (Ankebût Sûresi, 35. Âyet – Meali)
Hz. Lût’un (a.s.) hikâyesi, fıtrata (yaratılışın temel yapısına) aykırı hareket etmenin, ilâhî sınırlara isyan etmenin ve bir peygamberin davetine karşı küstahça direnmenin ne kadar korkunç bir sonuca yol açtığını gösteren en dehşetli kıssalardan biridir. Aynı zamanda, en zor şartlarda bile imandan, iffetten ve tebliğden vazgeçmemenin, sabrın ve Allah’a sığınmanın bir kurtuluş müjdesi olduğunu bizlere öğretir.
********
Teslimiyetin ve Sabrın Mübarek Timsâli: Hz. İsmâîl (a.s.)
Ulu’l-azm peygamberlerden olan Halîlullah (Allah’ın Dostu) Hz. İbrâhim (a.s.), tabiat kanunları açısından artık evlat sahibi olmasının zorlaştığı bir devrede, Salih bir evlat için Rabbine duâ etmişti. Onun saliha zevcesi Hz. Sâre (r.anha) de, kocasının bu derûnî arzusunu biliyordu. İleri yaşına rağmen evladı olmayan Hz. Sâre, büyük bir fazilet ve fedakârlık timsâli göstererek, hizmetlerinde bulunan Hz. Hâcer’i (r.anha) eşine zevce olarak takdim etti. Bu evlilikten murâd-ı ilâhî tecellî etti ve Hz. İbrâhim’in (a.s.) hanesini bir nur topu aydınlattı.
Ona, “Allah işitti” mânâsına gelen “İsmâîl” adını verdiler. Zira Cenâb-ı Hak, Halîl’inin o yalnız ve derûnî yakarışlarını işitmiş ve ona bir cevap lütfetmişti.
I. Mekke Çöllerinde Bir Anne ve Bir Bebek: Tevekkülün Zirvesi
Hz. İsmâîl henüz kucakta bir bebekken, Hz. İbrâhim (a.s.) ilâhî bir emir aldı. Bu emir, zevcesi Hâcer’i ve oğlu İsmâîl’i alıp, o vakitler kimsenin bulunmadığı, ekin bitmeyen, susuz ve ıssız bir vadiye götürmesini bildiriyordu.
Hz. İbrâhim (a.s.), bu emre tam bir teslimiyetle boyun eğdi. Hz. Hâcer ve kucağındaki Hz. İsmâîl ile birlikte yola koyuldu. Bugün Kâbe’nin bulunduğu yere geldiklerinde, yanlarına az bir miktar su ve bir dağarcık hurma bıraktı. Sonra, kalbi Hâcer ve İsmâîl’de kalarak, geldiği yöne doğru geri dönmeye başladı.
Hz. Hâcer, bu ıssız ve korkutucu vadide yalnız bırakılmalarının hikmetini anlayamamıştı. Arkasından seslendi: “Ey İbrâhim! Bizi bu ekin bitmez, kimsesiz vadide bırakıp nereye gidiyorsun?”
Hz. İbrâhim (a.s.) cevap vermedi. Yüreği yanıyordu ama ilâhî emre zıt bir iş yapamazdı. Hz. Hâcer validemiz tekrar tekrar seslendi. Cevap alamayınca, meselenin derûnî yönünü kavradı ve o mübarek soruyu sordu:
“Bunu sana Allah mı emretti?”
Hz. İbrâhim (a.s.) sadece, “Evet” diye cevap verdi.
Bu cevabı duyan Saliha kadın, tevekkülün ve teslimiyetin zirvesini gösteren şu tarihî sözü söyledi:
“Öyleyse git. Rabbim bizi zâyi etmeyecektir (bize kâfidir).”
Hz. İbrâhim (a.s.), onlardan biraz uzaklaşıp bir tepenin ardında gözden kaybolunca, ellerini semâya kaldırdı ve Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yere bakarak o meşhur duâsını yaptı. Kur’ân-ı Kerîm, bu yakarışı şöyle tasvir eder:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımı, senin kutsal evinin (Kâbe) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14/37)1
II. Bir Medeniyetin Kaynağı: Zemzem
Hz. Hâcer, yanındaki az miktardaki su ve hurma tükeninceye kadar bebeği İsmâîl’i emzirdi. Ancak çok geçmeden su bitti, sütü kesildi. Küçük İsmâîl susuzluktan ağlamaya, toprağı eşelemeye başladı.
Bir annenin evladının bu hâlini görmesi, onun için en büyük ızdıraptı. Hz. Hâcer, bir umutla su veya bir insan gölgesi aramak için en yakındaki Safâ tepesine çıktı. Vadiye baktı, kimse yoktu. Hızla inip Merve tepesine koştu. Oraya çıktı, etrafa bakındı. Yine kimseyi göremedi.
Bu iki tepe arasında, evladı için çırpınan bir annenin telaşıyla yedi defa gidip geldi (Sa’y). Son kez Merve tepesine çıktığında, bir ses işitti. Önce kendini dinledi, sonra “Ey ses sahibi! Sesini duyurdun, eğer bir yardımın olacaksa (acele et)” diye seslendi.
O anda, bebeğin bulunduğu yerde, Cibrîl-i Emîn’i (a.s.) gördü. Cibrîl (a.s.), topuğuyla (veya bir rivayette kanadıyla) toprağı eşeledi. O kupkuru yerden, berrak, tatlı ve mübarek bir su fışkırmaya başladı.
Hz. Hâcer, bu ilâhî ikram karşısında hem şaşırdı hem sevindi. Bir yandan kana kana içiyor, bir yandan da akıp gitmesin diye suyun etrafını kumla çeviriyor ve “Zem! Zem!” (Dur! Dur!) diyordu.
Allah Resûlü (s.a.v.) bu hadiseyi anlatırken şöyle buyurmuştur: “Allah, İsmâîl’in annesi Hâcer’e rahmet etsin! Eğer o, suyu (toprakla çevirmeyip) serbest bıraksaydı, muhakkak Zemzem, akar bir pınar olurdu.”
Bu mübarek su, sadece bir bebeğin hayatını kurtarmakla kalmadı; aynı zamanda bir medeniyetin tohumunu attı. Gökyüzünde uçan kuşlar, suyun bulunduğu yerde dönmeye başlayınca, Yemen taraflarından gelen Cürhüm kabilesi bu durumu fark etti. Kuşların olduğu yerde hayat olduğunu biliyorlardı. Gelip Hz. Hâcer’den izin istediler. Hz. Hâcer, suyun mülkiyetinin kendisinde kalması şartıyla yerleşmelerine müsaade etti.
Böylece Hz. İsmâîl (a.s.), bu Arap kabilesinin içinde büyüdü. Onlardan fasih Arapçayı öğrendi ve onlardan bir kızla evlendi. O, “Arab-ı Musta’ribe” (Sonradan Araplaşanlar) olarak bilinen neslin atası oldu.
III. Tarihin En Büyük İmtihanı: Kurban Hadisesi
Hz. İbrâhim (a.s.), zaman zaman ailesini ziyarete geliyordu. Hz. İsmâîl (a.s.), babasıyla birlikte koşup oynayacak çağa gelmişti. Babasının hasretiyle büyüyen bu Salih evlat, babasına son derece bağlıydı.
Bir gece Hz. İbrâhim (a.s.), bir rüya gördü. Rüyasında, biricik oğlu İsmâîl’i kurban ediyordu. Peygamberlerin rüyası vahiydir. Bu, Cenâb-ı Hak’tan gelen açık bir emirdi. Bu, bir babanın dünyada karşılaşabileceği en çetin, en ağır imtihandı.
Hz. İbrâhim (a.s.), Halîl (Dost) unvanına yaraşır bir teslimiyetle, durumu oğluna açtı. Tefsir kaynakları, bu muazzam diyaloğu nakleder. Kur’ân-ı Kerîm, bu babayı ve bu evladı şöyle anlatır:
“Çocuk, kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrâhim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Sâffât, 37/102)
Hz. İsmâîl (a.s.) tereddüt etmedi. “Babacığım, neden?” diye sormadı. “Beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek, emrin Allah’tan geldiğini biliyor ve bu imtihanda babasını yalnız bırakmıyordu.
Baba-oğul, bu ağır emri yerine getirmek için Minâ istikametine doğru yola çıktılar. Rivayetlere göre, şeytan bu teslimiyeti bozmak için üç defa onların karşısına çıktı. Önce Hz. İbrâhim’i, sonra Hz. Hâcer’i ve son olarak da Hz. İsmâîl’i vesveseyle yoldan çıkarmaya çalıştı. Lâkin her biri, şeytanı taşlayarak (bugün hacda yapılan şeytan taşlamanın aslı budur) Allah’ın emrine olan bağlılıklarını gösterdiler.
Nihayet kurban edilecek yere vardılar. Hz. İsmâîl (a.s.), babasına son bir ricada bulundu: “Babacığım, beni yüzüstü yatır ki, yüzümü görüp de babalık şefkatin galip gelmesin ve emri geciktirmeyesin. Elbisemi de anneme götürürsün, bu ona bir teselli olur.”
Hz. İbrâhim (a.s.), gözyaşları içinde oğlunu alnı üzerine yatırdı ve bıçağı boynuna çaldı.
Bu, teslimiyetin zirve noktasıydı. Bir peygamber, Rabbinin emri uğruna en sevdiği varlığını, ciğerparesini feda ediyordu. Fakat bıçak, Allah’ın emriyle kesmedi. Hz. İbrâhim (a.s.) tekrar denedi, bıçak yine kesmedi. O anda, semâdan bir nidâ (ses) geldi:
“Böylece ikisi de teslim olup, İbrâhim de onu yüzüstü yere yatırınca ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten apaçık bir imtihandı.’ Biz, (oğlunun yerine) fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.” (Sâffât, 37/103-108)
Cenâb-ı Hak, onların sadakatini kabul etmişti. Cibrîl (a.s.), semâdan getirdiği bir koçu Hz. İbrâhim’e (a.s.) takdim etti. Bu “Zibh-i Azîm” (Büyük Kurban) idi. Hz. İsmâîl (a.s.) kurtulmuş, imtihan kazanılmıştı.
IV. Kâbe’nin İnşâsı: Baba-Oğul Duâsı
Yıllar geçti. Hz. İbrâhim (a.s.) tekrar Mekke’ye geldiğinde, bu kez Cenâb-ı Hak’tan yeni bir emir almıştı: Tevhîd’in merkezi olacak olan Kâbe’yi, yani “Beytullah”ı (Allah’ın Evi) inşâ etmek.
Yerini Allah’ın gösterdiği, temelleri Hz. Âdem (a.s.) veya daha evvelinden beri var olan bu mübarek binayı, baba-oğul birlikte yükseltmeye başladılar. Hz. İsmâîl (a.s.) taş taşıyor, Hz. İbrâhim (a.s.) de duvarları örüyordu.
Duvarlar yükselip Hz. İbrâhim’in (a.s.) boyunu aşınca, Hz. İsmâîl (a.s.) bir taş getirdi. Hz. İbrâhim (a.s.) bu taşa basarak duvarları örmeye devam etti. İşte o taş, bugün “Makâm-ı İbrâhim” olarak bilinen ve üzerinde Hz. İbrâhim’in (a.s.) mübarek ayak izlerinin nişânesi bulunan taştır.
Onlar sadece bir bina değil, kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin kıblesi olacak bir mâbed inşâ ediyorlardı. Bu şerefli işi yaparken, dilleri duâdaydı:
“Hani İbrâhim, İsmâîl ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı. ‘Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini göster, tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen, tevbeleri çok kabul edensin, çok merhametlisin. Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.'” (Bakara, 2/127-129)
Allah (c.c.), onların bu duâsını asırlar sonra kabul etti. Hz. İsmâîl’in (a.s.) soyundan, o mübarek beldeden, Âlemlere Rahmet olan Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) gönderdi.
V. Vefâtı ve Mirâsı
Hz. İsmâîl (a.s.), Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen peygamberlerdendir. O, sadece bir peygamber babası veya peygamber atası değil, aynı zamanda kendisi de bir Nebî ve Rasûl idi. Cenâb-ı Hak, onun en mühim vasfını şöyle zikreder:
“(Ey Muhammed!) Kitapta İsmâîl’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi, bir rasûl, bir nebî idi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbinin katında da rızaya ermişti.” (Meryem, 19/54-55)
O, “sâdiku’l-va’d” idi; verdiği sözde duran, ahdine sâdık bir peygamberdi. Kurban hadisesinde Rabbine verdiği “beni sabredenlerden bulacaksın” sözüne sâdık kalmıştı.
Hz. İsmâîl (a.s.), rivayetlere göre 130 küsur yıl hayat sürmüş, babasından sonra Kâbe’nin hizmetini (sidâne) üstlenmiş ve Hicaz bölgesindeki insanlara tevhîd akîdesini tebliğ etmiştir. Vefât ettiğinde, annesi Hz. Hâcer’in de medfûn bulunduğu Kâbe’nin yanına, “Hicr-i İsmâîl” (Hatîm) denilen bölgeye defnedilmiştir.
Hz. İsmâîl’in (a.s.) hayatı; sabrın, tevekkülün, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız teslimiyetin ve evlat sadakatinin en parlak misallerinden biridir.
***********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bir Sabır Müjdesi, Bir Bereket Silsilesi: Hazret-i İshâk Aleyhisselâm
Kâbe’nin Hâdimi, Halîlullâh (Allah’ın Dostu) makamının sahibi, Tevhid sancağının büyük peygamberi Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hayatını tek bir gayeye adamıştı: İnsanları putların esaretinden kurtarıp, Âlemlerin Rabbi olan Tek Allah’a ibadete davet etmek. Bu yolda ateşlere atılmış, yurdundan sürülmüş, evladını kurban etmesi emredilerek en çetin imtihanlardan geçmişti.
Onunla birlikte bu mübarek yolda yürüyen, sadakatin ve teslimiyetin en güzel misallerinden biri olan zevcesi Hazret-i Sâre vardı. Yıllar yılları kovalamış, Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i Sâre (r.anha) ihtiyarlık çağına gelmişlerdi. Zahiri sebeplere nazar edildiğinde, bir evlat sahibi olmaları artık mümkün görünmüyordu. Fakat onlar, sebeplerin ötesinde, her şeye kâdir olan Allah’ın (celle celâluhu) rahmetinden ümitlerini hiç kesmemişlerdi.
Meleklerin Getirdiği Hayret Verici Müjde
Hazret-i İbrahim (as), misafiri çok seven, ikramı bol bir peygamberdi. Bir gün, tanımadığı bir grup misafir evine geldi. Hazret-i İbrahim (as) onları hemen buyur etti ve kendilerine ziyafet hazırlamak için aceleyle bir buzağı kesip kızarttı. Yemeği önlerine koyduğunda, misafirlerin yemeğe hiç el uzatmadıklarını fark etti.
Bu durum, o devrin âdetlerine göre bir düşmanlık alameti olabilirdi. Hazret-i İbrahim’in (as) içine bir korku düştü. Onun bu halini sezen misafirler, derhal kimliklerini açıkladılar:
“Korkma!” dediler. Onlar, insan suretine girmiş meleklerdi. İki mühim vazife için gelmişlerdi: Birincisi, azgınlaşan Lût kavmini helâk etmek; ikincisi ise Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i Sâre’ye (r.anha) o hayret verici müjdeyi vermekti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu hadiseyi şöyle tasvir eder:
“(İbrahim, misafirlerin) yemediklerini görünce, onlardan dolayı içine bir korku düştü. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğul müjdelediler. Bunun üzerine karısı bir çığlık atarak (elini yüzüne) vurup: ‘Ben kısır bir kocakarıyım!’ dedi. Onlar: ‘Rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir’ dediler.” (Zâriyât Sûresi, 28-30)
Başka bir Sûre-i Celîle’de, o anda perde arkasında hizmette duran Hazret-i Sâre’nin (r.anha) tepkisi daha tafsilatlı anlatılır:
“Ayakta durmakta olan karısı (Sâre) gülümseyiverdi. Biz de ona İshak’ı, İshak’ın ardından da Ya’kûb’u müjdeledik. Karısı: ‘Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!’ dedi. Melekler dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.'” (Hûd Sûresi, 71-73)
Bu müjde, sadece bir evlat müjdesi değildi; aynı zamanda o evladın (İshâk’ın) soyundan da Hazret-i Yakûb (as) gibi bir peygamberin geleceğinin müjdesiydi. Bu, bereketli bir peygamberler silsilesinin haberiydi. Hazret-i Sâre’nin hayreti, Allah’ın kudretinden şüphe ettiği için değil, O’nun âdetullah (tabiat kanunları) dışındaki bu muazzam lütfu karşısındaki beşerî şaşkınlığının bir ifadesiydi.
Kurban Hadisesi ve İshâk (as) Bağlantısı
Hazret-i İbrahim’in (as) imtihanlarının en büyüğü, rüyasında oğlunu kurban etmesinin emredilmesiydi. İslâm âlimlerinin ve müfessirlerin büyük çoğunluğu, Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetlerin işaretlerine ve sahih rivayetlere dayanarak kurban edilmesi emredilen evladın, Mekke’de kalan ilk oğlu Hazret-i İsmail (as) olduğu görüşündedir.
Ancak bazı tefsir kaynaklarında ve Ehl-i Kitap rivayetlerinde bu hadisenin Hazret-i İshâk (as) ile ilgili olduğu zikredilir. Lakin İslâmî kaynaklarda kuvvetli olan görüş, kurban kıssasının Hazret-i İsmail (as) ile ilgili olduğudur. Hatta bazı müfessirler, Hûd Sûresi’ndeki ayeti (İshâk’ın ardından Yakûb’u müjdeledik) delil getirirler: Allah Teâlâ, Hazret-i İshâk’ı (as) ve onun soyundan gelecek Hazret-i Yakûb’u (as) daha o doğmadan müjdelemişti. Gelecekte soyu devam edecek biri için kurban emrinin verilmesi, bu açıdan bir zıtlık teşkil edebilirdi.
Kuvvetli görüşe göre; Hazret-i İbrahim (as), Hazret-i İsmail (as) ile olan o büyük teslimiyet imtihanını kazandıktan sonra, Allah Teâlâ ona ikinci bir lütuf olarak, yaşlılığında Hazret-i Sâre’den (r.anha) Hazret-i İshâk’ı (as) ihsan etmiştir.
Nitekim Sâffât Sûresi’nde, kurban kıssası anlatıldıktan hemen sonra gelen şu ayetler bu bağlantıyı güçlendirir:
“Ona, sâlihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik. Ona ve İshak’a bereketler indirdik. İkisinin soyundan iyilik yapan da vardı, kendine apaçık zulmeden de vardı.” (Sâffât Sûresi, 112-113)
Velâdeti ve Yetişmesi
İshâk, “gülen, tebessüm eden” manasına gelen bir isimdir. Bu ismin, Hazret-i Sâre’nin (r.anha) müjdeyi aldığındaki tebessümüne veya hayretine bir işaret olduğu rivayet edilir.
Hazret-i İshâk (as), Ken’an diyarında (bugünkü Filistin ve civarı) doğdu. Babası “Halîlullâh” olan bir evde, Tevhid akidesinin merkezinde büyüdü. Ağabeyi Hazret-i İsmail (as) Mekke’de Kâbe’nin inşasıyla ve oradaki tebliğ ile vazifeliyken, Hazret-i İshâk (as) da Filistin’deki misyon için hazırlanıyordu.
O, babasından peygamberlik hikmetini, sabrı ve Allah’a tam teslimiyeti öğrendi. Kur’ân-ı Kerîm onu “bilgin bir oğul” (gülâmin alîm) (Zâriyât, 28) ve “sâlihlerden bir peygamber” (Sâffât, 112) olarak tasvir eder.
Evliliği ve Evlatları
Hazret-i İbrahim (as), vefatı yaklaşınca, oğlu İshâk’ın (as) Ken’an diyarındaki putperest kavimlerden bir kızla evlenmesini istemedi. Kendi aslının, iman ehlinin bulunduğu Harran’a (Irak bölgesi) gitmesini ve oradan bir zevce almasını arzu etti.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarındaki rivayetlere göre, Hazret-i İshâk (as), babasının bu arzusu üzerine (veya babasının vekili vasıtasıyla) dayısının kızı olan Refika (Rebecca) Hanım ile evlendi.
Tıpkı annesi Hazret-i Sâre (r.anha) gibi, Hazret-i Refika’nın (r.anha) da bir müddet evladı olmadı. Hazret-i İshâk (as), Allah’a (cc) dua etti ve bu duanın bereketiyle Refika Hanım hamile kaldı. İkiz evlatları dünyaya geldi: İys (Esav) ve Yakûb (as).
Hazret-i Yakûb (as), babasının ve dedesinin peygamberlik mirasını devam ettirecek olan seçilmiş evlattı. Onun lakabı “İsrâîl” (Allah’ın kulu veya Allah ile yürüyen) idi. Bu sebeple, Hazret-i İshâk (as) ve oğlu Hazret-i Yakûb (as) vasıtasıyla gelen peygamberler soyuna “Benî İsrâîl” (İsrâiloğulları) denilmiştir.
Nübüvveti (Peygamberliği) ve Tebliği
Hazret-i İshâk (as), babası Hazret-i İbrahim’in (as) vefatından sonra Ken’an (Şam/Filistin) bölgesinde peygamber olarak vazifelendirildi. O, yeni bir din getirmedi; dedesi İbrahim’in (as) “Hanîf” dini olan, Allah’ın birliği (Tevhid) inancını insanlara tebliğ etmeye devam etti.
Onun vazifesi, babasının yaktığı iman meşalesini o bölgede canlı tutmak, insanları putperestliğin karanlığından kurtarmak ve babasının mirasına sahip çıkmaktı. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu şerefli mevkiini şöyle beyan eder:
“Biz ona (İbrahim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik. Hepsini hidayete erdirdik…” (En’âm Sûresi, 84)
Hazret-i İshâk (as), babası ve kardeşiyle birlikte, Allah’a teslimiyetin sembol isimlerinden biri olmuştur. Vefat vakti yaklaştığında, Hazret-i Yakûb’un (as) evlatlarına (yani torunlarına) ettiği vasiyet, bu mübarek silsilenin gayesini özetler:
“Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a ibadet edeceğiz; bizler O’na teslim olmuşuzdur’ dedikleri zaman orada mı idiniz?” (Bakara Sûresi, 133)
Fazileti ve Mirası
Hazret-i İshâk (as), Kur’ân-ı Kerîm’de sabrı, ilmi, salih ameli ve kuvvetli imanı ile övülür. O, Allah’ın (cc) bir mucizesi olarak dünyaya gelmiş; hayatını Allah’ın (cc) dinini anlatmaya adamış ve kendisinden sonra gelecek binlerce peygamberin (Benî İsrâîl peygamberlerinin) mübarek atası olma şerefine nail olmuştur.
Hazret-i Yûsuf (as), Hazret-i Mûsâ (as), Hazret-i Hârûn (as), Hazret-i Dâvûd (as), Hazret-i Süleymân (as), Hazret-i Zekeriyyâ (as), Hazret-i Yahyâ (as) ve Hazret-i İsâ (as) gibi nice büyük peygamber, onun soyundan gelen nurlu bir zincirin halkalarıdır.
Hazret-i İshâk Aleyhisselâm’ın kıssası; bizlere, zahiri sebepler tükendiğinde bile Allah’ın (cc) rahmetinden ümit kesmemeyi, imtihanlar karşısında sabretmeyi ve Allah’a (cc) tam bir teslimiyetle bağlananların hem dünyada hem de ahirette nasıl bereketli bir mirasla mükâfatlandırılacağını öğretir.
Selâm O’na ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
***********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamberler silsilesinin mübarek bir halkası, sabrın ve tevekkülün timsali olan Hz. Yâkub’un (a.s.) hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’de, bilhassa Yûsuf Sûresi’nde, derin bir hikmet ve ibret muhtevasıyla bizlere takdim edilir. O, “İsrâil” lakabıyla da bilinen, Hz. İshak’ın (a.s.) oğlu ve Halîlullah (Allah’ın Dostu) Hz. İbrâhim’in (a.s.) torunudur.
İşte o mübarek peygamberin, imtihanlarla dolu, lakin her anı Allah’a teslimiyetle bezenmiş hayat hikâyesi:
1. Mübarek Soy ve “İsrâil” Lakabı
Hz. Yâkub, babası Hz. İshak ve annesi Refika’nın evladı olarak Ken’an diyarında dünyaya geldi. Onunla birlikte bir de ikiz kardeşi vardı ki, İslâmî kaynaklarda adı “Îs” (veya Esav) olarak geçer.
Yâkub (a.s.), babası İshak’ın (a.s.) peygamberlik mirasını taşıyacak olan seçilmiş evlattı. “İsrâil” lakabını almasıyla ilgili çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, en yaygın kabul gören manası “Allah’ın kulu” veya “Allah ile (O’na giden yolda) yürüyen” demektir. Kur’ân-ı Kerîm, ondan ve onun soyundan “Benî İsrâil” (İsrâiloğulları) olarak bahseder. Onun on iki oğlundan gelen nesil, İsrâiloğulları’nın on iki kabilesini (sıbt/esbât) teşkil edecekti.
2. Gurbet, Evlilik ve On İki Oğul (Esbât)
Hz. Yâkub, kardeşi Îs ile aralarında çıkan bir anlaşmazlık (veya tefsirlerde zikredilen bazı hadiseler) üzerine, babasının tavsiyesiyle Ken’an diyarından ayrılarak dayısı Leban’ın yanına, Harran’a (Feddân-ı Arâm) hicret etti.
Burada dayısının kızları Leyâ (Lea) ve Rahel (Rachel) ile evlendi. (O dönemin şeriatında iki kız kardeşle aynı anda evli olmak caizdi; bu hüküm daha sonra Kur’ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir). Ayrıca bu iki hanımının câriyeleri (hizmetçileri) olan Bilha ve Zilpa’yı da nikâhına aldı.
Bu dört hanımından toplam on iki oğlu oldu: Rûben (Reuben), Şem’ûn (Simeon), Levî (Levi), Yahûda (Judah), Dân, Naftali, Gad, Âşer (Asher), İssakar (İsakar), Zebûlun (Zebulun), Yûsuf ve Bünyamin.
Bu on iki oğul, “Esbât” (torunlar, kabileler) olarak bilinir ve Hz. Yûsuf dışındaki diğer on biri peygamber olmamakla birlikte, peygamber soyunun ataları olmuşlardır. Hz. Yâkub’un hayatındaki en büyük imtihan silsilesi de bu oğulları, bilhassa en çok sevdiği Hz. Yûsuf ve Bünyamin üzerinden gelecekti.
3. Rüyâ, Hased ve Ayrılığın Başlangıcı
Hz. Yâkub, uzun yıllar Harran’da kaldıktan sonra Allah’ın emriyle zengin bir sürü sahibi olarak ata yurdu Ken’an’a döndü. Oğulları arasında en küçükleri olan, anneleri Rahel’den doğma Yûsuf (a.s.) ile Bünyamin’e karşı apayrı bir muhabbet besliyordu. Yûsuf’un (a.s.) simasındaki peygamberlik nuru ve müstesna ahlâkı, babasının firasetiyle birleşince, bu sevgi daha da derinleşmişti.
Bir gece, küçük Yûsuf (a.s.) hayret verici bir rüyâ gördü. Güneş, ay ve on bir yıldızın kendisine secde ettiğini babasına anlattı. Peygamber firasetine sahip olan Hz. Yâkub, bu rüyânın manasını derhal anladı: Yûsuf, bir gün büyük bir makama erişecek ve bütün ailesi ona hürmet edecekti.
Fakat bu büyük müjdenin, büyük bir imtihanı da beraberinde getireceğini biliyordu. Oğullarının Yûsuf’a karşı besledikleri hasedi (kıskançlığı) seziyordu. Bu sebeple oğlunu şöyle tenbihledi:
“(Babası) şöyle dedi: ‘Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.'” (Yûsuf Sûresi, 5)
Lakin kader tecelli edecekti. Diğer on kardeş, babalarının Yûsuf’a olan sevgisini hazmedemiyorlardı. “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgili” diyerek hasetlerini kinle bilediler. Şeytanın da vesvesesiyle, “Yûsuf’u öldürün veya onu ıssız bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın” diye korkunç bir karar aldılar.
4. “Sabr-ı Cemîl” (Güzel Sabır) İmtihanı
Kardeşleri, bir gün babalarına gelip, “Ey babamız! Yûsuf’u bizimle kıra gönder, oynasın, eğlensin, biz onu mutlaka koruruz” dediler. Hz. Yâkub’un kalbi endişeyle doldu. “Onu götürmeniz beni üzer, siz farkında değilken onu bir kurdun yemesinden korkarım” dedi.
Oğulları ise ısrarcıydı. Neticede Hz. Yâkub, takdire boyun eğerek istemese de izin verdi. Kardeşleri, Yûsuf’u (a.s.) alıp götürdüler ve onu ıssız bir kuyunun dibine attılar.
Akşam olduğunda, ağlayarak babalarının yanına döndüler. Yalandan bir gözyaşı döküyorlardı.
“Akşam vakti babalarına ağlayarak geldiler. Dediler ki: ‘Ey babamız! Biz yarışmak üzere uzaklaşmıştık. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Bir de baktık ki onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.’ Üzerine de sahte bir kan bulaştırılmış olarak Yûsuf’un gömleğini getirdiler.” (Yûsuf Sûresi, 16-18)
Hz. Yâkub, bu sözlere kanmadı. Gömleğe baktı; gömlek sağlamdı ama üzerindeki kan sahteydi. Bir kurdun saldırısında gömleğin parçalanması gerekirdi. Evlatlarının bir hile yaptığını, Yûsuf’una bir zarar verdiklerini anladı.
İşte o an, bir peygamberin ve bir babanın en zor anıydı. Kalbi yanıyordu, lakin o, isyan etmedi. İnsanlara şikâyet edip feryâd ü figân eylemedi. Yüzünü sadece Allah’a döndü ve tarihe geçecek o mübarek sözü söyledi:
“(Ya‘kūb) dedi ki: ‘Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.'” (Yûsuf Sûresi, 18)
Bu, “Sabr-ı Cemîl” idi. Yani, içinde şikâyet olmayan, feryat olmayan, rızâ ile bezenmiş en güzel sabır.
5. Hasretin Şiddeti ve Gözlere Düşen Ak
Aradan yıllar geçti. Hz. Yâkub, oğlu Yûsuf’un hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Geceleri ağlıyor, gündüzleri bu derdi içinde saklıyordu. Ken’an diyarında kıtlık baş gösterdi. Mısır’da ise, o vakitler kuyudan çıkıp saraya vezir (Aziz) olmuş olan Hz. Yûsuf, hazineleri adaletle yönetiyordu.
Hz. Yâkub, oğullarını (Yûsuf’un öz kardeşi Bünyamin hariç) erzak almaları için Mısır’a gönderdi. Oğulları Mısır’a vardıklarında, Vezir olan kardeşleri Yûsuf’u tanıyamadılar, ama Yûsuf (a.s.) onları tanıdı. Onlara erzak verdi ve bir dahaki sefere öz kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini istedi.
Hz. Yâkub, diğer oğullarına güvenmese de, Allah’tan sağlam bir söz (yemin) alarak Bünyamin’in de onlarla gitmesine izin verdi. Ancak Mısır’da Hz. Yûsuf’un kurduğu bir planla Bünyamin alıkonuldu.
Kardeşleri Ken’an’a dönüp olanları babalarına anlattıklarında, Hz. Yâkub için ikinci bir yıkım oldu. Yûsuf’tan sonra şimdi de Bünyamin kayıptı.
Artık yaşlı bir peygamber olan Hz. Yâkub’un acısı dayanılmaz bir hadde ulaştı. Yûsuf’un hasreti tazelenmişti. Yıllardır içinde tuttuğu kederi, gözyaşlarına dönüştü.
“Onlardan yüz çevirdi, ‘Ah Yûsuf’um ah!’ diye sızlandı ve kederini içinde saklaya saklaya gözlerine ak düştü.” (Yûsuf Sûresi, 84)
Oğullarının “Vallahi sen hâlâ Yûsuf’u anıp duruyorsun” demelerine rağmen o, tevekkülünden zerre kaybetmedi. İmtihan ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın, o Allah’tan ümidini kesmiyordu.
6. “Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin”
Hz. Yâkub (a.s.), Yûsuf’un acısıyla gözlerini kaybetmişti ama kalp gözü (basireti) açıktı. O, Yûsuf’unun yaşadığını biliyordu. Allah’ın vadine güveniyordu. Oğullarına döndü ve onlara ümitsizliğe karşı şu dersi verdi:
“Dedi ki: ‘Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim. Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.'” (Yûsuf Sûresi, 86-87)
Bu, ye’se (ümitsizliğe) düşmenin küfre ne kadar yakın olduğunu gösteren bir peygamber uyarısıydı.
Oğulları tekrar Mısır’a gittiler. Bu defa Hz. Yûsuf (a.s.) onlara kimliğini açıkladı, onları affetti ve “Bünyamin’i ve bu gömleğimi alın, babamın yüzüne sürün, gözleri açılacaktır. Ve bütün ailenizle bana gelin” dedi.
7. Vuslat (Kavuşma) ve Rüyânın Tâbiri
Kafile Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, yüzlerce kilometre uzaktaki Ken’an’da, Hz. Yâkub (a.s.) yanındakilere, “Eğer bana bunak demezseniz, (şunu söyleyeyim ki) ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi (Yûsuf, 94).
Ve müjdeci gelip, Hz. Yûsuf’un gömleğini o mübarek yüze sürdüğü an, bir mucize gerçekleşti. Yıllardır kapalı olan gözleri, Allah’ın izniyle yeniden görmeye başladı.
“Müjdeci gelip gömleği onun yüzüne sürünce, gözleri derhal açılıverdi. Dedi ki: ‘Ben size, “Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim” dememiş miydim?'” (Yûsuf Sûresi, 96)
Oğulları hatalarını itiraf edip af dilediler. Hz. Yâkub da onlar için istiğfar etti.
Ardından bütün aile (Hz. Yâkub, hanımı ve on bir oğlu) Mısır’a göç etti. Hz. Yûsuf, anne ve babasını tahtına oturttu. İşte o an, yıllar evvel görülen rüyânın tâbiri gerçekleşiyordu:
“Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Yûsuf dedi ki: ‘Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi…'” (Yûsuf Sûresi, 100)
Buradaki secde, bir ibadet secdesi değil, o dönemin âdetince bir hürmet ve selamlama secdesiydi. Böylece Hz. Yâkub, yıllar süren “Sabr-ı Cemîl” imtihanını en güzel şekilde tamamlamış, Yûsuf’una ve Bünyamin’e kavuşmuştu.
8. Son Vasiyet ve Tevhid Mirası
Hz. Yâkub (a.s.), Mısır’da bir müddet daha yaşadı. Ömrünün son anları geldiğinde, evlatlarını başına topladı. Onun tek bir derdi vardı: Kendisinden sonra evlatlarının Allah’a olan bağlılıkları. Onlara son vasiyetini yaptı. Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilir:
“Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a ibadet edeceğiz; bizler O’na boyun eğmişizdir’ dedikleri zaman orada mı idiniz?” (Bakara Sûresi, 133)
Hz. Yâkub (a.s.), evlatlarından “Tevhid” (Allah’ı birleme) sözünü aldıktan sonra ruhunu teslim etti. Rivayete göre, vasiyeti üzerine naaşı Mısır’dan götürülerek, ataları Hz. İbrâhim (a.s.) ve Hz. İshak’ın (a.s.) mezarlarının bulunduğu Ken’an diyarındaki El-Halîl (Hebron) şehrine defnedildi.
Kıssadan Hisse
Hz. Yâkub’un (a.s.) hayatı, bizlere şu büyük hakikatleri öğretir:
• Sabr-ı Cemîl: Musibet ne kadar büyük olursa olsun (evlat acısı, körlük, hasret gibi), bir mü’minin tavrı isyan ve şikâyet değil, Allah’ın takdirine rızâ göstererek “güzel bir sabır” ile beklemektir.
• Tevekkül ve Ümit: Gözleri kör olsa dahi, Hz. Yâkub “Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim” diyerek O’nun rahmetinden ümidini asla kesmemiştir. Mü’min, ye’se düşmez.
• Firaset (Basiret): O, sahte kanlı gömleğe bakıp aldanmamış, Yûsuf’un rüyâsını doğru tâbir etmiş ve yıllar sonra Yûsuf’un kokusunu almıştır. Bu, Allah’a yakınlığın getirdiği bir kalp gözü açıklığıdır.
• Tevhid Mirası: Bir babanın evlatlarına bırakacağı en büyük miras, mal-mülk değil, “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” sorusuna verilecek “Tek olan Allah’a” cevabıdır.
Allah (c.c.), o mübarek peygamberin sabrından, teslimiyetinden ve firasetinden bizlere de hisseler nasip eylesin. Âmin.
************
Bismillahirrahmânirrahîm.
Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-Kasas” (Kıssaların En Güzeli) olarak vasıflandırdığı Hz. Yûsuf’un (aleyhisselâm) ibretlerle dolu hayat hikâyesi, sabrın, tevekkülün, iffetin ve affın en âlî misallerini bizlere sunar. Bu mübarek kıssa, sadece bir peygamberin başından geçen hadiseleri değil, aynı zamanda Allah’ın takdirinin, kullarının planları üzerindeki mutlak hâkimiyetini tasvir eder.
KISIM 1: RÜYA, HASET VE KUYU
Hz. Yûsuf (a.s.), Allah’ın Halîl’i (dostu) Hz. İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelen, peygamberler silsilesinin bir halkası olan Hz. Ya’kûb’un (a.s.) on iki oğlundan biriydi. Babasının ona ve küçük kardeşi Bünyamin’e olan derin muhabbeti, diğer on kardeşinin kalbinde büyük bir haset (kıskançlık) ateşi yakmıştı.
Bu derûnî muhabbetin ve Yûsuf’un (a.s.) istikbaldeki yüksek makamının ilk işareti, gördüğü bir rüya ile zahir oldu. Henüz küçük bir çocukken gördüğü bu manidar rüyayı babasına şöyle anlattı:
“Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde ediyorlardı.” (Yûsuf, 12/4)
Peygamber ferasetiyle bu rüyanın ne manaya geldiğini anlayan Hz. Ya’kûb (a.s.), oğlunun gelecekte büyük bir imtihana ve ardından yüksek bir mertebeye ulaşacağını sezdi. Kardeşlerinin hasedini bildiğinden, onu derhal uyardı:
“Yavrucuğum! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.” (Yûsuf, 12/5)
Fakat kardeşlerin kalbindeki haset, bu rüyadan haberdar olmasalar dahi, babalarının sevgisini kazanma hırsıyla doluydu. “Yûsuf’u öldürelim veya uzak bir yere atalım ki babamızın teveccühü yalnız bize kalsın” diye aralarında konuştular. İçlerinden biri, “Öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine atın; gelip geçen kervanlardan biri onu bulup götürür” diyerek diğerlerini ikna etti.
Bir gün babalarından, “kırda oynaması için” Hz. Yûsuf’u (a.s.) yanlarına almayı istediler. Hz. Ya’kûb (a.s.), “Onu kurdun kapmasından korkarım” dese de, kardeşlerinin ısrarlarına dayanamadı. Onu alıp uzaklaştıklarında, planlarını tatbik ettiler. Masum Yûsuf’u (a.s.) derin bir kuyuya attılar. Akşam olup eve döndüklerinde, yanlarında getirdikleri ve üzerine sahte kan sürdükleri gömleğini babalarına göstererek ağlamaya başladılar: “Biz yarışırken onu eşyalarımızın yanında bırakmıştık, kurt onu yemiş!”
Hz. Ya’kûb (a.s.), bu işte bir hile olduğunu anlamıştı. Yüreği evlat acısıyla yansa da, bir peygambere yakışır bir teslimiyetle şöyle dedi:
“Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzelce sabretmektir (sabr-ı cemîl). Anlattıklarınıza karşılık yardımı istenecek olan ancak Allah’tır.” (Yûsuf, 12/18)
Hz. Yûsuf (a.s.) ise kuyunun derinliklerinde, Allah’ın himayesi altındaydı. Cenâb-ı Hak, ona “Bir gün mutlaka bu yaptıklarını onlara haber vereceksin” diye vahyederek kalbini teskin etti. Çok geçmeden, oradan geçmekte olan bir ticaret kervanı, su almak için kuyuya kova saldıklarında, içinden çıkan bu nur yüzlü çocuğu gördüler. Onu “ucuz bir fiyata” (birkaç dirheme) köle olarak satmak üzere yanlarına alıp Mısır’a doğru yola çıktılar.
KISIM 2: MISIR SARAYI VE İFFET İMTİHANI
Mısır’a varan kervan, Hz. Yûsuf’u (a.s.) Mısır’ın üst düzey yöneticilerinden olan Azîz’e (Potifar) sattı. Azîz, onun asaletini ve güzelliğini fark ederek hanımına (tefsir ve tarih kaynaklarında Züleyha olarak geçer) “Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz” dedi.
Hz. Yûsuf (a.s.), sarayda büyüdü, olgunluk çağına erişti. Allah ona ilim, hikmet ve rüya tabiri ilmini bahşetmişti. Onun bu emsalsiz güzelliği, aklı ve fazileti, yanında bulunduğu Azîz’in hanımının kalbini çeldi. Züleyha, nefsine mağlup olarak Hz. Yûsuf’tan (a.s.) gayrimeşru bir talepte bulundu. Kapıları kapatıp onu arzusuna davet etti.
Bu, Hz. Yûsuf’un (a.s.) peygamberlik yolundaki en çetin imtihanlarından biriydi. O, Allah’ın koruması altındaydı ve en küçük bir meyil göstermedi. İffetini muhafaza ederek kararlılıkla cevap verdi:
“Yûsuf, “Allah’a sığınırım! O benim efendimdir; bana iyi baktı. Doğrusu zalimler kurtuluşa eremezler” dedi.” (Yûsuf, 12/23)
Ve hızla kapıya yöneldi. Züleyha da onu durdurmak için arkasından koştu ve gömleğini arkadan çektiği gibi yırttı. Tam o esnada kapı açıldı ve Azîz ile karşılaştılar. Züleyha, suçunu örtbas etmek için hemen iftira attı: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası zindandır!”
Hz. Yûsuf (a.s.) ise “Hayır, o benden murat almak istedi” diyerek kendini savundu. Olayın hakikati, Züleyha’nın ailesinden bilge birinin hakemliği ile ortaya çıktı. Bu bilge kişi şöyle bir ölçü koydu:
“Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, o yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiş, o doğru söyleyenlerdendir.” (Yûsuf, 12/26-27)
Gömlek arkadan yırtılmıştı. Hz. Yûsuf’un (a.s.) masumiyeti isbat edilmişti. Azîz, olayın büyümemesi için üstünü kapattı.
Fakat bu hadise Mısır’ın ileri gelen kadınları arasında yayıldı. Kadınlar, “Azîz’in karısı kölesinden murat almak istemiş, sevgisi kalbini yakıp kavurmuş. Biz onu apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz” diyerek Züleyha’yı kınadılar.
Züleyha, bu tenkitlere cevap vermek ve Hz. Yûsuf’un (a.s.) güzelliği karşısında neden nefsine yenik düştüğünü onlara göstermek için bir ziyafet tertip etti. Kadınların ellerine meyve ve bıçak verdi. Tam o esnada Hz. Yûsuf’a (a.s.) “Karşılarına çık!” dedi. Kadınlar, Hz. Yûsuf’un (a.s.) cemâlini görünce hayranlıktan (meyve yerine) kendi ellerini kestiler ve “Hâşâ! Bu bir beşer değil, bu ancak yüce bir melektir” dediler.
Züleyha, bu durum karşısında tehdidini artırdı:
“…Kadın dedi ki: “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Yemin ederim ki, ben ondan murat almak istedim, fakat o iffetini korudu. Andolsun, eğer istediğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve kesinlikle zillete uğrayanlardan olacak!”” (Yûsuf, 12/32)
Hz. Yûsuf (a.s.), böylesine zorlu bir imtihan karşısında, günaha düşmektense zindana girmeyi tercih ederek Allah’a sığındı:
“Yûsuf, “Ey rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerini yapmaktan daha sevimlidir. Eğer onların hilesini benden uzak tutmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi.” (Yûsuf, 12/33)
Azîz ve adamları, Hz. Yûsuf’un (a.s.) masum olduğunu bilmelerine rağmen, dedikoduları durdurmak ve sarayın itibarını kurtarmak için onu bir müddet zindana atmaya karar verdiler.
KISIM 3: ZİNDAN MEDRESESİ VE RÜYA TABİRİ
Zindan, zahiren bir cezaevi olsa da, Hz. Yûsuf (a.s.) için bir “Medrese-i Yûsufiye” (Yusuf Medresesi) oldu. O, burada da Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etti. Onunla birlikte zindana giren iki genç daha vardı. Biri kralın (Melik) içeceklerini sunan (sakî), diğeri ise fırıncısıydı.
Bu iki genç, bir gece rüya gördüler. Biri rüyasında şarap sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşların o ekmekten yediğini gördü. Hz. Yûsuf’un (a.s.) salih ve hikmetli bir zat olduğunu anladıklarından, rüyalarını ona tabir etmesini istediler.
Hz. Yûsuf (a.s.), bu fırsatı bir tebliğ vesilesi kıldı. Onlara rüyalarının tabirini yapmadan evvel, Allah’ın birliğinden (Tevhid) bahsetti. Putlara tapmanın anlamsızlığını, tek hüküm sahibinin Allah olduğunu anlattı. Zindanı bir irşad meclisine çevirdi.
Ardından rüyalarını tabir etti: “Biriniz (sakî) efendisine tekrar hizmet edecek, şarap sunacak. Diğeriniz ise (fırıncı) asılacak ve kuşlar başından yiyecek.”
Hz. Yûsuf (a.s.), kurtulacağını müjdelediği sakîye dedi ki: “Efendinin yanında beni an (suçsuz olduğumu söyle).” Fakat sakî zindandan çıkıp görevine dönünce, şeytan ona Hz. Yûsuf’u (a.s.) unutturdu. Böylece Hz. Yûsuf (a.s.), masum olduğu halde senelerce zindanda kalmaya devam etti. Bu, onun sabrının ve Allah’a olan teslimiyetinin bir başka imtihanıydı.
KISIM 4: MELİK’İN RÜYASI VE HAZİNELERİN BAŞI
Yıllar sonra, Mısır Melik’i (Firavun değil, o dönemki hükümdar) bir rüya gördü. Rüyasında yedi zayıf ineğin, yedi semiz ineği yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi kuru başak gördü. Bu rüya onu çok endişelendirdi. Ülkenin tüm kâhinlerini, bilginlerini topladı ama kimse bu rüyayı tatmin edici şekilde tabir edemedi.
İşte o anda, yıllar önce zindandan çıkan sakî, Hz. Yûsuf’u (a.s.) hatırladı. Melik’e, zindanda rüya tabirini çok iyi bilen bir genç olduğunu söyledi ve ondan izin alarak zindana gitti.
Sakî, Hz. Yûsuf’a (a.s.) Melik’in rüyasını anlattı. Hz. Yûsuf (a.s.), kendisini unutan arkadaşına sitem etmeden, rüyanın tabirini ve çözüm yolunu şöyle açıkladı:
“Yedi sene boyunca bolluk içinde ekip biçeceksiniz. Hasat ettiğiniz ekinin az bir kısmı hariç, gerisini başağında (stoklamak için) saklayın. Sonra yedi sene sürecek şiddetli bir kıtlık gelecek ve sakladıklarınızın çoğunu yiyip bitirecek. Ardından tekrar bolluk ve bereket dolu bir yıl gelecek.”
Bu muazzam tabir ve iktisadî plan, Melik’i hayrete düşürdü. Derhal onun zindandan çıkarılmasını emretti.
Fakat Melik’in elçisi geldiğinde, Hz. Yûsuf (a.s.) zindandan çıkmayı reddetti. O, sadece affedilmek değil, aynı zamanda temize çıkmak, masumiyetinin herkesçe bilinmesini istiyordu. Elçiye dedi ki: “Efendine dön ve o ellerini kesen kadınların meselesini sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini bilir.”
Melik, meseleyi araştırdı. Züleyha’yı ve diğer kadınları huzuruna çağırdı. Artık Züleyha’nın kalbi pişmanlıkla dolmuş ve hakikati itiraf etme vakti gelmişti. Herkesin içinde şöyle dedi:
“…Kadın, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istedim. O ise, muhakkak ki doğru söyleyenlerdendir” dedi.” (Yûsuf, 12/51)
Hz. Yûsuf’un (a.s.) masumiyeti resmen ilan edildi. Melik, onun bilgeliğine, iffetine ve liyakatine hayran kalmıştı. Onu zindandan çıkarıp yüksek bir makama getirmek istedi. Hz. Yûsuf (a.s.), ülkeyi bekleyen kıtlık tehlikesini bildiğinden, Melik’e şu teklifte bulundu:
“Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum, (bu işi) çok iyi bilirim” dedi.” (Yûsuf, 12/55)
Melik bu teklifi kabul etti. Hz. Yûsuf (a.s.), kuyudan çıkarılıp köle olarak satıldığı Mısır’a, şimdi maliyeden ve hazineden sorumlu bir bakan, bir nevi “Azîz” olmuştu.
KISIM 5: VUSLAT VE DUANIN KABULÜ
Hz. Yûsuf (a.s.), yedi yıllık bolluk döneminde ambarları ağzına kadar doldurdu, büyük bir basiretle iktisadı yönetti. Ardından gelen şiddetli kıtlık yıllarında, sadece Mısır’ı değil, civar ülkeleri de (Filistin, Kenan diyarı) açlıktan kurtardı.
Kıtlık, Hz. Ya’kûb’un (a.s.) memleketi Kenan’ı da vurmuştu. Hz. Yûsuf’un (a.s.) kardeşleri de erzak almak için Mısır’a, Azîz’in huzuruna geldiler. Hz. Yûsuf (a.s.) onları görür görmez tanıdı, fakat onlar onu tanımadılar.
Kardeşlerine erzaklarını verdi, ancak onlara bir şart koştu: “Bir dahaki gelişinizde, babanızdan olan diğer kardeşinizi (Bünyamin’i) de getirin. Getirmezseniz benden erzak alamazsınız.”
Kardeşler Kenan’a döndüler, durumu babalarına anlattılar. Hz. Ya’kûb (a.s.), Yûsuf’u (a.s.) kaybetmenin acısı taze iken, Bünyamin’i de göndermek istemedi. Ancak kıtlığın zorlamasıyla ve onlardan kesin söz (misak) alarak Bünyamin’in gitmesine izin verdi.
İkinci kez Mısır’a geldiklerinde, Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşi Bünyamin’i gizlice yanına çağırdı ve ona kimliğini açıkladı. Kardeşini yanında alıkoymak için bir plan yaptı. Melik’in su tasını (kıymetli bir ölçek kabı) Bünyamin’in yükünün içine koydurdu. Kervan yola çıkınca arkalarından “Ey kervan, siz hırsızsınız!” diye seslenildi.
Arama yapıldı ve tas Bünyamin’in yükünden çıktı. O devrin kanunlarına göre, hırsızlık yapan kişi, malı çalınan kişinin kölesi olurdu. Kardeşleri perişan oldular, “Onun yerine bizden birini alıkoy” diye yalvardılar. Hz. Yûsuf (a.s.) kabul etmedi.
Kardeşler, babalarına ne cevap vereceklerini bilemez halde geri döndüler. En büyükleri Mısır’da kaldı. Olanları duyan Hz. Ya’kûb’un (a.s.) acısı katlanmıştı. Yûsuf’un (a.s.) ardından Bünyamin’in de acısıyla gözleri hüzünden ağardı, görmez oldu. Fakat o, Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmedi. Oğullarına, “Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” dedi.
Kardeşler üçüncü kez, bitkin ve muhtaç bir halde Mısır’a geldiler. Azîz’in huzurunda merhamet dilendiler.
İşte o an, Hz. Yûsuf (a.s.) için hakikati açıklama vakti gelmişti. Onlara dedi ki: “Siz cahilken Yûsuf’a ve kardeşine ne yaptığınızı biliyor musunuz?”
Kardeşleri şaşkınlıkla baktılar ve “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler.
Hz. Yûsuf (a.s.) cevap verdi: “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfetti.”
Kardeşleri, yaptıklarından dolayı utanç içindeydiler. “Vallahi Allah seni bizden üstün kıldı, biz gerçekten suçluyduk” dediler.
Hz. Yûsuf (a.s.), yıllar süren çilenin, zindanın, iftiranın ve hasedin intikamını almak yerine, bir peygambere yakışan en büyük fazileti, affı gösterdi:
“Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”” (Yûsuf, 12/92)
Onlara gömleğini verdi ve “Bunu babamın yüzüne sürün, gözleri açılacaktır. Ve bütün ailenizle birlikte bana gelin” dedi.
Kervan Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, Hz. Ya’kûb (a.s.) Kenan’da, “Eğer bana bunak demezseniz, Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi. Gömlek gelip yüzüne sürülünce, Allah’ın izniyle gözleri tekrar görmeye başladı.
Bütün aile (Hz. Ya’kûb, hanımı ve on bir oğlu) toplanıp Mısır’a göç ettiler. Hz. Yûsuf (a.s.) ailesini muazzam bir törenle karşıladı. Annesini ve babasını tahtına oturttu.
İşte o an, yıllar önce görülen o mübarek rüya gerçekleşti.
“Babası ile annesini tahtına oturttu; diğerleri onun huzurunda saygıyla eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok büyük lütuflarda bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği kimseye lütfuyla nice incelikler gösterir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”” (Yûsuf, 12/100)
Buradaki secde, bir ibadet secdesi değil, o dönemin âdetince bir hürmet ve saygı eğilmesiydi. Kardeşler, Güneş (anne), Ay (baba) ve on bir yıldız (kardeşler), Mısır’ın Azîzi, Allah’ın Peygamberi Hz. Yûsuf’un (a.s.) önünde saygıyla eğilmişlerdi.
HİSSE VE NETİCE
“Ahsenü’l-Kasas” olan bu kıssa, bizlere şu cihan şümul hakikatleri öğretir:
• Sabır ve Tevekkül: Hz. Ya’kûb’un (a.s.) evlat acısına karşı gösterdiği “sabr-ı cemîl” (güzel sabır) ve Allah’tan asla ümit kesmemesi, tevekkülün zirvesidir.
• İffet ve Takva: Hz. Yûsuf’un (a.s.) en zorlu şartlarda (Züleyha’nın teklifi) dahi iffetini koruması ve “Zindan bana bu günahtan daha sevimlidir” diyerek Allah’a sığınması, takvanın en büyük isbatıdır.
• Hasedin Tehlikesi: Kardeşlerin hasedi, onları bir peygamberi kuyuya atmaya kadar sürüklemiştir. Haset, insanın kalbini karartan en tehlikeli manevi hastalıklardandır.
• Allah’ın Takdiri: Kardeşleri onu kuyuya attılar ki itibarsız kalsın; Allah onu oradan çıkarıp Mısır’a Azîz yaptı. Züleyha onu zindana attırdı ki iradesini kırsın; Allah onu zindandan çıkarıp Melik’in en güvendiği kişi yaptı. İnsanların planları ne olursa olsun, Allah’ın takdiri daima galip gelir.
• Af ve Fazilet: Hz. Yûsuf’un (a.s.), kendisine onca zulmü reva gören kardeşlerini, eline en büyük fırsat geçmişken “Bugün size kınama yoktur” diyerek affetmesi, peygamber ahlâkının ve faziletin en güzel misalidir.
Hz. Yûsuf’un (a.s.) hayatı, kuyunun karanlığından Mısır’ın tahtına uzanan, baştan sona imtihan ve hikmet dolu bir yoldur. O, güzelliğiyle (Cemâl), iffetiyle (İsmet) ve affıyla (Af) müminler için en güzel örneklerden biri olmuştur.
Allah’ın selâmı O’nun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
*************
Sabır Timsali: Hz. Eyyûb (Aleyhisselam)
Çok eski zamanlarda, Şam diyarı civarında, Allah’ın kendisine hem peygamberlik hem de dünya zenginliği bahşettiği salih bir kul yaşardı. Bu mübarek zatın adı Eyyûb idi. Hz. Eyyûb (a.s.), Allah’a derin bir sevgi ve teslimiyetle bağlıydı. Sayısız sürüleri, bereketli toprakları, pek çok hizmetkârı ve ailesine neşe katan çok sayıda evladı vardı.
O, bu nimetlerin hiçbirinin kendisinden kaynaklanmadığını bilir, her anında Allah’a şükrederdi. Eli o kadar açıktı ki, kapısına gelen hiçbir ihtiyaç sahibini geri çevirmez, sofrası daima misafirlerle dolu olurdu. Sadece zenginliğiyle değil, aynı zamanda ibadeti, güzel ahlakı ve Allah’a olan sarsılmaz imanıyla da tanınırdı.
İblis’in Hasedi ve İlahi İzin
Rivayetlere göre, melekler yeryüzündeki bu salih kulun, yani Hz. Eyyûb’un ibadetinden ve şükründen övgüyle bahsederlerdi. Bu durum, insanın ebedi düşmanı olan İblis’in (şeytanın) dikkatini çekti. İblis, Allah’ın huzurunda (mecazi bir ifadeyle, O’nun ilmine malum olacak şekilde) bir iddiada bulundu. Dedi ki: “Ey Rabbim! Kûlun Eyyûb, ona verdiğin bu sayısız nimetler, sağlık ve afiyet yüzünden Sana şükrediyor. Eğer bu nimetleri elinden alırsan, onun Sana isyan ettiğini ve şükretmeyi bıraktığını göreceksin.”
Allah-u Teâlâ, kulunun imanının samimiyetini ve sabrının derecesini hem İblis’e hem de âlemlere göstermek istiyordu. İblis’in bu iddiasına karşılık, ona Hz. Eyyûb üzerinde (ancak onun kalbi, aklı ve imanı hariç) bir hâkimiyet kurmasına izin verdi. Bu, aslında Hz. Eyyûb için derecesini yükseltecek büyük bir ilahi imtihanın başlangıcıydı.
Büyük İmtihan Başlıyor: Malın Gidişi
İmtihan başladı. İlk olarak Hz. Eyyûb’un muazzam serveti hedef alındı. Bir gün, onun binlerce hayvanlık sürüleri çeşitli felaketlerle telef oldu. Verimli tarlalarını afetler vurdu. Bütün zenginliği, göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu.
Haber ona ulaştığında, Hz. Eyyûb (a.s.) metanetini bozmadı. Alnını secdeye koydu ve şöyle dedi: “Mülkün sahibi Allah’tır. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Bana veren O idi, alan da O’dur. O’nun takdirine her halükârda şükürler olsun.”
Şeytan, bu teslimiyet karşısında öfkelendi. Umduğunu bulamamıştı.
İmtihanın Şiddetlenmesi: Evlatların Kaybı
İblis, imtihanı daha da ağırlaştırmak için izin istedi. Bu kez hedef, Hz. Eyyûb’un gözünün nuru olan evlatlarıydı. Rivayetlere göre, evlatlarının bulunduğu ev bir felaket sonucu yıkıldı ve hepsi vefat etti. Bu, bir babanın dayanması en zor acılardan biriydi.
Bu kahredici haber Hz. Eyyûb’a ulaştığında, o yine sabır ve teslimiyet gösterdi. Gözyaşlarını içine akıttı ama dilinden isyan sözü dökülmedi. Tekrar Rabbine yöneldi ve “Bizi yaratan O’dur, yanına alacak olan da O’dur. Biz Allah’tan geldik ve şüphesiz O’na döneceğiz. Rabbimin takdirine razıyım” dedi.
Bedenin İmtihanı: Hastalık
Şeytan, mal ve evlatla yenemediği bu mübarek kulu, bedeniyle imtihan etmek için son bir izin istedi. Allah-u Teâlâ, bu izni de verdi. Hz. Eyyûb (a.s.), çok ağır ve acı verici bir hastalığa yakalandı.
Hastalık o kadar şiddetliydi ki, bütün vücudunu yaralar kapladı. Güçten düştü, ayağa kalkamaz hale geldi. Dili ve kalbi dışında, ibadet etmesine mani olacak şekilde bütün azaları acı içindeydi.
Bu durum üzerine, insanlar ondan uzaklaşmaya başladı. Zenginliğinde etrafında olanlar, hastalığında yanına yaklaşmaz oldular. Yanında sadece ona sadakatle bağlı, imanı güçlü olan hanımı kaldı.
Sabrın Zirvesi ve Sadık Zevce
Hz. Eyyûb (a.s.), yıllar süren bu ağır hastalığa rağmen bir gün bile Rabbine şikâyette bulunmadı. Acılar içinde kıvranırken bile dili daima “Allah, Allah” diyerek zikirdeydi. Kalbi, bu imtihanın Allah’tan geldiği bilgisiyle mutmain (tatmin olmuş) haldeydi.
Onun sadık hanımı Hz. Rahme (veya Rahime), eşine büyük bir fedakârlıkla baktı. İnsanların yanında çalışarak kazandığı az bir yiyecekle hem kocasını doyuruyor hem de onun hizmetini görüyordu.
Bir gün şeytan, Hz. Eyyûb’un hanımına insan suretinde yaklaştı ve ona vesvese vermeye çalıştı: “Bak,” dedi, “eşin Allah’a bu kadar kulluk etti. Karşılığı bu mu oldu? Ne malı kaldı, ne evladı, ne de sağlığı. Söyle ona, bir kez olsun isyan etsin de bu azap bitsin.”
Sadık kadın bu vesveseyi reddetti. Ancak imtihanın ağırlığı ve çaresizlik onu çok yormuştu. Bir gün Hz. Eyyûb’a sitemkâr bir dille, “Ey Allah’ın Peygamberi! Artık Rabbine dua etsen de seni bu dertten kurtarsa olmaz mı?” dedi.
Hz. Eyyûb (a.s.) ona baktı ve sordu: “Biz kaç yıl bolluk ve afiyet içinde yaşadık?” Hanımı, “Yetmiş (veya seksen) yıl” dedi. Hz. Eyyûb devam etti: “Peki, kaç yıldır bu sıkıntı içindeyiz?” Hanımı, “Yedi (veya on sekiz) yıl” diye cevap verdi.
O zaman Hz. Eyyûb (a.s.) celallendi: “Allah bana yetmiş yıl nimet verdi, ben O’na şükrettim. Şimdi yedi yıllık sıkıntıya mı sabredemeyeceğim? Bollukta olduğum süre kadar darlıkta kalmadan O’ndan bir şey istemeye haya ederim (utanırım)!”
Bu cevap, onun sabrının ve Allah’a olan edebinin zirvesiydi.
Meşhur Dua ve İlahi Cevap
Ancak imtihanın sonlarına doğru, acılar dayanılmaz bir hale gelmişti. Hastalığın tesiriyle ibadetlerinde bir noksanlık olmasından, dilindeki zikrin kesilmesinden endişe etmeye başladı. İşte o zaman, şikâyet için değil, sadece ve sadece Allah’ın merhametine sığınmak için O’na yöneldi.
Kur’an-ı Kerim, bu mübarek duayı bize şöyle aktarır:
“Eyyûb’u da (an). Hani o, rabbine, “Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ Suresi, 83. Ayet)
Başka bir ayette ise durumunu şöyle arz etmişti:
“Kulumuz Eyyûb’u da an. Hani o, rabbine, “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti.” (Sâd Suresi, 41. Ayet)
Bu dua, bir isyan değil, acziyetin tam bir itirafı ve merhametin en yücesine sığınmaydı.
Şifa ve Kurtuluş
Bu samimi ve edep dolu yakarış üzerine, ilahi rahmet tecelli etti. Allah-u Teâlâ, kulunun sabır imtihanını başarıyla tamamladığını ilan etti ve ona şöyle vahyetti:
“(Ona şöyle dedik:) “Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su.” (Sâd Suresi, 42. Ayet)
Hz. Eyyûb (a.s.), son gücüyle ayağını yere vurduğu anda, yerden bir pınar fışkırdı. Allah’ın emriyle bu sudan içti; içindeki bütün hastalıklar şifa buldu. Ardından o su ile yıkandı; bedenindeki bütün yaralar iyileşti. Eski sağlığından daha dinç, daha genç bir görünüme kavuştu.
Nimetlerin İadesi ve Kıssadan Hisse
Hz. Eyyûb (a.s.) şifa bulduğunda, hanımı onu tanıyamadı. Durumu öğrenince sevinçten secdeye kapandı. Allah, sadece sağlığını değil, ondan aldıklarını da kat kat fazlasıyla iade etti.
“Biz de onun duasını kabul edip başındaki sıkıntıyı gidermiştik. Ona tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra (ibret) olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir mislini daha vermiştik.” (Enbiyâ Suresi, 84. Ayet)
“Biz ona, tarafımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir mislini daha bağışladık.” (Sâd Suresi, 43. Ayet)
Allah ona yeniden evlatlar bahşetti ve servetini eskisinden daha bereketli kıldı.
Rabbimiz, onun bu eşsiz sabrını Kur’an-ı Kerim’de şöyle övdü:
“…Gerçekten biz onu çok sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! O, Allah’a çok yönelen (evvâh) bir kimse idi.” (Sâd Suresi, 44. Ayet)
Hz. Eyyûb’un (a.s.) bu mübarek kıssası; genç, yaşlı hepimiz için bir derstir. Bize, başımıza gelen sıkıntıların ve musibetlerin, Allah’ın bizi sevmediğinden değil, tam aksine imanımızı güçlendirmek, derecemizi artırmak ve O’na ne kadar samimiyetle bağlı olduğumuzu göstermek için birer imtihan olduğunu öğretir.
En zor anlarda bile şikâyet etmek yerine “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek O’na sığınmanın, sabrın sonunun mutlaka selamet, şükrün karşılığının ise sonsuz rahmet olduğunu gösterir.
*******
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Hz. Şuayb (a.s.): Medyen ve Eyke Kavimlerine Gönderilen “Hatîb’ül-Enbiyâ”
Asırlar evvel, ticaret yollarının kesiştiği, kervanların durup soluklandığı mühim bir beldede, Medyen diyarında bir kavim hayat sürerdi. Bu kavim, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği nimetlere nâil olmuş, ticaretle zenginleşmişti. Lâkin bu zenginlik, onların kalplerini katılaştırmış, onları doğruluktan ayırmıştı. Medyen halkı, Allah’ı birlemeyi (Tevhid’i) terk etmiş, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya başlamıştı.
Dahası, bu kavmin en büyük günahı, cemiyetin temelini sarsan iktisadî bir ahlâksızlıktı: Ölçü ve tartıda hile yapmak (Tatfîf).
Pazara mal getiren yabancıların mallarını ucuza kapatır, kendi mallarını satarken terazinin kefesiyle oynar, ölçüyü eksik tutarlardı. Alırken fazla fazla alır, satarken eksik verirlerdi. Bu haksız kazanç, onların hayat tarzı olmuştu. Sadece bununla da kalmaz, yolları keser, insanları korkutur ve Allah’ın yoluna îman etmek isteyenlere mâni olurlardı.
İşte böyle bir fesad ve zulüm ortamına, Allah Teâlâ, rahmetinin bir tecellîsi olarak, onlara doğru yolu göstermesi için kendi içlerinden, soylu ve mümtaz bir zâtı peygamber olarak vazifelendirdi. Bu zât, fasih lisanı, açık ve tesirli hitabeti sebebiyle “Peygamberlerin Hatîbi” (Hatîb’ül-Enbiyâ) lakabıyla anılacak olan Hz. Şuayb (aleyhisselâm) idi.
1. Davetin Başlangıcı: “Ölçüyü ve Tartıyı Eksik Yapmayın!”
Hz. Şuayb (a.s.), kavminin karşısına çıktı. O, yumuşak huylu, hikmetle konuşan, kavminin iyiliğini isteyen bir elçiydi. Onlara, bütün peygamberlerin ortak çağrısı olan Tevhid’i tebliğ etti. Fakat Hz. Şuayb’ın (a.s.) davetinde, diğer peygamberlerden farklı olarak, iktisadî adâlet ve ticaret ahlâkı vurgusu ön plandaydı.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu ilk davetini şöyle haber vermektedir:
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ama sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından da korkuyorum.'” (Hûd, 11/84)
Hz. Şuayb (a.s.), onlara sadece “Allah’a inanın” demekle kalmadı; inancın, gündelik hayata, pazara, ticarete nasıl yansıması gerektiğini de tasvir etti:
“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Hûd, 11/85)
O, kavmine şunu anlatmaya çalışıyordu: Helal yoldan kazandığınız az bir kâr, hile ile elde ettiğiniz dağlar gibi servetten daha hayırlıdır. Gerçek zenginlik, Allah’ın rızasına uygun, adâletli bir hayattadır.
2. Kavminin İnkârı ve Alaycılığı
Medyen’in haksız kazançla semirmiş ileri gelenleri (Mele’ tabakası), bu davetten hiç hoşlanmadılar. Onlar için bu yeni nizam, kurulu düzenlerinin ve menfaatlerinin sonu demekti. Hz. Şuayb’ın (a.s.) tebliğine karşı çıktılar ve onunla alay etmeye başladılar.
Onun ibadetine, namazına dil uzattılar. Dediler ki:
“…’Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı bırakmamızı sana namazın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu, akıllı uslu bir adamsın.’ dediler.” (Hûd, 11/87)
Bu, aslında derin bir alaycılıktı. “Sen ne kadar iyi bir insandın, bu namazı kılmaya başladıktan sonra bizim ticaretimize karışır oldun” demek istiyorlardı. İbadetin, sosyal ve iktisadî hayata müdahale etmesini kabullenemiyorlardı.
Hz. Şuayb’ı (a.s.) zayıf ve himayesiz gördüler. Onu, kabilesinin hatırı olmasa taşa tutacaklarını (recm edeceklerini) söyleyerek tehdit ettiler.
Nihayetinde, baskıyı en üst seviyeye çıkardılar. İnananları ve Hz. Şuayb’ı (a.s.) sürgünle tehdit ettiler. Kur’ân-ı Kerîm, bu zorbalığı şöyle tasvir eder:
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi?'” (A’râf, 7/88)
3. Son İkaz ve Medyen’in Helâkı
Hz. Şuayb (a.s.), bu tehditler karşısında asla geri adım atmadı. Bütün peygamberler gibi, onun da yegâne dayanağı Cenâb-ı Hak idi. Kavmine şöyle cevap verdi:
“(Şuayb) dedi ki: ‘Ey kavmim! Benim kabilem sizce Allah’tan daha mı değerli ki, Allah’a sırt çevirdiniz (O’nun emirlerini göz ardı ettiniz). Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır. Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de (görevimi) yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözetlemekteyim.'” (Hûd, 11/92-93)
Hz. Şuayb (a.s.), onlara Nûh, Hûd, Sâlih kavimlerinin başına gelenleri hatırlattı. Hatta kendilerine çok da uzak olmayan Hz. Lût kavminin helâkını misal verdi (Hûd, 11/89). Fakat Medyen halkı, bu ikazlara kulak tıkadı.
Artık ilâhî hükmün vakti gelmişti.
Tefsirlerde anlatıldığına göre, üzerlerine önce şiddetli bir sıcak geldi. Ardından, gökten gelen korkunç bir ses (Sayha) ve yeri sarsan şiddetli bir deprem (Recfe) onları yakaladı.
“Derken, onları o korkunç sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz kalarak donakaldılar.” (A’râf, 7/91)
“Emrimiz gelince Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz kalarak çöktüler.” (Hûd, 11/94)
Sabah olduğunda, o zengin, şımarık ve hilekâr kavimden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sanki o diyarlarda hiç hayat sürmemişler gibi oldular. Ölçü ve tartıda hile yapanlar, kendi amellerinin karşılığını bulmuşlardı.
4. Eyke Ashâbı ve “Gölge Günü Azabı”
İslâm tarihi ve tefsir kaynakları, Hz. Şuayb’ın (a.s.) Medyen’den sonra veya Medyen’e komşu olan “Eyke” halkına da gönderildiğini kaydeder. (Bazı müfessirler ikisinin aynı kavim olduğunu belirtse de, çoğunluk iki ayrı kavim veya kavmin iki ayrı kolu olduğu görüşündedir).
“Eyke”, sık ağaçlı ormanlık bölge demekti. Bu kavim de Medyen gibi Tevhid’den sapmış ve ticaret ahlâkını bozmuştu. Hz. Şuayb (a.s.) onlara da aynı çağrıyı yaptı:
“Hani Şuayb onlara şöyle demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi’ne aittir. Ölçüyü tam yapın. Eksik verenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.'” (Şuarâ, 26/177-183)
Eyke halkı da onu yalanladı. Onu büyülenmiş (mecnun) olmakla suçladılar. Hatta daha da ileri giderek, “Eğer doğru söylüyorsan, haydi üzerimize gökten bir parça düşür!” (Şuarâ, 26/187) diye meydan okudular.
Onların helâkı, Medyen’den farklı ve istedikleri şeye benzer bir tarzda oldu. Rivayete göre, Allah o bölgeye yedi gün boyunca nefes aldırmayan şiddetli bir sıcaklık musallat etti. Sular kaynadı, gölgelikler fayda vermedi. İnsanlar bunalmış haldeyken, gökyüzünde kara bir bulut (zulle) gördüler.
Serinlemek ümidiyle hepsi o bulutun gölgesine koştular. Tamamı bulutun altında toplandığında ise, o gölgelikten üzerlerine ateş yağmaya başladı. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “gölge gününün azabı” (Azâbü Yevmi’z-Zulle) olarak zikrettiği korkunç bir helâk idi.
“Onlar, Şuayb’ı yalanladılar. Derken, gölge gününün azabı onları yakaladı. Şüphesiz o, büyük bir günün azabı idi.” (Şuarâ, 26/189)
5. Hz. Şuayb (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) Kıssası
Hz. Şuayb’ın (a.s.) hayatı, bu iki kavmin helâkından sonra da devam etti. İslâmî kaynaklarda, onun hayatının ilerleyen dönemlerinde, bir başka büyük peygamber olan Hz. Musa (a.s.) ile yollarının kesiştiği kuvvetle rivayet edilir.
Hz. Musa (a.s.), Mısır’da bir Kıptî’nin ölümüne istemeden sebep olduktan sonra Mısır’dan kaçmış ve Medyen’e gelmişti. Bir kuyu başında, hayvanlarını sulamak için bekleyen, ancak kalabalıktan dolayı kenarda duran iki kıza yardım etti. Koyunlarını suladı.
Bu kızlar, evlerine döndüklerinde durumu babalarına anlattılar. Babaları, bu iyiliksever ve güvenilir gence ücretini ödemek için onu evine davet etti.
Tefsirlerin büyük çoğunluğu, Hz. Musa’ya (a.s.) evini açan, ona iş ve nihayetinde kızlarından birini nikâhlamayı teklif eden bu “yaşlı ve salih zât”ın Hz. Şuayb (a.s.) olduğunu belirtir.
Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“(Babaları) dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana zorluk çıkarmak istemem. İnşaallah beni iyi kimselerden (ahdine vefa gösterenlerden) bulacaksın.’ Mûsâ dedi ki: ‘Bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bana karşı bir husûmet yok demektir. Söylediklerimize Allah vekildir.'” (Kasas, 28/27-28)
Böylece Hz. Musa (a.s.), Hz. Şuayb’ın (a.s.) yanında 8 veya 10 yıl kalarak hem onun ilminden ve hikmetinden istifade etti, hem de peygamberlik vazifesine hazırlanmış oldu. Bu, peygamberler silsilesinin birbirine nasıl kenetlendiğinin en güzel misallerinden biridir.
Hâtime: Alınacak Dersler ve Faziletler
Hz. Şuayb’ın (a.s.) hayatı, bizlere kıyamete kadar baki kalacak dersler ihtiva eder:
• İnanç ve Ahlâk Bütünlüğü: O, bizlere îmanın sadece kalpte kalan soyut bir inanç olmadığını; pazarımıza, ticaretimize, ölçü ve tartımıza, yani hayatımızın her alanına sirayet etmesi gereken bir adâlet ve dürüstlük nizamı olduğunu öğretmiştir.
• Kul Hakkının Önemi: Ölçüde ve tartıda hile (tatfîf), en büyük kul haklarındandır. Bu günahın büyüklüğü o derecededir ki, Cenâb-ı Hak bu sebeple kavimleri helâk etmiştir.
• Tebliğde Hikmet ve Belâğat: “Hatîb’ül-Enbiyâ”nın mücadelesi, hakikati anlatırken lisanın ne kadar mühim bir vâsıta olduğunu, sabır, hikmet ve nezaketle yapılan davetin peygamber mesleği olduğunu isbat eder.
• Allah’a Tevekkül: Kavminin bütün tehditlerine, sürgün ve taşlama (recm) tehlikesine rağmen, “Benim başarım ancak Allah’ın yardımıyladır” (Hûd, 11/88) diyerek, davasından asla taviz vermemiştir.
Cenâb-ı Hak, bizleri Hz. Şuayb’ın (a.s.) temsil ettiği adâlet, dürüstlük ve güzel ahlâk faziletlerinden ayırmasın. O’nun ve bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
***********
Hz. Mûsâ (a.s.), “Ulu’l-Azm” (en büyük peygamberler) olarak bilinen beş büyük resûlden biridir ve kendisine “Kelîmullâh” (Allah ile doğrudan konuşan) sıfatı bahşedilmiştir. O’nun hayatı, en küçük teferruatına kadar Kur’ân’da zikredilerek, bizlere iman, sabır, tevekkül, liderlik ve zulme karşı mücadelenin en âlî derslerini sunar.
BÖLÜM 1: ZULMÜN GÖLGESİNDEKİ DOĞUM
Mısır diyarı, o devirde kendini ilâh yerine koyan (enaniyetinin zirvesinde) gaddar bir hükümdar olan Firavun’un idaresi altındaydı. Firavun, Hz. Yûsuf (a.s.) neslinden gelen İsrâiloğullarını (Benî İsrâil) köleleştirmiş, onlara en ağır işleri gördürüyor ve büyük bir zulüm uyguluyordu.
Bir gece Firavun, korkunç bir rüya gördü. Rüyasında, Kudüs tarafından gelen bir ateşin Mısır’ı sardığını ve kendi halkı olan Kıptîleri yakıp kül ettiğini, ancak İsrâiloğullarına dokunmadığını gördü. Bu rüyayı tabir ettirdiğinde, kâhinler ona şöyle dedi: “İsrâiloğullarından doğacak bir erkek çocuk, senin saltanatını yerle bir edecek.”
Bu haber üzerine Firavun’un zulmü daha da arttı. İsrâiloğullarından doğan bütün erkek çocukların derhal katledilmesini emretti. İşte böyle karanlık, kan ve gözyaşı dolu bir zamanda, Allah’ın takdiriyle bir nur parladı ve Hz. Mûsâ dünyaya geldi.
Annesi (Kur’ân’da ismi geçmez, ancak tefsirlerde Yukâbed olarak zikredilir), evladını cellatlardan nasıl koruyacağını bilemez haldeyken, kalbine Allah’tan bir ilham (vahiy) geldi:
“Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu denize (Nil nehrine) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas, 28/7 )
Annesi, Rabbine tam bir teslimiyetle, içi oyulmuş bir sandığın içine ciğerparesini koydu ve onu azgın Nil nehrinin sularına bıraktı. Ablasına da, “Onu takip et” diye tembihledi.
BÖLÜM 2: SARAYA DÜŞEN EMANET
Nehirde süzülen sandık, kaderin bir cilvesiyle, tam da o çocuğun ölüm fermanını imzalayan Firavun’un sarayının bahçesine ulaştı. Saray hizmetlileri sandığı bulup Firavun’un hanımı Hz. Âsiye’ye getirdiler. Hz. Âsiye, son derece merhametli ve imanını gizleyen sâliha bir kadındı. Çocuğun nur yüzünü görür görmez kalbi ona ısındı.
Firavun çocuğu görünce derhal öldürülmesini emretti. Fakat Hz. Âsiye, kocasına yalvardı:
“Firavun’un karısı dedi ki: ‘Bana da, sana da bir göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz.’ Oysa onlar (işin sonunu) bilmiyorlardı.” (Kasas, 28/9 )
Allah, Firavun’un kalbini hanımının sözlerine meylettirdi ve Mûsâ’nın sarayda yaşamasına izin verdi. Fakat bir problem vardı; bebek hiçbir sütanneyi emmiyordu. Sarayda bir telaş başladı. Onu uzaktan takip eden ablası, hemen bir teklifte bulundu: “Size bu çocuğa iyi bakacak bir aile tavsiye edebilir miyim?”
Teklifi kabul edilince, hemen kendi annesini saraya getirdi. Hz. Mûsâ, annesinin göğsünü hemen kabul etti. Böylece Allah, vadini yerine getirmiş, hem Mûsâ’yı korumuş hem de “Onu sana döndüreceğiz” sözüyle annesinin gözyaşlarını dindirmişti.
Hz. Mûsâ, Firavun’un sarayında bir prens gibi büyüdü. En iyi eğitimleri aldı, sarayın bütün imkânlarından faydalandı. Ancak kalbi ve fıtratı her zaman ezilen kavmi İsrâiloğullarındandı.
BÖLÜM 3: MEDYEN’E HİCRET
Hz. Mûsâ delikanlılık çağına geldiğinde, güçlü, kuvvetli ve hikmet sahibi biri olmuştu. Bir gün, kimsenin görmediği bir vakitte şehre indi. Şehirde iki adamın kavga ettiğini gördü; biri kendi kavminden (İsrâiloğullarından), diğeri ise Firavun’un kavminden (Kıptî) idi. Kendi kavminden olan ondan yardım istedi.
Hz. Mûsâ, zalim Kıptî’ye bir yumruk vurdu. Niyeti öldürmek değildi, sadece zulmü engellemekti. Fakat darbesi o kadar şiddetliydi ki, adam oracıkta öldü. Hz. Mûsâ, bu istemeden işlediği fiilden dolayı derin bir pişmanlık duydu ve hemen Rabbine sığındı:
“Mûsâ, ‘Bu, şeytanın işidir. O, gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır’ dedi. Mûsâ, ‘Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla’ dedi. Allah da onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Kasas, 28/15-16 )
Ertesi gün, aynı adamın başka biriyle kavga ettiğini gördü ve onu azarlamak istedi. Adam korkuyla, “Dün birini öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?” deyince, Hz. Mûsâ’nın bir gün önce bir Kıptî’yi öldürdüğü haberi yayıldı.
Saraydan haberi alan bir adam koşarak geldi ve “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için plan yapıyorlar, hemen burayı terk et!” dedi. Hz. Mûsâ, arkasına bile bakmadan, korku ve endişe içinde Mısır’dan kaçtı ve Medyen diyarına doğru yola koyuldu.
BÖLÜM 4: MEDYEN’DE HİZMET VE YUVA
Günlerce süren yorucu bir yolculuktan sonra Medyen’e vardı. Bir su kuyusunun başında, hayvanlarını sulamak için bekleyen kalabalık bir çoban grubu ve onlardan ayrı duran iki genç kız gördü. Kızlar, sürülerini sulamak için erkeklerin çekilmesini bekliyordu. Hz. Mûsâ onlara yardım etti, ağır kuyu taşını tek başına kaldırarak onların sürüsünü suladı.
Kızlar eve erken dönünce, babaları (tefsirlerde Hz. Şuayb (a.s.) olduğu kuvvetle rivayet edilir) durumu sordu. Kızlar, “Çok güçlü ve güvenilir (Kavî ve Emîn)” bir yabancının kendilerine yardım ettiğini söyledi. Babaları, bu iyiliğin karşılığını vermek için Hz. Mûsâ’yı evine davet etti.
Hz. Mûsâ, başından geçenleri anlattı. Yaşlı zat ona güvende olduğunu söyledi. Kızlarından biri babasına, “Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, hem güçlü hem de güvenilir olandır” dedi.
Hz. Şuayb (a.s.), Mûsâ’nın bu dürüstlüğüne ve gücüne hayran kalarak ona bir teklifte bulundu:
“Dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o da senden olur. Ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşaallah, beni sâlih kimselerden bulacaksın.'” (Kasas, 28/27 )
Hz. Mûsâ bu teklifi kabul etti. On yıllık süreyi (daha faziletli olanı seçerek) tamamladı, evlendi ve Medyen’de bir aile kurdu.
BÖLÜM 5: TÛR DAĞI’NDA İLÂHÎ VAZİFE (RİSÂLET)
Medyen’deki süresi dolduğunda, Hz. Mûsâ ailesiyle birlikte Mısır’a dönmek üzere yola çıktı. Gece vakti, soğuk bir havada yollarını kaybettiler. Uzakta, Tûr Dağı’nın yamacında bir ateş gördü. Ailesine, “Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm. Ya size oradan bir kor getiririm (ısınmanız için) ya da bir haberci bulurum (yol sormak için)” dedi.
Ateşe yaklaştığında, ne yakından ne uzaktan sönmeyen, yakmayan ama aydınlatan mübarek bir ağaçtan (çalı) bir ses duydu:
“Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaçtan şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.'” (Kasas, 28/30 )
Ve Tâhâ Sûresi’nde bu ilk konuşma şöyle tasvir edilir:
“Oraya vardığında kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın. Ben seni (peygamber olarak) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle.'” (Tâhâ, 20/11-13 )
Hz. Mûsâ, hayatının en büyük anını yaşıyordu. Allah (c.c.) ile doğrudan konuşuyordu. Allah ona, “Elindeki nedir?” diye sordu. Mûsâ, “O benim asâmdır (bastonumdur)” dedi ve ne işe yaradığını anlattı. Allah, “Onu yere at!” buyurdu. Yere attığı anda asâ, hızla hareket eden bir yılana dönüştü. Hz. Mûsâ korktu. Allah, “Korkma, tut onu! Biz onu eski haline döndüreceğiz” buyurdu.
İkinci bir mucize olarak, “Elini koynuna sok, kusursuz ve bembeyaz çıksın” (Yed-i Beyzâ) buyurdu. Bu iki büyük mucize, Firavun’a gitmesi için ona verildi.
Hz. Mûsâ, bu ağır vazife için Rabbinden yardım istedi. Kekemeliği olduğunu (çocukken ağzına ateş atması rivayetine dayanır), bu yüzden kardeşi Hârun’un kendisinden daha fasih (düzgün konuşan) olduğunu belirterek onu da vezir (yardımcı) olarak istedi.
“(Mûsâ) dedi ki: ‘Rabbim! Gönlüme ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden birini, kardeşim Hârun’u yardımcı yap. Onunla gücümü artır. Onu işime ortak et.'” (Tâhâ, 20/25-32 )
Allah, onun bu duasını kabul etti ve iki kardeşi de peygamberlikle şereflendirerek, en azgın tirana, Firavun’a gönderdi.
BÖLÜM 6: FİRAVUN İLE YÜZLEŞME VE SİHİRBAZLAR
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Firavun’un sarayına geldiler. “Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğullarını bizimle gönder, onlara zulmetme” dediler.
Firavun, bu sözler karşısında kibirlendi ve alay etti: “Sen bizim içimizde büyüyüp yetişmedin mi? O yaptığın işi (adam öldürmeyi) de yapmadın mı? Sen nankörün birisin!”
Hz. Mûsâ, o fiili istemeden işlediğini ve Rabbine sığındığını belirttikten sonra, Firavun’a “Âlemlerin Rabbi”nin kim olduğunu anlattı. Firavun ise enaniyetle, “Sizin en yüce rabbiniz benim!” (Nâziât, 79/24) diyerek küfründe ısrar etti. Hz. Mûsâ ona mucizelerini gösterdi.
Firavun ve adamları, bunun büyük bir sihir olduğunu iddia ettiler. “Ey Mûsâ! Eğer iddianda doğruysan, bütün Mısır’ın en usta sihirbazlarıyla bir bayram günü halkın önünde karşılaş.” dediler.
Belirlenen günde, Mısır’ın dört bir yanından gelen en mâhir sihirbazlar toplandı. Firavun onlara büyük mükâfatlar vadetti. Sihirbazlar, “Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” dediler. Hz. Mûsâ, “Siz atın” dedi.
“Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve değnekleri kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku hissetti. ‘Korkma!’ dedik. ‘Muhakkak ki sen, evet sen galip geleceksin.'” (Tâhâ, 20/66-68 )
Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ asâsını yere attı. Asâ, dev bir ejderhaya dönüştü ve sihirbazların göz boyamak için yaptıkları bütün ipleri ve değnekleri bir anda yuttu.
Sihirbazlar, bunun bir sihir olmadığını, beşerî gücün üstünde İlâhî bir mucize olduğunu anladılar. Onlar sihrin en iyisini biliyorlardı ve Mûsâ’nın yaptığının sihirle ilgisi olmadığını ilk onlar fark etti. Derhal secdeye kapandılar ve “Biz, Hârun ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik” dediler.
Firavun çılgına döndü. “Ben size izin vermeden mi ona iman ettiniz? O size sihri öğreten büyüğünüzdür! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizi hurma kütüklerine astıracağım!” diye tehdit etti.
Fakat kalplerine iman nuru giren sihirbazlar, “Bize gelen bu apaçık delillerden sonra seni tercih edemeyiz. Ne yaparsan yap. Biz Rabbimize dönüyoruz” diyerek şehadeti göze aldılar. Bu, hakkın bâtıla ilk büyük galebesiydi.
BÖLÜM 7: MU’CİZELER VE KIZILDENİZ’İN YARILMASI
Sihirbazların iman etmesi Firavun’u durdurmadı, aksine zulmünü artırdı. İman edenlere ve İsrâiloğullarına işkenceyi çoğalttı. Bunun üzerine Allah, Firavun kavminin üzerine “Dokuz Açık Mucize” gönderdi. Kur’ân’da (A’râf Sûresi, 133. Ayet) bunların bir kısmı şöyle sıralanır: Tufan (sel), Çekirge istilası, Haşerat (Kımıl/bit), Kurbağalar ve Kan (içtikleri suların kana dönüşmesi).
Her musibet geldiğinde Firavun, Hz. Mûsâ’ya gelip, “Rabbine dua et, bu belayı kaldırsın, İsrâiloğullarını seninle göndereceğim” diyor; bela kalkınca da sözünden dönüyordu.
Artık son nokta gelmişti. Allah, Hz. Mûsâ’ya İsrâiloğullarını toplayıp gece Mısır’dan çıkmasını vahyetti. Firavun, durumu fark ettiğinde devasa bir orduyla peşlerine düştü.
İsrâiloğulları şafak vakti Kızıldeniz’in (Bahr-i Ahmer) kenarına vardılar. Arkalarında Firavun’un ordusu, önlerinde ise azgın dalgalar vardı. Büyük bir korkuya kapıldılar:
“İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, ‘Eyvah! Yakalandık’ dediler.” (Şuarâ, 26/61 )
Hz. Mûsâ, iman ve tevekkülün zirvesinde şu cevabı verdi:
“Mûsâ, ‘Asla! Rabbim muhakkak benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir’ dedi.” (Şuarâ, 26/62 )
O anda vahiy geldi:
“Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asân ile denize vur’ diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her bir parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ, 26/63 )
Denizin ortasında on iki kabile için on iki kuru yol açıldı. İsrâiloğulları karşı kıyıya geçti. Firavun ve ordusu da kibre kapılarak aynı yoldan denize girdiler. Son askeri de denize girdiğinde, Allah’ın emriyle sular kapandı.
Firavun boğulurken, o meşhur sözünü söyledi: “İsrâiloğullarının inandığından başka ilâh olmadığına inandım!” Fakat son anda, çaresizlik içindeki bu iman kabul edilmedi. Allah, “Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiştin!” buyurdu ve O’nun cansız bedeninin, sonraki nesillere ibret olması için kurtarılacağını bildirdi (Yûnus, 10/90-92).
BÖLÜM 8: ÇÖLDE İMTİHAN VE ALTIN BUZAĞI
İsrâiloğulları artık hürdü. Ancak Mısır’daki kölelik ruhu ve nankörlük tabiatları peşlerini bırakmadı. Çölde (Tîh) imtihanları başladı.
Putlara tapan bir kavim gördüler, “Ey Mûsâ, bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yap” dediler. Acıktılar; Allah onlara gökten “Kudret Helvası (Menn)” ve “Bıldırcın Eti (Selvâ)” indirdi. Susadılar; Hz. Mûsâ asâsıyla taşa vurdu, on iki kabilenin her biri için on iki pınar fışkırdı.
Allah, Hz. Mûsâ’yı İlâhî emirleri (Tevrat Levhalarını) alması için Tûr Dağı’na 40 günlüğüne davet etti. Hz. Mûsâ, kardeşi Hârun’u (a.s.) kavminin başına vekil bıraktı.
Hz. Mûsâ Tûr’da iken, kavmin içinde Sâmirî adında fitneci bir adam ortaya çıktı. İsrâiloğullarından topladığı altın ziynetleri eritti ve ondan böğüren bir “Altın Buzağı” heykeli yaptı. “İşte sizin de Mûsâ’nın da ilâhı budur, fakat Mûsâ unuttu” dedi.
Kavmin çoğu bu fitneye kapıldı ve buzağıya tapmaya başladı. Hz. Hârun onları engellemeye çalıştı, “Bu bir imtihandır, sizin Rabbiniz Rahmân’dır” dedi, ancak onu dinlemediler, hatta neredeyse öldüreceklerdi.
Hz. Mûsâ, Levhalar ile Tûr’dan döndüğünde kavminin buzağıya taptığını görünce, derin bir gazap ve üzüntüye kapıldı. Elindeki Levhaları (kutsal tabletleri) öfkeyle yere bıraktı, kardeşi Hârun’un sakalından ve başından tutarak ona hesap sordu. Hz. Hârun, “Anamın oğlu! Kavim beni zayıf gördü, az kalsın beni öldüreceklerdi” diyerek mazaretini bildirdi.
Hz. Mûsâ, Sâmirî’yi lanetleyerek sürgüne gönderdi. Bu büyük günahtan (şirk) dolayı kavmine çok ağır bir tövbe emredildi.
BÖLÜM 9: TÎH ÇÖLÜ VE VEFAT
Hz. Mûsâ, kavmini toparladı ve onlara Allah’ın vaat ettiği Kutsal Topraklara (Arz-ı Mev’ûd / Filistin) girmelerini emretti. “Orada zorba (Amâlika) bir kavim var, onlarla savaşın, Allah size yardım edecektir” dedi.
Fakat İsrâiloğulları yine korkaklık gösterdiler ve o meşhur nankör sözü söylediler:
“Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Git, sen ve Rabbin savaşın. Biz burada oturacağız.'” (Mâide, 5/24 )
Bu büyük isyan ve nankörlük üzerine Allah (c.c.) onlara o kutsal toprakları kırk yıl haram kıldı.
“Allah, ‘O halde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. (Bu süre içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme’ dedi.” (Mâide, 5/26 )
İsrâiloğulları, “Tîh Çölü” denilen o bölgede tam kırk yıl boyunca şaşkın ve hedefsizce dolaştılar. O isyan eden neslin tamamı çölde öldü. Yeni, hürriyete alışkın, çölün zorluklarıyla pişmiş yeni bir nesil yetişti.
Hz. Hârun (a.s.) bu kırk yıllık sürede vefat etti. Ardından, Tîh Çölü’ndeki sürenin sonlarına doğru, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) da eceli geldi. Rivayete göre, vefatından önce Kutsal Topraklara bir taş atımı mesafeye kadar yaklaşmayı Rabbinden niyaz etmiş ve orada ruhunu teslim etmiştir.
HÂTİME: KELÎMULLÂH’IN MİRASI
Hz. Mûsâ’nın (a.s.) vefatından sonra, onun yetiştirdiği genç yardımcısı Hz. Yuşâ (a.s.), yeni neslin başına geçti ve Allah’ın izniyle Kutsal Toprakları fethetti.
Hz. Mûsâ’nın hayatı; bir zulüm diyarında doğup, o zulmün merkezinde (sarayda) büyüyen, İlâhî bir terbiye ile Mısır’dan Medyen’e hicret eden, Tûr Dağı’nda “Kelîmullâh” olma şerefine eren ve en azgın bir zorbaya (Firavun) karşı tevhid mücadelesi veren bir Ulu’l-Azm peygamberin destanıdır.
O’nun kıssası, ne kadar zor durumda olunursa olunsun Allah’a tevekkül etmenin, nankör bir kavme liderlik yaparken sabretmenin ve hakkı tebliğ ederken asla yılgınlığa düşmemenin en büyük timsalidir. O’nun mücadelesi, kıyamete kadar hak ile bâtılın mücadelesine ışık tutmaya devam edecektir.
*********
Bismillahirrahmanirrahim
HİLM VE FESAHAT PEYGAMBERİ: HAZRET-İ HÂRÛN (Aleyhisselâm)
Mısır toprakları, tarihin en karanlık zulümlerinden birine sahne oluyordu. Firavun adındaki zalim hükümdar, kendisine ilahlık isnat ediyor, İsrailoğulları’nı (Benî İsrail) köleleştiriyor ve doğan erkek çocuklarını katlediyordu. İşte böyle bir dehşet ve ümitsizlik devrinde, İmran ailesinin hanesinde, kaderi büyük peygamberle kesişecek bir çocuk dünyaya geldi: Hârûn.
O, kendisinden küçük olan kardeşi Hazret-i Mûsâ’dan (a.s.) farklı olarak, bu katliam fermanından önce doğmuştu. Aynı hanede, aynı iman pınarıyla büyüdüler. Hârûn, tabiatı icabı halîm (yumuşak huylu), sabırlı ve hepsinden mühimi, lisanı son derece fasih (düzgün ve tesirli konuşan) bir zât idi.
İlâhî Vazife ve Bir Kardeşin Duası
Yıllar geçti. Kardeşi Mûsâ, saraydan uzaklaşmış, Medyen’e gitmiş ve Tûr-i Sînâ’da (Sina Dağı) ilâhî vahye mazhar olmuştu. Cenâb-ı Hak, ona en zorlu vazifeyi vermişti: Zalim Firavun’a gitmek, onu imana davet etmek ve İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarmak.
Bu, beşer takatinin zorlanacağı bir vazifeydi. Hazret-i Mûsâ, hem vazifenin ağırlığı hem de Firavun’a karşı geçmişte yaşadığı hadiseler sebebiyle bir endişe hissetti. Lisanında, rivayetlere göre küçükken ağzına attığı bir kordan kalma bir pelteklik (veya tutukluk) vardı. En zorlu anında, Rabbine sığındı ve tarihteki en samimi, en derûnî dualardan birini yaptı. Sadece kendisi için değil, bu kutlu davada kendisine omuz verecek en güvendiği kişi için de istekte bulundu.
Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Mûsâ’nın bu yakarışını şöyle tasvir eder (Meali):
“(Mûsâ), ‘Bana ailemden birini yardımcı ver. Kardeşim Hârûn’u. Onunla gücümü artır. Onu işime ortak et ki, seni çok tesbih edelim ve seni çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin’ dedi. Allah da, ‘Ey Mûsâ! İstediklerin sana verilmiştir’ dedi.” (Tâhâ, 20/29-36)
Cenâb-ı Hak, sadece Hazret-i Mûsâ’nın duasını kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda Hârûn’a da nübüvvet (peygamberlik) ihsan etti. İki kardeş, artık tek bir vazifede birleşmişti. Hazret-i Mûsâ “Resûl” (elçi peygamber), Hazret-i Hârûn ise onun en büyük yardımcısı ve “Vezir”i idi.
Hazret-i Mûsâ, kardeşinin lisanının güzelliğine de itimat ediyordu. Nitekim başka bir ayette şöyle niyaz etmişti:
“Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle gönder. Çünkü ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum.’ Allah dedi ki: ‘Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki, bu sayede âyetlerimizle (mucizelerimizle) onlar size ulaşamayacaklar. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz.’” (Kasas, 28/34-35)
Firavun’un Huzurunda Hak Söz
İki kardeş peygamber, Firavun’un kibir dolu sarayına korkusuzca girdiler. Hazret-i Hârûn, kardeşi Mûsâ’nın yanında dimdik durdu. Hazret-i Mûsâ tebliğini yapıyor, mucizelerini (Asâ ve Yed-i Beyzâ) gösteriyor; Hazret-i Hârûn da onun sözlerini teyit ediyor, fesahatiyle davasını kuvvetlendiriyordu.
Sihirbazlarla olan büyük karşılaşmada, iman ve küfrün mücadelesinde Hârûn (a.s.), Mûsâ (a.s.) ile birlikteydi. Zulmün arttığı, İsrailoğulları’nın ümitsizliğe kapıldığı her anda, kavimlerine sabrı ve Allah’ın vaadini hatırlatan iki rehber oldular.
Nihayet, mucizevî “Çıkış” (Hicret) vakti geldi. Kızıldeniz, Allah’ın emriyle yarıldı. İki kardeş peygamber, kavimleriyle birlikte selâmete ererken, Firavun ve ordusu kibirlerinin bedelini sularda boğularak ödedi.
En Büyük İmtihan: Altın Buzağı Fitnesi
Mısır’dan kurtuluş, mücadelenin sonu değil, İsrailoğulları’nın çetin imtihanlarının başlangıcıydı. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’yı Tevrat levhalarını (Elvâh) alması için Tûr Dağı’na çağırdı. Bu müddet otuz gece olarak belirlenmiş, sonra on gece daha ilave edilerek kırk geceye tamamlanmıştı.
Hazret-i Mûsâ, dağa çıkmadan önce kavminin başına güvendiği vekili, kardeşi Hazret-i Hârûn’u bıraktı. Ona vazifesini net bir şekilde bildirdi:
“Mûsâ ile otuz gece sözleştik ve ona on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, ‘Kavmim içinde benim yerime geç, onları düzelt ve bozguncuların yoluna uyma’ dedi.” (A’râf, 7/142)
Hazret-i Hârûn, bu ağır emaneti yüklendi. Fakat İsrailoğulları’nın tabiatında Mısır’dan miras kalan bir putperestlik eğilimi gizliydi. İçlerinden Sâmirî adında fitneci bir adam çıktı. Mısır’dan getirdikleri ziynet eşyalarını eritti ve böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Kavme, “İşte sizin de Mûsâ’nın da ilahı budur, fakat Mûsâ unuttu!” dedi.
Kavmin büyük bir kısmı bu fitneye kapıldı. Hazret-i Hârûn, bu korkunç şirke ve nankörlüğe derhal müdahale etti. Onları en yumuşak üslubuyla (hilm ile) ikaz etti:
“Andolsun, Hârûn onlara daha önce, ‘Ey kavmim! Siz ancak bu buzağı ile imtihan edildiniz. Sizin Rabbiniz şüphesiz Rahmân’dır. Haydi bana uyun ve emrime itaat edin’ demişti. Onlar, ‘Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya tapmaya devam edeceğiz’ demişlerdi.” (Tâhâ, 20/90-91)
Hazret-i Hârûn’un yumuşak huylu ikazları kâr etmedi. Azgınlaşan kavim, Hazret-i Hârûn’u dinlemediği gibi, onu tehdit etti. Tefsirlerde belirtildiğine göre, onu zayıf gördüler ve neredeyse öldürmeye kastettiler.
Hazret-i Hârûn (a.s.), bir tereddütte kaldı: Ya buzağıya tapanlara karşı şiddet kullanıp kavmi ikiye bölecek (ve belki bir iç savaş çıkacaktı) ya da kardeşi Mûsâ’nın dönüşünü bekleyip, bu tefrikanın (ayrılığın) vebalini almayacaktı. O, daha büyük bir fitneyi, yani kavmin bölünmesini engellemek için sabretmeyi seçti.
İki Kardeşin Yüzleşmesi ve Duası
Hazret-i Mûsâ, Tûr’dan ilâhî levhalarla döndüğünde, kavmini buzağıya tapar halde görünce dehşete kapıldı. Öfkesi (celâli) o kadar şiddetliydi ki, elindeki levhaları bıraktı ve bu isyanın hesabını sormak için doğruca vekili olan kardeşinin üzerine yürüdü.
Kur’ân-ı Kerîm, bu dokunaklı sahneyi şöyle tasvir eder:
“Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?’ dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin (Hârûn’un) başından tuttu, onu kendisine doğru çekmeye başladı. (Hârûn), ‘Ey anamın oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler de neredeyse beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalimler topluluğu ile bir tutma’ dedi.” (A’râf, 7/150)
Başka bir surede Hazret-i Hârûn’un izahatı daha tafsilatlıdır:
“Hârûn dedi ki: ‘Ey annemin oğlu! Saçımdan sakalımdan tutma! Ben, ‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözüme bakmadın’ demenden korktum.’” (Tâhâ, 20/94)
Hazret-i Hârûn’un bu masumiyet dolu ve tefrikadan kaçınma hikmetini belirten cevabı, Hazret-i Mûsâ’nın celâlini dindirdi. Kardeşinin haklı olduğunu, zayıf bırakıldığını ve elinden geleni yaptığını anladı. Öfkesi, Sâmirî’ye ve kavme yöneldi. O an, ellerini Rabbine açarak hem kendisi hem de vefakâr kardeşi için şöyle dua etti:
“(Mûsâ), ‘Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetine sok. Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ dedi.” (A’râf, 7/151)
Tîh Çölü’nde Bir Hayat ve Vefatı
Buzağı fitnesi ağır bir tövbe ile neticelendi. Fakat İsrailoğulları’nın isyankârlığı bitmedi. Kutsal topraklara (Filistin’e) girmeleri emredildiğinde korktular ve “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız” (Mâide, 5/24) diyerek tekrar isyan ettiler.
Cezaları, 40 yıl boyunca Tîh Çölü’nde başıboş dolaşmak oldu.
Hazret-i Hârûn, bu 40 yıllık çöl hayatında da kavmine rehberlik etti. Hazret-i Mûsâ ile birlikte onların sıkıntılarına katlandı, onlara peygamberlik vazifesini icra etti.
İslâm tarihi kaynaklarına ve rivayetlere göre, Hazret-i Hârûn (a.s.), kardeşi Hazret-i Mûsâ’dan (a.s.) önce, Tîh Çölü’ndeki bu yolculuk esnasında vefat etmiştir. Vefatının nasıl olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, hepsinin ortak noktası, onun Allah’ın rahmetine kavuştuğu ve çöldeki imtihanını tamamladığıdır.
Hazret-i Hârûn’un hayatı; sadakatin, hilm ile tebliğin, zor zamanda kardeşine destek olmanın ve fitne karşısında tefrikayı değil, birliği (vahdeti) öncelemenin en güzel misallerinden biri olarak İslâm tarihinde yerini almıştır. O, Allah’ın lütfuyla peygamber olmuş, en zorlu vazifede en büyük peygamberlerden birine “vezir” kılınmış mübarek bir nebîdir.
Allah’ın selâmı onun, kardeşi Mûsâ’nın ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
***********
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Kur’an-ı Kerim’de ismi zikredilen, ancak hayatına dair tafsilatlı malumatın daha çok tefsir ve tarih kaynaklarında yer aldığı peygamberlerden biri de Hazreti Zülkifl’dir (Aleyhisselam).
O, sabrı, ahde vefası ve yüklendiği ağır mesuliyeti (kefaleti) yerine getirmesiyle anılan mübarek bir şahsiyettir.
İşte, İslâmî kaynakların ışığında, sabır ve kefalet timsali Hz. Zülkifl’in (a.s.) ibret dolu hayat hikâyesi.
1. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Zülkifl
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, Hz. Zülkifl’i (a.s.) iki yerde, büyük peygamberlerle birlikte zikreder ve onun en belirgin vasfına, yani “sabrına” ve “salihlerden” (iyi kullardan) oluşuna dikkat çeker:
a) Enbiyâ Suresi’nde:
Cenâb-ı Hak, bazı peygamberlerin faziletlerini sayarken onu şöyle anar:
وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِدْر۪يسَ وَذَا الْكِفْلِۜ كُلٌّ مِنَ الصَّابِر۪ينَۚ ﴿85﴾
وَاَدْخَلْنَاهُمْ ف۪ي رَحْمَتِنَاۜ اِنَّهُمْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿86﴾
(Meali): “İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an. Hepsi de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.” (Enbiyâ, 21/85-86)
Bu ayetler, onun peygamberlik silsilesi içindeki yerini teyit eder ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasının sebebini “sabrı” ve “salih” amelleri olarak tasvir eder.
b) Sâd Suresi’nde:
Yine Kur’an-ı Kerim’de, hayırlı kullar arasında zikredilir:
وَاذْكُرْ اِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْKِفْلِۜ وَكُلٌّ مِنَ الْاَخْيَارِۜ ﴿48﴾
(Meali): “İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendi.” (Sâd, 38/48)
Kur’an-ı Kerim, onun hayatına dair tafsilata girmez, ancak bu övgüler, onun Allah katındaki yüksek mertebesini göstermeye kâfidir.
2. “Zülkifl” İsminin Manası ve Kimliği
Tefsir âlimleri, onun hakkında daha geniş malumat verebilmek için öncelikle isminin manası üzerinde durmuşlardır.
• “Zü” (ذُو): Arapça’da “sahip” manasına gelir.
• “el-Kifl” (الْكِفْل): Bu kelime “kefalet”, “sorumluluk”, “pay”, “nasip” veya “büyük bir yük” gibi manalara gelir.
Dolayısıyla “Zülkifl”; “Kefalet Sahibi”, “Ağır Sorumluluk Yüklenen”, “Büyük Pay Sahibi” veya “Verdiği Sözün Kefili Olan” demektir. Bu ismin, onun hayatındaki meşhur bir hadiseye dayandığı rivayet edilir.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarında (mesela Taberî, İbn Kesîr gibi müfessirlerin eserlerinde) Hz. Zülkifl’in kim olduğuna dair farklı görüşler vardır:
• Hz. Eyyûb’un (a.s.) Oğlu: En yaygın rivayetlerden biri, onun Hz. Eyyûb’un (a.s.) oğlu olduğudur. Sabır imtihanından sonra Hz. Eyyûb’a tekrar evlatlar lütfedilmiştir. Rivayete göre Zülkifl’in asıl adı “Bişr” idi, ancak yüklendiği mesuliyet sebebiyle “Zülkifl” lakabını almıştır.
• Bir Peygamber (Nebi): Âlimlerin çoğunluğu, Kur’an’da peygamberlerle birlikte anılmasından dolayı onun bir Nebi olduğunu kabul etmişlerdir.
• Salih Bir Kul veya Hâkim: Bazı âlimler ise onun peygamber olmayıp, İsrâiloğulları arasında adaletle hükmeden salih bir kul veya hâkim olduğunu belirtmişlerdir.
Bu farklı rivayetler içinde en meşhur olanı ve “Zülkifl” ismini almasına sebep olan hadise, onun adalet ve sabırla ilgili yüklendiği ağır kefalettir.
3. Kefalet Sahibi: Hz. Zülkifl’in Meşhur Kıssası
Tefsirlerde ve “Kısas-ı Enbiyâ” (Peygamber Kıssaları) kitaplarında nakledildiğine göre, hadise şöyle gelişmiştir:
İsrâiloğulları arasında, Hz. Elyesa’dan (a.s.) sonra (veya bazı rivayetlere göre Hz. Yuşâ’dan sonra) yaşlı ve salih bir kral (veya peygamber) vardı. Bu zat, artık yaşlandığını hissedince, kavmini toplayarak bir halef tayin etmek istedi. Ancak bu makama geçecek kişide çok ağır vasıflar arıyordu.
Kavmine şöyle seslendi:
“İçinizden kim, üç şeyi yapmaya bana söz verirse, onu yerime halef tayin edeceğim:
• Gündüzleri saim (oruçlu) olmak.
• Geceleri kaim (namazda ve ibadette) olmak.
• Asla gazaplanmamak (öfkelenmemek).”
Bu şartlar o kadar ağırdı ki, topluluktan kimse öne çıkmaya cesaret edemedi. Derin bir sessizlik oldu.
O sırada, topluluğun en gençlerinden olan ve o vakte kadar “Bişr” adıyla bilinen bir delikanlı ayağa kalktı:
“Ey Allah’ın kulu (veya Nebisi)! Ben bu şartlara kefil olurum!”
Yaşlı hâkim gence baktı, onun tecrübesiz olduğunu düşünerek teklifini kabul etmedi ve sözünü üç defa tekrarladı. Her defasında kalabalıktan sadece aynı genç ayağa kalktı ve “Ben bu ağır yüke kefilim!” dedi.
Üçüncü seferin sonunda, yaşlı zat, bu gençteki azmi ve ihlası gördü. Verdiği sözün ağırlığını bildiği halde onu halef tayin etti. İşte o günden sonra “Bişr”, verdiği sözün kefili olduğu için “Zülkifl” (Kefalet Sahibi) olarak anılmaya başlandı.
4. Şeytanın İmtihanı ve Hz. Zülkifl’in Sabrı
Hz. Zülkifl, sözünü harfiyen tutmaya başladı. Gündüzleri devlet işleriyle meşgul oluyor, adalet dağıtıyor ve orucunu tutuyordu. Geceleri ise sabahlara kadar ibadet ediyor, çok az uyuyordu. Sadece öğle vakti, kısa bir an (kaylûle) istirahat ediyordu.
Onun bu müthiş sabrı, ahde vefası ve gazaplanmaması, İblis’i (Şeytan’ı) çileden çıkardı. İblis, yardımcılarına “Bu zatı yoldan çıkarın, onu öfkelendirin!” dedi. Fakat hiçbiri muvaffak olamadı.
Sonunda İblis, bu işi bizzat kendisi yapmaya karar verdi.
Bir gün, tam Hz. Zülkifl (a.s.) o kısacık öğle istirahatine çekileceği vakit, İblis, fakir ve mazlum bir ihtiyar kılığında sarayın kapısına geldi. Kapıdaki nöbetçilere, “Hâkimle (Zülkifl ile) görüşmem lazım, büyük bir zulme uğradım!” dedi.
Nöbetçiler, “Hâkim şu an istirahattedir, akşam divan vaktinde gelin” dediler.
İhtiyar kılığındaki İblis, feryat figan etmeye başladı: “Hakkım kayboluyor! Hâkim uyurken mazlumlar nasıl hakkını alacak!”
Gürültüyü duyan Hz. Zülkifl, kapıya geldi ve ihtiyara sordu: “Derdin nedir?”
İblis: “Kavmimden bazıları bana zulmetti, malımı gasp etti. Sizin divan vaktinizi beklersem hakkım tamamen zayi olacak!”
Hz. Zülkifl, onun halinden etkilenmişti ama geceleri ibadet, gündüzleri oruç ve devlet işleri sebebiyle çok yorgundu. Ona dedi ki: “Akşam divana gel, hasımlarını da getir, aranızda hükmedeyim.”
İblis: “Onlar zalimdir, senin divanına gelmezler!”
Hz. Zülkifl (asla öfkelenmeden): “O halde onlara benim mühürlü mektubumu götür, gelmelerini emredeyim.”
İblis: “Mektubunu da dinlemezler!”
Hz. Zülkifl, bu ısrar karşısında zerre kadar gazaplanmadı. Mazlumun hakkı, kendi istirahatinden daha mühimdi. Yorgunluğunu unutup, “Peki, kalk! Neredelerse beni oraya götür, hakkını bizzat ben alayım” dedi.
Yola koyuldular. Bir müddet gittikten sonra, ihtiyar kılığındaki İblis, “Onlar şu tarafa gitmiş olabilir” diyerek birden gözden kayboldu. Hz. Zülkifl, divan vaktine kadar onu aradı ama bulamadı. “Akşam divana gelir” diye düşündü.
Akşam oldu, divan kuruldu, fakat ihtiyar gelmedi.
Ertesi gün, tam yine Hz. Zülkifl istirahat edeceği sırada, İblis aynı kılıkta kapıda belirdi ve dünkinden daha fazla bağırmaya başladı: “Zulme uğradım, hâkim bana yardım etmedi!”
Hz. Zülkifl, yine sabırla kapıya çıktı: “Dün sana geldim, niçin kayboldun? Hasımların nerede?”
İblis: “Tam biz oradan ayrılınca geri geldiler, ama sonra yine kaçtılar!”
Hz. Zülkifl (yine öfkelenmeden): “Peki, bu gece gelmezlerse, yarın ben bizzat seninle geleceğim.”
Hz. Zülkifl, o gece yine sabaha kadar ibadet etti. Gündüz oruçlu halde devlet işlerine baktı. Öğle vakti istirahat için odasına çekildiğinde, artık aşırı yorgunluktan ayakta duracak hali kalmamıştı. Kapıdaki nöbetçilere, “Bugün çok yorgunum. Ne olursa olsun, kimseyi içeri almayın!” diye emretti ve kapısını kilitledi.
Hz. Zülkifl tam gözlerini kapatmıştı ki, odanın içinde birinin belirdiğini fark etti!
Karşısında dün gördüğü ihtiyar duruyordu.
Şaşkınlıkla yerinden fırladı: “Sen kimsin? Kapı kilitli, nöbetçilere emir verdim, sen buraya nasıl girdin?”
O anda, ihtiyar kılığı değişti ve İblis gerçek suretine yakın bir halde konuştu:
“Ben İblis’im! Seni öfkelendirmek için Allah’tan izin istedim. İki gündür yapmadığımı bırakmadım. En yorgun anını kolladım, mazlum kılığına girdim, seni uykundan ettim. Ama sen bir defa bile gazaplanmadın. Verdiğin söze (kefalete) sadık kaldın. Allah seni benim şerrimden korudu.”
Böylece İblis, mağlubiyetini itiraf ederek oradan ayrıldı.
Hz. Zülkifl (a.s.), en zor şartlarda bile sabrederek, orucunu bozmayarak, ibadetini aksatmayarak ve en önemlisi “asla gazaplanmayarak” verdiği söze, yüklendiği kefalete sadık kalmıştı.
5. Kıssadan Hisse: Hayatımız İçin Dersler
Hz. Zülkifl’in (a.s.) bu mübarek hayatı, bizlere, bilhassa gençlere şu büyük hakikatleri ders vermektedir:
• Ahde Vefa (Söze Sadakat): Bir Müslüman, verdiği sözün ağırlığını bilmeli ve o sözü yerine getirmek için (Allah rızası dâhilinde) her türlü fedakârlığı yapmalıdır. Hz. Zülkifl, ibadet, oruç ve adaleti bir arada yürütme sözünü, canı pahasına yerine getirmiştir.
• Sabır: Kur’an’ın onu “Sabredenlerden” (Min-es-Sâbirîn) diye övmesi boşuna değildir. Sabır, sadece musibete değil, aynı zamanda ibadete devam etme ve gazaplanmama konusunda da gösterilen derûnî bir kuvvettir.
• Gazabı (Öfkeyi) Yenmek: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değil, öfke anında nefsine hâkim olandır” buyurmuştur. Hz. Zülkifl’in imtihanının en zorlu noktası öfkeydi ve o, İblis’in tüm hilelerine rağmen nefsine hâkim olmayı başardı.
• Mesuliyet (Sorumluluk): Genç yaşta olmasına rağmen, ümmetin idaresi gibi ağır bir mesuliyetten kaçmamış, “Ben kefilim” diyerek öne atılmıştır.
• Adalet ve Merhamet: Bir idareci olarak, en yorgun anında bile bir mazlumun (öyle zannettiği kişinin) derdiyle dertlenmiş, kendi istirahatini değil, adaletin tecellisini ön planda tutmuştur.
Hz. Zülkifl (a.s.), Kur’an’da kısaca anılsa da, tefsirlerdeki bu rivayetlerle “sabrın”, “sözüne sadakatin” ve “öfkesine hâkim olmanın” timsali olmuş mübarek bir peygamberdir.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun ve diğer peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) şefaatine nail eylesin ve onların ahlâkıyla ahlâklanmayı nasip etsin. Amin.
************
Bismillâhirrahmânirrahîm.
HZ. DÂVÛD (Aleyhisselâm): Peygamber, Hükümdar ve Allah’ın Halifesi
Güneşin Kudüs tepelerine henüz doğmadığı zamanlarda, Benî İsrâil (İsrailoğulları) arasında, ileride hem peygamberlik (nübüvvet) hem de hükümdarlık (mülk) şerefini birleştirecek mübarek bir çocuk dünyaya geldi. Adı Dâvûd idi. O, Hz. İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelen, cesur yürekli ve Allah’a karşı son derece haşyet (derin saygı ve korku) sahibi bir gençti.
Hayatının ilk yılları, tabiatın içinde, koyunlarını otlatarak geçti. Bu sükûnet dolu hayat, onun derûnî tefekkürünü artırıyor, Rabbine olan bağlılığını kuvvetlendiriyordu. Eli sapan tutmakta pek mahirdi, ancak asıl mahareti, Allah’ı zikreden dilinde ve o zikre eşlik eden muazzam sesindeydi.
I. Bölüm: Genç Kahraman ve Zorba Câlût
O devirde Benî İsrâil, Câlût (Goliath) adında zalim ve devasa bir komutanın idaresindeki Amâlika kavminin zulmü altındaydı. Yurtlarından çıkarılmış, zayıf düşmüşlerdi. Allah’a yalvarıp, kendilerine savaşacak bir komutan (melik) göndermesini istediler. Allah Teâlâ, onlara Tâlût’u (Saul) hükümdar olarak seçti.
Tâlût, âlim ve güçlü bir kimseydi ancak zengin değildi. Kavmi önce itiraz etse de, peygamberlerinin (o dönemde İşmoil (a.s.) olduğu rivayet edilir) bildirdiği alâmetler (Tabut-u Sekine’nin geri gelmesi) ile ona itaat ettiler.
Tâlût, Câlût’un muazzam ordusuna karşı ordusunu topladı. Ancak bu ordu, çetin bir imtihandan geçirilecekti. Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği üzere, bir nehir kenarında Tâlût askerlerine dedi ki: “Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna.” Askerlerin pek çoğu bu emri dinlemedi ve nehirden kana kana içti; içtikleri anda ise cesaretlerini kaybettiler. Geriye sadece Tâlût’a sadık kalan az bir zümre kaldı.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde, Câlût, demir zırhları içinde, kibrinden kükreyerek meydana çıktı ve kendisine karşı çıkacak birini istedi. Benî İsrâil ordusunda bir sessizlik oldu. O devasa cüsseye kimse cesaret edemiyordu.
İşte o an, orduda babasının emriyle kardeşlerine yiyecek getirmek için bulunan genç Dâvûd (a.s.) öne atıldı. Tâlût, bu genç çobanın cesaretine hayran kaldı. Hz. Dâvûd, Tâlût’tan izin istedi. O, ne kılıç ne de ağır bir zırh istedi. Sadece çobanlıkta kullandığı sapanını ve yerden aldığı birkaç taşı yanına aldı.
Câlût, karşısında bu genç ve zırhsız delikanlıyı görünce alay etti. Lâkin Hz. Dâvûd, sarsılmaz bir imanla haykırdı: “Sen bana kılıç ve kalkanınla geliyorsun, ben ise sana orduların Rabbi olan Allah’ın adıyla geliyorum!”
Sapanını çevirdi ve taşı fırlattı. Allah’ın izniyle o küçük taş, Câlût’un alnına isabet etti ve o zalim dev, cansız bir şekilde yere yığıldı. Komutanlarının düştüğünü gören ordu, büyük bir bozguna uğradı.
Bu zafer, Hz. Dâvûd’un Benî İsrâil içindeki şanını yüceltti. Kur’ân-ı Kerîm bu hadiseyi şöyle zikreder :
“Derken, Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”
(Bakara, 2/251)
Tâlût’un vefatından sonra, halk Hz. Dâvûd’un etrafında birleşti. Böylece Allah Teâlâ, ona hem hükümdarlık hem de peygamberlik lütfetti.
II. Bölüm: Zebûr’un İndirilişi ve Muazzam Sesi
Hz. Dâvûd, sadece bir kral değil, aynı zamanda Allah’ın vahyine mazhar olan bir peygamberdi. Allah (c.c.) ona, dört büyük kitaptan biri olan “Zebûr”u indirdi.
“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Andolsun, biz peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.”
(İsrâ, 17/55)
Zebûr, yeni bir şeriat (hukuk düzeni) getirmiyordu; Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şeriatını (Tevrat’ı) tasdik ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Muhtevası daha çok Allah’a hamd, dua, zikir ve hikmetli nasihatlerden ibaretti.
Hz. Dâvûd’a (a.s.) verilen en büyük mucizelerden biri, sesinin güzelliğiydi. O, Zebûr’u okumaya başladığında, sesi o kadar tesirli ve derûnî olurdu ki, sadece insanlar değil, tabiat dahi ona iştirak ederdi.
Dağlar onunla beraber Allah’ı tesbih eder, yankılanırdı. Kuşlar gökyüzünde durur, cıvıltılarıyla onun zikrine katılırdı. Bu, zahiri bir mucize olduğu kadar, kâinatın Hâlık’ını (Yaratıcısını) zikretme noktasındaki cihan şümul ahengin de bir isbatıydı.
“Sabret! Kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi olanı an. O, hep Allah’a yönelirdi. Biz dağları onun emrine vermiştik. Akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu hâlde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikrederlerdi.”
(Sâd, 38/17-19)
III. Bölüm: Demiri Yumuşatan Peygamber
Hz. Dâvûd (a.s.), bir hükümdar olmasına rağmen, kendi elinin emeğiyle geçinirdi. Allah Teâlâ, ona kimseye vermediği bir sanat ve mucize daha bahşetmişti: Demiri hamur gibi yumuşatma kabiliyeti.
Onun mübarek ellerinde demir, ateşe veya çekice ihtiyaç duymadan şekil alırdı. O da bu mucizeyle, o güne kadar bilinmeyen, ince halkalardan örülmüş, vücudu saran ve hareketi engellemeyen sağlam zırhlar yapardı. Bu, hem askerlerini koruyan bir savunma teknolojisi hem de onun peygamberliğine bir delildi.
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tesbih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, örgüsünde ölçüyü tuttur’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim’ diye vahyettik.”
(Sebe’, 34/10-11)
IV. Bölüm: İbadet Hayatı ve Adaleti
Hz. Dâvûd (a.s.), “Ehl-i havf” (Allah’tan en çok korkan) ve “Ehl-i haşyet” (en derin saygıyı duyan) peygamberlerdendi. İbadete olan düşkünlüğü o derecedeydi ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu faziletini şöyle tasvir etmiştir: “Allah katında en sevimli namaz, Dâvûd’un namazıdır. Gecenin yarısını uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu. Allah katında en sevimli oruç da Dâvûd’un orucudur. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”
O, sadece bir âbid (ibadet eden) değil, aynı zamanda âdil bir hâkimdi. İnsanlar arasında adaletle hükmederdi. Ancak peygamberler dahi imtihan edilirler. Hz. Dâvûd’un hayatındaki en mühim imtihanlardan biri, onun adalet anlayışını daha da derinleştiren “iki davacı” kıssasıdır.
A) Ekin Tarlası Meselesi
Bir gün, iki adam Hz. Dâvûd’a (a.s.) bir dava getirdi. Biri ekin sahibi, diğeri koyun sürüsü sahibiydi. Koyun sürüsü, geceleyin ekin tarlasına girmiş ve bütün mahsulü telef etmişti.
Hz. Dâvûd (a.s.), zararın tazmini için koyunların tarla sahibine verilmesine hükmetti.
Ancak orada bulunan oğlu Hz. Süleyman (a.s.) -ki o da küçük yaşına rağmen büyük bir hikmet sahibiydi- babasına daha farklı bir hüküm teklif etti: “Ey Allah’ın Peygamberi! Koyunlar tarla sahibine verilsin; tarlanın mahsulünden elde edeceği yün, süt gibi menfaatleri alsın. Tarla da koyun sahibine verilsin; o da tarlayı eski hâline gelinceye kadar ekip biçsin. Tarla eski hâline dönünce, tarla sahibine, koyunlar da kendi sahibine iade edilsin.”
Bu hüküm, her iki taraf için de daha âdil ve hikmetliydi. Hz. Dâvûd (a.s.) oğlunun bu hükmünü tasdik etti. Allah Teâlâ, bu kıssayı Kur’ân’da zikrederek, her ikisine de ilim ve hikmet verdiğini beyan eder:
“Dâvûd ve Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü bir kavmin koyunları o ekine geceleyin yayılmıştı. Biz de onların hükmüne şahit idik. Biz onu (hükmü) Süleyman’a kavratmıştık. Zaten her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim vermiştik…”
(Enbiyâ, 21/78-79)
B) 99 Koyun Meselesi ve Büyük İmtihan
Hz. Dâvûd’un (a.s.) asıl imtihanı, ibadet için çekildiği mihrabında gerçekleşti. Tefsirlerde anlatıldığına göre, o, günlerini ibadet ve adalet işlerine ayırmıştı. Bir gün mihrabında (özel ibadet yerinde) iken, duvardan tırmanarak aniden iki kişi yanına girdi. Hz. Dâvûd (a.s.) onlardan ürktü.
“(Ey Muhammed!) Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani duvardan tırmanıp mâbede girmişlerdi. Hani Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. Onlar, ‘Korkma! Biz, iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık etti. Aramızda adaletle hükmet. Haksızlık etme ve bize doğru yolu göster’ dediler.”
(Sâd, 38/21-22)
Davacılardan biri söze başladı:
“İçlerinden biri şöyle dedi: ‘Bu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve tartışmada bana üstün geldi.’ Dâvûd şöyle dedi: ‘Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir. Zaten ortakların birçoğu birbirine haksızlık ederler. Yalnız iman edip salih amel işleyenler başka. Onlar da pek azdır!'”
(Sâd, 38/23-24)
Hz. Dâvûd (a.s.) hükmü verir vermez, gelen kişilerin birer melek olduğunu ve bunun Allah’tan bir imtihan olduğunu anladı. Hatası; diğer tarafı (99 koyunu olanı) dinlemeden, aceleyle hüküm vermesiydi. Bu, bir peygamberin şanına yakışan teenni (acele etmeme) ve adalet titizliğinde küçük bir sürçmeydi.
(İslâm âlimleri, bu kıssanın etrafında örülen ve peygamberlerin ismet sıfatına (günahsızlığına) aykırı olan İsrailiyat kaynaklı (Tevrat ve tahrif edilmiş kaynaklardan gelen) rivayetleri (bir komutanın hanımıyla ilgili hikâyeler) şiddetle reddetmişlerdir. Kur’ân’ın bahsettiği imtihan, tamamen adalet ve hüküm verme usûlüyle ilgili bir imtihandır.)
Hz. Dâvûd (a.s.) hatasını anladığı an, derhal secdeye kapandı ve Rabbinden af diledi.
“…Dâvûd, bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derhal Rabbinden bağışlanma diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi. Biz de bunu ona bağışladık. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve varılacak güzel bir yer vardır.”
(Sâd, 38/24-25)
Bu imtihandan sonra Allah Teâlâ, ona şu mühim ikazda bulundu ve onun yeryüzündeki “halife” (Allah’ın hükümlerini uygulayan yönetici) sıfatını teyit etti:
“Ey Dâvûd! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır.”
(Sâd, 38/26)
V. Bölüm: Mescid-i Aksa ve Vefatı
Hz. Dâvûd’un (a.s.) en büyük arzularından biri, Allah’a ibadet edilecek, içinde “Tabut-u Sekine”nin (Hz. Mûsâ’dan kalan kutsal emanetlerin) korunacağı muazzam bir mâbed (Mescid-i Aksa) inşa etmekti.
Bu niyetle Kudüs’te Beyt-i Makdis’in temellerini attı. Ancak rivayetlere göre, bu şerefli mâbedin tamamlanması ona değil, oğlu Hz. Süleyman’a (a.s.) nasip olacaktı. Hz. Dâvûd (a.s.) temelleri hazırladı ve oğluna bu kutlu vazifeyi vasiyet etti.
Hz. Dâvûd (a.s.), rivayetlere göre 100 yıl süren, ibadet, adalet ve hükümdarlıkla dolu bir hayatın sonunda vefat etti. Onun vefatı da ibretliktir. Çok takva (Allah’ın haramlarına karşı gayretli) bir zat olduğu, evine kimsenin izinsiz girmesine müsaade etmediği anlatılır. Bir gün evinde iken, tanımadığı bir adam gördü. “Sen kimsin?” diye sordu. O zat, “Ben, krallardan korkmayan ve izin almadan girenim” dedi. Hz. Dâvûd (a.s.), onun ölüm meleği Azrâil (a.s.) olduğunu anladı ve Rabbinin emrine teslim oldu.
Ruhu, o çok sevdiği, dağlarla ve kuşlarla birlikte zikrettiği Rabbine kavuştu.
Hz. Dâvûd’un (a.s.) hayatı; genç bir çobanın imanıyla nasıl bir zalimi yenebileceğinin, bir kralın kendi el emeğiyle nasıl geçinebileceğinin, bir âbidin Rabbine nasıl yalvaracağının ve bir hâkimin adaletten saptığında nasıl derhal tövbe edeceğinin en güzel misalidir.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi O’nun üzerine olsun.
********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Tarih sayfaları arasında, hem peygamberlik hikmetiyle donatılmış hem de cihan şümul bir saltanatın sahibi kılınmış müstesna bir şahsiyet parıldar: Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm). O, sadece insanların değil, rüzgârların, cinlerin ve hayvanatın dahi emrine verildiği bir peygamber-kraldır. Onun hayatı, kudretin zirvesinde dahi Allah’a nasıl kulluk edileceğinin, hikmetin ve adaletin nasıl tecelli edeceğinin en parlak misallerinden biridir.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm’in nûru, tefsirlerin izahı ve İslam tarihinin sadık rivayetleriyle bezenmiş Hz. Süleyman’ın (a.s.) ibret dolu hayat hikâyesi:
1. BÖLÜM: BİR PEYGAMBER OĞLU PEYGAMBER: HİKMETİN TECELLİSİ
Hz. Süleyman, yine bir peygamber-kral olan Hz. Dâvûd’un (a.s.) oğludur. Daha genç bir delikanlıyken, babasının sarayında adalet ve hikmet dersleri alarak yetişti. Allah Teâlâ, ona daha çocuk yaşta, meselelerin derûnî yapısını kavrayacak keskin bir nazar ve anlayış lütfetmişti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu durumu şöyle tasvir eder:
“Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü bir kavmin koyunları o tarlaya geceleyin girip yayılmıştı. Biz de onların hükmüne şahit idik. Biz onu (hükmü) Süleyman’a kavratmıştık. Zaten her birine hükümranlık ve ilim vermiştik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvûd’un emrine verdik. Bunları yapan biz idik.” (Enbiyâ, 21/78-79)
Rivayetlere göre, bir sürü koyun, geceleyin bir bağa girmiş ve tüm mahsulü telef etmişti. Bağ sahibi, Hz. Dâvûd’a müracaat etti. Hz. Dâvûd, zararın bedeli olarak koyunların bağ sahibine verilmesine hükmetti. O sırada henüz küçük bir çocuk olan Hz. Süleyman ise, babasına daha farklı ve âdil bir çözüm teklif etti:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Hüküm böyle olmamalı. Koyunlar bağ sahibine verilsin; bağ sahibi, koyunların sütünden, yününden ve kuzularından istifade etsin. Bağ da koyunların sahibine verilsin; o da bağı eski hâline gelinceye kadar ekip biçsin. Bağ eski hâline dönünce sahibine geri verilir, koyunlar da kendi sahibine iade edilir.”
Bu cevap, her iki tarafın da hakkını gözeten, ziyanı telafi ettiren ve kimseyi mağdur etmeyen hikmet dolu bir hükümdü. Hz. Dâvûd, oğlunun bu isabetli hükmünden memnûn oldu ve Allah’ın ona lütfettiği bu fevkalâde anlayışa hamd etti. Bu hâdise, Hz. Süleyman’ın gelecekte nasıl âdil bir hükümdar olacağının ilk işaretiydi.
2. BÖLÜM: EMSALSİZ BİR MÜLKÜN DUASI
Hz. Dâvûd’un vefatının ardından Hz. Süleyman, hem peygamberlik vazifesine hem de babasının tahtına vâris oldu. O, bu büyük mesuliyetin farkındaydı. Bir gün Rabbine yöneldi ve tarihe geçecek o meşhur duasını yaptı. Bu dua, bir enaniyet veya dünya hırsı değil, Allah’ın kudretini insanlar ve cinler üzerinde tam manasıyla gösterme arzusunun bir ifadesiydi:
“Süleyman, ‘Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk (hükümranlık) ver. Şüphesiz sen çok bahşedicisin’ dedi.” (Sâd, 38/35)
Allah Teâlâ, sevgili peygamberinin bu ihlaslı duasını kabul etti. Ona, ne kendisinden önce ne de sonra kimseye nasip olmayan bir saltanat bahşetti.
Rüzgâr Emrine Verildi
Allah, rüzgârı onun emrine musahhar kıldı. Hz. Süleyman’ın (a.s.) emriyle rüzgâr, onu ve ordularını istediği yere hızla taşırdı. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık mesafeye rüzgârla hükmederdi. Bu, onun ordularının intikal kabiliyetini benzersiz kılıyordu.
“Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle dilediği yere yumuşacık akıp giderdi.” (Sâd, 38/36)
Cinler ve Şeytanlar Hizmetindeydi
Allah’ın izniyle cinler âlemi de onun kontrolü altındaydı. Sadece mü’min cinler değil, isyankâr şeytanlar bile onun emrinden çıkamazdı.
“Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytanları da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.” (Enbiyâ, 21/82)
Cinler, onun için devasa binalar, saraylar, kaleler, büyük kazanlar ve heykeller inşa ederlerdi. Rivayetlere göre, Kudüs’teki muazzam Mescid-i Aksâ’nın (Beyt-i Makdis) inşasında da cinleri çalıştırmıştı. Ayrıca, emrindeki dalgıç cinler, denizlerin derinliklerinden kıymetli inciler ve mücevherler çıkarırlardı. Bu, Allah’ın ona verdiği mülkün azametini gösteriyordu.
Hayvanatın Dilini Bilmesi
Hz. Süleyman’a (a.s.) lütfedilen en hârikulâde mucizelerden biri de, hayvanların ve kuşların lisanını (mantıku’t-tayr) anlamasıydı.
“Süleyman, Dâvûd’a mirasçı oldu ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur.'” (Neml, 27/16)
Bu, onun saltanatının sadece insanları ve cinleri değil, tabiatın diğer unsurlarını da kapsadığını gösteren cihan şümul bir mucizeydi.
3. BÖLÜM: KARINCA VADİSİ’NDEKİ MÜTEBESSİM NEBÎ
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatındaki en latif kıssalardan biri, “Karınca Vadisi”nde (Vâdi’n-Neml) yaşanmıştır. Bir gün Hz. Süleyman, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan müteşekkil muazzam ordusuyla bir sefere çıkmıştı.
“Nihayet Karınca vadisine geldikleri zaman, bir karınca şöyle dedi: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesinler.'” (Neml, 27/18)
Ordunun azametiyle ilerlerken, Hz. Süleyman’ın kulaklarına bu küçücük mahlûkun, kendi kavmini korumak için yaptığı bu endişe dolu ikazı ulaştı. Koca bir ordunun komutanı, bir karıncanın sesini duymuştu.
Bu hâdise karşısında Hz. Süleyman’ın (a.s.) tepkisi, kibir veya gurur değil, derin bir şükran ve tevazu olmuştur. O, bu küçücük mahlûkun sözlerini anlamanın ve ona verilen bu eşsiz nimetin farkındalığıyla tebessüm etti.
“(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmemi ve razı olacağın salih ameller işlememi bana ilham et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!'” (Neml, 27/19)
Bu kıssa, en büyük kudret sahibinin bile, en küçük mahlûkatın hayat hakkına nasıl hürmet göstermesi gerektiğini; asıl faziletin, kudret anında gösterilen merhamet ve şükür olduğunu bizlere öğretir.
4. BÖLÜM: HÜDHÜD KUŞU VE SEBE MELİKESİ BELKIS
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatının dönüm noktalarından biri, Sebe Melikesi Belkıs ile olan muazzam hadisedir. Bu kıssa, bir kuşun tebliğ vazifesiyle başlar.
Bir gün Hz. Süleyman, kuşlardan müteşekkil ordusunu teftiş ederken Hüdhüd kuşunun (Çavuşkuşu) yerinde olmadığını fark etti. Öfkelendi ve onun mazeretsiz yokluğunun hesabını soracağını belirtti.
“Süleyman, kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirsin, yahut onu mutlaka şiddetli bir cezaya çarptıracağım, ya da onu boğazlayacağım!'” (Neml, 27/20-21)
Çok geçmeden Hüdhüd çıka geldi ve korkusuzca, Peygamberin dahi bilmediği mühim bir haberi getirdiğini söyledi:
“Çok geçmeden Hüdhüd gelip, ‘Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana sağlam bir haber getirdim. Ben, onlara hükmeden, kendisine her şeyden verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gördüm. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm…” (Neml, 27/22-24’ten muhtasaran)
Hüdhüd’ün bu haberi, Hz. Süleyman’ın gayret-i diniyyesini harekete geçirdi. O, bir hükümdar olarak değil, bir peygamber olarak bu duruma müdahale etme kararı aldı. Hüdhüd’e, Allah’ın adıyla başlayan (Besmele) ve onları teslimiyete (İslam’a) davet eden meşhur mektubunu verdi.
Belkıs, mektubu alınca devlet erkânını topladı. Akıllı bir kadındı; istişare etti. Savaş yerine, Hz. Süleyman’ın niyetini anlamak için ona değerli hediyeler göndermeye karar verdi. Eğer o bir kralsa hediyeleri kabul edecek, yok eğer bir peygamberse kabul etmeyecekti.
Elçiler hediyelerle Hz. Süleyman’ın huzuruna vardığında, Peygamber-Kral hediyeleri hiddetle reddetti:
“(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’ın huzuruna gelince, Süleyman şöyle dedi: ‘Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hayır, hediyenizle ancak siz sevinirsiniz. Onlara dön. Andolsun, karşı koyamayacakları ordularla üzerlerine gelir, onları oradan aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız.'” (Neml, 27/36-37)
Bu cevap, Belkıs’ın karşısındakinin sıradan bir kral olmadığını anlamasını sağladı. Belkıs, teslimiyet yolunu seçerek Kudüs’e gelmeye karar verdi.
Tahtın Getirilmesi
Belkıs yola çıktığında, Hz. Süleyman, ona Allah’ın kudretini ve kendi nübüvvetinin isbatını göstermek için bir mucize daha sergilemek istedi. Yanındakilere sordu: “Onlar bana teslimiyet gösterip gelmeden önce, onun (Belkıs’ın) tahtını bana kim getirebilir?”
Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm” dedi. Fakat bu, Hz. Süleyman’a yeterince hızlı gelmedi.
“Kitaptan bilgisi olan biri, ‘Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm’ dedi. (Süleyman) tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: ‘Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, çok cömerttir.'” (Neml, 27/40)
Tefsirlerde, “kitaptan bilgisi olan” bu zatın, Allah’ın İsm-i Âzam’ını bilen âlim bir zat (bazı rivayetlerde veziri Âsaf bin Berhiyâ) olduğu belirtilir. Bu hâdise, ilmin ve manevî gücün, cinlerin maddî gücünden daha üstün ve hızlı olduğunun bir delilidir.
Belkıs’ın Teslimiyeti
Belkıs saraya geldiğinde, önce kendi tahtıyla imtihan edildi. Hz. Süleyman tahtı biraz değiştirmişti. Belkıs, tam bir hikmetle “Sanki o” diyerek hem aklını hem de diplomatik nezaketini gösterdi.
Ardından Hz. Süleyman, onu camdan yapılmış şeffaf bir köşke (saray) davet etti. Köşkün zemini o kadar parlak camdandı ki, altından sular akıyordu.
“Ona, ‘Köşke gir’ denildi. Köşkü görünce, onu (zemini) derin bir su sandı ve eteklerini topladı. Süleyman, ‘Bu, camdan yapılmış şeffaf bir zemindir’ dedi. Belkıs, ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmişim. (Artık) Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’ dedi.” (Neml, 27/44)
Gördüğü bu teknoloji harikası yapı ve Hz. Süleyman’ın hikmeti karşısında Belkıs, güneşe tapmanın bir yanılma olduğunu anladı ve orada Hz. Süleyman’ın vasıtasıyla Âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman etti.
5. BÖLÜM: BİR PEYGAMBERİN İMTİHANI VE VEFATI
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı, muazzam mülküne rağmen imtihanlardan hâlî değildi. Kur’ân-ı Kerîm, onun da bir imtihandan geçtiğini, tahtının üzerine “bir ceset bırakıldığını” ve onun sonra Rabbine yöneldiğini (tevbe ettiğini) bildirir (Sâd, 38/34). Tefsirler bu konuda çeşitli izahlar sunsa da, özü şudur: En güçlü peygamberler dahi imtihan edilir ve onların sığınağı daima Allah’tır.
Onun vefatı da, hayatı kadar ibretlidir.
Hz. Süleyman, cinleri ağır işlerde, özellikle Mescid-i Aksâ’nın inşasında çalıştırıyordu. Cinler, gaybı (geleceği ve görünmeyeni) bildiklerini iddia ediyor ve insanları bu şekilde etkilemeye çalışıyorlardı. Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ın vefatını, bu batıl inancı çürütmek için bir vesile kıldı.
Hz. Süleyman, her zamanki gibi ibadet ederken veya rivayete göre cinlerin çalışmasını teftiş ederken, asâsına (bastonu) dayanmış bir vaziyette ruhunu teslim etti. O, ayakta, asâsına dayanmış olarak vefat etmişti.
Cinler, onun öldüğünü anlamadılar. Heybetinden korktukları için, onun kendilerini izlediğini zannederek çalışmaya devam ettiler. Bu durum, rivayetlere göre uzun bir müddet sürdü.
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu (dâbbetü’l-arz) onlara gösterdi. (Süleyman’ın cesedi) yıkılınca, cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde (o ağır işte) kalmazlardı.” (Sebe’, 34/14)
Nihayet, bir ağaç kurdu, onun dayandığı asâyı içten içe kemirdi. Asâ zayıflayıp kırılınca, Hz. Süleyman’ın (a.s.) mübarek bedeni yere düştü. İşte o zaman, bütün mahlûkat ve özellikle de cinler, onun vefat ettiğini anladı.
Bu hâdise, cinlerin ve hiçbir mahlûkun gaybı bilemeyeceğinin, gaybın anahtarlarının yalnızca Allah katında olduğunun en açık isbatı oldu.
HÂTİME: KUDRET VE HİKMET MİRASI
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı; kudretin, ancak adaletle ve Allah yolunda kullanıldığında bir fazilet olduğunu gösterir. O, emsalsiz mülküne rağmen bir karıncanın hakkına riayet eden bir merhamet; bir kuşun getirdiği haberle tebliğ seferine çıkan bir davetçi; ve vefatıyla bile insanlara tevhid dersi veren bir muallimdir.
Onun mirası, saraylar veya hazineler değil, Allah’a teslimiyetin getirdiği derûnî bir hikmet ve cihan şümul bir adalettir.
Rabbimiz, onun ve bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) yolundan gitmeyi, onların hikmetlerinden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Âmin.
*********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Tarihin derinliklerinde, İsrailoğulları’nın tevhid sancağını dalgalandırdığı topraklarda, zamanla gaflet ve nisyân (unutkanlık) bulutları dolaşmaya başlamıştı. Hz. Musa’nın (a.s.) getirdiği nurlu şeriatın izleri silikleşmiş, kalpler katılaşmış ve insanlar, Yüce Yaratıcıları yerine kendi elleriyle yaptıkları cansız putlara yönelmişlerdi.
İşte böyle karanlık bir devirde, Şam civarında, bugünkü Lübnan topraklarında yer alan “Ba’lbek” şehrinde büyük bir dalâlet (sapıklık) hüküm sürüyordu. Bu şehir, adını taptıkları büyük puttan almıştı.
Ba’l Putu ve Sapan Kavim
Ba’lbek halkı, “Ba’l” adını verdikleri, rivayetlere göre altından yapılmış, heybetli bir puta tapıyordu. Şehrin kralı (İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde, İsrâiliyat’tan gelen rivayetlere göre Aczab veya Ahab olarak da zikredilir) ve onun zâlim zevcesi, bu şirk düzeninin başını çekiyordu. Halk, rızkı Allah’tan değil, bu cansız taştan bekliyor; yağmuru ondan diliyor, dertlerine ondan çare umuyordu. Allah’ın peygamberlerinin mirası unutulmuş, tevhid kalesi yıkılmıştı.
Bu zifiri karanlığın ortasına bir hidayet güneşi doğdu. Allah Teâlâ, onlara Hz. Harun’un (a.s.) soyundan gelen, sâlih, cesur ve hikmet sahibi bir kulunu, Hz. İlyâs’ı (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderdi.
Kur’ân-ı Kerîm, onun bu kutlu vazifesini şöyle tasdik eder:
“Şüphesiz İlyâs da peygamberlerdendi.”
(Sâffât, 37/123 )
Tevhid Mücadelesi Başlıyor
Hz. İlyâs (a.s.), kavminin ve bilhassa kralın karşısına büyük bir cesaretle çıktı. Onları, içinde bulundukları bu akıl almaz sapkınlıktan kurtarmak için davete başladı. Onları, yaratıcıların en güzeli olan, kâinatın tek sahibi Allah’a kulluğa çağırdı.
Bu davet, Kur’ân-ı Kerîm’de ne kadar net bir şekilde tasvir edilmektedir:
“Hani o, kavmine şöyle demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'”
(Sâffât, 37/124 )
“Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Ba’l’e mi taparsınız?”
(Sâffât, 37/125-126 )
Hz. İlyâs’ın bu sözleri, Ba’lbek şehrinin temellerini sarstı. O, sadece bir puta tapmanın yanlışlığını değil, aynı zamanda Allah’ı (c.c.) bırakıp “Ba’l” gibi âciz bir varlığa yönelmenin mantıksızlığını da ortaya koyuyordu. “Ahsenü’l-Hâlikîn” (Yaratıcıların en güzeli) olan Allah dururken, hiçbir şey yaratamayan bir puta tapmak, en büyük nankörlük ve cehaletti.
İnkâr, Kibir ve İlâhî İmtihan: Kıtlık
Ancak kalpleri mühürlenmiş olan kavmi, bu nurlu davete kulaklarını tıkadı. Şımarıklık, kibir ve atalarından gördükleri yanlışı sürdürme inadı, onların gözlerini kör etmişti.
“Onu yalanladılar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir.”
(Sâffât, 37/127 )
Onlar sadece yalanlamakla kalmadılar, Allah’ın peygamberine düşman kesildiler. Onu tehdit ettiler, davasından vazgeçirmeye çalıştılar ve hatta rivayetlere göre onu öldürmek için planlar kurdular.
Hz. İlyâs (a.s.), kavminin bu inadı karşısında, onlara bir ders vermek ve taptıkları Ba’l putunun ne kadar âciz olduğunu göstermek için Allah’a dua etti. Tefsirlerde zikredildiğine göre, Allah’tan (c.c.) göğün bereketini, yani yağmuru kesmesini niyaz etti.
Duası kabul oldu. Ba’lbek ve civarına üç yıl (rivayetlere göre) boyunca bir damla yağmur düşmedi. Nehirler kurudu, ekinler sarardı, hayvanlar telef olmaya başladı. Şiddetli bir kıtlık ve kuraklık, şehri kasıp kavurdu. Halk, o kadar zor duruma düştü ki, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç kaldılar.
Taptıkları Ba’l putu ise, bu felaket karşısında sessiz bir taştan ibaretti. Ona yalvardılar, kurbanlar kestiler, ayinler yaptılar; fakat Ba’l, onlara ne bir damla yağmur verebildi ne de karınlarını doyurabildi. Taptıkları sahte ilahın âcizliği, güneş gibi ortaya çıkmıştı.
Mucize: Yağmurun Dönüşü ve Katı Kalpler
Kavim, çaresizliğin son noktasına gelince, bu felaketin başlarına Hz. İlyâs’ın (a.s.) duası yüzünden geldiğini anladılar. Zayıf da olsa bir ümitle ona geldiler ve bu kıtlığın bitmesi için Rabbine dua etmesini istediler.
Hz. İlyâs (a.s.), onlardan Allah’a iman edeceklerine ve Ba’l’e tapmaktan vazgeçeceklerine dair söz aldı (bazı rivayetlerde, putun ve putperest kâhinlerin yok edilmesini şart koştuğu da zikredilir).
Sonra, o mübarek peygamber ellerini semâya kaldırdı. Kendisini kuraklıkla imtihan eden Rabbine, bu kez rahmetiyle tecelli etmesi için yalvardı. Duası biter bitmez, gökyüzünde bulutlar toplanmaya başladı. Bi-iznillah (Allah’ın izniyle), bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Kuruyan toprak suya kandı, nehirler yeniden aktı ve hayat normale dönmeye başladı.
İnsanlar bu büyük mucizeye şahit oldular. Allah’ın kudretini ve Hz. İlyâs’ın hak peygamber olduğunu gözleriyle gördüler.
Fakat mucizeler, kalbinde hastalık olanların ancak inadını artırır. Kavmin büyük bir çoğunluğu, özellikle de zâlim kral ve çevresi, rahata kavuşunca eski inkârlarına geri döndüler. Verdikleri sözleri unutup, tekrar Ba’l putuna tapmaya başladılar.
Dahası, bu mucizeden sonra Hz. İlyâs’a (a.s.) olan düşmanlıkları daha da arttı. Onu öldürmek için kesin emir çıkardılar.
Hz. Elyesa’nın (a.s.) Yetişmesi ve Göğe Yükseliş Rivayeti
Hz. İlyâs (a.s.), zâlimlerin şerrinden korunmak için şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Dağlara çekildi, mağaralarda saklandı. Yıllarca kavmini imana davet etmeye devam etti, ancak çok az kişi ona iman etti.
Bu iman edenlerin arasında, Allah’ın (c.c.) ileride peygamberlik vazifesi vereceği mübarek bir genç vardı: Hz. Elyesa (aleyhisselâm).
Hz. Elyesa (a.s.), Hz. İlyâs’ın (a.s.) yanından hiç ayrılmadı. Ondan tevhidin sırlarını, hikmeti ve şeriatın hükümlerini öğrendi. Hz. İlyâs (a.s.), onu bir halife, bir vâris olarak yetiştirdi.
Hz. İlyâs’ın (a.s.) hayatının nasıl sonlandığına dair Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde, onun vefat etmediği, Hz. İsa (a.s.) gibi semâya (göğe) kaldırıldığı yönünde kuvvetli rivayetler mevcuttur. Bazı rivayetlerde onun “ateşten bir ata” veya “nurdan bir bineğe” bindirilerek melekler tarafından semâya ref’ edildiği (yükseltildiği) anlatılır.
Bu rivayetlere göre Hz. İlyâs (a.s.) halen hayattadır. İslâmî kültürde, Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. İlyâs’ın (a.s.) her sene belirli vakitlerde buluştukları, Hızır’ın (a.s.) deryalarda (denizlerde), İlyâs’ın (a.s.) ise karalarda darda kalan müminlerin yardımına koştukları şeklinde yaygın bir inanış vardır. (Bu konu, tefsir ve hadislerde zikredilmekle birlikte, âlimler arasında farklı yorumlara da konu olmuştur.)
Vazifesini tamamladıktan sonra, onun yerine kavmine peygamberlik vazifesi Hz. Elyesa’ya (a.s.) verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Yankılanan “Selâm”
Hz. İlyâs (a.s.), Allah katında o kadar kıymetli bir kuldu ki, Yüce Rabbimiz, kıyamete kadar okunacak olan kitabında ona hususi bir “selâm” göndermiştir.
“Ancak Allah’ın seçkin kulları başka.
Sonradan gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.
‘İlyâs’a selâm olsun!’
İşte biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.”
(Sâffât, 37/128-132 )
Ayet-i kerimede geçen “İl-yâsîn” (Sâffât 130) ifadesi için müfessirler (tefsir âlimleri), bunun “İlyâs” kelimesinin bir başka okunuşu olduğunu veya “İlyâs’ın ailesi ve ona tâbi olan müminler” manasına geldiğini belirtmişlerdir. Her iki durumda da bu, Allah’ın o mübarek peygambere ve onun yolundan gidenlere bir ikramıdır.
Hz. İlyâs’ın (a.s.) hayatı; zorbalık karşısında tevhidden taviz vermemenin, en çaresiz anlarda bile yalnızca Allah’a sığınmanın ve putperestliğin (şirkin) her türlüsüne karşı dimdik ayakta durmanın en güzel misallerinden biridir.
Selâm olsun İlyâs’a… Selâm olsun onun yolundan giden tüm müminlere…
*********
Allah’ın Salih Kulu: Hazreti Elyesa’ (a.s.)
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen, fazilet ve rehberlikleriyle âlemlere üstün kılınan peygamberler silsilesinin mümtaz bir halkası da Hazreti Elyesa’dır (aleyhisselâm). O, İsrailoğulları’nın (Beni İsrail) Tevhid sancağını dalgalandırmak için gönderilmiş, sabrı, sadakati ve Allah’a olan derûnî bağlılığı ile tanınan seçkin bir nebidir.
Cenâb-ı Hak, onun bu seçkin makamını Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber verir:
“İsmâil’i, Elyesa’ı, Yûnus’u ve Lût’u da (hidâyete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”
(En’âm Sûresi, 6:86 )
Hazreti Elyesa’nın hayatı, kendisinden evvelki büyük peygamber Hazreti İlyas (a.s.) ile kesişir. Bu sebeple onun hikâyesi, bir peygamberin bir diğerine nasıl manevi bir miras bıraktığının da en güzel tasvirlerinden biridir.
Fırtınalı Bir Devirde Yeşeren İman
Hazreti Elyesa’nın dünyaya geldiği dönem, İsrailoğulları için manevi açıdan oldukça çalkantılı bir zamandı. Hazreti Süleyman’ın (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları’nın birliği bozulmuş, krallık bölünmüştü. Daha da vahimi, birçokları Allah’ın dininden yüz çevirmiş, putperestliğe, bilhassa “Ba’l” isimli puta tapmaya geri dönmüştü.
İşte böyle karanlık bir devirde, Tevhid meşalesini taşıyan ve putperest krallara karşı çetin bir mücadele veren Hazreti İlyas (a.s.) bulunuyordu. Hazreti İlyas, zalim kralların takibatından kaçarken, yolu mübarek bir haneye düştü.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, Hazreti İlyas (a.s.) sığındığı evde, durumu ağır olan bir gençle karşılaştı. Bu genç, Hazreti Elyesa’ idi. O vakit henüz peygamberlikle vazifeli değildi, ancak temiz bir fıtrata sahipti. Hazreti İlyas, bu hasta gence merhamet etti ve onun sıhhat bulması için Allah’a dua etti. Cenâb-ı Hak, peygamberinin duasına icabet etti ve Hazreti Elyesa’ya şifa bahşetti.
Bir Peygambere Talebe Olmak
Bu mucizevî hadise, genç Elyesa’nın hayatında bir dönüm noktası oldu. Gözlerinin önünde gerçekleşen bu ilahi lütuf, onun kalbini tamamen Allah’a ve O’nun elçisi Hazreti İlyas’a bağladı. O günden sonra Hazreti İlyas’ın (a.s.) yanından hiç ayrılmadı.
Hazreti Elyesa, büyük peygamberin “sohbet”inde pişti. Ondan Tevrat’ın hikmetlerini, Tevhid mücadelesinin inceliklerini ve bir peygamberin sahip olması gereken sabrı ve metaneti öğrendi. Hazreti İlyas (a.s.) nereye giderse, Hazreti Elyesa (a.s.) da onunla birlikte gider, onun ilim ve hikmet pınarından kana kana içerdi. O, sadece bir talebe değil, aynı zamanda en sadık dost ve yardımcı oldu.
Peygamberlik Mirası ve Çetin Vazife
İslâmî kaynaklar, Hazreti İlyas’ın (a.s.) dünyevi hayatının sonunda semâya (göğe) yükseltildiğini nakleder. Hocası ve rehberi ilahi bir emirle yanından ayrılınca, Hazreti Elyesa’ya (a.s.) büyük bir vazife tevdi edildi: Peygamberlik sancağını devralmak.
Artık İsrailoğulları’nı irşad etme, onları putperestliğin karanlığından çıkarıp Allah’ın vahyine döndürme vazifesi Hazreti Elyesa’nın (a.s.) omuzlarındaydı.
Hazreti Elyesa’nın (a.s.) peygamberliği, hocasının yolunun bir devamıydı. O da kavmini Tevrat’ın hükümlerine uymaya, sadece Allah’a kulluk etmeye ve tağutları (putları ve zalim yöneticileri) reddetmeye davet etti.
Allah’ın İzniyle Gelen Mucizeler
Cenâb-ı Hak, diğer peygamberlerini olduğu gibi Hazreti Elyesa’yı da kavminin iman etmesi için apaçık mucizelerle destekledi. Tefsir ve kısas-ı enbiyâ (peygamber kıssaları) kitaplarında onun gösterdiği birçok mucizeden bahsedilir.
Bu mucizelerin en meşhurlarından biri, Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesidir. Rivayetlere göre, kavmi ondan böyle bir delil istediğinde, Hazreti Elyesa (a.s.) dua etmiş ve Allah’ın kudretiyle vefat etmiş bir kimse yeniden hayata dönmüştür. Bu, Allah’ın sadece diriltmeye değil, aynı zamanda öldürmeye de kâdir olduğunun en büyük isbatı idi.
Bir diğer mucizesi, az olanı bereketlendirmesiydi. Kıtlık zamanında, az bir yiyeceğin onun duasıyla çoğaldığı veya bir kadının evindeki az bir zeytinyağının bereketlenerek kaplarını doldurduğu rivayet edilir.
Ayrıca, hastalıklara şifa vermesi, bilhassa cüzzam gibi çaresiz görülen dertlere Allah’ın izniyle derman olması da onun mucizeleri arasında sayılır.
Ancak İsrailoğulları’nın büyük bir kısmı, bu apaçık mucizelere rağmen inatlarında direndi. Peygamberlerine iman etmek yerine, ona karşı çıktılar, onu yalanladılar ve krallarıyla birlikte zulüm ve isyanlarına devam ettiler.
Kur’ân-ı Kerîm’de Övülen Salih Kul
Hazreti Elyesa (a.s.), kavminin bu nankörlüğüne karşı büyük bir sabır gösterdi. Hayatı boyunca Tevhid davasından bir an bile taviz vermedi. O, Allah’ın “hayırlı kimseler” (ahyâr) olarak vasıflandırdığı seçkin kullarından biriydi.
Rabbimiz, onun bu üstün ahlâkını ve seçkinliğini bir başka ayette şöyle zikreder:
“İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendi.”
(Sâd Sûresi, 38:48 )
Ayetlerde geçen “hayırlı kimseler” (el-ahyâr) tabiri, onların sadece iyi insanlar olduğunu değil, aynı zamanda Allah katında seçilmiş, arındırılmış ve en yüksek faziletlere sahip kimseler olduğunu ifade eder.
Mirası ve Hatırası
Hazreti Elyesa (a.s.), uzun bir ömür boyunca İsrailoğulları’nı irşad vazifesine devam etti. O, Hazreti İlyas’tan (a.s.) aldığı manevi mirası korudu ve kendisinden sonra gelecek peygamberlere, bilhassa Hazreti Zülkifl’e (a.s.) zemin hazırladı (Bazı müfessirler Zülkifl’in onun talebesi veya manevi varisi olduğunu belirtir).
Onun hayatı bizlere, hocaya (mürşide) sadakatin, ilim ve hikmet yolunda sabretmenin ve en zor şartlar altında bile Allah’ın davasından vazgeçmemenin ne kadar ulvi bir fazilet olduğunu öğretir.
Hazreti Elyesa (a.s.), Allah’ın hidayete erdirdiği, âlemlere üstün kıldığı ve en hayırlılardan eylediği bir peygamber olarak, iman edenler için bir rehber ve örnek olmaya devam etmektedir. Allah’ın selâmı onun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
***********
Bismillahirrahmânirrahîm.
Kısas-ı Enbiyâ: Sabır, Tevbe ve Teslimiyetin Timsali Hz. Yunus (a.s)
1. Vazife Yeri: Ninova ve İsyankâr Kavim
Asur İmparatorluğu’nun mühim merkezlerinden biri olan Ninova şehri, Dicle nehrinin kenarında kurulmuş büyük ve kalabalık bir beldeydi. Ancak bu büyüklük, manevi bir çöküşle birlikte anılıyordu. Ninova halkı, Allah Teâlâ’ya şirk koşuyor, putlara tapıyor ve zulüm içinde bir hayat sürüyordu.
İşte böyle bir zamanda, Allah (c.c.), rahmetinin bir tecellisi olarak onlara kendi içlerinden bir peygamber, Hz. Yunus bin Mettâ’yı (Aleyhisselam) gönderdi. Hz. Yunus’un vazifesi netti: Kavmini tevhide davet etmek, putları terk etmelerini sağlamak ve yaklaşan ilahi azaba karşı onları ikaz (inzar) etmek.
Hz. Yunus, büyük bir gayret ve sabırla tebliğ vazifesine başladı. Gece gündüz demeden onlara Allah’ın birliğini, kudretini ve ahiret gününü anlattı. Fakat kavminin kalpleri katılaşmıştı. Onu yalanladılar, alay ettiler ve davetine icabet etmediler. Rivayetlere göre bu tebliğ süreci uzun yıllar devam etti.
2. Peygamberin Öfkesi ve Kavminden Ayrılışı
Kavminin bu inadı ve isyanı karşısında, Hz. Yunus (a.s.) beşerî bir hissiyatla, onlar adına üzüntü ve öfke duydu. Artık ıslah olmayacaklarına kanaat getirerek, onlara yakında (bazı rivayetlerde üç gün veya kırk gün sonra) bir azabın geleceğini haber verdi.
Ancak Hz. Yunus, tebliğ vazifesini tamamladığını düşünerek ve kavmine duyduğu kızgınlığın da tesiriyle, Allah Teâlâ’dan izn-i İlahî gelmeden Ninova’dan ayrılmaya karar verdi. Bu, bir peygamberin sabır imtihanındaki ince bir noktaydı. O, Rabbi’nin kendisini sıkıştırmayacağını, bu kararından dolayı bir mesuliyet yüklemeyeceğini zannetmişti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu derûnî hâleti şöyle tasvir eder:
“Zünnûn’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: «Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!» diye niyaz etti. .”
(Enbiyâ Sûresi, 21:87)
3. Yüklü Gemi ve Çekilen Kur’a
Hz. Yunus (a.s.), Ninova’yı terk edip bir sahil kenarına geldi ve denizi geçmek için bekleyen, tam da hareket etmek üzere olan yüklü bir gemiye bindi. Gemi denize açıldıktan kısa bir süre sonra, tabiatın dengesi değişti. Şiddetli bir fırtına koptu, dev dalgalar gemiyi alabora etmek üzereydi.
Gemiciler ve yolcular büyük bir paniğe kapıldı. O devrin itikadına göre, böyle bir fırtına, ancak gemide bulunan bir âsi, bir suçlu veya efendisinden kaçan bir köle yüzünden çıkardı. Geminin yükünü hafifletmek fayda vermeyince, aralarındaki o “suçluyu” bulup denize atmak için kur’a çekmeye karar verdiler.
Kur’a çekildi ve ok, geminin en salih ve en sakin görünen yolcusuna, Hz. Yunus’a (a.s.) isabet etti. Buna ihtimal veremediler, “Bu zâtın yüzünde kötülük alameti yok” diyerek kur’ayı tekrarladılar. İkinci ve üçüncü çekilişlerde de kur’a hep Hz. Yunus’u gösterdi.
Hz. Yunus (a.s.) artık anlamıştı. Bu fırtına, bu kur’a, tesadüf değildi; Rabbinden izinsiz ayrılışının bir neticesiydi. O, “Aradığınız kaçkın köle benim. Rabbimden izinsiz ayrıldım,” diyerek teslimiyet gösterdi.
Kur’ân-ı Kerîm bu hadiseyi şöyle zikreder:
“Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.”
(Sâffât Sûresi, 37:140)
“Gemidekilerle kur‘a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.”
(Sâffât Sûresi, 37:141)
O, Rabbine karşı işlediği (peygamber makamına yakışmayan) zelleden (hatadan) dolayı “kaybedenlerden” olmuş ve denize atılmıştı.
4. “Hût” (Büyük Balık) ve Üç Karanlık
Hz. Yunus denize atılır atılmaz, Allah Teâlâ’nın emriyle “Hût” olarak bilinen dev bir balık (Nûn) onu yakaladı. Balığa, peygamberini yememesi, ona zarar vermemesi, sadece bir müddet misafir etmesi emredilmişti.
“Yûnus, (gemiden atılınca) kınanacak bir iş yapmıştı. Bunun üzerine onu bir balık yuttu.”
(Sâffât Sûresi, 37:142)
Hz. Yunus (a.s.), kendini üç katlı bir karanlığın içinde buldu: Gecenin karanlığı, denizin derinliklerinin karanlığı ve balığın karnının karanlığı.
Bu, onun için zahiri bir hapis olduğu kadar, derûnî bir muhasebe ve arınma mekanıydı. Ene ve enaniyetin, beşerî sabırsızlığın ve öfkenin terk edildiği bir makamdı. Orada, nefsinden ve dünyadan tamamen kesilip, sebepleri ortadan kaldıran ve sadece Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’a (c.c.) yöneldi.
5. Tesbih-i Yunusiyye: Kurtuluş Duası
İşte bu mutlak acziyet ve ümitsizlik anında, Hz. Yunus’un (a.s.) dilinden o meşhur ve tesirli tesbihat döküldü:
“Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn.”
(Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.)
Bu dua, bir itiraftı; nefsine zulmettiğinin, sabırsızlık göstererek peygamberlik makamının gerektirdiği tam teslimiyeti gösteremediğinin itirafı. Bu dua, bir tevhiddi; o karanlıklarda kendisini ancak Allah’ın kurtarabileceğinin ikrarı. Ve bu dua, bir tesbihti; Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih etmekti.
Bu samimi nidâ, semanın kapılarını açtı ve icabet gecikmedi:
“Bunun üzerine onun duasına cevap verdik ve onu kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.”
(Enbiyâ Sûresi, 21:88)
Bu ayet, bu duanın sadece Hz. Yunus’a mahsus olmadığını, aynı samimiyet ve teslimiyetle yapılan duaların “mü’minler” için de bir kurtuluş vesilesi olduğunu müjdeler.
6. Sahile Çıkış ve “Yaktîn” Bitkisi
Allah Teâlâ’nın emriyle balık, Hz. Yunus’u (a.s.) hasta ve bitkin bir halde, “çıplak bir alana” (sahile) attı. Balığın karnındaki asitli ortam, onu bir kuş yavrusu gibi zayıf ve hassas bırakmıştı.
“Hâlsiz bir hâlde iken kendisini çıplak bir alana (sahile) attık.”
(Sâffât Sûresi, 37:145)
Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı. Rahmet-i İlahi, onun imdadına yetişti. Hemen yanı başında, “Yaktîn” denilen (geniş yapraklı kabak veya benzeri bir asma) bir bitki bitirildi. Bu bitki, Hz. Yunus’u (a.s.) hem yakıcı güneşten koruyan bir gölgelik oldu, hem de (tefsirlere göre) yaprakları ve meyvesiyle ona gıda ve şifa vesilesi kılındı.
“Üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir bitki bitirdik.”
(Sâffât Sûresi, 37:146)
7. Ninova Halkının Toplu Tevbesi (Bir İstisna)
Peki, Hz. Yunus (a.s.) balığın karnındayken, Ninova’da neler olmuştu?
Hz. Yunus’un haber verdiği azabın alametleri, o ayrıldıktan sonra Ninova semalarında belirmeye başladı. Gökyüzü karardı, etrafı korkunç bir duman kapladı ve azabın yaklaştığını anladılar. O anda, Hz. Yunus’un (a.s.) haklı olduğunu, onun gerçek bir peygamber olduğunu idrak ettiler.
Büyük bir pişmanlık ve korkuyla sarsıldılar. Tefsirlerde tasvir edildiğine göre, kralları başta olmak üzere, bütün halk (hayvanlarını dahi yanlarına alarak, yavruları annelerinden ayırarak) sahraya çıktılar. Üzerlerindeki süslü elbiseleri çıkarıp çullara büründüler. Topluca feryat ederek, gözyaşları içinde Allah’a (c.c.) yalvarmaya, tevbe ve istiğfar etmeye başladılar.
Bu, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen eşsiz bir hadisedir. Azap gelip çattıktan sonra iman etmek (Firavun’un imanı gibi) fayda vermezken, Ninova halkının bu samimi ve toplu tevbesi kabul edildi.
“Yûnus’un kavminden başka, (azabı gördükten sonra) iman edip de imanı kendisine fayda veren hiçbir memleket halkı yoktur. Onlar iman ettiklerinde, dünya hayatında onlardan zillet azabını kaldırmış ve kendilerini bir süre daha (nimetlerimizden) faydalandırmıştık.”
(Yûnus Sûresi, 10:98)
Allah (c.c.), üzerlerindeki azabı kaldırdı ve onlara bir müddet daha hayat bahşetti.
8. Dönüş ve Büyük Buluşma
Hz. Yunus (a.s.) sahilde sıhhat bulup kendine gelince, Allah Teâlâ ona tekrar vazifesinin başına, kavmine dönmesini emretti. O, kavminin helak edildiğini düşünerek Ninova’ya doğru yola çıktı.
Ancak şehre yaklaştığında gördüğü manzara şaşırtıcıydı. Yıkım ve felaket yerine, hayatın devam ettiğini gördü. Şehre girdiğinde ise, kendisini yalanlayan o isyankâr kavmin, şimdi topluca iman etmiş ve Allah’a ibadet eder halde olduğunu gördü.
Rabbi, ona “yüz bin veya daha fazla” kişiden oluşan bir ümmeti yeniden bahşetmişti.
“Onu, yüz bin veya daha fazla kişiye peygamber olarak gönderdik.”
(Sâffât Sûresi, 37:147)
“Sonunda ona iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.”
(Sâffât Sûresi, 37:148)
Böylece Hz. Yunus (a.s.), tebliğinin neticesini görmüş, kavmiyle birlikte iman üzere bir hayat sürmüştür.
Kıssadan Hisseler ve Hikmetler
Hz. Yunus’un (a.s.) bu muazzam kıssası, sadece bir peygamberin başından geçen tarihi bir hadise değil, aynı zamanda her mü’min için cihan şümul dersler ihtiva eden bir hikmet mektebidir:
• Sabır ve Teslimiyet: Tebliğ ve hizmet yolunda karşılaşılan zorluklar ne olursa olsun, bir mü’min sabretmeli ve Allah’ın izni ve emri dairesinden ayrılmamalıdır. Beşerî hisler (öfke, acelecilik, enaniyet) imtihanın bir parçasıdır.
• Tevbenin Gücü: Hz. Yunus’un (a.s.) hatasını (zellesini) anlar anlamaz yaptığı samimi tevbe, onun kurtuluşunun anahtarı olmuştur. Aynı şekilde, Ninova halkının toplu ve samimi tevbesi, kaçınılmaz bir azabı geri çevirmiştir.
• Tesbih-i Yunusiyye’nin Sırrı: Bu mübarek dua, en karanlık, en ümitsiz anlarda bile sebepleri değil, doğrudan Allah’ı (c.c.) yardıma çağırmanın formülüdür. Bu tesbih, mü’minler için “kederden kurtuluş” müjdesidir.
• Derûnî Muhasebe: Balığın karnı, Hz. Yunus (a.s.) için dünyadan ve nefsinden (ene) sıyrıldığı bir “halvet” ve tefekkür mekânı olmuştur. Bazen en büyük musibetler, en büyük manevi fetihlerin mukaddimesidir.
• Risale-i Nur’da Hz. Yunus Kıssası: Bilhassa Risale-i Nur Külliyatı gibi eserlerde bu kıssa, derin bir tefekkür vesilesi olarak ele alınır. Hz. Yunus’un (a.s.) vaziyeti, dünyanın fırtınaları içinde boğuşan, nefs-i emmaresinin (balık) ve gafletin (gece ve deniz) karanlıklarında kaybolan modern insanın vaziyetine bir temsildir. Kurtuluş reçetesi ise, aynı onun gibi “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” diyerek, tam bir acziyetle Allah’a sığınmaktır.
Cenâb-ı Hak, bizleri Hz. Yunus Aleyhisselam’ın teslimiyetinden, sabrından ve samimi tevbesinden hisseler almayı nasip eylesin. Amin.
***********
Kudüs’ün kalbinde, Süleyman (a.s.) Mabedi’nin (Beytü’l-Makdis) kutsal duvarları arasında, kendini Allah’a adamış, gecesi ve gündüzü ibadetle geçen bir peygamber vardı: Hz. Zekeriyyâ (a.s.). O, Hz. Dâvûd (a.s.) soyundan gelen, İmrân ailesiyle akraba, İsrailoğullarına doğru yolu gösteren sâlih bir kul, bir rehberdi.
Hz. Zekeriyyâ’nın hayatı, sabrın, duanın ve imkânsız görünen anlarda bile Allah’ın rahmetinden ümit kesmemenin en güzel kıssalarından biridir.
Birinci Bölüm: Kutsal Emanet ve Mihrabdaki Keramet (Hz. Meryem’in Kefâleti)
Her şey, Beytü’l-Makdis’e adanmış küçük bir kız çocuğuyla başladı. Bu çocuk, Hz. Zekeriyyâ’nın hanımının akrabası olan Hanne’nin kızı Meryem’di. Hanne, hamileyken karnındakini Allah’a adamıştı. Doğum yaptığında, bu adağını yerine getirmek için kızı Meryem’i Mescid’in hizmetine verdi.
Mescid’deki âlimler ve rehberler, bu mübarek kız çocuğunun bakımını (kefâletini) kimin üstleneceği konusunda aralarında anlaştılar; kura çekilecekti. Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiğine göre, kalemlerini nehre attılar ve kura, Meryem’in eniştesi olan Hz. Zekeriyyâ’ya çıktı. Bu, ilâhî bir tercihti.
Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem için Mescid’de yüksekçe, hususi bir bölüm (mihrâb) tahsis etti. Onu gözü gibi koruyor, ilim ve hikmetle yetiştiriyordu. Fakat bu süreçte, ilâhî kudretin akıllara durgunluk veren bir tecellisine şahit oldu. Ne zaman Hz. Meryem’in bulunduğu odaya girse, yanında, o mevsimde Kudüs’te bulunması mümkün olmayan, taze ve harikulâde yiyecekler (rızıklar) buluyordu.
Bir gün hayretle sordu: “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?”
Hz. Meryem’in cevabı, derûnî bir teslimiyetin ifadesiydi: “Bu, Allah katındandır.”
Cenâb-ı Hak, bu hâdiseyi Âl-i İmrân Sûresi’nde şöyle haber verir :
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya, onun bulunduğu bölmeye (mihrâb) her girdiğinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir’ derdi.” (Âl-i İmrân, 3:37)
İkinci Bölüm: İhtiyarlığın Sessizliğinde Yükselen Dua
Bu keramet, Hz. Zekeriyyâ’nın kalbinde yıllardır sakladığı bir arzuyu yeniden alevlendirdi. Kendisi artık çok yaşlanmıştı (pir-i fâni olmuştu). Saçları ağarmış, kemikleri zayıflamıştı. Hanımı (zevcesi) ise gençliğinden beri kısırdı (âkır idi). Zahirî şartlara (dış sebeplere) bakıldığında, bir evlat sahibi olmaları imkânsız görünüyordu.
Fakat Hz. Zekeriyyâ, mevsimi dışında Meryem’e rızık gönderen Allah’ın (c.c.), “ihtiyarlık mevsimi” dışında kendisine de bir “hayat meyvesi” (evlat) verebileceğini derinden hissetti.
Onun endişesi, sadece neslinin devam etmesi değildi. O, kendisinden sonra İsrailoğulları arasındaki manevî mirasın, peygamberlik davasının sahipsiz kalmasından, akrabalarının (mevâlî) yoldan sapmasından endişe ediyordu. Bu yüzden, hem kendisine hem de Yâkub (a.s.) hanedanına manevî bir mirasçı olacak, Allah’ın razı olacağı sâlih bir evlat (veli) niyaz etti.
O gece, mihrabda, Rabbine gizli bir nida (sesleniş) ile yalvardı. Meryem Sûresi, bu içli duayı şöyle tasvir eder :
“4 – O, şöyle demişti: ‘Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç bedbaht olmadım.’
5 – ‘Gerçek şu ki ben, benden sonraki akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. Eşim de kısırdır. Artık katından bana bir dost (nesil) ver.’
6 – ‘Ki o, bana da mirasçı olsun, Yakup ailesine de mirasçı olsun. Rabbim! Onu, rızana lâyık kıl.'” (Meryem, 19:4-6)
Ve Âl-i İmrân Sûresi’nde de şöyle buyrulur :
“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin’ dedi.” (Âl-i İmrân, 3:38)
Üçüncü Bölüm: Müjde ve İlâhî İşaret (Hz. Yahya)
Hz. Zekeriyyâ (a.s.), tam da mihrabda durmuş namaz kılarken, o derûnî yakarışının cevabı melekler vasıtasıyla geldi. Allah’ın kudreti, sebepleri bir kez daha aradan kaldırıyordu.:
“Zekeriyya mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: ‘Allah, sana, Allah’tan bir kelimeyi (İsa’yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.'” (Âl-i İmrân, 3:39)
Bu, akıl almaz bir müjdeydi. Müjdelenen evladın sadece adı verilmiyor (Yahya), aynı zamanda onun hususiyetleri de sayılıyordu:
• Musaddık (Doğrulayıcı): Allah’tan bir “Kelime” olan Hz. İsa’yı tasdik edecekti.
• Seyyid (Efendi): Kavmi içinde manevî bir önder, bir efendi olacaktı.
• Hasûr (Nefsine Hâkim): İffet timsali, nefsanî arzulardan kendini koruyan biri olacaktı.
• Nebî (Peygamber): Sâlihlerden seçilmiş bir peygamber olacaktı.
Hz. Zekeriyyâ, bu müjde karşısında hem büyük bir sevinç hem de bir hayret yaşadı. Bu, bir şüphe değil, kudretin tecellisini anlamak ve kalbinin tam bir itmi’nana (tatmin) kavuşması için bir sualdi.:
“Zekeriyya, ‘Rabbim! Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?’ dedi. Allah, ‘Öyledir, Allah dilediğini yapar’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3:40)
Cenâb-ı Hak, Meryem Sûresi’nde bu durumu şöyle pekiştirir :
“(Allah), ‘Rabbin böyle buyurdu: Bu, bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım’ dedi.” (Meryem, 19:9)
Bu muazzam hâdise karşısında kalbi coşan Hz. Zekeriyyâ, bu müjdenin bir isbatı olarak Rabbinden bir “âyet” (işaret) istedi. Allah Teâlâ, ona hem dünyevî hem de manevî bir işaret bahşetti.:
“Zekeriyya, ‘Rabbim! Öyleyse bana bir işaret ver’ dedi. Allah da, ‘Senin işaretin, sapasağlam olduğun hâlde üç gün (Meryem sûresinde “üç gece”) insanlarla konuşamamandır. Rabbini çokça an ve sabah akşam tespih et’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3:41)
İşaret başlamıştı. Hz. Zekeriyyâ, sağlığı yerinde olduğu halde, insanlarla konuşma kabiliyetini kaybetti. Dili, sadece Allah’ı zikretmek ve O’nu tespih etmek için çalışıyordu. Mescid’den kavminin yanına çıktığında, onlarla ancak işaret yoluyla (remz) anlaştı ve onlara sabah akşam Allah’ı tespih etmelerini vasiyet etti. (Bkz. Meryem, 19:11)
Bu üç günlük sessizlik, büyük müjdenin vuku bulacağına dair ilâhî bir mühürdü.
Dördüncü Bölüm: Mirasçı ve Şehadet
Ve vaat edilen gün geldi. Allah’ın “Ol” emriyle, o kısır rahimden ve o ihtiyar bedenden, mucizevî bir hayat filizlendi. Hz. Yahya (a.s.) dünyaya geldi. O, babasının mirasını, yani hikmet ve peygamberlik davasını devralacaktı. Cenâb-ı Hak, ona daha çocuk yaşta hikmet (ilim ve anlayış) verdi. (Bkz. Meryem, 19:12)
Hz. Zekeriyyâ’nın duası kabul olmuş, Beytü’l-Makdis’in manevî rehberliği emin ellere teslim edilmişti.
Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) hayatının sonu hakkında Kur’an-ı Kerim’de tafsilatlı malumat bulunmamaktadır. Ancak İslam tarihi kaynaklarında ve bazı tefsirlerde zikredilen rivayetlere göre, onun sonu da oğlu Hz. Yahya (a.s.) gibi şehadetle neticelenmiştir.
Bu rivayetlere göre, Hz. Yahya (a.s.), o dönemin zalim ve ahlâksız hükümdarının (Herod) gayr-i meşru bir evlilik isteğine karşı çıktığı için vahşice şehit edilmişti. Bu zulümden sonra, zalimler Hz. Zekeriyyâ’nın da peşine düştüler.
Kaçmakta olan Hz. Zekeriyyâ (a.s.), rivayete göre bir ağacın yanına geldiğinde, ağaç Allah’ın izniyle yarılmış ve Hz. Zekeriyyâ onun kovuğuna sığınmıştır. Ancak İblis, onun yerini askerlere göstermiş ve cübbesinden bir parçayı dışarıda bırakarak bir iz oluşturmuştur. Zalimler, peygamberin ağacın içinde olduğuna inanarak, o mübarek ağacı testereyle kesmişler ve Hz. Zekeriyyâ da bu esnada ruhunu Allah’a teslim ederek şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Netice: Sabır ve Ümit Peygamberi
Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) hayatı, bizlere şu cihan şümul hakikatleri öğretir:
• Duanın Gücü: Sebepler ne kadar imkânsız görünürse görünsün, “sebeplerin Müsebbibi” olan Allah’tan (c.c.) istemekten asla vazgeçilmemelidir.
• Allah’ın Kudreti: O, dilediğine hesapsız rızık verir; kurudan yaşı, ölüden diriyi çıkarır. İhtiyarlıktan ve kısırlıktan hayat bahşeder.
• Sâlih Evlat Niyazı: Bir mümin için en kıymetli miras, dünyalık mal mülk değil, Allah’ın davasını sürdürecek, O’nun rızasına lâyık sâlih bir nesildir.
• Teslimiyet: Allah’tan gelen müjdeye karşı “Bu nasıl olur?” demek, şüphe değil; kudretin azametini idrak ve kalbin itmi’nan bulması içindir.
• Sabır ve Şehadet: Peygamberlerin yolu, çile, sabır ve gerektiğinde hak uğruna canını feda etme yoludur.
Hz. Zekeriyyâ, mihrabda bir dua, sabırda bir timsal ve şehadette bir şeref nişanı olarak müminlerin kalbinde hayatını sürdürmektedir. Allah’ın selamı onun üzerine olsun.
**********
Bir Peygamberin Duası ve Mucizevî Müjde: Hz. Yahyâ (a.s.)
Her şey, Kudüs’teki büyük mâbedin (Beytü’l-Makdis) sessiz bir köşesinde, huşû içinde Rabbine yönelen salih bir peygamberin derûnî yakarışıyla başladı. Bu mübarek zat, İmrân ailesinden gelen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) idi.
Yıllar geçmiş, Hz. Zekeriyyâ’nın yaşı kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüştü. Eşi Îşâ (Elisabeth) da yaşlanmıştı ve en büyük imtihanları, bir evlat hasretiydi. Îşâ, kısır (âkır) olarak biliniyordu ve zahirî sebeplere bakıldığında bir çocuk sahibi olmaları mümkün görünmüyordu.
Fakat Hz. Zekeriyyâ, Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmeyen bir peygamberdi. Bir gün, mâbedde Hz. Meryem’in yanında, ona Allah katından gelen mevsimsiz rızıkları gördü. Bu harikulâde hadise, onun kalbindeki ümidi daha da alevlendirdi. Hz. Meryem’e bu rızıkları verenin, kendisine de salih bir evlat verebileceğine olan imanı tamdı.
Ellerini açtı ve Rabbine şöyle yalvardı. Kur’ân-ı Kerîm, bu dokunaklı duayı bize şöyle nakleder:
“Orada Zekeriyyâ, rabbine dua etti: «Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin» dedi.” (Âl-i İmrân, 3:38)
Bu, sadece bir evlat isteği değil, aynı zamanda peygamberlik davasını sürdürecek, Allah’ın dinine hizmet edecek “temiz bir nesil” talebiydi.
Cenâb-ı Hakk, peygamberinin bu ihlaslı yakarışına icabet etmekte gecikmedi. Hz. Zekeriyyâ mâbedde (mihrap) namaz kılarken, melekler ona seslendi. Bu, dünyayı değiştirecek bir müjdeydi:
“Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: «Allah, sana; Allah’tan bir kelimeyi (Îsâ’yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler».” (Âl-i İmrân, 3:39)
Hz. Zekeriyyâ, bu müjde karşısında hem büyük bir sevinç hem de bir hayret yaşadı. “Rabbim,” dedi, “Bana ihtiyarlık gelip çatmışken ve eşim de kısırken, benim nasıl oğlum olabilir?” Bu, Allah’ın kudretinden bir şüphe değil, bu mucizenin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayretti.
Cenâb-ı Hakk, O’nun sonsuz kudretini hatırlattı: “Öyledir, Allah dilediğini yapar.”
Hz. Zekeriyyâ, kalbinin tam mutmain olması için bir alâmet (işaret) istedi. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“Zekeriyyâ, «Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver» dedi. Allah da şöyle dedi: «Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et».” (Âl-i İmrân, 3:41)
Ve mucize gerçekleşti. Hz. Zekeriyyâ, hiçbir hastalığı olmaksızın üç gün boyunca insanlarla konuşamadı, ancak işaret yoluyla anlaştı. Bu süre zarfında dilini sadece Allah’ı zikretmek ve O’nu tesbih etmek için kullanabildi. Bu, duanın kabulünün ve mucizenin başlangıcının sessiz ama kudretli bir isbatıydı.
Hikmetle Dolu Bir Çocukluk
Nihayet, Allah’ın vaadi yerine geldi. İhtiyar peygamber Hz. Zekeriyyâ ile vefalı eşi Hz. Îşâ’nın hanesine bir güneş gibi doğdu Hz. Yahyâ. Cenâb-ı Hakk, ona bizzat “Yahyâ” ismini vermişti; bu isim “yaşayan, hayat bulan” manasına geliyordu ve daha önce kimseye verilmemişti.
Hz. Yahyâ, sıradan bir çocuk gibi büyümedi. O, daha ilk günlerinden itibaren farklıydı. Diğer çocuklar oyun peşinde koşarken, o derin düşüncelere dalar, vaktini tefekkür ve ibadetle geçirirdi. Allah Teâlâ, ona çok erken yaşta bir lütufta bulundu. Kur’ân-ı Kerîm bu durumu şöyle tasvir eder:
“«Ey Yahyâ! Kitab’a (Tevrat’a) vargücünle sarıl» (dedik) ve henüz çocuk iken ona hikmeti verdik.” (Meryem, 19:12)
Ona “hikmet” verilmişti. Yani, Allah’ın kitabını (Tevrat’ı) anlama, meselelerin derûnî manalarına vakıf olma ve doğru ile yanlışı ayırabilme kabiliyeti bahşedilmişti. O, Tevrat’ın hükümlerine sadece uymakla kalmadı, ona “vargücüyle sarıldı.” Bu, onun Allah’ın emirlerine olan bağlılığının ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyordu.
Eşsiz Bir Ahlâk ve Peygamberlik Görevi
Hz. Yahyâ büyüdükçe, ahlâkı ve faziletleri daha da parladı. O, Allah’ın özel olarak terbiye ettiği, saf ve temiz bir kuldu. Allah Teâlâ, onun üstün vasıflarını şöyle devam ettirir:
“Tarafımızdan ona bir kalp yumuşaklığı (Hanân) ve bir temizlik (Zekât) (de verdik). O, Allah’tan sakınan, takvâ sahibi biri idi.” (Meryem, 19:13)
“Ana babasına çok iyi davranırdı. Âsi ve isyankâr bir zorba değildi.” (Meryem, 19:14)
Hz. Yahyâ, “Hanân” sahibiydi; yani derin bir şefkat, merhamet ve kalp yumuşaklığına sahipti. Sadece insanlara değil, bütün mahlûkata karşı merhametliydi. Tefsirlerde, onun tabiat içinde vakit geçirdiği, vahşi hayvanlarla bile dost olduğu, gözyaşlarının yanaklarında iz bıraktığı derecede çok ağlayan, hassas bir peygamber olduğu rivayet edilir.
Aynı zamanda “Zekât” sahibiydi; yani günahtan, kibirden, kötülükten arınmış, tertemiz bir fıtratı vardı.
Ve en mühim vasıflarından biri, anne ve babasına olan eşsiz hürmetiydi. Kendisi bir mucize olarak dünyaya gelmiş bir peygamber olmasına rağmen, ihtiyar anne ve babasına karşı “öf” bile dememiş, onlara karşı daima itaatkâr ve şefkatli olmuştu.
Hz. Yahyâ’nın bir diğer önemli görevi, Âl-i İmrân Suresi’nde belirtildiği gibi, “Allah’tan bir kelimeyi (Hz. İsa’yı) tasdik edici” olmasıydı. Hz. Yahyâ ile Hz. İsa (a.s.) teyze çocuklarıydılar (Anneleri Îşâ ve Meryem kardeştiler). Hz. Yahyâ, Hz. İsa’dan birkaç ay önce doğmuş ve onun peygamberliğini ilk tasdik eden, O’na inanan ve halkı O’na inanmaya davet eden kişi olmuştur. O, Hz. İsa’nın kutlu vazifesinin hazırlayıcısı ve en büyük destekçisiydi.
O, Âl-i İmrân Suresi’nde zikredildiği gibi “Hasûr” idi; yani nefsine son derece hâkim, kendini Allah’a adamış, dünyevî zevklere ve haramlara karşı tam bir iffet ve korunmuşluk içindeydi. Zühd (dünyaya rağbet etmeme) hayatının esasıydı. Kaba kumaşlardan elbiseler giyer, arpa ekmeği yer, vaktinin çoğunu ibadetle ve insanları irşad ile geçirirdi.
Hakkı Söylemekten Çekinmeyen Cesur Peygamber
Hz. Yahyâ’nın yaşadığı dönem, Benî İsrâil’in hem ahlâkî hem de dinî açıdan büyük bir bozulma yaşadığı bir zamandı. Hükümdarlar ve idareciler, zâlim ve keyfî hareket ediyor, Allah’ın hükümlerini çiğniyorlardı.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarının aktardığına göre, o devrin zâlim kralı (Tarihî kaynaklarda Herod Antipas olarak geçer), Tevrat’ın hükümlerine aykırı, gayr-i meşrû bir evlilik yapmak istedi. Bu evlilik, kendi kardeşinin kızı (veya başka bir rivayette kardeşinin hanımı) ile olacaktı ki, bu, Tevrat’a göre kesinlikle haramdı.
Ancak kral, bu arzusunu meşrulaştırmak için halkın sevdiği ve saydığı peygamber olan Hz. Yahyâ’dan bir fetva, bir onay almak istedi. Onu sarayına davet etti, ona makam ve mevki teklif etti, belki de tehdit etti.
Hz. Yahyâ (a.s.), sarayın debdebesinden veya kralın gazabından zerre kadar korkmadı. O, sadece Allah’tan korkardı. Kralın yüzüne karşı, Hakk’ı gür bir sesle haykırdı: “Bu izdivaç sana helâl değildir! Allah’ın hükmüne aykırıdır!”
Bu cevap, kralı ve o gayr-i meşrû evliliği arzulayan kadını öfkelendirdi. Hz. Yahyâ’nın bu tavizsiz duruşu, onun sonunu hazırladı.
Hakk Yolunda Bir Şehâdet
Zâlim kral, nefsine ve şeytanın fısıltılarına uyarak, o zâlim kadının da kışkırtmasıyla tarihin en acı verici emirlerinden birini verdi. Allah’ın peygamberi Hz. Yahyâ’nın (a.s.) yakalanmasını ve katledilmesini emretti.
Rivayetlere göre, askerler Hz. Yahyâ’yı mâbedde ibadet ederken buldular. Oracıkta, Allah’a secde ettiği o mübarek mekânda, onu şehit ettiler.
Tefsirlerde geçen meşhur ve ibretlik bir rivayete göre, Hz. Yahyâ’nın (a.s.) mübarek başı kesildikten sonra bile, o kesik baş, kralın önündeki tepside Hakk’ı haykırmaya devam etmiş ve “O kadın sana helâl değildir!” demiştir. Bu, Hakk’ı söylemenin ve bu yolda şehit olmanın ne kadar ulvî bir mertebe olduğunu gösteren tüyler ürpertici bir tasvirdir.
Üç Günde Gelen İlâhî Selâm
Hz. Yahyâ (a.s.), kısa ama hikmet dolu bir hayat sürdü. O, iffetin, zühdün, anne-babaya itaatin, hikmetin ve en mühimi de Hakk uğruna canını feda etmenin sembolü oldu.
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de çok az peygambere nasip olan bir şerefi ona bahşetmiştir. Bizzat Allah (c.c.), sevgili kulu ve peygamberi Yahyâ’ya “Selâm” etmiştir. Bir insanın hayatındaki en zorlu ve en kritik üç an, Allah’ın teminatı altına alınmıştır:
“Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selâm olsun!” (Meryem, 19:15)
Allah’ın selâmı üzerine olan Hz. Yahyâ’nın hayatı, bizlere ve özellikle gençlere şu dersi verir: Dünyevî makamlar, güçler veya tehditler ne olursa olsun, Allah’ın hükmünü söylemekten asla çekinmemek gerekir. Gerçek fazilet, Allah’ın kitabına “vargücüyle sarılmak” ve O’nun yolunda şehit olabilmeyi göze almaktır.
*********
Hz. İsa’nın (Aleyhisselâm) Mübarek Hayatı: Kur’an, Tefsir ve İslam Tarihi Işığında
Bölüm 1: Mübarek Bir Aile ve Bir Adak
Her şey, Kudüs’te, Benî İsrail’in (İsrailoğulları) en saygıdeğer ailelerinden biri olan “Âl-i İmrân” yani İmrân ailesinde başladı. İmrân, salih bir zattı ve hanımı Hanne de o derece mübarek bir kadındı. Hanne validemiz, uzun müddet bir evlat hasreti çekmişti. Gönlü, Allah’a (Celle Celâlühü) hizmet edecek hayırlı bir evlat arzusuyla doluydu.
Bir gün, bütün samimiyetiyle Rabbine yöneldi ve derûnî bir ahitte bulundu. Kur’an-ı Kerim, onun bu samimi duasını bize şöyle haber verir:
“Hani, İmrân’ın karısı, ‘Rabbim! Karnımdakini (çocuğumu) sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ demişti.” (Âl-i İmrân, 35 )
Hanne validemiz, doğacak çocuğunun bir erkek olacağını ve onu Beytü’l-Makdis’e (Mescid-i Aksa) hizmetkâr olarak adayacağını düşünmüştü. Lakin Allah’ın (C.C.) takdiri farklı tecelli etti. Bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve ona “Meryem” adını verdi. Meryem, “ibadet eden, kendini Allah’a adayan” manasına geliyordu.
Çocuğu kız olmasına rağmen, Hanne validemiz adağından dönmedi. Onu Beytü’l-Makdis’e teslim etti. Hz. Meryem’in himayesini (bakımını) kimin üstleneceği konusunda bir ihtilaf olsa da, neticede bu şerefli vazife, onun teyzesinin eşi olan Hz. Zekeriyya’ya (Aleyhisselâm) nasip oldu.
Hz. Zekeriyya, Meryem için mabedde “mihrap” denilen hususi bir oda tahsis etti. Hz. Meryem, burada vaktinin tamamını ibadetle, zikirle ve tefekkürle geçiriyordu. Öyle ki, Allah (C.C.) ona hususi ikramlarda bulunuyordu. Kur’an-ı Kerim bu hali şöyle tasvir eder:
“Rabbi, onu (Meryem’i) güzel bir şekilde kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya, onun bulunduğu bölmeye (mihrâba) her girdiğinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir’ derdi.” (Âl-i İmrân, 37 )
Hz. Meryem, yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri ile rızıklanıyordu. Bu, onun sıradan bir insan olmadığını, Allah katında seçilmiş ve hususi bir vazifeye hazırlanan müstesna bir kul olduğunu gösteriyordu.
Bölüm 2: Büyük Müjde ve “Kelimetullah”
Hz. Meryem, iffetiyle, takvasıyla ve ibadetiyle emsalsiz bir mertebeye ulaşmıştı. Bir gün, ibadeti için mabedde veya evinin doğu tarafında bir yere çekilmiş, insanlardan uzlet etmişti. Tam bu esnada, karşısında fevkalade bir hadise vuku buldu. Allah’ın (C.C.) büyük meleği Cebrail (Aleyhisselâm), ona tam bir insan suretinde göründü.
Hz. Meryem, bu ani ve zahirî durum karşısında dehşete kapıldı. Karşısındakinin niyetinden emin olamadı ve iffetine bir zarar gelmesinden korkarak hemen Rabbine sığındı. Kur’an-ı Kerim, bu anı şöyle anlatır:
“(Meryem), ‘Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)’ dedi.” (Meryem, 18 )
Cebrail (A.S.), onu hemen teskin etti ve geliş sebebini açıkladı:
“Melek, ‘Ben, ancak sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi.” (Meryem, 19 )
Bu, akıllara durgunluk veren bir müjdeydi. Hz. Meryem, hayret içinde kaldı. Zira o, bir erkekle asla teması olmamış, iffetini titizlikle koruyan bir bakireydi.
“Meryem, ‘Bana bir insan dokunmadığı ve iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi.” (Meryem, 20 )
Cebrail’in (A.S.) cevabı, Allah’ın (C.C.) kudretinin sebeplerin ötesinde olduğunu gösteriyordu:
“Melek, ‘Öyledir’ dedi. Rabbin dedi ki: ‘O (babasız çocuk vermek), bana kolaydır. Onu insanlar için bir mucize ve katımızdan bir rahmet kılmak için (böyle yapacağız). Bu, (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir.'” (Meryem, 21)
Ve melekler, doğacak çocuğun vasıflarını bildirdiler. O, sıradan bir çocuk olmayacaktı. O, Allah’ın “Ol” emriyle, yani bir “Kelime”siyle yaratılacağı için “Kelimetullah” (Allah’ın Kelimesi) olacaktı.
“Hani melekler, ‘Ey Meryem! Allah, seni kendi katından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır’ demişti.” (Âl-i İmrân, 45 )
Tefsirlerde belirtildiğine göre, Cebrail (A.S.), Hz. Meryem’e (veya elbisesinin yakasına) üfürdü ve bu ilahi nefha ile Hz. İsa’nın (A.S.) mucizevî hayatı, anne rahminde başlamış oldu.
Bölüm 3: Mucizevî Doğum ve Beşikteki Hitap
Hz. Meryem, bu ilahi emaneti taşımaya başladı. Kavminin, bu durumu gördüğünde kendisine inanmayacağını, hakkında kötü zanlarda bulunacağını biliyordu. Bu sebeple, hamilelik alametleri belirince Kudüs’ten uzaklaşarak Beytüllahim (Bethlehem) yakınlarında, sakin bir yere çekildi.
Doğum sancıları başladığında, ilahi bir sevk ile kuru bir hurma ağacının altına sığındı. İçinde bulunduğu vaziyetin ağırlığı, iffetine düşkünlüğünün verdiği ıstırap ve kavminden duyduğu endişe ile doluydu. Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı. Altından bir ses ona şöyle nida etti:
“Üzülme! Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun.” (Meryem Suresi’nden mülhem).
Hz. Meryem, bu ilahi ikramla kuvvet buldu ve mucizevî evladını dünyaya getirdi: Hz. İsa (Aleyhisselâm).
Emzini yerine getirdikten sonra, Allah’ın emriyle, susma orucuna niyet ederek (o gün kimseyle konuşmamaya ahdederek) kucağında bebeğiyle kavminin yanına döndü.
Onu kucağında bir bebekle görenler, dehşete düştüler. Mabede adanmış, iffet timsali Meryem’in böyle bir durumda olması, onlara göre korkunç bir hadiseydi. Hemen onu tenkit etmeye ve kınamaya başladılar:
“Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: ‘Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!'” (Meryem, 27 )
“‘Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.'” (Meryem, 28 )
Hz. Meryem, adağı sebebiyle onlara hiçbir cevap vermedi. Sadece kucağındaki bebeği işaret etti. Onlar ise alaycı bir tavırla, “Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?” dediler.
İşte tam o anda, Allah’ın (C.C.) kudreti bir kez daha tecelli etti. Günler, belki de saatler önce doğmuş olan bebek, fasih bir lisanla konuşmaya başladı. Bu, onun peygamberliğinin ve annesinin masumiyetinin ilk isbatı idi:
“Çocuk şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı.'” (Meryem, 30 )
“‘Nerede olursam olayım, o beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.'” (Meryem, 31)
“‘Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı.'” (Meryem, 32)
“‘Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik) verilmiştir.'” (Meryem, 33)
Bu mucizevi hitap, Hz. İsa’nın (A.S.) kimliğini net bir şekilde ortaya koyuyordu: O, Allah’ın oğlu değil, “Allah’ın kulu” idi. O, kendisine Kitap (İncil) verilecek bir Peygamberdi.
Bölüm 4: Peygamberlik Vazifesi ve Mucizeler
Hz. İsa (A.S.) büyüdü ve otuz yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik vazifesi verildi. O, kendisinden önceki peygamber Hz. Musa’nın (A.S.) getirdiği Tevrat’ı tasdik etmek ve Benî İsrail’i saptıkları yanlış yoldan, özellikle de aşırı maddeperestlikten ve katılaşmış kalplerinden kurtarıp hidayete davet etmek için gönderilmişti.
Allah (C.C.), onu Benî İsrail’in inkârcılığına karşı açık mucizelerle teyit etti. Kur’an-ı Kerim, onun bu mucizelerini kendi lisanından şöyle aktarır:
“…’Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı (o dönemde tedavisi imkânsız olan bir cilt hastalığı) iyileştiririm. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için elbette bir ibret vardır.'” (Âl-i İmrân, 49 )
Burada en mühim nokta, Hz. İsa’nın (A.S.) her mucizeyi “Allah’ın izniyle” (bi-iznillâh) kaydıyla yapmasıdır. Bu, onun gücünün zatından değil, Allah’ın (C.C.) ona verdiği bir kudretten kaynaklandığını gösterir.
O, çamurdan yaptığı şekillere üflüyor, onlar canlanıp uçuyordu. Doğuştan kör olanların gözlerini açıyor, iyileşmez denilen hastaları sıhhate kavuşturuyordu. Hatta Allah’ın izniyle, ölmüş olanları bile diriltiyordu. Tefsirlerde, dostu Lazar’ı (veya Âzir’i) dirilttiği rivayet edilir.
Ayrıca, insanların evlerinde gizlice ne yediklerini veya ne biriktirdiklerini haber vererek, onların derûnî (iç) hallerine de vakıf olduğunu gösteriyordu.
Bölüm 5: Havariler ve Semâdan Gelen Sofra
Hz. İsa’nın (A.S.) bu davetine karşı Benî İsrail’in çoğu inkârda direndi. Ancak ona yürekten inanan, samimi bir grup da vardı. Bunlara “Havariler” (yardımcılar, samimi dostlar) denildi. Onlar, Hz. İsa’nın davasına destek oldular.
Havariler, iman etmiş olsalar da, kalplerinin tam mutmain olması için Hz. İsa’dan (A.S.) ilahi bir mucize daha talep ettiler. Mâide Suresi’nde anlatıldığına göre, semâdan (gökten) donatılmış bir sofra (mâide) istediler. Hz. İsa (A.S.), bu talebin bir imtihan olduğunu bilerek önce tereddüt etti, fakat onların ısrarı üzerine Rabbine dua etti.
Allah (C.C.), bu sofrayı indireceğini, ancak bu mucizeden sonra kim inkâr ederse, onu çok şiddetli bir azapla cezalandıracağını bildirdi. Ve sofra indirildi. Bu hadise, Havarilerin imanını pekiştirdi.
Bölüm 6: İnkâr, Tuzak ve Göğe Yükseliş (Ref’)
Hz. İsa’nın (A.S.) mucizeleri arttıkça, Benî İsrail’in din adamları (Yahudi hahamları) ve Romalı idareciler ondan daha çok rahatsız oldular. Onun, kendi saltanatlarını ve bozulmuş dini nizamlarını sarsmasından korktular. Halkın ona yönelmesini hazmedemediler.
Nihayet, onu öldürmek için haince bir tuzak kurmaya karar verdiler. Rivayetlere göre, Havarilerden biri olan Yahuda (Judas), bir miktar dünyalık karşılığında ihanet ederek Hz. İsa’nın (A.S.) yerini onlara ihbar etti.
Zalimler, Hz. İsa’yı (A.S.) yakalayıp çarmıha germek (asmak) için harekete geçtiler.
Ancak, Allah’ın (C.C.) tuzağı, onların tuzağından üstündü. Onlar, Hz. İsa’yı (A.S.) öldürmeyi planlarken, Allah (C.C.) peygamberini onların elinden kurtarmayı takdir etmişti.
Kur’an-ı Kerim, bu hadisenin hakikatini, Hristiyanların ve Yahudilerin inandığından tamamen farklı bir şekilde, kesin bir dille açıklar:
“Bir de ‘Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük’ demeleri yüzünden… Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.” (Nisâ, 157 )
Tefsirlerin çoğunluğuna göre, zalimler Hz. İsa’yı (A.S.) yakalamaya geldiklerinde, Allah (C.C.) ihanet eden kişiyi (veya orada bulunan bir başkasını) Hz. İsa’ya benzetti. Askerler, Hz. İsa’ya benzetilen o kişiyi yakaladılar ve onu “İsa budur” zannıyla çarmıha gerdiler.
Peki, Hz. İsa’ya (A.S.) ne oldu? Cevabı, bir sonraki ayet vermektedir:
“Fakat Allah, onu kendisine yükseltti. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 158 )
Allah (C.C.), peygamberini o zalimlerin eline bırakmadı. Onu, bedeni ve ruhuyla birlikte, canlı olarak Kendi katına, semâya yükseltti (Ref’ etti).
Sonuç: Akidemizdeki Yeri ve Beklenen Dönüş
İslam akidesine göre Hz. İsa (Aleyhisselâm), “Ulü’l-Azm” denilen beş büyük peygamberden biridir. O, Allah’ın (C.C.) oğlu değil, mübarek kulu ve şerefli elçisidir. O, öldürülmemiş veya asılmamıştır; Allah katında diridir.
İslam inancının mühim bir parçası da, Hz. İsa’nın (A.S.) kıyamet kopmadan önce yeryüzüne tekrar ineceğidir (Nüzûl-i İsa). O, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şeriatına tabi olarak gelecek, Deccal’i öldürecek, haçı kıracak (Hristiyanlığın tahrif olmuş inançlarını düzeltecek), domuzu öldürecek (haramları tesis edecek) ve yeryüzünde adalet ve barışı tesis edecektir.
Onun hayatı, baştan sona Allah’ın (C.C.) sonsuz kudretinin bir mucizesidir. Babasız dünyaya gelişi, beşikte konuşması, ölüleri diriltmesi ve semâya yükseltilmesi, bizlere Allah’ın (C.C.) sebeplere muhtaç olmadığını, O “Ol” deyince her şeyin olacağını gösteren parlak isbatlardır.
Selâm, doğduğu gün, semâya yükseltildiği gün ve tekrar diriltileceği (yeryüzüne ineceği) gün onun üzerine olsun.
*********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa rehber olarak gönderdiği peygamberler (aleyhimüsselâm) silsilesi içinde, bazıları Kur’ân-ı Kerîm’de ibretlik kıssalarıyla hususi bir yer tutar.
İşte Hz. Üzeyir (aleyhisselâm) da, hem hayatı hem de vefatından sonra Cenâb-ı Hakk’ın kudretine nasıl bir delil (isbat) kılındığı ile tefekkür edilmesi gereken müstesna şahsiyetlerden biridir.
Onun hikâyesi, bir milletin hafızasını kaybettiği, mukaddes şehrin harabeye döndüğü ve imanın en zorlu sınavlardan geçtiği bir devirde başlar.
1. Bölüm: Harabe Şehir ve Yüz Yıllık Vefat
Hz. Üzeyir (a.s.), Bani Israil’e gönderilmiş bir peygamber veya (bazı tefsirlere göre) salih, âlim ve hikmet sahibi bir kuldur. O, Tevrat’ı en iyi bilen, hıfzeden ve yaşayan bir rehberdi.
Onun yaşadığı dönem, Beni Israil için büyük bir felaket zamanıydı. Bâbil Hükümdarı Buhtunnasr (Nebukadnezar), Kudüs’ü (Yeruşalim) yerle bir etmiş, Süleyman (a.s.) tarafından inşa edilen Beytü’l-Makdis’i (Mescid-i Aksa) yıkmış, Tevrat nüshalarını yaktırmış ve Bani Israil’in çoğunu esir alarak Bâbil’e sürmüştü.
İşte böyle bir yıkım ve dağılmışlık devrinde, Hz. Üzeyir (a.s.) bir yolculuğa çıkmıştı. Yolu, bir zamanlar hayat dolu olan, şimdi ise duvarları çökmüş, çatıları uçmuş ve içinde canlı namına bir şey kalmamış o harabe şehre, yani Kudüs’e düştü.
Merkebinden indi, etrafındaki o dehşet verici sessizliğe ve yıkıma nazar etti. Gözünün gördüğü her yer, ölüm ve hiçlikti. O derûnî tefekkür halinde, kalbinden Cenâb-ı Hakk’ın kudretine dair bir sual geçti. Bu bir şüphe değil, haşir (yeniden diriliş) hakikatinin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayret ve hikmet arayışıydı.
Kur’ân-ı Kerîm, bu anı şöyle tasvir eder:
“Yahut altüst olmuş, ıssız duran bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, ‘Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ demişti. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti. ‘Ne kadar kaldın?’ dedi. ‘Bir gün veya bir günden daha az kaldım’ dedi. Allah, ‘Hayır, yüzyıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir delil kılalım diye (böyle yaptık). Kemiklere bak, onları nasıl düzeltiyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!’ dedi. Durum kendisine açıkça belli olunca, ‘Biliyorum ki Allah’ın her şeye gücü yeter’ dedi.”
(Bakara Sûresi, 2:259 )
Cenâb-ı Hak, onun bu tefekkürüne, bizzat onu “öldürerek” cevap verdi. Hz. Üzeyir (a.s.), tam yüz sene boyunca vefat etmiş halde kaldı.
2. Bölüm: Uyanış ve İlâhî Kudretin İsbatı
Yüz yıl geçtikten sonra, Allah (c.c.) ona yeniden hayat verdi. Gözlerini açtığında, muhtemelen bir melek vasıtasıyla kendisine soruldu: “Ne kadar kaldın?”
Hz. Üzeyir (a.s.), belki bir sabah uyuyup akşama doğru uyandığını zannederek, etrafına bakındı ve “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi.
Ancak ilâhî cevap, zamanın hakikatini ortaya koydu: “Hayır, yüzyıl kaldın.”
Bu, aklın idrak sınırlarını zorlayan bir hakikatti. Cenâb-ı Hak, bu hakikati ona iki zıt delil ile gösterdi:
• Korunan Rızık: “Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış.”
Yanındaki bir sepet incir (veya üzüm) ve içeceği, sanki az önce bırakılmış gibi taptaze duruyordu. Yüz yıllık zaman, Allah’ın izniyle onlara tesir etmemişti. Bu, “zamanı durdurma” kudretinin bir nişanıydı.
• Çürüyen Beden ve Diriliş: “Eşeğine de bak.”
Merkebine baktığında ise sadece çürümüş, dağılmış kemiklerini gördü. Zaman, bu canlı bedene bütün haşmetiyle tesir etmişti.
Sonra, Hz. Üzeyir’in (a.s.) gözleri önünde muazzam bir hadise cereyan etti: “Kemiklere bak, onları nasıl düzeltiyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!”
Dağılmış kemikler bir araya toplandı (inşâ), iskelet halini aldı. Ardından bu iskelete adeta bir elbise giydirilir gibi et, damar, sinir ve deri giydirildi. Ve nihayet, Allah (c.c.) ona ruh üfledi ve merkep (eşek) anırarak ayağa kalktı.
Hz. Üzeyir (a.s.), aynı anda hem “zamanın durdurulmasını” (yiyecek) hem de “ölümden sonra dirilişi” (merkep) bizzat gözlemlemiş (aynelyakîn) oldu.
O harabe şehrin nasıl dirileceğini merak etmişti; Allah (c.c.) ona cevabı bizzat kendi merkebinin ve en nihayetinde kendi bedeninin dirilişiyle vermişti.
Tefsirlere göre, o vefat ettiğinde 40 yaşlarındaydı, dirildiğinde yine aynı yaştaydı.
Bu muazzam delil karşısında, onun kalbi tam bir itminan ile doldu ve o meşhur teslimiyet cümlesini söyledi:
“Durum kendisine açıkça belli olunca, ‘Biliyorum ki Allah’ın her şeye gücü yeter’ dedi.”
3. Bölüm: Kavme Dönüş ve Kayıp Hafızanın İhyası
Hz. Üzeyir (a.s.), merkebine bindi ve diriltilmiş şehre, Kudüs’e doğru yola çıktı. Ancak döndüğü yer, bıraktığı yer değildi. Yüz yıl geçmişti. Esaret bitmiş, insanlar Bâbil’den dönmüş, şehir kısmen de olsa yeniden kurulmaya başlamıştı.
Fakat kimse onu tanımıyordu. Kendi evine gittiğinde, onu tanıyan nesilden kimse kalmamıştı. Orada, çok yaşlanmış, gözleri görmeyen bir hizmetçi (veya rivayetlere göre torununun torunu) ile karşılaştı. Kadın 120 yaşlarındaydı ve Hz. Üzeyir’i çocukluğundan hayal meyal hatırlıyordu.
Hz. Üzeyir, “Ben Üzeyir’im” dedi.
Kadın inanamadı, “Üzeyir yüz yıl önce kayboldu, ondan bir haber yok. Eğer sen o isen, onun bir alameti vardı; duaları makbul bir zattı. Dua et de gözlerim açılsın” dedi.
Hz. Üzeyir (a.s.) Cenâb-ı Hakk’a dua etti ve Allah’ın izniyle kadının gözleri açıldı. Kadın ona baktı ve “Şehadet ederim ki sen Hz. Üzeyir’sin!” diyerek onu tanıdı.
Bu hadise Beni Israil arasında yayıldı. Onu, babalarından ve dedelerinden duymuşlardı. Onu imtihan etmek için yanına geldiler. Bu sırada en mühim mesele şuydu: Buhtunnasr, Tevrat’ı yakmıştı ve onu tam olarak ezbere bilen kimse kalmamıştı. Beni Israil, hidayet rehberini kaybetmişti.
Dediler ki: “Eğer sen gerçekten Üzeyir isen, babalarımızdan duyduğumuza göre Tevrat’ı eksiksiz bilen tek kişi oydu. Bize Tevrat’ı yeniden yazdır.”
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, Hz. Üzeyir’in (a.s.) en büyük mucizelerinden biri burada gerçekleşti. O, Allah’ın ilhamıyla ve lütfuyla, hafızasında korunan Tevrat’ı onlara yeniden okudu ve yazdırdı.
Böylece Hz. Üzeyir (a.s.), sadece bir şehrin değil, bir milletin de manevi ihyasına vesile oldu. Kaybolan mukaddes kitabı, Allah’ın yardımıyla yeniden ortaya çıkardı.
4. Bölüm: Aşırılığın Doğuşu ve Kur’ân’ın Uyarısı
Hz. Üzeyir’in (a.s.) bu mucizevî dönüşü, yüz yıl sonra aynı gençlikte olması ve en mühimi, kayıp Tevrat’ı mucizevî bir şekilde yeniden ihya etmesi, Benî Israil’in bir kısmının yoldan çıkmasına sebep oldu.
Onu o kadar yücelttiler ki, beşer (insan) olma vasfından çıkarıp ilâhî bir vasıf isnat etmeye kalkıştılar. Aklın alamayacağı bu mucizeler silsilesi karşısında ifrata (aşırılığa) saptılar.
Bazıları, “Bu kadar büyük bir işi ancak Allah’ın oğlu yapabilir” diyerek dalalete düştüler.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, Yahudiler içindeki bu sapkın bir fırkanın sözünü bize şöyle nakleder ve bu iftirayı en şiddetli şekilde reddeder:
“Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar!”
(Tevbe Sûresi, 9:30 )
Bu ayet, Hz. Üzeyir’in (a.s.) de, tıpkı Hz. İsa (a.s.) gibi, gösterdiği mucizeler sebebiyle insanlar tarafından yanlış anlaşıldığını ve ilahlaştırılmaya çalışıldığını gösterir. Kur’ân, her ikisinin de Allah’ın sevgili, mucizelerle donatılmış bir kulu ve peygamberi olduğunu, “oğul” (veled) sıfatından Cenâb-ı Hakk’ın münezzeh (her türlü noksanlıktan uzak) olduğunu bizlere ders verir.
Kıssadan Hisse: Alınacak Dersler ve Hikmetler
Hz. Üzeyir’in (a.s.) bu ibretlik hayatı ve kıssası, bizlere şu mühim hakikatleri hatırlatır:
• Haşrin (Dirilişin) İsbatı: Bu kıssa, “Allah ölüleri nasıl diriltecek?” diye tefekkür eden insan aklına verilmiş en somut cevaplardan biridir. Yüz yıl ölü kalan bir bedeni ve çürümüş bir merkebi dirilten Allah (c.c.), kıyamet günü bütün insanları diriltmeye kadirdir.
• Allah’ın Kudretinin Sınırsızlığı: Allah (c.c.) dilerse zamanı durdurur (yiyecekler bozulmaz), dilerse zamanı hızlandırır (merkep çürür) ve dilerse ölüyü diriltir. O’nun kudreti için “zor” veya “imkânsız” yoktur.
• Hidayetin Korunması: İnsanlar mukaddes kitapları tahrif etse veya yeryüzünden sildiklerini zannetse bile, Allah (c.c.) hidayeti koruyacak ve onu dilediği salih kulları vasıtasıyla yeniden ihya edecektir.
• İfrat ve Tefrit Tehlikesi: Dindeki en büyük tehlike, aşırılıktır. Salih kulları ve peygamberleri sevmek imandandır; ancak onları beşer üstü görerek ilahlaştırmak şirktir. Hz. Üzeyir (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) kıssaları, bu hassas dengeyi korumanın ehemmiyetini bizlere öğretir.
Hz. Üzeyir (a.s.), hayatıyla, ölümüyle ve yeniden dirilişiyle, Allah’ın kudretine şahit kılınan, kavmine yeniden rehber olan ve ismi Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere ders olarak zikredilen mübarek bir peygamberdir.
Selâm O’na ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
*********
HİKMET VE NASİHAT TİMSALİ: HZ. LOKMÂN (aleyhisselâm)
Eski zamanlarda, engin bilgelik pınarlarından su içmiş, kalbi Allah sevgisi ve bilgisiyle aydınlanmış mübarek bir zat yaşardı. Bu zatın adı Lokmân idi. O, Allah Teâlâ’nın kendisine “hikmet” bahşettiği, adı Kur’ân-ı Kerîm’de müstakil bir sureye (Lokmân Suresi) isim olan seçkin bir kuldu.
Onun hikâyesi, peygamber olup olmadığına dair âlimler arasında farklı görüşler bulunsa da, çoğunluğun ittifakıyla Allah’ın kendisine derin bir anlayış ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti verdiği “Hakîm” yani bilge bir zat olduğu yönündedir.
Bir Bilgenin Doğuşu: Kölelikten Hikmete
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre Hz. Lokmân, hikmetli sözleri ve derin tefekkürü ile tanınmadan önce, mütevazı bir hayat sürmekteydi. Bazı rivayetlerde onun bir köle olduğu, marangozluk, terzilik veya çobanlık yaparak geçimini sağladığı zikredilir.
Onun bu mütevazı durumu, hikmetin kapılarının açılmasına engel değildi. Zira hikmet, makamda veya zenginlikte değil, Allah’a olan derin bağlılıkta ve tefekkürde gizliydi.
Hz. Lokmân’ın hikmeti, onun her hadiseye Allah’ın rızası penceresinden bakabilme kabiliyetinden geliyordu. Rivayet edilir ki, efendisi ona bir koyun kesip en iyi iki parçasını getirmesini söylediğinde, Hz. Lokmân ona kalbi ve dili getirmiştir. Başka bir zaman, en kötü iki parçasını istediğinde, yine kalbi ve dili getirmiştir.
Efendisi hayretle sebebini sorduğunda, o eşsiz bilgeliğini ortaya koyan şu cevabı vermiştir: “Bu ikisi (kalp ve dil) iyi olduğunda, bedende onlardan daha iyisi yoktur. Kötü olduklarında ise onlardan daha kötüsü yoktur.”
Bu ve benzeri hadiseler, onun ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğunu gösterdi. Onun bu hali, efendisinin dikkatini çekti ve nihayetinde hürriyetine kavuştu.
Allah Teâlâ, onun bu samimiyetini ve şükrünü Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasdik etmiştir:
“Andolsun, biz Lokmân’a ‘Allah’a şükret!’ diyerek hikmet verdik. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Lokmân Suresi, 31/12)
Ona verilen hikmet, sadece güzel söz söylemek değil, aynı zamanda varlıkların sırrını anlamak, doğruyu yanlıştan ayırmak ve her işte Allah’ın rızasını gözetmekti.
Kur’ân-ı Kerîm’de Yankılanan Nasihatler
Hz. Lokmân’ın hayatının en meşhur ve Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat yer alan bölümü, sevgili oğluna verdiği öğütlerdir. Bu öğütler, sadece o günkü bir çocuğa değil, kıyamete kadar gelecek bütün gençlere ve ebeveynlere bir rehber niteliğindedir.
Bir baba şefkatiyle, fakat bir bilgenin ciddiyetiyle oğluna seslendi. Bu nasihatler, imanın esaslarından başlayıp günlük hayattaki ahlâk kurallarına kadar uzanan geniş bir çerçeveyi ihtiva eder:
1. İmanın Temeli: Tevhid ve Şirkten Sakınma
Hz. Lokmân’ın nasihatlerinin başında, varoluşun en temel hakikati olan Tevhid geliyordu.
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân Suresi, 31/13)
Ona göre en büyük haksızlık (zulüm), yaratıcı olan Allah’a yaratılmışları ortak koşmaktı. Bu, hikmetin başı ve sonuydu.
2. Ebeveyne Saygı: Allah’a İtaatten Sonra
Tevhidden hemen sonra, Hz. Lokmân, dünyadaki varlık sebebimiz olan anne ve babaya saygıyı hatırlattı. Bu, Allah’ın da Kur’ân’da pek çok kez vurguladığı bir emirdi.
“Biz, insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) insana şöyle emrettik: ‘Bana ve anne babana şükret. Dönüş ancak banadır.'” (Lokmân Suresi, 31/14)
Fakat bu itaat körü körüne değildi. Eğer anne ve baba, evladını Allah’a şirk koşmaya zorlarsa, buradaki sınır çiziliyordu:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim.” (Lokmân Suresi, 31/15)
Bu, İslâm ahlâkının ne kadar dengeli olduğunu gösteren muazzam bir ölçüdür: Yaratıcı’ya isyan olan konuda yaratılana itaat yoktur, ancak bu durum, onlara karşı insani vazifeleri ve güzel geçimi ortadan kaldırmaz.
3. Allah’ın Sonsuz İlmi: Hiçbir Şeyin Gizli Kalmayacağı
Hz. Lokmân, oğluna Allah’ın kudretini ve ilminin her şeyi nasıl kuşattığını, zerre kadar bir iyilik veya kötülüğün bile kaybolmayacağını anlattı. Bu, insanın hem yalnızken hem de topluluk içindeyken davranışlarına dikkat etmesi (takva) için en mühim dersti:
“(Lokmân, öğüdüne şöyle devam etti:) ‘Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.'” (Lokmân Suresi, 31/16)
4. Toplumsal Hayatın Direkleri: Namaz, İyilik ve Sabır
İman ve ahiret bilincinden sonra sıra, toplumu ayakta tutan amellere geldi:
“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokmân Suresi, 31/17)
Hz. Lokmân, oğluna sadece iyi olmasını değil, aynı zamanda iyiliğin toplumda yayılması (emr-i bi’l ma’ruf) ve kötülüğün engellenmesi (nehy-i ani’l münker) için çaba göstermesini öğütledi. Ve bu zorlu yolda başına gelecek sıkıntılara karşı sabrı kuşanmasını istedi.
5. Ahlâkî Duruş: Kibir ve Gösterişten Uzaklık
Hikmet sahibi bir insanın en belirgin özelliği, tevazu ve alçakgönüllülüktür. Hz. Lokmân, oğlunu insanları küçümsemekten ve yeryüzünde böbürlenerek yürümekten şiddetle men etti:
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân Suresi, 31/18)
6. Denge ve Zarafet: Yürüyüş ve Konuşma Adabı
Hikmet, hayatın her alanına sirayet etmeliydi. Hz. Lokmân, oğlunun yürümesine ve konuşmasına bile bir ölçü getirdi:
“Yürüyüşünde tabiî ol (ölçülü ol, dengeli yürü), sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân Suresi, 31/19)
Bu, hem fiziksel hareketlerde (çok hızlı veya çok yavaş değil, vakur bir yürüyüş) hem de sosyal ilişkilerde (bağırıp çağırmadan, nezaketle konuşmak) bir denge ve itidal çağrısıydı.
Hikmetinden Damlalar
Hz. Lokmân’ın Kur’ân’da zikredilen bu nasihatlerinin yanı sıra, tefsir ve tarih kitaplarında ona atfedilen pek çok hikmetli söz (vecize) bulunmaktadır. Bu sözler, onun derin tefekkür dünyasını ve hayata bakışını yansıtır:
• “Susmak hikmettir, ancak onu yapabilen azdır.”
• “Âlimlerin meclisine devam et. Allah, ölü toprağı yağmurla dirilttiği gibi, ölü kalpleri de hikmet nuruyla diriltir.”
• “İki şeyi asla unutma: Allah’ı ve ölümü. İki şeyi de unut: Başkasına yaptığın iyiliği ve başkasının sana yaptığı kötülüğü.”
• “Yavrum! Mide doluyken düşünce uyur, hikmet dilsizleşir ve organlar ibadetten geri kalır.”
Ebedî Miras
Hz. Lokmân (aleyhisselâm), peygamber olsun veya olmasın, Allah’ın kendisine “hikmet” verdiği mübarek bir kul olarak İslâm düşünce tarihinde müstesna bir yere sahiptir. O, bir köle iken hikmetiyle sultanlara ders verecek bir makama yükselmiş, bilgeliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.
Oğluna verdiği öğütler, sadece bir babanın evladına mirası değil, Allah’ın hikmet sahibi bir kulu aracılığıyla tüm insanlığa sunduğu evrensel bir ahlâk manifestosudur. Hz. Lokmân’ın hikâyesi, bizlere gerçek zenginliğin malda mülkte değil, Allah’a olan derin imanda, şükürde, tefekkürde ve bu tefekkürü hayata geçiren güzel ahlâkta olduğunu öğretir.
Evvel zaman içinde, Allah’ın kendisine yeryüzünde büyük bir güç, kudret ve ilim bahşettiği salih bir kul yaşardı. Adı Zülkarneyn idi. O, ne zalim bir fatih ne de gururlu bir imparatordu; o, Allah’ın adını yüceltmek, yeryüzüne adaleti hâkim kılmak ve mazlumları korumak için hareket eden ilahi bir rehberdi.
Kur’an-ı Kerim, onun kıssasını bizlere Kehf Suresi’nde (83-98. ayetler) anlatır.
Zülkarneyn Kimdi?
Tarihçiler ve tefsir alimleri, onun kimliği hakkında farklı görüşler belirtmişlerdir. Kimileri onun Büyük İskender olduğunu düşünmüşse de, İslam alimlerinin çoğunluğu bu görüşü reddetmiştir. Zira Kur’an’daki Zülkarneyn, tek Allah’a iman eden, ahirete inanan ve ilahi bir misyonla hareket eden mü’min bir şahsiyettir. Büyük İskender ise, tarihi kayıtlara göre putperest bir felsefeyle yetişmişti.
Bu sebeple, Zülkarneyn’in (aleyhisselâm) İskender’den çok daha önce yaşamış, Allah tarafından desteklenmiş salih bir kral veya peygamber (hakkında peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır, ancak Allah’ın vahyine veya ilhamına mazhar olduğu kesindir) olduğuna inanılır.
Adı olan “Zülkarneyn,” “iki karn (çağ/boynuz) sahibi” anlamına gelir. Bu ismin veriliş sebebi hakkında da farklı rivayetler vardır:
• Dünyanın hem doğusuna hem batısına (o gün bilinen “iki ucuna”) sefer düzenlediği için.
• İki nesil veya iki çağ sürecek kadar uzun yaşadığı için.
• Taktığı miğferin iki yanında boynuza benzer çıkıntılar olduğu için.
• Allah’ın ona hem zahiri (dünyevi) hem de batıni (manevi) ilim ve saltanat verdiği için.
En kuvvetli mana, onun saltanatının ve misyonunun yeryüzünün iki ufkunu kapsamasıdır.
Allah’ın Verdiği “Sebep”: İlim ve Kudret
Kıssası, “Sana Zülkarneyn’den sorarlar…” (Kehf, 18/83) ayetiyle başlar. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimize (s.a.v.) ona dair hakikati şöyle vahyeder:
“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık ve ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir yol, bir vasıta, bir ilim) verdik.” (Kehf, 18/84)
Bu “sebep,” onun sırrıdır. Zülkarneyn, sadece güçlü bir orduya değil, aynı zamanda çağının ötesinde bir teknoloji bilgisine, coğrafya ilmine, adil yönetim sistemine ve en önemlisi ilahi rehberliğe sahipti. O, gücünü keyfi için değil, Allah’ın ona verdiği “sebeplere” ittiba ederek, yani o ilmi ve yolu takip ederek kullanırdı.
Birinci Sefer: Güneşin Battığı Yer (Batı Ufku)
“O da (Batı’ya gitmek için) bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/85)
Hazreti Zülkarneyn, Allah’ın verdiği imkanlarla heybetli ordusunu ve muazzam donanımını alarak yeryüzünün batı ufkuna doğru uzun bir sefere çıktı. Kur’an-ı Kerim, onun yolculuğunu şiirsel ve mucizevi bir dille tasvir eder:
“Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, onu (sanki) kara bir balçıkta (veya sıcak bir su gözesinde) batar buldu. Orada (kâfir) bir kavme rastladı…” (Kehf, 18/86)
Bu, onun okyanusun veya büyük bir denizin kıyısına ulaştığını gösteren sembolik bir anlatımdır. Ufka baktığında güneş, adeta çamurlu bir denizin içinde kayboluyordu.
Orada bulduğu kavim, imandan sapmış, adalet duygusunu yitirmiş bir topluluktu. İşte burada Zülkarneyn’in ilk büyük imtihanı başladı. Allah Teâlâ, ona bir seçim sundu:
“…Dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn! (Onları) ya cezalandıracak veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin.'” (Kehf, 18/86)
Bu, “Onlara savaş açıp zalimlerini yok edebilirsin ya da onlara yumuşak davranıp hidayete davet edebilirsin” demekti. Zülkarneyn’in cevabı, onun adalet anlayışını ve ilahi misyonunu ortaya koyar:
“Dedi ki: ‘Kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o, Rabbine döndürülür; Rabbi de onu görülmemiş bir azaba çarptırır. Ama kim de iman eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak en güzel (Cennet) vardır. Ve ona emrimizden kolay olanı söyleriz.'” (Kehf, 18/87-88)
Zülkarneyn, gücünü zorbalık için kullanmadı. Bir adalet sistemi kurdu:
• Zalimler (Şirk ve Küfürde Israr Edenler): Dünyada cezalandırılacak (savaş veya adil yargılama ile). Ahiretteki asıl cezaları ise Allah’a ait.
• İman Edip İyilik Yapanlar: Dünyada güvende olacaklar, en güzel mükâfatı alacaklar ve onlara zorluk çıkarılmayacak, kolaylıkla muamele edilecek.
Böylece Zülkarneyn, Batı ufkunda Allah’ın adaletini tesis etti, imanı yaydı ve oradaki medeniyeti ıslah ederek Allah’ın kendisine verdiği “sebebi” yerine getirdi.
İkinci Sefer: Güneşin Doğduğu Yer (Doğu Ufku)
“Sonra (Doğu’ya gitmek için) yine bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/89)
Adalet misyonunu tamamlayan Zülkarneyn, bu kez ordusuyla yeryüzünün en doğu ucuna, medeniyetin sınırlarına doğru yola çıktı.
“Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman, onu öyle bir kavmin üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir siper (elbise, ev) yapmamıştık.” (Kehf, 18/90)
Bu, Zülkarneyn’in ulaştığı en uç noktaydı. Oradaki insanlar, medeniyetten o kadar uzaktılar ki, ya iklim şartları ya da ilkel yaşam tarzları sebebiyle onları güneşin yakıcı sıcağından koruyacak elbiseleri veya sığınacakları sağlam barınakları yoktu. Çöllerde veya açık arazilerde yaşıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim, Zülkarneyn’in onlara nasıl davrandığını tafsilatlı anlatmaz, sadece “İşte böyleydi. Ve biz onun sahip olduğu her şeyi (ilmen) kuşatmıştık.” (Kehf, 18/91) der.
Tefsir alimleri buradan şu manayı çıkarırlar: Zülkarneyn, o ilkel kavme zulmetmedi. Onlara medeniyeti öğretti. Güneşten korunmayı, barınaklar yapmayı ve kendilerini geliştirmeyi gösterdi. Onlara da Batı’da uyguladığı adalet sistemini uyguladı. Allah, Zülkarneyn’in orada ne yaptığını, hangi ilmi kullandığını ve nasıl bir düzen kurduğunu biliyordu. Zülkarneyn, ilkel de olsalar, medeni de olsalar, Allah’ın kullarına adalet ve rahmetle muamele etme vazifesini yerine getirdi.
Üçüncü Sefer: İki Dağın Arası ve Büyük Seddin İnşası
“Sonra (başka bir istikamete) bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/92)
Zülkarneyn’in bu üçüncü ve en mühim yolculuğu, ne doğuya ne de batıya idi; bu, yeryüzünün iki büyük dağ silsilesinin arasına, stratejik bir geçide doğruydu.
“Nihayet iki sed (iki dağ) arasına ulaştığı zaman, onların önünde (veya yakınında) neredeyse hiçbir sözü anlamayan (dilleri çok farklı olan) bir kavim buldu.” (Kehf, 18/93)
Zülkarneyn ve ordusu, farklı bir dil ve kültürle karşılaştı. Bu insanlar, medeniyetten uzak, dağların arasında sıkışıp kalmış mazlum bir topluluktu. Tercümanlar aracılığıyla veya Allah’ın verdiği özel bir ilimle onlarla anlaştılar. Bu kavmin korkunç bir derdi vardı:
“Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki Ye’cüc ve Me’cüc bu yerde fesat çıkaran (bozgunculuk yapan) kimselerdir. Bizimle onların arasına bir sed (bir engel) yapman için sana bir vergi verelim mi?'” (Kehf, 18/94)
Ye’cüc ve Me’cüc, İslam eskatolojisinde (ahiret ilminde) Kıyamet’e yakın ortaya çıkacakları bildirilen, sayıları çok kalabalık, barbar, yıkıcı ve bozguncu iki kavmin (veya kabileler topluluğunun) adıdır. Bu mazlum kavim, dağların arkasından gelen bu barbar sürülerinin istilalarından bıkmıştı. Ekinlerini, mallarını ve canlarını koruyamıyorlardı. Zülkarneyn’in kudretini gördüklerinde, ondan bir çözüm istediler ve karşılığında tüm servetlerini vermeyi teklif ettiler.
Zülkarneyn’in cevabı, onun yüce ahlakının ve misyonunun zirvesidir:
“Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar ve servet (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Haydi, siz bana (bedenî) kuvvetle yardım edin de, sizinle onların arasına (aşılmaz) sağlam bir sed yapayım.'” (Kehf, 18/95)
O, para veya servet peşinde değildi. Liderliğin ve yardımlaşmanın en güzel örneğini gösterdi. “Benim ilmim ve teknolojim var, ama sizin de gücünüze ihtiyacım var” dedi. Bu, sadece bir mühendisin değil, aynı zamanda bir komutanın ve bir öğretmenin sözüydü. Onlara tembelliği değil, birlikte çalışmayı teklif etti.
Muazzam Proje Başlıyor: Demir ve Bakır Seddi
Zülkarneyn, o çağın çok ötesinde bir metalürji ve mühendislik dehası sergiledi. Sadece taştan bir duvar değil, aşılması imkânsız bir “engel” (Kur’an’daki ifadesiyle Redm) yapacaktı.
1. Adım: Demir Kütleleri
“Bana demir kütleleri getirin.” (Kehf, 18/96)
Kavim seferber oldu. Dağlardan demir cevherleri çıkarıldı, büyük bloklar halinde istendi. Zülkarneyn, iki dağın arasındaki o geniş vadiyi, demir kütleleriyle doldurttu. Demir bloklar, iki dağın zirvesiyle aynı seviyeye gelene kadar yığıldı.
2. Adım: Büyük Ateş
“…Nihayet (demiri) körükleyip onu (kor haline getirip) ateş kestiği vakit…” (Kehf, 18/96)
Devasa körükler kuruldu. O demir yığını, haftalarca belki aylarca süren bir ateşle ısıtıldı. Demir kütleleri eriyip birbirine kaynadı ve kıpkırmızı bir kor dağına dönüştü.
3. Adım: Zirve Mühendisliği (Ergimiş Bakır)
“…Dedi ki: ‘Getirin bana, üzerine ergimiş bakır dökeyim.'” (Kehf, 18/96)
İşte bu, projenin kilit noktasıydı. Zülkarneyn, o kızgın demir kütlesinin üzerine, dağlardan çıkartılıp eritilmiş tonlarca bakırı döktürdü. Ergimiş bakır, demir blokların arasındaki en ufak boşluklara bile sızdı ve demirle birleşti. Soğuduğunda, ortaya demirden daha sert, bakırdan daha pürüzsüz, yekpare, aşınmaz ve tırmanılmaz devasa bir metal blok çıktı.
Bu sed, ne delinerek geçilebilirdi (çünkü demirden yapılmıştı) ne de tırmanılarak aşılabilirdi (çünkü yüzeyi bakırla kaplanıp pürüzsüz hale getirilmişti).
“Artık (Ye’cüc ve Me’cüc) onu ne aşabildiler ne de onu delebildiler.” (Kehf, 18/97)
Mazlum kavim, sevinç gözyaşları içindeydi. Yüzyıllardır süren kâbusları sona ermişti. Hepsi Zülkarneyn’e minnettardı.
Zirvedeki Tevazu ve Kıyamet Hatırlatması
İnsanlar ona teşekkür edip onu yüceltmek istediklerinde, Hazreti Zülkarneyn, bu muazzam mühendislik harikasının önünde durdu ve başarısını asla kendisine mal etmedi. Bütün övgüleri asıl sahibine, Allah’a yöneltti ve şöyle dedi:
“(Zülkarneyn) Dedi ki: ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vaadi (Kıyamet vakti) geldiği zaman, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır.'” (Kehf, 18/98)
O biliyordu ki, yaptığı sed ne kadar güçlü olursa olsun, ebedi değildi. Ancak Allah’ın izniyle ayakta duruyordu. Ye’cüc ve Me’cüc’ün o seddi aşacağı gün, yani Kıyamet’in büyük alametlerinin başladığı gün geldiğinde, Allah o seddi “dakka” (darmadağın, dümdüz) edecekti.
Hazreti Zülkarneyn’den Kalan Miras
Hazreti Zülkarneyn’in kıssası, binlerce yıldır bizlere şu dersleri vermektedir:
• Güç ve İktidar, Emanettir: Allah, dilediği kuluna güç (temkin) ve ilim (sebep) verir. Asıl mesele, bu gücü adalet, iman ve insanlığın hayrı için kullanmaktır.
• Adaletin Evrenselliği: Zülkarneyn, medeni (Batı’daki kavim), ilkel (Doğu’daki kavim) veya mazlum (İki dağ arasındaki kavim) ayırt etmeksizin herkese adalet götürmüştür.
• İlim ve Çalışkanlık: O, sadece dua ederek oturmamış, Allah’ın verdiği “sebeplere” (ilme, teknolojiye, yollara) sarılmıştır.
• Hizmet ve Tevazu: Halktan gelen vergi teklifini reddetmiş, “Rabbimin verdiği daha hayırlıdır” diyerek hizmeti karşılıksız yapmış ve “Bana yardım edin” diyerek halkı da işin içine katmıştır.
• Tevhid (Allah’a İman): Başarısının sonunda asla gururlanmamış, “Bu, Rabbimden bir rahmettir” diyerek tüm başarıyı Allah’a teslim etmiştir.
Hazreti Zülkarneyn (aleyhisselâm), yeryüzünün karanlık köşelerine adaletin ve imanın ışığını götüren, gücünü mazlumlardan yana kullanan ve arkasında insanlığı koruyan muazzam bir set bırakan kutlu bir komutan, adil bir kral ve salih bir kul olarak tarihe ve Kur’an’a geçmiştir. Onun yolculuğu, gücü elinde bulunduran her idareci için Kıyamet’e kadar sürecek bir rehberdir.
**************
• Hz. Âdem
• Hz. İdrîs
• Hz. Nuh
• Hz. Hûd
• Hz. Sâlih
• Hz. İbrâhim
• Hz. Lût
• Hz. İsmâîl
• Hz. İshâk
• Hz. Yâkûb
• Hz. Yûsuf
• Hz. Eyyûb
• Hz. Şuayb
• Hz. Mûsâ
• Hz. Hârûn
• Hz. Zülkifl
• Hz. Dâvûd
• Hz. Süleymân
• Hz. İlyâs
• Hz. Elyesa’
• Hz. Yûnus
• Hz. Zekeriyyâ
• Hz. Yahyâ
• Hz. Îsâ
• Hz. Üzeyr (aleyhisselâm)
• Hz. Lokmân (aleyhisselâm)
• Hz. Zülkarneyn (aleyhisselâm)
Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen bir kanunu vardır: Zulüm ile abad olanın, akıbeti haraptır.
Bugün Filistin topraklarında, Gazze’nin yıkık duvarları arasında, dünyanın en eski zulmü yeniden hortladı. İsrail, mazlumların kanı üzerine kurduğu hâkimiyet sarayını, bir kez daha ateşle beslemekte; lâkin unuttuğu bir hakikat var: “Zulüm devam etmez, mazlumun âhı arşı deler.”
Asırlar önce Firavun’un saraylarında yankılanan çığlıklar, bugün Tel Aviv’in karanlık odalarında yeniden işitilmekte. O zaman Nil kanla dolmuştu; bugün Gazze’nin sokakları kanla sulanıyor. Fakat tarih tekerrür eder, çünkü insanlar ibret almaz.
Firavun’u boğan deniz, Nemrud’u yakan ateş, Karun’u yutan toprak; her biri zulmün intikamını Cenâb-ı Hakk’ın kudret eliyle almıştı. Şimdi ise aynı kudret eli, bu devrin zalimlerinin üzerine inmeye hazırlanıyor.
Gazze: Dünyanın Vicdan Aynası
Gazze, artık yalnız bir şehir değildir; insanlığın aynasıdır.
O aynada kim baksa, kendi suretini görür.
Kiminde merhamet, kiminde ihanet, kiminde ise sessiz bir ortaklık…
Ve o aynada en kirli yüz, İsrail ve destekçilerine aittir: Amerika, Batı ve sözde medeniyetin temsilcileri.
Bugün Gazze’de yakılan her çocuk, dünyanın göğsüne kazınan bir ateştir.
Her bombada parçalanan ev, onların vicdanlarında açılmış bir yaradır.
Ve o yara kabuk bağlamayacak —çünkü her sabah yeni bir zulümle kanıyor.
Onlar, Gazzelilere cehennemi yaşattılar.
Fakat o cehennemin alevi, dönüp kendilerini yakacak.
Vicdanları varsa, o vicdan artık bir yanardağ gibi patlayacak.
Uyuduklarında kabus görecek, uyandıklarında dahi o kabustan kurtulamayacaklar.
Bir ömür boyu ölecekler, her nefeste bir ölüm tadacaklar.
Tarihin Kararı: Lanetle Anılacaklar
Tarih, zalimleri yazarken sadece isimlerini değil, yüzlerini de lekeler.
Bugün Yahudiler ve onların destekçisi Batı, insanlığın vicdanında silinmez bir utanç lekesiyle mühürlendi.
Kendilerini seçilmiş zanneden bu kavim, aslında lanetlenmiş bir kavimdir.
Cenâb-ı Hakk onların kibirlerini, zulümleriyle terbiye edecek.
Çünkü “Allah zalimlere mühlet verir, fakat ihmal etmez.”
Bir gün gelecek, onların kurdukları düzen çökecek, yaptıkları tahribat kendi üzerlerine yıkılacak.
Silahları paslanacak, yalanları çökecek, dünyadan yüz bulamayacaklar.
Her biri kendi iç yangınında kavrulacak, cinnet ve intihar dalgalarıyla mahvolacak.
Onlar için kabir, dünyadan daha serin bir yer olacak.
Fakat o serinlik dahi azaptan kurtuluş olmayacak.
Eser ve İbret
Bu çağ, zalimlerin çağından ziyade, şahitlerin çağıdır.
Gazzelilerin çektiği her acı, dünya Müslümanlarının kalbinde bir mühürdür.
Bu mühür, kıyamete kadar silinmeyecek.
Bu hadiseler, filmlere, belgesellere, kitaplara geçecek.
“Zehra’nın Gözleri” gibi nice eserler ve filimler, insanlığın vicdanına şahitlik edecek.
Mazlumların gözyaşı, zalimlerin kanından daha kalıcı bir iz bırakacaktır.
Unutulmasın ki, her zulüm kendi sonunu hazırlar.
Bugün Gazzelilerin kanı, yarın zalimlerin cezası olacaktır.
Cenâb-ı Hak, mazlumun duasını geciktirse de reddetmez.
Çünkü ilâhî adaletin terazisi, ağır tartar ama şaşmaz.
Son Söz
Ey İsrail ve onun kanlı destekçileri:
Allah’ın, meleklerin, insanların, cinlerin ve bütün mahlûkatın laneti üzerinizedir.
Siz dünyada kazandığınızı zannediyorsunuz,
hâlbuki hem dünyayı hem âhireti kaybettiniz.
Kibriniz sizi yükseltti, ama o yükseklikten düşüşünüz, tarihin en ibretli düşüşü olacak.
Gazze ise, kıyamete kadar “sabır, izzet ve iman”ın adı olarak yaşayacak.
Ve her cuma, her secde, her dua; sizin lanetinizi yeniden hatırlatacak.
Özet:
Bu makale, İsrail’in Gazze’de işlediği zulmün sadece bir savaş değil, insanlığın imtihanı olduğunu vurgular. Tarih boyunca zulmeden kavimlerin akıbeti gibi, bugünkü zalimlerin de aynı ilâhî adaletle cezalandırılacağı belirtilir. Gazzelilerin sabrı ve direnişi, iman tarihine altın harflerle kazınacak; İsrail ve destekçileri ise lanetle anılacaktır.
Gazze Meselesi: Tarihin Aynasında İmtihan ve Vicdanın Zâhirî Cehennemi
Tarih, sadece geçmiş vakaların kuru bir nakli (aktarımı) değil, aynı zamanda beşeriyetin fasılasız (kesintisiz) imtihanının büyük bir ibret vesikasıdır. Her devir, Firavun’un kudreti, Nemrud’un kibri ve nihayetinde zulmün her daim kendi zevalini (yok oluşunu) nasıl hazırladığının destanını yazar. Bugün, Filistin coğrafyasında, bilhassa Gazze’de yaşananlar da, insaniyetin müşterek (ortak) vicdanını derin bir yara ile vurucu bir surette sarsan, tarihî bir dönüm noktasıdır.
Gazze’nin maruz kaldığı musibet, sadece siyasî yahut askerî bir hadise olmaktan çıkıp, topyekûn medeniyetimizin ahlâkî esası hakkında bir suale dönüşmüştür. Zira bir kısım kuvvetli aktörlerin, kuvveti mutlak bir hakikat gibi addedip, masumların hayatını hiçe sayması, beşerî adaletin terazisini tahrip etmiştir. Destekleyen yahut sükût eden (susan) küllî yapının mesuliyeti, ferdî günahın hudutlarını aşan, cihan şümul bir mesuliyet yüklemektedir.
📌 Zulmün Yapısı ve Derûnî Akıbet
Kadîm (eski) hikmet lisanı, zulmün neticesinin her daim bumerang tesiri yaptığını öğretir. Mâlûmdur ki, bir milletin, başka bir millete reva gördüğü illet ve zillet, zamanla o millete ve o fiile destek verenlere döner. Bu dönüş, illâ ki hemen zâhirî bir mağlûbiyetle zuhur etmez; ekseriyetle evvelâ derûnî bir tahribat ile başlar.
Zulme batanların evvelce yitirdikleri şey, vicdandır. Vicdan ki, insanın ene (benlik) ve enaniyetini (bencilliğini) hizaya getiren, Allah’ın insandaki hakîkî sesi ve hassas terazisidir. Bu sese kulak tıkayanlar, gazabı ve nefreti bir silâh gibi kuşanırlar. Ancak bu kin ve nefret, zannettikleri gibi düşmanı değil, bizzat onu taşıyanın iç dünyasını yakıp kavuran bir cehennem ateşine dönüşür.
Bugün, o zulmü icra eden ve ona destek verenlerin, Gazze’deki masumlara yaşattığı zâhirî cehennemin kabûsuyla uyanacakları, vicdanlarının azabıyla yanacakları tezi, bir nevi ilahî faziletin tecellisidir. O masumlara çektirilen her acı, o faillerin ruhunda bir leke, bir yara ve bir hastalık olarak kalmaya mahkûmdur. İntihar vakalarının artması, psikolojik buhranlar ve iç çöküşler, derûnî tahribatın apaçık ön planıdır (dışavurumudur). Bu, toprağa gömülmeden evvel, her gün ruhun ölmesidir.
📜 Tarihin Tenkit Eden Beyti
Tarih, lekeli sahifeleri affetmez. Tıpkı eskiden olduğu gibi, Bâbil’in, Firavunların yahut Haçlı Seferleri’nin acı ibretleri gibi, Gazze hadisesi de, nesilden nesile aktarılacak, yüzleşilmesi zor bir utanç tablosu olarak kalacaktır. Bu hadiseler, bir kısım kuvvetlerin kendi siyasî çıkarları uğruna, cihan şümul hukuku ve ahlâkî esası nasıl ayaklar altına aldığının en acı tasviridir.
Fazilet ve hakikat karşısında, bir kısım devletlerin aldığı tavır, onlara dünyada yüz bulamayacakları, tecrid edilecekleri ve mahcubiyet duyacakları bir durum olarak dönecektir. Zira, bu zulme tanık olan cihan Müslümanları, bu acıyı kıyamete kadar unutmayacak ve bu zıt vaziyeti nesiller boyu aktaracaktır. Bu acının muhtevası, kitaplara, filmlere ve belgesellere sızacak, her mısra ve her kare, failin ve destekçisinin utanç verici tavrını tenkit edecektir. Zehra’nın Gözleri gibi eserler, bir isbat gibi dâimâ önümüzde duracaktır.
🌟 Sonuç ve Hikmetin Nefesi
Hakikatte, kuvvetle kazanılan zannedilen zafer, aslen en büyük kayıp ve mağlubiyettir. Zira İsrail, ABD ve destekçileri, maddî kuvveti arttırmış olsalar dahi, cihanın vicdanındaki yerlerini, insanlığın ortak hafızasındaki itibarlarını kaybetmişlerdir. Aslî kuvvet, silâhta değil, hakta ve fazilettedir. Zulme batanlar, kendilerine karşı doğacak olan nefretin ateşinde yanacaklar ve hakikî kazanan, o zilletin altında dahi izzetini muhafaza eden sabır ehli olacaktır.
Küllî hikmet budur ki, zulmün neticesi sadece mazluma dönük değildir; bilâkis, zulmü icra edenin kendi nefsine yönelen en keskin silâhıdır. Dünyada başlayan bu mahcubiyetin zâhirî azabı, manevî âlemde de karşılığını bulacak bir lanet ve lanetle anılma akıbetini netice verecektir.
📝 Hülasa (Özet)
Bu makale, Gazze’de yaşanan trajediyi, zulmün evrensel neticesi ve tarihî mesuliyet açılarıyla ele almaktadır. Makalenin aslı ve esası, zulme destek verenlerin ve icra edenlerin maddî kudreti artırmış olsalar dahi, ahlâkî ve derûnî bir hezimete uğrayacakları tezine dayanır. Zulüm, failin ve destekçisinin vicdanını tahrip eden, onları zillet, illet ve mahcubiyet içinde bırakan bir iç cehenneme sürükler. Makale, bu mahcubiyetin nesiller boyu tarihî utanç olarak aktarılacağını, kitaplara ve filmlere konu olacağını ve bu durumun, cihan şümul vicdanın tenkidi ile kıyamete kadar sürecek bir lanetle anılma akıbetini getireceğini vurgulamaktadır. Hakikî faziletin ve kazancın, maddî kuvvetten ziyade, hakta ve izzette olduğunu ifade ederek, makaleyi hikmetli bir neticeye bağlamaktadır.
Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.
Meselâ: Cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir.
Meselâ: Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zaîfe karşı tevazuu, zaîfte tezellül olur.
Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanet olur.
Meselâ: Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et.
Madem ki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sârda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Sâlihattaki ıtlakı, belîgane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.
* * *********
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Kur’an-ı Kerim’in “الصَّالِحَاتِ” (sâlihat – salih ameller) tabirini neden “mutlak” yani umumî ve mübhem (belirsiz) bıraktığının hikmetini izah etmektedir. Metne göre bunun temel sebebi, “hayr” (iyilik) ve “fazilet” kavramlarının çoğunun “nisbî” (göreceli) olmasıdır.
Bir fiilin “salih amel” olup olmaması; şahsa (ferd), topluluğa (cemaat), makama (sınıf), yere (mahal) ve duruma (cihet) göre değişiklik arz eder. Metinde verilen misaller (kavînin tevazuu ile zaîfin tezellülü, ulü-l emrin makamındaki ciddiyeti ile hanesindeki ciddiyeti vb.) bu nisbîliği açıkça ortaya koyar.
Kur’an’ın “sâlihat”ı tarif etmeyip mutlak bırakması, onun hitabının ezelî ve cihan şümul olmasının bir gereğidir. Bu “belîgane sükût” (beliğ bir suskunluk), her çağa, her sınıfa ve her duruma uygun olan “salih amel”in idrak edilmesine imkân tanıyan bir “îcaz-ı mutneb”dir (geniş manalar ihtiva eden veciz bir ifade).
İşte, Kur’an-ı Kerim’de bu üslûba benzer şekilde, umumî ve mutlak bırakılarak her duruma ve şarta şamil olması hedeflenen başka kavramlar ve bunlarla ilgili ayet-i kerimeler:
1. “el-Ma’rûf” (المَعْرُوفُ – İyilik, Akla ve Örfe Uygun Olan)
Kur’an-ı Kerim, “sâlihat” gibi “ma’rûf”u da mutlak bırakır. “Ma’rûf”, kelime manasıyla “bilinen, tanınan (iyilik)” demektir. Bu, onun tarifinin şeriata, selim akla ve cemiyetin muteber örfüne bırakıldığını gösterir. Bu durum, metinde zikredilen nisbîliğin (göreceliliğin) tam bir misalidir.
Ayet :
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (ma’rûf) emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmrân, 3/104)
İzahı:
Ayet, neyin “ma’rûf” olduğunu tek tek saymaz. Zira bir tüccar için “ma’rûf” olan (örn: ticarette dürüstlük), bir âlim için “ma’rûf” olan (örn: ilmi yaymak) veya bir idareci için “ma’rûf” olan (örn: adaletle hükmetmek) fiillerin tatbik şekli farklıdır. Aynı şekilde, bir beldede “ma’rûf” (örf) olan bir âdet, başka bir beldede “münker” (kötü) sayılabilir. Bu ıtlak, İslam’ın her zamana ve mekâna hitap etmesini sağlar.
2. “el-Hayr” (الْخَيْرُ – Hayır)
“Sâlihat”ın temelinde “hayr” vardır. Metin de “hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler” diyerek buna işaret eder. Kur’an, “hayr”ı da mutlak bırakarak en küçüğünden en büyüğüne kadar her türlü iyiliği kapsamasını murad etmiştir.
Ayet ( Meali):
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿٧﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿٨﴾
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)
İzahı:
Burada “hayr”ın ne olduğu listelenmemiştir. “Zerre ağırlığınca” denilerek, en küçük “hayr” fiiline dahi kapı açılmıştır. Bu, metindeki misallere tam mutabakat eder. Mesela, “kavînin zaîfe tevazuu” bir “hayr”dır; ancak aynı fiil (tevazu) “zaîfin kavîye karşı” olduğunda “tezellül” olup “hayr” olmaktan çıkabilir. Veya “terettüb-ü neticede tevekkül” bir “hayr” iken, “tertib-i mukaddematta tefviz” (aynı fiilin farklı bir ciheti) “tenbellik” olup “şer” olabilir. “Hayr”ın mutlak bırakılması, bu ince farkların ve nisbî durumların tamamını kuşatır.
3. “el-İhsân” (الْإِحْسَانُ – İyilik Etmek, Mükemmellik)
“İhsân”, “sâlihat”ın en yüksek mertebelerinden biridir. Adaletin (farzların) ötesinde, bir işi en güzel şekilde yapmak veya fazladan iyilikte bulunmaktır. Kur’an, “ihsân”ı da mutlak bırakarak, her duruma uygun en mükemmel davranışı hedefler.
Ayet (Meali):
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı (ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90)
İzahı:
Ayet “adalet”i (her hak sahibine hakkını vermek) emrettikten sonra, ondan daha geniş ve duruma göre değişen “ihsân”ı emreder. “İhsân”ın şekli, muhataba göre değişir. Anne-babaya “ihsân” (İsrâ, 17/23), onlara “öf” bile dememektir. Borçluya “ihsân” (Bakara, 2/280), ona mühlet vermek veya borcu bağışlamaktır. Metindeki misale dönersek; bir “ulü-l emr”in (idareci) “ihsân”ı, makamında (adaletle birlikte) vakar göstermesi, hanesinde ise (adaletle birlikte) tevazu göstermesidir. “İhsân”ın mutlak bırakılması, her ferdin kendi makamına, durumuna ve muhatabına göre en faziletli davranışı bulmasına imkân verir.
Netice:
Tıpkı “sâlihat” gibi, “ma’rûf”, “hayr” ve “ihsân” kelimelerinin de Kur’an’da mutlak bırakılması, bu kavramların nisbî (göreceli) yapılarını ve farklı durumlara (ahvâl), sınıflara (tabakat) ve zamanlara (a’sâr) göre tebeddül eden (değişen) mahiyetlerini dikkate alan bir belâgat harikasıdır.
Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.
Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsiye ile intiaşe gelir ki, tearüfle teavüne sebebdir. Veya menfîdir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.
Rızık hayat kadar, kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Kudret-i ezeliye dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, âlem-i latife kalb ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için edna bir sebeb ile, bir bahane ile kemal-i ehemmiyetle hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle mebsuten mütenasib, rızkı dahi ihzar ediyor.
Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.
Bir nokta-i nazarda denilebilir: “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm vesair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür. Rızıksızlık değil.
{(*): Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.}
Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek mi?
Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki a’zâ, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor.
Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?… Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latifesidir.
Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.
İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.
* * ********
1. Bölüm: Tearüf (Tanışma), Teavün (Yardımlaşma) ve Unsuriyet
Verilen metin, Hucurât Suresi’ndeki …لِتَعَارَفُوا (“…tanışasınız diye…”) ayet-i kerimesinin hikmetini, “tanışmanın” (تَعَارُف) “yardımlaşmaya” (تَعَاوُن) ve “sevişmeye” (تَحَابُّ), aksi olan “yabancılaşmanın” (تَنَاكُر) ise “inatlaşmaya” (تَعَانُد) ve “düşmanlığa” (تَعَادُّ) sebep olacağını belirterek izah etmektedir. Ayrıca içtimaî hayattaki vazifelerin muayyen olmasının ehemmiyetine ve İslamiyet’in menfî ırkçılığı (عُنْصُرِيَّة) reddettiğine dikkat çekilmektedir.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (Hucurât, 49:13)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Teavün (Yardımlaşma) Hakkında:
Metinde geçen فَتَعَاوَنُوا (yardımlaşasınız) hedefi, Maide Suresi’nde açıkça emredilmektedir. Bu ayet, içtimaî yardımlaşmanın hangi açılardan olması gerektiğini de tasvir eder:
…İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir. (Mâide, 5:2)
• Tefrikadan (Ayrılıkçılıktan) Sakınma Hakkında:
Metnin tenkit ettiği تَنَاكُر (yabancılaşma) ve تَعَانُد (inatlaşma), Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin arasını bozan birer fitne olarak zikredilir. Birlik ve beraberlik esastır:
Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. (Âl-i İmrân, 3:103)
• Mü’minlerin Kardeşliği Hakkında:
Metindeki فَتَحَابُّوا (birbirinizi sevesiniz) emrinin temeli, ırk veya kabile birliğinden öte, iman kardeşliğidir. Hucurât Suresi, bu bahsi şöyle pekiştirir:
Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin. (Hucurât, 49:10)
2. Bölüm: Rızık Meselesi
Verilen metin, Hûd Suresi’ndeki وَمَا مِنْ دَابَّةٍ… (“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki…”) ayet-i kerimesini esas alarak, rızkın hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetli olduğunu belirtir. Rızkın, kudret-i ezeliye tarafından “ihzar edildiğini” (hazırlandığını) ve “açlıktan ölmek” diye bir şeyin hakikatte olmadığını, zira ölümün rızıksızlıktan değil, bedenin “terk-i âdetten neş’et eden marazından” (alışkanlıklarını terk etmekten kaynaklanan hastalıktan) ileri geldiğini izah eder.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır. (Hûd, 11:6)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Rezzâk İsminin Tecellisi Hakkında:
Metnin vurguladığı “rızkın ihzar edilmesi” (hazırlanması) fikri, Allah-u Teâlâ’nın Rezzâk (Rızık Veren) isminin mutlak tecellisine dayanır:
Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir. (Zâriyât, 51:58)
• Rızkın Tevekküle Bağlantısı Hakkında:
Rızkın ehemmiyeti ve Allah’ın inayeti altında olması, aynı zamanda tevekkülü de gerektirir. Rızık, kulun beklemediği yerden de gelebilir:
Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur. (Talâk, 65:3)
• Bütün Canlıların Rızkı Hakkında:
Metnin rızkı hayat ile bir tutan bakış açısı, Allah’ın sadece insanı değil, rızkını biriktiremeyen en aciz canlıları dahi rızıklandırdığını belirten şu ayetle desteklenir:
Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşıyamazlar (yiyeceklerini biriktiremezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Ankebût, 29:60)
3. Bölüm: Hayat-ı Hakikiye ve Hayat-ı Umumiye (Kâinatın Hayatı)
Verilen metin, Ankebût Suresi’ndeki …لَهِىَ الْحَيَوَانُ (“…işte asıl hayat odur…”) ayet-i kerimesinden yola çıkarak “hakikî hayatın” ahiret hayatı olduğunu izah eder. الْحَيَوَان kelimesinin mübalağa sîgası olduğuna, yani ahiretin “hayatın ta kendisi” (عَيْنِ حَيَات) olduğuna işaret eder. Bu noktadan hareketle, küremizin (dünyanın) de bir hayvana benzediği, âsâr-ı hayat gösterdiği ve bir ruhu olabileceği tefekkür edilir. Kâinatı “insan-ı ekber” (büyük insan) olarak tasvir eder ve zerratlar arasındaki cazibe-i umumiyeye (genel çekim kuvvetine) kıyasla, kâinatta da bir “hayat-ı umumiye” (genel hayat) ve buna bağlı bir “ruh” olması gerektiğini belirtir. Bu “hayat-ı sâriye” (her şeye sirayet eden hayat), Hayat-ı Ezeliyye’nin (Allah’ın ezelî hayatının) bir tecellisidir.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi! (Ankebût, 29:64)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Hayy-ı Kayyûm ve Hayat-ı Sâriye Hakkında:
Metinde “Hayat-ı Ezeliyye’nin tecellisi” olarak belirtilen ve kâinatı ayakta tutan “hayat-ı umumiye” ve “ruh” mefhumlarının mebdei (kaynağı), Allah-u Teâlâ’nın “Hayy” (Diri) ve “Kayyûm” (Her şeyi ayakta tutan) isimleridir. Âyetü’l-Kürsî bu hakikati ders verir:
Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır (kayyûmdur). Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, dilediği müstesna, hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. (Bakara, 2:255)
• Dünya Hayatının Geçiciliği Hakkında:
Metnin “hakikî hayatın” ahiret olduğu vurgusu, dünya hayatının geçici bir meta ve aldanış olduğunu belirten birçok ayetle desteklenir:
Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (A’lâ, 87:16-17)
• Yeryüzünün Hayatı (Diriltilmesi) Hakkında:
Metindeki “Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor” şeklindeki nazar ve bakış, Kur’an-ı Kerim’in sıkça yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesini zikretmesiyle bağlantılıdır. Bu, hem ahirete bir isbattır hem de yeryüzünün bir nevi “hayat” sahibi olduğuna bir işarettir:
Allah, rüzgârları gönderendir. Onlar da bulutu harekete geçirir. Biz de onu ölü bir toprağa süreriz. Onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir. (Fâtır, 35:9)
{(*): Acib bir vakıa, şu manaya bana kat’î kanaat vermiştir.}
Feda ettiği hayatı sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rü’yada lezaizin enva’ına câmi’ bir bahçede geziyorlar. Biri rü’ya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakikî mütelezziz olur.
Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.
Şu âyet haktır. Akla münafî olamaz. Hakikattır. Mücazefe, mübalağa içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
BİRİNCİ CÜMLE:
Adalet-i mahzanın en büyük düsturunu vaz’ediyor. Der ki: Bir masumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nisbeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nisbettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin adalet-i izafiye cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… (Ene)ler (nahnü)ye inkılab edip, mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için ferd zımnen rızadade olabilir. Bazan (nur), (nar) göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalağa görünür.
Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküb ediyor:
Birincisi:
Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.
İkincisi:
İstidad-ı fıtrînin haricde derece-i kuvvetini izharla, mümkini vaki’ suretinde göstererek, nefsi zecr edip -demek o damar-ı gadr ve isyan çekirdeği güya bilkuvveden bilfiile çıkıp, imkânatı vukuata inkılab ederek, müstaid olduğu semeratı verip, bir şecere-i zakkum suretinde hayalin nasb-ül aynına vaz’eder- tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat böyle olur.
Üçüncüsü:
Kaziye-i mutlaka bazan külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazan daime suretinde görünür. Halbuki bir ferd, bir zamanda hükme mazhar olsa, kaziyenin mantıkan sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemmiyet olsa, örfen dahi doğrudur. Nasılki her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir ferd veya her ferd için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki; sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.
Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zahiren külliye ise, fakat daime değildir. Fakat beşere katilliğin zaman cihetiyle en müdhiş ferdini nazara vaz’ediyor.
Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur. Nasılki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib ferdler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.
Meselâ: İnsanlarda (veli), cum’ada (dakika-i icabe), ramazanda (leyle-i kadir), esma-ül hüsnada (ism-i a’zam), ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.
Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrüb gibidir.
TENBİH:
Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.
Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş’et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neş’et edebilir. Sıfatın delaletinde (şekk) var. İmanın vücudunda da (yakîn) var. Şekk ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!..
İhya, mana-yı zahiriyy-i mecazî itibariyle, hasenenin gayr-ı mahdud tezauf düsturunu gösterir. Mana-yı aslî itibariyle halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla (hedm) eden bir bürhana remizdir. Zira bu cümle ile beraber
demek işareten delalet ediyor.
Madem ki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz.
Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.
Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta cari olan nevamis-i İlahînin sereyanlarını keşf ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmektir.
İşte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklık Kur’anın rumuz-u i’cazındandır. Gelecek âyet bunu isbat edecektir.
* * *******
1. Bölüm: Şehadet ve Hayat (Bakara 154 İzahı)
Metindeki İzah:
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz hissetmezsiniz.” (Bakara 2/154 – Meali)
Metinde bu ayet, “اَىْ وَلٰكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا” (Yani, lâkin onlar kendilerinin diri olduklarını, ölmediklerini hissederler) şeklinde tefsir edilmiş ve “Şehid kendini hayy bilir” denilerek, şehidin kendi hayatını inkıtaa uğramamış, sadece daha nezih bir seviyeye intikal etmiş olarak gördüğü belirtilmiştir. Bu durum, rü’yada olduğunu bilmeyen ve hakiki lezzet alan kimsenin haline benzetilmiştir.
Benzer Ayetler ve İzahı:
Bu manayı en açık şekilde teyit eden ve şehitlerin berzah alemindeki hallerini tasvir eden ayetler Âl-i İmrân suresindedir. Bu ayetler, Bakara 154’teki “lâkin siz hissetmezsiniz” kısmının şehitlerin kendi hissetmeleriyle (şuur) nasıl zıt olmadığını, aksine onların Rableri katında nasıl bir hayat içinde olduklarını beyan eder:
Âl-i İmrân Suresi, 169-170. Ayetler (Meali):
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.”
• İzahı: Bu ayetler, tefsirdeki “Şehid kendini hayy bilir” ve “Feda ettiği hayatı… bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor” manasını birebir destekler. Ayetteki “rızıklanmaktadırlar” (يُرْزَقُونَ) ve “sevinç yaşayarak” (فَرِح۪ينَ) ifadeleri, onların şuurlu, his sahibi ve lezzet alan bir hayat içinde olduklarını gösterir. Bu, metindeki “hakikî mütelezziz olur” (hakiki lezzet alır) tespitiyle tam bir mutabakat içindedir.
2. Bölüm: Bir Canı Öldürmek ve İhya Etmek (Maide 32 İzahı)
Metindeki İzah:
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا
“…Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Maide 5/32 -Meali)
Metin, bu ayeti iki cümlede incelemiştir:
A. Birinci Cümle (Katl fiili): Adalet-i Mahza ve İsyanın Sınırsızlığı
Metin, bu cümlenin “adalet-i mahza” (mutlak adalet) düsturunu vaz ettiğini, bir masumun hakkının umum beşer için dahi heder edilemeyeceğini belirtir. Ayrıca bu ayetteki şiddetli ifadenin (bütün insanları öldürmüş gibi), insanın fıtratındaki sınırsız şer kabiliyetini (istidad-ı isyan) göstermek ve bu potansiyeli fiile çıkmış gibi tasvir ederek nefsi şiddetle menetmek (zecr) için kullanılan bir “nükte-i belâgat” olduğunu izah eder.
Benzer Ayetler ve İzahı:
• Hayatın Dokunulmazlığı (Adalet-i Mahza):
Metnin vurguladığı “bir masumun hayatı… heder olmaz” prensibi, Kur’an’ın birçok yerinde teyit edilen temel bir haktır:
İsrâ Suresi, 33. Ayet (Meali):
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. O da öldürme işinde sınırı aşmasın. Çünkü ona (veliye) yardım edilmiştir.”
• İzahı: Bu ayet, Maide 32’deki hükmü pekiştirerek, can almanın ancak “haklı bir sebep” (bi’l-hakk) ile mümkün olabileceğini, bunun dışında mutlak surette haram kılındığını belirtir. Bu, metindeki “adalet-i mahza”nın bir yansımasıdır; zira adalet, hakkın teslimidir ve en büyük hak, hayat hakkıdır.
• İnsanın Derûnî Yapısı (Şer İstidadı):
Metnin “Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir” tespiti, insanın bu zafiyetine işaret eden ayetlerle desteklenir:
Asr Suresi, 2-3. Ayetler (Meali):
“İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.”
• İzahı: İnsanın fıtraten “ziyanda” (خُسْرٍ) olması, onun müdahaleye (iman ve salih amel) muhtaç bir yapıda olduğunu gösterir. Metindeki “hodgâmlık ile… dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister” ifadesi, bu “hüsran” potansiyelinin, yani ene ve enaniyetin (egonun) kontrolsüz bırakıldığında ne derece büyük bir şerre kabiliyetli olduğunu tasvir eder. Maide 32’deki şiddetli ifade, bu potansiyel şer kapısını kapatmak içindir.
• Mübhem (Belirsiz) Olanın Hikmeti:
Metin, ayetin bir “kaziye-i mutlaka” olduğunu, bazen müthiş bir ferdin veya zamanın hükmü temsil ettiğini söylerken; Veli, Leyle-i Kadir, İsm-i A’zam ve Ecel’in gizli (mübhem) bırakılmasındaki hikmete işaret eder.
Lokmân Suresi, 34. Ayet (Meali):
“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) haberdardır.”
• İzahı: Metnin “ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır” tespiti, bu ayetle tam örtüşür. Ecelin ve yarın ne olacağının bilinmemesi, insanın her anını dikkatle ve ehemmiyetle geçirmesi için bir ilahî tedbirdir. Aynı hikmetle, Maide 32’de bir canın katli “bütün insanlar” gibi gösterilerek, her bir ferdin hayatı “bütün nev-i beşer” kadar kıymetli bir mevkiye çıkarılmıştır.
B. İkinci Cümle (İhya fiili): Yaratılışta Tevhid ve Şirkin Reddi
Metin, “men ahyâhâ” (kim onu ihya ederse) cümlesinin mecazî manada iyiliğin sınırsız mükafatını gösterdiğini; aslî mana (hakiki yaratma) itibariyle ise yaratılışta şirki (ortaklığı) temelden yıkan bir “bürhan” (delil) olduğunu belirtir. Bu delili de “aks-i nakîz” (mantıkta bir önermenin tersini alıp olumsuzlamak) kaidesiyle şöyle açıklar: “Bütün insanları ihya etmeye muktedir olmayan, bir tek nefsi dahi ihya etmeye muktedir olamaz.”
Benzer Ayetler ve İzahı:
• Tevhid-i E’fâl (Fiillerde Birlik):
Metnin bizzat atıf yaptığı ve bu mantıkî delilin temelini oluşturan ayet şudur:
Lokmân Suresi, 28. Ayet (Meali):
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
• İzahı: Bu ayet, Kudret-i İlahiye nazarında bir kişi ile bütün insanları yaratmak arasında hiçbir fark olmadığını beyan eder. Metnin “aks-i nakîz” ile çıkardığı “Bütününü yapamayan, bir tekini de yapamaz” neticesi, bu ayete dayanır. Eğer bir tek nefsi yaratmakta zerre kadar acziyet veya iştirak (ortaklık) bulunsaydı, bu, Allah’ın kudretinin (hâşâ) sınırlı olduğunu gösterirdi ki; bu kudret ile bütün insanları yaratmak da imkânsız olurdu. Halbuki Allah için bir ile bütün, zerre ile güneş birdir.
• Kâinatın Bütünlüğü ve Şirkin İmkânsızlığı:
Metnin “arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak… bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez” delili, kâinatın bölünmez bir bütün olduğunu ve ancak tamamına hükmedenin bir parçasına da hükmedebileceğini ispat eder.
Enbiyâ Suresi, 22. Ayet (Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”
• İzahı: Bu ayet, metindeki tevhid bürhanının tam bir dayanağıdır. Kâinatta mükemmel bir nizam vardır. Eğer bir tek nefsi (canı) yaratan “başka” bir ilah olsaydı, o nefsin hayatı için gereken havayı, suyu, rızkı ve kâinatla olan binlerce bağını da o ilahın tedarik etmesi gerekirdi. Bu ise kâinatta “ikinci bir ilah” olması demektir ki, ayetin belirttiği gibi bu durum nizamın bozulmasına (لَفَسَدَتَا) sebep olurdu. Madem nizam bozulmamıştır, öyleyse bir tek nefsi ihya eden de, bütün kâinatı idare eden Zât-ı Vâhid’den başkası olamaz. Bu, Maide 32’nin “men ahyâhâ” ifadesinin derûnî tevhid manasıdır.
Mümkinatta hakikî lüzum-u zâtî-i tabiî olmadığından, kâinatta ezdad birbirine girebilmiş. Meratib tevellüd edip, ihtilafat ile tegayyürat neş’et etmiştir.
Madem ki kudrette meratib olamaz, makdurat dahi bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi, zerrat yıldızlara emsal olur.
İKİNCİ NOKTA:
Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayr şer, sıgar kibr gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz’edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.
Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlık’a müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet ma’luliyet giremez. İ’vicacatı yoktur. Avaik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.
Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüchanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.
**********
Lokman Suresi, 28. Ayet:
“مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍؕ اِنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ بَصٖيرٌ”
Meali: “Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphe yok ki Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.” (Lokmân 31:28)
İktibas Edilen Metnin Özeti (Risale-i Nur İzahı):
Bu mühim parça, “Neden bütün insanları yaratmak ve diriltmek, Allah’ın kudretine bir tek nefsi yaratmak gibi kolay gelir?” sualinin hikmetini izah etmektedir. Cevap şu esaslara dayanır:
• Kudret Zâtiyedir, Meratibi Yoktur: Allah’ın kudreti, O’nun Zât-ı Akdes’inin zaruri bir lazımesidir. Zıddı olan acz (âcizlik), Zât’a ârız olamadığı için kudrete de tahallül edemez (içine giremez, karışamaz). Bir şeye zıddı karıştığı zaman onda dereceler (meratib) meydana gelir (sıcağa soğuğun karışmasıyla ılıklığın oluşması gibi). Madem ki Kudret-i İlâhiye’ye acz karışamaz, o halde O’nun kudretinde mertebeler yoktur. Kudret, sonsuz ve mutlaktır.
• Müsavat (Eşitlik): Kudrette mertebe olmayınca, O’na nisbetle bütün makdurat (kudretin taalluk ettiği, yarattığı şeyler) müsavi (eşit) olur. En küçük zerre ile en büyük yıldız, bir fert ile bütün insanlık, o kudrete nisbeten farksızdır.
• Mülk ve Melekûtiyet Ciheti: Kâinatın iki yüzü vardır. Mülk yüzü (görünen, zahiri yüz), zıtların, sebeplerin (esbab) ve engellerin (mevani’) olduğu yerdir. Allah’ın izzet ve azameti, kudret elinin zahiren bu sebeplerle ve umûr-u hasise (basit, küçük işler) ile mübaşeret etmemesini iktiza eder. Lakin bu sebeplerin hakiki tesiri yoktur. Melekûtiyet yüzü ise (perde arkası, hakikî yüz) şeffaftır, vasıtasızdır, engel (avaik) giremez. Kudret bu cihette her şeye doğrudan taalluk eder. Bu cihette zerre, güneşe kardeş olur; ikisi de kudrete aynı nisbettedir.
Konuyla İlgili Benzer Muhtevadaki Ayet-i Kerimeler
Bu ulvî hakikati (yani Kudret-i İlâhiye’nin mutlaklığını, O’na nisbetle az ile çoğun, küçük ile büyüğün bir olduğunu) teyit eden ve bu açıdan Lokman Suresi 28. ayet ile bağlantılı olan diğer ayet-i kerimelerden bazı misaller:
1. Emrin Tekliği ve Sürati (Kamer Suresi)
Risale-i Nur’daki izahın “Melekûtiyet cihetinde terettüb, teselsül yoktur” (yani bir işi yapmak için sıralama, vakit alma, aşama yoktur) hakikatine en güzel misallerden biri, Allah’ın emrinin süratidir.
“وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ”
Meali: “Bizim buyruğumuz, bir göz kırpması gibi bir anlıktır.” (Kamer 54:50)
İzahı: Bu ayet, Allah’ın emrinin “vâhide” (tek bir emir) olduğunu ve “göz açıp kapama” kadar süratli, hatta ondan da süratli olduğunu beyan eder. Bu, Kudret-i Zâtiye’nin iş görmek için zamana veya aşamalara muhtaç olmadığını gösterir. Tıpkı Lokman 28’de bütün insanları diriltmenin “bir tek nefis gibi” olması gibi, burada da en büyük hadiselerin icadı “tek bir emir” ile olmaktadır.
2. “Ol” Emri (Yâsîn Suresi)
Kudretin Mülk cihetindeki sebeplere değil, Melekûtiyet cihetindeki vasıtasız taallukuna işaret eden en meşhur ayet-i kerimedir.
“اِنَّـمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـٔاً اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ”
Meali: “O, bir şey dilediğinde buyruğu sadece, “Ol!” demektir, hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
İzahı: Bu ayet, Kudret-i Zâtiye’nin karşısında “zorluk” veya “kolaylık” gibi nisbî mefhumların olmadığını isbat eder. Risale-i Nur metninde zikredilen “Kudret basit, nâmütenahî (sonsuz), zâtîdir” hakikatinin tefsiridir. Kudret, sebeplerle bağlı değildir. İradesi “Kün” (Ol) dediği anda, Melekûtiyet cihetinden o şey hemen vücut bulur. Bir zerreyi “Kün” ile icat etmekle, kâinatı “Kün” ile icat etmek arasında fark yoktur.
3. Kudretin Kapsayıcılığı (Bakara Suresi)
Allah’ın kudretinin Zâtî olduğunu ve “Acz tahallül edemez” kaidesini teyit eden ve bu kudretin hem diriltmeye hem de her şeye yettiğini vurgulayan bir ayettir.
“اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍ”
Meali: “Göklerin ve yerin mülk ve hâkimiyetinin yalnız Allah’a ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne bir yardımcı vardır.” (Bakara 2:107)
Ve devamındaki şu ayet ile bağlantılı düşünülebilir:
“اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ”
Meali: “Allah’ın her şeye kādir olduğunu bilmez misin?” (Bakara 2:106 – Kısmi iktibas, ayetin sonu)
İzahı: Özellikle “Allah’ın her şeye kādir olması” ( عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ ) ifadesi, O’nun kudretinde mertebe olmadığını, kudretin her şeyi kuşattığını gösterir. Risale’deki izahın “kudrette meratib bizzarure olamaz” hükmünü tasdik eder. Eğer kudrette mertebe olsaydı, bazı şeylere gücü yeterken bazılarına yetmemesi (acz) gerekirdi. Hâlbuki O, her şeye kādirdir.
4. Yaratmada Yorgunluk Olmaması (Kāf Suresi)
Risale-i Nur metnindeki “Acz zıddı olduğundan bizzarure… zâta ârız olmaz… Madem zâta ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez” deliline Kur’an’dan sarih bir isbattır.
“وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فٖي سِتَّةِ اَيَّامٍؗ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ”
Meali: “Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.” (Kāf 50:38)
İzahı: “Luğûb” (yorgunluk, bitkinlik), aczin bir neticesidir. Kudret-i Ezeliye’nin kâinatı (en büyüğü) yaratırken dahi zerre kadar yorgunluk hissetmemesi, O’nun kudretinin Zâtî olduğunun ve aczden münezzeh olduğunun delilidir. Eğer kudrette azalma veya zorlanma (mertebe) olsaydı, en büyük iş olan kâinatın yaratılışı bir yorgunluğa sebep olurdu. “Bize bir yorgunluk dokunmadı” beyanı, kudretin sonsuzluğunu ve Lokman 28’deki “bir nefis ile hepinizin” yaratılmasının O’na göre eşit olduğunu isbat eder.
Temsil, tasviri teshil ettiğinden, temsilatla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.
Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ: Kâinat hailsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farzedilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. İşte (şeffafiyet sırrı).
Meselâ: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmin nokta-i merkeziyenin elinde bir (mum) ve muhitteki noktaların ellerinde birer (âyine) farzedilse; nokta-i merkeziyenin verdiği feyz, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte (mukabele sırrı).
Meselâ: Hakikî bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i ferd hangisi bulunursa bulunsun, sarfolunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya’ya, bir kefesi seraya inebilir. İşte (müvazene sırrı).
Meselâ: En azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte (intizamın sırrı).
Meselâ: Bir mahiyet-i mücerrede bütün cüz’iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzisiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte (tecerrüdün sırrı).
Meselâ: Bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte (itaat sırrı).
Zira herşeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlaka kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur. Bütün kâinatın (Kün) emrine itaatı, bir zerre neferi itaatı gibidir. (Kün) emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.
Nikat-ı selâse hususan üçüncü noktadaki esrar-ı sitte ile, mülk ve mümkin canibinde değil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib’ad zâil ve nefs mutmainne olur.
Şöyle: Madem ki kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahiyedir, zâtiyedir, zaruriyedir. Herşeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, ona mukabildir. İmkân itibariyle mütesavi, mütevazin-üt tarafeyndir. Şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizama muti’dir. Avaik ve hususiyat-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Küll-ü a’zam, cüz’-ü asgara nisbeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevil-ervah ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz. Mezkûr üç nokta dikkat-i nazara alınsa görünür ki;
Bu metnin gayesi, aklın imkânsız gördüğü veya akıldan uzak saydığı (istib’âd ettiği) haşir (yeniden diriliş) gibi gamız (anlaşılması zor) hakikatlerin, Cenâb-ı Hakk’ın Kudret-i Ezeliyesi cihetinden bakıldığında ne kadar kolay ve basit olduğunu altı ayrı “sır” (şeffafiyet, mukabele, müvazene, intizam, tecerrüd, itaat) temsiliyle tefhim etmektir (anlatmaktır).
Metnin ana fikri, mahlûkatın yaratılışı ve yeniden diriltilişi meselesine, mülk (görünen, zahirî âlem) cihetinden değil, melekûtiyet (her şeyin iç yüzü, hakikati) ve Kudret-i Ezeliye cihetinden nazar edilmesi (bakılması) gerektiğidir. Bu bakış açısıyla, “bir” ile “çok”, “küçük” ile “büyük” arasında kudret-i İlahîye nisbetle bir fark kalmaz.
İşte bu derin hakikatleri isbat eden ve metindeki ruh ile bağlantılı olan bazı ayet-i kerimeler ve izahları:
1. Kudretin Vahidiyeti ve Temsilden Münezzeh Oluşu
Metin, “لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ” (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) ayetiyle başlamaktadır. Bu, bütün meselenin temelidir. Bizim aklımızın bir şeyi zor görmesi, kendi aciz kudretimiz ve fâni ölçülerimizle kıyas etmemizden kaynaklanan bir yanılmadır.
• Ayet-i Kerime (Şûrâ, 42:11):
“O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu ayet, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının, sıfatlarının ve fiillerinin mahlûkatınkine benzemediğini bildirir. Dolayısıyla, metindeki “şems” (güneş) veya “mizan” (terazi) temsilleri, hakikatin kendisi değil, sadece O’nun kudretinin azametini akla yaklaştırmak için birer vasıtadır.
2. Emr-i “Kün” (Ol) ve “Sırr-ı İtaat”
Metinde zikredilen “itaat sırrı” ve “Kün” (Ol) emrine bütün kâinatın bir zerre gibi itaat etmesi, Kur’an-ı Kerim’de defaatle vurgulanan bir hakikattir.
• Ayet-i Kerime (Yâsîn, 36:82):
“Bir şey dilediği zaman, O’nun emri yalnızca ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.”
• Ayet-i Kerime (Nahl, 16:40):
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona söyleyeceğimiz söz sadece ‘Ol!’ dememizdir. O da hemen oluverir.”
Bu ayetler, “sırr-ı itaat”in temelini teşkil eder. Nasıl ki bir kumandanın “Arş!” emri bir neferi ve bir orduyu aynı anda harekete geçiriyorsa (metindeki temsil), Cenâb-ı Hakk’ın “Kün!” emri de bir zerrenin icadından bütün bir kâinatın yaratılışına kadar her şey için aynı kolaylıktadır. Kudret-i Ezeliye için zorluk, zaman, mekân veya vasıta söz konusu değildir.
3. “Bir” ile “Milyon” Arasındaki Farksızlık (Metnin Esas Gayesi)
Metnin tamamı, esasen “مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ” ayetini tefsir etmekte ve isbat etmektedir. “Şeffafiyet sırrı” (güneşin timsalinin denizde ve katresinde aynı olması), “mukabele sırrı” (merkezdeki mumun bütün aynalarda aynı anda görünmesi) ve “müvazene sırrı” (hassas terazide iki dağ ile iki yumurtanın fark etmemesi) hep bu hakikati teyit eder.
• Ayet-i Kerime (Lokmân, 31:28):
“Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu ayet, metnin vardığı neticenin ta kendisidir. İstib’âdı (akıldan uzak görmeyi) tamamen ortadan kaldırır. İnsanların “Milyarlarca insanı tek tek, aynı anda yeniden diriltmek nasıl mümkün olur?” şeklindeki şüphesine karşı, Kudret-i Ezeliye’ye nisbetle bir kişiyi diriltmekle milyarlarca kişiyi diriltmek arasında hiçbir fark olmadığını beyan eder.
• Ayet-i Kerime (Kamer, 54:50):
“Emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir ‘tek’ emirdir.”
Bu ayet de, fiilin süratini ve vahidiyetini (tekliğini) gösterir. Haşir, ne kadar azîm (büyük) olursa olsun, Allah’ın “tek bir emri” ile “göz açıp kapayıncaya kadar” süratli vukû bulacaktır. Bu, “sırr-ı intizam” (büyük gemiyi çocuğun çevirmesi) ve “sırr-ı itaat”e de işaret eder.
4. Haşrin (Dirilişin) Kolaylığı ve “Tecerrüd Sırrı”
Metin, bütün bu delillerin neticesini haşre bağlar ve “Haşirde bütün zevil-ervah ihyası… bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz” der. Bu, ilk yaratılışa nazaran ikinci yaratılışın daha kolay olması gerektiği (aslında ikisi de O’na göre kolaydır) hakikatine dayanır.
• Ayet-i Kerime (Rûm, 30:27):
“O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce ve eşsiz sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayet, insanların istib’âdını (akıldan uzak görmesini) kendi dar ölçüleriyle yaptığını gösterir. İnsan için bir şeyi tekrar yapmak, ilk yapmaktan kolaydır. Ayet, bu insani ölçüyle dahi bakılsa, yeniden diriltmenin Allah için (haşa) zor olamayacağını, bilakis “daha kolay” olduğunu belirterek aklı ikna eder.
Metindeki “tecerrüd sırrı” (mahiyet-i mücerredenin bütün cüz’iyatına aynı anda bakması), Cenâb-ı Hakk’ın ilminin ve kudretinin mahlûkata sirayetini, tecezzi (bölünme) ve tenakus (eksilme) etmeden her şeyi ihata etmesini (kuşatmasını) tasvir eder. Kudret tecerrüd ettiği (maddeden ve mekândan münezzeh olduğu) için, bir atomla ilgilenmesi, bütün bir galaksiyle ilgilenmesine mani olmaz.
Netice olarak; “Üçüncü Nokta,” Kur’an-ı Kerim’in (hususen Lokmân 28, Yâsîn 82 ve Rûm 27 gibi) ayetlerinde beyan edilen haşir hakikatinin ve Kudret-i Ezeliye’nin azametinin, akla yaklaştırılması için altı muazzam temsil ile izah edildiği bir tefekkür metnidir.
Binler nüktesinden bir nükte: Sofiye meşrebinden kat’-ı nazar, İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder. Başka din, vasıtayı kabul eder. Bu sırra binaendir ki; Hristiyanda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyette avam ise, servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan, ne derece dinde mütesallib ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez. Belki kazanır.
Bir Müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hattâ izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir.
Öyle ise, kendini havas zanneden zalimlere, mazlumîn ve avamın hücumu ile, Hristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan, esasat itibariyle müteessir olmamak gerektir.
Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. Yalnız ekserî düsturların mâsadakatından bir-iki misal zikredeceğiz:
Hem zalime karşı miskinliği esas tutan Hristiyanlık, nihayet tecellüd, cebbarlıkta; ve zalime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet eyvah nihayet miskinlikte karar kıldı.
Hem mebdei taassub derecesinde azimet olsa nihayeti müsaheleye, ruhsata tarafdarsa nihayeti salabete müncer olan bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi.
Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıblar mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha, dostluk; ve lâkayd Jönler husumet ve salabet tarafdarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
İki âlim; bazan nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya bakiyye-i iştiha ve şevki, tevarüsle velede geçiyor. Öteki kaza-i vatar ettiğinden, veledinden ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor.
Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese; meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar.
* * *******
1. Nükte: “Birbirimizi Allah’tan Başka Rabler Edinmeyelim” (Âl-i İmrân, 3/64)
Verdiğiniz ilk iktibas, Âl-i İmrân Suresi’nin 64. ayetinin bir kısmını (…وَلَا يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ…) esas alarak, İslâmiyet ile Hristiyanlık arasındaki temel bir farkı izah etmektedir. Bu fark; İslâmiyet’in “vasıtayı red, delili kabul” etmesi, yani aracıları (ruhbanları, âlimleri) ilahlaştırmayıp sadece birer rehber (imam, delil) olarak görmesidir. Hristiyanlığın ise “vasıtayı kabul” etmesi, yani din adamlarına ilahî bir otorite atfetmesidir.
Bu nükteye göre, Hristiyanlıkta yüksek rütbeli (zîrütbe) ve enaniyetli kimseler, dinî vasıtaları kabul ettikçe mevkilerini ve kibirlerini muhafaza ederler. İslâmiyet’te ise dine temessük eden (bağlanan) bir Müslüman’ın, kibrinden ve rütbesinin izzetinden fedakârlık etmesi gerekir.
Bu mühim sırrı ve Tevhid akidesinin bu cihetini izah eden benzer ayet-i kerimeler şunlardır:
1. Tevbe Suresi, 9/31. Ayet:
Bu ayet-i kerime, Âl-i İmrân 64. ayetinde zikredilen “erbab” (rabler) kelimesinin kimler olduğunu doğrudan tasvir eder:
اَتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهًا وَاحِدًاۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Meali: “(Yahudiler) âlimlerini, (hıristiyanlar) rahiplerini Allah’ı bırakıp rab edindiler, Meryem oğlu Mesîh’i de. Oysa onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolunmuştu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
İzahı: Bu ayet, iktibastaki “vasıtayı kabul eder” hükmünün temelini teşkil eder. Burada “ahbâr” (âlimler) ve “ruhbân” (rahipler), Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helali haram, haramı helal kıldıklarında, onlara itaat edenler tarafından “rab” mevkiine yükseltilmişlerdir. İktibastaki Hristiyanlık tenkidi (eleştirisi) tam olarak bu noktaya dayanır. İslâmiyet ise “imamı isbat eder”, yani âlimi bir “delil” ve “rehber” olarak kabul eder, fakat ona “rab” gibi mutlak itaat ve hüküm koyma yetkisi vermez.
2. Yûsuf Suresi, 12/40. Ayet:
Bu ayet, hükmün ve otoritenin yalnızca Allah’a ait olduğunu, “vasıta”ların bu hükmü ancak tebliğ edebileceğini beyan eder:
…اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ اَمَرَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Meali: “…Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 12/40)
İzahı: İktibasta belirtildiği gibi, “zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan” mevkiini dindarlığı ile pekiştirir. Fakat “hükmün ancak Allah’a ait olduğunu” kabul eden bir Müslim, “ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden… fedakârlık etmek” zorundadır. Zira kendi rütbesinin veya mevkisinin, Allah’ın hükmü karşısında hiçbir kıymeti olmadığını bilir. Bu ayet, dünyevî rütbelerin ve enaniyetin Allah’ın hükmü karşısında nasıl erimesi gerektiğini gösteren bir Tevhid dersidir.
3. Zümer Suresi, 39/3. Ayet:
Bu ayet, “vasıta” veya “vesile” edinmenin ardındaki zihniyeti ve bu zihniyetin nasıl şirke dönüştüğünü ortaya koyar:
…وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ…
Meali: “…O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Bizi Allah’a yaklaştırmaları için onlara kulluk ediyoruz’ derler…” (Zümer, 39/3 – Ayetin ilgili kısmı)
İzahı: İktibasta “İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder” denilmektedir. Buradaki “vesileyi nefiy” (aracılığı reddetme), aracıların ilahlaştırılmasını reddetmektir. Bu ayet, müşriklerin dahi “Bizi Allah’a yaklaştırsınlar” diyerek, yani bir “vasıta” ve “vesile” gayesiyle başkalarına kulluk ettiklerini beyan eder. İslâmiyet ise “delili” (Kur’an’ı ve Sünnet’i öğreten imamı) kabul eder, fakat o delilin kendisini “yaklaştırıcı bir rab” olarak görmeyi şiddetle reddeder.
2. Nükte: “Ölüden Diriyi Çıkarır, Diriden de Ölüyü Çıkarır” (Rûm, 30/19)
Verdiğiniz ikinci iktibas, Rûm Suresi’nin 19. ayetindeki (يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ يُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ) ilahî kanunu, içtimaî (sosyolojik) ve ferdî hadiselere tatbik etmektedir. Bu, “desatir-i külliye”den (küllî düsturlardan) biridir.
İktibas, bu düsturun tecellilerini (görünümlerini) şöyle sıralar:
• Lâkayd Emevîlikten, salabetli (sağlam) Sünnet Cemaatinin çıkması.
• Salabetli Alevîlikten, (aşırıya giden) Râfızîliğin çıkması.
• Miskinliği esas tutan Hristiyanlıktan, cebbarlığın (zorbalığın) çıkması.
• Cihadı ve izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet’ten, (sonraki dönemlerde) miskinliğin çıkması.
• Taassub (aşırı bağlılık) ile başlayanların müsamahaya (hoşgörüye), müsamaha ile başlayanların taassuba kayması.
• Âlimin oğlunun nâkıs, nâkısın oğlunun kâmil olabilmesi.
Bu hadiselerin sırrı (sebebi) ise “Beşerde meyl-i teceddüd var” (İnsanda yenilenme meyli vardır) cümlesiyle açıklanır. Halef (sonra gelen), selefi (önce geleni) kâmil görse, ona bir şey ekleyemeyeceğini anlayınca, bu “teceddüd meylini” tatmin için “aks-ül amel” (zıt tepki) yapar.
Cenâb-ı Hakk’ın bu “tebeddül ve tehavvül” (değişim ve dönüşüm) kanununu, yani zıtları birbirinden çıkarma (ihrâc) kudretini gösteren benzer ayet-i kerimeler şunlardır:
1. Âl-i İmrân Suresi, 3/27. Ayet:
Bu ayet, “ölüden diriyi çıkarma” kanununun içtimaî ve siyasî sahadaki en net tecellisidir:
تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Meali: “Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26. ayetin devamı olan 27. ayet)
(Not: Bu ayet, 26. ayetle birlikte mütalaa edildiğinde mana tamamlanır. 26. Ayet: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'”)1
İzahı: Âl-i İmrân 26-27, Sünnetullah’ın bu devri daimisini tam olarak tasvir eder. “Mülkü vermek” ve “mülkü almak”, “aziz etmek” ve “zelil etmek”; iktibasta bahsedilen “zalime karşı cihadı esas tutan İslâmiyet’in miskinlikte karar kılması” veya “miskinliği esas tutan Hristiyanlığın cebbarlıkta (zorbalıkta) karar kılması” gibi içtimaî dönüşümlerin tam karşılığıdır. Allah, izzetli (diri) bir kavimden zilleti (ölümü), zelil (ölü) bir kavimden izzeti (diriliği) çıkarabilir.
2. Hadîd Suresi, 57/17. Ayet:
Bu ayet, “ölüden diriyi çıkarma” düsturunun sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevî ve içtimaî bir diriliş olduğunu da gösterir:
اِعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Meali: “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz, düşünüp akledesiniz diye size âyetleri açıkladık.” (Hadîd, 57/17)
İzahı: “Yeryüzünün ölümü”, sadece kuraklık değil, aynı zamanda cehalet, gaflet, miskinlik ve zulüm ile manen ölmesidir. Allah’ın onu “diriltmesi” ise ilim, hidayet, adalet ve izzet ile (yani “hayat” ile) yeniden canlandırmasıdır. İktibastaki “Lâkayd Emevîlik” (ölüm) içinden “Sünnet Cemaatinin” (diriliş) çıkması veya “nâkısın oğlu kâmil” (ölüden diri) olması, bu küllî düsturun tecellileridir.
3. Ra’d Suresi, 13/11. Ayet:
Bu ayet, iktibasta bahsedilen “meyl-i teceddüd” (yenilenme meyli) ve “aks-ül amel” (zıt tepki) gibi derûnî (içsel) saiklerin, zahirî (dışsal) neticeleri nasıl doğurduğunu açıklayan Sünnetullah’ı beyan eder:
…اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ…
Meali: “…Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Ra’d, 13/11 – Ayetin ilgili kısmı)
İzahı: Bu ayet, değişimin (hem müspet hem menfi) başlangıcının insanın “enfüsü” (kendi derûnî yapısı) olduğunu belirtir. İktibasta, “Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese (arttırmasa); meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar” denilerek, bu derûnî değişim (meyl-i teceddüd) tasvir edilir. Bir kavim (mesela Hristiyanlar) miskinliği esas alarak “kendi durumunu” (nefsindeki izzet hissini) değiştirince, Allah da onların zahirî durumunu “cebbarlık” ile değiştirmiştir. Veya Müslümanlar cihadı (izzeti) terk edip “kendi durumlarını” değiştirince, Allah da onları “miskinlik” ile imtihan etmiştir. Bu ayet, “ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarma” kanununun, irade-i cüziyye (insan iradesi) ile olan bağlantısını kurar.
وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى
İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’anî.
اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
İşte mahiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm sırrı şudur: Beşerde hayvanın aksine olarak, kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.
Evet ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Evvelâ şahıs itibariyle: Bir şahıs çok evsafa câmi’dir. Onların içinde bir sıfat adaveti celbetse, birinci âyetteki kanun-u İlahî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin; mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.
Halbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zalimane ile, bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet; hattâ onda da iktifa etmiyor, akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddid esbabı olduğundan, olabilir o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki haric bir sebebin neticesidir. O halde sıfat câniye değil, kâfire de olsa, o zât câni olamaz.
Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.
Medeniyet-i hazıra itibariyle görüyoruz ki; şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın
İşte bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zalimanesine serfüru etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harab etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veriyor.
Acaba bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin veya bir cemaatin binlerle masumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilalciden hâlî kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o masumlar mes’ul, belki ifna ediliyor.
* * *******
İktibas edilen metin, temel olarak üç ana noktaya odaklanmaktadır:
• Mesuliyetin Şahsîliği: وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَىٰ (Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez) ayetiyle ifade edilen, suçun ve cezanın sadece fiili işleyene ait olduğu prensibi.
• Beşerin Zulüm Kabiliyeti: إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا (O, çok zalim, çok cahildir) ayetiyle işaret edilen, insandaki ene, enaniyet ve tahdid edilmemiş (sınırlandırılmamış) kuvvelerin, haddi aşan bir zulüm potansiyeli taşıdığı hakikati.
• Kolektif Zulüm Tenkidi: Metnin “medeniyet-i meş’ume” (uğursuz medeniyet) olarak tasvir ettiği yapının, bir suçluya mukabil masumları da helâk etmesi ve meleklerin أَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ (Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?) endişesini haklı çıkarması.
İşte bu noktalara ışık tutan benzer ayet-i kerimeler:
1. Mesuliyetin ve Cürmün Şahsîliği Prensibi
Metnin “en âdil bir düstur-u Kur’anî” olarak belirttiği bu prensip, Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde teyit edilir. Bu düstur, metindeki “bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip… akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder” şeklindeki beşerî zulmün tam zıddıdır.
• En’âm Sûresi, 6:164
Mealinden İktibas:
$$ قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍۜ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَاۚ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۚ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ$$
“De ki: “O, her şeyin Rabbi iken ben Allah’tan başka bir rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metindeki ana ayeti tekrar etmekle kalmaz, وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلَّا عَلَيْهَا (Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir) hükmüyle mesuliyetin şahsîliğini perçinler.
• Necm Sûresi, 53:38-41
Mealinden İktibas:
اَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۙ ﴿٣٨﴾ وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ﴿٣٩﴾ وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۙ ﴿٤٠﴾ ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ ﴿٤١﴾
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (38) İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (39) Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. (40) Sonra çalışmasının karşılığı ona tastamam verilecektir. (41)”
• Bağlantısı: Bu ayetler, sadece günahın değil, çabanın (sa’y) ve mükâfatın da şahsî olduğunu, herkesin kendi amelinin karşılığını göreceğini belirterek ilahî adaletin temelini vaz’eder.
• Bakara Sûresi, 2:286 (Kısmî İktibas)
TDV Mealinden İktibas:
… لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ …
“…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…”
• Bağlantısı: Bu meşhur ayetin ilgili kısmı, lehte ve aleyhte olan her şeyin “kesb”e, yani şahsın kendi iradî fiiline bağlı olduğunu net bir şekilde ortaya koyar.
2. İnsanın “Zalûm” (Çok Zalim) ve “Cehûl” (Çok Cahil) Yapısı
Metin, insanın bu yapısını, “kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş” olmasıyla ve “ene ve enaniyetin” bu meyle inzimam etmesiyle (katılmasıyla) izah eder.
• İbrahim Sûresi, 14:34
TDV Mealinden İktibas:
وَاٰتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُۜ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ ﴿٣٤﴾
“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.”
• Bağlantısı: Bu ayet, insanın “zalûm” (çok zalim) sıfatını, “keffâr” (çok nankör) sıfatıyla birleştirir. Metindeki “hubb-u nefis” (nefsini sevme) ve “hodgâmlık” (bencillik), nimetin sahibini unutup nankörlük etmenin ve böylece kendine ve başkalarına zulmetmenin temel sebeplerindendir.
• Hucurât Sûresi, 49:6
Mealinden İktibas:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ جَٓاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَاٍ فَتَبَيَّنُٓوا اَنْ تُص۪يبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰى مَا فَعَلْتُمْ نَادِم۪ينَ
“Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip de yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metindeki cehûl (cahil) sıfatının tehlikeli neticesini gösterir. İnsan, “cehâlet” sebebiyle, yani hakikati araştırmadan, cahilce hareket ederek bir “kavme” (topluluğa) zulmedebilir. Bu, metindeki “bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip” hükmünün nasıl işlediğini gösteren bir misaldir.
3. Masumların Haksız Yere Katledilmesi ve Kolektif Zulüm
Metin, “medeniyet-i meş’ume”nin “bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek” gibi gaddar bir düsturu benimsediğini belirterek bunu tenkit eder. Kur’an-ı Kerim ise bir masumun haksız yere katlini, bütün insanlığın katli gibi değerlendirir.
• Mâide Sûresi, 5:32
Mealinden İktibas:
مِنْ اَجْلِ ذٰلِكَ كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪يلَ اَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِي الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اِنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِي الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“Bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim, bir insanı, bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metinde tenkit edilen “vahşet”in tam zıddı olan ilahî adalet ölçüsünü koyar. “Bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmaksızın” (yani suçun şahsî karşılığı olmaksızın) bir nefsi öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Metindeki medeniyetin yaptığı ise, bir cana karşılık binlerce masumu imha etmektir. Bu ayet, metindeki اَتَجْعَلُ ف۪يهَا… وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ (kan dökecek) endişesinin de bir tefsiridir.
Bu ayetler, iktibas edilen metnin dayandığı Kur’anî temellerin ne kadar sağlam olduğunu ve beşerin “zalûm ve cehûl” sıfatlarıyla bu adaletten saptığında ne dehşetli zulümlere fetva verebildiğini açıkça göstermektedir.
Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?
Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.
Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cümudet peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.
Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç tarîkledir:
1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti, tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi.
Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.
Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.
Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur’ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.
Bununla beraber zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tâbi’ gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin
{(*): “Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder.” diyenlere, İlm-i Usûl ıstılahınca “Musavvibe” denir.}
muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam, mezhebde imtizac etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtie’yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden “inhisar zihniyeti” illetiyle ma’luldür. Ve Kur’anın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.
Hem Tahtiecilik fikri, sû’-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.
Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur’ana ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.
Bilâhere bu rü’yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”
* * ******
Metinde işlenen temel fikirler; Kur’an’ın bizzat esas ve hakim olması, zaruriyat-ı diniyenin (muhkemât) %90’lık kısmının ihmal edilip, içtihadî ve hilafî meselelerin (%10) öne çıkarılmasıyla ümmetin teseyyübe (ihmalkârlığa) düşmesi, fıkıh ve şeriat kitaplarının Kur’an’a şeffaf bir cam (tefsir) olması gerekirken zamanla paslanıp hicab (perde) hükmüne geçmesi ve bu durumun vicdanlardaki kudsiyet hissini zayıflatmasıdır.
İşte bu noktalara temas eden benzer ayet-i kerimeler:
1. Kur’an’ın Hakimiyeti ve Anlaşmazlıklarda Yegâne Hakem Oluşu
Metinde, Kur’an’ın “Hâkimiyet-i Mutlakası” ve hükümlerin me’hazı (kaynağı) olduğu vurgulanmaktadır. Şeriat kitaplarının “vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermesi” gerektiği belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim, kendisinin insanlar arasındaki ihtilafları çözmek için indirildiğini beyan eder:
Ayet-i Kerime:
إِنَّآ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ بِٱلْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ ٱلنَّاسِ بِمَآ أَرَىٰكَ ٱللَّهُ ۚ وَلَا تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا
Meali :
“Biz, sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisâ, 4/105)
İrtibatı:
Bu ayet, metindeki “Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası” fikrinin temel isbatıdır. Hükmün, bizzat Allah’ın vahyettiği Kitap ile verilmesi emredilmektedir. Metindeki tenkit, zamanla hükmün me’hazı olan Kur’an yerine, “vekil” ve “gölge” hükmüne geçen içtihadî kitapların merkeze alınmasıdır. Ayet ise asıl hakemin ve hüküm kaynağının doğrudan Kur’an olduğunu tasrih eder.
2. Dinin Esasları (Muhkemât) ve Teferruatı (Müteşâbihât)
Metin, dinin %90’ını “erkân ve ahkâm-ı zaruriye” (elmas sütunlar) ve %10’unu “mesail-i hilafiye” (altun) olarak tasvir eder. Ümmetin hatasını, %90’ı %10’un himayesine vermek olarak belirtir. Bu, Kur’an’daki muhkem (temel esaslar) ve müteşâbih (yoruma açık) ayrımını hatıra getirir:
Ayet-i Kerime:
هُوَ ٱلَّذِىٓ أَنزَلَ عَلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ مِنْهُ ءَايَٰتٌ مُّحْكَمَٰتٌ هُنَّ أُمُّ ٱلْكِتَٰبِ وَأُخَرُ مُتَشَٰبِهَٰتٌ ۖ فَأَمَّا ٱلَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَٰبَهَ مِنْهُ ٱبْتِغَآءَ ٱلْفِتْنَةِ وَٱبْتِغَآءَ تَأْوِيلِهِۦ ۗ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُۥٓ إِلَّا ٱللَّهُ ۗ وَٱلرَّٰسِخُونَ فِى ٱلْعِلْمِ يَقُولُونَ ءَامَنَّا بِهِۦ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّآ أُوْلُوا۟ ٱlْأَلْبَٰبِ
Meali :
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkem (açık ve kesin)dir. Diğerleri de müteşâbihtir (yoruma açık). Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu (keyfî) yorumlamak için müteşâbih olanlara uyarlar. Onun yorumunu ise ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)
İrtibatı:
Bu ayet, metindeki %90 (zaruriyat) / %10 (içtihadî) ayrımının Kur’an’daki temelini gösterir. “Muhkemât”, metindeki “elmas sütunlar” olan “erkân ve ahkâm-ı zaruriye”ye tekabül eder; bunlar “Kitab’ın anası” (أُمُّ ٱلْكِتَٰبِ) yani temelidir. Metnin tenkit ettiği “mesail-i hilafiye”ye dalıp aslı unutmak ise, ayette belirtilen kalplerinde eğrilik olanların fitne arzusuyla müteşâbih olana tâbi olmasına benzer bir hali tasvir eder.
3. Tefrika ve Bölünmenin Sebebi Olarak Asıldan Uzaklaşmak
Metin, “Tahtieci” (kendi mezhebini mutlak hak, diğerlerini mutlak hata gören) zihniyetin “İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabbüb ve teavüne büyük rahneler açtığını” belirtir. Bu, Kur’an’ın vahdet (birlik) emrine zıt bir durumdur.
Ayet-i Kerime:
إِنَّ هَٰذِهِۦٓ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَٰحِدَةً وَأَنَا۠ رَبُّكُمْ فَٱعْبُدُونِ. وَتَقَطَّعُوٓا۟ أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ ۖ كُلٌّ إِلَيْنَا رَٰجِعُونَ
Meali :
“Şüphesiz bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin. (İnsanlar) işlerini kendi aralarında parça parça ettiler. Hepsi de ancak bize döneceklerdir.” (Enbiyâ, 21/92-93)
İrtibatı:
Allah Tealâ ümmetin “tek bir ümmet” (أُمَّةً وَٰحِدَةً) olduğunu bildirirken, insanların (metindeki “Tahtieci” zihniyet ve tarafgirlik hissi gibi sebeplerle) işlerini parça parça ettiklerini (وَتَقَطَّعُوٓا۟) beyan eder. Bu, metnin başında iktibas edilen “vela teferraku” (bölünmeyin) emrinin çiğnenmesinin neticesidir ve metnin tenkit ettiği “inhisar zihniyeti”nin (tekelcilik) ümmette açtığı yarayı tasvir eder.
4. Kur’an’ı Terk Edilmiş (Mehcur) Bırakmak
Metin, cumhurun (halkın) nazarının doğrudan Kur’an’a çevrilmemesinin bir neticesi olarak, Kur’an’ın “yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde” kaldığını, nüfuz edici hâkimiyetini kaybettiğini ifade eder. Bu durum, Kur’an’ın “mehcur” (terk edilmiş) bırakılması halidir.
Ayet-i Kerime:
وَقَالَ ٱلرَّسُولُ يَٰرَبِّ إِنَّ قَوْمِى ٱتَّخَذُوا۟ هَٰذَا ٱلْقُرْءَانَ مَهْجُورًا
Meali :
“Peygamber der ki: ‘Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi.'” (Furkân, 25/30)
İrtibatı:
Bu ayet, metinde tasvir edilen vaziyetin en acı neticesini ifade eder. Kur’an’ın “hâkimiyet-i mutlakası”nın kaybolması, onun bizzat ahkâmının ve ruhunun değil, sadece lafzının tilavetine (teberrüken) indirgenmesi, bir nevi “terk edilme” (mehcur) halidir. Metin, “teseyyüb ve ihmal”in sebebini, Kur’an’ın doğrudan muhatap alınmayıp “hicab” olan kitapların arkasında bırakılması olarak teşhis eder ki, bu da ayetteki şikayetin bir tezahürüdür.
5. Kur’an’a Tâbi Olmanın Gerekliliği ve Kudsiyeti
Metin, eğer nazar doğrudan Kur’an’a çevrilse, zihnin “müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan” (itaate teşvik edici ve vicdanı uyandırıcı) olan “kudsiyet”e intikal edeceğini belirtir. Kur’an, kendisinin bu vasıflara sahip olduğunu beyan eder:
Ayet-i Kerime:
وَهَٰذَا كِتَٰبٌ أَنزَلْنَٰهُ مُبَارَكٌ فَٱتَّبِعُوهُ وَٱتَّقُوا۟ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Meali :
“Bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin.” (En’âm, 6/155)
İrtibatı:
Metin, cumhurun bürhandan (delilden) ziyade “me’hazdeki kudsiyet” ile imtisale (itaate) sevk olduğunu söyler. Bu ayet, Kur’an’ın hem “mübarek” (kudsiyet ve bereket kaynağı) olduğunu, hem de asıl gayenin ona “tâbi olmak” (فَٱتَّبِعُوهُ) olduğunu emreder. Metnin ısrarla vurguladığı gibi, Kur’an sadece teberrük edilecek bir metin değil, bizzat uyulacak (hâkimiyeti kabul edilecek) bir kitaptır.
{(*): Bidayet-i Hürriyette şu fikri jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arzediyorum.}
Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.
Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.
Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir hususiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.
Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk, müttehid-i bizzâttır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır.
Saltanat itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâh ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.
Sadaret üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müdhiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terkedilmiş.
Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.
Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?
Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.
Hattâ diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünki haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâm’ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.
Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima cma’ ve re’y-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.
Sadaret, Meşihat iki cenahtır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.
İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir.
Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-ı İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan a’yan ve meb’usanın vazife-i resmiyeleri itibariyle, bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.
Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın a’zâ-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş-yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu mes’ele-i uzmanın esasını teşkil eder.
Vehham olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin za’fiyeti bahanesine olan müzahref medeniyete lanet. Havf ve za’f, tesirat-ı hariciyeyi teşci’ eder. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.
وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ
* * *******
Metin, İslâm âleminin idarî ve ilmî hayatında “şûrâ” (danışma) ve “meşveret” esasının ne derece hayatî bir ehemmiyet taşıdığını, bilhassa Hilafet ve Meşihat makamının “cemaat zamanı” olarak tasvir edilen yeni devrin icaplarına göre yeniden tanzim edilmesi zaruretini kuvvetli delillerle ortaya koymaktadır.
Metnin hülasası, ferdî içtihadın ve idarenin, tesirat-ı hariciyeye (dış tesirlere) karşı mukavemetsiz kaldığı ve İslâm âlemindeki “efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt” (İslâmî fikirlerdeki dağınıklık) ile “içtihadattaki müdhiş fevza”yı (içtihadlardaki korkunç başıbozukluğu) önleyemediğidir. Çare olarak, Meşihat makamının ferdî bir yapıdan kurtarılıp, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’yi ve âlem-i İslâm’dan müntehab (seçkin) ülemayı ihtiva eden “bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî” haline getirilmesi teklif edilmektedir.
Metnin hemen başında iktibas edilen iki ayet-i kerime, bu davanın temelini ve Kur’anî isbatını teşkil etmektedir.
• وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ (Onların işleri, aralarında danışma (şûrâ) yoluyladır.)
Bu ifade, Şûrâ Suresi’nin 38. ayet-i kerimesinin bir kısmıdır. Ayetin tamamı şöyledir (Meali):
“Onlar, rablerinin çağrısına uyarlar, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri de aralarında danışma (şûrâ) yoluyladır. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” (Şûrâ 42:38)
• İzahı: Bu ayet-i kerime, “şûrâ”yı, kâmil mü’minlerin temel vasıflarından biri olarak zikretmektedir. İman, namaz ve infak gibi en temel esasların yanında “işlerinin aralarında şûrâ ile olması” şartının getirilmesi, İslâm cemaatinin hiçbir mühim meselesinin istişaresiz, ferdî bir re’y (görüş) ile karara bağlanamayacağını göstermektedir. Metindeki teklif, tam da bu ayetin emrettiği “kolektif idare” prensibinin, İslâm’ın en yüksek ilmî makamı olan Meşihat’ta tesis edilmesini istemektedir.
• وَ شَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ (İş konusunda onlara danış.)
Bu ifade, Âl-i İmrân Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinin bir kısmıdır. Ayetin tamamı şöyledir (Meali):
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet, onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlara danış (şâvirhum fi’l-emr). Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân 3:159)
• İzahı: Bu ayet, doğrudan doğruya Resûlullah Efendimize (s.a.v.) hitap etmektedir. Vahiy ile müeyyed (desteklenmiş) olmasına rağmen, bizzat Peygamber’e (s.a.v.) ashabıyla “meşveret etmesi” emredilmiştir. Bu emir, meşveretin bir lütuf değil, idarenin temel bir rüknü (direği) olduğunu isbat eder. Metin, bu ayetten hareketle şu güçlü mantığı kurar: Peygamber (s.a.v.) dahi meşveretle memur iken, “ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavim” olan ve “dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalan” bir şahsın (mesela Şeyhülislâm’ın) istişaresiz hareket etmesi veya bu makamın bir ferde bırakılması nasıl kâfi gelebilir?
Şûrâ Prensibini Destekleyen Benzer Ayet-i Kerimeler
Metnin ruhuna ve şûrâ esasına temas eden diğer bazı ayet-i kerimeler de mevcuttur:
1. İdarecilere (Ulû’l-Emr) İtaat ve İhtilafın Çözümü
Metin, “hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış” bir “şahs-ı manevîdir” demekle, idarecilerin (ulû’l-emr) artık kolektif bir yapı olduğunu belirtir. Bu kolektif yapının nasıl hareket etmesi gerektiğine dair şu ayet işaret eder (Meali):
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu, daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ 4:59)
• İzahı: Metnin tenkit ettiği “içtihadattaki fevza” (içtihadlardaki başıbozukluk), tam da bu ayette zikredilen “anlaşmazlığa düşme” halidir. Metnin teklif ettiği “Şûra-yı Âliye-i İlmiye”, İslâm âleminin “ulû’l-emr”i (ilmî otoritesi) olarak, meseleleri “Allah’a ve Resûl’e götürme” (yani Kur’an ve Sünnet ışığında kolektif bir içtihad ile karara bağlama) vazifesini görecek bir müessesedir. Böyle bir şûrâ, “re’y-i cumhur” (çoğunluğun görüşü) ve “bir nevi icma'” (konsensüs benzeri) bir yapı oluşturarak ihtilafları asgariye indirecektir.
2. Birlik ve Beraberlik Emri, Tefrikadan Nehiy
Metin, mevcut vaziyeti “İslâmın ukde-i hayatiyesini (hayat düğümünü) tehlikeye maruz bırakmak” olarak tasvir eder ve “teşettüt”ten (dağınıklıktan) şikâyet eder. Şûrâ, bu dağınıklığı önleyen en mühim ilâçtır (Meali):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân 3:103)
• İzahı: “Allah’ın ipine hep birlikte sarılmak”, ancak “emruhum şûrâ beynehum” (işleri aralarında danışma iledir) prensibiyle mümkündür. Ferdî re’yler, cemaati “parçalanıp bölünmeye” sevk eder. Metnin teklif ettiği şûrâ, âlem-i İslâm’ın “hep birlikte” sarılacağı o “Allah’ın ipi”nin müessesevî bir tezahürüdür. Bu şûrâ, kalpleri birleştirecek ve metnin “müdhiş tedenni” (korkunç alçalma) olarak belirttiği “ateş çukuru”ndan kurtuluşa vesile olacaktır.
3. Bilenlere Sorma (Zikir Ehline Müracaat) Esası
Metin, “müntehab ülemasını celbeylemek” (seçkin âlimleri davet etmek) suretiyle, Meşihat’ın “menba’ hem ma’kes” (kaynak ve yansıtıcı) olmasını teklif eder. Bu, ferdî aklın yerine kolektif ilme ve “ehl-i zikr”e müracaat etmektir (Meali):
“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz ancak erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere (zikir ehline) sorun.” (Nahl 16:43)
• İzahı: “Zaman cemaat zamanı” olduğunda ve meseleler “besatetten çıkmış” (basitlikten çıkmış, karmaşıklaşmış) olduğunda, “bilmiyorsanız” hitabı sadece avama değil, idarecilere de yöneliktir. Bir “ferd” (kişi), ne kadar dâhî de olsa, zamanın bütün karmaşık meselelerini bilemez. Öyleyse çözüm, en üst seviyedeki “bilenlere” yani “zikir ehline” (İslâm âleminin en muktedir âlimlerine) sormaktır. Metnin teklif ettiği şûrâ, tam da bu ayetin emrettiği “bilenlere sorma” fiilinin en yüksek seviyede icra edileceği “Şûra-yı Âliye-i İlmiye”dir.
Hülasa
Netice olarak, Kur’an-ı Kerim, Müslümanların idarî, içtimaî ve bilhassa ilmî meselelerini ferdî re’ylere ve içtihadlara değil, “şûrâ”, “meşveret” ve “ehl-i zikr”e müracaat esasına dayanan kolektif bir akla tevdi etmelerini emretmektedir. Takdim edilen metin, bu cihan şümul Kur’anî prensibin, “zaman cemaat zamanı olduğu” için, İslâm’ın hayat düğümü olan Hilafet ve Meşihat müessesesinde nasıl tatbik edilmesi gerektiğine dair derin bir nazar ve kuvvetli bir teklif arz etmektedir.
وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ
(Bir vicdan muhasebesi ve tarihe not)
Kalemin namusu, silahın namusunu deldi.
Zira kalem, vicdanın sesidir; silah, öfkenin.
Kalem aklı temsil eder, silah nefsi.
Kalem hakikati yazar, silah hakikati susturur.
Bugün bir kez daha görüyoruz ki, tarihin en büyük savaşları, önce kelimelerle başlar;
Ve yine kelimelerle biter.
Silahın sustuğu yerde kalem konuşur; kalemin sustuğu yerde zulüm hüküm sürer.
Bir zamanlar kılıç, dünyayı biçen kuvvetti.
Bugün kalem, akılları biçen kudret oldu.
Artık dönem, tüfeğin değil; haberin, manşetin, başlığın, ve kelâmın dönemidir.
Bir cümle, bir kurşundan daha derin yaralar açabilir.
Bir başlık, bir bombadan daha fazla zihinleri yakabilir.
Ama bugün, kalemin namusu satılığa çıkarılmış durumda.
Bazı kalemler kanı durdurmak için değil, kanı meşrulaştırmak için yazıyor.
Bazı gazeteler hakikati değil, propaganda metinlerini manşet yapıyor.
Bazı haber merkezleri, mazlumu değil zalimi temize çıkarıyor.
İşte tam da bu karanlık vakitte, 300’ü aşkın yazar, akademisyen ve sanatkâr;
Bir tarihî duruş sergiledi.
New York Times’ın Filistin karşıtı önyargılı yayın politikalarına karşı
“Kalemimizi satmıyoruz” diyerek geri çekildiler.
Bu sadece bir protesto değil, insanlığın vicdanına düşen bir imzadır.
Zira onlar dediler ki:
“Silah üreticileri kadar medya da savaş makinesinin bir parçasıdır.”
Ne doğru söz!
Zira medya, yanlış kelimelerle bir toplumu kışkırtabilir;
Hakikati gizleyerek zulmü meşrulaştırabilir;
Bir fotoğrafı yayımlamayarak bir mazlumun çığlığını boğabilir.
“Katliam”, “işgal”, “etnik temizlik” gibi kelimeleri sansürleyen bir basın,
Hakikatin değil, zulmün hizmetindedir.
Kelimeleri susturmak, vicdanı susturmakla eşdeğerdir.
Tarih, bu tür anları unutmaz.
Bir zamanlar Galileo, hakikatini söylemek için mahkemede titrerken
Papa’nın elinde kalem vardı — ama o kalem sustu.
Bir kelâmı kibarda:
“Kalem kılıçtan keskindir.”
Ama keskinliği hak için kullanılmadıkça, o kalem sadece bir silahtır.
Bugün Gazze’deki çocuklar kan içinde yatarken,
Bir grup kalem sahibi insanlığın haysiyetini ayağa kaldırdı.
Belki onların satırları bir duvar yıkmadı;
Ama bir duvarın arkasındaki yalanı deldi.
Bir hakikat duvarı ördüler: kelimelerden, vicdandan, namustan.
Artık kalem sadece yazmaz;
Hüküm verir.
Artık haber sadece bildirmaz;
İfşa eder.
Artık dünyayı silahlar değil;
Kalem ve kelâm değiştirir.
Çünkü kalem, Allah’ın “Oku!” emrinin mirasçısıdır.
Silah, o emrin unutturulduğu karanlık çağların nişanesidir.
Kalemini kanı durdurmak için kullananlar,
Hakikatin askeridir.
Silahını masumu öldürmek için kullananlar ise
Zulüm ordusunun neferidir.
Birinin adı tarih kitaplarında anılır;
Diğerinin adı sadece lanetle hatırlanır.
Sonuç / Özet:
Bu makale, kalemin vicdani sorumluluğunu, medyanın hakikat karşısındaki imtihanını ve New York Times’a karşı 300’den fazla yazarın sergilediği onurlu duruşu ele alır.
Hakikatin, kelimelerin namusu üzerine bina edildiğini; kalemini zulmün değil, adaletin hizmetine verenlerin tarihe şerefli bir iz bıraktığını vurgular.
Bugün dünyayı değiştiren asıl güç ne silah ne para, belki de sadece namuslu bir kalemin ucundaki hakikattir.
Tarih, iki zıt kuvvetin ebedî mücadelesine şahittir: Biri yıkan, diğeri yapan; biri kan döken, diğeri o kanı durdurmaya çalışan. Bu mücadelenin bir cephesinde kaba kuvvet, yani silah vardır; diğer cephesinde ise idrak, vicdan ve hakikat, yani kelâm ve kalem.
Kalemin gücü, kelâmın gücünden, kelâmın gücü de kişinin kişiliğinden ileri gelir.
Silahın gücü, yapıldığı çeliğin sertliğinden gelirken, kalemin kudreti, onu tutan elin vicdanından ve o vicdana istikamet veren “kişilikten” beslenir.
Ve tarih nice defalar isbat etmiştir ki; “Kalemin gücü, silahın gücünden daha güçlü ve etkisi daha kalıcıdır.”
Zira silah, bedene hükmeder; kalem ise zihne, ruha ve en nihayetinde tarihin seyrine…
Kelâmın İmtihanı: Hakikat mi, Propaganda mı?
Yaşadığımız devir, bir iletişim, medya ve reklam devridir. Gücün aslı, artık tanklardan ve füzelerden ziyade, o tankların ve füzelerin “gerekçesini” yazan kalemlerden, o zulmü “meşrulaştıran” manşetlerden alınmaktadır.
Eğer bir savaş makinesi, sadece silahla çalışsaydı, onu durdurmak nisbeten kolay olurdu. Lakin asıl tehlikeli olan, o savaş makinesinin “medya ayağıdır.” O ayak ki, katliamı “meşru müdafaa,” etnik temizliği “güvenlik operasyonu,” soykırımı ise “talihsiz bir zayiat” olarak tasvir eder. İşte bu, kalemin namusunu yitirdiği, silahın uşağı olduğu andır.
Kalemini kan akıtmak için satanlara karşı, kalemini kanı durdurmak için atanların farkı; insanlık farkıdır.
Bugün, bu “insanlık farkını” cihan şümul bir hadisede, Batı medyasının en büyük kalelerinden biri sayılan New York Times’ın (NYT) surlarında açılan gedikte müşahede ediyoruz.
Vicdanın Ayaklanması: 300 Namuslu Kalem
Haber, soğuk ve net: Aralarında yazarların, akademisyenlerin ve sanatçıların bulunduğu 300’ü aşkın vicdan sahibi, kalemlerini bir kenara koymuyor; bilakis kalemlerini en güçlü “atarak” bir tavır ortaya koyuyor.
NYT gibi devasa bir medya gücünün “Görüş” bölümüne artık yazmayacaklarını ilân ediyorlar.
Bu bir boykottan öte, bir “vicdanî ret” eylemidir. Bu, kelâmın, kendisini kirleten mürekkebe karşı isyanıdır.
İthamları, medyanın faaliyetinin nasıl bir propagandaya dönüştüğünü tasvir etmektedir:
* NYT, “savaşın medya ayağı” olmakla suçlanmaktadır.
* Haber merkezinin, “katliam”, “etnik temizlik” ve “işgal edilmiş toprak” gibi hakikati yansıtan tabirlerden “kaçının” talimatı vermesi, gerçeğin nasıl tahrif edildiğinin isbatıdır.
* Gazze’deki soykırıma ve adaletsizliğe “suç ortağı” olmamak için bu kararı almışlardır.
Bu 300’den fazla yazar, akademisyen ve sanatçı, “kişiliklerini” ortaya koymuşlardır. Onlar, “Sözsüz Çığlıklar” gibi teyitsiz ve propaganda maksatlı haberlerin geri çekilmesini talep ederek, yalanın üzerine inşa edilen bir haberciliği reddetmektedir. En vurucu talepleri ise, Yayın Kurulunun ABD’nin İsrail’e silah ambargosu uygulamasını talep etmesidir.
İşte bu nokta, makalenin başındaki hikmetin tecelli ettiği yerdir: “İsrail silahını kan dökmek için kullanırken, bir kısım şerefli kalem sahibi yazar kalemini kan dursun diye şerefli ve namuslu bir karara imza attı.”
Onlar, kalemlerini, doğrudan silaha karşı bir kalkan olarak kullanmışlardır.
Tarihe Düşülen İbretlik Not
Tarih, her zaman galipler tarafından yazılmaz. Bazen tarih, o galiplerin zulmünü yazmayı reddeden “mağlup” ama “onurlu” kalemler tarafından yazılır.
NYT’de yaşanan bu hadise, medyanın sadece bir haber verme vasıtası olmadığını, aynı zamanda bir “savaş makinesinin parçası” olabileceğini gösteren ibretlik bir vesikadır. Silah üreticileri mermiyi yapar; bazı medya kurumları ise o merminin “ahlâkî” zeminini hazırlar. 300 yazarın bu duruşu, işte bu ahlâksız zemini çökertmeye yönelik bir hamledir.
Filistinli gazetecilerin kanı ve canı pahasına dünyaya duyurmaya çalıştığı hakikatler, Batı’nın konforlu ofislerinde sansürlenirken; bu 300 kalem, o sansür mekanizmasının bir dişlisi olmayı reddetmiştir.
Unutulmamalıdır ki;
Dünyayı silahlar değil, kalem ve kelam değiştirir.
Bu 300’den fazla yazar, kelâmın gücünü ve kalemin namusunu, silahın gücüne ve zulmün propagandasına karşı kullanarak, tarihin doğru tarafına şerefli bir imza atmışlardır. Onların bu tavrı, “kalemin namusunun, silahın (ve onun uşağı olan propagandanın) namusunu nasıl deldiğinin” en parlak ve en yeni misalidir.
🖋️ Makalenin Özeti
Bu makale, kalemin gücünün ve namusunun, silahın kaba kuvvetinden ve zulmünden daha üstün olduğu ana fikri üzerine inşa edilmiştir. Günümüzün bir medya ve iletişim çağı olduğunu, bu yüzden savaşların meşruiyetinin artık silahlardan çok “kalemler” ve “manşetler” üzerinden sağlandığını vurgulamaktadır.
New York Times’da (NYT) 300’den fazla yazarın, gazetenin Filistin karşıtı önyargılı yayınlarını ve “savaşın medya ayağı” gibi faaliyet göstermesini protesto ederek yazılarını çekmesi, bu duruma somut bir misal olarak sunulmuştur. Bu yazarların, “katliam” ve “etnik temizlik” gibi ifadelerin kullanılmasını yasaklayan bir kuruma “suç ortağı” olmayı reddetmesi, kalemin namusunu korumak adına atılmış şerefli bir adım olarak tasvir edilmiştir.
Makale, bu 300 yazarın, kalemlerini kanı durdurmak için kullandığını ve dünyayı asıl değiştirecek olanın silahlar değil, hakikate hizmet eden “kalem ve kelam” olduğunu belirterek son bulmaktadır.