İnsan, varoluşunu anlamaya çalışırken bir gerçeğin farkına varır: Geldiği yer bellidir, gideceği yer de… Bu hakikat, “Minallah ilallah” düsturunda özetlenmiştir. Yani, her şey Allah’tan gelir ve yine O’na döner. Bu ilahi prensip, varlık âlemindeki her şeyin bir başlangıcı ve dönüş noktası olduğunu gösterir. İnsan da bu düzenin bir parçası olarak dünyaya gelir, belirli bir müddet yaşar ve nihayetinde Yaratan’a döner.
İnsan ve Fani Dünya
Dünya, insana emanet olarak verilmiş bir mekândır. Burada insan, imtihan için bulunur. Bazen nimetler içinde olur, bazen de musibetlerle sınanır. Her iki durumda da unutmaması gereken bir hakikat vardır: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Bakara, 2/156). Yani, “Şüphesiz ki biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.” Bu ayet, insanın yolculuğunu ve hayatın geçiciliğini en güzel şekilde ifade eder.
Hikmet Dolu Bir Kıssa
Zamanında büyük bir âlimin yanına bir genç gelerek, “Efendim, dünyada olup bitenlere anlam veremiyorum. Zengin fakirden, güçlü zayıftan üstün görünüyor. Adalet nerededir?” diye sormuş.
Âlim, gence bir kap su vermiş ve “Bunu iç, sonra içinde ne var söyle” demiş. Genç suyu içtikten sonra, “Suyun içinde ne olduğunu bilemem, ama suyun lezzetini tattım,” demiş.
Âlim tebessümle cevap vermiş: “Evlat, dünya da böyledir. Allah’ın takdir ettiği düzeni tam anlamıyla idrak edemezsin. Ama bil ki her şey Hak’tan gelir ve Hak’ka döner. İnsanın görevi, bu yolculukta sabır, şükür ve imanla yürümektir.”
Bu kıssa, insanın sınırlı aklıyla ilahi düzeni bütünüyle kavrayamayacağını, ancak ona teslim olup tevekkül etmesi gerektiğini anlatır.
İnsan Ne Yapmalı?
Bu dünyada her şey bir imtihan vesilesidir. Hayır da şer de Allah’tan gelir ve hikmet sahibidir. Öyleyse insan;
Sahip olduğu nimetleri Allah’tan bilip şükretmeli,
Karşılaştığı musibetleri de yine O’ndan bilip sabretmeli,
Kendisinin geçici bir misafir olduğunu unutmamalı,
Dünya hayatına aldanmayarak ahiret için hazırlık yapmalıdır.
Her şeyin Allah’tan gelip O’na döneceğini bilen kişi, bu dünyada daha huzurlu, mutmain ve bilinçli yaşar. Çünkü bilir ki, asıl yurt ahirettir ve orada gerçek adalet tecelli edecektir.
Sonuç: Dönüş Yolu
“Minallah ilallah” düsturu, insanın yaratılış amacını ve nihai akıbetini hatırlatan büyük bir gerçektir. Kimi zaman sevinç içinde, kimi zaman hüzünle bu dünya yolculuğunu sürdürürüz. Ancak yolun sonunda hepimiz, geldiğimiz yere, yani Rabbimize döneceğiz. Öyleyse, dönüş yolculuğumuzun selametli olması için bu bilinçle yaşamalı, Allah’a kulluk şuuruyla hareket etmeliyiz. Çünkü her şey Hak’tan gelir ve yine Hak’ka döner.
@@@@@@
“HAK ILE OLUP HAK’TA KALMAK VE HERŞEYİ HAK’TA BULMAK’ NE İLEDİR?
Bu ifade, insanın hayatını mutlak hakikate uygun yaşaması, Hak olan Allah’la beraber olup O’nun emirlerine göre hareket etmesi ve her şeyi O’nun varlığı ve iradesi içinde görmesi anlamına gelir.
Benzer Anlamları ve Müradifleriyle İzahı:
1. Hak ile olmak → Allah’a yönelmek, O’na dayanmak, O’nun hükümlerine tabi olmak
“Allah’ın rızasında olmak”
“İlahi iradeye teslim olmak”
“Hakk’a ram olmak”
“Sırat-ı müstakim üzere bulunmak”
2. Hak’ta kalmak → Doğruluk, istikamet ve sadakat üzere olmak
“İhlas ve samimiyetle hareket etmek”
“Hak yolda sebat göstermek”
“İman üzere sabit kalmak”
“Takva ile yaşamak”
3. Her şeyi Hak’ta bulmak → Dünyadaki her şeyi Allah’ın tecellisi olarak görmek, O’nun kudret ve hikmetini her şeyde müşahede etmek
“Allah’ın sanatını ve tecellilerini idrak etmek”
“Her hâdisede bir hikmet olduğunu bilmek”
“Her nimeti ve musibeti O’ndan bilmek”
“Varlığı ve olayları tevhid nazarıyla okumak”
Bu anlayış, insanın Allah ile olan irtibatını güçlü kılar ve onun hayatını iman, sabır, şükür ve tevekkül üzere kurmasına vesile olur. Yani, insan Hak ile olursa batıldan uzak durur, Hak’ta kalırsa kaybolmaz ve her şeyi Hak’ta bulursa huzura kavuşur.
Kur’an-ı Kerim’de taşlar ve onların özellikleri farklı bağlamlarda birçok ayette geçmektedir. Bu ayetlerde taşlar bazen güç, sertlik ve dayanıklılık, bazen ibret ve ceza, bazen de bereket ve nimet sembolü olarak anlatılmıştır. İşte Kur’an’da bahsedilen taşlar ve özellikleri:
1. TAŞLARIN SERTLİĞİ VE KALPLERİN KATILAŞMASI
Kur’an, bazı insanların katı kalpliliğini anlatırken taşlara benzetmiştir:
“Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Artık onlar taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü öyle taşlar vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Yine öyle taşlar vardır ki yarılır da içinden su çıkar. Ve öyleleri vardır ki Allah korkusuyla düşer (parçalanır). Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 74)
Bu ayette taşların bile Allah korkusuyla parçalandığı, ancak bazı insanların kalplerinin taşlardan bile daha katı olduğu vurgulanmaktadır.
2. HZ. MUSA VE ONİKİ KAYNAK TAŞI
Hz. Musa (a.s.) kavmi için su istediğinde Allah ona taşa vurmasını emretmiş ve taştan on iki pınar fışkırmıştır:
“Musa kavmi için su arayınca, ‘Asan ile taşa vur’ dedik. Bunun üzerine on iki pınar fışkırdı. Her topluluk su içeceği yeri öğrendi. Allah’ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Bakara, 60)
Bu olay, su gibi hayati bir nimetin bile Allah’ın emriyle taşlardan çıkabileceğini göstermektedir.
3. HACERÜ’L-ESVED VE KABE’DEKİ MUKADDES TAŞLAR
Kâbe’nin duvarında bulunan Hacerü’l-Esved (Siyah Taş), Müslümanlar için kutsal bir taştır. Bu taşın cennetten geldiği ve zamanla siyahlaştığı rivayet edilir. Kur’an’da Hacerü’l-Esved’in ismi geçmese de, Beytullah’ın (Kâbe’nin) İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilmesi anlatılır:
“İbrahim ve İsmail, Kâbe’nin temellerini yükseltirken, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Şüphesiz Sen işitensin, bilensin’ (dediler).” (Bakara, 127)
Bu ayet, Kâbe’nin temellerinin taşlarla inşa edildiğini ve bu taşların kutsallığını vurgulamaktadır.
4. SEMUD KAVMİ VE DAĞLARDAN OYULAN EVLER
Kur’an’da Semud kavminin kayaları ve dağları oyarak evler yaptığı belirtilir:
“Siz burada bahçeler, pınarlar içinde, ekinler ve yumuşak hurma ağaçları arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz.” (Şuara, 146-149)
Ancak bu kavim peygamberleri Hz. Salih’in (a.s.) uyarılarına kulak asmadığı için büyük bir azapla helak edilmiştir.
5. LÛT KAVMİ’NE YAĞDIRILAN TAŞLAR
Kur’an’da, Lût kavmi’nin helak edilmesi sırasında taşlardan oluşan bir azap yağdırıldığı anlatılır:
Bu ayet, Allah’ın azabının taşlarla da gelebileceğini ve sapkınlıkta ısrar eden kavimlerin ibret verici bir şekilde yok edilebileceğini göstermektedir.
6. ASHÂB-I FİL VE SİCCÎL TAŞLARI
Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için gönderdiği fil ordusuna, Allah tarafından taşlarla azap gönderildiği anlatılır:
“Onların üzerine sertleşmiş çamurdan taşlar atan sürüler halinde kuşlar gönderdi.” (Fil, 3-4)
Bu olay, Allah’ın en güçlü orduları bile küçücük taşlarla yok edebileceğini ve kutsal mekânlarını koruduğunu göstermektedir.
7. CENNET VE CENNET TAŞLARI
Kur’an’da, cennette altın, gümüş, inci ve yakut gibi değerli taşlardan bahsedilir:
“O müminlerin ödülleri; altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Onların oradaki evleri, tertemiz cennetlerdendir. Allah’ın rızası ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 72)
Cennette müminlere yakut, inci ve altınlarla süslenmiş mükâfatların verileceği anlatılmıştır.
SONUÇ: KUR’AN’DA TAŞLAR VE BİZE VERDİĞİ MESAJLAR
Kur’an-ı Kerim’de taşlar birçok farklı anlamda kullanılmıştır:
1. Sertlik ve inatçılık: İnsanların katı kalpliliğini anlatmak için (Bakara, 74).
2. Bereket ve mucize: Hz. Musa’nın asasını vurduğu taştan su çıkması (Bakara, 60).
3. Kutsallık ve ibadet: Hacerü’l-Esved ve Kâbe’nin taşları (Bakara, 127).
4. Azap ve helak: Lût kavmi ve Ebrehe ordusuna taşlarla azap indirilmesi (Fil, 3-4; Hicr, 74).
5. Medeniyet ve sanat: Semud kavminin kayalardan ev yapması (Şuara, 146-149).
6. Cennetin mücevherleri: İnci, yakut ve altın gibi değerli taşlarla süslenen cennet nimetleri (Tevbe, 72).
Kur’an’da taşlar sadece fiziksel varlıklar değil, aynı zamanda ibret ve hikmet taşıyan unsurlar olarak ele alınmıştır. Taşlar bazen Allah’ın azametini, bazen insanın inatçılığını, bazen de mükâfat ve nimeti simgeler.
Bizim için ders:
Kalbimizi taş gibi katı yapmamalıyız.
Allah’ın mucizelerine ve kudretine inanmalıyız.
Doğru yolda olmadığımızda taş gibi helak edilebileceğimizi unutmamalıyız.
Kur’an’da anlatılan taşlardan ibret almak, hem dünya hem de ahiret saadeti için gereklidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de göz, kulak ve dil insanın duyma, anlama ve ifade etme araçları olarak ele alınır. Bu organlar, insanın doğru bilgiye ulaşmasını sağlarken aynı zamanda onun sorumluluğunu artıran emanetlerdir. Görevlerini yerine getirmelerinin önündeki engeller ise gaflet, inat, kibir, günah ve nefsin arzularına uymak olarak belirtilmiştir.
1. Göz (Basîret, İdrak ve Şahitlik)
Göz, sadece fiziksel görme organı değil, aynı zamanda basîretin (manevi idrak) bir aracıdır. İnsan, gözünü hakikati görmek, ibret almak ve Allah’ın ayetlerini kavramak için kullanmalıdır.
Gözün nimet olması:
“Biz ona iki göz vermedik mi?” (Beled 90/8)
Basîretin (manevi görüşün) açılması:
“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.” (Hac 22/46)
Gözün sorumluluğu:
“Kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 17/36)
Engeller:
Gözün hakikate kapanması:
“Onların gözleri vardır, fakat onunla görmezler.” (A’râf 7/179)
Dünya tutkusu ve gaflet:
“Onlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler, ahiretten ise gafildirler.” (Rûm 30/7)
Haramlara bakmak ve nefsin peşinden gitmek:
“Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar…” (Nûr 24/30)
2. Kulak (İşitme, Öğrenme ve Hidayet)
Kulak, doğru bilgiyi almak ve hakikati öğrenmek için bir araçtır. Kur’ân’da, hakikati duyup kabul edenlerle, işitmesine rağmen inatla reddedenler arasında büyük bir fark olduğu vurgulanır.
İşitme nimetinin önemi:
“De ki: Sizi inşa eden, size kulak, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!” (Mülk 67/23)
Hakkı işitenlerle işitmeyenlerin farkı:
“Ölülerle diriler bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittiremezsin.” (Fâtır 35/22)
Engeller:
Kulakların mühürlenmesi:
“Kalplerimiz örtülüdür, kulaklarımızda ağırlık var, senin söylediklerini anlayamıyoruz.” (Fussilet 41/5)
Hakkı işitip aldırmamak:
“Onların kulakları vardır ama işitmezler.” (A’râf 7/179)
Batılı dinleyip hakikatten uzaklaşmak:
“Yalancı ve günahkâr olan herkesin ardından giderler.” (Câsiye 45/7-8)
3. Dil (Konuşma, Doğruluk ve Şahitlik)
Dil, insanın iletişim kurmasını, tebliğ yapmasını ve hakikati savunmasını sağlayan önemli bir organdır. Ancak kötüye kullanıldığında iftira, yalan ve gıybet gibi büyük günahların kaynağı olabilir.
Dilin nimet olması:
“Biz insana iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?” (Beled 90/8-9)
Doğru söz söylemek:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (Ahzâb 33/70)
Dil ile yapılan hataların büyük sorumluluğu:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 50/18)
Engeller:
Yalan ve iftira:
“Onların ağızlarından çıkan söz ne büyük! Onlar ancak yalan söylüyorlar.” (Kehf 18/5)
Gıybet ve dedikodu:
“Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât 49/12)
Boş ve faydasız konuşmalar:
“Onlar, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn 23/3)
Ayetlerin Bütünlüğü İçinde Bağlantı
Kur’ân’da göz, kulak ve dil bir bütünlük içinde ele alınır. Göz, hakikati görmeli; kulak, hakikati işitmeli; dil ise hakikati konuşmalıdır. Eğer bu organlar doğru kullanılmazsa, insan hakikatten uzaklaşır, gaflete düşer ve sorumluluklarını yerine getiremez.
Akıl, kalp ve ruh ile bağlantı:
Göz, basîretle bakmazsa, kalp katılaşır.
Kulak, hakkı işitmezse, ruh zayıflar.
Dil, yalan konuşursa, insanın aklı da sapar.
Bu yüzden Kur’ân, gözleri haramdan korumayı, kulakları hakikate açmayı ve dili doğru konuşmak için kullanmayı emreder. Aksi hâlde bu organlar, insanın manevi körlük, sağırlık ve dilsizlik yaşamasına sebep olabilir.
Özetle:
Göz, ibret ve basîret için.
Kulak, hakkı işitmek için.
Dil, doğruyu söylemek için.
Ancak yanlış kullanılırsa, insan gaflete düşer ve hakikatten uzaklaşır.
İnsanlık tarihi boyunca kutsal emanetler, manevi değerlerin sembolü olmuş ve inanç sahipleri için büyük önem taşımıştır. Ahit Sandığı da bu emanetlerden biridir. Kur’an-ı Kerim, İsrailoğulları’na verilen Ahit Sandığı’ndan bahseder ve onun içerisinde büyük bir bereket bulunduğunu bildirir. Ahit Sandığı’nın mahiyeti, tarihî süreci ve tefsirlerdeki izahları incelendiğinde, insanlığa ibret olacak pek çok ders çıkarılabilir.
1. Ahit Sandığı Kur’an’da Nasıl Geçiyor?
Kur’an-ı Kerim’de Ahit Sandığı’ndan “Tabut” olarak bahsedilmektedir. Bakara Suresi’nde şöyle buyrulur:
> “Peygamberleri onlara dedi ki: ‘Onun hükümdarlığının alameti, içinde Rabbinizden bir sekînet (gönül rahatlığı) ve Mûsâ ile Hârûn’un bıraktıklarından bir kalıntı bulunan sandığın size gelmesidir. Onu melekler taşıyacaktır. Şüphesiz bunda sizin için büyük bir işaret vardır; eğer iman edenlerdenseniz.'” (Bakara, 248)
Bu ayete göre Ahit Sandığı:
Allah tarafından bir alamet olarak gönderilmiştir.
İçinde ilahi bir sekînet (manevi huzur) vardır.
Musa (a.s) ve Harun (a.s)’dan kalan kutsal emanetleri barındırmaktadır.
Melekler tarafından taşınmıştır.
Bu ifadeler, Ahit Sandığı’nın maddi bir kutudan öte, manevi ve ilahi bir güç taşıdığına işaret etmektedir.
2. Ahit Sandığı’nın Tarihi ve İsrailoğulları İçin Önemi
Tarihî kaynaklara ve tefsirlere göre Ahit Sandığı, Hz. Musa (a.s) zamanında, Allah’ın vahyini taşımak ve İsrailoğulları’nın manevi birliği için özel olarak hazırlanmıştır.
Sandık, Hz. Musa’nın Sina Dağı’nda Allah’tan aldığı levhaları ve diğer kutsal emanetleri ihtiva etmekteydi.
İsrailoğulları çölde kırk yıl süren yolculuklarında sandığı yanlarında taşıdılar ve ona büyük hürmet gösterdiler.
Hz. Davud (a.s) döneminde sandık, İsrailoğulları için büyük bir kutsiyet kazandı. Kudüs’ü fethettikten sonra, sandığı yeni kurduğu şehre getirerek halkına manevi bir merkez sundu.
Hz. Süleyman (a.s) zamanında, sandığın Beytülmakdis’te (Kudüs’teki mabette) muhafaza edildiği rivayet edilir.
Ancak daha sonraki dönemlerde sandık, İsrailoğulları’nın günahkârlaşması ve ilahi emirlere sırt çevirmesi nedeniyle ellerinden alındı. Bu da onların manevi çöküşünün ve Allah’ın yardımından mahrum kalmalarının bir işaretiydi.
3. Tefsirlerde Ahit Sandığı’nın Mahiyeti
Tefsir âlimleri, Bakara Suresi 248. ayeti farklı şekillerde yorumlamışlardır:
İbn Kesîr’e göre, Ahit Sandığı, İsrailoğulları’na bir güven ve huzur kaynağıydı. Ne zaman onu kaybetseler, Allah’ın yardımını da kaybederlerdi.
Taberî’ye göre, sandığın içinde Hz. Musa’nın asası, Tevrat’ın bazı bölümleri ve diğer kutsal emanetler bulunmaktaydı.
Fahreddin er-Râzî’ye göre, sandık, sadece fizikî bir eşya değil, İsrailoğulları’nın Allah ile olan ahitlerini hatırlatan bir simgeydi. Sandığı kaybettiklerinde, aslında Allah’ın rahmetini kaybettiklerini anlamaları gerekiyordu.
Bu yorumlar, sandığın sadece maddi bir nesne olmadığını, Allah’ın yardımının ve inayetinin bir göstergesi olduğunu vurgulamaktadır.
4. Ahit Sandığı’nın Akıbeti ve Günümüzdeki Tartışmalar
Ahit Sandığı’nın günümüze kadar gelip gelmediği konusu büyük bir tartışma konusudur. Tarihî kaynaklarda, Babil Kralı II. Nebukadnezar’ın Kudüs’ü işgal edip Beytülmakdis’i yıkması sırasında sandığın kaybolduğu rivayet edilir.
Günümüzde bazı araştırmacılar, sandığın hâlâ var olabileceğini ve Etiyopya’daki bazı manastırlarda saklandığını iddia etmektedir. Ancak bu konuda kesin bir delil bulunmamaktadır.
5. Ahit Sandığı’ndan Alınması Gereken Dersler
Kur’an’da Ahit Sandığı’na işaret edilmesi, sadece tarihî bir bilgi vermek için değildir. Bu kıssa, insanlara önemli mesajlar sunmaktadır:
a) İlahi Yardımın Şartı: Sadakat
Ahit Sandığı, İsrailoğulları’na Allah’ın yardımının ve rahmetinin bir sembolü olarak verilmişti. Ancak onlar Allah’ın emirlerinden uzaklaştıkça, bu nimetten mahrum kaldılar. Bu, bizlere Allah’ın yardımına mazhar olmanın ancak sadakat ve samimi imanla mümkün olduğunu gösterir.
b) Manevi Değerler Olmadan Maddi Güç Faydasızdır
İsrailoğulları, Ahit Sandığı’na sahipken Allah’ın yardımıyla nice zaferler kazandı. Fakat onu kaybettiklerinde, maddi güçleri olsa bile başarısız oldular. Günümüzde de manevi değerlerden uzaklaşan toplumların zamanla çöktüğünü görmekteyiz.
c) Kutsal Emanetlere Saygı ve Sorumluluk
Ahit Sandığı, İsrailoğulları’na verilmiş bir emanetti. Onlar bu emanete sahip çıkmadıkları için ilahi rahmetten mahrum kaldılar. Müslümanlar olarak, Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz’in sünneti ve İslam’ın değerleri gibi kutsal emanetlere sahip çıkmalıyız.
Sonuç: Ahit Sandığı Günümüz İçin Bir Uyarıdır
Kur’an, Ahit Sandığı kıssasını anlatarak bizlere ibret dolu bir mesaj vermektedir: Allah’ın yardımı, ancak O’na bağlı kalanlarla beraberdir. Sandığı kaybedenler gibi, eğer bizler de imanımızı ve değerlerimizi ihmal edersek, manevi çöküşe sürüklenebiliriz.
Bu yüzden tarihten ders almalı, manevi mirasımıza sahip çıkmalı ve Allah’ın rahmetini kazanmak için samimi bir imanla hareket etmeliyiz. Çünkü Allah’ın yardımı, kalbinde “ahit sandığını” taşıyanlarla beraberdir.
“De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, mücrimlerin sonları nasıl olmuş bir görün?”
قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ”
Neml.69.
Tarih, Mücrimlerin Sonunu Gösteren Bir Aynadır
Kur’an-ı Kerim, insanlara geçmiş toplumların akıbetlerini ibretle incelemelerini emrederek, tarihin derslerle dolu olduğunu hatırlatır. Neml Suresi 69. ayet bu gerçeği şöyle bildirir:
> “De ki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın, mücrimlerin sonları nasıl olmuş bir görün.'” (Neml, 69)
Bu ayet, insanları, tarihteki inkârcı ve zalim toplumların sonunu araştırmaya ve bundan ibret almaya çağırmaktadır. Çünkü tarih, yalnızca geçmişin olaylarını anlatan bir bilim dalı değil, aynı zamanda geleceğe ışık tutan bir aynadır.
Allah Teâlâ, müminlere tarihten ders çıkarmalarını emrederken, özellikle günahkâr ve zalim kavimlerin akıbetine dikkat çekmektedir. Peki, bu uyarının hikmeti nedir? Benzer ayetlerle birlikte inceleyelim.
1. Geçmiş Toplumların Helakı ve Uyarılar
Kur’an, geçmişteki inkârcı toplumları ve onların kötü akıbetlerini defalarca anlatır. Bu kıssalar sadece tarih bilgisi vermek için değil, aynı zamanda insanlara ders vermek için zikredilmiştir. Şimdi bazı örneklere bakalım:
a) Nuh Kavmi: Tufanla Yok Oluş
Nuh (a.s)’ın kavmi, Allah’a isyan etmiş, peygamberlerini yalanlamış ve günahlara dalmışlardı. Allah Teâlâ, onların sonunu şöyle bildirir:
> “Nihayet emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: ‘Her cinsten birer çifti ve aleyhinde hüküm verilmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir.’ Zaten onunla birlikte pek azı iman etmişti.” (Hûd, 40)
İbret alınmalıdır ki, bu kavim, helak edilmeden önce defalarca uyarılmış, fakat uyarıları küçümsemişti.
b) Ad Kavmi: Kavurucu Rüzgarın Helakı
Ad kavmi, teknolojik olarak gelişmiş, güçlü binalar inşa eden ve ihtişam içinde yaşayan bir topluluktu. Ancak iman etmek yerine kibirlenerek peygamberlerine meydan okudular. Sonuçta azgın rüzgarlarla helak edildiler:
> “Onların üzerine, uğursuzluğu devam eden birkaç günde dondurucu bir rüzgâr gönderdik ki, insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.” (Hâkka, 7)
Binaları ve zenginlikleri onları kurtaramadı. Tarih bize gösteriyor ki, inkârcılar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, Allah’ın azabına karşı koyamazlar.
c) Lut Kavmi: Yeryüzünden Silinme
Lut kavmi, ahlaksızlıkta ileri gitmiş, Hz. Lut’un uyarılarını reddetmiş ve inançsızlıklarını bir yaşam tarzı hâline getirmişlerdi. Sonuçta, üzerlerine taşlar yağdırılarak helak edildiler:
> “Derken, sabaha girdiklerinde korkunç bir ses onları yakalayıverdi.” (Hicr, 73)
Bugün dahi, bu kavmin yaşadığı bölgenin harap bir halde olduğu, bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur.
2. Tarihten Ders Almayanlar Aynı Akıbete Uğrar
Kur’an-ı Kerim, geçmiş kavimlerin başına gelen felaketleri sadece birer kıssa olarak anlatmaz. Aksine, bunları günümüz insanı için bir ibret levhası olarak sunar:
> “Biz onlara zulmetmedik. Lakin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin emri geldiğinde, Allah’ı bırakıp da taptıkları ilahları onlara hiçbir fayda sağlamadı, sadece helaklerini artırdı.” (Hûd, 101)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, helak olan kavimlerin asıl sebebi, kendi zulümleriydi. Eğer günümüzde de toplumlar, Allah’ın emirlerini görmezden gelir, ahlaksızlık ve zulümde ileri giderse, geçmişteki mücrimlerin akıbetine uğramaktan kaçamazlar.
Nitekim, tarihte güçlü görünen nice devletler ve milletler, zulüm ve inkâr içinde boğuldukları için yok olup gitmişlerdir. Roma İmparatorluğu, Babil, Firavunlar Devleti, Osmanlı’nın son dönemleri… Hepsi, adaletten sapmanın, zulmün ve inkârın bedelini ödemiştir.
3. Günümüz İçin Çıkarılacak Dersler
Allah, insanlara geçmişten ders almalarını emrediyor. Bugün de mücrimlerin yollarına sapan toplumlar, benzer sonuçlarla karşı karşıya kalmaktadır. Eğer toplumlar:
Zulme sessiz kalırsa,
Haramı helal saymaya başlarsa,
Fakirleri ezip, kibir içinde yaşarsa,
Allah’ın ayetlerine lakayt kalırsa,
tarih tekerrür eder ve geçmişte helak olanların akıbetine uğramaları kaçınılmaz olur.
Bu yüzden müminler olarak, Kur’an’ın bize sunduğu bu ibretli uyarılara kulak vermeli ve helak olan toplumların hatalarını tekrarlamamalıyız. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bu konuda şöyle buyurmuştur:
> “Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.” (Ebu Davud, Libas, 4)
Bu hadis, kötülerin yolunu takip edenlerin, onlar gibi helak olacağına işaret etmektedir.
Sonuç: Hak Yolda Olanlar Kurtulur
Kur’an’da belirtilen geçmiş kavimlerin sonları, sadece tarihî olaylar değildir. Bunlar, geleceği şekillendiren, ders alınması gereken ilahi yasaların göstergeleridir. Neml Suresi 69. ayet, bizlere “gezip ibret alma” çağrısı yapmaktadır. Çünkü tarihten ders alanlar, gelecekte hatalara düşmekten korunurlar.
Bu yüzden her birimiz, bugün yaşadığımız toplumları, kendimizi ve çevremizi değerlendirmeli; geçmişte helak olan kavimlerin düştüğü hatalara düşmemek için Kur’an’ın gösterdiği istikamette yürümeliyiz.
Son olarak şu ayetle bitirelim:
> “Şüphesiz ki bunda, aklı olan veya gönül gözü açık olup da kulak veren kimseler için bir ibret vardır.” (Kaf, 37)
Tarih ibret almak içindir. Görmek istemeyenler içinse sadece tekrardan ibarettir.
Hakkı Hafife Alanlardan Uzak Durmak: İlahi Bir Uyarı
“Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.” Enam.68.
Hakkı Hafife Alanlardan Uzak Durmak: İlahi Bir Uyarı
Kur’an-ı Kerim, insanın dünya ve ahiret saadetini sağlayacak ölçüler sunan bir rehberdir. Bu ölçülerden biri de, dinî değerleri hafife alan, ayetler hakkında alaycı ve inkârcı bir tutum takınan kişilerden uzak durmaktır. Bu konuda En’âm Suresi 68. ayet şöyle buyurur:
> “Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit, başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.” (En’âm, 68)
Bu ayet, müminlere önemli bir ahlakî duruş öğretmektedir. İnançla alay eden, hakikatleri çarpıtan ve İslam’ın değerlerini küçümseyen kimselerin ortamında bulunmak, zamanla insanın imanını zayıflatabilir ve onu da benzer bir lakaytlığa sürükleyebilir. Peki, bu uyarının hikmeti nedir? Benzer ayetler ve peygamberlerin örnekleri ışığında bu ilahi düsturu daha iyi anlamaya çalışalım.
1. Hakkı Hafife Alanlarla Aynı Mecliste Oturmak
Kur’an’da bu konuya işaret eden başka ayetler de vardır. Nisa Suresi’nde şöyle buyrulur:
> “Allah size kitapta şunu indirdi: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla oturmayın. Aksi takdirde siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisa, 140)
Bu ayette, dinle alay edenlerin ortamında bulunmaya devam eden kimselerin, onlarla aynı hükme tabi olacağı uyarısı vardır. Çünkü kişi, sürekli içinde bulunduğu çevrenin etkisinde kalır. Eğer bir mecliste Allah’ın ayetleri hafife alınıyor, İslamî değerler küçümseniyor ve hakikatle alay ediliyorsa, o ortamdan uzaklaşmamak zamanla kişinin kalbini katılaştırabilir.
2. Peygamberlerin Tutumu: Haktan Taviz Yok
Peygamberler, Allah’ın emirlerine karşı lakayt davranan toplumlarıyla mücadele etmiş, fakat onların dalga geçmelerine, inkârcı tutumlarına asla ortak olmamışlardır. Hz. Nuh (a.s), kavminin alaycı tavırlarına sabretmiş, ama onların batıl sohbetlerine asla dahil olmamıştır. Kavmi ona şöyle diyordu:
> “Biz seni açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz.” (A’raf, 60)
O ise sadece şu cevabı vermişti:
> “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.” (A’raf, 61)
Hz. İbrahim (a.s) de putperest kavminin anlamsız ve inkârcı tartışmalarına katılmamış, onların batıl inanışlarını sorgulamış ve sonunda şöyle demiştir:
> “Siz Allah’ı bırakıp da, kendi ellerinizle yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz?” (Saffat, 95)
İşte bu, hakkı hafife alanlara karşı takınılması gereken tavrın en güzel örneklerinden biridir.
3. Günümüz İçin Dersler: Sosyal Ortamlarımızı Koruyalım
Günümüzde medya, sosyal çevreler ve dijital platformlar, insanların dinî ve ahlakî değerlere yaklaşımını şekillendiren en büyük etkenler arasında yer almaktadır. Sosyal medyada ve televizyon programlarında, İslamî değerleri küçümseyen söylemlerin arttığını görmekteyiz. Bu tür içeriklerle sürekli muhatap olmak, zamanla kalbin katılaşmasına ve hassasiyetlerin kaybolmasına neden olabilir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadisinde, kişinin arkadaşlık yaptığı insanların onun ahlakını şekillendireceğini şöyle ifade etmiştir:
> “Kişi, dostunun dini üzeredir. O halde kiminle dostluk ettiğinize dikkat edin.” (Tirmizî, Zühd 45)
Bugün bu uyarıyı dikkate alarak, sadece fiziksel ortamlarımızda değil, sanal dünyada da dikkatli olmalıyız. Mümin, ahiretini tehlikeye atacak içeriklerden ve ortamdan uzak durmalı, inanç değerlerine saldıran meclislerde bulunmamaya özen göstermelidir.
Sonuç: Kalbi ve İmanı Korumak İçin Seçici Olmak
Kur’an’ın En’âm Suresi’nde getirdiği ölçü, aslında insanın fıtratına ve imanına zarar veren ortamlardan korunmasını amaçlamaktadır. Ayetler gösteriyor ki:
Hak ile batılı karıştıran, İslam’a ve iman esaslarına lakayt kalan ortamlarda bulunmamak,
Alaycı, inkarcı ve bozguncuların sohbetlerine dahil olmamak,
Eğer şeytan unutturursa, hatırlandığında hemen o ortamdan uzaklaşmak,
bir müminin dikkat etmesi gereken önemli hususlardır.
Unutmayalım ki, hakikatin karşısında susmak, zamanla o batılın bir parçası olmaya yol açar. O yüzden, hem çevremizde hem de dijital dünyada, imanımızı muhafaza edecek ortamlarda bulunmaya gayret edelim ve inançla alay edenlerin safında yer almaktan sakınalım.
> “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119)
CHP ve İbretlik Tarihî Gerçekler: Kalaysız Kabın Hikâyesi
Tarih, milletlerin hafızasıdır. Bu hafızada bazı hadiseler vardır ki, nesilden nesile ibret olarak aktarılır. Ali Ulvi Kurucu merhumun naklettiği, büyük âlim Hacı Veyis Efendi’nin CHP hakkındaki tespiti de bu ibretli hakikatlerden biridir:
> “Oğlum, bu fırka, bu teşekkül, kalaysız bir bakır kaba benzer; içine ne dahil olursa zehir olur. İsterse hacı, hoca olsun…”
Bu söz, sadece bir alimin şahsî kanaati değil, tarihî tecrübelerin süzgecinden geçmiş bir milletin hissiyatıdır. Peki, CHP neden böyle bir benzetmeye mazhar olmuştur? Gelin, yakın tarihimizden günümüze kadar bu fırkanın izlediği siyaseti, topluma olan etkilerini ve dinî-manevî değerlere bakışını irdeleyelim.
CHP’nin Kuruluş Felsefesi ve Uygulamaları
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1923 yılında Atatürk tarafından Cumhuriyet’in kurucu partisi olarak teşkil edildi. Bu partinin izlediği siyaset, sadece “Cumhuriyetçilik” ilkesiyle sınırlı kalmadı; kökleri, Fransız jakobenizmine dayanan katı bir laikçilik anlayışı ile dine ve dindarlara karşı sistemli bir mücadeleye dönüştü.
Tek Parti dönemi (1923-1950) boyunca CHP’nin icraatları arasında:
Hilafetin kaldırılması (1924)
Tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925)
Latin harflerine geçişle dini ilimlerin geriletilmesi (1928)
Ezanın Türkçeleştirilmesi (1932)
Camilerin kapatılması ve satılması
Kur’an eğitiminin yasaklanması
Başörtüsü yasağına zemin hazırlanması gibi dindar halkı derinden etkileyen kararlar yer aldı. İşte bu yüzden, CHP’nin tarihi süreci incelendiğinde, halkın manevî dünyasıyla hep çatışma içinde olduğu görülmektedir.
Ehlullahın Bedduası ve CHP’nin Akıbeti
Hacı Veyis Efendi’nin “Bu fırka ehlullahtan beddua almıştır.” sözü, büyük bir hakikate işaret ediyor. Nitekim, Anadolu’nun dört bir yanında, bu baskı ve zulüm dönemlerine şahit olan âlimler, CHP’nin dine karşı tutumuna karşı durdu ve beddualar ettiler.
Said Nursî Hazretleri, CHP’nin dinsizlik propagandalarına karşı mücadele etmiş ve talebelerine şu uyarıda bulunmuştur:
Ve gerçekten de CHP, 1950’de Demokrat Parti karşısında hezimete uğradı ve 27 yıl boyunca iktidardan uzak kaldı. Beddualar, mazlumların ahı, milletin vicdanı CHP’yi uzun yıllar yönetimden uzak tuttu.
Günümüzde CHP: Kalaysız Kap Benzetmesi Devam Ediyor mu?
Günümüz CHP’sine bakıldığında, geçmişte yapılan hataların büyük kısmının aynen sürdüğü görülmektedir. 28 Şubat sürecinde dindarlara yönelik baskılar, başörtüsü yasakları, İmam Hatip okullarının kapatılmak istenmesi, dinî değerlere yapılan saldırılar hâlâ hafızalardadır.
Son yıllarda CHP yönetimi zaman zaman “değiştik” iddiasında bulunsa da:
Dindar insanlara karşı aşağılayıcı dil kullanmaları,
gibi gelişmeler, bu değişimin samimi olmadığını gösteriyor. Bugün CHP içinde samimi dindarlar bulunsa bile, o kalaysız kap benzetmesi hâlâ geçerliliğini koruyor; içine giren ya susuyor ya da değişiyor.
Sonuç: Tarihî Dersler ve İbretler
Hacı Veyis Efendi’nin tespiti, sadece bir döneme ait bir eleştiri değil, bir zihniyetin tasviridir. CHP’nin tarih boyunca İslam’a ve Müslümanlara yönelik tutumu düşünüldüğünde, bu teşbihin ne kadar isabetli olduğu görülmektedir.
Bu noktada, dindar kesimin en büyük sorumluluğu, geçmişte yaşananları unutmamak ve geleceğe dair dersler çıkarmaktır. Tarih, hatalarından ders almayanlar için tekerrür eder. Eğer milletimiz, manevî değerlerini korumak ve yeni nesilleri inançlarına sahip çıkacak şekilde yetiştirmek istiyorsa, geçmişin ibret dolu hadiselerini iyi okumalı ve gereken dersleri çıkarmalıdır.
Bugün de, yarın da hakikat şudur: Kalaysız kaplar düzelmedikçe, içine girenler zehirlenmeye mahkumdur.
@@@@@@@@
Merhum Ali Ulvi Kurucu hatıralarında,merhum dedesi,
büyük âlim Hacı Veyis Efendi’nin CHP’nin hakkında şöyle
buyurduğunu naklediyor;
Oğlum,bu fırka,bu teşekkül,kalaysız bir bakır kaba benzer,içine ne dahil olursa zehir olur. İsterse hacı,hoca olsun.
Oğlum bu fırka ehlullahtan,Allah dostlarından beddua almıştır.Bu yüzden öyle bir hale gelmiş ki,kalaysız kaba benzer, içine gireni zehirler.
İnsan, sadece aklıyla değil, aynı zamanda duygularıyla da var olan bir varlıktır. Sevgi, merhamet, şefkat ve vicdan gibi güzel duygular insanı yüceltirken; kin, öfke, kıskançlık, kibir, haset ve nefret gibi zehirli duygular insanın hem dünyasını hem de ahiretini mahveder.
Kur’an-ı Kerim’de, insanın nefsiyle mücadelesine dikkat çekilir:
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen ise ziyan etmiştir.” (Şems, 9-10)
Bu ayet, duygularını kontrol edemeyen, nefsinin esiri olan insanın nasıl hüsrana uğrayacağını bizlere haber vermektedir. Çünkü zehirli duygular sadece sahibine değil, çevresine de zarar verir.
1. Haset: Kalbi Tüketen Ateş
Haset, başkasının sahip olduğu nimetlerin ona fazla geldiğini düşünmek ve onun elinden çıkmasını istemektir. Oysa Allah, herkese farklı nimetler vermiştir ve bu bir imtihandır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” (Ebu Davud, Edeb 44)
Haset, insanın huzurunu kaçırır, ona sürekli mutsuzluk verir. Halbuki şükretmek, elindekilerle mutlu olmayı bilmek, hasedin panzehiridir.
2. Kibir: Şeytanın En Büyük Günahı
Kibir, insanın kendini başkalarından üstün görmesi, insanlara tepeden bakmasıdır. Şeytanı Allah’ın rahmetinden kovduran şey de kibir değil miydi?
“Ben ondan (Adem’den) daha üstünüm. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!” (Sad, 76)
Bu ayet, kibirin nasıl bir tuzak olduğunu gösteriyor. Kibirli insan, kendini kusursuz görür ve hatalarını fark edemez. Halbuki mütevazı olmak, insanın hem Allah katında hem de insanlar nezdinde değerini artırır.
3. Öfke: Aklı ve Kalbi Kör Eden Zehir
Öfke, kontrol edilmediğinde en büyük felaketlere yol açar. Bir anlık öfke yüzünden nice yuvalar yıkılmış, dostluklar bozulmuş, hatta cinayetler işlenmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), öfke hakkında sahabesine şöyle nasihat etmiştir:
“Güçlü kişi, güreşte rakibini yenen değildir; asıl güçlü kişi, öfke anında kendini kontrol edendir.” (Buhari, Edeb 76)
Öfke anında susmak, abdest almak veya ortamdan uzaklaşmak, öfkenin verdiği zehri etkisiz hale getirmek için en güzel çözümlerden biridir.
4. Nefret: İnsanları Düşman Eden Karanlık
Nefret, bir insanı veya toplumu sadece kimliğinden veya farklı düşüncelerinden dolayı yok etmeye çalışan bir duygudur. Oysa Allah, insanları farklı yaratmış ve birbirlerini tanıyıp anlamalarını istemiştir:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi milletler ve kabileler hâline getirdik…” (Hucurat, 13)
Nefret, toplumları çökerten, insanları düşman eden bir zehirdir. Onun yerine sevgi, merhamet ve anlayış ile hareket etmek, hem dünyada hem de ahirette kurtuluş sebebidir.
5. Umutsuzluk: Allah’ın Rahmetinden Uzaklaşmak
Umutsuzluk, insanın geleceğe dair ümidini kaybetmesi ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmesidir. Oysa Allah, tövbe kapısını son nefese kadar açık bırakmıştır:
“Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar…” (Zümer, 53)
Ne hata yapmış olursak olalım, tövbe ile arınabilir ve hayatımızı değiştirebiliriz. Çünkü Allah’ın rahmeti her şeyden büyüktür.
Sonuç: Zehri Temizlemek ve Ruhumuzu Arındırmak
Zehirli duygular, insanı hem psikolojik olarak yıpratır hem de ahirette büyük bir pişmanlığa sürükler. Bunlardan korunmak için:
Hasedin yerine şükretmeyi,
Kibrin yerine tevazuyu,
Öfkenin yerine sabrı,
Nefretin yerine sevgiyi,
Umutsuzluğun yerine Allah’a güveni koymalıyız.
Unutmayalım ki, duygularımızı temizlediğimizde, hem bu dünyada hem de ahirette huzur içinde olacağız. Allah, bizleri zehirli duygulardan korusun ve kalbimizi arındırsın!
İnsan, düşünceleriyle şekillenen bir varlıktır. Fikirleri saf ve doğru olan kişi, güzel bir hayat yaşar, etrafına huzur ve iyilik yayar. Ancak, yanlış ve zehirli fikirlerle beslenen biri, hem kendini hem de çevresini zehirler. Zehirli bir fikir, yalnızca aklı kirletmekle kalmaz, kalbi ve ruhu da hasta eder.
Zehirli fikirler, kibir, inançsızlık, ahlaksızlık, adaletsizlik, nefret, bölücülük, aşırılık ve fitne gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Bunlar, toplumların çökmesine, insanların zulme ve yanlışa yönelmesine, kalplerin katılaşmasına sebep olur.
Hak ve Batılın Mücadelesi: Fikirlerin Savaşı
Tarih boyunca hak ile batılın mücadelesi hep fikirler üzerinden yürümüştür. İslam’ın nuru, temiz ve adil fikirleri yayarak insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmış; batıl ise, zehirli fikirlerle insanları aldatmaya çalışmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de, Firavun’un halkını zehirli fikirlerle nasıl yönlendirdiği anlatılır:
“Firavun, kavmini küçümsedi; onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fasık bir kavim idiler.” (Zuhruf, 54)
Firavun, insanları korku, yalan ve propaganda ile kendine boyun eğdirmiş, böylece hakikat yerine batılın peşine takılmalarını sağlamıştır.
Benzer şekilde, Ebu Cehil ve Mekke müşrikleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğini engellemek için iftiralarla, yalanlarla ve kibirle insanları zehirlemişlerdir. Ancak hakikat, ne kadar örtülmeye çalışılsa da er ya da geç parlamıştır.
Bugünün Zehirli Fikirleri
Günümüzde de insanları haktan ve doğrudan uzaklaştıran birçok zehirli fikir vardır:
1. Materyalizm ve İnançsızlık:
“Dünya sadece maddeden ibarettir, ahiret yoktur.”
Bu fikir, insanı sorumluluk bilincinden ve ahlaki değerlerden koparır. Halbuki Allah, insanın bir ruhu olduğunu ve bu dünyanın bir imtihan olduğunu açıkça bildirmiştir.
2. Bencillik ve Menfaatçilik:
“Önemli olan senin kazancın, gerisini düşünme.”
Bu düşünce, adaleti ve merhameti yok eden bir zehirdir. Oysa İslam, paylaşmayı, dayanışmayı ve hakkaniyeti emreder.
3. Ahlaksızlığı Normalleştiren Fikirler:
“Özgürlük adı altında her şeyi yapabilirsin, helal ve haram önemli değil.”
Bu fikir, toplumu ifsat eden en büyük tehlikelerden biridir. Çünkü ahlaki sınırları kaldıran bir toplum, sonunda yozlaşmaya mahkûmdur.
4. Bölücülük ve Fitne:
“İnsanları ırkına, mezhebine, düşüncesine göre ayırmalıyız.”
Bu fikir, toplumları paramparça eden, nefret ve düşmanlığı körükleyen bir hastalıktır. Oysa İslam, birlik ve kardeşlik dinidir.
Zehirli Fikirlerden Korunmanın Yolları
Zehirli fikirlerin panzehiri, hakikati bilmek ve doğru bilgiye sarılmaktır. Bunun için:
Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak gerekir. Çünkü Allah’ın kelamı, en doğru rehberdir.
Aklı ve vicdanı kullanmak gerekir. Zehirli fikirler genellikle duyguları manipüle ederek insanları etkiler. Bu yüzden sorgulayıcı ve bilinçli olmak gerekir.
Salih insanlarla birlikte olmak gerekir. Kötü fikirlerin yayılmasına en büyük sebep, kötü arkadaş çevresidir. Güzel ahlaklı insanlarla vakit geçirmek, düşüncelerimizi temiz tutar.
Sonuç: Zihinleri Temiz Tutmak
Zehirli fikirler, insanı içten içe çürüten bir hastalıktır. Bunlardan korunmanın yolu, imanı, ahlakı ve ilmi bir kalkan olarak kullanmaktır.
Allah bizleri hakikatten ayırmasın, zihnimizi ve kalbimizi zehirli fikirlerden muhafaza eylesin!
“(Toprağı) iyi ve elverişli beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle bol ve bereketli çıkar. (Toprağı) kötü ve elverişsiz olandan ise, faydasız bitkiden başkası çıkmaz. Şükredecek bir toplum için biz âyetleri işte böyle değişik biçimlerde açıklıyoruz.”Araf. 58.
Konuyu farklı ortamlarda yetişen iki farklı insan açısından değerlendirip hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir bakış açısı.
İki Toprak, İki İnsan: Ortamın ve Terbiyenin Gücü
Kur’an-ı Kerim’de yer alan A’râf Suresi 58. ayet, hem fiziksel hem de manevi dünyaya dair derin bir hakikati bizlere sunar: Toprağın kalitesi, ondan yetişen bitkileri belirlediği gibi, insanın yetiştiği ortam da onun karakterini ve geleceğini şekillendirir. İyi bir çevrede yetişen insan, tıpkı bereketli toprakta büyüyen sağlıklı bir ağaç gibi gelişir; kötü bir çevrede büyüyen insan ise çorak topraktan çıkan cılız ve faydasız bir bitki misali olur.
Bu hakikati daha iyi anlamak için, farklı ortamlarda yetişen iki insanın hikâyesine bakalım.
1. Bereketli Toprakta Yetişen İnsan
Ali, küçük bir kasabada büyümüştü. Ailesi dürüst, çalışkan ve imanlı insanlardı. Evlerinde her zaman helal lokma yenir, şükür ve dua eksik olmazdı. Babası, “Oğlum, doğruluk ve adalet, insanın en büyük sermayesidir” derdi. Annesi ise her fırsatta, “Kul hakkı yemekten kork, haramdan uzak dur” diye öğüt verirdi.
Bu güzel ortam, Ali’yi de etkiledi. Küçük yaşta çalışmayı, sabretmeyi ve insanlara faydalı olmayı öğrendi. Zorluklarla karşılaştığında isyan etmek yerine şükretti. Çevresindekilere iyilik etmeye çalıştı ve öğrendiği güzel ahlakı hayatının merkezine koydu.
Yıllar geçti. Ali eğitimini tamamladı, iş hayatına atıldı. Onun dürüstlüğü, insanlara karşı merhameti ve çalışkanlığı, tıpkı bereketli topraktan çıkan güçlü bir ağacın gölgesinde nice insanlara fayda sağlaması gibi, çevresine ışık saçtı. Kazandığını paylaşarak, bilgisini aktararak topluma katkı sundu. Ali, sağlam bir zeminde yetiştiği için hem dünyada hem ahirette kazananlardan oldu.
2. Çorak Toprakta Yetişen İnsan
Mehmet ise farklı bir çevrede büyümüştü. Babası yolsuzluklarla zengin olmuş, annesi israf içinde bir hayat sürüyordu. Evlerinde haram-helal hassasiyeti yoktu. Çocuklarını eğitmek yerine onlara sadece maddi imkânlar sundular. Onlara göre “Güçlü olan kazanır, zayıf olan ezilir”di.
Mehmet de bu anlayışla büyüdü. Küçüklüğünden beri bencil, hırslı ve çıkarcı bir karakter geliştirdi. Kendisine fayda sağlamayan hiçbir işi yapmıyor, menfaat uğruna insanları kullanmaktan çekinmiyordu. Onun için dürüstlük, sadece kaybedenlerin dilindeydi.
Zamanla zenginleşti, makam sahibi oldu. Fakat içi boştu; huzursuz, doyumsuz ve mutsuzdu. Harama bulaşarak kazandığı her şey, bir gün geldi elinden kayıp gitti. Yanında kimse kalmadı, çünkü insanlar menfaat bittiğinde onu terk etti. Tıpkı çorak toprakta yetişen faydasız bir diken gibi, çevresine ne gölge ne de meyve verebildi.
Sonuç: İnsan Hangi Toprakta Yetişirse Ona Göre Şekillenir
Bu iki insanın hikâyesi, bize önemli bir ders verir: İnsan da bir tohum gibidir. Nerede yetişirse, hangi değerlerle beslenirse, nasıl bir çevrede büyütülürse ona göre şekillenir.
Eğer manevi ve ahlaki değerlerin yeşerdiği bir çevrede yetişirse, dürüst, vicdanlı ve faydalı bir insan olur.
Eğer kötü bir ortamda, haram ve bencillikle beslenirse, hem dünyada hem de ahirette zarar edenlerden olur.
Allah, bizlere seçim hakkı vermiştir. Bizler de kendimizi ve neslimizi hangi toprakta yetiştirdiğimize dikkat etmeliyiz. Unutmayalım ki, kötü toprakta iyi meyve yetişmez; iyi toprak ise bereketiyle insanlığa hizmet eder.
Allah, bizleri ve evlatlarımızı bereketli topraklar gibi hayırlı ve faydalı insanlar eylesin!
HAK DİNİ KUR’AN DİLİ TEFSİRİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
*Hak Dini Kur’an Dili*, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878-1942) tarafından yazılmış, Türkçe tefsir literatürünün en önemli eserlerinden biridir. Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme alınan bu tefsir, 1926 yılında Diyanet İşleri Reisliği’nin talebi üzerine hazırlanmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın derin ilmi birikimi ve edebi üslubuyla yazılan bu eser, Türk halkının Kur’an’ı anlamasına yönelik bir çaba olarak öne çıkar. İşte *Hak Dini Kur’an Dili* tefsirinin temel özellikleri:
1. **Türkçe Yazılmış Olması**: Tefsir, tamamen Türkçe olarak yazılmıştır ve dönemin sadeleşmeye başlayan Türkçesine uygun bir dil kullanılır. Bu, eserin geniş kitlelere hitap etmesini sağlamıştır.
2. **Kapsamlı ve Ayrıntılı Anlatım**: Elmalılı, ayetleri tek tek ele alarak detaylı bir şekilde açıklar. Hem lafzi (kelime bazlı) hem de manevi (anlam bazlı) yorumlar sunar, bu da tefsiri oldukça hacimli ve derin bir eser haline getirir.
3. **Dirayet ve Rivayet Birleşimi**: Tefsir, hem rivayet (nakil) hem de dirayet (akıl ve yorum) yöntemlerini bir arada kullanır. Hadisler, sahabe görüşleri ve önceki tefsirlerden yararlanırken, aynı zamanda akli ve felsefi analizlere yer verir.
4. **Ehl-i Sünnet Çizgisi**: Eser, Ehl-i Sünnet inancına bağlı kalarak yazılmıştır. Kelamî meselelerde mutedil bir yaklaşım sergiler ve mezhepler üstü bir bakış açısıyla hareket eder.
5. **Dil ve Belagat Ağırlığı**: Elmalılı, Kur’an’ın Arapça dil yapısına ve belagatine özel bir önem verir. Ayetlerin edebi üslubunu, kelimelerin kökenlerini ve anlam katmanlarını detaylı bir şekilde inceler. Türkçe açıklamalarda bile bu belagat vurgusunu korur.
6. **Fıkhî ve Kelamî Derinlik**: Tefsirde, ayetlerin fıkhî hükümleri ve kelamî boyutları geniş bir şekilde ele alınır. Hanefî mezhebi ağırlıklı olmakla birlikte, diğer mezheplerin görüşlerine de yer verilir.
7. **Dönemin İhtiyaçlarına Yönelik Yaklaşım**: Elmalılı, tefsiri yazarken 20. yüzyılın başındaki Türk toplumunun dini ve kültürel ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. Modern meselelere ve akılcı sorgulamalara cevap vermeye çalışır.
8. **Edebi ve Akıcı Üslup**: Elmalılı’nın güçlü edebi yönü, tefsirin üslubuna yansır. Osmanlı Türkçesinin zengin kelime hazinesi ve akıcı anlatımıyla yazılmış olması, eseri hem ilmi hem de sanat yönlü bir düzeye taşır.
9. **Kur’an’ın Evrenselliği ve Hikmeti**: Tefsirde, Kur’an’ın evrensel mesajı ve hikmet boyutu sıkça vurgulanır. Ayetlerin sadece tarihi açıdan sınırlı olmadığı, her çağda geçerli olduğu fikri öne çıkarılır.
10. **Kaynaklara Dayanma**: Elmalılı, Zemahşerî’nin *Keşşâf’ı, Beyzâvî’nin *Envârü’t-Tenzîl’i, İbnü Abbas’ın rivayetleri gibi klasik tefsirlerden ve İslam tarihindeki önemli eserlerden faydalanır. Ancak bunları Türk okuyucusuna uygun bir şekilde sentezler.
Sonuç olarak, *Hak Dini Kur’an Dili*, hem ilmi derinliği hem de Türkçe oluşuyla Türk-İslam düşünce tarihinde eşsiz bir yere sahiptir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu eseri, Kur’an’ı anlamak isteyenler için rehber bir kaynak olmanın ötesinde, Türkçenin tefsir alanındaki kapasitesini de ortaya koyan bir şaheserdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılmış olmasına rağmen, günümüzde bile değerini korumaktadır.
İbnü Abbas Tefsiri, sahabe döneminin en önemli tefsir kaynaklarından biri olarak kabul edilir ve Abdullah bin Abbas’a (ö. 68/687-688) isnat edilir. İbnü Abbas, Hz. Muhammed’in amcasının oğlu, genç yaşta İslam’ı kabul etmiş bir sahabe ve Kur’an ilimlerinde otorite olarak tanınan bir şahsiyettir. “Tercümanü’l-Kur’ân” (Kur’an’ın Tercümanı) lakabıyla anılır. Ancak, doğrudan İbnü Abbas tarafından yazılmış bir tefsir kitabı bulunmamaktadır; onun tefsirle ilgili görüşleri, talebeleri ve sonraki nesiller aracılığıyla nakledilmiştir. Bu nedenle “İbnü Abbas Tefsiri” derlemeler ve rivayetler üzerinden şekillenmiştir. İşte İbnü Abbas Tefsiri’nin temel özellikleri:
1. **Rivayet Tefsiri Ağırlıklı**: İbnü Abbas’ın tefsiri, esasen rivayet tefsiri kategorisine girer. Ayetlerin anlamlarını açıklarken Hz. Peygamber’den duyduklarına, sahabe görüşlerine ve kendi gözlemlerine dayanır. Nakle dayalı bir yöntem izler.
2. **Kur’an’ı Kur’an ile Tefsir**: İbnü Abbas, bir ayeti açıklarken sıklıkla Kur’an’ın başka ayetlerine atıfta bulunur. Kur’an’ın kendi içindeki bütünlüğünü ve ayetler arasındaki bağlantıları vurgular.
3. **Hadis ve Sünnet Temelli**: Tefsirinde, Hz. Peygamber’in hadislerine ve uygulamalarına büyük önem verir. Ayetlerin vahiy sebeplerini (esbâb-ı nüzûl) ve bağlamını anlamada hadislerden faydalanır.
4. **Arapça Dil Bilgisi ve Şiir**: İbnü Abbas, Arap diline son derece hâkim bir âlimdi. Ayetlerdeki kelimelerin anlamlarını açıklarken Arapça’nın edebi mirasını, özellikle cahiliye dönemi şiirlerini ve dilin inceliklerini kullanır. Bu, onun tefsirine dilbilimsel bir derinlik katar.
5. **Esbâb-ı Nüzûl Vurgusu**: Ayetlerin iniş sebeplerine ve tarihsel bağlamına özel bir dikkat gösterir. Bu, ayetlerin doğru anlaşılmasında önemli bir rol oynar.
6. **Yahudi ve Hristiyan Kaynaklarına Atıflar (İsrâiliyyât)**: İbnü Abbas’ın tefsirinde, Yahudi ve Hristiyan geleneklerinden gelen bazı rivayetler (İsrâiliyyât) yer alır. Bu bilgiler, genellikle ayetlerin kıssalarını detaylandırmak için kullanılmıştır. Ancak bu rivayetlerin doğruluğu sonraki âlimler tarafından tartışılmıştır.
7. **Basit ve Doğrudan Anlatım**: İbnü Abbas, tefsirinde karmaşık teorilere veya felsefi tartışmalara girmez. Ayetlerin anlamını sade, anlaşılır ve pratik bir şekilde aktarmaya özen gösterir.
8. **Sahabe Otoritesi**: İbnü Abbas, genç yaşına rağmen Hz. Peygamber’in duasına mazhar olmuş ve Kur’an’ı bizzat ondan öğrenmiş bir sahabe olarak tefsirde özel bir otoriteye sahiptir. Talebeleri (Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr gibi) onun görüşlerini sistematik bir şekilde aktarmıştır.
9. **Ehl-i Sünnet Çizgisi**: İbnü Abbas’ın tefsiri, Ehl-i Sünnet inancına uygun bir çerçevede şekillenmiştir. Kelamî veya mezhepsel tartışmalardan ziyade Kur’an’ın asıl mesajına odaklanır.
Sonuç olarak, İbnü Abbas Tefsiri, İslam tefsir geleneğinin temel taşlarından biridir. Rivayet yöntemi, dilbilimsel analizleri ve vahyin ilk dönemine yakınlığıyla öne çıkar. Ancak, ona isnat edilen bazı rivayetlerin zayıf veya tartışmalı olması nedeniyle, bu tefsirin içeriği sonraki âlimler tarafından eleştirel bir süzgeçten geçirilmiştir. Yine de İbnü Abbas’ın tefsir anlayışı, sonraki tefsir eserleri için bir temel oluşturmuştur.
KADI BEYZAVİ TEFSİRİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
Kadı Beyzâvî Tefsiri, tam adıyla *Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl*, Nasiruddin Ebu Said Abdullah bin Ömer el-Beyzâvî (ö. 685/1286 civarı) tarafından yazılmış, İslam tarihindeki en önemli tefsir eserlerinden biridir. Kadı Beyzâvî, Şafiî mezhebine mensup bir âlimdir ve bu tefsir, özellikle ortaçağ İslam dünyasında büyük bir etki bırakmıştır. İşte Kadı Beyzâvî Tefsiri’nin temel özellikleri:
1. **Kısa ve Yoğun Anlatım**: Beyzâvî Tefsiri, hacim olarak kısa olmasına rağmen içeriği oldukça derin ve yoğundur. Ayetlerin anlamlarını özlü bir şekilde açıklar, gereksiz detaylara girmeden esas mesajı vermeye odaklanır.
2. **Dirayet ve Rivayet Dengesi**: Hem dirayet (akıl ve yorum) hem de rivayet (nakil) tefsiri yöntemlerini birleştirir. Ayetleri açıklarken hadislerden ve sahabe görüşlerinden faydalanır, aynı zamanda dilbilimsel ve akli analizlere yer verir.
3. **Dil ve Belagat Ağırlıklı**: Arapça dil bilgisi, gramer ve belagat kurallarına büyük önem verir. Ayetlerin edebi yönünü ve mucizevi üslubunu öne çıkarır. Bu yönüyle, Kur’an’ın i’cazını (benzersizliğini) vurgular.
4. **Zemahşerî’den Etkilenme**: Beyzâvî, Zemahşerî’nin *Keşşâf* tefsirinden önemli ölçüde faydalanmıştır. Ancak Zemahşerî’nin Mu’tezilî görüşlerini eleştirir ve tefsirini Ehl-i Sünnet çizgisine uygun hale getirir.
5. **Ehl-i Sünnet Perspektifi**: Şafiî mezhebi çerçevesinde Ehl-i Sünnet inancına bağlı kalarak yazılmıştır. Kelamî tartışmalarda mutedil bir yaklaşım sergiler ve aşırılıklardan kaçınır.
6. **Fıkhî ve Kelamî Boyut**: Ayetlerin fıkhî hükümlerini ve kelamî meselelerini ele alır. Şafiî mezhebinin görüşlerini yansıtırken, diğer mezheplerin yaklaşımlarına da yer yer değinir.
7. **Eğitim Amaçlı Kullanım**: Tefsir, özellikle medrese eğitimi için bir ders kitabı olarak yaygın şekilde kullanılmıştır. Kapsayıcı ancak özlü yapısı, öğrencilerin ve âlimlerin ilgisini çekmiştir.
8. **Geniş Kapsamlı Yorum**: Ayetlerin zahirî (görünen) anlamlarının yanı sıra bâtınî (derin) anlamlarını da inceleyerek te’vil yapar. Bu, eserin *Esrârü’t-Te’vîl* (Yorumun Sırları) adıyla anılmasını sağlar.
Sonuç olarak, Kadı Beyzâvî Tefsiri, dilbilimsel derinliği, belagat vurgusu, Ehl-i Sünnet çizgisi ve özlü anlatımıyla İslam tefsir geleneğinde klasik bir eser olarak kabul edilir. Hem akademik hem de dini çevrelerde uzun yıllar boyunca temel bir kaynak olarak değer görmüştür.
Nesefî Tefsiri, İslam tarihindeki önemli tefsir eserlerinden biridir ve Ebu’l-Berekât Abdullah bin Ahmed en-Nesefî (ö. 710/1310) tarafından yazılmıştır. Tam adı *Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâikü’t-Te’vîl* olan bu tefsir, özellikle Hanefî mezhebine mensup âlimler arasında yaygın bir şekilde kabul görmüştür. Nesefî Tefsiri’nin temel özellikleri şunlardır:
1. **Kısa ve Öz Anlatım**: Nesefî Tefsiri, gereksiz detaylara girmeden ayetlerin anlamını sade, açık ve öz bir şekilde açıklamaya odaklanır. Bu, tefsiri daha erişilebilir ve pratik bir kaynak haline getirir.
2. **Dirayet Tefsiri Ağırlıklı**: Rivayet tefsirinden ziyade dirayet (akıl ve yorum) yöntemiyle yazılmıştır. Ayetlerin lafızlarından ziyade anlamlarına ve yorumlarına önem verir. Bu yönüyle, tefsirde akli çıkarımlar ve dilbilimsel analizler ön plandadır.
3. **Dil ve Gramer Analizi**: Nesefî, Arapça dil bilgisi ve belagat kurallarına dayalı bir yaklaşım benimser. Ayetlerin dil yapısını, kelimelerin kökenlerini ve kullanımını detaylı bir şekilde ele alır.
4. **Mezhepsel Yaklaşım**: Hanefî mezhebinin görüşlerini yansıtan bir tefsirdir. Fıkhî meselelerde Hanefî mezhebinin yorumlarını ön planda tutar ve bu doğrultuda açıklamalar yapar.
5. **Ehl-i Sünnet Çizgisi**: Tefsir, Ehl-i Sünnet inancına uygun bir şekilde yazılmıştır. Kelamî tartışmalarda mutedil bir tavır sergiler ve aşırılıklardan kaçınır.
6. **Kapsayıcılık**: Hem tefsir hem de te’vil (yorum) yönüyle ayetlerin farklı anlam katmanlarını ele alır. Bu, eserin *Hakâikü’t-Te’vîl* (Yorumun Hakikatleri) adıyla anılmasını sağlar.
7. **Kaynaklara Dayanma**: Nesefî, tefsirinde önceki müfessirlerin görüşlerinden faydalanır, özellikle Zemahşerî’nin *Keşşâf* tefsirinden etkilenir. Ancak, Zemahşerî’nin Mu’tezilî eğilimlerini eleştirir ve Ehl-i Sünnet perspektifinden bir denge kurar.
Sonuç olarak, Nesefî Tefsiri, sade üslubu, akılcı yaklaşımı ve Hanefî-Ehl-i Sünnet çizgisiyle öne çıkan bir eserdir. Bu özellikleriyle, hem âlimler hem de öğrenciler için ö