Bu seçkin beyitler dizisi, Divan ve Tekke şiirinin en temel eğitimlerini; dünyanın fâniliğini, ilahi adaleti, aklın ve istişarenin önemini, rıza makamını ve ilahi aşkın sırrını bir araya getirerek geniş, kapsamlı ve düşündürücü bir manevi yol haritası sunar. Her bir beyit, kendi konusu içinde ele alınarak, birbiriyle uyumlu ve bütünlük içerisinde, hikmetli bir makaleye dönüştürülmüştür.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Lâedrî – Beyit 156
Beyit (Transliterasyon):
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser
Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
İzah: Zâlimin gelecek ipini yani gelecek güzel günlerini mazlumun bir âhı keser. Haksız yere bir kimsenin rızkına mâni olanın rızkını da Allah keser.
2. Dürrî – Beyit 69
Beyit (Transliterasyon):
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn
Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
İzah: Kalbindeki sıkıntının, düğümün çözümü seher vakti edeceğin bir âha, duaya bakar. Gonca ancak seher vakti rüzgârlarının verdiği ilhamla güle dönüşür.
3. Örfî – Beyit 95
Beyit (Transliterasyon):
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd
Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
İzah: Ey Örfî! Gidişatın iyi olmasına, işlerin yolunda gitmesine çok sevinme. Sıkıntıların, elemlerin vurduğu bu gemin, bir hayal denizinin üstündedir.
4. Hz. Mevlânâ – Beyit 129
Beyit (Transliterasyon):
Bî-çâre ter ez-âşık-ı bî-sabr kocâst?
Kin aşk gırıftârî-yi bî-hîç devâst
Derman-ı gam-ı aşk ne bohl u ne riyâst
Der-aşk-ı hakîkî ne vefâ vü ne cefâst
İzah: Sabırsız âşıktan daha zavallı kim vardır? Zira bu aşk, hiç dermanı olmayan bir derttir. Aşk derdinin ilacı ne cimrilik ne de riyadır. Gerçek aşkta ise ne vefa ne de cefa vardır.
5. Zârifi – Beyit 124
Beyit (Transliterasyon):
Meşveretsiz kim ki bir iş işleye
Şol nedâmet parmağın çok dişleye
İzah: Eğer bir kimse istişare edip danışmadan bir iş yaparsa; parmağını pişmanlıkla ağzına götürür ve çokça ısırır.
6. Ayaşlı Muallim Şâkir – Beyit 128
Beyit (Transliterasyon):
Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lutfu âşinâdan bil
Umûrun Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâdan bil
İzah: Ne kahrı düşmanın elinden oluyor zannet ne de iyiliği dosttan bil. Bütün işlerini Allah’a bırak, her şeyi gönül hoşluğu ile karşıla. Sana gelen her şeyi yüce Allah’tan bil.
9. Fuzûlî – Beyit 123
Beyit (Transliterasyon):
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su
İzah: Ey gözlerim! Gönlümdeki yangını söndürmek için boşuna yaşlar serpip durmayın. Benim gönlümde öyle bir yangın var ki artık ona su kâr etmez.
10. Muhibbî – Beyit 133
Beyit (Transliterasyon):
Ko bu ayş ü işreti çün kim fenâdır âkıbet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya ta’at gibi
İzah: Bu yeme, içme ve eğlenceyi bırak. Çünkü sonu kötüdür, fâniliktir. Gerçek, ebedî bir sevgili (yâr-ı bâkî) ister isen, ibadet gibisi yoktur.
II. Adaletin Sırrı, Hikmetin Dengesi ve Aşkın Ebedi Yolu Üzerine Makale
Edebiyatımızın en nadide örneklerinden oluşan bu beyitler, bizlere bir yandan dünyanın geçici ve aldatıcı yüzünü gösterirken, diğer yandan ilahi adaletin ve manevi kurtuluşun kapılarını aralamaktadır. Bu beyitler, hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir hayatı, tarihi şairlerimizin edebi zarafetiyle sunar.
Dünya Denizinde Fânilik ve Adaletin Sancısı
Şairlerin mısraları, dünyaya dair ilk ve en önemli dersi verir: Bâkî, faziletin kıymetini dünyanın gözden kaçırmasını, bir deniz teşbihiyle açıklar.
Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh / İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
Dünyevî itibar ve makam (izz ü câh), denizin yüzeyindeki çer-çöp (hâr ü has) gibidir; hafif oldukları için suyun üstünde yüzerler. Oysa asıl değerli olan (fazilet ehli), ağırlıkları nedeniyle “alt kısımlarda” kalır. Bu, dünyanın değer yargılarına yönelik keskin bir eleştiridir. Bu fânilik ve aldanış uyarısı, Örfî’nin beytinde bir zirveye ulaşır.
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
Ey Örfî! Geçici iyi günlere sevinme, çünkü sıkıntı gemin dahi, suya kavuşulamayan bir serap denizi üzerinde ilerlemektedir. Her iki şair de, dünya saadetinin bir yanılma, bir tuzak olduğu konusunda tarihi bir uyarıda bulunur.
Bu fânilik içerisinde, ilahi adalet tek mutlak hakikattir. Lâedrî, mazlumun ahının gücünü, zalimin taştan kalesini yıkan topa benzetir (Önceki beyitlerimizde bu tema işlenmişti), burada ise ikbal ipini kesen kılıç olarak gösterir:
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
Yani, zalimin geleceği ve haksız yere başkasının rızkını kesenin kendi rızkı, manevi bir kuvvet olan mazlumun bir âhı ile kesilir. Bu, dünya hayatında adaletin gecikebileceği, ancak asla yok olmayacağı yönünde ibretli bir hükümdür.
Hikmetin Dengesi: İstişare, Uyum ve Rıza Makamı
Fâniliğin ve adaletin bilincinde olan insan, hayatını hikmet ile tanzim etmelidir. Zârifi, akılla hareket etmenin temel kuralını koyar:
Meşveretsiz kim ki bir iş işleye / Şol nedâmet parmağın çok dişleye
İstişare (meşveret) etmeden iş yapan kişi, kaçınılmaz olarak pişmanlığa düşer ve nedamet parmağını ısırır. Bu, bireysel karar alma süreçlerinde bile aklın ve kolektif bilincin rehberliğini emreden tarihi ve düşündürücü bir hükümdür.
Akıl ve mantıkla atılan adımların yanı sıra, toplumsal ve kişisel huzur için uyum ve denge şarttır. Hz. Mevlânâ, bu dengeyi en basit örnekle anlatır:
Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat / Tâ ber-âyed kârhâ bâ-maslahat / Çift bâyed ber misâl-i hem-diger / Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
Eşler (veya ortaklar) aynı vasıflara (hem-sıfat) sahip olmalıdır ki işler uygunlukla (maslahat) yürüsün. Tıpkı bir çift ayakkabının teki dar gelince ikisinin de işe yaramaması gibi, uyumsuzluk bütünü bozar.
Tüm bu çabaların üstünde ise rıza ve teslimiyet makamı gelir. Ayaşlı Muallim Şâkir, imanın huzurunu verir:
Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lutfu âşinâdan bil / Umûrun Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâdan bil
Sana gelen ne düşmanın kahredici eliyle ne de dostun lütfuyla gelmiştir; her şeyi Yüce Allah’tan (Cenâb-ı Kibriyâdan) bil ve işlerini O’na havale et (Hakk’a tefvîz et). Bu, kader karşısında tam teslimiyeti ve gönül hoşluğunu emreden en büyük hikmet dersidir.
Aşkın Sonsuz Ateşi ve Ebedi Sevgiliye Yöneliş
Dünyanın fâniliğini ve rızanın huzurunu idrak eden kişi için tek yol, Yâr-ı Bâkî’ye (Ebedi Sevgili) yönelmektir. Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) bu yönelişi bir görev olarak tanımlar:
Ko bu ayş ü işreti çün kim fenâdır âkıbet / Yâr-ı bâkî ister isen olmaya ta’at gibi
Yeme, içme ve eğlenceyi (ayş ü işret) bırak, çünkü sonu fâniliktir. Ebedi sevgiliyi istiyorsan, ibadet (ta’at) gibi bir yol yoktur.
Bu ibadet ve aşk yolunda, bazen en büyük sıkıntı, en büyük kurtuluşun anahtarıdır. Dürrî, kalpteki sıkıntı düğümünün (ukde-i derûn) çözümünü seher vaktinin feyzine bağlar:
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
Seher vakti edilen samimi bir âh, goncanın seher yeliyle açılması gibi, ruhtaki düğümleri çözer ve ferahlık verir.
Bu gönül yangını, Fuzûlî’de ise tarifsiz bir aşka dönüşür. Gözyaşları, sevgiliye duyulan aşkın şiddetini söndürmeye yetmez:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su / Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su
Fuzûlî, gönlündeki bu denli tutuşan aşk ateşine, gözyaşının çare olamayacağını ifade eder. Bu, aşkın yoğunluğunu ve iradesi dışındaki bir kudret tarafından kuşatılmışlığını gösterir.
Bu aşk, Mevlânâ’ya göre nihayetinde vefa ve cefa gibi ikilikleri aşan, mutlak bir teslimiyet ve aşk hâlidir:
Der-aşk-ı hakîkî ne vefâ vü ne cefâst
Gerçek aşkta ne sevgiliye karşı vefa beklentisi, ne de sevgiliden gelen cefa şikâyeti vardır. Aşkın kendisi derttir, dermanı yoktur. Bu, aşkın hakiki ve kâmil hâli olup, kişinin kendisini tamamen bu manevi ateşe teslim etmesi demektir.
Sonuç
Bu beyitler, tarihi, edebi ve ibretli bir bütünlük içinde, Müslüman Türk düşünce hayatının merkezini oluşturan Adalet, Hikmet, Teslimiyet ve Aşk kavramlarını işler. Zalimin geçici ikbalinden (Lâedrî), fani dünyanın serap denizine (Örfî), oradan ibadetle elde edilen Yâr-ı Bâkî’ye (Muhibbî) uzanan bu yolculuk, istişare (Zârifi), rıza (Muallim Şâkir) ve uyum (Mevlânâ) ile desteklenir. Nihayetinde tüm sıkıntılar (Dürrî) ve acılar (Fuzûlî), aşkın ve fenânın sonsuzluğunda (Mevlânâ) son bulur.
ÖZET
Bu makale, Bâkî, Örfî, Lâedrî, Muhibbî, Zârifi, Dürrî, Muallim Şâkir, Fuzûlî ve Hz. Mevlânâ’ya ait seçkin beyit üzerinden, dünyanın fâniliği ve manevi olgunlaşma yolunu incelemektedir. Bâkî ve Örfî’nin uyarılarıyla dünyanın geçici ve aldatıcı yüzü ortaya konulurken, Lâedrî ilahi adaletin tecelli gücünü (zâlimin rişte-i ikbâlini kesen âh) vurgular. Muhibbî, fani zevkleri terk edip ebedi sevgiliye ibadetle yönelmeyi öğütlerken; Zârifi istişarenin (meşveret), Mevlânâ ise uyumun (hem-sıfat) önemini beşerî ilişkilerde huzurun anahtarı olarak sunar. Muallim Şâkir, insanın kahrı da lütfu da Cenâb-ı Kibriyâdan bilerek tam tefviz ve rıza makamına ulaşmasını ister. Dürrî, iç sıkıntıların seher vakti edilen bir âh ile çözüleceğini belirtirken, Fuzûlî ve Mevlânâ’nın beyitleri ise hakiki aşkın şiddetini (gönüldeki söndürülemez odlar) ve vefa-cefa ikiliklerinden azade oluşunu (gerçek aşkta ne vefa ne cefa) anlatarak makaleyi manevi zirvede sonlandırır.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Ziyâ Paşa – Beyit 125
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
روى خاكی ظلم ايله پامال ايدن ظالمك
زير خاكك حالتى كلمزمی يا رب يادينه
Beyit (Transliterasyon):
Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin
Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına
İzah ve Açıklama:
Ey Rabbim! Yeryüzünü zulümle perişan eden zalimlerin toprağın altına girdiklerindeki hâli akıllarına hiç gelmez mi acaba?
2. Yûnus Emre – Beyit 134
Beyit (Osmanlıca):
درويشلك ديدكگری خرقه ايله تاج دگل
گونلون درويش ايلمين خرقه يه محتاج دگل
Beyit (Transliterasyon):
Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil
İzah ve Açıklama:
Dervişlik, sadece hırka giymek ve başına taç takmakla olabilecek bir şey değildir. Gönlünü derviş edebilen kişi, zaten hırkaya muhtaç değildir.
3. Hz. Mevlânâ – Beyit 135
Beyit (Osmanlıca/Farsça):
آسوده كسى كه در كم و بيشى نيست
در بند توانگرى و درويشى نيست
فارغ ز جان و از غم خلق جهان
با خويشتنش به ذره یی خویشی نیست
Beyit (Transliterasyon):
Âsûde kesî ki der-kem u bîşi nîst
Der-bend-i tevângerî vü dervîşî nîst
Fâriğ zi-cihân u ez-gam-ı halk-ı cihân
Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst
İzah ve Açıklama:
Azı ve çoğu düşünmeyen, zenginlik ve fakirlik kaydından azade olan kimse, dünyaya da dünya halkının gamına da aldırış etmez. Kendisinde de zerre kadar bir benlik duygusu kalmaz.
4. Lâedrî – Beyit 139
Beyit (Osmanlıca/Arapça):
محمد بشر لا كالبشر
بل هو ياقوت بين الحجر
Beyit (Transliterasyon):
Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer
Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer
İzah ve Açıklama:
Peygamber Efendimiz ﷺ bir beşerdir; fakat diğer insanlar gibi değildir. Taşların arasında yakut ne ise Allah Rasûlü de insanlar arasında öyledir.
5. Nâ’ilî – Beyit 143
Vezin: Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Beyit (Osmanlıca):
ای نائلى خموشى محض حكمتدر اما
اشعاری بویله سويلر استاد سويلينجه
Beyit (Transliterasyon):
Ey Nâ’îlî hamûşî mahz-ı hikmetdir ammâ
Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince
İzah ve Açıklama:
Ey Nâ’îlî! Susmak hikmetin kaynağıdır, bunu biliyoruz; fakat üstat şiir söyleyince de böyle güzel söylüyor.
II. Zâlimin Unutuşu, Gönlün Dervişliği ve Sözün Hikmeti Üzerine Bir Mukayese
Bu seçkin beyitler silsilesi, dış görünüşün (simgeler, iktidar, zenginlik) geçiciliğine ve aldatıcılığına karşı, iç gerçeğin (gönül, benliksizlik, öz) kalıcılığını ve asaletini vurgular. Bütün hikmet, dünyaya ve benliğe dair kayıtların çözülmesinde yatar.
Zâlimin En Büyük Unutkanlığı: Ölüm ve Hesap
Makalenin hikmet zeminini, Ziyâ Paşa’nın dehşetli sorusu atar. O, dünyayı zulümle perişan eden (zulm ile pâmâl) iktidar sahiplerinin en büyük akıl tutulmasını sorgular:
Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin
Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına
Ey Rabbim! Yeryüzünü çiğneyip geçen bu zalimler, toprağın altındaki hâllerini (zîr-i hâkin hâleti), yani ölümün ve hesabın kaçınılmazlığını neden akıllarına getirmezler? Ziyâ Paşa’nın bu beyti, ibretli ve düşündürücü bir tarihi ders verir: Zulümle kazanılan hiçbir makam ebedi değildir. Toprak, en güçlü hükümdarın dahi son durağıdır. Bu nihai sonu idrak edememek, zalimin cehaletinin ve bencilliğinin en büyük göstergesidir. Beyit, dünya saltanatına bel bağlayan her insana bir kefen bezinin kıymetini hatırlatan bir ayna görevi görür.
Hakiki Dervişlik: Gönül Hırkası ve Benliksizlik
Ziyâ Paşa’nın zahiri iktidarın fâniliğini ilan etmesinin ardından, Yûnus Emre ve Hz. Mevlânâ, gerçek manevi değerin ve iç huzurun nerede bulunacağını gösterirler. Yûnus Emre, dervişliğin kıyafet ve simgelerde değil, kalpteki durumda olduğunu net bir şekilde ifade eder:
Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil
Yûnus Emre, dervişliğin sadece hırka giymek veya başa taç takmak gibi dış ritüellerle elde edilemeyeceğini söyler. Asıl olan gönlü derviş etmektir; yani kalbi tasfiye etmek, arındırmak ve alçakgönüllülükle doldurmaktır. Bu ruh haline ulaşan kişi, zaten dış bir simgeye (hırkaya) ihtiyaç duymaz.
Bu manevi derinliğin zirvesini ise Hz. Mevlânâ tanımlar. Gerçekten huzurlu (âsûde) insanın tarifi, bütün dünya kayıtlarından azade oluşunda yatar:
Âsûde kesî ki der-kem u bîşi nîst / Der-bend-i tevângerî vü dervîşî nîst / Fâriğ zi-cihân u ez-gam-ı halk-ı cihân / Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst
Gerçekten huzurlu kişi, ne azlığı ne çokluğu düşünür; ne zenginliğin (tevângerî) ne de fakirliğin (dervîşî) esiri olur. Dünyadan ve dünya halkının derdinden de uzaktır. En can alıcı nokta ise: kendisinin dahi zerre kadar bir benlik duygusu (hîşî) kalmamıştır. Bu dört dizelik beyit, benlikten tamamen sıyrılma (fenâ), yani mutlak özgürlük ve huzur hâlini, edebi bir dille resmeder. Yûnus’un “Gönlün Dervişliği” ile Mevlânâ’nın “Benliksiz Huzuru,” iç hakikatin dış gösterişten üstünlüğünü ispatlayan iki temel direktir.
Özün Asaleti: Yakut ve Ustalıkla Konuşmak
İç hakikatin ne olduğunu ortaya koyduktan sonra, Lâedrî ve Nâ’ilî, bu hakikatin eşsizliğini ve ifade edilme biçiminin önemini gösterirler. Lâedrî, Hz. Peygamber’in benzersizliğini dile getirerek, asaletin kaynağının özde olduğunu belirtir:
Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer
Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer
Bu edebi ve hikmetli beyit, Hz. Peygamber’in insani yönünü kabul ederken (Muhammedün beşerun), onun diğer insanlar gibi olmadığını (lâ ke’l-beşer) vurgular. Tıpkı taşların arasında yakutun (yâkûtün beyne’l-hacer) eşsizliği gibi, Peygamber Efendimiz de insanlar arasında manevi bir cevherdir. Bu, dervişlikten elde edilen iç özün, onu taşıyan kişiyi nasıl benzersiz kıldığının en yüce örneğidir.
Son olarak Nâ’ilî, bu iç özün ve hikmetin dışa vurumunun ancak ustalıkla yapılması gerektiğini savunur. Susmak (hamûşî) bir erdemdir, ancak ustaca konuşmak daha büyük bir sanattır:
Ey Nâ’îlî hamûşî mahz-ı hikmetdir ammâ
Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince
Susmanın bizzat hikmetin kendisi olduğunu bilen Nâ’ilî, bu kuralı bozmanın tek istisnasını sunar: Üstat (üstâd), yani sözün ehli olan kişi, şiiri (eş’ârı) böyle güzel ve etkili söyleyince, bu durum hikmetten ayrılmaz. Bu beyit, iç bilginin (hikmet/hamûşî) değerini korurken, o bilginin ancak sanatlı bir yetkinlikle (üstâdâne) ifade edildiğinde gerçekten güçlü bir etki bıraktığını gösterir.
Netice: Hakikate Açılan Gönül
Bu beş beyit, zulümle inşa edilen dış otoritenin fâniliğini (Ziyâ Paşa) bir çıkış noktası olarak belirler ve hakikate açılan yolu gösterir. Bu yol, benlikten vazgeçişi (Mevlânâ) ve gönlün dervişliğini (Yûnus Emre) esas alır. Ardından, bu iç saflığın en yüce örneğinin yakut misali bir beşer (Lâedrî) olduğunu hatırlatır ve nihayet, bu iç bilginin (hikmet) dış dünyaya ancak ustaca ve güzel bir sözle (Nâ’ilî) aktarılması gerektiğini öğütler. Bu, Divan ve Tekke şiirinin insanlığa bıraktığı, tarihi, edebi ve ibretli bir manevi terbiye dersidir.
ÖZET
Bu makale, Ziyâ Paşa, Yûnus Emre, Hz. Mevlânâ, Lâedrî ve Nâ’ilî’ye ait beş beyit ve dizeyi inceleyerek, içdeki hakikat, adalet ve benliksizlik temalarını ele almıştır. Ziyâ Paşa, zulmedenlerin, toprağın altındaki hâllerini hatırlamayışlarını sorgulayarak dünyevî otoritenin fâniliğini ve ilahi adaletin kaçınılmazlığını vurgular. Yûnus Emre, dervişliğin hırka veya taç gibi dış sembollerle değil, gönlün derviş edilmesiyle gerçekleştiğini ifade ederken; Hz. Mevlânâ, az ve çoğu düşünmeyen, zerre kadar benlik duygusu kalmayan (hîşî nîst) kişinin mutlak huzurunu (âsûde kesî) tanımlayarak iç özgürlüğün zirvesini gösterir. Lâedrî, Hz. Peygamber’i taşlar arasındaki yakuta benzeterek, gerçek değerin özde ve ruhta olduğunu, dış görünüşte olmadığını belirtir. Son olarak Nâ’ilî, susmanın (hamûşî) hikmet olmasına rağmen, üstadın şiirinin o hikmeti en güzel şekilde dışa vurduğunu dile getirerek, iç bilgeliğin zarif ve etkili bir ifade biçimiyle taçlandırılması gerektiğini ortaya koyar.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Nâbî – Beyit 142
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
طوب آه انكساره پايدار اولماز ينه
كشور جاهك نيچه سنگين حصارين كورمشز
Beyit (Transliterasyon):
Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
İzah ve Açıklama:
Biz, mevki ve makam memleketinin taştan yapılmış nice kalelerini gördük ki onlar beddua ahının toplarına dayanamamışlardır.
2. Ziyâ Paşa – Beyit 138
Vezin: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Beyit (Osmanlıca):
آيينه سى ايشدر كيشينك لافه باقيماز
شخصك كورونور رتبة عقل اوزرنده
Beyit (Transliterasyon):
Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde
İzah ve Açıklama:
Bir kişinin yeteneğini gösteren şey ne söylediğinden ziyade ne yaptığıdır. Çünkü bir insanın aklının derecesi ancak eseri üzerinde görülür.
3. Hz. Mevlânâ – Beyit 141 (Mesnevî’nin Girişi)
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün
Beyit (Osmanlıca/Farsça):
بشنو اين نى چون شكايت مى كند
از جداييها حكايت مى كند
Beyit (Transliterasyon):
Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned
İzah ve Açıklama:
Şu ney nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların destanı, hikâyesidir. (Ney, nefsani arzulardan kurtulmuş, ilâhî sevgi ile dolmuş kâmil insanın sembolüdür.)
4. Fuzûlî – Beyit 143
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
غم گونى ايتمه دل بياردن تيغك دريغ
خيردر ويرمك قارانو كيجه ده بيماره صو
Beyit (Transliterasyon):
Gam günü etme dil-i bîmârdan tîğin dırîğ
Hayr’dır vermek karanû gicede bîmâre su
İzah ve Açıklama:
Ey sevgili! Gam günü geldiğinde bu hasta gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. Karanlık gecede, hastaya su vermek hayırlı bir iştir, sevaptır.
5. Fuzûlî – Beyit 137
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
عارضك ياديله نمناك اولسه مژگانم نوله
ضايع اولماز گل تمناسيله ويرمك خاره صو
**Beyit (Transliterasyon):
Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım n’ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
İzah ve Açıklama:
Ey sevgili! Senin yanağını anınca kirpiklerim ıslansa buna hiç şaşılır mı? Elbette böyle olacak, çünkü gül isteyen dikenleri de sular. Senin gibi bir gülün açması için dikene su vermek lüzumsuz değildir.
II. Gönlün Gücü, Eylemin Aynası ve Ayrılığın Destanı: Hakikat Yolunda Yürüyüş
Divan şiiri, Nâbî’nin hikmetli tecrübesi, Ziyâ Paşa’nın toplumsal tenkidi, Hz. Mevlânâ’nın ruhani feryadı ve Fuzûlî’nin aşk ve fedakârlık ahlakı ile birleşerek, fânilik ve ebediyet arasındaki ince çizgiyi aydınlatır. Bu beyitler, insanın iç dünyasının kudretini ve dış dünyaya yansıyan sorumluluğunu tarihi ve edebi bir derinlikle ele alır.
Enkisarın Topu: Maneviyatın Maddeye Galibiyeti
Hikmetli şair Nâbî, dünya tarihi boyunca nice iktidar ve mevki (câh) sahibi kişinin sonunu gözlemlemiş bir bilgelikle konuşur. O, zâlimin ve kibirlinin inşa ettiği otorite kalelerinin yıkılışının, maddî bir orduya değil, manevî bir güce bağlı olduğunu haykırır:
Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
Nâbî, mevki ve makam memleketinin (kişver-i câh) taştan yapılmış nice sağlam kalelerinin (sengîn hisâr), kırık kalbin (inkisâr) âhının topuna (top-ı âh-ı inkisâr) dayanamayacağını söyler. Tarih, Firavunların, Nemrutların ve sayısız zalim iktidarın çöküşünü kaydetmiştir. Bu çöküşler, çoğu zaman ezilenlerin, bedduaların ve mazlumların gönlünden kopan feryatların birikimiyle gerçekleşmiştir. Bu beyit, iktidar sahiplerine, en sağlam surların bile ilahi adaletin tecelli edişi karşısında ne kadar zayıf olduğunu anlatan, ibret dolu ve düşündürücü bir derstir.
Lâf Değil İş: Aklın Rütbesi Eserde Görünür
Nâbî’nin manevi gücün zaferini ilan etmesinin ardından, Ziyâ Paşa, bu gücü kullanacak olan insanın dünyevi ölçüsünü netleştirir. 19. yüzyılın ıslahatçı zihniyetiyle konuşan Paşa, bir kişinin değerinin boş sözlerle (lâf) değil, somut eylemlerle (iş) ölçülmesi gerektiğini vurgular:
Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde
Bir kişinin yeteneğini ve zekâsını (rütbe-i akl), yalnızca yaptığı işler (eser) gösterir; çünkü kişinin aynası iştir. Bu, laf kalabalığına ve gösterişe dayalı bir sosyal düzene karşı yapılmış güçlü bir edebi ve hikmetli uyarıdır. İster bir lider olsun, ister bir sanatkâr; bir insanın aklının derecesi ancak ortaya koyduğu somut ürünlerde, faydalı icraatlarda ve eserlerde tecelli eder. Bu hikmet, çağlar ötesi bir prensip olarak, laf üreten değil, icraat yapan kişiyi yüceltir.
Varoluşun Feryadı: Ayrılıkların Hikâyesi
Bu dıştaki adalet ve faaliyetin derinliğinde, Hz. Mevlânâ, insan ruhunun temel motivasyonunu, yani ayrılıktan duyulan sonsuz özlemi dile getirir. Mesnevî’nin açılış beyiti, Ney’in feryadını, ilahi aşka ulaşmanın yolunu arayan kâmil insanın simgesi olarak sunar:
Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned
”Şu ney nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların destanı, hikâyesidir.” Ney, kesildiği kamışlıktan, yani mutlak birlik yurdundan ayrılmış olmanın ıstırabını dile getirir. İnsan da, nefsani arzulardan kurtulup (kâmil insan) ilahi sevgiye doldukça, aslında kökünden, Yaradan’dan ayrı düşmüş olmanın feryadını yükseltir. Bütün çileler, bütün aşklar, bütün manevi arayışlar, bu cüdâyîhâ (ayrılıklar) hikâyesinin bir parçasıdır.
Sevginin Ahlakı: Gam, Sevap ve Fedakârlık
Ayrılığın kaynağını kavrayan ruh, Fuzûlî’nin mısralarında aşkın ve fedakârlığın en yüce mertebesine ulaşır. O, sevgiliden gelen kılıç gibi keskin bakışları bile bir ihsan olarak kabul ederken, bu çilenin ortasında dahi merhameti elden bırakmaz:
Gam günü etme dil-i bîmârdan tîğin dırîğ
Hayr’dır vermek karanû gicede bîmâre su
Ey sevgili! Aşkın verdiği gam günü geldiğinde, bu hasta gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. Zira bu çile, karanlık gecede bir hastaya su vermenin sevabına benzer. Aşkın yarası bile, onu ihsan edenden geldiği için, bir lütuf ve sevaptır.
Bu fedakârlık ve çile kabulü, diğer beyitte doruğa ulaşır. Aşkın hedefi olan güle ulaşmak için, o gülü çevreleyen dikene (hâr) hizmet etmek, yani çile çekmek dahi sevgiliye ulaşmanın meşru bir yoludur:
Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım n’ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
Sevgilinin yanağını (ârız) anınca kirpiklerim (müjgân) ıslansa ne olur? Gül arzusunda olan için, dikene su vermek ziyan olmaz. Fuzûlî, âşıkın sevgilisi için katlandığı her türlü acı, gözyaşı ve fedakârlığın zayi olmadığını, aksine o yüce amaca hizmet ettiğini edebi bir dille anlatır. Bu, sevgi ve maneviyatta fedakârlık ahlakının en çarpıcı ifadesidir.
Netice: Bütün Bir Varoluş Rehberi
Bu beyitler, bize bütün bir varoluş rehberi sunar. Gücün yalnızca inkisârın âhında yattığını (Nâbî), bu gücü kullanacak kişinin aklının eserle ölçüldüğünü (Ziyâ Paşa), bütün bu eylem ve çilenin kökünde ayrılık feryadının olduğunu (Hz. Mevlânâ), ve bu feryat dolu yolculuğun ancak fedakârlık ve sevap ile anlam kazandığını (Fuzûlî) öğretir. Divan şiiri, böylece, dünya sahnesinde adaleti, iç dünyada ise hakikati arayan insana yol gösteren, tarihi, edebi ve ibretli bir kılavuz olmaya devam eder.
ÖZET
Bu makale, Nâbî, Ziyâ Paşa, Hz. Mevlânâ ve Fuzûlî’ye ait beş berceşte beyit üzerinden manevî güç, eylemin değeri, ayrılık ve fedakârlık temalarını incelemiştir. Nâbî, en güçlü iktidar kalelerinin bile mazlumların kırık kalpten çıkan âhına (Top-ı âh-ı inkisâr) dayanamayacağını belirterek manevî adaletin maddî otoriteye üstünlüğünü vurgular. Ziyâ Paşa, bir kişinin değerinin boş sözde değil, aklının derecesinin göründüğü eserde (iş) olduğunu söyleyerek eylem ahlakını öne çıkarır. Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin girişinde, Ney’in feryadını cüdâyîhâ (ayrılıklar) hikâyesi olarak niteleyip, insan ruhunun temelinde yatan ilahi özlemi ve manevi yolculuğu işaret eder. Son olarak Fuzûlî’nin beyitleri, sevgiliden gelen çileyi (Gam günü) dahi hayırlı bir iş (bîmâre su vermek) olarak görmeyi ve gül temennâsıyla dikene su vermenin (fedakârlık) aşkın gereği olduğunu öğreterek, çile ve öz güvenin fazîletini yüceltir. Makale, bu beyitlerin sunduğu hikmetin, insan hayatının bütün olarak hikmet oluşturduğunu göstermektedir.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Bâkî – Beyit 82
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
يره كچسه يريدر اهل فضيلت چونكه آه
عزّ و جاهك خار و خس دريا مثال اوستنده در
Beyit (Transliterasyon):
Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh
İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
İzah ve Açıklama:
Fazilet ehli insanların dünyevî makam mevkî olarak alt kısımlarda yer alması şaşırtıcı değildir. Denize bakın, ne kadar çöp varsa hep üst kısımdadır.
2. Dürrî – Beyit 69
Vezin: Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
بر آه صبحه گاهه باقار عقدهء درون
زيرا گشادی غنچه يه باد سحر ويرير
Beyit (Transliterasyon):
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn
Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
İzah ve Açıklama:
Kalbindeki sıkıntının, düğümün çözümü seher vakti edeceğin bir âha, duaya bakar. Gonca ancak seher vakti rüzgârlarının verdiği ilhamla güle dönüşür.
3. Lâedrî – Beyit 156
Vezin: Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Beyit (Osmanlıca):
ظالمك رشتهء اقبالنى بر آه كسر
مانع رزق اولانك رزقنى الله كسر
Beyit (Transliterasyon):
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser
Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
İzah ve Açıklama:
Zâlimin gelecek ipini yani gelecek güzel günlerini mazlumun bir âhı keser. Haksız yere bir kimsenin rızkına mâni olanın rızkını da Allah keser.
4. Hz. Mevlânâ – Beyit 138
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
جفت ماي جفت بايد هم صفت
تا برايد كارها بامصلحت
جفت بايد بر مثال همدگر
در دو جفت كفش و موزه در نگر
Beyit (Transliterasyon):
Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat
Tâ ber-âyed kârhâ bâ-maslahat
Çift bâyed ber misâl-i hem-diger
Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
İzah ve Açıklama:
Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak! Ayakkabının bir teki ayağa dar gelir ise ikisi de işe yaramaz.
5. Örfî – Beyit 95
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
روزگارك بويله ايّامندن عرفى اولما شاد
كشتى محنت زده ك بحر سراب اوستنده در
Beyit (Transliterasyon):
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd
Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
İzah ve Açıklama:
Ey Örfî! Gidişatın iyi olmasına, işlerin yolunda gitmesine çok sevinme. Sıkıntıların, elemlerin vurduğu bu gemin, bir hayal denizinin üstündedir.
II. Hikmet, Adalet ve Dünyanın Faniliği Üzerine Bir Makale: “Deryanın Altındaki Cevher ve Zâlimin İkbal İpi”
Divan şiiri, yalnızca bir estetik haz kaynağı değil, aynı zamanda hayatın en çetrefilli meselelerine ışık tutan, yüzyıllardır damıtılmış bir hikmet pınarıdır. Bâkî’den Hz. Mevlânâ’ya, Dürrî’den Lâedrî’ye uzanan bu berceşte beyitler, bize dünyanın karmaşık yapısını, adaletin kaçınılmazlığını, iç huzurun kaynağını ve insani ilişkilerin temelini ahenkli bir bütünlük içinde sunar. Bu beyitler zinciri, hakikat, adalet ve fânilik temalarını işleyerek okuyucuyu derin bir tefekküre davet eder.
Hakikat ve Dünya Mizanı: Bâkî’nin Deryası
Makaleye yön veren ilk hikmet, “Sultânü’ş-şuarâ” Bâkî’nin çarpıcı teşbihiyle açılır. O, fazilet ehlinin dünyevi makam ve mevki olarak alt kısımlarda yer almasını, kâinatın işleyişindeki bir paradoksla açıklar:
Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh / İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
Bâkî, faziletin yeryüzünde itibar görmeyişini, bir denizin yüzeyindeki çer-çöpe (hâr ü has) karşı, asıl kıymetli cevherin denizin derinliklerinde kalmasıyla izah eder. Tarihin her döneminde, maddenin parıltısı mananın derinliğini gölgelemiştir. Oysa ki, toplumun manevi yükünü taşıyan, ilim ve irfanla donanmış kişiler, çoğunlukla “alt kısımlarda” kalmıştır. Bu, bir sitemden ziyade, bir tespittir; asıl kıymet, yüzeyin gürültüsünde değil, derinliğin sükûnetinde yatar. Bâkî, okuyucuyu, dünyevi izzet ve şöhretin (izz ü câh) tıpkı deniz yüzeyindeki değersiz atıklar gibi geçici ve hafif olduğu hakikatini idrak etmeye çağırır.
İç Huzurun Kaynağı ve Adaletin Soluğu: Dürrî ve Lâedrî’nin Âh’ı
Bâkî’nin faziletli insanın kaderini çizdiği noktadan hareketle, Dürrî ve Lâedrî, “âh” kavramının manevi ve adaleti sağlayan gücüne odaklanır. Dürrî, iç sıkıntının (ukde-i derûn) çözümünü seher vaktinin feyzine bağlar:
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
Kalpteki düğümün çözülmesi, bir çabanın veya dünya gücünün değil, Allah’a yönelen samimi bir seher âhının sonucudur. Tıpkı goncanın, seher yeliyle açılıp güle dönüşmesi gibi, manevi sıkıntılar da ancak ilahi bir ilhamla ferahlığa kavuşur. Bu, bireysel kurtuluşun ve huzurun yoludur.
Bu bireysel “âh”, Lâedrî’nin beytinde ise toplumsal adaletin kılıcı hâline gelir. Mazlumun sessiz feryadı, zâlimin geleceğini keser:
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
Lâedrî, tarihin defalarca şahitlik ettiği bir hakikati dile getirir: Hükümdarların ve güç sahiplerinin ikbal ipleri, çoğu zaman ordular veya ihtilallerle değil, mazlumların kalbinden kopan bir dua ve âhh ile kesilmiştir. Daha da ötesi, bir başkasının rızkına haksız yere engel olanın, en nihayetinde kendi rızkının da Kesici (Allah) tarafından kesileceği uyarısı, ilahi adaletin tecelli mekanizmasını gözler önüne serer. Bu beyitler, zulme uğrayan için umut, zâlim içinse en büyük ikazdır.
Toplumsal Ahenk ve Uyumun Sırrı: Hz. Mevlânâ’nın Misali
Bireysel manevi sükûnet ve toplumsal adalet temelleri atıldıktan sonra, Hz. Mevlânâ, hayati bir denge ve uyum ilkesini basit ama derin bir benzetmeyle ortaya koyar. O, eşlerin ve ortakların uyumunun önemini vurgular:
Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat / Tâ ber-âyed kârhâ bâ-maslahat / Çift bâyed ber misâl-i hem-diger / Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
Mevlânâ, işlerin doğru bir maslahatla (uygunlukla) yürümesi için eşlerin (veya genel olarak ortakların) “hem-sıfat” yani aynı vasıflara sahip, birbirine denk olması gerektiğini söyler. Misal olarak ayakkabı ve mesti gösterir: Bir çiftin tekleri birbirine benzemez ve uyum sağlamazsa, o çift ayakkabının hiçbir işe yaramayacağı aşikârdır. Bu hikmet, evlilikten iş ortaklığına, hatta bir toplumun kurumlarının işleyişine kadar her alanda geçerli olan denklik, uyum ve ahenk prensibini temel alır.
Geçicilik ve İbret: Örfî’nin Serap Denizi
Makalenin son beyiti, bütün bu dünyevi meşgalelerin ve geçici durumların üzerine bir fânilik perdesi örer. Şair Örfî, okuyucuyu (ve kendisini) dünyevi başarılara karşı aşırı sevinçten men ederek bir ihtiyat dersi verir:
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
Ey Örfî! Dünyanın gidişatının iyi olmasından, işlerinin yolunda gitmesinden çok sevinme. Zira senin sıkıntılarla dolu gemin (keştî-i mihnet-zede) bile, bir serap denizinin (bahr-i serâb) üzerindedir. Bu, su gibi görünen ama asla suya kavuşulamayacak bir yanılma denizidir. Örfî, hem bireyin hem de devletlerin geçici refah dönemlerine aldanmaması gerektiğini, bu dünyanın temelinin istikrarsızlık ve fânilik üzerine kurulu olduğunu vurgular. Gerçek saadet ve istikrar, serap denizinin ötesinde aranmalıdır.
Sonuç: Edebi Mirasın Bütünlüğü
Bu beş beyit, Divan şiirinin sadece estetik bir sanat değil, aynı zamanda hayat okulunun başucu kitabı olduğunu gösterir. Bâkî, bize gerçek değerin gizlendiğini; Dürrî ve Lâedrî, manevi bir soluk olan âhın hem bireysel huzurun hem de ilahi adaletin kaynağı olduğunu; Mevlânâ, beşeri ilişkilerde uyumun zorunluluğunu; ve son olarak Örfî, bütün bu dünyanın fâniliğini öğütler. Bu beyitler, Türk-İslam medeniyetinin tarih boyunca süregelen hikmetli, ibretli ve düşündürücü bakış açısını, edebi bir zarafetle günümüze taşımaktadır. Onlar, geçmişin sesiyle geleceğe yön veren ebedî prensiplerin aynasıdır.
ÖZET
Bu makale, Divan şiirinin beş seçkin beyitini (Bâkî, Dürrî, Lâedrî, Hz. Mevlânâ ve Örfî) esas alarak, hayatın temel hakikatlerini incelemektedir. Bâkî’nin beytinden yola çıkarak, faziletin kıymetinin genellikle dünyanın yüzeyindeki değersiz unsurların altında kaldığı, yani gerçek değerin gizli olduğu fikri işlenmiştir. Dürrî ve Lâedrî’nin beyitleri, seher vaktinde edilen bir “âh”ın (içten dua ve feryat) hem bireysel sıkıntıları çözen bir manevi güç hem de zâlimin geleceğini kesen bir ilahi adalet mekanizması olduğu temasını birleştirmiştir. Hz. Mevlânâ’nın dörtlüğü, ayakkabı benzetmesiyle, işlerin başarılı yürümesi için eşler ve ortaklar arasındaki uyum ve denkliğin hayati önemini vurgulamıştır. Son olarak Örfî’nin uyarısı, dünyevi refah ve başarının geçici olduğu, insanın sıkıntı gemisinin dahi bir “serap denizi” üzerinde yüzdüğü gerçeğiyle okuyucuyu fânilik üzerine tefekküre davet etmiştir. Makale, bu beyitlerin sunduğu hikmetin, adalet, uyum ve ibret temalarıyla edebiyat tarihimizdeki bütüncül ve düşündürücü rolünü özetlemektedir.
1. Alvârlı Muhammed Lütfi
İktibas:
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahmânı
Alvârlı Muhammed Lütfi
İzah ve Açıklama:
Bu iki mısra, gönül ahlakının mutlak önemini ve hassasiyetini vurgular. “Sakın bir canı incitme”, zira bir gönlü kırmak, mecazi olarak “Rahmân’ın arşını (Allah’ın arşını) yıkmak gibi” ağır bir günah ve sonuç doğurur. Bu, gönlün Allah’ın tecelli ettiği yer olduğu inancına dayanan, manevi sorumluluğu en üst düzeye çıkaran bir hükümdür.
2. Es’âd Muhlis Paşa
İktibas:
Mey gibi her bir harâmın sekri olsaydı eğer
Ol zaman ma’lûm olurdu mest kim huşyâr kim
Es’âd Muhlis Paşa
İzah ve Açıklama:
Es’âd Muhlis Paşa, ikiyüzlülüğü ve riyayı eleştiren düşündürücü bir varsayımda bulunur. “Eğer işlediğimiz her bir günahın, şarap gibi bir sarhoşluk veren etkisi (sekri) olsaydı”, o zaman kimin sarhoş (mest) ve kimin aklı başında (huşyâr) olduğu herkes tarafından bilinirdi. Yani günahların gizli kalması, insanların gerçek manevi hallerini saklamasına, dolayısıyla riyakârlığa ve ikiyüzlülüğe yol açmaktadır.
3.Kalp Kırmanın Yıkımı: İki Temel Ahlak Kuralı
Bütün manevi yolculuğun ve tevazuun merkezinde gönül ahlakı vardır. Hz. Mevlânâ, bütün dünyevi ve uhrevi hırsların sonunun ölüm olduğunu hatırlattıktan sonra, temel ahlaki emri verir: “Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb” (Hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi gözetme). Bu emir, Alvârlı Muhammed Lütfi tarafından en uç noktaya taşınır: “Sakın incitme bir cânı / Yıkarsın arş-ı Rahmânı”. Bir gönlü kırmak, mecazi olarak ilahi arşı yıkmak kadar büyük bir vebaldir.
Bu yüce gönül ahlakı, Hoca Ahmed Yesevî’nin felsefesinde hizmet ahlakına dönüşür. O, gönlü kırık olana merhem olmayı ve mazluma yoldaş olmayı emrederken, kibirden (Mâ u menlik’ten) kaçmayı da öğütler. Hakka yakınlık, kibirde değil, tevazuda ve hizmette saklıdır.
Gönlün en yüce sırrı olan sevgi (muhabbet), korunması gereken bir emanettir. İzzet Ali Paşa, aşkın sırrının bir “Allah emaneti” ve “biricik bir cevher” olduğunu söyleyerek, onun cahil (nâ-dân) kişilere ifşa edilmemesi gerektiğini belirtir. Bu emanet, bazen çile, bazen coşku olarak tecelli eder. Muvakkit-zâde Pertev’in de dediği gibi, ilahi takdir kimini sevdaya, kimini bezenmişliğe bırakır; gül süslenirken bülbül çilede (gavdâda) kalır.
Bu çileli sevginin ifadesi, kelimelere sığmaz. Hâletî’nin gözyaşları, sevgilinin sualine karşı “hâzır-cevâb” olarak acıyı hemen anlatır. Aşkın tarifsiz ıstırabının en samimi tercümanı gözyaşıdır. Öte yandan, Kâmî’nin sitemi, vefanın yitirildiği dünyada bülbülün boş yere inlediğini gösterir.
Ancak bu ıstıraplı aşk, ebedi eserlerin kaynağıdır.
Son olarak, bu meşakkatli yolculukta düşen günahkârlar için Kâtibî, kibirli zühde karşı ilahi rahmete olan sarsılmaz güveni savunur: “Bizim Allâh’ımız vardır”. Bütün bu hikmet ve ahlakın nihai meyvesi ise özel bir karakterdir.
1. Hayâlî
İktibas:
Bizi bî-kes sanıp ey gam yok etmekden hazer kıl kim
Cihânı yok iken var eyleyen Allâh’ımız vardır
Hayâlî
İzah ve Açıklama:
Şair Hayâlî, bu beyitte gam’a (keder ve tasa) hitap ederek, tevekkülün ve ilahi kudretin gücünü ilan eder. Ey gam, bizi kimsesiz (bî-kes) sanıp da yok etmeye kalkışmaktan sakın ve çekin. Çünkü bizim, bütün kâinatı yoktan var eden bir Allah’ımız vardır. Bu, imanın ve tevekkülün verdiği manevi güçle, en büyük kederlere karşı dahi yılmamayı öğreten, derin bir teslimiyet ve ümit beyan eden düşündürücü bir sözdür.
2. Muvakkit-zâde Pertev
İktibas:
Kimini sevdi Hudâ kimini sevdâda kodu
Gülü arâyiş edip bülbülü gavdâda kodu
Muvakkit-zâde Pertev
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, ilahi takdirin (yazgının) ve imtihanın farklı tecellilerini anlatır. Allah (Hudâ), kullarından kimini sevmiş ve rızasına nail kılmış, kimini ise sevdaya ve imtihanın içine bırakmıştır. Bu durum bir örnekle açıklanır: Gülü (güzel olanı) süsleyip bezediği halde, bülbülü (aşık olanı) ise kavganın (gavdâ) ve çilenin içinde bırakmıştır. Bu, ilahi iradenin her kul için farklı bir imtihan yolu çizdiğini ve bazıları için aşkın kendisinin bir çile olduğunu gösteren, kadere ve hikmete dair düşündürücü bir tespittir.
3. Makale: Vahdet Yolunda Zühd ve Gönül Sırrı
1. Fâni Dünyanın Prangaları ve Tevbe İhtiyacı
İnsan, varlık sahnesindeki en büyük imtihanını vakit ve nefisle verir. Huldî’nin “gözler kapanmadan hesabı gör” uyarısı, hayatın ertelenemez bir görev olduğunu hatırlatır. Bu görev, şöhretin ve hırsın tuzaklarından (dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng) kurtulmayı gerektirir. Bâkî’nin “Ey pây-bend-i…” diye yakarışı, bizi dünyanın lüzumsuz meşgalelerine ne zamana kadar takılı kalacağımız sorusuyla yüzleştirir.
Zira bu dünya, Misli’nin tespit ettiği gibi, bir eğlence yeri değil. “Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm.” Geçici sevincin sonu daima kederdir ve bu, peygamberlerin dahi kaderidir. Dünya tahtı da bu fâniliğe dahildir. Muhibbî’nin (Kanuni Sultan Süleyman) dilinden dökülen “Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur” itirafı, dünyevi gücün dahi bir kargaşa olduğunu, asıl saadetin ise vahdette (yalnızlıkta ve birlik bilincinde) olduğunu gösteren tarihi bir ibrettir.
4. İlahi Takdir, Tevekkül ve Gönül Ahlakı
Fânilik bilinci, insanı tevekküle yönlendirir. Şair Hayâlî, en büyük keder olan gam’a dahi meydan okur: “Bizi bî-kes sanıp ey gam yok etmekden hazer kıl kim / Cihânı yok iken var eyleyen Allâh’ımız vardır.” Bu tevekkül, aynı zamanda ilahi takdirin farklı tecellilerini de kabul etmeyi gerektirir. Muvakkit-zâde Pertev’in dediği gibi, “Kimini sevdi Hudâ kimini sevdâda kodu”. Gül bezenir, ama bülbül çilede (gavdâda) kalır; her birine düşen imtihan farklıdır.
Bu imtihanların en büyüğü ise gönül kırmama ahlakıdır. Hz. Mevlânâ, bütün çabaların ve mülk arayışının ölümle sonlanacağı gerçeği karşısında, “Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb” (hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi arama) diyerek, kalbi Allah’ın nazargâhı ilan eder. Bu ahlak, Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunda hayat bulur: “Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl.” Kırık gönüllere merhem olmak, kibirden (Mâ u menlik’ten) uzak durmak, Mahşer’de Hakk’a yakın olmanın anahtarıdır.
5. Rahmet, Zühd ve Eşsiz Şahsiyet
Nihayetinde, bütün bu manevi yolculuk ve çile, kuru bir zahitliğe değil, Allah’ın geniş rahmetine dayanır. Kâtibî, günahkâr (mücrim) olsa da, şefaate ve Allah’ın merhametine olan güvenini, zahidin kuru zühdüne karşı savunur.
Bütün bu yüksek ahlakı, tevekkülü hayatında toplayan, özel ve yüksek karakterli şahsiyet ise daima gıptayla anılır. Yahya Kemal ve Süleyman Nazif’in ortak beyitleri, bu karakterin zirvesini tanımlar: “Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.” Bu beyit, taklitçilikten uzak, asil duruşuyla emsalsiz olan bir insan idealine duyulan derin bir özlemdir.
Makale Özeti
• Fânilik ve Muhasebe: Dünya hayatı geçicidir, her neşenin sonu hüzünle biter. İnsan, gözleri kapanmadan tövbe etmeli ve dünyanın lüzumsuz meşgalelerinden uzaklaşarak vaktinde kendi nefs muhasebesini yapmalıdır. Hatta saltanat bile bir kargaşa olup, asıl saadet vahdettedir.
• Ahlak ve Tevekkül: Ölümün kesinliği karşısında en önemli ahlaki vazife, gönül kırmamaktır. Kibir ve benlik davasından kaçınarak kırık gönüllere merhem olmak, ilahi rızaya yakın olmanın yoludur. En büyük kederlere karşı dahi, kâinatı yoktan var eden Allah’a tevekkül etmek gerekir.
• Zühd ve Şahsiyet: Kusurlu olana rağmen, kuru zühde ve kibre değil, Allah’ın rahmetine ve şefaate güvenmek esastır. Bütün bu hikmet ve ahlakı nefsinde toplayan, özel ve emsalsiz (devr-i kadîm efendisi) karaktere binlerce kez gıpta edilir.
Zincirleri Kırılan Dünya: Maskelerin Düştüğü Zaman
Bir zamanlar dünya, görünmeyen zincirlerle bağlanmıştı.
Bu zincirler demirden değil, korkudan, hırstan, makamdan, paradan ve sefahatten örülmüştü.
Kimi darbeyle, kimi borçla, kimi şehvetle esir alınmıştı insanlık.
Fakat o zincirlerin ucunda, sinsi bir el, kadim bir akıl vardı:
Tarihin karanlık dehlizlerinde kendini “seçilmiş” sanan, başkalarını köle sayan o ruh…
Ve bugün onun siyasi siması: İsrail.
Bir Asrın Maskesi Düşüyor
Asırlarca zulmünü medeniyet diye sundu.
Hırsızlığını ticaret, sömürüsünü kalkınma, katliamını savunma diye gösterdi.
Medya, siyaset, finans ve kültürle — insanlığın damarlarına sızdı.
Bir halkın yüreğini, bir ümmetin hafızasını esir almak istedi.
Kudüs’ü esir aldı, kalpleri fethetmeye kalktı.
Ama unuttu: Hakikat, ne kadar örtülse de bir gün parlar.
Bugün artık dünya, o maskeyi yırtıyor.
Çünkü maskenin ardında bir yüz değil, bir yara var.
Gazze’de akan kan, insanlığın kalbinde yankılanıyor.
Afrika’nın mazlum çocukları, Asya’nın yorgun anneleri, Latin Amerika’nın sessiz halkları —
artık aynı hakikati görüyorlar:
Zulmün dini, dili, milleti yoktur. Ama zalimin yüzü bellidir.
Tarihin Dönüm Noktası
Firavun’un sarayında Musa’nın duası yankılanıyor yeniden.
Nemrud’un ateşi büyüdükçe, İbrahimlerin sayısı artıyor.
Bir çağ kapanıyor; zulüm düzeninin çatlaklarından ışık sızıyor.
Tarihin terazisi yeniden kuruluyor.
Çünkü Allah, zalimlere mühlet verir ama ihmal etmez.
Ve zulüm, kendi çukurunu kazmaya başladığında —
hakikat yürümeye başlar.
Yeni Bir Şuurun Doğuşu
Bugün yeryüzü, sadece bir direniş değil, bir uyanış yaşıyor.
Artık tanklar değil, kalpler yürüyor.
Artık para değil, vicdan hükmediyor.
Artık “küresel efendiler” değil, hakikatin sesi yankılanıyor.
Dünya, İsrail’in ve destekçilerinin yalan maskesini düşürdü.
Artık insanlık, korku zincirlerini kırıyor.
Çünkü hakikat zincir tanımaz.
Ve bir kere özgürlüğü koklayan ruh, bir daha esir olmaz.
Son Söz:
Bütün maskeler düştü.
Şimdi sahnede sadece hakikat ve yalan var.
Zincirleri kırılmış bir dünyanın eşiğindeyiz.
Ve tarih, bir kez daha yazılıyor:
“Zalimler için yaşasın cehennem.”
Çünkü her çağın Firavunu olur,
Ama Allah, her Firavun’un karşısına mutlaka bir Musa çıkarır.
“Paranın Zinciri, Sefahetin Tuzağı: Dünyayı İki İple Bağlayan Güç”
Dünyada faiz yoluyla parayı ve sefahet yoluyla da kadını elinde tutan yahudiler;
dünyayı bu ikisiyle kontrol etmektedirler.[1]
Yüz sene önce böyle olduğu gibi bugünde bankalar yoluyla parayı, Epstein gibilerle de kadın ve sefaheti isletmektedirler.
Bediüzzaman bu illete ve zillete ayetlerden delil getirerek şöyle izah etmiştir;
“Meselâ, -Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı. (Bakara Sûresi: 49.)-
Benî İsrâil’in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvânıyla, Yahudî milletinin ekser memleketlerde her asırda mâruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder.
-Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun. (Bakara Sûresi: 96.)
Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları! (Mâide Sûresi: 62.)
Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Mâide Sûresi: 64.)
İsrâiloğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik: “Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız. (İsrâ Sûresi: 4.)
Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin. (Bakara Sûresi: 60; A’râf Sûresi: 7.)
Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî, o milletin hayat-ı içtimâiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermâye ile mübâreze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mâl eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gàliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.” Sözler.366.
*******
Tarih, insanlığın kalbine vurulmuş zincirlerin hikâyesidir. Bu zincirlerin bir ucu paraya, diğer ucu ise sefahete bağlanmıştır.
Bu iki ipi, asırlardır maharetle tutan bir el vardır: Yahudi sermayesi ve Siyonist akıl.
I. Parayla Kurulan Krallık
Bediüzzaman Said Nursî, bir asır önce “Sözler”de bu gerçeği açıkça dile getirirken, sadece bir dönemin siyasetini değil, çağlar boyu süren bir dünya düzenini işaret ediyordu:
“Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren o millet olduğu gibi…”
(Sözler, 366)
Faizle parayı büyüten, emeği küçülten bir düzen…
Bu düzenin kalbi bankalardır; damarları borsalardır; beyni ise faizin matematiğini ilahî bir kanun gibi insanlığa kabul ettiren küresel sermaye aklıdır.
Bir zamanlar Firavun’un sihirbazları insanları gözbağıyla büyülerdi; bugün faiz sihirbazları ekranlardan, raporlardan, grafiklerden yeni bir “büyü” üflemektedir:
“Faiz artarsa istikrar gelir.”
“Para çoğalırsa refah artar.”
Hâlbuki o para, insanın emeğini emen görünmez bir zincir olmuştur.
II. Sefahetle Kurulan Esaret
Nursî’nin ikinci vurgusu, “kadınların hayatta bırakılması” hadisesidir. Bu cümle, sadece bir tarihî olayı değil, insanlığın ahlâkî çöküşünü temsil eder:
“Kadın ve kızlarını hayatta bırakmak… onların hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder.”
(Sözler, 366)
Bugün sefahet, sadece bir günah değil; bir endüstri, bir psikolojik savaş aracıdır.
Hollywood’dan sosyal medyaya, moda podyumlarından dijital ağlara kadar her şey insanı “tüketici” kılmak, arzularını kışkırtmak için tasarlanmıştır.
Bir zamanlar kadın hayatın iffetli kalbi idi; şimdi reklamın yüzü, ticaretin malzemesi yapılmıştır.
Jeffrey Epstein gibi karanlık isimler, aslında birer gölgedir.
Asıl görünmeyen el, insanın fıtratını bozan, şehveti ideolojiye, zevki hürriyet zannına dönüştüren zihindir.
Böylece, insanın iradesi elinden alınmış, sefahet bir uyuşturucu, para bir bağımlılık hâline gelmiştir.
III. Zilletin Hikmeti ve Hakikati
Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bu iki illet —faiz ve sefahet— sadece bir kavme ait değildir.
Bugün bu iki ateş, bütün insanlığın evine girmiştir.
Evlerimizi tüketimle, ruhlarımızı arzuyla, kalplerimizi hırsla yakmaktadır.
Kur’ân bu zilleti şöyle bildirir:
“Onlar, kendilerine Allah’tan bir ceza gelinceye kadar zillet ve meskenet damgası vurulmuştur.
Bu, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir.”
(Bakara Sûresi, 61 )
Zillet, hakikatten kopmanın cezasıdır.
Kim Kur’ân’ın adaletini bırakır, faizin sistemine sığınırsa; kim iffetin nurunu terk eder, sefahetin ateşine yaklaşırsa; o da bu zilletin gölgesine düşer.
IV. Zincirleri Kıracak Nur
Fakat bu zincirler ebedî değildir.
Onun içindir ki zaman, imanın nurlarıyla aydınlanacaktır. Bir müjde olarak dünde ve bugün de geçerlidir.
Çünkü faiz karanlıktır, ama infak nuru onu deler.
Sefahet bir bataktır, ama iffet nuru onu kurutur.
Zincirler parayla bağlandıysa, imanla kırılır.
Dünya sefahetle kirletildiyse, hayâ ile temizlenir.
Ve o gün, insanlık tekrar “malın hizmet ettiği, insanın aziz olduğu” bir dünyaya uyanacaktır.
Sonuç: İki İple Bağlı Dünya
Faiz ve sefahet…
İkisi de görünmez zincir; ikisi de kalbi esir alan birer sihir.
Birincisi insanın emeğini çalar, ikincisi iradesini.
Birincisi cebini soyar, ikincisi ruhunu.
Bediüzzaman’ın bir asır önce gösterdiği o “iki büyük illet”, hâlâ insanlığın kalbinde atıyor.
Fakat her hastalığın devası, her karanlığın sabahı vardır.
Çünkü Kur’ân’ın nuru, ne faizle söner, ne sefahetle kirlenir.
Ve bu nur, zincirleri kıracak olan hakikatin ta kendisidir.
BERCESTE VE İZAHI – 8 –
.
1. Nâbî
İktibas:
Değil zâta mâ’il halk mâl ü câhâdır rağbet
Dirâht etrâfına kimse dolaşmaz bârdan sonra
Nâbî
İzah ve Açıklama:
Hikemi (hikmetli) şiirin temsilcisi Nâbî, bu beyitte insan ilişkilerindeki menfaatçiliği ve ikiyüzlülüğü eleştirir. İnsanların bir kişinin şahsiyetine (zâta) değil, onun malı ve makamına (mâl ü câhâ) rağbet ettiğini söyler. Bu durumu bir benzetmeyle açıklar: Meyveli bir ağacın etrafına, meyvesi (bâr) bittikten sonra kimse toplanıp dolaşmaz. Bu, dostluğun, saygının ve ilginin çıkar ilişkilerine dayandığı toplumsal bir gerçeğin, ibret verici ve düşündürücü bir tespiti ve eleştirisidir.
2. Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)
İktibas:
Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur
Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi
Muhibbî
İzah ve Açıklama:
Osmanlı’nın en kudretli padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın (mahlası Muhibbî) bu beyti, tarihi ve ibretli bir değere sahiptir. İlk mısra, Padişah’ın kendi hayatından çıkardığı derin bir tespittir: “Saltanat (hükümdarlık) dedikleri şey, ancak dünya kavgası (cihân gavgasu) ve didişmesinden ibarettir.” İkinci mısrada ise asıl saadetin nerede olduğunu belirtir: “Bu dünyada, yalnızlık, teklik ve birlik (vahdet) gibi bir baht ve mutluluk yoktur.” Vahdet, hem tasavvufi anlamda Allah ile birlik hem de dünyevi anlamda yalnızlık ve huzur anlamına gelir. Hükümdarın bu sözü, dünyevi gücün boşluğunu ve manevi huzurun üstünlüğünü gösteren en büyük tarihi ibrettir.
3. Osman Kemâlî Efendi
İktibas:
Her ne yüze baksa göz âyînedekendin görür
Vechini pâk eyle kim mir’âta bühtân olmasın
Osman Kemâlî Efendi
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, nefs muhasebesi ve eleştirinin kaynağı üzerine düşündürücü bir hikmettir. Şair, insanın aynanın yüzüne baktığında ne görüyorsa, aslında kendini gördüğünü söyler. Ayineden kasıt hem gerçek ayna hem de etrafındaki dünyadır. İkinci mısrada ise ahlaki ders verilir: “Sen kendi yüzünü temiz tut (vechini pâk eyle) ki, aynaya (mir’âta) iftira (bühtân) olmasın.” Yani, dünyada gördüğün kötülükler veya aksaklıklar, esasen senin kendi kalbinin yansıması olabilir. İnsan, eleştirmeden önce kendi nefsini düzeltmelidir.
4. İzzet Ali Paşa
İktibas:
Nâ-dâna fâş eyleme sırr-ı muhabbeti
Bir gevher-i yegânedir Allâh emâneti
İzzet Ali Paşa
İzah ve Açıklama:
İzzet Ali Paşa, ilahi aşkın (muhabbetin) değerini ve korunması gerektiğini vurgular. “Nâ-dân” (cahil, bilgisiz, idrakten yoksun) kişiye “sırr-ı muhabbeti” (sevginin sırrını) açıklamamasını (fâş eyleme) öğütler. Çünkü bu sevgi, “biricik bir cevher” ve **”Allah’ın emaneti”**dir. Bu, tasavvufta sıkça işlenen bir ilkedir: İrfan ve hakikat sırları, liyakati olmayan, idrakten yoksun ve cahil kalplere açılmamalıdır. Gönüldeki bu manevi hazinenin kıymetini bilmeyenlere ifşa edilmesi, emanete ihanet sayılır.
Makale: Gönül, Taht ve Ayna: İrfan Yolculuğunda Hikmet
Büyük şairler ve hikmet sahipleri, hayatı bir gönül muhasebesi olarak görmüşlerdir. Onların sözleri, fani dünyanın aldatıcı tahtları ile ebedi saadetin sırrı olan dahili tevazu ve samimiyet arasındaki ince çizgiyi çizer. Bu berceste beyitler, birbiriyle uyum içinde, insanı yüksek bir ahlakın ve derin bir irfanın peşine düşmeye davet eden bir rehber niteliğindedir.
I. Fânilikten Kâinata: Tahtın Boşluğu ve Evrensel Keder
Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî) gibi bir cihan hâkimi bile, ömrünün zirvesinde en büyük ibreti not düşmüştür: “Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur / Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi.” Mutlak güç ve ihtişam, Kanuni için sadece bir kargaşadan ibaret kalmış, asıl mutluluğu yalnızlıkta ve deruni huzurda (vahdet) bulmuştur.
Bu dünyanın neşesi geçicidir; Misli’nin dediği gibi, her gülüşün sonu hüzünle biter. Bu, sadece sıradan insanların değil, peygamberlerin dahi kaderidir. Dünya, bir mutluluk yurdu değil, bir çile ve imtihan sahnesidir. Bu bakış açısı, insana kanaat etmeyi ve hırslarını dizginlemeyi öğreterek, asıl mükâfatı maneviyatta aramaya yönlendirir.
II. İrfanın Sırrı
Bu derin hakikatler, herkese açık değildir. İzzet Ali Paşa, **”sırr-ı muhabbeti”**n, yani ilahi aşkın sırrının “bir gevher-i yegâne” olduğunu ve cahil (nâ-dân) kişilere açıklanmaması gerektiğini öğütler. İrfan, liyakat ve idrak ister.
Nâbî, menfaatçi ilişkileri eleştirirken, Osman Kemâlî Efendi ise daha derine iner: “Vechini pâk eyle kim mir’âta bühtân olmasın.” Gördüğün kusurlar senin kendi kalbinin yansıması olabilir; aynayı (dünyayı) suçlamadan önce, kendi yüzünü (nefsini) temizle. Bu, bütün hikmetlerin başladığı ve bittiği yerdir: Kendi nefsini tanıma ve temizleme zorunluluğu.
Makale Özeti
Sözler, birbirini tamamlayan şu temel temada yoğunlaşır:
• İrfan ve Emanet: İzzet Ali Paşa aşkın sırrının liyakati olmayanlardan korunması gereken bir ilahi emanet olduğunu ve karşılıksız beklentilerin anlamsızlığını vurgular.
• Sanat ve Karakter: İbn-i Kemâl, hakiki sanatın samimi çileden doğduğunu gösterirken; Hâletî, aşk acısının gözyaşıyla ifade edildiğini anlatır. Nâbî ve Osman Kemâlî Efendi ise, dış dünyayı eleştirmeden önce nefsi temizleme gerekliliğini ve bu temizlenmenin sonucunda bir karakterin ortaya çıkacağını belirtir.
Bu beyitler, bireyi manevi dürüstlüğe, toplumsal şefkate ve dahili huzura davet eden, uyumlu bir irfan dersi sunmaktadır.
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, insan hayatının en önemli meselesi olan ölüm ve muhasebe üzerine kuruludur. Şair, insanın dünyadaki ömrünün sınırlı olduğunu ve bu sürenin ne zaman biteceğinin belli olmadığını sert bir uyarıyla hatırlatır. “Seyyi’ât” kelimesi günahlar ve kötü ameller demektir. Huldî, kişiye gözleri kapanmadan (yani ölmeden) önce günahlarından tövbe etmesini emreder. İkinci mısrada ise amel defteri kapanmadan önce (yani ölümle kayıtlar sona ermeden) kendi hesabını dünyada iken görmesini, ne yapıp ettiğini muhasebe etmesini öğütler. Bu, bir erteleme hastalığına karşı bir uyarı ve zamana karşı sorumluluk bilincidir. Hikmetli yanı, zamanında yapılan tövbenin ve nefs muhasebesinin kıymetini vurgulamasıdır.
2. Yahya Kemal Beyatlı – Süleyman Nazif
İktibas:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
Yahya Kemâl Beyatlı – Süleyman Nazif
(1. mısra Yahyâ Kemâl Beyatlı’ya, 2. mısra Süleyman Nazif’e aittir.)
İzah ve Açıklama:
Bu iki büyük şairin ortaklaşa söylediği bu meşhur beyit, özelliğin ve yüksek karakterin övgüsüdür. Beyit, aslen İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi “nev’i şahsına münhasır” (kendine has) bir zat için söylenmiştir. “Hezâr gıbta” binlerce kez özenme, gıpta etme anlamına gelir. “Devr-i kadîm efendisi” ise, geçmiş zamanın asil, zarif, terbiyeli ve yüksek ahlak sahibi insan tipini temsil eder. Beyit, o efendiye binlerce kez gıpta edildiğini ifade eder.
İkinci mısra, onun eşsizliğini ve taklit edilemezliğini belirtir: Ne o başkasına benzer ne de başkası ona. Bu, tarihin ve kültürün yetiştirdiği kendi zirvesinde bir şahsiyetin yüceltilmesidir; aynı zamanda kişisel ahlak ve edepteki özgünlüğün ne kadar değerli olduğunu gösteren edebi bir ifadedir.
3. Hoca Ahmed Yesevî
İktibas:
Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl
Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl
Rûz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolgıl
Mâ u menlik halâyıkdın kaçtım menâ
Hoca Ahmed Yesevi
İzah ve Açıklama:
Büyük Türk-İslam mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’nin bu hikmeti, tevazu, şefkat ve hizmet ahlakının manifestosudur. Ana tema gönül kırmamak ve fakire, mazluma yoldaş olmaktır.
• İlk iki mısra: “Nerede görsen gönlü kırık, merhem ol sen. Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol sen.” Bu, Yesevî’nin yolunun temelidir: Bütün varlığıyla dertliye deva, yalnız kalana dost olmaktır.
• Üçüncü mısra: “Mahşer günü dergâhına yakın ol sen.” Bu amellerin karşılığında ahirette ilahi huzura yakınlık (mahrem olma) vadedilir.
• Son mısra: “Ben-benlik güden (Mâ u menlik) kişilerden kaçtım ben işte.” Yesevî, bu dünyevi “ben” ve “sen” (Mâ u men: Sen ve ben, yani benlik davası, kibir) ayrımı güden, gururlu insanlardan uzak durduğunu beyan eder. Bu, diyerkâmlığın ve nefsini terbiye etmenin en yüksek halidir.
4. Misli
İktibas:
Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm
Bunca peygâmber ki gelmiş var mı giryân olmadık
Misli
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, dünya hayatının geçici ve aldatıcı doğasını gözler önüne serer. “Hitâm” kelimesi son, bitiş demektir. Şair Misli, ilk mısrada dünyanın insanı bir süre güldürse bile, o neşenin sonunun muhakkak hüzünle biteceğini belirtir. Dünya sevinci geçicidir. İkinci mısra, bu hüznün evrensel ve tarihi boyutunu pekiştirir: Bu kadar çok peygamber gelmiş, içlerinde hiç ağlamayan, dert ve ıstırap çekmeyen var mıdır? Peygamberler dahi imtihanlar karşısında gözyaşı dökmüşlerdir. Bu, hüzün ve kederin hayatın doğal bir parçası olduğu ve fani dünyadan sürekli bir mutluluk beklenmemesi gerektiği, tevekkül ve kanaat ruhunu telkin eden ibretli bir sözdür.
5. Kâtibî
İktibas:
N’ola mücrim isek yarın şefâ’at-hâhımız vardır
Dayansın zühdüne zâhid bizim Allâh’ımız vardır
Kâtibî
İzah ve Açıklama:
Şair Kâtibî, bu gazel beytiyle İslam’ın rahmet ve şefaat yönünü, gururlu zahitlik anlayışına karşı savunur. “Mücrim” günahkâr, suçlu demektir. Şair, günahkâr olsa bile mahşer gününde şefaat dileyecek (şefâ’at-hâh) olan Hz. Peygamber’in varlığıyla teselli bulur.
İkinci mısra, zahide (dinin sadece şeklî emirlerine tutunup kibirlenen sofuya) bir meydan okumadır: “Ey zâhid (ham sofu), sen kuru ibadetine ve nefsine dayanadursun, bizim (bütün kusurlarımıza rağmen) Allah’ımız vardır.” Bu beyit, amelin kuru şekline odaklanan bir zihniyete karşı, Allah’ın geniş rahmetine ve merhametine olan derin güveni ve tevazuyu ön plana çıkarır.
6. İbn-i Kemâl
İktibas:
Her sadâ kim zâhir oldu tîşe-i üstâddan
Bir eserdir taşra kalmış nâle-i Ferhâd’dan
İbn-i Kemâl
İzah ve Açıklama:
Osmanlı Şeyhülislamı ve âlimi İbn-i Kemâl, bu beyitte sanatın ve eserin kalıcılığı temasını işler. Beyit, ünlü Ferhat ile Şirin hikayesine telmihte bulunur. “Tîşe-i üstâd”, sanatkarın (üstadın) elindeki aleti, baltayı ifade eder; bu balta, sanatın üretildiği aracı sembolize eder. “Ferhâd’ın nâlesi” ise, aşkın verdiği acıyla dağları delerken çıkardığı inilti ve feryattır. Şair, ustanın elinden çıkan her sesin/eserin, Ferhat’ın aşk acısıyla çıkan iniltilerinden arta kalan bir eser olduğunu söyler. Yani: Gerçek sanat ve eser, kuru bir teknikten (baltadan çıkan sesten) değil, Ferhat’ın aşkı gibi derin bir ıstıraptan, samimi bir dertten doğar. Bu, sanatın kaynağının gönül ve çile olduğunu, kuru bir işçiliğin ise sadece boş bir ses olduğunu anlatan edebi ve düşündürücü bir tespittir.
7. Hâletî
İktibas:
Yâr hâlimden su’âl etse hemân giryân olur
Görmedim çeşmim gibi âlemde bir hâzır-cevâb
Hâletî
İzah ve Açıklama:
Şair Hâletî, bu zarif Divan şiiri beytinde aşk acısının derinliğini ve gözyaşının hazırcevaplığını dile getirir. “Yâr hâlimden su’âl etse” (Dost, benim hâlimi sorsa) mısrasına karşı “hemân giryân olur” (hemen ağlamaya başlar) cevabı gelir. Gözyaşı burada, dostun dilinin anlatmaya yetmediği dert ve ızdırabı anlatan hazır bir cevap olarak kişileştirilir. Şair, gözleri kadar hazırcevap (cevap vermeye hazır) bir başkasını görmediğini söyler. Bu, sevginin tarifsiz acısının sadece gözyaşları ile ifade edilebildiğini gösteren, edebi sanatı ve duygusal yoğunluğu yüksek bir beyittir. Dostun acısı o kadar derindir ki, hâli sorulduğunda kelimelere gerek kalmaz, gözyaşı hemen durumu özetler.
İzah ve Açıklama:
Hz. Mevlânâ, bu Farsça rubaide manevi samimiyet, dünyanın geçiciliği ve gönül ahlakı esaslarını öğretir.
• İlk iki mısra: “Dini vecibeleri yerine getirmeksizin Rahmân’ın cennetini isteme,” ve “Hakk’ın izni olmaksızın Süleyman’ın mülkünü isteme.” Bu, çaba, amel ve ilahi izin olmadan büyük sonuçlar beklemenin boşuna olduğunu, her şeyin bir kuralı ve izni olduğunu vurgular.
• Üçüncü mısra: “Mademki işin sonunda ölüm vardır” (Ecel hâhed bûd). Bütün dünyevi gayretlerin sonu ölümdür.
• Dördüncü mısra: “Öyleyse hiçbir müslümanın kalbinin kırılmasını isteme.” (Gönlünü incitmeyi arama, gözetme). Ölüm gerçeği karşısında, insanın en önemli ahlaki görevinin kalp kırmamak olduğunu belirtir. Çünkü gönül, Allah’ın nazargâhıdır. Yapılması gereken en kıymetli amel, gönülleri imar etmektir.
9. Hazreti Mevlânâ
İktibas:
Bâ-to suhenân-ı bî-zebân hâhem goft
Ez-comle-yi guş-hâ nihân hâhem goft
Coz-guş-ı to neşneved hadîs-i men, kes
Her çend miyân-ı merdomân hâhem goft
Hz. Mevlânâ
İzah ve Açıklama:
Bu Farsça rubai, hakikat sırrının herkese açık olmadığı ve gönül dilinin önemini vurgular. Mevlânâ, hakikatleri sadece onu idrak edebilecek olana, yani sevgiliye (hakikat yolcusuna) fısıldayacağını söyler.
• İlk iki mısra: “Sana dilsiz-dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli bir şeyler anlatacağım.” Bu, **”sır”**rın kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak kalpten kalbe akan bir manevi dille (bî-zebân) anlaşılabileceğini ifade eder.
• Üçüncü ve dördüncü mısra: “Bu sözleri halk içinde söyleyeceğim ama, senin kulağından başka hiçbir kulak duymayacak.” Hakikat, halkın ortasında da söylense, onu anlayacak olanın sadece hazır ve idrak sahibi bir gönül olduğu belirtilir. Bu, ilahi sırrın ve irfanın sadece liyakatli kalplere açıldığına dair tasavvufi bir derinlik taşır.
Makale: Fâni Dünyanın Hesabı ve Gönül İkliminin Eşsizliği
I. Fâni Dünyada İhmalin Bedeli ve Hesap Vakti
Hayat, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir imtihan sahnesi. Tarihin en büyük hikmetlerinden biri, insanın **”an”**ı ve **”son”**u idrak etme zorunluluğudur. Şair Huldî, bu zorunluluğu keskin bir uyarıyla dile getirir: “Kıl tevbe seyyi’âtına gözler kapanmadan / Vaktiyle gör hesabını defter kapanmadan.” Bu, basit bir dini emir değil, insanın kendine karşı dürüst olma ve sorumluluk alma çağrısıdır. Tövbe ve muhasebe, ertelenemez bir vazifedir. Eğer dünyevi işlerimizi bile defterler kapanmadan, süre dolmadan görüyorsak, ebedi hayatımızın sermayesi olan amellerimizin hesabını neden son dakikaya bırakalım? Bu hikmet, vaktin kıymetini bilme felsefesini kalbe nakşeder.
Bu hesaplaşma meselesi, hayatın kaçınılmaz doğasıyla da pekişir. Misli’nin dediği gibi, “Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm / Bunca peygâmber ki gelmiş var mı giryân olmadık.” Dünya, sürekli bir neşe yurdu değildir; her gülüşün sonunda bir hüzün perdesi vardır. Bu evrensel keder, en üstün insanlar olan peygamberlerin dahi hayatında mevcuttur. Bu, insanı dünya hırsından uzaklaştırıp, saadeti baki olan âlemde aramaya yönlendiren büyük bir tevekkül dersidir.
II. Gönül Kırma Yasağı ve Şefaat Sığınağı
Büyük hakikat, amellerin nihayetinde insanın kendini nereye konumlandırdığıdır. Hazreti Mevlânâ, hayatın bütün bu fani gailesini bir kenara bırakıp en önemli ahlaki ilkeyi ortaya koyar: “Çûn âkıbet-i kâr ecel hâhed bûd / Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb.” Mademki her şeyin sonu ölümdür, öyleyse hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi gözetme. Bu, İslam ahlakının zirvesidir; gönül, Hakk’ın tecelli ettiği nazargâhtır. Gönül yıkmak, Kâbe yıkmaktan beterdir.
Bu gönül ahlakı, Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmetiyle Anadolu ve Orta Asya topraklarında kök salmıştır. Yesevî, tevazunun ve halka hizmetin en yüce makam olduğunu söyler: “Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl / Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl.” Kırık gönüllere merhem olmak, mazluma yoldaş olmak, Yesevî’ye göre “Mâ u menlik” (benlik davası) güdenlerden kaçmanın ve Rûz-ı Mahşer’de Hakk’a yakın olmanın (mahrem bolgıl) tek yoludur.
Ancak insan fıtratı hata yapmaya meyillidir. İşte bu noktada Kâtibî, rahmet ve ümit kapısını aralar: “N’ola mücrim isek yarın şefâ’at-hâhımız vardır / Dayansın zühdüne zâhid bizim Allâh’ımız vardır.” Bu beyit, kuru ve gururlu zahitliğin karşısına, günahkâr da olsa Allah’ın engin rahmetine ve Hz. Peygamber’in şefaatine sığınanların tevazu ve ümidini koyar. Amellerimiz bizi kurtarmaz; bizi kurtaracak olan Allah’ın merhameti ve Peygamber’in şefaatidir.
III. Sevgi, Sanat ve Eşsiz Karakterin Sırrı
Söz uçar, eser kalır. Kalıcı eserlerin ve eşsiz şahsiyetlerin sırrı ise samimiyette gizlidir. İbn-i Kemâl, sanatın kaynağını tarif eder: “Her sadâ kim zâhir oldu tîşe-i üstâddan / Bir eserdir taşra kalmış nâle-i Ferhâd’dan.” Üstadın elindeki aletten çıkan her ses, kuru bir işçilikten ziyade, Ferhat’ın aşk acısı ve derin ıstırabından arta kalan bir eserdir. Gerçek sanat, teknikten değil, gönül çilesinden doğar.
Ancak bu derin gönül çilesi, her zaman karşılığını bulamaz. Kâmî, bu acıyı sevginin vefanın yitirildiği bir devirde şöyle feryat eder: “Güle kuş etdiremez yok yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler.” Bülbül boş yere inler, çünkü onun aşk ve vefa sayfasını okuyup dinleyen kimse kalmamıştır. Bu, sevginin ve fedakârlığın değerinin bilinmediği bir döneme dair edebi bir hicivdir.
Öyle derin bir acı ki, kelimeler dahi onu anlatamaz. Hâletî, sevginin bu tarifsiz hâlini gözyaşıyla ifade eder: “Yâr hâlimden su’âl etse hemân giryân olur / Görmedim çeşmim gibi âlemde bir hâzır-cevâb.” Aşığın derdi sorulduğunda, dil lal olur; dert, gözyaşı gibi hazırcevap bir tercüman bulur.
İşte bütün bu hakikat ve sır, ancak has kullara açılır. Mevlânâ, bî-zebân (dilsiz) sözlerin sırrını anlatır: “Coz-guş-ı to neşneved hadîs-i men, kes / Her çend miyân-ı merdomân hâhem goft.” Ben bu sırları halkın ortasında da söylesem, onu idrak edecek olan sadece senin gönül kulağındır. Hakikat, ancak hazır gönüllere tecelli eder.
Son olarak, bütün bu hikmetlerin vücut bulduğu nadir şahsiyetler vardır. Yahya Kemal Beyatlı ve Süleyman Nazif, böyle bir şahsiyeti “devr-i kadîm efendisi” diye yüceltirler: “Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.” Bu, bütün bu hikmetleri hayatında toplayan, özel, dürüst ve yüksek ahlak sahibi insan tipine duyulan özlem ve hayranlığın edebi ifadesidir.
Özet
Bu makale, Huldî, Misli, Kâtibî, Hoca Ahmed Yesevî, İbn-i Kemâl, Hâletî ve Hz. Mevlânâ gibi farklı dönemlerin büyük düşünür ve şairlerinin hikmetli sözlerini merkeze almıştır. Temel olarak on aşama belirlenmiştir:
• Zamanı Değerlendirme: Huldî’nin uyarısıyla, ölüm gelmeden (gözler kapanmadan) önce günahlardan tövbe etme ve muhasebe yapma sorumluluğu.
• Dünyanın Fâniliği: Misli’nin vurgusuyla, dünya neşesinin geçiciliğini ve kederin evrenselliğini kabul etme gereği.
• Amel ve Mülk Dengesi: Mevlânâ’nın uyarısıyla, samimiyet ve çaba (ta’at) olmadan cennet ve dünyevi mülk istememenin hikmeti.
• Kibirden Kaçınma: Hoca Ahmed Yesevî’nin düsturuyla, benlik davası (mâ u menlik) güdenlerden kaçınarak tevazu yolunu seçme.
• Gönül Yapma: Yesevî ve Mevlânâ’nın ortak çağrısıyla, gönlü kırık olana merhem olma ve hiçbir insanın kalbini kırmama ahlakının en yüce görev olduğu.
• Rahmete Güven: Kâtibî’nin sözüyle, kuru zahitliğe karşı Allah’ın geniş rahmetine ve şefaatine sığınma ümidi.
• Sevginin Kaynağı: İbn-i Kemâl’in tespitiyle, kalıcı sanatın ve eserin kuru teknikten değil, derin gönül çilesinden (Ferhat’ın nâlesi) doğduğu.
• Vefanın Kaybı: Kâmî’nin feryadıyla, sevgi ve vefa gibi yüksek insani değerlerin kıymetinin bilinmediği bir zamana dair duyulan edebi hüzün.
• Sevginin Dili: Hâletî’nin ifadesiyle, sevginin acısının derinliğini kelimelerin değil, gözyaşının (hazırcevap) anlatabileceği.
• Eşsiz Şahsiyet: Yahya Kemal ve Süleyman Nazif’in övgüsüyle, bütün bu hikmet ve ahlakı nefsinde toplayan, özel ve taklit edilemez yüksek karakterli insana duyulan gıpta.
Bütün bu beyitler, fâni dünyanın geçici hesaplarından uzaklaşıp, gönül kırmama, tevazu ve aşkın çilesiyle olgunlaşan eşsiz bir karaktere ulaşma yolunu işaret eden, manevi ve edebi bir bütünlük oluşturmaktadır.
TEK BAŞINA YÜRÜYENLER: RUHTAN KABRE, KABİRDEN EBEDİYETE
İnsan her ne kadar ictima-i bir varlıkta olsa, herkes kendi yürüyüşünde tektir.
Herkes tekbaşina yola çıkmış, kendi yolunu belirlemiş, bazen arkadaş bulmuş,arkadaş olmuş, ortak noktalar ve havuzlarda bulunmuştur.
Gerçekte yürüyüşünde tektir.
Hedefini belirlemiş, yoluna revan olmuş, yolda yol arkadaşını bulup, onunla yoldaş olmuş.
Sonuç olarak hedefi olan veya olacak olan cennet ve cehennem son durağını bilip seçtiği kendi otobüsü ve koltuğuyla sonlandırmış olmaktadır.
Ruhlar aleminde tek başına sözleşmesinin altına imzasını atmış.
Anne karnında tek başına, bazen kardeşleriyle beraber gelirken hepsi ayrı yolunu belirlemiş, ayrı yollara düşmüşler.
İşte dünyanın farkı; yolların belirlendiği, ayrılıp herkesin yolunu belirleyerek yola ve yoluna revan olduğu imtihan yeri.
Neticede kabre tek başına girilip, tek kişilik bir hesap, sura üfürülmesiyle bölük bölük kabirlerden çıkışlar gerçekleşecektir.
Mahşerde sualde tek başına şahitler huzurunda sorgulanıp, sırat yolculuguyla beraber kendi cennet ve cehennemine gidecek ve girecektir.
******
İnsan, kalabalıklar içinde yaşar, dostlar edinir, cemiyetler kurar, ordularla yürür.
Ama hakikatte, her insan tek başına bir yolcudur.
Doğarken yalnızdır, ölürken yalnızdır; mahşerde hesaba çekilirken de yalnız olacaktır.
İnsan, toplumsal bir varlık olsa da, kendi yürüyüşünde tektir.
1. Ruhlar Âleminde Başlayan Sözleşme
Her insanın hikâyesi, dünyada değil, ezelde başlar.
Ruhlar âleminde Rabbimiz, bütün ruhlara hitap etmişti:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediler ki: “Evet, Rabbimizsin, şahit olduk.”
(A’râf Sûresi, 7/172)
İşte orada, herkes kendi imzasını attı.
Hiç kimse bir başkasının yerine “evet” demedi.
O günden beri, her ruh kendi ahdinin yolcusudur.
Bu imza, insanın “tek başına” oluşunun ilk nişanesidir.
2. Anne Karnından Mezara: Ayrılış Başlar
İnsan, ana rahmine düşerken dahi tek bir yolun adayıdır.
Kimi ikiz gelir, kimi üçüz; ama kaderleri ayrı yazılır.
Birinin nefesi diğerine karışmaz, her biri ayrı bir imtihan defteri taşır.
“Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratıştan diğerine geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur.”
(Zümer Sûresi, 39/6)
Ve o rahimden çıkarken, dünya bir imtihan sahnesidir.
Kimi zengin doğar, kimi yoksul; kimi güçle, kimi zayıflıkla…
Ama her biri tek bir sınav kağıdıyla bu âleme gelir.
3. Dünyada Yol Arkadaşları, Fakat Ayrı Yollar
İnsan, dünyada dostlar edinir, kardeşlerle beraber yürür, cemiyet kurar.
Ama iman, niyet ve yön farklıysa, yol da ayrıdır.
“Her milletin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hep hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi huzurunda bir araya getirecektir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.”
(Bakara Sûresi, 2/148)
Birlikte yürüyenler dahi, kalplerinin yönüne göre ayrılır.
Birinin hedefi rıza-i İlahi, diğerinin hedefi nefistir.
Bu yüzden, yol arkadaşlığı, ancak yön birliğiyle mümkündür.
İnsan, dostlarıyla yoldaş olsa da, hesabında yalnızdır.
“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.”
(İsrâ Sûresi, 17/15)
4. Kabir: Tek Kişilik Menzil
Ne zenginlik, ne dostluk, ne şöhret…
Hepsi kabir kapısında kalır.
İnsan, geldiği gibi tek başına gider.
“Andolsun ki, sizi başta nasıl tek tek yaratmışsak, şimdi de tek tek yapayalnız huzurumuza geldiniz ve dünyada size verip hayaline daldırdığımız her şeyi arkanızda bıraktınız. Hani işlerinizi tanzimde Allah’ın ortakları olduğunu ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz! Onlarla aranızdaki bütün bağlar kopmuş ve sizi kurtaracaklarını sandığınız sahte tanrılar yanınızdan kaybolup gitmiştir.”
(En’âm Sûresi, 6/94)
O kabir, dünyada kiminle olursa olsun, tek kişiliktir.
Yanına yalnızca amelleri girer.
İşte o an, herkes kendi yolculuğunun meyvesini tadacaktır.
5. Sûr Üfürülünce: Bölük Bölük Diriliş
Bir gün, sessizliği bir ses bölecek: Sûr.
Ve her ruh, tek başına dirilecek.
“Sûra ikinci kez üflendi: İşte onlar kabirlerden kalkmış, Rablerinin huzuruna doğru akın akın koşuyorlar.”
(Yâsîn Sûresi, 36/51)
O gün herkes “bölük bölük” değil, tek tek hesaba çağrılacaktır.
Kimi nurlu yüzlerle, kimi kararmış alınlarla yürüyecek.
“Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.”
(İsrâ Sûresi, 17/13)
O kitap, ne başkasının elinden alınır, ne de başkasına verilir.
O, kendi yolunun kitabıdır.
6. Mahşer ve Sırat: Tek Başına Yürüyüşün Zirvesi
Mahşer günü, herkes Rabbine dönerken, kimse kimseyi kurtaramaz.
“Öyle ki, o günün dehşetinden dost dostun hâlini sormaz.
Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtuluş için), oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.”
(Meâric Sûresi, 70/10-14)
O büyük kalabalıkta bile, insan yalnızdır.
Çünkü kurtuluş şahsîdir.
Sırat köprüsü de öyle…
Kiminin geçişi şimşek gibidir, kimininki adım adım, kimininki ise karanlığa düşüş.
“O gün onlardan her birinin başından aşkın bir işi, kendine yetecek bir derdi ve belâsı vardır.”
(Abese Sûresi, 80/37)
Ve nihayet, herkes seçtiği yolun sonuna ulaşır:
Cennet veya cehennem…
O yolun biletini, dünyada kendi elleriyle almıştır.
7. Tekliğin Hikmeti: Hesabın Adaleti
İnsanın bu tek başınalığı, yalnızlık değil; adaletin gereğidir.
Çünkü toplu hesaba çekilseydi, kim haklı kim suçlu belli olmazdı.
Allah, her kulunu kendi vicdanıyla, kendi ameliyle karşılaştıracaktır.
“Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir.”
(Müddessir Sûresi, 74/38)
Ve o gün, kimse kimsenin yerine secde edemeyecek.
Ne baba evladını, ne evlat babasını kurtarabilecektir.
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.”
(Abese Sûresi, 80/34-36)
Çünkü o gün, herkes kendi koltuğunda oturacaktır;
dünyada bindiği “hayat otobüsünün” son durağında:
ya Cennet, ya Cehennem.
Son Söz: Tek Başına Yürüyen, Allah’a Dayansın
İnsan, tek başına yürüyecektir; ama yalnız değildir.
Yanında Rabbi, önünde hesabı, ardında emaneti vardır.
“Gerçek şu ki, biz insanı yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”
(Kâf Sûresi, 50/16)
İşte bu yakınlık, yolun ışığıdır.
Kişi, Allah’a dayandığı sürece tek başına yürüse bile yalnız kalmaz.
Çünkü hakiki dost, kalabalıklarda değil, sırat üzerinde elinden tutandır.
ÖZET:
Bu makale, insanın hayat yolculuğunu tek başınalık hakikatiyle anlatır.
Ruhlar âlemindeki sözleşmeden mahşere kadar insan, topluluk içinde yaşasa da, imtihanında, hesabında, kararında yapyalnızdır.
Kur’an ayetleriyle desteklenen bu yürüyüş; tevhid, sorumluluk ve adalet temelleri üzerine kuruludur.
Sonuç olarak:
“İnsan kalabalıklarda yaşar ama ebedî yalnızlığında Allah’la buluşur.”
Hayvanlardan Daha Şaşkın: İsrail’in İnsanlık İmtihanı”
“Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun?
Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.”
(Furkan Sûresi, 25/44 )
İlahi kelâmın bu derin beyanı, çağlar üstü bir teşhisin kelimesidir. Zira insan, aklı ve vicdanı ile insandır. Aklını zulme perde kılan, vicdanını menfaatin emrine veren bir topluluk, hayvan seviyesine değil, ondan da aşağı bir şaşkınlığa düşer.
Bugün Gazze’de, bebeklerin üzerine bombalar yağdıran, masumların nefesini kesen, esirlerin bedenlerini değil ruhlarını işkenceye mahkûm eden bir devlet var: İsrail.
Ve bu millet, tarihin önünde tescilli bir hâle getirdi: “Hayvanlardan da daha şaşkın” bir hâl.
Zulmün Akılla Ters Orantısı
Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak buyurur:
“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. ”
(A’râf Sûresi, 7/179 )
Bu âyet, bugün Filistin semalarında yankılanan çığlıkların hikmetini anlatır. Çünkü akıl, ilâhî nizama uyduğu kadar akıldır; ilim, vicdanla birleştiği kadar nurdur.
İsrail’in teknolojisi var ama hikmeti yok; gücü var ama adaleti yok; gözleri var ama görmüyor, kulakları var ama duymuyor, kalpleri var ama hissetmiyor.
Gazze’nin üzerine her bombayı attığında, aslında insanlık semasındaki kendi yıldızını düşürüyor.
Ve her yanan çocuk cesedinde, kendi ruhunun karanlığını büyütüyor.
Tarih Boyunca Aynı Yüz: Kudüs’ten Bugüne
Kudüs’ü kana bulayan eller, yalnız bugünün değil; tarihin kara lekesidir.
Firavun’un İsrailoğullarına yaptığı zulüm, bugün İsrailoğullarının Gazze halkına reva gördükleri zulme dönmüştür.
Ne acı bir tecellidir ki, bir zamanlar denizde boğulan Firavun’un askerleriyle aynı nefret ve kibrin sularında şimdi onlar boğulmaktadır.
“Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer biz dilemiş olsak, günahları yüzünden onları da benzer musîbetlere uğratıp helâk ederiz. Ne var ki, biz onların kalplerini mühürlüyoruz da gerçeği işitemez oluyorlar.”
(A’râf Sûresi, 7/100 )
İsrail, tarih boyunca zulüm ve korku üzerinden var olmayı seçti.
Hz. Zekeriyya’yı testereyle biçen, Hz. Yahya’yı öldüren, Hz. İsa’ya ihanet eden bir kavmin torunları, aynı zihniyeti Filistin çocuklarına taşımıştır.
Kudüs’ün taşında Musa’nın asâsı değil, Firavun’un kamçısı hüküm sürmektedir.
Gazze: İnsanlığın Aynası
Gazze, bugün yalnız bir şehir değil, insanlığın vicdan aynasıdır.
Ve o aynada İsrail’in yüzü değil, insanlığın utancı görünmektedir.
Gazze’nin çocukları açlıktan ölürken, İsrail “güvenlik” nutukları atmaktadır.
Kadınlar hapsedilirken, erkekler işkenceye uğrarken, yaşlılar sürüklenirken, “medeniyet” masalları anlatılmaktadır.
“Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ Sûresi, 26/227 )
Evet, tarih, hiçbir zulmü unutmamıştır.
Firavun’un cesedi deniz dibinde ibret taşır.
Nemrud’un ateşi, bir karıncanın taşıdığı suyla söndürülmese de, ilahî adaletle sönmüştür.
Bugün İsrail’in attığı her bomba, bir duanın toprağa düşen tohumu gibidir — er ya da geç yeşerecektir.
İnsanlığın İmtihanı
Gazze’de bir çocuğun ağlaması, sadece bir coğrafyanın değil, bütün dünyanın imtihanıdır.
Kimi sessiz kalarak kaybediyor, kimi yardım ederek kazanıyor.
İsrail ise zulmüyle kendi sonunu hazırlıyor.
“Allah, zalimleri sevmez.”
(Âl-i İmrân, 3/57 )
Ve Rabbimizin adaleti, Firavun’u nasıl suda boğduysa,
Nemrud’u nasıl sinekle yere düşürdüyse,
Ebrehe’nin filleri nasıl taşla yere serildiyse,
İsrail’in kibir kulelerini de er geç kendi enkazı altında bırakacaktır.
Son Söz: İnsan mı, Hayvan mı, Yoksa Daha Şaşkın mı?
İsrail, insanlığa karşı işlediği her suçla kendi ruhunu taşlaştırıyor.
Vicdanını yitiren bir topluluk artık insan değildir.
İnsanlığı kaybeden, sadece “hayvanlaşmakla” kalmaz; aklını zulme perde ettiği için ondan da aşağı düşer.
Ve Kur’an’ın bu ebedî hükmü, bugün Filistin semalarında yankılanmaktadır:
“Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir.
Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.”
(Furkan, 25/44)
Sonuç
Gazze’de yıkılan her bina, insanlığın içindeki iman sınavının bir taşıdır.
İsrail bugün ateşle değil, kendi nefretinin dumanıyla boğulmaktadır.
Ve Allah, zulmü ebedî kılmaz;
zulmü imtihan, mazlumu ise zaferin tohumu yapar.
“Biz de onu ve ordularını kıskıvrak yakalayıp denize gömdük. Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu!”
(Kasas Sûresi, 28/40 )
Peygamberler… Allah’ın seçtiği, vahyin muhatabı, insanlığın en nurlu önderleri.
Fakat Kur’an, onların da bazen uyarıldığını, hatırlatıldığını, terbiye-i İlahiyeden geçtiğini bildirir.
Çünkü peygamberlik, hatasızlık değil; hatada ( Zelle) bile ibret vesilesi olma makamıdır.
Allah, peygamberlerini öyle bir terbiye eder ki, ümmetler o terbiyeden hidayet, hikmet ve edep öğrenirler.
Kur’an’da yer alan bu uyarılar, aslında insanlığa yapılan ikazların en zarif biçimidir.
1. Hz. Âdem: Unutmanın Bedeli ve Tevbenin Hikmeti
İlk insan, ilk peygamber: Âdem (aleyhisselâm).
Cennette bir yasak ağaç… Bir anlık unutuş, bir ebedî ders.
Kur’an şöyle bildirir:
“Andolsun ki daha önce Âdem’e ahit verdik; fakat o unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık.”
(Tâhâ Sûresi, 20/115)
Ve Allah’ın rahmetiyle tevbesi kabul edildi:
“Derken Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı da (onlarla dua etti). Bunun üzerine Rabbi onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbesi çok kabul eden, çok merhamet edendir.”
(Bakara Sûresi, 2/37)
Bu uyarı, insan olmanın unutuşla, kurtuluşun ise tevbe ile mümkün olduğunu öğretir.
Âdem’in hatası, düşmanlık değil; insanlık dersi oldu.
2. Hz. Nuh: Merhametin Sınırında İlahi İkaz
Nuh (aleyhisselâm), tufan öncesi iman etmeyen oğluna acıdı, dua etti.
Ama o dua, ilahi hikmetin çizgisini aştı.
“Nuh, Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette gerçektir. Sen hükmedenlerin en adilisin.’
Allah buyurdu: ‘Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş yapmıştır. Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme.’”
(Hûd Sûresi, 11/45-46)
Bu, bir baba yüreğine değil, bir resul kalbine yapılmış ince bir terbiyedir.
Allah, peygamberine bile merhametin ölçüsünü hatırlatmıştır.
Çünkü ilahi adalet, duygudan üstün, hikmetten derindir.
3. Hz. İbrahim: Cehennemlik Kavme Şefkat
İbrahim (aleyhisselâm), kavmine azap geleceği bildirildiğinde, hemen endişelendi:
İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta) bizimle mücadeleye başladı.
Gerçekten de İbrâhim olabildiğince yumuşak huylu ve sabırlı, çokça âh edip inleyen ve kendisini tamâmen Allah’a vermiş birisi idi.
(Melekler dediler ki): Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!”
(Hûd Sûresi, 11/74-76)
İbrahim, rahmetin zirvesinde bir nebiydi.
Ama bu olay bize şunu öğretir: İlahi emre karşı şefkat, bazen hikmete aykırıdır.
Peygamber bile, Allah’ın hükmü karşısında “susmayı” öğrenir.
4. Hz. Yunus: Aceleciliğin Fırtınası
Yunus (aleyhisselâm), kavminin inkârına dayanamayıp onları terk etti.
Fakat bu ayrılış, emir gelmeden olmuştu.
“Balığın sahibini de an! Hani o öfkeli bir şekilde gitmişti ve kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. Fakat karanlıklar içinde, ‘Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim! Gerçekten ben kendime zulmettim’ dedi.”
(Enbiyâ Sûresi, 21/87)
Bir karanlıkta üç karanlık vardı:
Deniz, gece ve balığın karnı…
Ama o karanlıklardan, tevbe ve teslimiyetin nuru doğdu.
Yunus’un hatası, acele etmektir; fakat tevbesi, sabır çağrısı olarak asırlara ışık tutar.
5. Hz. Muhammed (sav): En Yüce Ahlaka Uyarı
Sevgili Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) de, Kur’an’da zaman zaman uyarılmıştır.
Ama bu uyarılar, kusur değil, kudsiyetin tamamlanmasıdır.
“Rabbinden sana vahyedileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun.”
(Mâide Sûresi, 5/67)
“Rabbinin hükmüne sabret, balığın sahibi gibi olma.”
(Kalem Sûresi, 68/48)
Ve en derin hatırlatma:
“(Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca seni kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi.
Eğer biz sana tam sebât vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de olsa bir meyil gösterebilirdin.
O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.”
(İsrâ Sûresi, 17/73-75)
Bu uyarılar, Resulullah’ın değil, ümmetinin kalbini titretmek içindir.
Çünkü Allah’ın en sevdiği kul bile uyarılmışsa, kimse kendini güven içinde saymasın.
6. İlahi Terbiye: Peygamberlerin Ortak Okulu
Kur’an, peygamberlere yapılan bu uyarıları bize göstererek şunu bildirir:
Hiçbir beşer mutlak değildir.
İnsan, ne kadar yüksek olursa olsun, Allah’ın terbiyesinden muaf değildir.
Bu sebepledir ki, Allah, Resulüne şöyle buyurur:
“Sana da senden öncekilere de şu gerçek vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa gider ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun!.”
(Zümer Sûresi, 39/65)
Bu, ulviyetin içindeki ürpertidir.
Allah’ın en sevgili kulları bile, korku ve ümit arasında yaşar.
İşte bu denge, insanlığı helâkten kurtaran hakikat terazisidir.
Son Söz: Uyarılanlar Kurtulanlardır
Kur’an’da hiçbir peygamber, uyarıdan zarar görmemiştir.
Bilakis, o uyarılarla daha da yücelmiş, ümmetine ışık olmuştur.
Çünkü Allah, sevdiklerini ikaz eder.
Uyarı, sevgisizliğin değil; ilahi rahmetin eseridir.
Nitekim Yüce Kitap buyurur:
“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, «Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin» derler.”
(Tahrîm Sûresi, 66/8)
Bu, her müminin kulağında yankılanması gereken çağrıdır:
Peygamberler bile uyarıldıysa, biz kim oluyoruz da uyarılmaktan gocunuyoruz?
ÖZET:
Bu makale, Kur’an’da peygamberlere yapılan uyarı ve hatırlatmaları ele alır.
Hz. Âdem’in unutkanlığı, Hz. Nuh’un şefkati, Hz. İbrahim’in merhameti, Hz. Yunus’un aceleciliği ve Hz. Muhammed’in sabırla ilgili uyarıları, ilahi terbiyenin insanı kemale erdirme süreci olarak yorumlanır.
Sonuç olarak, uyarılan peygamberlerin aslında yüceltilen insanlar olduğu vurgulanır.
Allah’ın sevdiği kullar uyarılır; çünkü uyarı, rahmetin inceliğidir.
Sumud İsraile ikinci bir ‘One Minute’ oldu.
Yani; siz öldürmeyi iyi bilirsiniz.
Öldurmeyiniz, emrine rağmen.
İsrail Allah’a düşman.
Allahın yarattığı hayata ve hayat sahiplerine düşman.
Tıpkı şeytanın Allah’a ve Hz. Ademe olan düşmanlığından dolayı kıyamete kadar Allah’tan müsaade isteyip, kullarını saptıracağım dediği gibi,
İsrail ve uzantıları olan aynı tohumdan gelenler de şeytanın o sözünün gereğini yapmaktadırlar.
******
İnsanlık tarihinin her döneminde hak ile bâtıl karşı karşıya gelmiştir.
Bir yanda, Allah’ın yarattığı hayatı kutsal bilen, her canı bir âlem sayanlar…
Diğer yanda ise, şeytanın soyundan gelen, ölümle beslenen, kanla yaşayan bir zihniyet…
Bugün bu hak-bâtıl mücadelesinin sahnesi Gazze’dir.
Ve bu direnişin adı: SUMUD — yani, toprağa, hakikate, imana kök salmak.
İsrail: Şeytanın Vekili, Hayata Düşman
İsrail sadece bir devlet değil, şeytanî bir karakterin cisimleşmiş hâlidir.
Nasıl ki İblis, Âdem’e secde etmedi ve dedi ki:
“Ben ondan daha üstünüm; beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” (A’râf Sûresi, 7/12)
İsrail de aynı kibirle, kendisini seçilmiş, diğer milletleri ise değersiz sayıyor.
Ateşin soyundan gelen bu ruh, toprağın çocuğu olan insanı yakmaya, ezmeye, öldürmeye yeminli.
Ve yine şeytanın şu sözü, onların bütün tarihinin şifresidir:
“Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki, ben de onlara yeryüzünde kötülükleri süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.” (Hicr Sûresi, 15/39)
İşte İsrail, bu “süslenmiş kötülüğün” modern yüzüdür.
Gazze’de yıkılan evlerin, öksüz kalan çocukların, yakılan zeytin ağaçlarının arkasında şeytanın o eski yeminini tutan bir irade vardır.
SUMUD: İmanla Direnenlerin Adı
SUMUD, sadece bir direniş değil; imanın ayakta kalma biçimidir.
Taşın, toprağın, duanın ve kana karışan sabrın adıdır.
Gazze’de bir annenin “çocuğum şehit oldu ama Allah bizimle” demesi, SUMUD’dur.
Bir çocuğun, yıkıntılar arasında “Allahu Ekber” diye haykırması, SUMUD’dur.
Onlar, Kur’an’ın şu hakikatine mazhar olmuşlardır:
“Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Sûresi, 2/249)
Bu direniş, tanklara taşla değil, zulme imanla karşı duranların zaferidir.
Ve tıpkı 2009’da “One Minute!” diyerek dünyanın yüzüne “Artık yeter!” diyen o ses gibi,
bugün de SUMUD, insanlığın vicdanına haykırıyor:
“Yeter! Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz ama biz de ölmeyi Allah için iyi biliriz.”
Hak ile Bâtılın Kıyamete Dek Savaşı
Kur’an bu gerçeği şöyle bildirir:
“Küfre sapanlar, müminlere: ‘Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz üstlenelim’ dediler. Hâlbuki onların günahlarından hiçbir şey üstlenici değiller. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.” (Ankebût Sûresi, 29/12)
İşte şeytanî sistem, insanı kandırır; özgürlük, barış, demokrasi diye yalan söyler.
Ama hedefi tektir: Allah’a ve O’nun dostlarına düşmanlık.
İsrail’in zulmü, sadece Gazze’ye değil, Allah’ın nizamına karşı bir isyandır.
Furkan Sûresi’nde Rabbimiz buyurur:
“Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.” (Furkan Sûresi, 25/44)
İsrail’in şuursuzluğu, bu ayetin canlı delilidir.
Onlar, hayvanlardan daha şaşkın; çünkü akıllarını hidayete değil, hıyanete kullanıyorlar.
İkinci “One Minute”:
Dünyaya Meydan Okuyan Sessiz Haykırış
2009’da bir lider “One Minute” dediğinde dünya şaşırmıştı.
Bugün ise, Filistinliler her gün kanlarıyla “One Minute” diyor.
Her yıkılan ev, her direnen çocuk, her örtüsünü kefen yapan kadın,
İsrail’e karşı sessiz ama ebedî bir haykırış gönderiyor:
“Sen öldürmeyi iyi bilirsin, biz de Allah için yaşamayı ve ölümü güzel bilmekteyiz.”
Çünkü onlar Kur’an’ın şu müjdesine inanıyor:
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler; fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/154)
İşte SUMUD, bu ayetin modern çağdaki tefsiridir.
İsrail öldürdükçe, iman diriliyor.
Gazze yıkıldıkça, kalpler onarılıyor.
Son Söz: Şeytanın Çocukları ve İbrahim’in Torunları
Nemrud’un ateşine su taşıyan karıncadan bugüne, hak hep azdı ama hakkın safında olmak hep ebedî kazançtı.
İsrail, Firavun’un, Nemrud’un, Ebu Cehil’in soyudur;
ama Filistin, Gazze ve Muhammedi ümmet, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in (sav) mirasıdır.
O yüzden bu mücadele coğrafî değil, imanîdir.
Ve Kur’an’ın hükmü kesindir:
“Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de.” (Saf Sûresi, 61/8)
SUMUD, işte bu nurun karanlıkta yanışıdır.
Ve bir gün gelecek, o nur karanlığı tamamen yutacak.
Özet:
Bu makale, İsrail’in zulmünü şeytanın tarihî yeminine bağlayarak, Gazze’deki SUMUD direnişini imanî bir duruş olarak ele alır.
İsrail’in Allah’a ve hayata düşman oluşu, Kur’an’daki Firavun, Nemrud ve İblis örnekleriyle açıklanır.
SUMUD’un, sabrın ve teslimiyetin modern bir “One Minute” olduğu vurgulanır.
Sonuçta hak ile bâtılın mücadelesinin kıyamete kadar süreceği, fakat Allah nurunu tamamlayacağı mesajıyla son bulur.
İktibas:
”Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.” (Risale-i Nur – Sözler, Beşinci Söz)
İzah ve Açıklaması
Bu hikmetli söz, insanın varoluş gayesi ve hayat tercihleri üzerine derin bir muvazene (denge) kurar. İnsan, potansiyel olarak en yüksek makama layık, ‘eşref-i mahlukat’ (yaratılmışların en şereflisi) olmasına rağmen, tercihiyle en aşağı mertebelere düşebilir.
”Serçe Kuşunun Bir Neferi Hükmünde Olmak” ifadesi, dünyanın geçici zevklerini, yeme, içme, keyif ve nefsanî arzuları hayatın nihai ve tek gayesi haline getiren kişiyi tasvir eder. Bir serçe kuşu bile, sadece karnını doyurmak ve neslini devam ettirmek gibi fıtrî vazifeleri yerine getirir. Ancak o, ahiret endişesi taşımaz, geçmişin hüzünlerinden ve geleceğin korkularından münezzeh, anlık lezzeti tam olarak tadar. Dünya hayatını gaye yapan insan ise, aklı ve geniş duyguları sayesinde geçmişin fâni lezzetlerinin elemini ve geleceğin korkusunu da yüklenir. Yani, serçe kuşunun peşin ve saf lezzetine dahi ulaşamaz, üstelik onun basit hayatî gayesi için çalışırken, kendi ulvî (yüce) yaratılış gayesini ihmal etmiş olur. Bir serçe kadar bile dünyadan lezzet alamayan ve fani bir gayeye kendini mahkum eden kişi, manen küçük bir vazife için büyük sermayesini harcamış, adeta bir serçe sürüsünün basit bir askeri (neferi) durumuna düşmüş olur.
”Hayvanatın Büyük Bir Kumandanı Hükmünde Olmak” ise, ahiret hayatını asıl hedef (gaye-i maksad) yapan ve dünya hayatını bu ulvî hedefe ulaşmak için bir tarla (mezraa) ve vasıta (vesile) olarak gören kişinin makamıdır. Böyle bir kişi, bütün dünya işlerini dahi ahiret namına birer ibadet ve salih amel niyetiyle yapar. Bu bakış açısı, insana bütün kâinata kumanda eden bir şuur ve manevî bir genişlik verir. O, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesi (temsilcisi), nazlı ve niyazkâr (dua eden) bir kulu, ikram edilen muhterem bir misafiri olur. Fâni dünyadaki bütün elemler ve zorluklar, ebedî bir saadetin ücreti olarak kabul edildiğinden, onun hayatı anlam ve huzurla dolar.
Mal, Evlat ve Gençliğin Fâni Akıbeti
İktibas:
”O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefs ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” (Risale-i Nur – Sözler-28)
İzah ve Açıklaması
Bu metin, Risale-i Nur Külliyatı’nın Cennet Bahsi olan Yirmi Sekizinci Söz’ün önemli bir bölümüdür. İnsan, fıtraten sevgiye ve ebediyete meyyaldir (eğilimlidir). Ancak fani olan şeylere aşırı sevgi beslediğinde, o sevgi bir firak (ayrılık) ve elem kaynağına dönüşür. Bu söz, insanın fâni olanlara yönelttiği ölçüsüz sevginin acı neticesini tasvir eder.
• ”Mal ve Evlat”: Dünya malı, makamı ve evlat sevgisi fıtrîdir. Ancak bu sevgiyi Allah sevgisinin önüne geçirmek ve sadece dünyevî menfaat için istemek, o sevginin fenasıyla (yok olmasıyla) büyük bir kayıp ve elem getirir. Mal terk eder, evlat ayrılır ve insana sadece onların fânîliğinden doğan hüzün kalır. Sözün ifadesiyle, onlara yapılan aşırı ihtimamın günahları (eğer Allah rızası gözetilmediyse) insana yükletilmiş olur.
• ”Nefs ve Heva”: Nefsin arzuları ve keyifler (heva) da fanidir. Onlara taparcasına (perestiş etmek) bağlanan kişi, gençliğini o nefsanî arzuların tatminine harcar. O hevesler bittiğinde, o lezzetlerden eser kalmaz; geriye yalnızca o meşru olmayan lezzetlerin günahları ve manevi yorgunlukları (elemleri) kalır.
• ”Gençlik ve Hayat”: İnsanın en büyük sermayesi olan gençlik ve hayat dahi, en hızlı ve geri dönülmez şekilde zayi olur. Gençliğin lezzetli vakitleri geçmiş, elden çıkmıştır. Bu fânî unsurlara ebedî gibi davranan kişi, onların geçiciliği karşısında büyük bir hayal kırıklığı ve pişmanlık yaşar.
Bu hakikat, fâni şeyleri bizzat kendileri için sevmenin hata olduğunu, onları ancak Allah namına (Allah’ın bir nimeti ve emaneti olarak) sevmenin sevgiyi bâki (kalıcı) kılacağını ihtar eder. Aksi halde, sevilen her fâni şey, ayrılığıyla sevenin boynuna bir yük ve günah olarak kalacaktır. Bu durum, insanı fâniden yüz çevirip Bâkî olana yönelmeye sevk eden şiddetli bir uyarıdır.
Cesaretin Kaynağı: İman ve Ubudiyet
İktibas:
”Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir.” (Risale-i Nur – Sözler, Üçüncü Söz)
İzah ve Açıklaması
Bu söz, iman ile cesaret arasındaki kopmaz bağı ve dalalet (sapıklık) ile korkaklık (cebanet) arasındaki ilişkiyi açıklar. Bu, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda insanın ruh haletinin temellerine inen psikolojik ve manevi bir tahlildir.
”Hakiki Hasenatın Menbaı İmandır, Ubudiyettir”: Hasenat (iyilikler) sadece maddî değil, aynı zamanda manevî güzellikleri, erdemleri ve yüce hasletleri de kapsar. Cesaret (korkusuzluk), bu manevî hasenatın en parlaklarından biridir.
• İman Cesaret Verir: İmanın getirdiği en büyük güç, insanın Allah’a dayanması (nokta-i istinad) ve ölümü yokluk olarak görmemesidir. Ahirete inanan bir mümin, ölümün sadece fâni bir dünyadan bâki bir hayata geçiş, bir tebdil-i mekân (yer değiştirme) olduğunu bilir. Ölüm, ona korkulacak bir son değil, ebedî saadete açılan bir kapıdır. Hatta tam münevverü’l-kalp (kalbi tamamen nurlanmış) bir abid için, kâinat bomba olup patlasa bile, o, Allah’ın kudretini hayretle seyredecek kadar huzur içindedir. Bu derin iman, dünya hayatında gelebilecek her türlü tehlike ve zorluk karşısında sarsılmaz bir cesaretin kaynağıdır. O, yaptığı iyiliklerin ve gösterdiği cesaretin karşılığını fânî dünyada değil, bâki ahirette alacağına kesinkes inanır.
• Ubudiyet Cesaret Verir: Kulluk bilinci (ubudiyet), insana yeryüzünde vazifeli olduğunu hissettirir. Vazifesini yapan bir asker gibi, neticeyi değil, sadece görevi düşünür. Bu şuur, onu basit dünyevî endişelerden kurtarır.
”Seyyiatın Menbaı Dalalettir”: Seyyiat (kötülükler) ve cebanet (korkaklık), kökünü imansızlıktan ve dalaletten alır.
• Dalalet Korkaklık Verir: Dalaletteki veya küfürdeki bir kişi, ölüme bir yokluk ve hiçlik olarak baktığı için, hayatını her şeyden üstün tutar ve onu kaybetme korkusuyla titrer. Onun için her an bir felaket ihtimali taşır. Dünyayı yegâne sığınak (nokta-i istinad) gören bu kişi, kalbini acz (güçsüzlük) ve fakr (yoksulluk) hisleriyle dolu bulur. Bu sebeple en küçük bir tehlike karşısında dahi büyük bir korkaklık gösterir. Bazı kâfirlerde görülen cesaret ise, genellikle cehaletten (bilgisizlikten), gafletten (dalgınlıktan) veya tehevvürden (pervasızlıktan) kaynaklanır; bu, imandan neşet eden (kaynaklanan) hakiki, kalbî ve şuurlu cesaret değildir.
Ölümün Hakikati: Firak Değil, Visaldir
İktibas:
”Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.” (Risale-i Nur – Tarihçe-i Hayat – 123 / Lem’alar – Yirmi Altıncı Lem’a)
İzah ve Açıklaması
İnsanın en büyük derdi, sevdiklerinden ayrılma (firak) korkusu ve ölümün yokluk olduğu vehmidir. Bu söz, Kur’an ve iman hakikatleriyle bu dehşetli vehmi paramparça eder ve ölüme bambaşka bir mana yükler.
Ölüm, Firak Değil Visaldir: İman nazarıyla bakıldığında ölüm, bir yok oluş (adem) değil, bir kavuşma (visal) ve mekân değiştirme (tebdil-i mekân) hadisesidir.
• Visal (Kavuşma): İnsan, bu fâni dünyada en çok sevdiği dostlarından, akrabalarından ve Peygamberlerden (a.s.m.) ayrı kalır. Onların kabristana göçmesi, dış görünüşte firak (ayrılık) gibi görünse de, iman bize hakikati söyler: O sevdiklerimiz yok olmadı; sadece bu zindan-ı dünyadan (dünya hapishanesinden) ebedî ve hakiki yurtları olan Âlem-i Berzah ve Cennet’e gittiler. Dolayısıyla ölüm, ehl-i iman için geride kalmak değil, önden giden sevdiklerine kavuşmaktır.
• Ervah-ı Bâkiye’nin Durumu: Bâki (kalıcı) olan ruhlar, vefatla beraber hantal ve maddî kayıtlara bağlı olan eski beden yuvalarını (cesetlerini) terk ederler. Ruh, zaman ve mekân kaydından büyük ölçüde azade, nuranî ve latif bir varlıktır. Bu nuranîyet sayesinde, Allah’ın izniyle, bir kısmı yıldızlar gibi nuranî âlemlerde (makam-ı a’lâlarda) veya Âlem-i Berzah tabakalarında (geçici bekleme yurdunda) serbestçe gezerler. Bu durum, onların diriliğe ve bekaya (ebediyete) mazhar olduklarını gösterir.
• Hüküm ve İbret: Bu hakikat, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhis (hayat görevinden bir izin) ve Rahman-ı Rahim’in fazlından ücretini almaya bir nöbettir. Böylece Mü’min, kabri, sevdiklerinin toplandığı bir bahar bahçesinin kapısı gibi görür.
Makalenin Özeti
Bu dört hikmetli söz, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen dört temel hayat ve iman dersini sunar.
• Hayatın Gayesi: Dünyayı hayatın tek maksadı yapmak, insanın ulvî makamını düşürerek onu serçe kuşu kadar basit bir hayat mücadelesine hapseder. Oysa ahireti gaye edinmek, insanı Allah’ın nazlı bir kulu ve kâinatın manevî kumandanı seviyesine yükseltir.
• Geçiciliğin Neticesi: Mal, evlat, gençlik ve nefsanî arzular gibi fani şeylere bağlanan aşırı sevgi, onların yok olmasıyla büyük bir elem ve günah yükü bırakır. Sevgiyi, fani suretler yerine Bâkî olan Allah namına dönüştürmek, sevginin ebedîleşmesinin yegâne yoludur.
• Cesaretin Kaynağı: Hakiki cesaret, temelini İman ve Ubudiyetten alır. İman, ölümü yokluk değil, saadet-i ebediyeye açılan bir kapı olarak gösterdiği için mümini sarsılmaz kılar. Korkaklık (cebanet) ise, dalaletin bir neticesi olup, imansızlığın verdiği acz ve hiçlik hissinden doğar.
• Ölümün Hakikati: Ehl-i iman için ölüm, sevdiklerinden bir ayrılık (firak) değil, bilakis kavuşma (visal) anıdır. Ölen ruhlar yok olmaz; eski beden yuvalarını bırakıp, nuranî ve serbest bir surette Âlem-i Berzah ve yüksek makamlarda gezmek suretiyle bekaya (ebediyete) mazhar olurlar. Ölüm, fânî zindandan bâki bir dosta ve ahbaba göçtür.