KİŞİLERE DEĞİL, VASIFLARA TARAF OLMAK Tarafımız daima hak ve hikmetten yana olsun.
İnsanlık tarihi boyunca hak ile batıl, doğru ile yanlış, adalet ile zulüm arasındaki mücadele hep var olmuştur. Bu mücadelenin merkezinde ise çoğu zaman insanlar değil, onların taşıdığı vasıflar yer almıştır. Ne var ki, çoğu insan değerlendirmelerini hak ve batıl kıstasına göre değil, aidiyet ve şahıs merkezli yapma eğilimindedir. Oysa bu tutum adaleti zedeler, hikmeti örter ve toplumsal güveni aşındırır.
Kişiler Geçicidir, Hakikat Kalıcıdır
Kişiler gelir geçer. Her bir insan, bir imtihan vesilesi olarak yaratılmıştır. Ama taşıdığı vasıflar –doğruluk, adalet, merhamet, ilim gibi– ebedî kıymet taşır. Allah katında da değerli olan, bir kişinin kimliği değil, niyeti, ameli ve taşıdığı vasıflardır. Bu nedenle bir hakikati, onu dile getirenin kimliğine bakarak değil; taşıdığı hikmete, doğruluğa ve adalet ilkesine göre değerlendirmeliyiz.
Kur’an’dan Bir Ölçü: “Ey iman edenler! Adil olun…”
Kur’ân-ı Kerîm, Maide Sûresi 8. ayette şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun, bu takvaya daha yakındır…” Bu ilahi emir, bizi kişisel kin ve bağlılıklarımızı bir kenara bırakmaya, ölçüyü daima adalet ve hak üzere kurmaya çağırır. Tarafgirliğin değil, adaletin izinden gitmek bir müminin temel ahlakıdır.
Nefsani Tarafgirlik Felakettir
Bir gruba, partiye, kişiye veya cemaate körü körüne bağlılık; doğruyu yanlış, yanlışı doğru görmemize neden olur. Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur: “Hakkı şahıslara göre değil, şahısları hakka göre tanıyın.” Bu, ilahi adaletin en dengeli tarifidir. Bir kişi bizim yakın dostumuz da olsa yanlış bir söz söylemişse, onu tasdik edemeyiz. Aynı şekilde, bir muhalifimiz doğru bir hakikati dillendirmişse, o gerçeği reddedemeyiz.
Hak ve Hikmetten Yana Olmak
Tarafımız hak ve hikmet olmalıdır. Çünkü hak, Allah’ın ismidir. Hakk’ın tarafı; adaletin, şefkatin ve hikmetin tarafıdır. Hikmet ise her şeyi yerli yerinde bilmektir. O hâlde, bir söz kime ait olursa olsun, o söz hakikati dile getiriyorsa hikmettir ve sahiplenilmelidir. Yine bir davranış ne kadar güçlü bir kişiden gelse bile zulümse, ondan yüz çevrilmelidir.
Sonuç: Terazimiz Hakikat Olsun
Zaman, kimlik, aidiyet veya duygu terazileri şaşar. Ancak hakikat terazisi asla sapmaz. O yüzden terazimiz daima hak ve hikmet olsun. Tarafımızı belirlerken; kimden yana değil, neyden yana olduğumuza bakalım. Çünkü Allah, sadece isimlerimize değil, niyetlerimize ve taraf olduğumuz değerlere bakacaktır.
“Ecel ve kabir insanı beklediği gibi, cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.” – Bediüzzaman Said Nursî
İnsanoğlu, fani dünyanın telaşları içinde ebedi bir yolculuğun adımlarını atmaktadır. Bu yolculukta her nefes, bizi bekleyen hakikatlere biraz daha yaklaştırır. Ecel, kabir, cennet ve cehennem… Bunlar sadece soyut kavramlar değil, insanın mutlak surette karşılaşacağı duraklardır. Her biri bizimle randevulaşmış ve o vakti sabırla beklemektedir.
Ecel: Vakti Belirli, Anı Meçhul Bir Misafir
Ecel, Allah tarafından tayin edilmiş bir vakittir. Ne bir saniye ileri gider, ne bir saniye geri kalır. İnsan ömrü boyunca birçok şeyi erteler; fakat ecelin ertelenmesi mümkün değildir. O yüzden eceli unutarak yaşamak, aslında en büyük gaflettir. Ecelin bizi beklediğini bilen bir kalp, her anını kıymetli bilir, her sözünü ölçer, her adımını sorumlulukla atar.
Kabir: Bizi Sessizce Dinleyen İlk Durak
Kabir, görünmeyen ama en yakın hakikattir. Her insan ona doğru yürürken, kabir de onu beklemektedir. Ne büyük bir çelişkidir ki, insanların en az düşündüğü ama en fazla yaklaşmakta olduğu mekân kabirdir. Bediüzzaman, kabri bir “kapı” olarak tarif eder: Ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur ya da cehennem çukurlarından bir çukur. O yüzden kabir, sadece ölümün değil, yeni bir hayatın da başlangıcıdır.
Cennet ve Cehennem: Şuurlu Bekleyiş
Bediüzzaman’ın dikkat çektiği en çarpıcı noktalardan biri de cennet ve cehennemin bekleyişidir. Zira onlar da birer mahlûktur ve görevleri insana hizmet etmek veya azap vermektir. İnsanın tercihi ne ise, onu gözlerler. Bizi sadece biz değil, amellerimiz de şekillendirir. Her yapılan iyilik, cennette bir köşk; her işlenen günah, cehennemde bir çukur olarak karşılık bulur.
Kur’an’da şöyle buyrulur: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut 57) Ve yine denir ki: “Cehennem o gün getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?” (Fecr 23)
Bu ayetler, cennet ve cehennemin insanla buluşmak için sabırla beklediğini ve sonunda yapılan her şeyin karşılık bulacağını haber verir.
Düşünmeye Değer: Biz Ne İçin Hazırlık Yapıyoruz?
İnsanlar dünya için plan yapar, yatırım yapar, geleceğini garantiye almak ister. Fakat esas ve ebedî geleceğe ne kadar yatırım yapıyoruz? Bizi bekleyen ecelin hazırlığını yapıyor muyuz? Kabir için bir nur taşıyor muyuz? Cenneti hak edecek amellerimiz var mı? Cehennemden sakınacak bir duruşumuz var mı?
Sonuç: Bizi Bekleyenlere Hazır Mıyız?
Bediüzzaman’ın bu cümlesi, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir davettir: Hayatını ebediyet şuuruyla şekillendir, gafleti terk et, her an hesap verecekmiş gibi yaşa. Çünkü ecel bizi bekliyor, kabir sessizce gözlüyor ve cennetle cehennem bize göre şekilleniyor.
Unutma: Her bekleyenin bir ümidi vardır. Cennet, seni ümitle bekliyor olabilir. Sen de onun ümidi olmaya layık bir hayat yaşa.
HER ŞEYİN MUKADDER BİR ECELİ VARDIR Kur’an-ı Kerim’de Ecel ve Muradifleri Üzerine Düşünceler
Zaman, insan için hem en büyük sermaye hem de en büyük sırdır. Bu zamanın içinde ise bir hakikat var ki, hiçbir beşer ondan kaçamaz: Ecel. Kur’an-ı Kerim, hayatın her safhasını düzenleyen ilahi bir nizamdan söz eder. Bu nizamda hiçbir şey başıboş ve sınırsız değildir. Ne doğan bir çiçek, ne batan bir yıldız, ne de ömrü tükenen bir insan… Her şey mukadder bir ecelle çevrilidir.
Ecel: İlahi Takdirin Zaman Damgası
“Ecel”, Arapça asıllı olup “süre, son, bitiş zamanı” anlamlarına gelir. Kur’an’da bu kelime, hem bireysel hayatın sonu olan ölüm anlamında hem de toplumların, olayların veya varlıkların belirlenmiş son zamanı anlamında kullanılır. Yani yalnız insanlar değil, toplumlar, kavimler, hatta galaksiler bile bir ecel ile sınırlıdır.
Kur’an’dan Ayetler: Ölçülü, Belirli ve Kaçınılmaz
Kur’an, ecel kavramını birkaç boyutta ele alır:
“Hiçbir kimse, Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm, belirlenmiş bir ecele göre olur.” (Âl-i İmrân, 3/145)
“Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (A’râf, 7/34)
“O, gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Size bir suret vermiştir; suretinizi de güzel yapmıştır. Ve dönüş O’nadır. Her can ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak şerle ve hayırla deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35)
Bu ayetler gösteriyor ki, ecel sadece ölümle sınırlı değildir; her olayın, her dönüşümün, her imtihanın bir süresi, bir sınırı ve ilahi bir planı vardır.
Ecelin Muradifleri: Ölçü, Süre, Takdir
Kur’an’da doğrudan “ecel” kelimesi dışında, onunla eş anlamda sayılabilecek bazı kavramlar da bulunur:
“Acel” (acele): Zamanın önüne geçmeye çalışma; oysa her şeyin bir vakti vardır.
“Mikat”: Belirlenmiş vakit, özellikle hac gibi ibadetlerde geçer ama ilahi planla da ilişkilidir.
“Kader”: Ölçü, takdir, belirlenmiş yazgı.
“Kitab-ı mübin”: Her şeyin yazılı olduğu ilahi kitap; ecel dahi orada yazılmıştır.
Bu kavramlar birlikte değerlendirildiğinde, Kur’an’ın zaman kavramına dair çizdiği çerçeve netleşir: Her şey ölçülüdür, her şey kayıtlıdır ve her şeyin bir sonu vardır.
İbretlik Bir Gerçek: Sonsuz Yaşamak İsteyen, Fani Düşünmemeli
İnsan, gafletle sonsuz yaşayacakmış gibi davranır. Oysa Kur’an, her an “ölümle burun buruna” olduğumuzu hatırlatır. Aslında ölüm, yaşamı anlamsızlaştıran değil, derinleştiren bir hakikattir. Çünkü sonu olan bir hayat, daha kıymetlidir. Bu yüzden ecel fikri, insanı disipline eder, gafletten uzaklaştırır ve kalbi tedbire, tefekküre yönlendirir.
Ecelin Sırrı: Ne Bir Saniye Er, Ne Bir Saniye Geç
Kur’an, insanı bekleyen ecelin asla değişmeyeceğini vurgular. Bu hem huzur verici hem de uyarıcıdır. Çünkü bu hakikat, insanı tevekküle götürür. Ne zaman, nerede ve nasıl öleceğimiz bizce meçhuldür, ama Allah’a malumdur. Bu nedenle yaşamın her anını anlamlı ve hazırlıklı geçirmek gerekir.
Sonuç: Eceli Hatırlamak, Hayatı Ciddiye Almaktır
Bediüzzaman der ki: “Ecel birdir,tagayyür etmez (değişmez)” Herkesin vakti muayyen bir eceli vardır. İşte bu bakışla insan, ölümden korkmaz ama ona hazırlanır. Çünkü ecel, korkunç bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Kabre giren sadece bedendir; ruh, sonsuz yolculuğa çıkar. Bu yüzden, ecelin gelişi insanı bitirmez, asıl hayata başlatır.
Hatırlayalım: Her nefes, ecele yaklaşmaktır. Her ecel, bir hesaba açılan kapıdır. Ve her hesap, ya cenneti ya da cehennemi netice verir.
Hazırlıklı olan kazançlı, gafletle yaşayan ziyandadır.
Zamanın ruhu, İslam coğrafyasının dört bir yanında acı, yoksulluk, parçalanmışlık ve çaresizlik olarak tezahür ediyor. Kudüs mahzun, Şam yorgun, Bağdat kan içinde, Kahire susturulmuş, İstanbul tedirgin… Peki bu manzaranın sebebi nedir? Dış güçlerin oyunları mı? Elbette onların tesiri vardır. Ancak esas mesele orada değildir. İslam dünyasının asıl işgali dışarıdan değil, içeridendir. Bu bir “içten işgal”dir.
İçten İşgal Nedir?
İçten işgal, bir milleti silahla değil, zihniyetle esir almaktır. Dışarıdan gelen düşman, en fazla toprak alır; ama içeriden gelen düşman, kalpleri ve akılları işgal eder. Dışarıdan gelen işgal, geçicidir; ama içeriden gelen işgal, nesilleri felç eder. Bu işgalin silahı propaganda, hedefi ise inanç, ahlak ve ümmet şuurudur.
İçten İşgalin Belirtileri
Bugün İslam toplumlarında;
Adalet yerine zulüm,
Birlik yerine tefrika,
Bilgelik yerine cehalet,
İhlas yerine riyakârlık,
Tevazu yerine kibir,
İlim yerine zan,
Din yerine şekilcilik hâkim olmuşsa, bu bir işgalin sonucudur. Ama bu düşman tankla değil, ekranla; tüfekle değil, fikirle; orduyla değil, ideolojiyle gelmiştir.
İmam Gazâlî, “Toplumun bozulması âlimlerin susmasıyla başlar” derken, aslında içten işgalin ilk cephesini gösteriyordu. Çünkü susan vicdanlar, susan âlimler ve susan kalpler, zalimlerin cesaretini artırır.
Kur’an’ın Gösterdiği Tehlike: İç Fitne
Kur’an şöyle buyurur:
“Fitneden sakının; o, içinizden sadece zalimlere dokunmakla kalmaz.” (Enfâl, 25)
Bu ayet, iç fitnenin, dış düşmandan daha sinsi ve yıkıcı olduğunu ortaya koyar. Çünkü içteki çözülme, toplumun bağışıklık sistemini çökertir. Hainler, dalkavuklar, işbirlikçiler, gafiller ve satılmış kalemler; bunlar dıştan daha büyük zararı içten verirler.
Tarihî Misallerle İçten İşgal
Endülüs dışarıdan değil, içerideki lüks, ihtilaf ve dünya hırsıyla yıkıldı.
Osmanlı dıştan kuşatılmıştı ama asıl çöküş, içteki çözülmeyle başladı: Liyakatsizlik, rüşvet, cehalet, iç kavgalar…
Abbâsîler, iç saray entrikalarıyla zayıfladı ve Moğollara yem oldu.
Her medeniyetin çöküşü, içeriden başlar; dışarıdaki düşman sadece yıkıntıyı toplar.
Asıl Mücadele: İçimizdeki Yabancılara Karşı
Dış düşman elbette vardır. Ama asıl savaş, kalpteki küfre, nefsteki azgınlığa, düşüncedeki tahrife ve toplumdaki ayrışmaya karşı verilmelidir. Zira bir millet, içten sağlam olursa, dıştan gelecek hiçbir tehlike onu yıkamaz.
Bediüzzaman Said Nursî şöyle der: “Ehl-i imanın en büyük düşmanı, cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanatla, marifetle ve ittifakla cihad etmek gerekir.”
İşte çözüm budur: Cehalete karşı ilim, ihtilafa karşı vahdet, fakirliğe karşı üretim. Bunlar içten işgalin panzehiridir.
Sonuç: Kendimizi Onarmadıkça Kimseyi Suçlayamayız
Kusuru hep dışarıda arayan bir ümmet, aynaya hiç bakmamış demektir. Oysa Kur’an’ın mesajı nettir:
“Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)
Evet, İslam dünyasının işgali içten bir işgaldir. Ve bu işgalin ordusu ne silah taşıyor ne sancak. Onların zırhı gaflet, kılıcı cehalet, atı ise menfaat hırsıdır.
Artık uyanmak ve şu soruyu sormak gerekir: İçimizdeki düşmanları ne zaman tanıyacağız?
VAHYE MAZHAR OLAN YER VE GÖĞÜ TESADÜFE HAVALE ETMEK: CEHL-İ MÜREKKEBİN ZİRVESİ
Cehl-i mürekkeb, yani “bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen cehalet”… Bu, sadece bilgisizlik değil; kibirle karışmış, inkâra bulanmış, hakikati reddeden bir cehalet biçimidir. Bugünün dünyasında en çok karşılaştığımız cehalet türlerinden biri de budur: Vahyin muhatabı olan bu azametli kâinatı, kör tesadüfün oyuncağı gibi göstermek.
Oysa göklerde bir düzen, yerde bir hikmet ve her şeyde bir mesaj vardır. Bu âlemi vahyin konusu hâline getiren, onu yalnızca fiziksel bir yapıdan ibaret kılmayan bir kudret vardır. Kur’an, gökleri ve yeri “hikmetle yaratılmış” ve “ayetlerle donatılmış” olarak tanımlar.
KÂİNAT: TESADÜFÜN DEĞİL, VAHYİN DİLİYLE KONUŞAN BİR KİTABTIR
Yer ve gök, sadece fiziksel mekânlar değildir. Onlar Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına ayna olan ayetlerdir. Kur’an şöyle buyurur:
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, insanlar onların yanından geçerler de yüz çevirirler.” (Yûsuf, 105)
Yani semâda dönen yıldızlar, yerde açan çiçekler, dağlardan akan seller, gece-gündüzün peşpeşe gelmesi, her biri bir vahiy ayeti kadar anlamlı ve hikmetlidir. Tesadüf denen şeyin, böyle bir sanat içinde yeri olabilir mi?
VAHYE MAZHAR OLAN BİR ÂLEMİN, TESADÜFLE AÇIKLANMASI: BİLİNÇLİ İNKÂRDIR
Eğer gökleri ve yeri “kendiliğinden” olmuş gibi görmek, basit bir yanlışlık olsaydı, buna gaflet denilebilirdi. Ama bu inkâr, bilerek, isteyerek, ilmî kisve altında işleniyorsa işte bu “cehl-i mürekkeb”tir. Çünkü:
Göklerin devasa nizamını bilip de, bir nizam koyucuyu reddetmek, aklın inkârıdır.
Yerin katmanlı yapısını öğrenip de, hikmeti yok saymak, idrakin çürümesidir.
Atmosferin, su devrinin, ekosistemin ince dengelerini görüp de, “bu hep kendiliğinden” demek, ancak şuurun kararmasıyla mümkündür.
BİLİMİN BİLE DİZ ÇÖKTÜĞÜ DENGELER VAR
Modern bilim, kâinattaki düzeni inceliyor; atomun yapısından galaksilerin düzenine kadar her şeyi formüllerle açıklamaya çalışıyor. Ama şu soruyu sor(a)mıyor: “Bu düzeni kim koydu?” “Bu dengeyi kim sürdürüyor?” “Bu vahiy nasıl oldu da yer ve gök üzerinden konuşuyor?”
İşte bu noktada, bilimsel cehalet başlıyor. Göz var; ama bakmıyor. Aklı var; ama görmüyor. Kalbi var; ama hissetmiyor. Cehl-i mürekkep işte budur: Hem bilmemek, hem bilmediğini kabul etmemek, hem de bilenleri küçümsemek.
BEDİÜZZAMAN’DAN DERİN BİR TESPİT
“Kâinatı bir saray olarak düşündüğümüzde, kâinatı teşkil eden unsurlar, atomlar, cisimler ve diğer varlıklar da birer taş ve tuğla hükmünde oluyorlar. Çünkü kâinat bu gibi şeylerden mürekkeptir.” Her şeyin bir vazifesi var. Hiçbir şey abes değil. Bu saraya bakıp da ‘tesadüf’ diyen adam, ya kördür ya da kalbi kördür.”
Bu ifadeler, gökleri ve yeri, birer vazifeli memur gibi görür. Her şey bir görevli gibi işliyor: Güneş, ısı ve ışığı taşıyor. Yağmur, rahmeti getiriyor. Toprak, rızkı saklıyor. Gece, huzur; gündüz, çalışmayı getiriyor.
Bunların hiçbirini, tesadüf açıklayamaz. Ancak kudret, hikmet ve vahiy ile anlam bulur.
SONUÇ: TESADÜF, HAKİKATE İHANETTİR
Yer ve gök, yalnızca yaratılmakla kalmamış, vahiyde anlatılmış, ayetlerde örnek verilmiş, peygamberlerin tefekkürüne konu olmuş, ibadetlerde yön tayin etmiş, yani mana kazanmış mekânlardır.
Bu kadar mana taşıyan bir âlemi, tesadüfle izah etmeye çalışmak, hem ilme, hem akla, hem de imana zulümdür.
Kâinatın diliyle konuşan bir Allah var. O konuşuyorsa, susmak değil, kulak vermek gerekir. Ve bu sesleniş, tesadüfle değil, vahiy ile anlaşılır.
“Sonra Allah, göğe yöneldi; gök duman halinde idi. Ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek (emrimize) gelin!” dedi. Onlar: “Biz isteyerek geldik” dediler.” Fussilet Suresi 11. Ayet.
Değişken Bilimin, Değişmeyen Hakikatin Üzerini Örtmesi Üzerine Bir Teemmül
İnsanlık tarihi boyunca hakikat iki şekilde gizlenmiştir: Bazen cehaletle, bazen de ilim kılıfıyla. Cehalet, hakikati bilmemekten doğar; ama ilim kılıfı, hakikati bilip de perdelemektir. Günümüzde ise en tehlikeli perde, “bilim” kisvesi altında hakikate örülen perdedir.
İlmin bizzat kendisi değil, istismar edilen şekli hakikate perde olur. Zira hakiki ilim, Hakk’a götüren yoldur. Ama bazıları bu yolu tersine çevirir; geçici bilgilerle ebedî hakikatleri gölgelemeye çalışır.
Değişen Bilim, Sabit Olan Hakk’ı Nasıl Örter?
Bilim, insanın aklıyla sınırlı bir keşif yolculuğudur. Bugün doğru dediği, yarın yanlışlanabilir. Newton’un fiziğiyle mutlak zannedilen gerçekler, Einstein’la sarsıldı. Atomun bölünemez denilen yapısı bölündü. Milyonlarca yıl sabit sanılan genetik bilgiler yeniden yazılıyor.
Bilim değişir. Ama hakikat değişmez.
Ancak bir kısım kişi ve kurumlar, geçici bilimsel yorumları mutlak hakikat gibi sunarak, ilahî gerçekleri gölgede bırakmaya çalışıyor. Bugünün hipotezlerini, sanki sonsuz ve nihai gerçeklermiş gibi halka dayatıyor.
Bilim Perdesiyle Neler Gizleniyor?
Yaratılış, “tesadüf” perdesiyle gizleniyor.
İlahi kudret, “doğa kanunları” diye adlandırılıyor.
İrade, “biyolojik dürtüler”e indiriliyor.
Ahiret, “zihinsel bir teselli” diye geçiştiriliyor.
Peygamberler, tarihsel figürlere indiriliyor.
Kur’an, bir “ahlak kitabı” gibi daraltılıyor.
Bu perdeler öylesine ustalıkla örülüyor ki; gerçekler çarpıtılıyor, hikmet küçümseniyor, maneviyat aşağılanıyor. Ve sonunda insan, ilimle hakikate ulaşmak yerine, ilim perdesinde kayboluyor.
Kur’an Ne Diyor?
“Onlar ilmi olmadığı hâlde Allah hakkında tartışırlar ve her inatçı şeytana tâbi olurlar.” (Hac, 3)
Kur’an, ilimsizliğe değil; ilimle kibirlenen, ilmi Hakk’tan uzaklaştırmak için kullanan zihniyete dikkat çeker.
İlmin Değeri, Hakikate Olan Yakınlığı Kadardır
İlim, elbette kıymetlidir. Kur’an, “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer, 9) buyurur. Ancak bu bilgi, Allah’a götürüyorsa kıymetlidir. Yoksa körü körüne bilmek, bir yükten ibarettir.
Nitekim Kur’an’da şöyle geçer:
“Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar.” (A’râf, 179)
Bu ayet, bilgiyi olup da hakikati göremeyenlerin halini özetler.
Hakikatin Üzerine Atılan Kılıfı Yırtmak
Bugün Müslümanların görevi; bilime düşman olmak değil, bilimi hakikatin hizmetkârı hâline getirmektir. Değişken bilgileri sabit ölçülerle buluşturmak, ilmin merkezine tevhid, hikmet ve ahireti koymaktır.
Gerçek bir mümin, ilimle hakikati örten değil, hakikati ortaya çıkarandır. O yüzden şu soruyu sürekli sormalıyız:
“Bu bilgi beni Allah’a yaklaştırıyor mu?”
Eğer yaklaştırmıyorsa, o bilgi bizi bilginin putuna dönüştürür.
Sonuç olarak: Hakikate perde olan her şey, bir gün dağılmaya mahkûmdur. Bilim de, eğer Hakk’a perde olursa, hakikatin güneşi karşısında buhar olur. Çünkü bir ışık kaynağı, ancak güneşe yönelirse parlar; aksi hâlde gölge üretir.
TESADÜF DİYE BİR ŞEY YOKTUR Bilimin Ardındaki Kudreti Göremeyen Gözlere Dair Bir İkaz
Günümüzde birçok “bilim adamı” yahut bilimsel geçinen zihniyet, kâinattaki büyük hadiseleri basit bir cümleyle geçiştirmektedir: “Tamamen tesadüf.” Depremler, fırtınalar, yağmurlar, volkanlar, gezegenlerin hareketleri, hatta bir insanın doğumu ya da ölümü… Her biri bu zihniyetin nazarında sebeplerin bir araya gelişinden ibaret, amaçsız ve rastgele olaylardır. Oysa bu bakış açısı, ilmin ruhuna da, aklın iz’anına da aykırıdır.
Tesadüf: Cahilce Bir Maskedir
Tesadüf, bir şeyin sebebe dayanmaksızın, gelişigüzel meydana gelmesi demektir. Oysa evren, baştan sona hesap, düzen, denge ve ölçüyle örülmüştür. Güneş’in doğması, mevsimlerin değişmesi, kalbin atışı, DNA dizilimi, bir yaprağın yere düşüşü… Hepsi bir plan ve iradeyi gösterir. Peki, böyle bir nizam nasıl olur da “tesadüf” gibi bir kavramla açıklanabilir?
Bediüzzaman Said Nursî der ki: “”Bu kainatta tesadüfe tesadüf edilmez” “Tesadüf, ancak cehlimizi örten bir perdedir.”
Tesadüf; bir düzeni, bir dengeyi, bir amacı açıklayamaz. O sadece, acziyetin, idraksizliğin ve çoğu zaman da inkârın perdesidir.
Deprem: Kudretin Sarsıcı Tecellisi
Deprem, yeryüzü levhalarının hareketidir; doğru. Ama bu hareketin zamanı, yeri, şiddeti ve neticesi bir hikmetle örtülüdür. Tesadüfse, ne zaman ve neden olduğunu açıklayamaz. Çünkü o kördür, sağırdır, bilinçsizdir. Oysa bir depremin tam bir dua vaktine denk gelmesi, ya da büyük bir facianın, küçük bir gecikmeyle binlerce insanın kurtuluşuna vesile olması, nasıl olur da “tesadüf”le açıklanabilir?
Bilim, Sebepleri Açar; Hikmeti Göremez
Bilim, elbette ki kıymetlidir. Depremin nasıl meydana geldiğini, fay hatlarını, enerji birikimini izah eder. Ama neden şimdi, neden burada, neden bu şiddette olduğunu açıklayamaz. İşte burada devreye hikmet girer, irade girer, kudret girer. Bilim sadece bir pencere açar; ama o pencereden Allah’ın kudretini görmek, imanla mümkündür.
Kur’an’dan Bakış: Hiçbir Şey Boşuna Değildir
Kur’an şöyle buyurur:
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (Duhân, 38)
“O’nun nezdinde her şey bir ölçüyledir.” (Ra’d, 8)
Bu ayetler, kâinattaki her olayın bir kader planı dahilinde olduğunu bildirir. Ne bir yaprak yere düşer, ne bir damla yağmur iner ki O bilmesin, dilemesin, takdir etmesin.
Bilim Adamı mı, Yoksa Bilgisiz Adam mı?
Bugün bazı bilim insanları, ilmiyle gururlanıp Allah’ı yok saymakta, hikmeti inkâr etmekte, kudreti reddetmektedir. Oysa gerçek bir bilim insanı, öğrendikçe hayran olur, bildikçe secdeye yaklaşır.
Newton’un dediği gibi: “Ben yalnızca Allah’ın eserlerini anlamaya çalışan bir çocuğum.”
İlim, Allah’tan uzaklaştırmaz; bilakis yaklaştırır. Eğer uzaklaştırıyorsa, o ya eksik bir ilimdir ya da kibirle zehirlenmiş bir bilgidir.
Sonuç: Tesadüfe Tesadüf Edilemez
Deprem bir olaydır, ama ibret alınmazsa azaba, hikmet görülmezse inkâra dönüşür. Kâinattaki her hadise, bize bir mesaj taşır. Bir zelzele: “Ben hâlâ uyuyorum” diyene sarsıntıdır. Bir kasırga: “Ben her şeye hükmederim” diyene bir tokattır. Bir çiçek açması: “Ben yalnız değilim” diyene bir hatırlatmadır.
Tesadüf yoktur. İrade vardır. Kudret vardır. Ve her şey, “Ol” emrinin bir tecellisidir.
“Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. ….herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır.” Bediüzzaman. Sözler.
“İman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur..” Bediüzzaman. Asa-yı Musa. Aynı şekilde,küfür de öyle bir tohumdur ki eğer o da tecessüm etse ondan hususi bir cehennem zuhur eder. Böylece her insanda Tecessüm etmeye hazır cennet ve cehennem istidat olarak mevcuttur.
Her şeyin mahiyetine konulan bir istidat, bir meyil vardır. Cevherler, maden olmak ister. Tohumlar, ağaç olmak ister. İnsan ise, ya bir cennet meyvesi yahut bir cehennem dikeni olarak yeşerir. Her insan, kendi içinde bir cennet tohumu ve bir cehennem çekirdeği taşır. Ve bu çekirdekler, hayatın tarlasında filizlenmeyi bekler.
Tecessüm Eden Hakikatler: Cennet ve Cehennem
Bediüzzaman Hazretleri, iman hakikatinin bir çekirdek gibi olduğunu söyler. O çekirdek, gelişip serpilse, hususi bir cennet olur. Yani iman sadece bir fikir, bir inanç değil; bir hayat tarzı, bir hâl, bir varlık halidir. Aynı şekilde küfür de sadece bir inkâr değil; bir zulmet, bir bozulma ve karanlık varlıktır.
İnsan ölünce ruhuyla birlikte bu hakikatler de tecessüm eder, görünür hale gelir. İşte o zaman, içimizde gizlenen cennet ya da cehennem bir aleme dönüşür.
İstidat: Her İnsan Bir Kâinattır.
İnsan öyle bir varlıktır ki, içinde koca bir âlemin nüvesi vardır.
Bu nüvede cennet de vardır, cehennem de.
İman da vardır, inkâr da.
Nur da vardır, zulmet de.
Kur’an’ın ifadesiyle, insan “fıtrat üzere yaratılmıştır.” Yani her insanda doğruya meyil, hayra yatkınlık, hakikate ulaşacak bir istidat vardır. Ama bu istidadın neye dönüşeceği, hayat tercihleriyle şekillenir. Çünkü istidat, kuvvededir; kemal ise fiile çıkarıldığında gerçekleşir.
Kuvveden Fiile: Hangi İstidadı Suluyorsun?
Her insan bir tarlaya benzer. O tarlada hem gül tohumları, hem diken tohumları vardır. Hangisini sularsa, o büyür.
İman, ibadet, sabır, şükür sulanırsa, içimizde bir cennet bahçesi yeşerir.
Bediüzzaman’ın deyimiyle: “Her şeyin bir nokta-i kemali vardır ve o noktaya bir meyli vardır.” Yani insanın istidadı, ya kemale doğru yükselir ya da sefahate doğru alçalır.
Dünyada görünmeyen şeyler, ahirette zahire çıkacaktır.
Kalpte gizli olan kibir, azap elbisesi olur.
İçte yanan haset, dışta bir alev olur.
Kalpte büyüyen iman, cennet bahçesi olur.
İç âlemimiz, dış âlemimiz haline gelecektir. O yüzden, bugünkü kalbimiz, yarınki mekânımızı inşa ediyor.
Sonuç: İçimizdeki Cennet ve Cehenneme Dikkat Et
Bugün kalbinde taşıdığın her düşünce, beslediğin her niyet, konuştuğun her kelime, attığın her adım, ya cennetin taşlarını döşüyor, ya cehennemin duvarlarını örüyor.
Ve unutma: Cennet uzakta değil. Cehennem ötelerde değil. Senin içindedir. Ve senin ellerinle yükselecek yahut senin elinle ateşlenecektir.
“Yâ Resulallah, nasıl olur ki Ashab-ı Kehfin köpeği, senin ashabınla beraber Cennete girsin? O Cennette, ben Cehennemde revâ mıdır bu? O Kehf Ashabının köpeği, ben senin ashabının…” Mevlana Câmî
Bir Köpeğin Muhabbetiyle Cennete Girmesi: Sadakatin Marifetle Buluştuğu Nokta
“O, Ashab-ı Kehf’in köpeği idi; ben ise Senin ümmetinim. O cennete, ben cehenneme… Reva mıdır bu ya Resulallah?”
Bu beyit, sadece bir şiir değil; muhabbetin kemâlini, marifetin derinliğini anlatan bir yakarıştır. Söz konusu olan bir köpek… Ama öyle bir köpek ki, salihlerle beraber bulunduğundan, o sadakatin bereketiyle cennete nail olur. Bir mahlûk, mübareklerin yanında yer aldı diye ebedî saadete kavuşuyorsa, ya onların yolunda can veren bir insan ne olur?
Sadakat ve Muhabbetin Eseridir Cennet
Ashab-ı Kehf’in köpeği olan Kıtmir, Kur’an’da bahsedilen bir kıssanın sessiz kahramanıdır. Köpek olması, onun aşağı olduğunu göstermez. Çünkü o, salihlerin yanında sadakatle durmuştu.
Cennet, sadece ilimle, sadece ibadetle değil, ihlâs, sadakat ve muhabbetle de kazanılır.
Ashab-ı Kehf’in Köpeği Cennete Girerse…
Bu beyitte yer alan niyazda yatan mana şudur:
> “Ya Resulallah! Onun sadakati onu kurtardıysa, ben ki seni seviyorum, ümmetinim, senin yolundayım… Ben de Cennete girmeye layık mıyım?”
Burada bir küçüklük itirafı var, ama aynı zamanda büyük bir teveccüh arayışı da var. Köpeğin mekanı, sahibine göre değer kazanıyor. Peki ya senin sahibin kim?
Marifet: Gerçek Tanıyış
İnsanı cennete taşıyan bilgi değil, marifettir. Yani sadece bilmek değil, tanımak, yakınlık kurmak, kalben bağlanmaktır. Köpek bilmezdi; ama kalben bağlıydı. İnsan bilir ama kalbi bağlı değilse, işte o zaman mesul olur.
Marifetullah ve muhabbetullah yolunda, “Ashab-ı Kehf’in köpeği” bile Cennete giderken, kalpsiz bilgiye, ilimsiz sadakate, eylemsiz sevgiye sahip olanların hali nice olur?
Cennetin Kapısı: Muhabbet ve Sadakat
Bu beyitteki feryat, dışlanma korkusunun değil, muhabbetle kabul görme ümidinin ifadesidir. Bir köpek bile salihlere bağlılığı sayesinde kurtuluyorsa,
> “Ben de senin kapının köpeğiyim ya Resulallah” diyen bir ümmetin, elbette bir nasibi olmalıdır.
Bu ümidi yaşatan şey ise sırf sevgi değil, o sevginin sorumluluğudur. Seviyorsan, sadık ol. Tanıyorsan, izinde yürü. İnanıyorsan, teslim ol.
Son Söz: Cennet, Sadakatin Hediyesidir
> “O Ashab-ı Kehf’in köpeğiydi, ben senin ümmetinim. O Cennette, ben Cehennemde? Bu reva mıdır ya Resulallah?”
Bu cümle, bir duadır, bir yakarıştır, bir muhasebedir. Her mü’min kendi nefsine şunu sormalıdır:
> “Ben hangi sadakatle, hangi muhabbetle, hangi bağlılıkla Allah Resulü’nün yanında yer aldım?” “Bir köpek sadakatiyle cennete girdiyse, ben hangi sadakatle cenneti umuyorum?”
“Abbas’tan Hamas’a: Köpeğin oğulları Batı Şeria’da konuşan Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Hamas’a “köpeğin oğulları” dedi. Abbas, Hamas’ın tüm rehineleri serbest bırakması, silahsızlanması ve İsrail’le savaşı bitirmek için Gazze’nin kontrolünü devretmesi çağrısı yaptı.”
Filistin probleminin bir türlü çözüme kavuşmaması ve de kavuşamaması Yaser Arafat’tan Mahmut Abbas’a içteki çıbanın varlığındandır. İsrail’in ekmeğine yağ sürülmektedir. İsrail çıbanın içinde bir irin gibi varlığını sürdürmektedir.
Tarih boyunca hak-bâtıl mücadelesi sadece cephelerde değil, aynı zamanda kalplerin ve niyetlerin derinliklerinde de yaşanmıştır. Filistin meselesi de bu hak-bâtıl mücadelesinin günümüzdeki en çetin cephelerinden biridir. Ancak bu cephenin en tehlikeli yönü, dışarıdaki düşmandan çok, içerideki sinsi yaradır: yani içteki çıban.
Arafat’tan Abbas’a: Bitmeyen Ayrılık
Yaser Arafat, Filistin’in sembol ismi olarak bir dava adamıydı. Ancak onun döneminde de, onun ardından gelen Mahmud Abbas döneminde de Filistin yönetimi iç birlikten yoksun kaldı. Her fırsatta ümmetin ortak meselesi olan Kudüs davası, iç ihtilaflar, hizip savaşları, makam kavgaları ve koltuk hevesleriyle zedelendi.
Abbas’ın son açıklamaları ise bu yaranın hâlâ iltihaplı olduğunu, Filistin’in sadece İsrail’in zulmüyle değil, kendi içinden çıkan ihanetlerle de kan kaybettiğini gösterdi. “Köpeğin oğulları” ifadesi, bir siyasetçiden çok, öfkesine hâkim olamayan birinin diliydi. Oysa Filistin davası, sabır, strateji ve hikmet isteyen bir imtihandır.
İsrail: Çıbanın İçindeki İrin
İsrail devleti, yalnızca askerî gücüyle değil, iç ihtilafları körükleyen istihbarat yöntemleriyle de başarı kazanmıştır. Arap yönetimlerini birbirine düşürmüş, direniş gruplarını zayıflatmış, bölgeye fitne sokmuştur. Bugün Gazze ile Batı Şeria arasındaki siyasi ve idari ayrılık, sadece bir coğrafi bölünmüşlük değil, ruhî bir parçalanmadır.
İsrail, bu parçalanmayı fırsat bilerek “böl ve yönet” siyasetini en iyi uygulayan emperyal aktörlerden biri olmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen “fitne adam öldürmekten beterdir” (Bakara, 191) ayeti, İsrail’in asıl silahının tank ve tüfek değil, fitne olduğunu ortaya koymaktadır.
Ümmetten Dersler: Birlik Olmayan Yıkılır
Tarih sahnesinde bunun birçok örneği vardır. Endülüs Müslümanları, birbirine düşerek medeniyetlerini kaybettiler. Abbâsîler, saray entrikalarıyla zayıfladı. Osmanlı, kendi içindeki çözülmeyle Batı’ya boyun eğdi.
Bugün aynı hatayı Filistin’de görmek, sadece Filistinlilerin değil, tüm ümmetin gafletini gösterir. Davaların liderlerinin hikmetle konuşması, nefislerini değil davasını yüceltmesi gerekir. Aksi hâlde, içteki çıban irinle patlar, dıştaki düşmana değil, kendi vücuduna zarar verir.
Sonuç: Kurtuluş İç Birlikledir
Filistin davasının kurtuluşu, silahların gölgesinde değil, kalplerin ittihadında yatar. Hz. Peygamber (sav) Medine Sözleşmesi ile farklı grupları tek çatı altında toplamış, asabiyetleri değil ortak ilkeleri esas almıştır. Filistin de bu örnekten ilham almalıdır.
Aksi hâlde, “çıbana merhem değil, merhem olacak yaranın kendisi” olunur.
Modern zamanların en büyük yanılmalarından biri, bilgiyi salt veri ve teknikle sınırlandırmak; hakikati, sadece deneyle ölçülebilen, gözle görülebilen şeylerle tanımlamaktır. Oysa hakikat, sadece nesneler dünyasına ait değildir. Hakikat; aklı doyurur, kalbi aydınlatır, ruhu huzura erdirir. Ve işte bu hakikatin kapısını açan ilim, marifet ilmidir.
İlim Başkadır, Marifet Başkadır
Kur’an’da “ilim” ve “marifet” farklı seviyelerde değerlendirilir.
İlim, bilginin kendisidir: Neyin ne olduğunu bilmek.
Marifet, ise bilgiden doğan tanımak, tanışmak ve idrak etmek demektir.
Bir astronom, gökyüzündeki yıldızların konumunu ve hareketlerini ezbere bilir. Bu bir ilimdir. Ama o yıldızların, bir kudretin tasarımı olduğunu idrak etmezse, marifete ulaşamamıştır. Hakikate ulaşmak isteyen, sadece ne olduğunu bilmekle yetinmez; neden olduğunu, kimden olduğunu ve nereye gittiğini de sorgular.
Marifetullah: En Yüce İlim
Marifet, sıradan bir bilgi değil, Allah’ı tanımaya götüren bilgidir. Kur’an’ın hedefi budur: “Allah’tan gereği gibi ancak alim kulları korkar.” (Fâtır, 28)
Demek ki gerçek ilim, Allah’ı tanımaya götüren bir yoldur. Bu yolda yürüyen kişi, sadece kitap okuyan değil, aynı zamanda kâinatı okuyan, kalbini eğiten, nefsini arındıran kişidir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu durumu: Marifetullah ve muhabbetullah, insaniyetin en yüksek mertebesidir,diye ifade eder. Yani bir insan ne kadar çok ilim tahsil ederse etsin, eğer o bilgi onu Allah’a yaklaştırmıyorsa, hâlâ gerçekte cahildir.
Zahiri İlimle Hakikate Ulaşılamaz
Bugünün en büyük bilimsel krizi de buradadır: Zahiri bilgi artmakta, ama kalpler kararmakta. Bilgi çoğalmakta, ama hakikat uzaklaşmaktadır. Çünkü bilgi nicelikle değil, hikmetle değer kazanır. Marifetin ilmi olmayan bir bilgi, taşınan bir yük gibidir. Kur’an bunu açıkça bildirir:
“Kendilerine Tevrat yükletilip de onu taşımayanların durumu, kitap yüklü eşeğin durumu gibidir.” (Cuma, 5)
Bu, sadece geçmiş kavimlere değil, bugün de hakikati taşımayıp yalnızca istifleyenlere bir uyarıdır.
Hakikatin İlmine Ulaşmak İçin: Kalp, Akıl ve Ruh Birleşmeli
Gerçek bir ilim, sadece zihinle değil, kalple ve ruhla anlaşılır.
Akıl; tefekkür eder.
Kalp; hisseder ve iman eder.
Ruh; sükûna erer. İşte bu bütünlük olmadan, bilgi ne kadar yüksek görünse de, hakikate ulaşamaz.
İnsan, ilminin değil, marifetinin kıymetiyle yücelir. Çünkü marifet, sadece Allah’ın varlığını bilmek değil, O’nu sevip itaat etmektir. İşte bu yönüyle marifet ilmi, hakikatin ilmidir.
Sonuç: Bilgi Yetmez, Marifet Gerekir
Bugün her yerde bilgi var. Ama o bilgiden doğan bir marifet, bir idrak, bir hikmet yoksa, o bilgi kalpleri doyurmuyor. Hakikat, sadece laboratuvarda değil, secde yerinde de aranmalı. Çünkü en büyük hakikat, Marifetullah’tır. Ve o, öğrenilerek değil, idrak edilerek kazanılır.
“Ya Rabbi! Bize faydalı ilim, kalbî marifet ve hikmetli idrak nasip eyle.”
Haksız Kazanç, Yolsuzluk ve Hırsızlık: Bir Kişilik Bozukluğudur
Bazı hastalıklar vardır ki sadece bedeni değil, ruhu çürütür, ahlâkı bozar, vicdanı felç eder. İşte haksız kazanç, yolsuzluk ve hırsızlık bu manevi hastalıkların en başında gelir. Bunlar yalnızca ekonomik ya da hukuki suçlar değil; aynı zamanda kişiliğin bozulduğu, insaf ve iz’anın iflas ettiği, iman ve vicdanın susturulduğu alanlardır.
Haram Lokma: Karakterin İflasıdır
Bir lokma haram, bir kişiliği değiştirir. Haramla beslenen beden; ne ibadette huzur bulur, ne de kalpte nur barınır. Çünkü haram kazanç, insanın sadece elini değil, niyetini, hedefini ve kalbini de kirletir.
Bediüzzaman Hazretleri, “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfidir.” derken bir hakikati haykırır: İnsan, harama el uzatmadan da yaşar. Ama hırs ve tamah, kişilik bozulunca frenlenemez hale gelir.
Yolsuzluk: Vicdanın Susmasıdır
Bir kamu emanetini zimmetine geçirmek… Bir yetimin hakkını çalmak… Bir toplumun sırtından servet edinmek… Bunların hepsi, kişiliğin çürüdüğünü, insafın terk edildiğini, adaletin susturulduğunu gösterir.
Yolsuzluk sadece malı götürmek değil; hakkı çiğnemek, milleti kandırmak ve güveni yok etmektir.
Hırsızlık: İnsanın Kendine Yabancılaşmasıdır
Bir kişi, başkasının hakkına el uzatıyorsa, aslında kendi değerini yitirmiştir. Hak duygusu zayıflayan, kendi nefsine de düşman olur. Hırsızlık, kişiliğin çatladığı yerdir. Çünkü hak duygusu yerle bir olmuş, utanma kalkmış, pişmanlık silinmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de hırsızlıkla ilgili ayet, sadece ceza değil, bir uyarı niteliğindedir:
> “Allah, yaptıklarına karşı güçlüdür ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)
Kişilik Bozulunca Helâl Haram Ayırt Edilmez
Bir insanın karakteri sağlam değilse;
Helâl ile haramı ayırt edemez,
Kul hakkından çekinmez,
Kendi kazancını meşrulaştırmak için dini bile araç yapabilir.
Böyle bir durum, sadece hırsızlık değil, kişilik bozulmasıdır. Çünkü kişi, içindeki vicdan terazisini kırmıştır. Bu yüzden bu tür suçlar sadece “cezai” değil, aynı zamanda ruhi ve ahlaki bir çöküştür.
Hak, Hikmet ve Helal Üçgeni: Sağlam Karakterin Temelidir
Bir karakteri ayakta tutan üç esas vardır: Hak duygusu – kul hakkına saygı Hikmet – işin iç yüzünü görme, aklı kullanma Helâl – Allah’ın sınırına riayet etme
Bu üçü yerindeyse, bir insanın kalbi sağlamdır. Ama biri sarsıldığında; kişilikte çürümeler başlar.
Son Söz: En Büyük Kayıp, Karakterin Kaybıdır
Haksız kazançla zengin olunabilir ama şerefli olunmaz. Yolsuzlukla makam elde edilebilir ama emanet taşınmaz. Hırsızlıkla mal birikir ama huzur gider.
Asıl zenginlik; helâl kazanç, temiz vicdan ve bozulmamış bir şahsiyettir.
Unutma:
> “Kişilik bozuldu mu, kazandığın her şey seni tüketir.”
“Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.” Bediüzzaman. Mektubat.
Tecellîlerin Sonsuzluğu ve Kâinatın Yenilenen Nakkâşlığı
Kâinat bir kitap… Mevcudat birer mektup… Her biri, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâsının birer aynasıdır. Ve bu aynalar, her an yeniden yazılıyor, yeniden okunuyor.
Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz isimlerinin, kâinatta nasıl sürekli ve taze bir şekilde tecelli ettiğini beyan ederken, bizleri öyle bir hakikatin eşiğine getiriyor ki, orada zaman durur, tefekkür başlar.
Her Varoluş Bir İsim Tecellîsidir
Her şeyin, her canlının, her olayın bir İlâhî isimle irtibatı vardır. Rahîm isminin tecellisiyle anneler merhamet eder, Rezzâk isminin cilvesiyle rızıklar akıtılır, Hakîm isminin yansımasıyla her şey hikmetli bir dengeye oturur.
Mahlûkatın çeşitliliği; bir rastlantı değil, isimlerin çeşitliliğinden doğan sonsuzluk içindeki hikmetli farklılıklardır.
Tecellî Durağan Değil, Daimîdir
Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, bir kere parlayıp sönmez; Onlar her an farklı bir şekilde, yeni bir nakışla, yeni bir yansıma ile tezahür ederler.
Bu sebepledir ki, kâinat kitabı her ân yeniden yazılır, yeniden okunur, yeniden gösterilir.
Bir çiçeğin her bahar açması, bir bebeğin her nefes alışında hayat bulması, gökte yıldızların her gece yeniden doğması, o daimî tecellînin yazılan kelimeleridir.
Kâinat: Tazelenen Bir İlâhî Sergi
Kâinat, donmuş bir yapı değildir; Her ân bir değişim, bir tecellî, bir hareket içindedir. Her an Allah’ın bir ismiyle, bir cilvesiyle yenilenmekte, şekillenmekte, şuur sahiplerine okunmakta ve gösterilmektedir.
Bu sergi, yalnızca gören gözler içindir. Basiretli nazarlar için, her varlık bir ayet, her olay bir işaret gibidir. “Bak!” der, “Oku!” der, “Anla ve secde et!” der.
Zât-ı Mukaddes’in Seyri ve Gösterisi
Allah Teâlâ’nın isimleri, yalnızca mahlûkatı yaratmakla kalmaz, aynı zamanda kendini gösterir, cemalini seyrettirir, mânâsını okutturur.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu tecellîler “Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber” okunmak içindir.
Yani, yaratılan her şey, yalnızca varlık için değil; mârifet, muhabbet ve ibadet içindir. Okumayan, bakmayan, düşünmeyen insan, bu kâinat kitabının anlamını kaçırır.
Sonuç: Tefekkürle Dirilen Kalp
Her bir çiçekte Rahmân’ın nakşı, Her damla suda Rezzâk’ın nimeti, Her doğumda Hayy isminin cilvesi vardır.
Ve bu tecellîler durmaz, her an yeniden yazılır, yeniden gösterilir, yeniden seyrettirilir.
O hâlde, tefekkür eden kazançlıdır, seyreden keşfeder, okuyan anlar, anlayan secde eder.
Unutma: Kâinatı anlamak, Esmâ-i Hüsnâ’yı tanımaktır. Ve bu tanıma, hayatın en derin mânâsına giden kapıdır.
“Talut, askerleriyle yola çıkınca onlara: “Allah, sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Bir avuç kadar tatmakla yetinirse o bendendir.” dedi. Çok azı hariç, ondan doyasıya içtiler. O ve yanında yer alan İman Edenler, nehri geçince: “Bugün Calut’a ve askerlerine karşı savaşacak gücümüz kalmadı.” dediler. Allah’a kavuşacaklarına iman edenler ise: “Nice az topluluklar, Allah’ın izni ile nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir.” dediler.” Bakara. 249. Her zaman imanın manevi gücü, küfrün maddi gücüne galip gelmiştir. İman küfre meydan okumuştur.
İman Ordusu: Nehir Sınavından Zafer Meydanına “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir.” (Bakara, 2/249)
Tarihin ve hakikatin şahitliğinde defalarca ispatlanmıştır ki; iman, maddeye karşı daima üstün gelmiştir. Zira iman, kalbe ilâhî bir kudretin nüfuz etmesi, insanı fâni güçlerle değil, sonsuz bir kuvvetle donatmasıdır. Bunun canlı örneği, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Talut ve Calut kıssasında karşımıza çıkar.
Talut’un öncülüğünde yola çıkan ordu, ilk sınavını bir nehir kenarında verdi. Suyun cazibesiyle birçok kişi nefsine uyarak ondan doyasıya içti. Ancak Rabbimizin Talut’un diliyle bildirdiği üzere bu bir imtihandı. “Kim ondan içerse benden değildir…” Nehri geçen ama azıyla yetinip imtihanı geçenlerle birlikte iman ordusu teşekkül etti. Sayıca az ama kalben güçlü olan bu topluluk, karşısında Calut’un dev ordusunu buldu. O anda bazıları “Gücümüz yetmez” dese de, Allah’a kavuşacaklarına yakinle inananlar, kalpleri Allah’a dayananlar şu tarihi cümleyi söylediler:
> “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir.” (Bakara, 2/249)
Bu sadece bir tarihi hadise değil, her çağda geçerli bir iman hakikatidir.
Musa Aleyhisselam ve Kızıldeniz
Firavun’un ordusu arkada, deniz önde. Bütün kapılar kapalı gibi. İsrailoğulları korku içinde, ama Musa (as) imanın teslimiyetiyle şöyle dedi:
> “Hayır! Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.” (Şuara, 26/62) Ve deniz yarıldı. İman, tabiat kanunlarını dahi aşarak yol açtı.
Bedir’de Üç Yüz Kişi
Bedir Savaşı’nda sayıca ve teçhizatça yetersiz Müslümanlar, bin kişilik müşrik ordusuna karşı dimdik durdular. Zira yanlarında Allah vardı. Cenab-ı Hak buyurdu:
> “Andolsun, siz zayıf durumda iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. Öyleyse Allah’tan sakının ki şükretmiş olasınız.” (Al-i İmran, 3/123)
İmanın Maddi Güce Galebesi
İman, sadece bir duygu değil; bir hakikat perspektifidir. Korkuyu ümide, acziyeti kuvvete, yalnızlığı Rabbin huzuruna çevirir. Bu yüzden müminin ordusu kalbindedir. Kalbi kuvvetli olan, bedenin zayıflığını unutur. Tıpkı Davut’un (as) Calut’u tek bir taşla yenmesi gibi. Küfür, ne kadar kalabalık olursa olsun, bir araya gelmiş pamuk gibidir. İman ise, küçücük bir kıvılcımda bile çelik gibi bir dayanıklılık taşır.
> “Eğer Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Ama sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir?” (Al-i İmran, 3/160)
Bugün İçin Ders
Bugünün dünyasında da benzer tablolar yaşanıyor. Manevi değerler örseleniyor, görünürde güçlü olanlar hakka karşı tahakküm kurmaya çalışıyor. Lakin unutmamak gerekir ki: İmanlı bir kalp, Allah’ın yardımını celb eder. Zafer sayıda değil, sadakattedir. Güçte değil, güvendedir.
Son Söz: Bir avuç suyla yetinen o müminler, Allah’a olan bağlılıklarıyla tarihe iz bıraktı. Onların sayıca azlığı değil, imanlarının çokluğu kazandırdı. Bugün de, sayımız az olsa da, imanla hareket edenler, Allah’ın nusretiyle galip gelir. Çünkü Allah, “Sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/249)
“Göklerde ve yerde bulunan her canlı tüm ihtiyaçlarını O’ndan ister. O ise, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma hâlindedir.” Rahmân Sûresi(55) 29. Ayet.
Her An Bir İş Üzeredir: Rahmân Sûresi 29. Ayeti Üzerine Bir Tefekkür
“Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O ise, her an bir iştedir.” (Rahmân, 55/29)
Kur’ân-ı Kerim’in en derin mânâlarından biri, Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve kesintisiz faâliyetini insan idrakine sunmaktır. Rahmân Sûresi’nin 29. âyeti bu hakikati öyle bir veciz şekilde dile getirir ki, sadece ilâhî kudretin büyüklüğünü değil, aynı zamanda kulluk bilincinin temelini de ortaya koyar.
İlâhî Kudretin Sonsuz Tecellîsi
“Küllü men fîs semâvâti vel ardı yes’elûnehû…” “Göklerde ve yerde olan herkes O’ndan ister.” Bu cümleyle başlayan ayet, tüm varlıkların Allah’a yönelişini tasvir eder. İnsan, hayvan, melek, cin… Bilinçli veya bilinçsiz; farkında olarak ya da fıtrî bir yönelişle her mahlûk ihtiyaç sahibidir ve bu ihtiyacını yalnız Allah’tan ister. Çünkü ihtiyaçlara cevap verecek yegâne güç O’nundur.
İşte bu yöneliş, Allah’ın Rahmân isminin tecellîsidir. O, bütün varlıkları kuşatıcı rahmetiyle donatmış, ihtiyaçları yaratmış, sonra da onlara cevap verecek rızkı, hikmeti ve şifayı halk etmiştir.
Her An Yeni Bir Tasarruf
“Kulle yevmin hüve fî şe’n.” “O ise, her an bir iştedir.”
İlâhî fiil ve yaratma bir defaya mahsus değildir. Allah, sadece ilk yaratılışta değil, her an yeni bir yaratma, irade, idare ve tasarruf içindedir. Kâinatın düzeni; yıldızların hareketi, mevsimlerin dönüşü, bir yaprağın düşüşü, kalpteki atım, hücredeki yenilenme… Bunların her biri, her an süren bir ilâhî müdahalenin, bir ilim, hikmet ve irade tecellîsinin sonucudur.
Bu durum, Allah’ın Hayy ve Kayyûm isimlerinin tecellîsidir. O, canlıların hayat kaynağıdır (Hayy), ve bütün varlıkları ayakta tutan, devam ettiren (Kayyûm) yalnızca O’dur. Hiçbir varlık kendi başına varlığını sürdüremez; varlığını O’nun dâimî fiiline borçludur.
Tecellîlerin Çeşitliliği: İsim ve Sıfat Boyutu
Her an iş başında olmak, Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarının sürekli ve çeşitli tecellîsini gerektirir. Bir yerde Rezzâk ismiyle rızık verirken, başka bir yerde Şâfi ismiyle şifa bahşeder. Bir kalpte Hâdi ismiyle hidayet doğururken, başka bir kalpte Müzekkî ismiyle tezkiye eder. Alîm, Hakîm, Latîf, Vedûd, Cebbâr, Müntekim… Sayılamayacak kadar çok ismiyle her an varlık sahnesinde yeni bir tecellî yaratır.
Bu da gösteriyor ki Allah’ın tasarrufu tek yönlü değildir. Her ismin bir mazharı vardır ve her mazhar, o ismin hakikatini taşır. İşte kâinat, Allah’ın isimlerinin sergilendiği bir vitrin gibidir; her şeyde bir ilâhî isim yazılıdır.
Kulluğun Şuuruyla Yaşamak
Bu ayetin insana en büyük dersi ise şudur: Sen her an Allah’ın gözetimindesin. O, seni unutmaz; sen de O’nu unutma. O her an iş başındaysa, senin de her an O’na yönelmen gerekir. Her şey O’ndan isteniyor ve her şey O’nunla oluyor. Öyleyse, ihtiyacını başkasında değil, doğrudan O’nda ara. Dertlerinle O’na yönel, nimetler karşısında O’na şükret. Çünkü O, her an yeni bir yaratış, yeni bir cevap, yeni bir rahmet ile seni kuşatmaktadır.
Sonuç: Ayetle Yaşamak
Rahmân Sûresi 29. Ayeti bir “ayet-i kübrâ”dır, yani büyük bir delildir. Allah’ın mutlak rubûbiyetine, sürekli tecellî eden rahmetine, her an diri olan kudretine işaret eder. Bu ayetle yaşayan bir kalp, daima diri olur; gafletten uyanır ve kulluk şuuruyla derinleşir.
Unutma: Sen her an O’ndan istiyorsun ve O da her an sana cevap veriyor.