SON MAKALELER-YOUTUBE’LERİM ve SON YAZILARIM

 

 

  1.  SON MAKALELER

  2. SON MAKALELER – 2 –

  3. DİJİTAL TEFEKKÜR – Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

  4.  

    SESLİ-VİDEO-ZENGİN İSLAM BİLGİ ARŞİVİ Uygulama indir 

   https://drive.google.com/file/d/1CTPZ5oSy006aSfsCh5-9BUVcUKRjbi12/view?usp=drivesdk

5– 6 ŞUBAT DEPREMİ: *DEPREMLE İMTİHANIMIZ DEVAM EDİYOR

6 YOUTUBE’LER VE TELEGRAMLAR

7GAZZE VE İSRAİL VAHŞETİ-YAHUDİLİK

8- Ahiret ahvali- Mehmet Özçelik’in kitabını özetler misin?

9Risale-i Nur Külliyatı’ndan Konularına Göre VECİZ SÖZLER- Mehmet Özçelik’in kitabını özetler misin?

10MİRAÇ HAKİKATI

11MAKALE VE VİDEOLARIM

12RAMAZAN ÜZERİNE

1323 MART BEDİÜZZAMAN HAFTASI

14- KURBAN ÜZERİNE

15RÂGIB el-İSFAHÂNÎ’DE ADALET KAVRAMI

16- JOHN CALVİN KADERCİLİK DOKTRİNİ VE KUR’AN’DAKİ AYETLER BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME – Sayfa 153 -de

 

WHATSAPP’TA TAKİP ET
İSLAM BİLGİ ARŞİVİ
https://whatsapp.com/channel/0029VaekzTeIyPtKQ2dbGh20

Radyo Mehmet Özçelik

www.mehmetözçelik.com.tr

 

       
 

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2021

ARŞİVİM ve NURLU HAKİKATLER APK-SI-

https://archive.org/details/@mozcelik02

*NURLU HAKİKATLER APK-SI-İNDİR-İZİN VER

https://cloud.degoo.com/share/5W5sX7_c8r8V7ip72skheQ 

 

 

 
 

Loading

No ResponsesOcak 1st, 2021

TÜM YOUBE VİDEOLARI TEK BİR LİNKTE

MEHMET ÖZÇELİK- Tüm Eserleri

KUR’AN DENİZİNDEN DAMLALAR-TEFEKKÜR DÜNYASI-SESLİ ESERLER

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR-624 video

TEFEKKÜR –484 video

TEFEKKÜR-TEFSİR-KURAN-ALLAH-AHİRET-MUHTELİF KONULAR

NURLU HAKİKATLAR- 424 video

Loading

No ResponsesMayıs 23rd, 2020

YOTUBEDEKİ KONULARINA GÖRE VİDEOLARIM-2-

TESBİTLER

KUR’AN-I KERİM VE TEFSİR

TEFSİR DERSLERİ

TEFEKKÜR DÜNYASI

KUR’AN-I KERİM VE TEFSİR- ARAPÇA CELALEYN ÜZERİNE

HAYATA DAİR-TEFEKKÜR DÜNYAMIZDAN

Loading

No ResponsesMayıs 20th, 2020

YOTUBEDEKİ KONULARINA GÖRE VİDEOLARIM

YOTUBEDEKİ KONULARINA GÖRE VİDEOLARIM

 

TEFEKKÜR DÜNYASI

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXVX9aw4IdwiusGEaSynljy

SESLİ İBRETLİ- DÜŞÜNDÜREN ESERLER

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX1WF4TPZhoDEhXYnYJgwiU

ARAPÇA CELALEYN TEFSİRİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSE4Wv7SC36FbTsfeJYQLL

 

Loading

No ResponsesMayıs 19th, 2020

TELEGRAM ARŞİVİ

ARŞİV-SESLİ ESERLER-MAKALELER
https://t.me/Tesbitler

https://t.me/tesbitler02

https://t.me/tesbitlerpdf

https://t.me/kddtefsir 

https://t.me/kurandenizindendamlalar   

https://t.me/radyosohbetlerimp3

https://t.me/tefekkurdunyasi 

Loading

No ResponsesMart 4th, 2020

MASAÜSTÜ RADYO PLAYER-İNDİR-BİLGİSAYARINDA DİNLE

Loading

No ResponsesKasım 12th, 2019

TEFSİR VE SOHBET VİDEOLARI

KUR’AN DENİZİNDEN DAMLALAR-TEFEKKÜR DÜNYASI-SESLİ ESERLER

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUaKOcG2_ckoYyETBkd6M_P

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR-624 video

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQgK90GAEjg4Zl5B4qjz4kRWbolcb9Md

TEFSİR DERSLERİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQgK90GAEjjViGYF5mLMKNNOmA07Nlkg

CELALEYN ÜZERİNE

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQx5BUZ40juu5a3z8NPhFsv9e96x6oGgU

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWxzl9g1JrFTZbeoYJe_GVr

ARAPÇA CELALEYN TEFSİRİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSE4Wv7SC36FbTsfeJYQLL

SESLİ ÇANTAY MEALİ https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVU1guCMJYzeMrZKc2fxpcjj

TEFSİR DERSLERİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQgK90GAEjjViGYF5mLMKNNOmA07Nlkg

 

Loading

No ResponsesEkim 2nd, 2019

DEV ARŞİV-1-

Loading

No ResponsesAğustos 11th, 2019

PLAY STORE- DAKİ UYGULAMAM

https://goo.gl/tbJDWm

Loading

No ResponsesAğustos 5th, 2019

TÜM UYGULAMALARIM

TÜM UYGULAMALARIM

Play store uygulaması- NURLU HAKİKATLAR-indir-izin ver ve Yükle

https://cloud.degoo.com/share/5W5sX7_c8r8V7ip72skheQ

 

Loading

No ResponsesTemmuz 28th, 2019

KUR’AN-I KERİM’DE GEÇEN ESMA-İ HÜSNA VE ANLAMLARI

KUR’AN-I KERİM’DE GEÇEN ESMA-İ HÜSNA VE ANLAMLARI

 

 

ÖNSÖZ (Takdim)

Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, O’nun güzel isimlerinin en kâmil aynası olan Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), âline ve ashâbına olsun.

İslâmî ilimlerin şerefi, mevzusunun şerefi nisbetindedir. Bu cihetle, Zât-ı Akdes’in (c.c.) kemâl sıfatlarını ve kâinatla olan münasebetini tasvir eden Esmâ-i Hüsnâ bahsi, şüphesiz ilimlerin en mühim ve en derûnî olanıdır. İnsanın bu hayattaki en ulvî gayesi olan “Marifetullah” (Allah’ı tanımak), ancak O’nun Zâtını bizlere tarif eden bu mübarek isimlerin tefekkür ve idrakiyle mümkündür.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde bizlere Zâtını bizzat Kendi isimleriyle tanıtır ve şöyle buyurur: “En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf 7:180)

Hadîs-i şerîflerde 99 isim üzerinde hususiyetle durulmuşsa da Kur’ân-ı Kerîm okyanusuna nazar edildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını tasvir eden isim, sıfat ve fiilî tecellîlerin bu adedin çok fevkinde olduğu müşahede edilir.

İşte elinizdeki bu mütevazı çalışma, Esmâ-i Hüsnâ hakikatine Kur’ân-ı Kerîm’in cihan şümul penceresinden bakma gayretinin bir mahsulüdür. Bu araştırmada, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen 358 adet İlâhî isim, sıfat, fiilî tecellî ve terkip tespit edilmiştir.

Bu çalışmanın usûlü, isimleri sadece sıralamak değil, aynı zamanda her bir ismin:

  1. Anlamını (Lügat ve ıstılahî manasını),
  2. İsmin zikredildiği İlgili Ayet-i Kerimeyi (TDV Mealinden iktibasla) ve
  3. O manayı teyit eden veya o ismin fiilî bir tecellîsini gösteren Muradifi (eş anlamlı) Ayet-i Kerimeyi

bir arada sunmaktır. Bu suretle, her bir ismin Kur’ân bütünlüğü içinde nasıl bir fiile ve kudrete işaret ettiği, kâinattaki hangi tecellîye nazar ettirdiği gösterilmek istenmiştir.

Gayemiz, bu mübarek isimlerin adedini saymaktan (ihsâ) ziyade, o isimlerin ihtiva ettiği sonsuz manaları tefekkür etmek, idrak etmeye çalışmak ve bu isimlerin tecellîlerini kendi hayatımızda ve tabiat sahifelerinde okumak için bir anahtar sunmaktır.

Cenâb-ı Hak, bu çalışmayı rızasına muvafık kılsın, Esmâ-i Hüsnâ’sının hakikatlerini kalplerimize nakşetsin ve bizleri o isimlerin tecellîlerine mazhar eylesin. Âmin.

 

 

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı (en güzel isimleri), İslâmî ilimlerin en mühim ve en şerefli mevzularından biridir. Bu isimler, Zât-ı Akdes’in kemâl sıfatlarını ve mahlukat ile olan münasebetini tasvir eder.

Cenâb-ı Hak, A’râf Sûresi’nde şöyle buyurur:

“En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf 7:180)

Hadîs-i şerîflerde 99 isim (Tirmizî, “De’avât”, 82) zikredilmişse de, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’de geçen ilâhî isim ve sıfatlar bu sayının çok üzerindedir. Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamını, anlamlarını, geçtiği ayetleri ve manaca muradifi (eş anlamlısı veya o manayı teyit eden) ayetleri tam bir liste halinde sunmaya çalışacağız.

Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikredilen ve en temel kabul edilen bazı isimler üzerinden, bir numune çalışması takdim ediyorum:

  1. Allah (الله)
  • Anlamı: İsm-i Zât’tır (Zât’ın özel adıdır). Varlığı zorunlu olan (Vâcibü’l-Vücûd), ibadete lâyık yegâne mâbud, bütün kemal sıfatları kendinde toplayan ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Zât’ın ismi. Diğer bütün isimler bu İsm-i Celâl’e sıfat veya unvan olur.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevhid ve Vahdâniyet):

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.'” (İhlâs 112:1-4)

  1. Er-Rahmân (الرحمن)
  • Anlamı: Rahmeti cihan şümul olan. Dünyada mü’min veya kâfir ayırt etmeksizin bütün mahlukata merhamet eden, rızıklarını veren. Rahmetin en geniş manasıdır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” ( A’râf 7:156)

  1. Er-Rahîm (الرحيم)
  • Anlamı: Çok merhamet edici. Rahmetin hususi bir tecellisidir; bilhassa ahirette rahmetini sadece mü’minlere hasreden, onları ebedî nimete kavuşturan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mü’minlere Hususi Rahmet):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)

  1. El-Melik (الملك)
  • Anlamı: Mülkün hakiki ve ebedî sahibi. Kâinatın mutlak hükümdarı. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkün Yegâne Sahibi):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  1. El-Kuddûs (القدوس)
  • Anlamı: Her türlü noksanlıktan, eksiklikten, aczden ve mahlukata ait sıfatlardan münezzeh (uzak) ve pâk olan. Mutlak kemal sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten münezzeh, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Noksanlıktan Münezzeh Oluşu):

“Gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla gör3endir.” (Şûrâ 42:11)

  1. El-Alîm (العليم)
  • Anlamı: İlmi her şeyi kuşatan. Geçmişi, geleceği, gizliyi, açığı, kalplerde olanı, en küçük teferruatı dahi eksiksiz bilen. İlmi ezelî ve ebedî olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan ancak sensin.'” (Bakara 2:32)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Kuşatıcılığı):

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6:59)

  1. El-Hakîm (الحكيم)
  • Anlamı: Bütün işleri ve emirleri hikmetli olan. Her şeyi yerli yerine koyan, abes (boş) ve faydasız iş yapmayan, mutlak hüküm sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bu ifade Kur’ân’da pek çok defa “Azîz” ismiyle beraber (el-Azîzü’l-Hakîm) geçer, misal: Bakara 2:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükmün Hikmeti):

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi değil midir?” (Tîn 95:8)

 

İşte bir başka grup ilâhî isim ve Kur’ân-ı Kerîm’deki tecellîleri:

  1. El-Fettâh (الفتاح)
  • Anlamı: “Feth” kökünden gelir. Maddî ve mânevî her türlü darlığı, müşkülatı ve kapalılığı açan. Hayır kapılarını, rahmet hazinelerini, rızık yollarını açan. Aynı zamanda, kulları arasında hüküm veren, kimin haklı kimin haksız olduğunu ortaya çıkaran (hâkim) manasına da gelir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmet kapılarını açması):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  1. Er-Rezzâk (الرزاق)
  • Anlamı: Rızkı yaratan ve bol bol veren. Sadece maddî gıdaları değil, ilim, hikmet, iman gibi mânevî rızıkları da ihsan eden. “Râzık” rızık verendir, “Rezzâk” ise bu fiili kesintisiz, mübalağalı (çok yoğun) ve cihan şümul bir surette yapandır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızkın kefaleti):

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)dır.” (Hûd 11:6)

  1. El-Latîf (اللطيف)
  • Anlamı: İki temel manası vardır:
    1. İlmi en gizli, en ince, en derûnî noktalara nüfuz eden. Hiç kimsenin muttali olamayacağı incelikleri bilen.
    2. Kullarına karşı son derece lütufkâr ve nâzik olan. Onlara rızıklarını ve ihtiyaçlarını, hiç beklemedikleri ve tahmin edemedikleri en nâzik yollardan ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:103)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütfun tecellisi):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

  1. El-Habîr (الخبير)
  • Anlamı: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından ve derûnî yapısından haberdar olan. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmayan. (Genellikle “Latîf” ve “Alîm” isimleriyle beraber gelerek, ilmin derinliğini ve teferruatını vurgular).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şü1phesiz Allah hakkıyla bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurât 49:13)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Haberdar olmanın isbatı):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk 67:14)

  1. El-Gafûr (الغفور) / El-Gaffâr (الغفار)
  • Anlamı: Mağfireti (bağışlaması) çok bol olan. Günahları örten, cezadan vazgeçen. “Gafûr”, mağfiretin çokluğunu; “Gaffâr” ise (mübalağa sigası olarak) kullar tekrar tekrar günah işlese de tevbe ettikçe sürekli ve kesintisiz bağışlayan manasını ihtiva eder.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Gafûr):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.'” (Fâtır 35:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mağfiretin genişliği):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)

 

  1. El-Azîz (العزيز)
  • Anlamı: İzzet, şeref ve galibiyet sahibi. Mutlak güç sahibi, hiçbir surette mağlup edilemeyen, her işinde mutlak galip olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz, rızkı veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58) – Düzeltme: Bu ayet Rezzâk ve Metîn isimlerini zikreder. Azîz ismi için daha sık geçen bir misal:

“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten münezzeh, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1) – Bu ayette “el-Azîzi’l-Hakîm” olarak geçmektedir.

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İzzet ve Galibiyet):

“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)

  1. Es-Semî’ (السميع)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten. Gizli-açık, fısıltı veya kalpten geçenleri, mahlukatın bütün seslerini aynı anda, birbirine karıştırmadan duyan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı.” (Bakara 2:127)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitmenin kuşatıcılığı):

“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin karşılıklı konuşmanızı işitir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Mücâdele 58:1)

  1. El-Basîr (البصير)
  • Anlamı: Her şeyi eksiksiz ve bütün teferruatıyla gören. Karanlıkta yürüyen karıncayı, yerin derûnî katmanlarındaki hareketleri, kulların zahiri ve dahilî bütün fiillerini nazarı altında tutan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ 17:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Görmenin keyfiyeti):

“Üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara bakmazlar mı? Onları (havada) ancak Rahmân tutar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.” (Mülk 67:19)

  1. El-Hakem (الحكم) / El-Adl (العدل)
  • Anlamı: Hüküm veren, hak ile bâtılı ayıran mutlak hâkim. (El-Adl ismi, Kur’ân’da bu lafızla geçmemekle birlikte, “adl” kökü ve El-Hakem ismi, O’nun mutlak adaletini ifade eder.) O, zerre kadar haksızlık yapmayan, hükmü sorgulanamayan, en âdil karar vericidir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Hakem):

“De ki: ‘Size kitabı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indiren O iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (En’âm 6:114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin tecellisi):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

  1. El-Cebbâr (الجبار)
  • Anlamı: İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla da olsa yaptıran (bu mana, mahlukat için zulüm iken, Hâlık için mutlak adalettir). Aynı zamanda “cebr” kökünden, kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dertlere derman olan manasına da gelir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hâkimiyet):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini idrak etmeyi ve hayatımıza aksettirmeyi nasip eylesin. Arzu ederseniz, bu muhtevayı başka isimlerle zenginleştirmeye devam edebiliriz.

 

****************   

Bu isimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki icraatını ve mahlukatı ile olan münasebetini anlamamız için birer penceredir.

  1. El-Hâlık (الخالق)
  • Anlamı: Yoktan var eden, yaratan. Takdir ettiği, planladığı ölçüye göre, bir şeyin bütün dahilî ve zahirî yapısını belirleyip onu icat eden. Her şeyin yaratıcısı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın isbatı):

“İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlıktır).” (En’âm 6:102)

  1. El-Bâri’ (البارئ)
  • Anlamı: Yoktan var ettiği mahlukatını, bir model veya numune olmaksızın, kusursuz ve âhenkli bir yapıda icat eden. Birbirinden farklı yapılarda, intizamla yaratan. (Bu isim, yaratılıştaki özgünlüğü ve intizamı vurgular).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kusursuz Yaratılış):

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)

  1. El-Musavvir (المصور)
  • Anlamı: Mahlukata “suret” (şekil, biçim) veren. Her bir varlığa, kendine mahsus, hikmete uygun en güzel şekli ve simayı veren. Yaratılışın son safhasını, yani estetik ve zahiri yapısını tamamlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahimlerde şekil verme):

“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:6)

(Not: Haşr Sûresi 24. ayet-i kerimesi, “el-Hâlık”, “el-Bâri'” ve “el-Musavvir” isimlerini bir arada zikrederek, yaratılışın planlama, icra ve şekil verme safhalarını harika bir bağlantı içinde tasvir eder.)

  1. El-Kahhâr (القهار)
  • Anlamı: Her şeye galip gelen, iradesine karşı durulamayan. Bütün mahlukatı kudreti altında tutan, isyankârları ve zâlimleri kahreden, mutlak hâkimiyet sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Hâkimiyet):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. El-Vehhâb (الوهاب)
  • Anlamı: Karşılıksız olarak çokça hibe eden, bağışlayan. Hiçbir menfaat gözetmeden, lütfundan devamlı ve bol miktarda nimetler (mal, mülk, ilim, hidayet, evlat vb.) bahşeden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın.'” (Âl-i İmrân 3:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmet Hazineleri):

“Yoksa, mutlak güç sahibi ve çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd 38:9)

Bu mübarek isimlerin tefekkürü, imanımızın derûnîleşmesine vesiledir.

Esmâ-i Hüsnâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’deki tecellîlerini tefekkür etmeye vesiledir.

  1. El-Alî (العلي)
  • Anlamı: Yüceler yücesi. Şan, şeref, izzet ve mertebe açısından en yüce olan. Mahlukatın tasavvur edebileceği her türlü yükseklik mertebesinin fevkinde (üstünde) olan. Kadrine ve mertebesine hiçbir aklın tam manasıyla yetişemeyeceği mutlak yücelik sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara 2:255 – Âyetü’l-Kürsî’nin sonu)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Yücelik):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  1. El-Kebîr (الكبير)
  • Anlamı: En büyük. Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti idrak edilemeyecek kadar büyük olan. Kibriyâ (büyüklük) O’na mahsustur. Her şey O’nun büyüklüğü karşısında küçük kalır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür, çok yücedir.” (Ra’d 13:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Büyüklüğün Tek Sahibi):

“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)

  1. El-Hafîz (الحفيظ)
  • Anlamı: Muhafaza eden, koruyup gözeten. Bütün kâinatı ve içindekileri ilmiyle ve kudretiyle tutan, dengede tutan, bozulmaktan ve yok olmaktan koruyan. Aynı zamanda kullarının amellerini zayi etmeden muhafaza eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hûd 11:57’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kâinatın Muhafazası):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. El-Hasîb (الحسيب)
  • Anlamı: Hesaba çeken. Kullarının hayat boyunca yaptığı her şeyin hesabını en ince teferruatına kadar bilen ve kaydeden, ahirette karşılığını eksiksiz verecek olan. Aynı zamanda (hesap olarak, kifayet olarak) kuluna yeten, vekil olarak kâfi gelen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar (peygamberler), Allah’ın vahiylerini tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve O’ndan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Allah, hesap görücü olarak yeter.” (Ahzâb 33:39)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Şaşmazlığı):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

  1. El-Kerîm (الكريم)
  • Anlamı: Kerem’i (cömertliği) çok bol olan. Karşılıksız veren, ihsanı sonsuz olan. İstenmeden veren, vaadini mutlaka yerine getiren, kendisine sığınanı himaye eden ve affı çok olan, en şerefli.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhsanın Genişliği):

“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.” (En’âm 6:160)

 

  1. Er-Rakîb (الرقيب)
  • Anlamı: Gözetleyen, nazarı altında tutan. Bütün mahlukatı her an, her halleriyle gözetleyen, ilmiyle kuşatan. Hiçbir şey O’nun murakabesinin (gözetiminin) dışında kalamaz.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı1 gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisâ 4:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gözetlemenin Keyfiyeti):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. El-Mucîb (المجيب)
  • Anlamı: Dualara icabet eden, karşılık veren. Kendisine yönelen kullarının isteklerini, yalvarışlarını işiten ve onlara cevap veren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yok. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli3 kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim, (duaları) hakkıyla işitendir, (onlara) çok yakındır (kabul edendir).'” (Hûd 11:61)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Duaya İcabet):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Vâsi’ (الواسع)
  • Anlamı: İlmi, rahmeti, mülkü ve ihsanı geniş olan, her şeyi kuşatan. Mahlukatını rızıklandırırken darlığa düşmeyen. Sıfatları sınırsız ve cihan şümul olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” (Bakara 2:115)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik.’ Allah, şöyle dedi: ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.'” (A’râf 7:156)

  1. El-Vedûd (الودود)
  • Anlamı: Mahlukatını çok seven (muhib) ve sâlih kulları tarafından çok sevilen (mahbub). Sevgisi derûnî ve ihsanıyla zahiri olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir.” (Burûc 85:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sevginin İsbatı):

“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân 3:31)

  1. El-Vekîl (الوكيل)
  • Anlamı: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilip dayanılan. Mahlukatının işlerini en mükemmel surette yürüten, onların ihtiyaçlarını karşılayan. Kendisine tevekkül edenlere kâfi gelen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevekkül ve Kifayet):

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)

 

  1. El-Kavî (القوي)
  • Anlamı: Mutlak kuvvet sahibi. Gücü her şeye yeten, kudreti sonsuz olan, asla acziyet ve yorgunluk göstermeyen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, mutlak galiptir.” (Hac 22:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kuvvetin Yegâne Sahibi):

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’tan başkasını (O’na) eşler koşar da, onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu anlayabilselerdi.” (Bakara 2:165)

  1. El-Metîn (المتين)
  • Anlamı: Çok sağlam, sarsılmaz kudret sahibi. Kuvveti kesintiye uğramayan, yapısı ve ahdi çok metin (sağlam) olan. (El-Kavî kuvvetin büyüklüğünü, El-Metîn o kuvvetin devamlılığını ve sarsılmazlığını ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudretin Devamlılığı):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. El-Velî (الولي)
  • Anlamı: Mü’minlerin dostu, yardımcısı, koruyucusu ve işlerini üzerine alan. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak yeter. Allah, yardımcı olarak da yeter.” (Nisâ 4:45)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dostluğun İsbatı):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)

  1. El-Hamîd (الحميد)
  • Anlamı: Bütün hamdlerin (övgülerin) yegâne sahibi. Yaptığı bütün işler güzel ve övgüye lâyık olan. Mahlukatı O’nu hamd etse de etmese de, Zâtında övülmüş (Hamîd) olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır, övülmeye lâyık olandır.'” (İbrahim 14:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hamdin Mutlak Sahibi):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  1. Eş-Şehîd (الشهيد)
  • Anlamı: Her şeye şahit olan. Hiçbir şey ilminden ve nazarından gizli kalmayan. Her şeyi gören, bilen ve kullarının amellerine ahirette şahitlik edecek olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ 4:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nazarının Kuşatıcılığı):

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)

Bu isimler, Zât-ı Akdes’in Zâtî ve Fiilî sıfatlarını anlamak için en mühim anahtarlardır.

  1. El-Hakk (الحق)
  • Anlamı: Varlığı isbatı zorunlu olan, değişmeyen, gerçek olan. Varlığı ve uluhiyeti mutlak gerçek olan. Hükmü ve sözü hak olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“İşte böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, yücedir, büyüktür.” (Hac 22:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hakikatin Tekliği):

“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O hâlde nasıl oluyor da (haktan) döndürülüyorsunuz?” (Yûnus 10:32)

  1. El-Mü’min (المؤمن)
  • Anlamı: Emniyet veren, güven veren. Kullarına emniyet bahşeden, korkularını gideren. Aynı zamanda, peygamberlerini tasdik eden, iman nurunu kalplere yerleştiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eman Verme Fiili):

“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır.” (Kureyş 106:4)

  1. El-Hayy (الحي)
  • Anlamı: Diri olan. Hayatı ezelî ve ebedî olan. Bütün hayatların kaynağı. Asla ölmeyen, Zâtına uyuklama veya gaflet ârız olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara 2:255)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ebedî Hayat):

“Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.” (Furkân 25:58)

  1. El-Kayyûm (القيوم)
  • Anlamı: Kendi Zâtı ile kaim olan (var olmak için başka bir şeye muhtaç olmayan) ve bütün mahlukatı varlıkta tutan (onların idaresini ve kıyamını temin eden).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Bütün yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ 20:111)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Varlıkta Tutma):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

Bu isimler, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin ve kudretinin cihan şümul tecellîleridir.

  1. Et-Tevvâb (التواب)
  • Anlamı: Tevbeleri çokça kabul eden. Kullarının pişmanlıklarını ve O’na dönüşlerini (tevbelerini) tekrar tekrar kabul eden, tevbe kapısını daima açık tutan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Bakara 2:37)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevbeyi Kabul Fiili):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

  1. El-Afüvv (العفو)
  • Anlamı: Affı çok olan. Günahları sadece örtmek (mağfiret) değil, kökünden silen, âdeta hiç işlenmemiş gibi muamele eden, cezayı ve sorumluluğu tamamen kaldıran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Nisâ 4:99)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Affetme Fiili):

“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)

  1. Er-Raûf (الرؤوف)
  • Anlamı: Şefkati ve merhameti çok derûnî ve ziyade olan (Re’fet). Mahlukatına karşı (bilhassa mü’minlere) çok şefkatli, merhametinin tecellisi çok nâzik ve lütufkâr olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Bakara 2:143’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şefkatin Zahiri Tecellisi):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)

  1. El-Ganî (الغني)
  • Anlamı: Zâtı, sıfatları ve fiilleri açısından hiçbir şeye muhtaç olmayan, mutlak zenginlik sahibi. Her şey O’na muhtaçtır; O ise hiçbir şeye muhtaç değildir (Samed isminin bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Zenginlik):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır, övülmeye lâyık olandır.'” (İbrahim 14:8)

  1. Eş-Şekûr (الشكور)
  • Anlamı: Az amele karşı çok mükâfat veren. Kullarının sâlih amellerini ve şükürlerini zayi etmeyen, bilakis kat kat fazlasıyla karşılayan, kadir bilen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.'” (Fâtır 35:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Az’a Çok Verme):

“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.” (En’âm 6:160)

 

  1. El-Halîm (الحليم)
  • Anlamı: Hilm sahibi; kullarının isyan ve günahları karşısında acele ile ceza vermeyen, onlara mühlet tanıyan. Kudreti olduğu halde affı ve teenniyi (acele etmemeyi) tercih eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı olarak belirtmenizde veya bu isteğinizi içinizde gizlemenizde size bir günah yoktur. Allah, sizin onları anacağınızı bilir. Meşru sözler söylemeniz dışında, sakın onlarla gizlice buluşma yönünde sözleşmeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdeki1ni bilir. Artık O’ndan sakının. Bilin ki Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:235)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Azîm (العظيم)
  • Anlamı: Azamet sahibi, en büyük, en ulu. Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti akıl ile idrak edilemeyecek kadar yüce olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir, büyüktür.” (Şûrâ 42:4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Azametin İsbatı):

“Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer 39:67)

(Aşağıdaki dört isim, Hadîd Sûresi’nde bir arada zikredilmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın varlığının zaman ve mekân ile olan münasebetini mükemmel bir surette tasvir etmiştir.)

  1. El-Evvel (الأول)
  2. El-Âhir (الآخر)
  3. Ez-Zâhir (الظاهر)
  4. El-Bâtın (الباطن)
  • Anlamları:
    • El-Evvel: İlk. Varlığının başlangıcı olmayan, ezelî.
    • El-Âhir: Son. Varlığının sonu olmayan, her şey fena bulduktan sonra bâkî kalacak olan, ebedî.
    • Ez-Zâhir: Zahirî olan. Varlığının delilleri apaçık olan, her şeyde isbatı ve sanatı görünen.
    • El-Bâtın: Derûnî olan. Zâtının hakikati idrak edilemeyen, mahlukatın nazarından gizli olan, her şeyin iç yüzünü bilen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd 57:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Evvel, Âhir ve Bâtın’ın Tecellisi):

“Sen, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28:88)

Bu mübarek isimlerin tefekkürü, imanımızın derûnîleşmesine vesiledir.

  1. El-Müheymin (المهيمن)
  • Anlamı: Gözetip koruyan, nazarı altında tutan. Her şeyi yöneten, murakabe eden ve ilmiyle kuşatan. (Kitap hakkında kullanıldığında) önceki kitapları doğrulayan ve koruyan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gözetim ve Şahitlik):

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)

  1. Es-Selâm (السلام)
  • Anlamı: Her türlü noksanlıktan, afetten ve mahlukata ait sıfatlardan salim (uzak) olan. Kullarına selâmet ve esenlik veren. Hayat ve barışın kaynağı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Selâmet Yurdu):

“Rableri katında onlara esenlik yurdu (Dâru’s-Selâm) vardır. O, yapmakta oldukları salih ameller sebebiyle onların velîsidir (dostudur).” (En’âm 6:127)

  1. El-Vâhid (الواحد) / El-Ahad (الأحد)
  • Anlamı: Tek olan. Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı, benzeri veya dengi bulunmayan. (El-Vâhid: Bir olan; El-Ahad: Yegâne, bölünemez, mutlak tek).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği – Vâhid):

“O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve kahhâr olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim 14:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ahad – Tevhidin İsbatı):

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.'” (İhlâs 112:1-4)

  1. Es-Samed (الصمد)
  • Anlamı: Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı mutlak zenginlik sahibi. İhtiyaçların giderilmesi için yegâne merci.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).” (İhlâs 112:2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muhtaç Olmama):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)

  1. El-Kâdir (القادر) / El-Muktedir (المقتدر)
  • Anlamı: Kudreti her şeye yeten. Dilediğini, dilediği gibi yapmaya gücü yeten. (El-Muktedir, bu kudretin zirvesini ve tam iktidar sahibi olduğunu ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği – Kâdir):

“Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Bakara 2:20)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muktedir):

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)

 

  1. El-Mütekebbir (المتكبر)
  • Anlamı: Büyüklükte (Kibriyâ) eşsiz olan, azamet sahibi. Büyüklük, mahlukat için bir noksanlık ve kibir iken, Hâlık için mutlak kemal ve O’nun hakkıdır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kibriyâ’nın Sahibi):

“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)

  1. Er-Rabb (الرب)
  • Anlamı: Terbiye eden, mülk sahibi, efendi. Bütün mahlukatın idaresini, ihtiyaçlarını ve terbiye süreçlerini (yetiştirilmelerini) cihan şümul bir surette üstlenen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Terbiye Fiili):

“Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir.” (A’lâ 87:1-3)

  1. En-Nûr (النور)
  • Anlamı: Nûrun kaynağı. Gökleri, yeri, kâinatı ve mahlukatın kalplerini aydınlatan. Varlığı zahiri, delilleri apaçık olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Aydınlatma Fiili):

“O, güneşi bir ışık (ziya) kaynağı, ayı da (geceleyin) bir aydınlık (nûr) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma âyetlerini ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10:5)

  1. El-Hâdî (الهادي)
  • Anlamı: Hidayet veren, yol gösteren. Kullarına (irşad yoluyla) ve bütün mahlukata (fıtrî olarak) yollarını ve gayelerini gösteren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’an’ın) Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler, ona inansınlar da kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir.” (Hac 22:54)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Fıtrî Hidayet):

“(Firavun) ‘O hâlde, Rabbiniz kimdir, ey Mûsâ?’ dedi. Mûsâ, ‘Rabbimiz, her şeye yapısını (varlığını) verip, sonra da yol gösterendir’ dedi.” (Tâhâ 20:49-50)

  1. El-Bedî’ (البديع)
  • Anlamı: Emsalsiz, numunesiz, harika bir surette yaratan. Kâinatı başka bir örnek olmaksızın, eşsiz bir sanatla icat eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eşsiz Yaratıcı):

“O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı hâlde nasıl çocuğu olabilir? Hâlbuki O, her şeyi yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilendir.” (En’âm 6:101)

Bu isimler, hayat, ölüm ve mülkün yegâne sahibinin kim olduğunu bizlere tasvir eder.

  1. El-Muhyî (المحيي)
  • Anlamı: Hayat veren, canlandıran. Cansızlara hayatı bahşeden ve ölüleri (ahirette) dirilten.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hayat Verme Fiili):

“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:28)

  1. El-Mümît (المميت)
  • Anlamı: Hayatı alan, ölümü yaratan. Eceli gelen mahlukatın hayatını sona erdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir (el-Muhyî) ve öldürür (el-Mümît). Öyleyse Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.'” (A’râf 7:158)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ölümü Yaratması):

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67:2)

  1. El-Bâis (الباعث)
  • Anlamı: Öldükten sonra (haşirde) tekrar dirilten, kabirlerden çıkaran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ve şüphesiz Allah, kabirlerdeki kimseleri diriltecektir (yeb’asü).” (Hac 22:7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Diriltmenin İsbatı):

“Kendi yaratılışını unutup bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken bu kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:78-79)

  1. Mâlikü’l-Mülk (مالك الملك)
  • Anlamı: Mülkün ebedî ve yegâne sahibi. Mülkünde (kâinatta) dilediği gibi tasarruf eden, O’nun hükmüne kimsenin müdahale edemeyeceği.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükümranlığın Sahibi):

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Diriltir, öldürür. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Hadîd 57:2)

  1. Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm (ذو الجلال والإكرام)
  • Anlamı: Hem Celâl (azamet, büyüklük, heybet) hem de İkrâm (kerem, lütuf, cömertlik) sahibi. Hem heybetiyle nazar edilen hem de ikramıyla umulan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücedir.” (Rahmân 55:78)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bâkî Kalan Yüzü):

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (Rahmân 55:26-27)

  1. El-Kâbıd (القابض)
  2. El-Bâsıt (الباسط)
  • Anlamları:
    • El-Kâbıd: Sıkan, daraltan. Hikmetiyle rızkı daraltan; ruhları (ölüm anında) kabzeden.
    • El-Bâsıt: Açan, genişleten. Lütfuyla rızkı genişleten; rahmetini yayan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği- Fiil olarak):

“Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da ona kat kat karşılık versin! Allah, (rızkı) daraltır (yakbidu) ve genişletir (yebsutu). Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:245)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Daraltma ve Genişletme Fiili):

“De ki: ‘Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.'” (Sebe’ 34:36)

  1. El-Muhît (المحيط)
  • Anlamı: İlmi ve kudretiyle her şeyi kuşatan. Hiçbir şeyin O’nun hâkimiyetinin ve ilminin dışında kalamadığı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır (Muhît).” (Nisâ 4:126)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kuşatmanın İsbatı):

“İyi bilin ki, onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki, O, her şeyi kuşatandır.” (Fussilet 41:54)

  1. El-Vâris (الوارث)
  • Anlamı: Vâris olan. Bütün mülk sahipleri ve mahlukat fena bulduktan sonra, mülkün tek ve ebedî sahibi olarak bâkî kalan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vârislerin En Hayırlısı):

“Zekeriyya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine, ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın’ diye dua etmişti.” (Enbiyâ 21:89)

  1. El-Kâfî (الكافي)
  • Anlamı: Kâfi gelen, yeten. Kullarına hidayet, yardım ve rızık olarak kâfi gelen. Kendisine tevekkül edenlere yeten.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yetme / Vekillik):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

  1. El-Mukît (المقيت)
  • Anlamı: Her mahlukatın rızkını (gerekli gıdasını) yaratan, bilen ve ulaştıran. Aynı zamanda her şeyi gözetip koruyan, her şeye gücü yeten ve yapılanların karşılığını veren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah, her şeyin karşılığını vericidir.” (Nisâ 4:85)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızık Verme Ciheti):

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd 11:6)

  1. El-Mecîd (المجيد)
  • Anlamı: Şanı, şerefi ve kadri pek yüce olan. Fiilleri ve ihsanları güzel ve övgüye lâyık olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir.” (Burûc 85:14-15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hamîd ve Mecîd):

“Dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.'” (Hûd 11:73)

  1. El-Câmi’ (الجامع)
  • Anlamı: Toplayan. Mahlukatı kıyamet günü hesap için bir araya getiren. Birbirine zıt gibi görünen şeyleri bir araya getiren (mesela bedende ruh ile cesedi, hayat ile ölümü).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Rabbimiz! Şüphesiz sen, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allah, va’dinden dönmez.” (Âl-i İmrân 3:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Toplama Fiili):

“De ki: ‘Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür. Sonra sizi, hakkında şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.'” (Câsiye 45:26)

  1. Eş-Şâfî (الشافي)
  • Anlamı: Şifa veren. Maddî ve mânevî hastalıklara, dertlere şifa bahşeden yegâne merci. (Bu isim Kur’ân’da fiil ve sıfat olarak zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Fiil olarak):

(Hz. İbrahim’in (a.s.) duası): “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuarâ 26:80)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şifanın Kaynağı):

“De ki: ‘O (Kur’an), inananlar için bir hidayet ve şifadır.’ İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır (kördür). (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor.” (Fussilet 41:44)

  1. El-Karîb (القريب)
  • Anlamı: Yakın olan. İlmiyle, icabetiyle ve rahmetiyle kullarına çok yakın olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim, (duaları) hakkıyla işitendir, (onlara) çok yakındır.” (Hûd 11:61’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yakınlığın İsbatı):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

 

  1. El-Berr (البرّ)
  • Anlamı: İyiliği, lütfu ve ihsanı bol olan. Kullarına karşı son derece şefkatli ve iyilik (birr) sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz biz, bundan önce O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (el-Berr), çok merhametli (er-Rahîm) olandır.” (Tûr 52:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İyiliğin Tecellisi):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

  1. Zü’ntikâm (ذو انتقام)
  • Anlamı: İntikam sahibi. Suçluları, zâlimleri ve müstehak olanları adaletiyle cezalandıran, mazlumun hakkını alan. (Cenâb-ı Hakk’ın intikamı, şahsî bir öfke değil, mutlak adaletin tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (İbrahim 14:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Cezanın Şiddeti):

“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)

  1. El-Vâli (الوالي)
  • Anlamı: Kâinatı ve bütün işleri idare eden, yöneten (vali). Her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O’nun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri (melekler) vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardı1mcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İdare):

“Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” (Hadîd 57:5)

  1. El-Müteâlî (المتعالي)
  • Anlamı: Yüceler yücesi. Aklın tasavvur edebileceği her şeyin fevkinde (üstünde) olan. Noksanlıklardan ve mahlukata ait özelliklerden son derece münezzeh ve yüce.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik ve Azamet):

“Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer 39:67)

 

  1. El-Mu’izz (المعز)
  2. El-Müzill (المذل)
  • Anlamları:
    • El-Mu’izz: İzzet veren, şereflendiren, aziz kılan.
    • El-Müzill: Zillet veren, alçaltan, hor ve hakir kılan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin (tu’izzu), dilediğini zelil edersin (tüzillu). Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zillet ve İzzetin İsbatı):

“Allah kimi alçaltırsa (yühinillâhu), artık ona saygınlık kazandıracak (mükrime) kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hac 22:18’den bir bölüm)

  1. El-Muksit (المقسط)
  • Anlamı: Adaletle hükmeden, her işi denk ve yerli yerince yapan. Zâlimden mazlumun hakkını alan, adaletli davranan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Sıfat olarak):

“Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli (muksitîn) davrananları sever.” (Mâide 5:42)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin Emri):

“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16:90)

  1. El-Fâtır (الفاطر)
  • Anlamı: Yarıp çıkaran, yoktan var eden. Gökleri ve yeri, başka bir numune olmaksızın, ilk defa yaratan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı (Fâtır) olan, beslediği hâlde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (deni1ldi).'” (En’âm 6:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın Devamlılığı):

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan (Fâtır), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Fâtır 35:1)

 

  1. Er-Refî’ (الرفيع)
  • Anlamı: Yüce olan, dereceleri yükselten. Dostlarını ve sâlih kullarını mânevî mertebelerde yükselten.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükseltme Fiili):

“Ey iman edenler! Size ‘Meclislerde yer açın’ denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size ‘Kalkın’ denildiği zaman da kalkın ki, Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58:11)

  1. El-Muhsî (المحصي)
  • Anlamı: Sayan, tespit eden. Kâinattaki hiçbir şeyin, zerre kadar dahi olsa, ilminin ve hesabının dışında kalmadığı, her şeyi eksiksiz sayan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) sayıp yazmışızdır (ahseynâhu).” (Yâsîn 36:12)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Saymanın Keyfiyeti):

“Andolsun, O, onların hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır (addehum adden).” (Meryem 19:94)

  1. El-Mübdi’ (المبدئ)
  2. El-Mu’îd (المعيد)
  • Anlamları:
    • El-Mübdi’: İlk defa, örneksiz yaratan; yaratılışı başlatan.
    • El-Mu’îd: Yaratmayı iade eden; öldürdükten sonra tekrar dirilten.
  • İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Allah’a ortak koştuklarınız arasında, (birini) ilk defa yaratan, sonra da (kıyamette) onu tekrar diriltecek olan var mı?’ De ki: ‘Allah, ilk defa yaratır (yebdeu) ve onu tekrar diriltir (yu’îduhu). O hâlde nasıl oluyor da (haktan) döndürülüyorsunuz?'” (Yûnus 10:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İade Etmenin İsbatı):

“Gökleri yazılı kâğıt tomarını dürer gibi düreceğimiz günü düşün. Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl yaptıysak (bede’nâ), onu tekrar yapacağız. (Bu,) bizim üzerimize aldığımız bir vaaddir. Biz (vaadimizi) mutlaka yaparız.” (Enbiyâ 21:104)

 

  1. El-Bâkî (الباقي)
  • Anlamı: Bâkî olan, varlığı ebedî olan. Her şey fena bulduktan (yok olduktan) sonra varlığı devam eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (Rahmân 55:26-27)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bâkî Kalan Tek Zât):

“Sen, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28:88)

  1. Ed-Dârr (الضارّ)
  2. En-Nâfi’ (النافع)
  • Anlamları:
    • Ed-Dârr: Zarar veren. Hikmeti icabı, dilediğine (imtihan veya ceza olarak) zarar, darlık ve musibet veren.
    • En-Nâfi’: Menfaat veren. Lütfuyla dilediğine fayda, hayır ve menfaat ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsimlerin masdar/fiil olarak zikredildiği):

“Geride kalan bedevîler sana, ‘Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. Allah’tan bizim için af dile’ diyecekler. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: ‘Eğer Allah size bir zarar (darren) dilerse, yahut bir yarar (nef’an) dilerse, O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.'” (Fetih 48:11)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zarar ve Menfaatin Tek Sahibi):

“De ki: ‘Ben (kendi kendime), Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda (nef’an) elde etmeye, ne de bir zarardan (darren) kurtulmaya güç yetirebilirim. Eğer gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.'” (A’râf 7:188)

  1. El-Mugnî (المغني)
  • Anlamı: Zengin kılan, iğnâ eden. Dilediği kulunu zengin (ganî) kılan, ihtiyaçtan kurtaran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz O, zengin eden (agnâ) ve sermaye veren (aknâ) O’dur.” (Necm 53:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İğnâ Etme Fiili):

“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi (fe-agnâ)?” (Duhâ 93:8)

 

  1. El-Mevlâ (المولى)
  • Anlamı: Efendi, dost, koruyup himaye eden. Mü’minlerin işlerini üzerine alan, onlara yardım eden yegâne sığınak.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Velî / Dost):

“Sizin velîniz (dostunuz), ancak Allah’tır, O’nun Peygamberidir, bir de Allah’ın emrine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Mâide 5:55)

  1. En-Nasîr (النصير)
  • Anlamı: Çok yardım eden, yardımıyla zafere ulaştıran. Kendisine sığınanları zahiri ve derûnî tehlikelere karşı koruyan ve galip getiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yardım Fiili):

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder (yensurkum) ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed 47:7)

  1. El-Mukaddim (المقدم)
  2. El-Muahhir (المؤخر)
  • Anlamları:
    • El-Mukaddim: Öne alan, takdim eden. Dilediğini (hikmetiyle) mertebe, zaman veya mekân olarak öne geçiren.
    • El-Muahhir: Geriye bırakan, tehir eden (erteleyen). Dilediğini (hikmetiyle) geride bırakan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları (yüahhiruhum) belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, ne bir an geri kalabilirler (yeste’khirûne), ne de öne geçebilirler (yestakdimûn).” (Nahl 16:61)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Silme ve Bırakma İradesi):

“Allah, dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)

Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve adaletini, yani havf (korku) ve recâ (ümit) muvazenesini (dengesini) mükemmel bir surette tasvir eden ve Mü’min Sûresi’nde bir arada zikredilen dört mühim sıfat/isim üzerinde duracağız:

  1. Gâfiru’z-Zenb (غافر الذنب)
  2. Kâbilu’t-Tevb (قابل التوب)
  3. Şedîdü’l-Ikâb (شديد العقاب)
  4. Zü’t-Tavl (ذو الطول)
  • Anlamları:
    • Gâfiru’z-Zenb: Günahı bağışlayan. (El-Gafûr ve El-Gaffâr isimlerinin tecellisidir).
    • Kâbilu’t-Tevb: Tövbeyi kabul eden. (Et-Tevvâb isminin tecellisidir).
    • Şedîdü’l-Ikâb: Azabı/cezası çetin (şiddetli) olan. (El-Kahhâr ve Zü’ntikâm isimlerinin tecellisidir).
    • Zü’t-Tavl: Lütuf, kerem ve ihsan sahibi; nimeti bol ve devamlı olan. (El-Vehhâb ve El-Kerîm isimlerinin tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin bir arada zikredildiği):

“O, günahı bağışlayan (Gâfiri’z-Zenb), tövbeyi kabul eden (Kâbili’t-Tevb), azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)

  • Muradifleri / Manayı Teyit Eden Ayetler:
    • (Gâfiru’z-Zenb için):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)

    • (Kâbilu’t-Tevb için):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

    • (Şedîdü’l-İkâb için):

“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)

    • (Zü’t-Tavl için):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

 

  1. El-EkreM (الأكرم)
  • Anlamı: En cömert, keremi en bol olan. Şerefin ve lütfun zirvesi. (El-Kerîm isminin mübalağalı (en üstün) halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Oku! Rabbin en cömert olandır (el-Ekrem). O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak 96:3-5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Cömertlik):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert (el-Kerîm) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  1. El-Hâfıd (الخافض)
  2. Er-Râfi’ (الرافع)
  • Anlamları:
    • El-Hâfıd: Alçaltan. Kibirli ve âsi olanları (hikmetiyle) zillete düşüren.
    • Er-Râfi’: Yükselten. İman ve itaat ehli kullarını (lütfuyla) derecelerde yükselten.
  • İlgili Ayet (İsimlerin sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı, dağlar paramparça olup, dağılıp toz duman hâline geldiği zaman, işte o gün olan olmuş (kıyamet kopmuş)tur. O, (kâfirleri) alçaltıcı (Hâfıda), (mü’minleri) yükselticidir (Râfi’a).” (Vâkıa 56:1-6’dan mana ile 3. ayet)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alçaltma ve Yükseltme Fiili):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin (tu’izzu), dilediğini zelil edersin (tüzillu)…'” (Âl-i İmrân 3:26)

  1. El-Mennân (المنان)
  • Anlamı: İhsan ve lütufları çok bol olan, karşılıksız ve başa kakmadan bolca nimet veren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta (menne) bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân 3:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Karşılıksız İhsan / Vehhâb):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)

  1. Hayru’r-Râzikîn (خَيْرُ الرَّازِقِينَ)
  • Anlamı: Rızık verenlerin en hayırlısı. Rızkı en güzel, en bol ve en hikmetli şekilde yaratan ve ulaştıran. (Er-Rezzâk isminin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hani Havârîler, ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. İsa da, ‘Eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının’ demişti… Meryem oğlu İsa, ‘Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (Hayru’r-Râzikîn)’ dedi.” (Mâide 5:112, 114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Rızık Veren):

“Şüphesiz ki rızık veren (er-Rezzâk), O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

Cenâb-ı Hakk’ın fiillerindeki kemâli ve hayrı ifade eden bazı cihan şümul sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Ahsenü’l-Hâlikîn (أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ)
  • Anlamı: Yaratanların en güzeli. Yaratma fiilini en mükemmel, en sanatlı, en hikmetli ve en estetik surette icra eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sonra o nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan) hâline getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Yapı):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

  1. Hayru’l-Hâkimîn (خَيْرُ الْحَاكِمِينَ)
  • Anlamı: Hâkimlerin / Hüküm verenlerin en hayırlısı. Mutlak adaletle, en doğru ve en hikmetli kararı veren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus 10:109)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükmün Hikmeti):

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi (Ahkemü’l-Hâkimîn) değil midir?” (Tîn 95:8)

  1. Hayru’l-Fâsılîn (خَيْرُ الْفَاصِلِينَ)
  • Anlamı: (Hak ile batılı) Ayıranların / Hüküm verenlerin en hayırlısı. Kıyamet günü, mahlukat arasındaki ihtilafları mutlak adaletle ayırt edip sonuca bağlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı anlatır ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.'” (En’âm 6:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ayırma Fiili):

“Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmedecektir.” (Secde 32:25)

  1. Ehlü’t-Takvâ ve Ehlü’l-Mağfireh (أَهْلُ التَّقْوَىٰ وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ)
  • Anlamı: Kendisinden sakınılmaya (takvâ) en lâyık olan ve (buna rağmen) bağışlamaya (mağfiret) yegâne ehil olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Bununla beraber, Allah dilemedikçe öğüt almazlar. O, kendisinden korkulmaya (takvâya) lâyık olandır, bağışlamaya (mağfirete) ehil olandır.” (Müddessir 74:56)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Takvâ ve Mağfiret Bağlantısı):

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır (Azîzun Gafûr).” (Fâtır 35:28)

 

  1. El-Kâhir (القاهر)
  • Anlamı: Kahreden, mutlak galip gelen. Kullarının üstünde tam bir hâkimiyet sahibi olan. İradesine hiçbir şeyin karşı koyamadığı. (Bu isim, El-Kahhâr isminin (mübalağa sigası) kökü olup, kudretin devamlılığına ve mutlak galebesine işaret eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kahhâr olarak):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen (el-Vâhidü’l-Kahhâr) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

  1. Sâri’u’l-Hisâb (سريع الحساب)
  • Anlamı: Hesabı çok çabuk gören. Bütün mahlukatın hayat boyu yaptığı amellerin hesabını, tek bir anda, en süratli ve en adil şekilde gören.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min 40:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesap görücü / Hasîb):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

  1. El-Vâcid (الواجد)
  • Anlamı: Bulan. Dilediğini dilediği anda bulan, ilmiyle her şeyi tespit eden. Aynı zamanda (El-Ganî gibi) varlıklı, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Seni yetim bulup (fe-vecede) barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş bulup (fe-vecede) doğru yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç içinde bulup (fe-vecede) da zengin etmedi mi?” (Duhâ 93:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhtiyaçsızlık / Ganî):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganî), övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)

  1. El-Mâni’ (المانع)
  • Anlamı: Men eden, engel olan. Hikmeti icabı, dilediği şeyin gerçekleşmesine mâni olan. Veya dilediği kişiyi (koruma maksatlı) kötülüklerden men eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (mumsike) yoktur. Neyi de tutarsa (yumsik), bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Men etme / Alma):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın (tenzi’u)…'” (Âl-i İmrân 3:26’dan bir bölüm)

 

  1. El-Muntekim (المنتقم)
  • Anlamı: İntikam alan. Suçluları, zâlimleri ve müstehak olanları adaletiyle cezalandıran. (Bu, Cenâb-ı Hakk’ın Zü’ntikâm (intikam sahibi) isminin fiilî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Kim, Rabbinin âyetleriyle öğüt verildikten sonra onlardan yüz çevirirse, (bilsin ki) biz, suçlulardan intikam alıcıyız (müntekimûn).” (Secde 32:22)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’ntikâm):

“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (İbrahim 14:47)

  1. Mâliki Yevmi’d-Dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ)
  • Anlamı: Din (Hesap ve Ceza) Gününün Mâliki (Sahibi). O gün geldiğinde, mülkün ve hükmün yegâne sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâlikidir.” (Fâtiha 1:4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (O Günün Tek Hâkimi):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. Kâşifu’d-Durr (كَاشِفُ الضُّرِّ)
  • Anlamı: Sıkıntıyı (Zararı) Gideren. Kullarından belayı, musibeti ve darlığı kaldıran yegâne merci.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa (bi-durrin), onu yine O’ndan başka giderecek (kâşife) yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, (bunu da kimse engelleyemez). Şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (En’âm 6:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sıkıntıyı Giderme):

“(Müşrikler) denizde bir sıkıntıya düştüklerinde, O’ndan başka bütün taptıkları (gözlerinden) kaybolur. (Allah) onları karaya çıkararak kurtarınca da yüz çevirirler. Zaten insan çok nankördür.” (İsrâ 17:67)

  1. El-Gâlib (الْغَالِبُ)
  • Anlamı: Galip olan. İradesini her durumda yürüten, emrine karşı konulamayan, mutlak üstün.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Mısır’da onu satın alan adam, karısına, ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece biz, Yûsuf’u o ülkeye yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğrettik. Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Galibiyetin İsbatı):

“Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)

Cenâb-ı Hakk’ın hüküm ve rahmetindeki mutlak üstünlüğünü ve hayrını ifade eden “en hayırlı” (Hayr) ve “en hikmetli” (Ahkem) sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Ahkemü’l-Hâkimîn (أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ)
  • Anlamı: Hükmedenlerin en hikmetlisi. Mutlak adalet sahibi, hükmü en doğru, en şaşmaz ve en hikmetli olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi değil midir?” (Tîn 95:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hüküm Sahibi / El-Hakem):

“De ki: ‘Size kitabı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indiren O iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (En’âm 6:114)

  1. Hayru’l-Fâtihîn (خَيْرُ الْفَاتِحِينَ)
  • Anlamı: Hüküm verenlerin / (Hayır kapılarını) açanların en hayırlısı. Hak ile bâtıl arasında en âdil ve en net hükmü veren. (El-Fettâh isminin bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Eğer Allah bizi ondan (dininizden) kurtardıktan sonra sizin dininize dönersek, Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe, ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.” (A’râf 7:89)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):

“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)

  1. Hayru’l-Gâfirîn (خَيْرُ الْغَافِرِينَ)
  • Anlamı: Bağışlayanların en hayırlısı. Affı en geniş, mağfireti en kâmil olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Mûsâ, kavmi için içlerinden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca Mûsâ, dedi ki: ‘Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla, bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.'” (A’râf 7:155)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Gafûr):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)

  1. Hayru’r-Râhimîn (خَيْرُ الرَّاحِمِينَ)
  • Anlamı: Merhamet edenlerin en hayırlısı. Rahmeti en derûnî, en cihan şümul ve en kâmil olan. (Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimlerinin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Rabbim! Bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!'” (Mü’minûn 23:118)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik.’ Allah, şöyle dedi: ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.'” (A’râf 7:156)

 

  1. Hayru’l-Münzilîn (خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ)
  • Anlamı: İndirenlerin / Konuklayanların en hayırlısı. Gökten rahmet ve bereket indiren; kullarını en güzel mekânlara yerleştiren ve onlara en güzel surette ikramda bulunan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ve de ki: ‘Rabbim! Beni mübarek bir yere kondur. Sen konuklayanların en hayırlısısın.'” (Mü’minûn 23:29)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İkram ve Yerleştirme):

“Andolsun, biz İsrailoğulları’nı güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü ayrılığa düşmüş oldukları şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” (Yûnus 10:93)

  1. Hayru’n-Nâsırîn (خَيْرُ النَّاصِرِينَ)
  • Anlamı: Yardım edenlerin en hayırlısı. Yardımı en kâmil, en tesirli ve en hikmetli olan. (En-Nasîr isminin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Senin için Allah’tan başka ne bir dost (velî), ne de bir yardımcı (nasîr) vardır. Bilakis, Allah senin Mevlâ’ndır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:150’den mana ile)

    • Daha net bir iktibas: “Hayır! Mevlâ’nız Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:150)
  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nasîr olarak):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)

  1. El-Akreb (الأَقْرَبُ)
  • Anlamı: En yakın. Kullarına şah damarlarından daha yakın olan; ilmi, kudreti ve icabetiyle her şeyi ihata eden. (El-Karîb isminin mübalağalı (en üstün) halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat/fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız (akreb).” (Kâf 50:16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Karîb):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-E’lâ (الْأَعْلَى)
  • Anlamı: En Yüce. Mutlak ve en üstün yücelik sahibi. (El-Alî ve El-Müteâlî isimlerinin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Yüce (el-E’lâ) Rabbinin adını tesbih et.” (A’lâ 87:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Alî / El-Kebîr):

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir (el-Alî), büyüktür (el-Azîm).” (Şûrâ 42:4)

 

  1. El-Mubîn (المبين)
  • Anlamı: Apaçık olan, hakikati beyan eden. Varlığı ve birliği zahiri delillerle açık olan; kullarına hakkı ve bâtılı tasvir edip açıklayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- El-Hakku’l-Mubîn):

“O gün Allah, onlara hak ettikleri cezayı tastamam verecek ve onlar, Allah’ın apaçık gerçek (el-Hakku’l-Mubîn) olduğunu bileceklerdir.” (Nûr 24:25)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beyan Etme Fiili):

“Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar (yübeyyinu) ki akıl erdiresiniz.” (Bakara 2:242)

  1. El-Hafiyy (الحفيّ)
  • Anlamı: Lütufkâr, ikramı bol, (kullarına) çok nâzik ve lütuf ile muamele eden. (El-Latîf ismine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(İbrahim) şöyle dedi: ‘Esen kal. Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, bana karşı çok lütufkârdır (Hafiyyen).'” (Meryem 19:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Latîf):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır (Latîf), dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

  1. El-Kefîl (الكفيل)
  • Anlamı: Kefil olan, her şeyi himayesine alan ve yürüten. Kullarının işlerini üzerine alan ve onlara kâfi gelen. (El-Vekîl ve El-Kâfî isimlerine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil tutarak (Kefîlen) sağlamlaştırdıktan sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16:91)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kâfî):

“Allah, kuluna kâfi (bi-kâfin) değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)

  1. Şedîdü’l-Mihâl (شَدِيدُ الْمِحَالِ)
  • Anlamı: Yakalaması, (kâfirlere karşı) tuzağı ve cezalandırması çok çetin (şiddetli) olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gök gürültüsü O’nu hamd ile, melekler de O’na olan korkularından dolayı tesbih ederler. O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele ediyorlar. Hâlbuki O, azabı çok şiddetli (Şedîdü’l-Mihâl) olandır.” (Ra’d 13:13)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tuzak Kuranların Hayırlısı):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve rahmetinin genişliğini tasvir eden “Zü” (Sahibi) ve “Rabb” (İdarecisi) sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Zü’r-Rahme (ذُو الرَّحْمَةِ)
  • Anlamı: Rahmet Sahibi. Rahmeti cihan şümul olan, merhametin kaynağı ve yegâne sahibi. (Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimlerinin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Rabbin, zengindir (el-Ganî), rahmet sahibidir (Zü’r-Rahme). Dilerse sizi yok eder ve sizden sonra yerinize dilediğini getirir; tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi.” (En’âm 6:133)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)

  1. Zü’l-Arş (ذُو الْعَرْشِ)
  • Anlamı: Arş’ın Sahibi. Bütün kâinatı, mülkü ve hâkimiyeti nazarı altında tutan, en yüce makamın (Arş’ın) sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arş’a İstivâ):

“O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ 20:5)

  1. Zü’l-Me’âric (ذِي الْمَعَارِجِ)
  • Anlamı: Yükselme Derecelerinin / Yollarının Sahibi. Meleklerin ve mânevî mertebelerin yükseldiği makamların sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Yükselme yollarının (derecelerinin) sahibi olan Allah katındandır.” (Me’âric 70:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükselme Fiili):

“…O’na ancak güzel sözler yükselir (tövbe, tesbih, zikir ve dua). Salih ameli de O yükseltir. Kötülükleri tuzak olarak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Onların tuzağı boşa çıkar.” (Fâtır 35:10’dan bir bölüm)

  1. Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağrib (رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ)
  • Anlamı: Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi. Bütün cihetlerin (yönlerin) ve mülkün yegâne idarecisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(O) doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin.” (Müzzemmil 73:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkün Sahibi):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasındaki derûnî sanatını ve sözündeki mutlak hakikati tasvir eden bazı sıfatlar üzerinde duracağız.

  1. Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ (فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَىٰ)
  • Anlamı: Taneyi ve çekirdeği (yarıp) filizlendiren. En katı, en cansız görünen tohumların içinden hayatı çıkaran, yaratılıştaki kudretini en ince teferruatta gösteren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O hâlde (haktan) nasıl dönüyorsunuz?” (En’âm 6:95)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratılış Sanatı):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  1. Fâliku’l-Isbâh (فَالِقُ الْإِصْبَاحِ)
  • Anlamı: Sabahı (karanlığı) yarıp çıkaran. Gecenin karanlığından aydınlığı, yani hayatı ve bereketi çıkaran; mahlukatın hayat nizamını kuran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gece ve Gündüzün İdaresi):

“O, geceyi gündüze (onun vaktinden alarak) katar, gündüzü de geceye (onun vaktinden alarak) katar. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fâtır 35:13)

  1. Es-Sâdık (الصَّادِقُ)
  • Anlamı: Sözü ve vaadi doğru olan, mutlak sadakat sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Allah doğru söylemiştir (Sadakallâhu). Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.'” (Âl-i İmrân 3:95)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sözün Hak Oluşu):

“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisâ 4:87’den bir bölüm)

  1. Rabbu’ş-Şi’râ (رَبُّ الشِّعْرَىٰ)
  • Anlamı: Şi’râ’nın Rabbi. (Şi’râ, cahiliye Araplarının taptığı parlak bir yıldızdır). Bu isim, Cenâb-ı Hakk’ın sadece cihan şümul (evrensel) değil, aynı zamanda insanların ilahlaştırdığı tekil varlıkların dahi Rabbi ve Yaratıcısı olduğunu isbat eder.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Doğrusu O, Şi’râ’nın da Rabbidir.” (Necm 53:49)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratıcının Tekliği):

“Onlara, ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ diye sor. ‘Allah’tır’ de. De ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine bile ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip olan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?’ Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, mutlak güç sahibidir.'” (Ra’d 13:16)

Cenâb-ı Hakk’ın ilminin ve mülkünün kuşatıcılığını (ihata) tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Âlimu’l-Gaybi ve’ş-Şehâdeh (عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ)
  • Anlamı: Gizliyi (gaybı) ve açığı (şehâdeti) bilen. Mahlukatın nazarından saklı olan derûnî hakikatleri de onların zahiri olarak müşahede ettiği âlemi de eksiksiz bilen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tegâbün 64:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Kuşatıcılığı):

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6:59)

  1. Allâmu’l-Guyûb (عَلَّامُ الْغُيُوبِ)
  • Anlamı: Gaybları (bütün gizlilikleri) en mükemmel surette, tekrar tekrar ve mübalağalı bir şekilde bilen. (Âlim’den daha kuvvetli bir manayı ihtiva eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayıp ‘Size ne cevap verildi?’ buyurduğu zaman, onlar, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen (Allâmu’l-Guyûb) ancak sensin’ derler.” (Mâide 5:109)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sırları Bilen):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. Hayru’l-Vârisîn (خَيْرُ الْوَارِثِينَ)
  • Anlamı: Vârislerin en hayırlısı. Mülk el değiştirdikten ve her şey fena bulduktan sonra, mülkün asıl ve ebedî sahibi. (El-Vâris isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Zekeriyya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine, ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın’ diye dua etmişti.” (Enbiyâ 21:89)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâris):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

  1. Rabbu Külli Şey’ (رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ)
  • Anlamı: Her şeyin Rabbi (Efendisi ve İdarecisi). Varlık âleminde ne varsa hepsinin tek terbiye edicisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?’ Herkesin kazandığı ancak kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (En’âm 6:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rabbu’l-Âlemîn):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

Kur’ân-ı Kerîm’in son sûrelerinde (Muavvizeteyn) zikredilen ve sığınmanın (istiâze) temellerini tasvir eden mühim isimler/sıfatlar üzerinde duracağız.

  1. Rabbu’l-Felak (رَبُّ الْفَلَقِ)
  • Anlamı: Felak’ın (Sabahın/Yarılışın) Rabbi. Bütün mahlukatı yokluk karanlığından yarıp hayata çıkaran; sabahı geceden yarıp çıkaran mutlak idareci.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım; yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden; düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden!'” (Felak 113:1-5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yarıp Çıkaran / Fâlık):

“O, sabahı yarıp çıkarandır (Fâliku’l-Isbâh). Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

(Aşağıdaki üç isim/sıfat, Nâs Sûresi’nde sığınmanın üç temel direği olarak (Rubûbiyet, Mülk ve Ulûhiyet) zikredilmiştir.)

  1. Rabbu’n-Nâs (رَبُّ النَّاسِ)
  2. Meliki’n-Nâs (مَلِكِ النَّاسِ)
  3. İlâhi’n-Nâs (إِلَٰهِ النَّاسِ)
  • Anlamları:
    • Rabbu’n-Nâs: İnsanların Rabbi (Onları terbiye eden, idare eden, ihtiyaçlarını gideren).
    • Meliki’n-Nâs: İnsanların Meliki (Mutlak hükümdarı, yegâne sahibi).
    • İlâhi’n-Nâs: İnsanların İlâhı (Yegâne mâbudu, ibadet edilmeye lâyık olanı).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘İnsanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım; o sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).'” (Nâs 114:1-6)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Melik ve İlâh):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh (İlâh) bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

 

  1. Erhamu’r-Râhimîn (أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ)
  • Anlamı: Merhamet edenlerin en merhametlisi. Rahmetin en yüce, en derûnî ve en kâmil mertebesine sahip olan. (Hayru’r-Râhimîn ismine manaca çok yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.'” (Yûsuf 12:64)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)

  1. Hayru’l-Mâkirîn (خَيْرُ الْمَاكِرِينَ)
  • Anlamı: Tuzak kuranların en hayırlısı. Kâfirlerin ve zâlimlerin hilelerini, tuzaklarını boşa çıkaran ve onların tuzaklarına karşı en âdil ve en hikmetli mukabelede (planda) bulunan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tuzakların Şiddeti / Mihâl):

“…Hâlbuki O, azabı çok şiddetli (Şedîdü’l-Mihâl) olandır.” (Ra’d 13:13’ten bir bölüm)

  1. Rabbu’l-Arşi’l-Azîm (رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ)
  • Anlamı: Büyük Arş’ın Rabbi. Bütün kâinatın idare merkezi olan o azametli Arş’ın yegâne sahibi ve idarecisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir.'” (Tevbe 9:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’l-Arş):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah)…” (Mü’min 40:15’ten bir bölüm)

  1. Fe’âlun limâ yurîd (فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ)
  • Anlamı: Dilediğini (mübalağa ile, eksiksiz) yapan. İradesi mutlak olan, dilediği her şeyi hiçbir engele takılmadan, tam istediği gibi yapan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir. Dilediğini mutlak yapandır.” (Burûc 85:14-16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin (Rabliğinin) hususi tecellîleri ve adaleti üzerinde duracağız.

  1. Rabbu’s-Semâvâti ve’l-Ard (رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ)
  • Anlamı: Göklerin ve Yerin Rabbi. Bütün kâinatın, zahiri ve derûnî âlemlerin yegâne idarecisi, sahibi ve terbiye edicisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ De ki: ‘Allah’tır.’ De ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine bile ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip olan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?’ Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, mutlak güç sahibidir.'” (Ra’d 13:16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Mülk):

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” (Hadîd 57:5)

  1. Rabbu’l-İzzeti (رَبُّ الْعِزَّةِ)
  • Anlamı: İzzetin Rabbi. Mutlak şeref, üstünlük ve galibiyetin kaynağı ve sahibi. (El-Azîz isminin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Senin Rabbin; izzet sahibi Rab, onların vasıflandırmalarından uzaktır, münezzehtir. Peygamberlere selâm olsun. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Sâffât 37:180-182)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İzzetin Yegâne Sahibi):

“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)

  1. Rabbu’l-Beyt (رَبِّ هَٰذَا الْبَيْتِ)
  • Anlamı: Bu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbi. İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk mâbedin ve en mübarek mekânın dahi yegâne sahibi ve koruyucusu olduğunu tasvir eden hususi bir sıfat.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Öyleyse, kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emin Belde):

“Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut’ demişti.” (İbrahim 14:35)

  1. Serî’u’l-‘İkâb (سَرِيعُ الْعِقَابِ)
  • Anlamı: Cezalandırması Süratli Olan. Hak edenlere azabı ve cezayı (mühlet bittiğinde) süratle ulaştıran. (Serî’u’l-Hisâb ve Şedîdü’l-Ikâb ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdikleri konusunda sizi imtihan etmek için bazınızı bazınızdan derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (En’âm 6:165)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Sürati):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir (Serî’u’l-Hisâb).” (Mü’min 40:17)

 

  1. El-Muste’ân (الْمُسْتَعَانُ)
  • Anlamı: Yardımına sığınılan. Müşkülat ve darlık zamanında, yardımı istenen yegâne Zât.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gömleğinin üzerine de sahte bir kan (sürmüşler)di. (Yakup) ‘Hayır! Nefsiniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (el-Muste’ân) olan ancak Allah’tır’ dedi.” (Yûsuf 12:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yardım Dileme Fiili):

“Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz (neste’în).” (Fâtiha 1:5)

  1. Zü’l-Kuvve (ذُو الْقُوَّةِ)
  • Anlamı: Kuvvet Sahibi. Mutlak gücün, sarsılmaz kudretin sahibi. (El-Kavî ve El-Metîn isimlerinin bir bağlantı içinde teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi (Zü’l-Kuvveti’l-Metîn) olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kavî):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)

  1. Rabbu’l-Arşi’l-Kerîm (رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ)
  • Anlamı: Kerîm (Şerefli, Cömert) Arş’ın Rabbi. Bütün kâinatın idare merkezinin (Arş’ın) azametini ve keremini tasvir eden sıfat.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, şerefli ve yüce Arş’ın Rabbidir.” (Mü’minûn 23:116)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arş’ın Azameti):

“Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm).'” (Tevbe 9:129)

  1. Ni’me’l-Mevlâ (نِعْمَ الْمَوْلَىٰ)
  2. Ni’me’n-Nasîr (نِعْمَ النَّصِيرُ)
  • Anlamları: Ne güzel Mevlâ (Dost, Koruyucu, Sahip) ve ne güzel Nasîr (Yardımcı). Tevekkül edenler için en mükemmel, en hayırlı ve kâfi gelen sığınak.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Vekil):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

 

  1. Rabbu’l-Âlemîn (رَبُّ الْعَالَمِينَ)
  • Anlamı: Âlemlerin Rabbi. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün âlemlerin yegâne sahibi, idarecisi, terbiye edicisi ve mâliki. (Er-Rabb isminin en cihan şümul tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Her Şeyin Rabbi):

“De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?’ Herkesin kazandığı ancak kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (En’âm 6:164)

  1. El-Hallâk (الْخَلَّاقُ)
  • Anlamı: Yaratması mükemmel ve devamlı olan. (Mübalağa sigasıdır). Durmaksızın, en mükemmel surette yaratan. (El-Hâlık isminden daha kesif bir manayı ihtiva eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet, yeter. O, hakkıyla yaratandır (el-Hallâk), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Yâsîn 36:81)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın Güzelliği / Ahsenü’l-Hâlikîn):

“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14’ten bir bölüm)

  1. El-Melîk (الْمَلِيكُ)
  • Anlamı: Mutlak Hükümdar, mülkünde tam iktidar sahibi. (El-Melik isminden daha kuvvetli bir mülk ve iktidarı tasvir eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir (Muktedir) bir hükümdarın (Melîk) katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Melik):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak) …” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

  1. El-Vâhidü’l-Kahhâr (الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ)
  • Anlamı: Tek ve Kahredici (Mutlak Galip) Olan. Hem birliğinde (Vâhid) yegâne olan, hem de kudretiyle her şeye galip gelen (Kahhâr). Bu iki isim Kur’ân’da sıklıkla beraber gelerek tevhidin kudretini isbat eder.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Teklik ve Hâkimiyet):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

 

  1. Zü’l-Fadli’l-Azîm (ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ)
  • Anlamı: Büyük Lütuf (Fadl) Sahibi. Kullarına olan ihsanı, cömertliği ve nimeti sonsuz olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, dilediğine rahmetini lütfeder. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütfun Tasviri):

“Allah’ın size olan lütfunu (fadl) ve rahmetini bir düşünün. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 3:103)

  1. Münzilu’l-Kitâb (مُنْزِلَ الْكِتَابِ)
  • Anlamı: Kitab’ı (Kur’ân’ı ve başka vahiyleri) indiren. Hidayetin kaynağı, vahyin sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Fiil olarak):

“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi (nezzele). O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti (enzele). O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İndirme Fiili):

“Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren (enzele) ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’a mahsustur.” (TDV Meali, Kehf 18:1)

  1. Câ’ilu’l-Leyli Sekenen (جَاعِلِ اللَّيْلِ سَكَنًا)
  • Anlamı: Geceyi Sükûnet/Dinlenme Vakti Kılan. Hayatın nizamını kuran, mahlukatın rahmeti için zamanı düzenleyen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gecenin Hikmeti):

“O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı, gündüzü de (iş hayatı için) yayılma zamanı kılandır.” (Furkân 25:47)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Hakîm (الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak güç sahibi (Azîz) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). İzzeti hikmetsiz, hikmeti de aciz olmayan. Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin (Celâl) ve hikmetinin (Cemâl) mükemmel dengesi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz, mutlak güç sahibi (el-Azîz) ve hüküm ve hikmet sahibi (el-Hakîm) olan ancak sensin.” (Bakara 2:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hikmetin Tecellisi):

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)

  1. Es-Semî’u’l-Alîm (السَّمِيعُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve her şeyi eksiksiz bilen (Alîm). Zahiri duaları, fısıltıları işiten ve kalplerin derûnî niyetlerini bilen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin (es-Semî’), hakkıyla bilensin (el-Alîm)’ diyorlardı.” (Bakara 2:127)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitme ve Bilmenin İsbatı):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Gafûru’r-Rahîm (الْغَفُورُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve çok merhamet eden (Rahîm). Günahları (ne kadar çok olursa olsun) örten ve rahmetiyle muamele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan yemesinde) ona günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır (Gafûr), çok merhamet edendir (Rahîm).” (Bakara 2:173)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mağfiret ve Rahmet Daveti):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır (el-Gafûr), çok merhamet edendir (er-Rahîm).'” (Zümer 39:53)

  1. Et-Tevvâbu’r-Rahîm (التَّوَّابُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Tevbeleri (tekrar tekrar) kabul eden (Tevvâb) ve çok merhamet eden (Rahîm). Kulunun dönüşünü kabul eden ve ona rahmetiyle karşılık veren.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir (et-Tevvâb), çok merhamet edendir (er-Rahîm).” (Bakara 2:37)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevbeyi Kabul Fiili):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden (et-Tevvâb) ve çok merhamet eden (er-Rahîm) olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Alîyyü’l-Azîm (الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ)
  • Anlamı: En Yüce (Alî) ve en Büyük, en Azametli (Azîm). Yüceliği ve büyüklüğü idrak edilemez olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir (el-Alîyy), çok büyüktür (el-Azîm).” (Bakara 2:255)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik ve Azamet):

“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)

  1. Es-Semî’u’l-Basîr (السَّمِيعُ الْبَصِيرُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve her şeyi hakkıyla gören (Basîr). Hiçbir ses O’ndan gizli kalmadığı gibi, hiçbir fiil de O’nun nazarından kaçmaz.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir (es-Semî’), hakkıyla görendir (el-Basîr).” (İsrâ 17:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitme ve Görmenin İsbatı):

“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin karşılıklı konuşmanızı işitir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir (Semî’), hakkıyla görendir (Basîr).” (Mücâdele 58:1)

  1. El-Latîfü’l-Habîr (اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ)
  • Anlamı: Lütfu derûnî ve gizli olan (Latîf) ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr). En gizli incelikleri bilen ve kullarına lütfunu en nâzik yollardan ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), her şeyden hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (En’âm 6:103)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bilginin Derinliği):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)

  1. El-Ganiyyü’l-Hamîd (الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ)
  • Anlamı: Hiçbir şeye muhtaç olmayan (Ganî) ve her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd). Zenginliği O’nu övgüden müstağni kılmayan, bilakis övgünün kaynağı olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muhtaç Olmama):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Kaviyyü’l-Azîz (الْقَوِيُّ الْعَزِİZُ)
  • Anlamı: Mutlak kuvvet sahibi (Kavî) ve mutlak galip, şeref sahibi (Azîz). Gücü mağlup edilemeyen, izzeti de asla acziyet göstermeyen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudretin İsbatı):

“Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)

  1. El-Afûvvu’l-Gafûr (الْعَفُوُّ الْغَفُورُ)
  • Anlamı: Günahları kökünden silen (Afûvv) ve onları örten, bağışlayan (Gafûr). (Afûvv, mağfiretten daha ileri bir mertebedir; günahın izini dahi silmeyi ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“İşte böyle. Her kim kendisine yapılan haksızlığın misliyle karşılık verir de sonra yine zulme uğrarsa, Allah ona mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah, çok affedicidir (le-Afûvvun), çok bağışlayıcıdır (Gafûr).” (Hac 22:60)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Affetme Fiili):

“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden (ya’fû) ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)

  1. Eş-Şekûru’l-Halîm (الشَّكُورُ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Az amele çok karşılık veren (Şekûr) ve cezada acele etmeyen, mühlet veren (Halîm). İhsanı bol, hilmi cihan şümul olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir (Şekûr), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Tegâbün 64:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Ganiyyü’l-Kerîm (الْغَنِيُّ الْكَرِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak zengin (Ganî) ve son derece cömert (Kerîm). Mahlukatına muhtaç olmadığı halde, sırf kereminden ve lütfundan dolayı hayatı ve nimetleri ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“…Rabbim bana şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemektedir. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir (Ganî), çok cömerttir (Kerîm).” (Neml 27:40’tan bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zenginlik ve Cömertliğin Bağlantısı):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Hayy (الْحَيُّ) / 180. El-Kayyûm (الْقَيُّومُ)
  • Anlamı: Diri, hayatı ezelî ve ebedî olan (Hayy) ve Zâtı ile kaim olup (kimseye muhtaç olmayan), mahlukatı varlıkta tutan (Kayyûm). Bu iki isim (İsm-i A’zam olarak da rivayet edilir) hayatın ve varlığın yegâne kaynağı olduğunu isbat eder.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir (el-Alîyy), çok büyüktür (el-Azîm).” (Bakara 2:255)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“Bütün yüzler, diri (el-Hayy) ve her şeye hâkim olan (el-Kayyûm) Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ 20:111)

  1. El-Azîzü’r-Rahîm (الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (hususiyetle mü’minlere) çok merhamet eden (Rahîm). İzzeti rahmetine, rahmeti de izzetine mâni olmayan. (Şuarâ Sûresi’nde sıkça tekrar edilir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbin, evet O, mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok merhametlidir (er-Rahîm).” (Şuarâ 26:68)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir (Rahîm). (Ahzâb 33:43) … (Azîz için) Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)

  1. El-Alîyyü’l-Kebîr (الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ)
  • Anlamı: En Yüce (Alî) ve en Büyük (Kebîr). Zâtı ve sıfatları nazarında her şeyin küçük ve hakir kaldığı mutlak yücelik sahibi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“İşte böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, yücedir (el-Alîyy), büyüktür (el-Kebîr).” (Hac 22:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alî / Müteâlî):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)

  1. El-Berru’r-Rahîm (الْبَرُّ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: İyiliği, lütfu ve ihsanı bol olan (Berr) ve çok merhamet eden (Rahîm). Kullarına karşı muamelesi daima lütuf ve merhamet üzeredir.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz biz, bundan önce O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (el-Berr), çok merhametli (er-Rahîm) olandır.” (Tûr 52:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütuf ve Rahmet / Latîf):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır (Latîf), dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Gaffâr (الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) çok bağışlayan (Gaffâr). Kudreti sonsuz olduğu halde, isyan edenlere karşı dahi mağfireti bol olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Mağfiret):

“(O,) göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin edendir. …Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Fâtır 35:28’den bir bölüm)

  1. El-Hallâku’l-Alîm (الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi mükemmel ve devamlı yaratan (Hallâk) ve yarattığının her teferruatını bilen (Alîm). Yaratması ilim iledir.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbin, hakkıyla yaratandır (el-Hallâk), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Hicr 15:86)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratma ve Bilme):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)

  1. El-Melikü’l-Hakk (الْمَلِكُ الْحَقُّ)
  • Anlamı: Gerçek Hükümdar (Melik) ve varlığı mutlak gerçek olan (Hakk). Mülkü ve hâkimiyeti hakiki ve ebedî olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Gerçek hükümdar olan Allah (el-Melikü’l-Hakk) yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. ‘Rabbim! İlmimi arttır’ de.” (Tâhâ 20:114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hakikat ve Mülk):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. Er-Raûfu’r-Rahîm (الرَّءُوفُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Çok şefkatli (Raûf) ve çok merhametli (Rahîm). Şefkati (Re’fet) ve merhameti sonsuz olan. (Raûf, Rahîm’den daha derûnî bir şefkati ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Andolsun Allah, Peygamberin, muhacirlerin ve ensarın üzerine tövbelerini kabul etti. Onlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, zorluk anında ona uyanlara acıdı da (sonra) onların tövbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara karşı çok şefkatlidir (Raûf), çok merhametlidir (Rahîm).” (Tevbe 9:117)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Merhamet Tecellisi):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir (Rahîm).” (Ahzâb 33:43)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Afûvvü’l-Kadîr (الْعَفُوُّ الْقَدِيرُ)
  • Anlamı: Affı bol olan (Afûvv) ve her şeye gücü yeten (Kadîr). Kudreti tam olmasına, cezalandırmaya gücü yetmesine rağmen, affetmeyi ve günahları silmeyi tercih eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Eğer bir iyiliği, açıktan yapar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah, çok affedicidir (Afûvven), her şeye hakkıyla gücü yetendir (Kadîrâ).” (Nisâ 4:149)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hilm):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Habîru’l-Basîr (الْخَبِيرُ الْبَصِيرُ)
  • Anlamı: Her şeyin derûnî yapısından haberdar olan (Habîr) ve her zahiri fiili hakkıyla gören (Basîr). O’nun nazarından hiçbir gizli ve açık fiil kaçmaz.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Sana vahyettiğimiz kitap, kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak gelen gerçektir. Şüphesiz Allah, kullarından hakkıyla haberdardır (le-Habîrun), onları hakkıyla görendir (Basîr).” (Fâtır 35:31)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bilme ve Görmenin İsbatı):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. El-Vâsi’u’l-Alîm (الْوَاسِعُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Mülkü, rahmeti ve ihsanı geniş (Vâsi’) ve her şeyi hakkıyla bilen (Alîm). Rahmeti ilmiyle, ilmi de rahmetiyle cihan şümul olandır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Genişliği):

“…Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ettik…” (A’râf 7:89’dan bir bölüm)

  1. Zû Mağfireh (ذُو مَغْفِرَةٍ)
  • Anlamı: Mağfiret Sahibi / Bağışlaması Bol Olan. Kullarının zulüm ve isyanlarına rağmen affı ve merhameti tercih eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine karşı bağışlama sahibidir (le-Zû Mağfiretin). Şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir.” (Ra’d 13:6)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Gaffâr):

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Vehhâb (الْعَزِİZُ الْوَهَّابُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) karşılıksız, bolca hibe eden (Vehhâb). İzzet sahibi olmasına rağmen ihsanı ve cömertliği sonsuz olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Yoksa, mutlak güç sahibi (el-Azîz) ve çok bağışlayan (el-Vehhâb) Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd 38:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vehhâb):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)

  1. El-Gafûru’l-Vedûd (الْغَفُورُ الْوَدُودُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve (sâlih kullarını) çok seven, sevginin kaynağı (Vedûd). Mağfireti ve sevgisi derûnî olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır (el-Gafûr), çok sevendir (el-Vedûd).” (Burûc 85:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sevginin İsbatı):

“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân 3:31)

  1. Es-Semî’u’l-Karîb (السَّمِيعُ الْقَرِيبُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve (kullarına) çok yakın olan (Karîb). Duaları işiten ve icabet etmek için yakın olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘Eğer (haktan) saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete erersem, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir (Semî’), çok yakındır (Karîb).'” (Sebe’ 34:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İcabet Eden Yakınlık):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Hamîdü’l-Mecîd (الْحَمِIDُ الْمَجِيدُ)
  • Anlamı: Her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd) ve şanı, şerefi pek yüce olan (Mecîd). Övülmüşlüğü ve yüceliği Zâtına mahsus olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır (Hamîd), şanı yücedir (Mecîd).'” (Hûd 11:73)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Ganî / El-Hamîd):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)

Cenâb-ı Hakk’ın hidayet ve ihsandaki mutlak iradesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mudill (الْمُضِلُّ)
  • Anlamı: Saptıran. Adaleti ve hikmeti icabı, hidayeti istemeyip sapkınlığı tercih edenleri (kendi iradelerine binaen) saptıran. (Bu, El-Hâdî isminin celâlî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Allah, kimi de hidayete erdirirse onu da saptıracak (mudille) kimse yoktur. Allah, mutlak güç sahibi, intikam sahibi değil midir?” (Zümer 39:37)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hidayet ve Dalaletin Bağlantısı):

“Biz, her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır (yudillu), dilediğini de hidayete erdirir (yehdi). O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14:4)

  1. El-Mu’tî (الْمُعْطِي)
  • Anlamı: Veren, ihsan eden. Dilediğine dilediği nimeti bahşeden. (Bu, El-Mâni’ isminin zıddı, El-Vehhâb isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik (a’taynâke).” (Kevser 108:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhsanın Devamlılığı):

“Rabbinin katındaki (bitip tükenmeyen) hazineler onların yanında mı? Yoksa, (her şeye) hâkim olan kendileri midir?” (Tûr 52:37)

  1. Ni’me’l-Vekîl (نِعْمَ الْوَكِilُ)
  • Anlamı: Ne güzel Vekil! Kendisine tevekkül edenlere kâfi gelen, işleri en mükemmel surette yürüten en hayırlı sığınak. (El-Vekîl isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kâfî):

“Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)

  1. Zû Rahmetin Vâsi’atin (ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ)
  • Anlamı: Geniş Rahmet Sahibi. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan. (Zü’r-Rahme ve El-Vâsi’ isimlerinin birleşimidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: ‘Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez.'” (En’âm 6:147)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Kuşatıcılığı):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve tevhidin derûnî hakikatlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Er-Rafî’u’d-Derecât (رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ)
  • Anlamı: Dereceleri Yükselten. Mutlak yücelik sahibi, Arş’ın sahibi; kullarından dilediğini (imânı ve ameli nisbetinde) mânevî mertebelerde ve hayatta yükselten. (Er-Refî’ isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükseltme Fiili):

“…Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin (yerfa’). Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58:11’den bir bölüm)

  1. Rabbu’l-Meşrikayn ve Rabbu’l-Mağribeyn (رَبُّ الْمَشْرِقَيْنِ وَرَبُّ الْمَغْرِبَيْنِ)
  • Anlamı: İki Doğu’nun ve İki Batı’nın Rabbi. Güneşin yaz ve kış gündönümlerindeki en zahiri doğuş ve batış noktalarının; veya Güneş ve Ay’ın doğup battığı ufukların, hâsılı cihan şümul nizamın Rabbi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahmân 55:17-18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tekil):

“(O) doğunun da batının da Rabbidir (Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağrib). O’ndan başka ilâh yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin.” (Müzzemmil 73:9)

  1. Rabbu’l-Meşârikı ve’l-Meğârib (رَبُّ الْمَشَارِقِ وَالْمَغَارِبِ)
  • Anlamı: Doğuların ve Batıların Rabbi. Yıl boyunca güneşin doğduğu ve battığı bütün noktaların (bütün ufukların); veya tabiattaki bütün gezegen ve yıldızların doğuş ve batışlarının, yani mülkün tamamının Rabbi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, şüphesiz bizim gücümüz yeter.” (Me’âric 70:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Mülk):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  1. El-Ehadü’s-Samed (الْأَحَدُ الصَّمَدُ)
  • Anlamı: Mutlak Tek (Ehad) ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin O’na muhtaç olduğu (Samed). Tevhidin en kâmil, en derûnî tasviri. (Bu iki isim, İhlâs Sûresi’nde tevhidin iki temel esası olarak bir arada zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir (Ehad). Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).'” (İhlâs 112:1-2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vâhid / Kahhâr):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen (el-Vâhidü’l-Kahhâr) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Veliyyü’l-Hamîd (الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ)
  • Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd). Dostluğu ve yardımı övgüye lâyık, şânı yüce olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, (gerçek) dosttur (el-Velî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Şûrâ 42:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Velî / Ganiyy / Hamîd):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Bakara 2:257) … Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)

  1. El-Alîmü’l-Hakîm (الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). İlmi hikmetinin, hikmeti de ilminin isbatıdır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hüküm ve hikmet sahibi olan (el-Hakîm) ancak sensin.'” (Bakara 2:32)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hikmetli Yaratılış):

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)

  1. El-Afûvvu’r-Raûf (الْعَفُوُّ الرَّءُوفُ)
  • Anlamı: Affı bol olan, günahları silen (Afûvv) ve çok şefkatli (Raûf). Affı ve merhameti en derûnî seviyede olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah’ın, size lütfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)?” (Nûr 24:20)

Not: Bu ayette (Raûfun Rahîm) geçmektedir. Afûvv ve Raûf için daha net bir bağlantı arayalım.

(Düzeltme: Kur’ân’da “Afûvv” ve “Raûf” isimleri bu şekilde doğrudan yanyana gelmemektedir. Ancak “Afûvv” (Hac 22:60) ve “Raûf” (Bakara 2:143) isimleri O’nun şefkat ve affının genişliğini gösterir. Birbirine en yakın mana grubu “El-Afûvvu’l-Gafûr” (Nisâ 4:99) ve “Er-Raûfu’r-Rahîm” (Tevbe 9:117) şeklindedir.)

Bu maddeyi, Kur’ân’da daha sık geçen bir ikili ile değiştirmek daha muvafık olacaktır:

  1. El-Ganiyyü’l-Halîm (الْغَنِيُّ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak zengin (Ganî) ve mühlet veren, acele etmeyen (Halîm). Kullarına muhtaç olmamasına rağmen, onların isyanlarına karşı hilm ile muamele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir (Ganî), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:263)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zenginlik ve Hilm’in Bağlantısı):

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Şüphesiz Allah, her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd). (Lokmân 31:26) … Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. Er-Rabbü’l-Gafûr (الرَّبُّ الْغَفُورُ)
  • Anlamı: (Kullarını) Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok bağışlayan (Gafûr). Rubûbiyeti (terbiyesi), O’nun mağfiretini de ihtiva eder.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Rabbin, çok bağışlayandır (el-Gafûr), merhamet sahibidir (Zü’r-Rahme). Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptıracak olsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Hayır, onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki, o gün Allah’tan başka bir sığınak bulamayacaklardır.” (Kehf 18:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Terbiye ve Mağfiret):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz (le-Rabbunâ) çok bağışlayandır (le-Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).'” (Fâtır 35:34)

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Melikü’l-Kuddûs (الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ)
  • Anlamı: Mutlak Hükümdar (Melik) ve her türlü noksanlıktan münezzeh (Kuddûs) olan. Mülkünde tam bir hâkimiyet sahibi ve yapısı itibariyle her türlü eksiklikten pâk olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi (el-Melik), her türlü eksiklikten münezzeh (el-Kuddûs), mutlak güç sahibi (el-Azîz), hüküm ve hikmet sahibi (el-Hakîm) olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Haşr Sûresi):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (el-Kuddûs)…” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

  1. Er-Rabbü’l-A’lâ (الرَّبُّ الْأَعْلَى)
  • Anlamı: En Yüce Rab. Terbiye ve idare edicilerin en yücesi, mutlak yücelik sahibi. (Er-Rabb ve El-A’lâ isimlerinin birleşimidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Yüce (el-E’lâ) Rabbinin (Rabbike) adını tesbih et.” (A’lâ 87:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik):

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir (el-Alî), büyüktür (el-Azîm).” (Şûrâ 42:4)

  1. El-Alîmü’l-Kadîr (الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve her şeye gücü yeten (Kadîr). İlmi kudretini, kudreti de ilmini kuşatmıştır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Gökleri ve yeri yaratması, O’nu yormamıştır. Ölüleri diriltmeye de gücü yeter. Evet O, her şeye hakkıyla gücü yetendir (Kadîr). … Allah, her şeyi hakkıyla bilendir (Alîm).” (Ahkâf 46:33’ten mana ile)

(Daha net bir iktibas): “Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeten (Kadîr) olduğunu ve Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını (Alîm) bilesiniz diye (bunları yaratmıştır).” (Talâk 65:12’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlim ve Kudretin İsbatı):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

  1. El-Azîzü’l-Muktedir (الْعَزِيزُ الْمُقْتَدِرُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (bu izzetiyle beraber) tam iktidar sahibi, her şeye gücü yeten (Muktedir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Onlar, âyetlerimizin tamamını yalanladılar. Biz de onları mutlak güç (Azîz) ve iktidar sahibinin (Muktedir) yakalayışıyla yakaladık.” (Kamer 54:42)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İktidarın Yeri):

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir (Muktedir) bir hükümdarın (Melîk) katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)

 

  1. Hayrun Hâfizan (خَيْرٌ حَافِظًا)
  • Anlamı: Koruyanların en hayırlısı. Hıfzı (koruması) en kâmil, en muhkem (sağlam) ve en cihan şümul olan. (El-Hafîz isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).'” (Yûsuf 12:64)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hafîz):

“…Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir (Hafîz).” (Hûd 11:57’den bir bölüm)

  1. El-Vâkî (الْوَاقِي)
  • Anlamı: Koruyan, vikâye eden. Kullarını tehlikelerden, zahiri ve derûnî zararlardan ve azaptan koruyan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“O’nun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri (melekler) vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar (yahfezûnehû). Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardı1mcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11)

(Daha net bir iktibas): “…Allah’ın azabından (kurtaracak) hiçbir koruyucuları (vâkın) da yoktur…” (Ra’d 13:34’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Koruma Fiili):

“İnananları (Allah) böylece (inkârcıların eziyetlerinden) korur (yüdâfi’u).” (Hac 22:38’den bir bölüm)

  1. Şâkir (شَاكِرٌ)
  • Anlamı: Şükrün karşılığını veren, kadir bilen. Kullarının az ameline dahi lütfuyla mukabele eden, ihsanı zayi etmeyen. (Eş-Şekûr ismine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Safâ ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir (Şâkirun). O, hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:158)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eş-Şekûr):

“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir (Şekûr), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Tegâbün 64:17)

  1. Ni’me’r-Refîk (نِعْمَ الرَّفِيقُ)
  • Anlamı: Ne güzel Arkadaş (Refîk)! Dostluğu en kâmil, yoldaşlığı en hayırlı ve en vefalı olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4:69)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Velî / Ni’me’l-Mevlâ):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, nazarını ve idaresini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Kâ’imun alâ külli nefsin bimâ kesebet (قَائِمٌ عَلَىٰ كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ)
  • Anlamı: Her nefsin kazandığının (amelinin) üzerinde duran (gözeten). (El-Kayyûm, Er-Rakîb ve El-Hasîb isimlerinin fiilî bir tasviridir). Herkesin amelini eksiksiz bilen, muhafaza eden ve karşılığını hazırlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hiç, her nefsin kazandığını gözetip muhafaza eden (Allah, bunu yapamayan putlar gibi) midir? Onlar, Allah’a ortaklar koştular. De ki: ‘Onlara ad verin (nesiniz?). Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?’ Hayır, inkâr edenlere hileleri güzel gösterildi ve onlar doğru yoldan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Ra’d 13:33)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şahitlik / Eş-Şehîd):

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)

  1. Muhricu’l-hayyi mine’l-meyyit ve Muhricu’l-meyyiti mine’l-hayy (مُخْرِجُ الْحَيِّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ)
  • Anlamı: Diriden ölüyü çıkaran ve ölüden diriyi çıkaran. (Canlıdan cansız yumurtayı/tohumu; cansız tohumdan hayatı çıkaran. Veya mecâzî olarak mü’minden kâfiri, kâfirden mü’mini çıkaran). Hayat ve ölümün mutlak idarecisi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O hâlde (haktan) nasıl dönüyorsunuz?” (En’âm 6:95)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muhyî / El-Mümît):

“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:28)

  1. Câ’ilu’z-zulumâti ve’n-nûr (جَاعِلِ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورِ)
  • Anlamı: Karanlıkları ve Nûr’u (Aydınlığı) yaratan. Sadece zahiri âlemdeki gece ve gündüzü değil, aynı zamanda derûnî âlemdeki küfür karanlıklarını ve iman nûrunu da var eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. (Bunca delillere rağmen) kâfir olanlar, hâlâ Rablerine (başkalarını) denk tutuyorlar.” (En’âm 6:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nûr):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir…” (Nûr 24:35’ten bir bölüm)

  1. El-Mevlâ’l-Hakk (الْمَوْلَى الْحَقُّ)
  • Anlamı: Gerçek Dost / Sahip. Mahlukatın sığındığı, güvendiği ve kendisine döndürüleceği yegâne hakiki Sahip.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sonra onlar, gerçek Mevlâları (Mevlâhumu’l-Hakk) olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki, hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.” (En’âm 6:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ni’me’l-Mevlâ):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Cebbâr (الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve iradesini her durumda yürüten (Cebbâr). Kudreti ve kahrı ile mutlak hâkimiyet sahibi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahib1i (el-Azîz), düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran (el-Cebbâr) ve büyüklükte eşsiz olan (el-Mütekebbir) Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Kahır / El-Kâhir):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir (el-Kâhir). O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  1. El-Azîzü’l-Hamîd (الْعَزِİZُ الْحَمِيدُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve her türlü övgüye lâyık (Hamîd). İzzeti, O’nun övgüye lâyık olmasının isbatıdır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Elif. Lâm. Râ. Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (el-Azîz), övgüye lâyık olan (el-Hamîd) Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim 14:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Ganî / El-Hamîd):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)

  1. Zü’l-Arşi’l-Mecîd (ذُو الْعَرْشِ الْمَجِيدُ)
  • Anlamı: Şanı Yüce Arş’ın Sahibi. (El-Mecîd: Şanı yüce). Bütün kâinatın idaresinin ve azametinin sahibi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir (Zü’l-Arş), şanı yücedir (el-Mecîd). Dilediğini mutlak yapandır.” (Burûc 85:14-16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm):

“Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm).'” (Tevbe 9:129)

  1. Er-Rabbü’l-Kerîm (الرَّبُّ الْكَرِيمُ)
  • Anlamı: Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok cömert (Kerîm). Rubûbiyeti (terbiyesi) kerem ve lütuf iledir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert (el-Kerîm) Rabbine (Rabbike) karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rubûbiyet ve İhsan):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz (le-Rabbunâ) çok bağışlayandır (le-Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).'” (Fâtır 35:34)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’z-Züntikâm (الْعَزِيزُ ذُو انتِقَامٍ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (adaletiyle) intikam sahibi (Zü’ntikâm). İzzet ve kudretiyle, müstehak olanlara adaletiyle mukabele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi. O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti. O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (Âl-i İmrân 3:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (İbrahim 14:47)

  1. El-Veliyyü’n-Nasîr (الْوَلِيُّ النَّصِيرُ)
  • Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve (onlara) yardım eden (Nasîr). Himayesi ve yardımı kâfi gelen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ni’me’l-Mevlâ / Ni’me’n-Nasîr):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

  1. Muhyi’l-Mevtâ (مُحْيِي الْمَوْتَىٰ)
  • Anlamı: Ölüleri Dirilten. Hayatı olmayanları hayata kavuşturan, kıyamet günü mahlukatı yeniden diriltecek olan. (El-Muhyî ve El-Bâis isimlerinin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor (yuhyî). Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir (Muhyi’l-Mevtâ). O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Diriltmenin İsbatı):

“Kendi yaratılışını unutup bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken bu kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:78-79)

  1. Alîmun bi-zâti’s-sudûr (عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ)
  • Anlamı: Sinelerin (Kalplerin) Derûnî Özünü Bilen. Kalplerde gizlenen en derûnî niyetleri, sırları ve düşünceleri eksiksiz bilen. (El-Alîm, El-Habîr ve El-Bâtın isimlerinin bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…(Uhud’da) bir grubunuz da kendi canlarının derdine düşmüştü; Allah’a karşı cahiliye zannı gibi (yersiz) bir zanda bulunuyorlardı… (Sonunda) Allah, içinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için (bunu başınıza getirdi). Allah, kalplerde olanı (bi-zâti’s-sudûr) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Âl-i İmrân 3:154’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hain Bakış):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Mü’minu’l-Müheymin (الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ)
  • Anlamı: Güvenlik veren (Mü’min) ve her şeyi gözetip koruyan (Müheymin). Emniyetin kaynağı ve mahlukatının her halini nazarı altında tutan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren (el-Mü’min), gözetip koruyan (el-Müheymin), mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eman Verme):

“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır.” (Kureyş 106:4)

  1. El-Vâsi’u’l-Hakîm (الْوَاسِعُ الْحَكِيمُ)
  • Anlamı: Rahmeti ve ilmi geniş olan (Vâsi’) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). Genişliği (kapsayıcılığı) hikmet iledir.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Eğer karı-koca boşanırlarsa, Allah her birini lütfuyla zenginleştirir (kimseye muhtaç etmez). Allah, lütfu geniş (Vâsi’an) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir (Hakîmâ).” (Nisâ 4:130)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâsi’ / El-Alîm):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  1. El-Kâhiru fevka ibâdih (الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ)
  • Anlamı: Kullarının üstünde mutlak hâkimiyet (kahır) sahibi olan. Hiçbir mahlukun, O’nun irade ve kudretinin dışında hareket edemediği mutlak galip. (El-Kâhir ve El-Kahhâr isimlerinin bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kahhâr):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. El-Veliyyü’l-Mecîd (الْوَلِيُّ الْمَجِيدُ)
  • Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve şanı, şerefi pek yüce olan (Mecîd). Dostluğu ve himayesi şerefli olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir… (Devamında) Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır… Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Hadîd 57:9-10)

(Düzeltme: Bu iki isim Kur’ân’da bu şekilde doğrudan yanyana gelmemektedir. “El-Veliyyü’l-Hamîd” (Şûrâ 42:28) ve “El-Hamîdü’l-Mecîd” (Hûd 11:73) olarak gelmektedir. Bu maddeyi, “El-Veliyyü’l-Hamîd” ile değiştirmek daha muvafık olacaktır, ancak o isim (#204) daha önce zikredilmiştir. Bu sebeple yeni bir isimle devam edelim:)

  1. Er-Rabbü’r-Rahîm (الرَّبُّ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok merhamet eden (Rahîm). Terbiyesi ve idaresi merhamet temeli üzerine kurulu olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Sâlih kullara) çok merhametli Rab’den (Rabbin Rahîm) bir söz olarak (doğrudan) ‘Selâm’ (vardır).” (Yâsîn 36:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rahmân):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi (Rabbi’l-Âlemîn), Rahmân, Rahîm… olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-3)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve hayat nizamındaki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mûsi’ (الْمُوسِعُ)
  • Anlamı: Genişleten. Kudretiyle kâinatı (tabiatı) genişleten; lütfuyla rızkı ve rahmeti bollaştıran. (El-Vâsi’ ismine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz (onu) genişleticiyiz (le-Mûsi’ûn).” (Zâriyât 51:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâsi’):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  1. El-Hâfizu (الْحَافِظُ)
  • Anlamı: Koruyan, muhafaza eden. Vahyini (Kur’ân’ı), mahlukatını ve kullarının amellerini muhafaza eden. (El-Hafîz isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucuları da (le-hâfizûn) elbette biziz.” (Hicr 15:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Koruyucu):

“…Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).” (Yûsuf 12:64’ten bir bölüm)

  1. El-Mübrim (الْمُبْرِمُ)
  • Anlamı: İşini sağlam yapan, hükmünü kesinleştiren, planı bozulmayan. Kâfirlerin hilelerine karşı kendi hükmünü mutlak surette icra eden.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Yoksa (inkârcılar) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de (onları cezalandırmaya) kesin karar vericileriz (mübrimûn).” (Zuhruf 43:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Tuzak Kuran):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır (Hayru’l-Mâkirîn).” (Âl-i İmrân 3:54)

  1. El-Mühlik (الْمُهْلِكُ)
  • Anlamı: Helâk eden. Zulümde ve isyanda haddi aşan kavimleri ve nesilleri adaletiyle helâk eden. (El-Kahhâr ve El-Muntekim isimlerinin fiilî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Biz, o (Peygamberin) ardından nice nesilleri helâk ettik (ehleknâ). Rabbinin, kullarının günahlarından haberdar olması (Habîr) ve onları görmesi (Basîr) yeterlidir.” (İsrâ 17:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Yakalayış):

“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Ed-Dâfi’ (الدَّافِعُ)
  • Anlamı: Def eden, savunan. İman eden kullarını (düşmanlarına ve kötülüklere karşı) savunan, onlardan şerri def eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, iman edenleri (düşmanlarına karşı) savunur (yüdâfi’u). Çünkü Allah, hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez.” (Hac 22:38)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Velî / En-Nasîr):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

  1. El-Müncî (الْمُنْجِي)
  • Anlamı: Kurtaran (Necat veren). Kullarını zahiri ve derûnî tehlikelerden, karanlıklardan ve sıkıntılardan kurtuluşa erdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Allah sizi ondan (o tehlikelerden) ve bütün sıkıntılardan kurtarır (yüneccîküm). Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.'” (En’âm 6:64)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sıkıntıyı Gideren / Kâşif):

“Eğer Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa (bi-durrin), onu yine O’ndan başka giderecek (kâşife) yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, (bunu da kimse engelleyemez). Şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (En’âm 6:17)

  1. El-Mümsik (الْمُمْسِكُ)
  • Anlamı: Tutan. Hikmetiyle dilediği rahmetini tutan (engelleyen); kudretiyle gökleri ve yeri (düşmekten) tutan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (mumsike) yoktur. Neyi de tutarsa (yumsik), bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kayyûm / Tutma):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar (yumsiku). Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. Mütimmu Nûrihî (مُتِمُّ نُورِهِ)
  • Anlamı: Nûrunu Tamamlayan. Hidayetini, dinini (İslâm’ı) ve vahyinin aydınlığını, kâfirlerin engelleme çabalarına rağmen cihan şümul surette kemâle erdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah, nûrunu tamamlayacaktır (Mütimmu Nûrihî).” (Saff 61:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nûr):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, iradesini ve ilminin kuşatıcılığını tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Bâliğu Emrihî (بَالِغُ أَمْرِهِ)
  • Anlamı: Emrine (Muradına) Ulaşan. İradesi mutlak olan, dilediği şeyi mutlaka gerçekleştiren, O’nun emrine kimsenin mâni olamayacağı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir (Bâliğu Emrihî). Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade / Fe’âl):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir. Dilediğini mutlak yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Burûc 85:14-16)

  1. Mûhinu Keydi’l-Kâfirîn (مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ)
  • Anlamı: Kâfirlerin Hilesini / Tuzağını Zayıflatan (Tesirsiz Bırakan). İnkârcıların planlarını boşa çıkaran ve kudretini onların hilelerine galip kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“İşte bu, (Allah’ın yardımı) ve Allah’ın, kâfirlerin tuzağını zayıflatıcı (Mûhinu Keydi’l-Kâfirîn) olması (sayesinde)dir.” (Enfâl 8:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Tuzak Kuran / Hayru’l-Mâkirîn):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)

  1. El-A’lem (الْأَعْلَمُ)
  • Anlamı: En İyi Bilen. (İsm-i tafdîl). Mahlukatın bilgisinin fevkinde, mutlak ve en kâmil ilim sahibi. (El-Alîm isminin mübalağalı halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Acele istediğiniz (azap) benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitirilmişti. Allah, zalimleri en iyi bilendir (A’lemu bi’z-zâlimîn).'” (En’âm 6:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gaybı Bilen / Allâmu’l-Guyûb):

“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayıp ‘Size ne cevap verildi?’ buyurduğu zaman, onlar, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen (Allâmu’l-Guyûb) ancak sensin’ derler.” (Mâide 5:109)

  1. Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard (نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ)
  • Anlamı: Göklerin ve Yerin Nûru. Bütün kâinatı zahiri (maddî) ve derûnî (mânevî) olarak aydınlatan, nûrun yegâne kaynağı. (En-Nûr isminin cihan şümul bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur (Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard). O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Aydınlatma Fiili):

“O, güneşi bir ışık (ziya) kaynağı, ayı da (geceleyin) bir aydınlık (nûr) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma âyetlerini ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10:5)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. Zü’l-‘İkâbi’l-Elîm (ذُو الْعِقَابِ الْأَلِيمِ)
  • Anlamı: Elem Verici Azap Sahibi. Adaletiyle, müstehak olanlara en şiddetli ve acı verici cezayı veren. (Şedîdü’l-Ikâb ismine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sana söylenenler, yalnızca senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardır. Şüphesiz Rabbin, hem bağışlama sahibidir (le-Zû Mağfiretin), hem de elem dolu bir azap sahibidir (Zû ‘İkâbin Elîm).” (Fussilet 41:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şedîdü’l-Ikâb):

“O, günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)

  1. El-Hakîmu’l-Habîr (الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ)
  • Anlamı: Her işi hikmetli olan (Hakîm) ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr). Hikmeti, O’nun derûnî bilgisine dayanan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Hamd, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisinin olan Allah’a mahsustur. Hamd, âhirette de O’na mahsustur. O, hüküm ve hikmet sahibidir (el-Hakîm), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Sebe’ 34:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Latîfü’l-Habîr):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)

  1. El-Azîzü’l-Gafûr (الْعَزِİZُ الْغَفُورُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) çok bağışlayan (Gafûr). İzzeti, O’nun mağfiretine mâni olmayan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Fâtır 35:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Azîzü’l-Gaffâr):

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)

  1. El-Hakîmu’l-Alîm (الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Her işi hikmetli (Hakîm) ve her şeyi bilen (Alîm). (El-Alîmü’l-Hakîm (#205) terkibinin teyididir; Kur’ân’da bu şekilde de zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir (el-Hakîm), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Zuhruf 43:84)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Alîmü’l-Hakîm):

“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hüküm ve hikmet sahibi olan (el-Hakîm) ancak sensin.'” (Bakara 2:32)

 

  1. El-Muğîs (الْمُغِيثُ)
  • Anlamı: İmdada yetişen, (kullarını) darlıktan kurtaran, yardım eden. (İstiğâse/yardım dileme fiilinden türetilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz (testegîsûne). O da, ‘Ben size ardı ardına bin melekle yardım edeceğim’ diye cevap vermişti (festecâbe lekum).” (Enfâl 8:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mucîb):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (Ucîbu). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Mürsil (الْمُرْسِلُ)
  • Anlamı: Gönderen. Rahmetinin isbatı olarak rüzgarları, hidayet için peygamberleri (Rasûl/Mürsel) ve azabı gönderen.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderendir (yürsilu). Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Peygamber Gönderme):

“Biz, her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik (erselnâ) ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (TDV Meali, İbrahim 14:4)

  1. Er-Reşîd (الرَّشِIDُ)
  • Anlamı: İrşad eden, doğru yolu gösteren. Bütün işleri cihan şümul nizamına göre en doğru şekilde idare eden. (Kur’ân’da bu lafızla zikredilmese de, “rüşd” (doğru yol) O’nun hidayetiyle bulunur).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/mana olarak zikredildiği- Hidayet):

“De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) apaçık bir delile dayanıyorum… Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı anlatır ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.'” (En’âm 6:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâdî):

“…Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir (le-Hâdi).” (Hac 22:54’ten bir bölüm)

  1. Es-Sultân (السُّلْطَانُ)
  • Anlamı: Mutlak otorite, delil ve hâkimiyet sahibi. Hükümranlığı cihan şümul olan, delili (bürhanı) en güçlü olan.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat/mana olarak zikredildiği):

“O’nun, (şeytanın) iman edip sadece Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hâkimiyeti (sultânun) yoktur. Şeytanın hâkimiyeti (sultânuhû), sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl 16:99-100)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Melik):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak) …” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın yaratmadaki ve hükümdeki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Münşî’ (الْمُنْشِئُ)
  • Anlamı: İnşa eden, (yoktan) meydana getiren, ilk defa yaratan. (El-Mübdi’ ve El-Hâlık isimlerine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Onları ilk defa var eden (enşeehâ) diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Bedî’):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır (Bedî’). Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

  1. Er-Râzık (الرَّازِقُ)
  • Anlamı: Rızık veren. (Er-Rezzâk (#9) bu ismin mübalağalı halidir; Er-Râzık “rızık veren”, Er-Rezzâk “durmaksızın bolca rızık veren” manasındadır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Hayru’r-Râzikîn):

“…Meryem oğlu İsa, ‘Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; Bizi rızıklandır (verzuknâ). Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (Hayru’r-Râzikîn)’ dedi.” (Mâide 5:114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rezzâk):

“Şüphesiz ki rızık veren (er-Rezzâk), O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (TDV Meali, Zâriyât 51:58)

  1. El-Fâ’il (الْفَاعِلُ)
  • Anlamı: Yapan, icra eden. Dilediğini mutlak surette yapan. (Fe’âlun limâ yurîd (#150) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Onlar, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ demişlerdir. (Uyarıcı,) ‘Ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?’ deyince, onlar, ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ demişlerdi. Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu!” (Zuhruf 43:22-25)

(Daha net bir iktibas): “(Ey Muhammed!) Şüphesiz Rabbin, dilediğini mutlaka yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Hûd 11:107)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):

“Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21’den bir bölüm)

  1. El-Mufassıl (الْمُفَصِّلُ)
  • Anlamı: (Ayetleri, hükümleri) Açıklayan, teferruatıyla (tafsilatıyla) beyan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri biz böylece geniş geniş açıkladık (fassalnâ).” (En’âm 6:97)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mubîn):

“Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar (yübeyyinu) ki akıl erdiresiniz.” (Bakara 2:242)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Gafûru’ş-Şekûr (الْغَفُورُ الشَّكُورُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve az amele çok karşılık veren, kadir bilen (Şekûr). Mağfireti ve ihsanı bol olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır (le-Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).'” (Fâtır 35:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam olarak verecek ve lütfundan onlara daha da artıracaktır. Şüphesiz O, çok bağışlayandır (Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).” (Fâtır 35:30)

  1. El-Alîmü’l-Halîm (الْعَلِيمُ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve cezada acele etmeyen (Halîm). Kullarının derûnî hallerini bilmesine rağmen onlara mühlet veren.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarından (kasıtlı yeminlerinizden) sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:225)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“…Bilin ki Allah, gönlünüzdekini bilir. Artık O’ndan sakının. Bilin ki Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:235’ten bir bölüm)

  1. Semî’u’d-Du’â (سَمِيعُ الدُّعَاءِ)
  • Anlamı: Duayı hakkıyla işiten (ve kabul eden).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin (Semî’u’d-Du’â)’ dedi.” (Âl-i İmrân 3:38)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mucîb):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (Ucîbu). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. Zü’l-Kuvveti’l-Metîn (ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ)
  • Anlamı: Metin (sağlam, sarsılmaz) Kuvvet Sahibi. Mutlak kudret sahibi. (Bu, El-Kavî (#33) ve El-Metîn (#34) isimlerinin bir arada zikredilmiş halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi (Zü’l-Kuvveti’l-Metîn) olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kaviyyü’l-Azîz):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Gafûru’l-Halîm (الْغَفُورُ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve cezada acele etmeyen, mühlet veren (Halîm). Günahları bilmesine rağmen kullarına hilm ile muamele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarından (kasıtlı yeminlerinizden) sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır (Gafûrun), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir) (Halîm).” (Bakara 2:225)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Azîzü’l-Alîm (الْعَزِİZُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak güç sahibi (Azîz) ve her şeyi hakkıyla bilen (Alîm). Kudreti ve ilmi cihan şümul olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi (el-Azîz), hakkıyla bilen (el-Alîm) (Allah’ın) takdiridir (düzenlemesi)dir.” (Yâsîn 36:38)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve İlimle Takdir):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin (el-Azîz), (her şeyi) hakkıyla bilenin (el-Alîm) takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. El-Bâri’u’l-Musavvir (الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ)
  • Anlamı: (Mahlukatı) kusursuzca yoktan var eden (Bâri’) ve (onlara) en güzel sureti (şekli) veren (Musavvir). Yaratmadaki sanatın sahibi. (Bu iki isim Haşr Sûresi’nde el-Hâlık ile birlikte zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, yaratan (el-Hâlık), yoktan var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şekil Verme Fiili):

“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir (yusavvirukum). O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:6)

  1. Rabbenâ (رَبَّنَا)
  • Anlamı: “Ey Rabbimiz!”. Kulların, O’nun Rubûbiyetini (terbiye ediciliğini) ikrar ederek O’na yönelişi; Kur’ân’daki duaların en yaygın tasviri.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru’ diyenler de vardır.” (Bakara 2:201)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rabb):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi (Rabbi’l-Âlemîn) … olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2)

Cenâb-ı Hakk’ın mutlak adaletini, kudretini ve rahmetinin fiilî tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. (Lâ) Zallâmin li’l-‘Abîd (لَا ظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ)
  • Anlamı: Kullarına (zerre kadar) zulmedici (haksızlık edici) olmayan. (Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak adaletini, El-Adl ve El-Muksit isimlerini teyit etmek için nefy (olumsuzlama) yoluyla isbat edilir).
  • İlgili Ayet (Sıfatın nefy/olumsuzlama ile zikredildiği):

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına (zerre kadar) zulmedici değildir.” (Âl-i İmrân 3:182)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin İsbatı):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

  1. El-Mükevvir (الْمُكَوِّرُ)
  • Anlamı: Dürümleyen. Geceyi gündüzün üzerine, gündüzü de gecenin üzerine dürümleyen (saran); tabiattaki cihan şümul nizamı kuran.
  • İlgili Ayet (Sıfat/Fiil olarak zikredildiği):

“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor (yukevviru), gündüzü de gecenin üzerine örtüyor (yukevviru). Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. Şüphesiz ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Zümer 39:5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nizam / Fâlık):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. El-Mübeşşir (الْمُبَشِّرُ)
  • Anlamı: Müjdeleyen. Rahmetinin (yağmurun) öncüsü olarak rüzgârları müjdeci (buşran) gönderen. (Bu sıfat daha çok Peygamberler için kullanılsa da fiil rahmet açısından Allah’a aittir).
  • İlgili Ayet (Fiil/Sıfat olarak zikredildiği):

“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci (buşran) olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin İsbatı):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  1. El-Mücâzî (الْمُجَازِي)
  • Anlamı: Karşılık veren (Ceza veya mükâfat). Kullarının amellerinin karşılığını eksiksiz veren. (El-Hasîb ve Ed-Deyyân isimlerine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecekt1ir (yerahû). Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir (yerahû).” (Zilzâl 99:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Mutlaklığı):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min 40:17)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve hayat nizamındaki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müdebbir (الْمُدَبِّرُ)
  • Anlamı: İşleri (emirleri) idare eden, düzene koyan. Kâinatın cihan şümul nizamını tasvir edip yürüten.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyandır (yüdebbiru’l-emr). O’nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaat edemez. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O’na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus 10:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kayyûm):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku…” (Bakara 2:255’ten bir bölüm)

  1. El-Müveffî (الْمُوَفِّي)
  • Anlamı: (Amellerin karşılığını) Tastamam ödeyen, eksiksiz veren. (El-Hasîb ve El-Mücâzî ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Sonra kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir (tüveffevne). Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3:185)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adalet / Zerre Miktarı):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

  1. El-Mübtelî (الْمُبْتَلِي)
  • Anlamı: İmtihan eden, deneyen. Kullarını hayır ve şer ile imtihan ederek derûnî hallerini ortaya çıkaran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan etmiş (ibtelâ), o da onları tastamam yerine getirmişti. (Bunun üzerine Allah), ‘Ben seni insanlara önder yapacağım’ demişti. İbrahim, ‘Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)’ demişti. Allah, ‘Ahdim (verdiğim söz) zâlimleri kapsamaz’ demişti.” (Bakara 2:124)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İmtihan / Fitne):

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak (fitneten) hayır ile de şer ile de deniyoruz (neblûküm). Siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21:35)

  1. Es-Sâni’ (الصَّانِعُ)
  • Anlamı: (Sanatla) Yapan, icra eden. Mahlukatı en sağlam ve en sanatlı şekilde icra eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):

“Dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. (Bu,) her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan (sun’a) Allah’ın sanatıdır (yapısıdır). Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Neml 27:88)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Yapan / Ahsen):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan lütfunu, rahmetini ve ahdindeki sadakatini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müzekkî (الْمُزَكِّي)
  • Anlamı: Tezkiye eden, arındıran. Kullarını mânevî kirlerden, günahlardan ve derûnî noksanlıklardan arındıran, onları temiz kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“(Siz) kendinizi temize çıkaranları görmez misiniz? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkî) ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arınmanın İsbatı):

“İçlerinden ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. İşte bu, arınanların (tezekkâ) mükâfatıdır.” (Tâhâ 20:76)

  1. El-Musallî (الْمُصَلِّي)
  • Anlamı: Salât eden (Rahmet ve merhamet eden). Kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için onlara rahmetiyle tecelli eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir (yusallî aleyküm), melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Tecellisi):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)

  1. El-Mûfî (الْمُوفِي)
  • Anlamı: Ahdine (sözüne) vefa gösteren, yerine getiren. (Vefa kökünden).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin (evfû bi-ahdî) ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim (ûfi bi-ahdiküm). Yalnız benden korkun.” (Bakara 2:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sözünde Duran):

“…(Ahit yaptığı zaman) Allah’a verdiği sözü yerine getirenden (evfâ) daha vefalı kim vardır? Şu hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe 9:111’den bir bölüm)

  1. El-Müheyyi’ (الْمُهَيِّئُ)
  • Anlamı: Hazırlayan. Kullarına (darlıkta) çıkış yollarını hazırlayan, işlerini kolaylaştıran ve başarıya ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da ‘Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize bir çıkış yolu (ve başarı) hazırla (hey’i’ lenâ)!’ demişlerdi.” (Kehf 18:10)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kolaylaştıran / El-Kâfî):

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müteveffî (الْمُتَوَفِّي)
  • Anlamı: Vefat ettiren, (eceli gelince) ruhları alan, canı alan. (El-Mümît isminin fiilî bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Size vekil kılınan (görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacaktır (yeteveffâküm); sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.'” (Secde 32:11)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mümît):

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67:2)

  1. El-Münzil (الْمُنْzİl)
  • Anlamı: İndiren. Gökten rahmeti (yağmuru), bereketi ve vahiyleri (kitapları) indiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, gökten su indirendir (enzele). İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık. O bitkiden de kendisinden üst üste binmiş taneler çıkardığımız bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vard1ır.” (En’âm 6:99)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin İndirilmesi):

“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, (gerçek) dosttur (el-Velî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Şûrâ 42:28)

  1. El-Mu’îz (الْمُعِيذُ)
  • Anlamı: Sığınak veren, (kullarını) himayesine alan, koruyan. (İstiâze/sığınma fiilinin ism-i fâilidir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘İnsanların Rabbine sığınırım (e’ûzü), insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım; o sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden gerek insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).'” (Nâs 114:1-6)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muste’ân):

“…Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (el-Muste’ân) olan ancak Allah’tır’ dedi.” (TDV Meali, Yûsuf 12:18’den bir bölüm)

  1. El-Mürşid (الْمُرْشِid)
  • Anlamı: İrşad eden, doğru yolu (rüşd) gösteren. (Bu, Er-Reşîd (#250) ve El-Hâdî (#61) isimlerinin fiilî bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Güneşi görseydin, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, battığı zaman da sol taraftan onları makaslardı (geçerdi). Onlar ise, mağaranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah, kimi hidayete erdirirse, işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek (irşad edecek) bir yardımcı (veliyyen mürşiden) bulamazsın.” (Kehf 18:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâdî):

“…Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir (le-Hâdi).” (Hac 22:54’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Muhsin (الْمُحْسِنُ)
  • Anlamı: İhsan sahibi. Yaptığı her işi en güzel (ahsene), en mükemmel ve en sanatlı surette yapan. İyilik eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sanatının Güzelliği / Ahsenü’l-Hâlikîn):

“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14’ten bir bölüm)

  1. El-Hâsib (الْحَاسِبُ)
  • Anlamı: Hesap görücü. Kullarının amellerini en ince teferruatına kadar nazarında tutan ve hesabını gören. (El-Hasîb (#26) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü (Hâsibîn) olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Süratli Hesap / Serî’u’l-Hisâb):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir (Serî’u’l-Hisâb).” (Mü’min 40:17)

  1. El-Câ’il (الْجَاعِلُ)
  • Anlamı: Yapan, kılan, (bir şeyi başka bir şeye) dönüştüren, tayin eden. Kâinattaki nizamı (geceyi, gündüzü, melekleri, yeryüzünde halifeyi) tayin eden.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan (Fâtır), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan (Câ’ili) Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Fâtır 35:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nizamı Kılan / Fâlık):

“O, sabahı yarıp çıkarandır (Fâliku’l-Isbâh). Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır (Câ’ilu’l-leyli sekenen). Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. El-Mürîd (الْمُرِيدُ)
  • Anlamı: İrade eden. Dileyen. Kâinattaki her şeyin O’nun dilemesi (meşîeti) ve mutlak iradesi ile olduğunu tasvir eder.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği- Yurîd):

“Şüphesiz Rabbin, dilediğini mutlaka yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Hûd 11:107)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):

“Eğer Allah size bir zarar (darren) dilerse (yürid), yahut bir yarar (nef’an) dilerse (yürid), O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Fetih 48:11’den bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve ahdindeki sadakatini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Sâdiku’l-Va’d (صَادِقُ الْوَعْدِ)
  • Anlamı: Vaadinde sâdık olan. Sözünden (vaadinden) asla dönmeyen, ahdini mutlaka yerine getiren.
  • İlgili Ayet (Sıfat/Fiil olarak zikredildiği):

“Ey Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla va’dettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin (lâ tuhlifu’l-mî’âd).” (Âl-i İmrân 3:194)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Doğru Sözlü):

“İman edip salih ameller işleyenleri ise, ebedî kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah’ın va’di haktır. Allah’tan daha doğru sözlü (esdaku) kim olabilir?” (Nisâ 4:122)

  1. El-Mü’ellif (الْمُؤَلِّفُ)
  • Anlamı: Ülfet veren, (kalpleri) birleştiren. Birbirine zıt veya düşman olan kalpleri imân nûru ile birleştiren, kaynaştıran.
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir (ellefe beyne kulûbihim). Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını birleştirdi. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl 8:63)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nimetiyle Birleştirme):

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuşt1unuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 3:103)

  1. Münşiu’s-Sehâb (مُنْشِئُ السَّحَابِ)
  • Anlamı: Bulutları (yoktan) inşa eden, meydana getiren. Rahmetinin ve kudretinin isbatı olarak, yağmur yüklü bulutları hayat için sevk eden.
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“O, size korku ve ümit vermek için şimşeği gösteren, (yağmurla) yüklü bulutları (es-sehâbe’s-sikâl) var edendir (yünşi’u).” (Ra’d 13:12)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rüzgârları Gönderme):

“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)

  1. El-Mübdil (الْمُبَدِّلُ)
  • Anlamı: Değiştiren (Tebdil eden). Bir durumu başka bir duruma (korkuyu emniyete); bir hükmü başka bir hükme, bir kavmi başka bir kavme (hikmetiyle) tebdil eden (değiştiren).
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“Allah, onlardan iman edip sâlih ameller işleyenlere va’detmiştir: Andolsun, onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde mutlaka hükümran kılacak ve onlar için seçip beğendiği dinlerini mutlaka sağlamlaştıracak ve korkularının ardından onları mutlaka emniyete kavuşturacaktır (leyübeddilennehüm). Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir.” (Nûr 24:55)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Silme ve Bırakma İradesi):

“Allah, dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)

Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin (Rabliğinin) kullarına yönelik zahiri ihsanlarını ve hayatı nasıl kolaylaştırdığını tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mut’im (الْمُطْعِمُ)
  • Anlamı: Yediren, rızıklandıran. Mahlukatın gıdasını yaratan ve onlara ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı (Fâtır) olan, beslediği hâlde (yut’imu) beslenmeye ihtiyacı olmayan (lâ yut’amu) Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (denildi).'” (En’âm 6:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızkı Doyurma):

“Öyleyse, kendilerini açlıktan doyuran (et’amehum min cû’) ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106:3-4)

  1. Es-Sâkî (السَّاقِي)
  • Anlamı: Su veren, içiren. Hayatın kaynağı olan suyu indiren ve mahlukatına içiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

(Hz. İbrahim’in (a.s.) duası): “O, beni yediren (yut’imunî) ve içirendir (yeskînî).” (Şuarâ 26:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Su İndiren / El-Münzil):

“O, gökten su indirendir (enzele). İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık…” (En’âm 6:99’dan bir bölüm)

  1. El-Mubevvi’ (الْمُبَوِّئُ)
  • Anlamı: Yerleştiren, yurt (mesken) veren. Kullarına hayatlarını sürdürmeleri için emin ve bereketli mekânlar ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, biz İsrailoğulları’nı güzel bir yurda yerleştirdik (bevve’nâ) ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü ayrılığa düşmüş oldukları şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” (Yûnus 10:93)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Konuklayan / Hayru’l-Münzilîn):

“Ve de ki: ‘Rabbim! Beni mübarek bir yere kondur (enzilnî). Sen konuklayanların en hayırlısısın (Hayru’l-Münzilîn).'” (Mü’minûn 23:29)

  1. El-Mümehhid (الْمُمَهِّدُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen, (kullarına) hazırlayan. Yeryüzünü mahlukatın hayatına elverişli bir beşik (mehd) gibi döşeyen, yolları ve imkânları hazırlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (el-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beşik Kılan):

“O, yeryüzünü size beşik (mehden) yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Tâhâ 20:53)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve lütfunu tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müsellit (الْمُسَلِّطُ)
  • Anlamı: Musallat eden, hâkim kılan. Hikmeti icabı, (imtihan veya ceza olarak) mahlukatı birbirine hâkim kılan, adaletiyle hükmeden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“İşte böylece biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına musallat ederiz (nusellitu).” (En’âm 6:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülk Sahibi):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  1. El-Müzeyyin (الْمُزَيِّنُ)
  • Anlamı: Süsleyen, (imtihan için) güzel gösteren. Zahiri güzellikleri yaratan ve derûnî sevgileri (imtihan maksadıyla) kalplere yerleştiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Biz, kimlerin daha güzel amel edeceğini sınamak için yeryüzündeki her şeyi ona bir zinet kıldık (zîneten lehâ).” (Kehf 18:7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Güzel Yapan / El-Muhsin):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

  1. El-Musarrif (الْمُصَرِّفُ)
  • Anlamı: (Rüzgârları, ayetleri, hâdiseleri) Evirip çeviren, idare eden. Hikmetiyle mahlukatı farklı hallere ve yönlere çeviren.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde (tasrîfi’r-riyâh) elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara 2:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İdare Eden / El-Müdebbir):

“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyandır (yüdebbiru’l-emr)…” (Yûnus 10:3’ten bir bölüm)

  1. El-Vâhib (الْوَاهِبُ)
  • Anlamı: Hibe eden, karşılıksız bağışlayan. (El-Vehhâb (#22) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onlar, ‘Rabbimiz! Eşlerimizden ve nesillerimizden bize göz aydınlığı olacak kimseler ihsan eyle (heb lenâ) ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder yap’ diyenlerdir.” (Furkân 25:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vehhâb):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet (ve heb lenâ). Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mu’allim (الْمُعَلِّمُ)
  • Anlamı: Öğreten. Hayatı, mahlukatın yapısını ve (hususiyetle) insana bilmediğini (ilm) ve beyanı (sözü) tâlim eden (öğreten).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Rahmân, Kur’an’ı öğretti (Alleme’l-Kur’ân). İnsanı yarattı, ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti (Allemehu’l-Beyân).” (Rahmân 55:1-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kalemle Öğreten):

“Oku! Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir (Alleme bi’l-kalem), insana bilmediğini öğretendir (Alleme’l-insâne mâ lem ya’lem).” (Alak 96:3-5)

  1. El-Mü’eyyid (الْمُؤَيِّidُ)
  • Anlamı: Teyit eden, (yardımıyla) destekleyen, kuvvetlendiren. Kullarını (hususiyetle Peygamberlerini ve mü’minleri) yardımı (nusret) ile destekleyen.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer sana hile yapmak isterlerse, (bilesin ki) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir (eyyedeke bi-nasrihî).” (Enfâl 8:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nasîr / Ni’me’n-Nasîr):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

  1. El-Muslih (الْمُصْلِحُ)
  • Anlamı: Islah eden, düzelten. Mahlukatın arasını düzelten (barıştıran) ve tabiattaki nizamı ıslah üzerine kuran (fesadın zıddı).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Sana yetimleri sorarlar. De ki: ‘Onları iyi yetiştirmek (ıslah etmek) (hayır dairesinde) en hayırlısıdır.’ Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyu (müfsid) ıslah edenden (muslih) ayırır. Eğer Allah dileseydi, sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara 2:220)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Islah Emri):

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin (fe-aslihû). Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49:10)

  1. El-Fâriq (الْفَارِقُ)
  • Anlamı: Ayıran, (hak ile bâtılı) ayırt eden. Hakikati yanlıştan ayıran mutlak ölçü (Furkan) sahibi. (Hayru’l-Fâsılîn (#109) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği- Furkân):

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın (el-Furkân) açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir1.” (Bakara 2:185)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):

“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir (yeftehu). O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)

Cenâb-ı Hakk’ın hayattaki zıt tecellîler üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve adaletini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müzhîk (الْمُضْحِكُ)
  • Anlamı: Güldüren. Hayattaki sevinç, neşe ve sürûr hallerini (hikmetiyle) yaratan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ve şüphesiz O, güldürendir (edhake) ve ağlatandır (ebkâ).” (Necm 53:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütuf ile Sevinme):

“De ki: ‘Allah’ın lütfuyla (bi-fadlillâhi) ve rahmetiyle, evet, yalnız bunlarla sevinsinler (fe’l-yefrahû). Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.'” (Yûnus 10:58)

  1. El-Mübkî (الْمُبْكِي)
  • Anlamı: Ağlatan. Hayattaki hüzün, keder ve imtihan hallerini (hikmetiyle) yaratan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ve şüphesiz O, güldürendir (edhake) ve ağlatandır (ebkâ).” (Necm 53:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İmtihan / El-Mübtelî):

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak (fitneten) hayır ile de şer ile de deniyoruz (neblûküm). Siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21:35)

  1. El-Muknî (الْمُقْنِي)
  • Anlamı: Sermaye veren, yeterli kılan, memnun eden. Zenginlik (Muğnî) verdikten sonra, o zenginliği koruyacak sermayeyi (Kunya/Aknâ) da ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz O, zengin eden (agnâ) ve sermaye veren (aknâ) O’dur.” (Necm 53:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muğnî):

“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi (fe-agnâ)?” (Duhâ 93:8)

  1. El-Mümlî (الْمُمْلِي)
  • Anlamı: Mühlet veren (İmlâ eden). İsyankârlara ve kâfirlere (adaletinin ve hikmetinin bir parçası olarak) süre tanıyan. (El-Halîm isminin celâlî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilmedikleri bir yerden yavaş yavaş felâkete sürükleyeceğiz. Onlara mühlet veririm (umlî lehum). Şüphesiz benim tuzağım çetindir.” (A’râf 7:182-183)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Halîm / Mühlet):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mütemmim (الْمُتَمِّمُ)
  • Anlamı: Tamamlayan. Nimetini, nûrunu ve dinini kemâle erdiren, eksiksiz kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“…Bugün size dininizi kemâle erdirdim (ekmeltu), üzerinize nimetimi tamamladım (etmemtu aleyküm ni’metî) ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (Mâide 5:3’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nûrunu Tamamlayan):

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah, nûrunu tamamlayacaktır (Mütimmu Nûrihî).” (Saff 61:8)

  1. El-Mükevvin (الْمُكَوِّنُ)
  • Anlamı: (Yoktan) Oluşturan, varlık sahasına çıkaran. “Kün!” (Ol!) emriyle kâinatı ve mahlukatı var eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ (Kün) der, o da hemen oluverir (fe-yekûnu).” (Bakara 2:117)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâlık / El-Bedî’):

“O, yaratan (el-Hâlık), yoktan var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  1. El-Müsken (الْمُسْكِنُ)
  • Anlamı: Sükûnet veren, mesken (yurt) kılan. Mahlukatın hayatının devamı için onlara zahiri barınaklar (mesken) ve derûnî sükûnet (huzur) ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, size evlerinizi huzur ve dinlenme yeri (sekenen) kıldı. Hayvanların derilerinden de gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, sizin için kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar yararlanacağınız ev eşyası ve geçimlikler meydana getirdi.” (Nahl 16:80)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gecenin Sükûneti):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. Zü’l-Kifl (ذُو الْكِفْلِ)
  • Anlamı: Pay (Kifl) Sahibi. Kullarına rahmetinden kat kat (iki kat) pay veren, lütfu ve keremi bol olan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve Peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay (kifleyni) versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin ve sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hadîd 57:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Büyük Lütuf Sahibi / Zü’l-Fadl):

“Allah, dilediğine rahmetini lütfeder. Allah, büyük lütuf sahibidir (Zü’l-Fadli’l-Azîm).” (Âl-i İmrân 3:74)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve lütfunu tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mâhid (الْمَاهِدُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen. Mahlukatın hayatı için en güzel surette hazırlayan. (El-Mümehhid (#291) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (fe-ni’me’l-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beşik Kılan):

“O, yeryüzünü size beşik (mehden) yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Tâhâ 20:53)

  1. El-Mün’im (الْمُنْعِمُ)
  • Anlamı: Nimet veren, ihsanda bulunan. Zahiri ve derûnî (maddî ve mânevî) nimetleri yaratan ve kullarına lütfeden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (en’amellâhu aleyhim) peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4:69)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nimetin İsbatı):

“Allah’ın nimetini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl 16:18)

  1. El-Muttali’ (الْمُطَّلِعُ)
  • Anlamı: Vakıf olan, muttali olan. Kullarının gizli hallerine ve derûnî sırlarına nazar eden, onlardan haberdar olan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir ki, (ta) kalplerin üstüne çıkar (tettali’u ‘ale’l-ef’ideh).” (Hümeze 104:6-7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sırları Bilen):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. El-Mücîr (الْمُجِيرُ)
  • Anlamı: Himaye eden, (azaptan) koruyan, eman veren. Kendisine sığınanı (düşmanından veya azaptan) emin kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin hükümranlığı (melekûtü) elinde olan, koruyup gözeten (yücîru), fakat (kendisinden) korunulamayan (lâ yücâru aleyhi) kimdir?'” (Mü’minûn 23:88)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mü’min):

“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır (âmenehum min havf).” (Kureyş 106:4)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Er-Râbıt (الرَّابِطُ)
  • Anlamı: (Kalpleri) pekiştiren, bağlayan. İman eden kullarının kalplerine (imtihan anında) sebat ve metanet veren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Biz de onların kalplerini pekiştirmiştik (ve rabatnâ ‘alâ kulûbihim). O vakit (kralın huzurunda) ayağa kalkıp şöyle demişlerdi: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki, batıl söz söylemiş oluruz.'” (Kehf 18:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Müsebbit):

“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette (o) sabit söz (kelime-i şehadet) ile sağlamlaştırır (yüsebbitu). Zalimleri ise saptırır. Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim 14:27)

  1. El-Müsebbit (الْمُثَبِّتُ)
  • Anlamı: Sabit kılan, (ayakları) kaydırmayan, pekiştiren. İman edenleri hakikat üzerinde sâbit kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette (o) sabit söz (kelime-i şehadet) ile sağlamlaştırır (yüsebbitu). Zalimleri ise saptırır. Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim 14:27)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Teyit Eden / El-Mü’eyyid):

“Eğer sana hile yapmak isterlerse, (bilesin ki) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir (eyyedeke bi-nasrihî).” (Enfâl 8:62)

  1. Er-Rahmânu’r-Rahîm (الرَّحْمَٰنُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Rahmân (Rahmeti cihan şümul olan) ve Rahîm (Merhameti mü’minlere hususî olan). (Fatiha Suresi’nde ve Besmele’de zikredilen, rahmetin iki temel tasviri).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Merhametli / Erhamu’r-Râhimîn):

“Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf 12:64’ten bir bölüm)

  1. El-A’azz (الْأَعَزُّ)
  • Anlamı: En Azîz, en şerefli, en üstün. (El-Azîz isminin mübalağalı halidir).
  • İlgili Ayet (İsm-i Tafdîl olarak zikredildiği):

“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan (el-e’azzu), zayıf olanı (el-ezelle) oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Azîz):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi… mutlak güç sahibi (el-Azîz)…” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Âmir (الْآمِرُ)
  • Anlamı: Emreden. Hayatı ve mülkü mutlak emri (el-emr) altında tutan; mahlukata (tekvinî / yaratılış) ve kullarına (teşriî / şeriat) emirler veren.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar/fiil olarak zikredildiği):

“İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de (el-emru) O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı yücedir.” (A’râf 7:54)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Emir / Kün!):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ (Kün) der, o da hemen oluverir (fe-yekûnu).” (Bakara 2:117)

  1. En-Nâhî (النَّاهِي)
  • Anlamı: Nehyeden, yasaklayan. Hikmeti icabı, kullarını şerden, fuhuştan ve zahirî/derûnî kötülüklerden meneden (yasaklayan).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı (el-fahşâ), fenalık (el-münker) ve azgınlığı da yasaklar (ve yenhâ). O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16:90)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yasaklama Fiili):

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:90)

  1. Ed-Dâ’î (الدَّاعِي)
  • Anlamı: Davet eden, çağıran. Kullarını hidayete (Dâru’s-Selâm’a) ve (kıyamette) hesap yurduna çağıran.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“O gün (Sûr’a üflendiği gün) o davetçiye (ed-Dâ’î) (İsrafil’e) uyarlar, ondan sapmak mümkün olmaz. Rahmân’ın huzurunda sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka bir ses işitemezsin.” (Tâhâ 20:108)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hidayete Davet):

“Allah, esenlik yurduna (Dâru’s-Selâm) çağırır (yed’û) ve dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus 10:25)

  1. El-Müs’ir (الْمُسْعِرُ)
  • Anlamı: (Ateşi) Alevlendiren, tutuşturan. Adaleti gereği, inkârcılar için Cehennem ateşini (Saîr) tutuşturan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Cehennem (ateşi) şiddetle alevlendirildiği (Su’irat) zaman,” (Tekvîr 81:12)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ceza Yurdu):

“…Kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Mâide 5:72’den bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müsahhir (الْمُسَخِّرُ)
  • Anlamı: Boyun eğdiren, emre âmâde kılan. Güneşi, Ay’ı, tabiatı ve hayat nizamını insanın hizmetine veya kendi mutlak emrine boyun eğdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Görmediniz mi, Allah göklerde ve yerde bulunan şeyleri size boyun eğdirmiştir (sahhara leküm) ve size zahiri ve derûnî (açık ve gizli) nimetlerini bolca vermiştir? İnsanlardan öylesi var ki, hiçbir bilgisi, hiçbir yol göstericisi ve hiçbir aydınlatıcı kitabı olmadan Allah hakkında tartışır durur.” (Lokmân 31:20)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Boyun Eğdirmenin Tasviri):

“O, geceyi gündüze (onun vaktinden alarak) katar, gündüzü de geceye (onun vaktinden alarak) katar. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir (ve sehhara). Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fâtır 35:13)

  1. El-Muzîğ (الْمُزِيغُ)
  • Anlamı: (Kalpleri) Eğrilten, saptıran. Hidayetten yüz çevirenlerin kalplerini (adaleti icabı) saptıran. (Celâlî bir sıfattır, El-Mudill ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onlar (haktan) sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı (ezâğallâhu kulûbehum). Allah, yoldan çıkan (fâsık) topluluğu hidayete erdirmez.” (Saff 61:5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mü’minlerin Duası):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ kulûbenâ). Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın.'” (Âl-i İmrân 3:8)

  1. El-Müvellî (الْمُوَلِّي)
  • Anlamı: (Bir işe) İdareci (veli) kılan; döndüren. Hikmetiyle, kullarından bazılarını diğerlerine idareci kılan; mahlukatını dilediği yöne döndüren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“İşte böylece biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına musallat ederiz (nuvellî).” (En’âm 6:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâli):

“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)

  1. El-Mûris (الْمُورِثُ)
  • Anlamı: Mirasçı kılan. Mülkün asıl sahibi olarak, dilediği sâlih kullarını (imtihan yurdu olan) yeryüzüne veya Cennete vâris kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“(Cennetlikler) derler ki: ‘Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi yeryüzüne vâris kılan (evresene’l-arda) Allah’a hamdolsun. Cennette istediğimiz yere konaklıyoruz. (Böyle) amel edenlerin mükâfatı ne güzelmiş!'” (Zümer 39:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâris):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız (nerisu’l-arda). Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve sıfatlarının kemâlini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mûhî (الْمُوحِي)
  • Anlamı: Vahyeden. Peygamberlerine (ve hikmetiyle başka mahlukatına) derûnî ilham ve emirlerini ileten.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Rabbin, bal arısına vahyetti (evhâ): ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.'” (Nahl 16:68)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vahyin Keyfiyeti):

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla (vahyen) veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42:51)

  1. El-Münşir (الْمُنْشِرُ)
  • Anlamı: (Ölüleri) Neşreden, diriltip yayan. (El-Bâis ve El-Muhyî isimlerine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği- Nüşûr):

“O, yeryüzünü size boyun eğdirendir. Haydi, onun omuzlarında (dağlarında, yollarında) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş (en-Nüşûr) ancak O’nadır.” (Mülk 67:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Neşr’in İmkânı):

“Hâlbuki (o sahte ilâhlar), hiçbir şey yaratamazlar. Zira kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine bile ne bir zarar ne de bir fayda verebilirler. Öldürmeye de, hayat vermeye de, yeniden diriltmeye de (neşûran) güçleri yetmez.” (Furkân 25:3)

  1. Er-Râd (الرَّادُّ)
  • Anlamı: Geri çeviren, reddeden. (Hikmeti icabı) hükmünü veya azabını geri çevirecek (dışında) hiçbir kuvvet olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: ‘Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez (lâ yuraddu be’suhû).'” (En’âm 6:147)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Geri Çevrilmez Hüküm):

“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez (lâ meradde lehû). Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)

  1. El-Mütekellim (الْمُتَكَلِّمُ)
  • Anlamı: Konuşan (Kelâm sahibi). Zâtına mahsus sıfatı olan Kelâm ile (vahyederek, ilham ederek) konuşan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):

“Peygamberlerden öyleleri var ki, sana onların kıssalarını daha önce anlattık, öyleleri de var ki, anlatmadık. Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu (kellemallâhu Mûsâ teklîmen).” (Nisâ 4:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vahyin Keyfiyeti):

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla (vahyen) veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42:51)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve kullarıyla olan münasebetini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Âsim (الْعَاصِمُ)
  • Anlamı: Koruyan, muhafaza eden. Kullarını (azaptan, tehlikeden ve günahtan) koruyan, onlara sığınak olan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“(Nuh’un oğlu) dedi ki: ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.’ (Nuh) ‘Bugün Allah’ın emrinden, merhamet ettiği kimselerden başka koruyucu (âsime) yoktur’ dedi. Derken aralarına dalga girdi de o da boğulanlardan oldu.” (Hûd 11:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hafîz / En Hayırlı Koruyan):

“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).'” (Yûsuf 12:64)

  1. El-Müctebî (الْمُجْتَبِي)
  • Anlamı: Seçen. Kullarından (peygamberleri ve sâlihleri) seçip (ictibâ edip) kendine yaklaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Bunun üzerine Rabbi onu (Yunus’u) seçti (fectebâhu) de iyilerden kıldı.” (Kalem 68:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Seçme Fiili):

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti (ictebâküm) ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)

  1. El-Mûsî (الْمُوصِي)
  • Anlamı: Vasiyet eden, emreden. Kullarına (hususiyetle takvâyı, adaleti ve tevhidi) kuvvetle emreden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de ‘Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye vasiyet ettik (vassaynâ). Eğer inkâr ederseniz, (bilin ki) göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, övgüye lâyık olandır.” (Nisâ 4:131)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emreden / El-Âmir):

“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder (ye’muru)…” (Nahl 16:90’dan bir bölüm)

  1. El-Mübelliğ (الْمُبَلِّغُ)
  • Anlamı: Ulaştıran (Tebliğ eden). Muradını ve hükmünü kullarına (peygamberler vasıtasıyla) ulaştıran; emrini mutlak surette yerine getiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et (belliğ). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” (Mâide 5:67)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emrine Ulaşan / Bâliğ):

“…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir (Bâliğu Emrihî). Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mülgî (الْمُلْقِي)
  • Anlamı: (Vahyi) İlka eden, (emri) indiren. Peygamberlerinin kalbine (ve dilediği kullarına) vahyi, ruhu ve emri ilka eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir (yulkî er-rûha min emrihî). O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:15-16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mûhî):

“Rabbin, bal arısına vahyetti (evhâ): ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.'” (Nahl 16:68)

  1. El-Mümhîl (الْمُمْهِلُ)
  • Anlamı: Mühlet (süre) tanıyan. (Kâfirlere ve zâlimlere) azabı hemen indirmeyip, onlara (hikmeti icabı) mühlet tanıyan. (El-Halîm (#47) ve El-Mümlî (#303) isimlerine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onun için sen kâfirlere mühlet ver (fe-mehhili’l-kâfirîn); onlara biraz zaman tanı (emhilhum ruveyden).” (Târık 86:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Halîm / Tehir):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Müfettih (الْمُفَتِّحُ)
  • Anlamı: (Kapıları) Açan. Rahmet, bereket ve göğün kapılarını (hikmetiyle) açan. (El-Fettâh (#8) isminin fiilî tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“(İnkâr edenler,) âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı kibirlenenler var ya, onlara gök kapıları açılmaz (lâ tufettehu lehum ebvâbu’s-semâ’). Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz, suçluları işte böyle cezalandırırız.” (A’râf 7:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa (mâ yeftehillâhu), artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  1. El-Münîr (الْمُنِيرُ)
  • Anlamı: Nûrlandıran, aydınlatan. Kâinatı zahiri nûr ile, kalpleri ve hayatı iman ve hidayet nûru ile aydınlatan. (En-Nûr (#60) isminin fiilî tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği – Nûr):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur (Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard). O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir…” (Nûr 24:35’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nûra Çıkaran):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa (en-Nûr) çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve azametini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Ekber (الْأَكْبَرُ)
  • Anlamı: En Büyük. Azamet ve kibriyâ (büyüklük) açısından en yüce, en büyük olan. (El-Kebîr (#24) ve El-Azîm (#48) isimlerinin mübalağalı (en üstün) halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Allah’ın zikri (anılması) elbette en büyüktür (ve le-zikrullâhi ekber). Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29:45’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kebîr / El-Müteâlî):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)

  1. Zü’r-Ruc’â (ذُو الرُّجْعَىٰ)
  • Anlamı: Dönüşün (Yegâne) Sahibi. Mahlukatın hesabını görmek üzere kendisine döneceği (rücû edeceği) mutlak merci.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Şüphesiz dönüş (er-ruc’â) yalnızca Rabbinedir.” (Alak 96:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dönüşün İsbatı / El-Bâis):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

  1. El-Mu’akkib (الْمُعَقِّبُ)
  • Anlamı: (Hükmünü) Takip eden; (hükmünü) geri çevirecek (erteleyecek) kimse olmayan. Adaleti mutlak, hükmü kesin olan.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“…Allah dilediğine hükmeder. O’nun hükmünü bozacak (mu’akkibe li-hukmihî) kimse yoktur. O, hesabı çabuk görendir.” (Ra’d 13:41’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Geri Çevrilmez Hüküm / Er-Râd):

“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez (lâ meradde lehû). Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)

  1. El-Müstevî (الْمُسْتَوِي)
  • Anlamı: İstivâ eden, kurulan. Arş’ın üzerine (mahiyeti bilinmez surette) kurularak cihan şümul hâkimiyetini teyit eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur (ale’l-arşi’stevâ).” (Tâhâ 20:5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’l-Arş):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah)…” (Mü’min 40:15’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mukaddir (الْمُقَدِّرُ)
  • Anlamı: Takdir eden, (her şeye) ölçü koyan. Kâinattaki bütün nizamı ve mahlukatın yapısını en hassas ölçülerle (kader) tayin eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir (kaddera fe-hedâ).” (A’lâ 87:1-3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ölçü Koyma):

“…Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur (kad ce’alallâhu li-külli şey’in kadrâ).” (Talâk 65:3’ten bir bölüm)

  1. El-Müntehâ (الْمُنْتَهَىٰ)
  • Anlamı: Son durak, (yaratılışın) nihayeti. Her şeyin O’na vardığı, O’nun katında son bulduğu mutlak merci.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz en son varış (el-Müntehâ) Rabbinedir.” (Necm 53:42)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dönüş / Er-Ruc’â):

“Şüphesiz dönüş (er-ruc’â) yalnızca Rabbinedir.” (Alak 96:8)

  1. El-Mâhî (الْمَاحِي)
  • Anlamı: Silen, izale eden. Dilediği (hükmü veya günahı) silen, dilediğini sâbit bırakan. (El-Afûvv ismine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, dilediğini siler (yemhûllâhu mâ yeşâ’), dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Afûvv):

“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden (ya’fû) ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)

  1. El-Mu’addil (الْمُعَدِّلُ)
  • Anlamı: (Adaletle) Dengeleyen, (yaratılışı) ölçülü ve âhenkli kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan (fe-addeleke), dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adalet Terazisi):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müstehzi’ (الْمُسْتَهْزِئُ)
  • Anlamı: (Kâfirlerin) alaylarına mukabele eden, onları alay konusu yapan. (Celâlî bir sıfattır; zâlimin alayını, adaletiyle cezalandıran).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah da onlarla alay eder (yestehzi’u bihim) ve taşkınlıkları içinde bocalamalarına mühlet verir.” (Bakara 2:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alay Konusu Yapma):

“Onlar ki, mü’minlerden zekât hususunda gönülden verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirirler ve onlarla alay ederler. Allah da onları alay konusu yapmıştır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Tevbe 9:79)

  1. El-Mu’ciz (الْمُعْجِزُ)
  • Anlamı: (Kullarını) âciz bırakan; kudretinden kaçılamayan. Hiçbir mahlukun O’nu âciz bırakamayacağı mutlak kudret sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Siz, yerde de gökte de (Allah’ı) âciz bırakamazsınız (Mu’cizîne). Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.” (Ankebût 29:22)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kaçışın İmkânsızlığı):

“İnkâr edenler, (kurtulup) geçip gittiklerini sanmasınlar. Şüphesiz onlar (bizi) âciz bırakamazlar (lâ yu’cizûn).” (Enfâl 8:59)

  1. El-Müfekkik (الْمُفَكِّكُ)
  • Anlamı: (Zincirleri) Çözen, (esirleri) kurtaran. Kullarını (günahın, esaretin veya zorluğun) bağlarından kurtaran.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? (O,) bir köle veya esiri âzat etmektir (Fekku rakabetin).” (Beled 90:11-13)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kurtaran / El-Müncî):

“De ki: ‘Allah sizi ondan (o tehlikelerden) ve bütün sıkıntılardan kurtarır (yüneccîküm). Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.'” (En’âm 6:64)

  1. El-Müfettil (الْمُفَتِّلُ)
  • Anlamı: (Zerre kadar) Haksızlık etmeyen. (Fitil: Hurma çekirdeğindeki ince iplik, zerre). Adaleti o kadar hassastır ki, zerre kadar dahi olsa haksızlık yapmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır ve onlara kıl kadar (fetîlen) haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Adalet):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müstenkif (الْمُسْتَنْكِفُ)
  • Anlamı: (Kulluktan) Çekinmeyen. Azametine rağmen, kulluk edilmeyi veya (hikmeti icabı) misaller vermeyi Zâtına noksanlık görmeyen, bundan çekinmeyen (istiknâf etmeyen).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Mesîh, Allah’a kul olmaktan asla çekinmez (len yestenki-fe’l-mesîhu), Allah’a yakınlaştırılmış melekler de (çekinmezler). Kim O’na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilsin ki) O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.” (Nisâ 4:172)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Misal Vermekten Çekinmemesi):

“Şüphesiz Allah, (hakkı açıklamak için) sivrisineği ve (hatta) ondan daha küçüğünü (veya büyüğünü) misal getirmekten çekinmez (lâ yestahyî). İman edenler, onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfredenler ise, ‘Allah, bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de hidayete erdirir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara 2:26)

  1. El-Mübsil (الْمُبْسِلُ)
  • Anlamı: (Helâke) Teslim eden. Kazandıkları günahlar sebebiyle kullarını (adaletiyle) helâke veya azaba teslim eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onlar, kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş (übsilû) kimselerdir. İnkâr etmekte olduklarına karşılık, onlar için kaynar sudan bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.” (En’âm 6:70’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Helâk Eden / El-Mühlik):

“Biz, o (Peygamberin) ardından nice nesilleri helâk ettik (ehleknâ). Rabbinin, kullarının günahlarından haberdar olması (Habîr) ve onları görmesi (Basîr) yeterlidir.” (İsrâ 17:17)

  1. El-Muhlis (الْمُخْلِصُ)
  • Anlamı: (Dini) Hâlis kılan, ihlâs sahibi. Dini (İslâm’ı) Zâtına hâlis kılan; ve kullarından (dilediğini) ihlâsa erdiren (Muhlas).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):

“Şüphesiz biz, o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise, dini Allah’a has kılarak (muhlisan lehu’d-dîn) O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis (el-hâlisu) din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:2-3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arındıran / El-Müzekkî):

“(Siz) kendinizi temize çıkaranları görmez misiniz? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkî) ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)

  1. El-Mümekkin (الْمُمَكِّنُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünde) Güç ve imkân (temkîn) veren, yerleştiren. Sâlih kullarını yeryüzüne vâris kılan ve onlara hâkimiyet imkânı veren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Mısır’da onu satın alan adam, karısına, ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece biz, Yûsuf’u o ülkeye yerleştirdik (mekkennâ li-Yûsufe) ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğrettik. Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkü Veren):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Kâdî (الْقَاضِي)
  • Anlamı: Hüküm veren, (kullar arasında) adaleti icra eden, işi bitiren. (El-Hakem ve Hayru’l-Hâkimîn ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Gizliyi de âşikârı da bilen Allah’ım! Kullarının, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında sen hüküm vereceksin (tahtakumu).'” (Zümer 39:46)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hüküm Verenlerin En Hayırlısı):

“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (Hayru’l-Hâkimîn).” (Yûnus 10:109)

  1. El-Muksim (الْمُقْسِمُ)
  • Anlamı: (Azametiyle) Yemin eden. (Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, O’nun kudretinin ve hakikatinin mutlak bir tasviri ve isbatıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hayır, kıyamet gününe yemin ederim (Lâ uksimu bi-yevmi’l-kıyâmeti). Hayır, kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (Lâ uksimu bi’n-nefsi’l-levvâmeti).” (Kıyâmet 75:1-2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yeminin İsbatı):

“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki (Fe-lâ uksimu bi-Rabbi’l-meşârikı ve’l-meğârib), şüphesiz bizim gücümüz yeter.” (Me’âric 70:40)

  1. El-Mü’ekkid (الْمُؤَكِّدُ)
  • Anlamı: (Ahdini, sözünü) pekiştiren, teyit eden. Kullarından aldığı sözü (Kefîl olarak) sağlamlaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil tutarak sağlamlaştırdıktan (ba’de tevkîdihâ) sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16:91)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vefalı / El-Mûfî):

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin (evfû bi-ahdî) ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim (ûfi bi-ahdiküm). Yalnız benden korkun.” (Bakara 2:40)

  1. El-Münezzil (الْمُنَزِّلُ)
  • Anlamı: (Peş peşe, hikmetle) İndiren. (El-Münzil (#277) “indiren” (bir defada); El-Münezzil (Tenzil) “peş peşe, hikmetle indiren” manasındadır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi (nezzele). O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti (enzele). O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İndiren / El-Münzil):

“Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren (enzele) ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’a mahsustur.” (TDV Meali, Kehf 18:1)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Fâriş (الْفَارِشُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen, yayan. Mahlukatın hayatı için yeryüzünü bir sergi (firâş) gibi yayan. (El-Mâhid ve El-Mümehhid isimlerine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (fe-ni’me’l-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Döşek Kılan):

“O, yeryüzünü size bir döşek (firâşen), göğü de bir tavan yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü türlü ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.” (Bakara 2:22)

  1. El-Mürsî (الْمُرْسِي)
  • Anlamı: (Dağları) Sabit kılan, yerleştiren. Yeryüzünün nizamı (dengesi) için dağları (revâsî) sâbit kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Dağları da (yere) sâbit kıldı (ersâhâ). (Bunları) sizin için ve hayvanlarınız için bir yararlanma (imkânı) olarak (yaptı).” (Nâzi’ât 79:32-33)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dağların Vazifesi):

“O, yeryüzünde, sarsılmayasınız diye sâbit dağlar (revâsiye) yarattı, ırmaklar ve yollar astı ki, yolunuzu bulasınız.” (Nahl 16:15)

  1. El-Kâbil (الْقَابِلُ)
  • Anlamı: Kabul eden. Kullarının (ihlâs ile yaptıkları) amellerini ve tevbelerini kabul eden. (Et-Tevvâb isminin bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği – Kâbili’t-Tevb):

“O, günahı bağışlayan (Gâfiri’z-Zenb), tövbeyi kabul eden (Kâbili’t-Tevb), azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kabul Fiili):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini (yâkbelu’t-tevbete), sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden (et-Tevvâb) ve çok merhamet eden (er-Rahîm) olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

Bu bağlantıda, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen 358 adet İlâhî ismi, sıfatı (Zâtî, Fiilî) ve cihan şümul tecellîyi (İsm-i Çiftler, Fiilî Sıfatlar, “Hayru’l-…” ve “Zü’l-…” terkipleri dâhil) ayet-i kerimeler ve muradifleri ile birlikte tefekkür ettik.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu usûl ile tasvir edilebilecek isim ve sıfatların tamamına yakınını (neredeyse tamamını) ele almış bulunmaktayız. Bu vüs’atli (geniş kapsamlı) çalışma, bu noktada nazarî bir tamama ermiş görünmektedir.

Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini kalbimize nakşetmeyi ve hayatımıza rehber kılmayı nasip eylesin.

 

 

SONSÖZ (Hâtime)

Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemîn. Başlangıçta olduğu gibi, sonda da hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Kur’ân-ı Kerîm’in nûrlu rehberliğinde, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını bizlere tanıttığı 358 İlâhî ismi, sıfatı ve fiilî tecellîyi ayet-i kerimelerin ışığında tefekkür etme gayretiyle bu vüs’atli çalışmayı tamamlamış bulunmaktayız.

Bu uzun tefekkür yolculuğu, bizlere Esmâ-i Hüsnâ’nın, Zât-ı Akdes’in kâinattaki icraatını anlamak için birer pencere olduğunu bir kez daha göstermiştir. Gördük ki; O (c.c.), hem “el-Evvel” (ilki olmayan) hem “el-Âhir” (sonu olmayan); hem varlığının delilleri apaçık olan “ez-Zâhir” hem de Zâtının hakikati idrak edilemeyen **”el-Bâtın”**dır.

O, mutlak izzet sahibi “el-Azîz” olmakla beraber, isyankâr kullarını dahi affeden **”el-Gaffâr”**dır. Kudreti her şeyi kuşatan “el-Kahhâr” olmakla beraber, rahmeti her şeyi kuşatan **”er-Rahmân”**dır. Bu müteselsil (birbirini takip eden) isimler, Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî (heybet) ve Cemâlî (güzellik) sıfatlarının kâinatta mükemmel bir muvazene (denge) içinde tecellî ettiğini isbat etmektedir.

Bu araştırma göstermiştir ki, O (c.c.) her nefsin kazandığının üzerinde duran “Kâ’imun alâ külli nefsin bimâ kesebet” sıfatıyla her an her şeye nâzırdır; “Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ” olarak en cansız çekirdekten hayatı ve “Muhyi’l-Mevtâ” olarak ölümden sonra yeniden hayatı var edendir.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen bu isimlerin ve fiilî sıfatların tamamına yakınının ele alındığı bu çalışma, elbette beşerî idrakimizin bir sınırıdır. Hakikatleri ise sonsuzdur. Bu çalışmanın yegâne hedefi, Kur’ân’ın Esmâ-i Hüsnâ tefekkürüne dair sunduğu o cihan şümul bakış açısını bir nebze olsun yansıtabilmekti.

Niyetimiz hâlistir, lakin idrakimiz noksandır. Beşerî bir gayret olan bu çalışmadaki hata ve kusurlarımızdan dolayı Rabbimizin affına (el-Afûvv) ve mağfiretine (el-Gafûr)  sığınırız.

Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini kalbimize nakşetmeyi ve hayatımıza rehber kılmayı nasip eylesin.

Tevfik ve hidayet ancak Allah’tandır.

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

www.tesbitler.com
29/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI

KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI


ÖNSÖZ

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Kâinatı bir kitap, insanı o kitabın en muhtasar bir nüshası ve Kur’an-ı Kerîm’i o kitabın ezelî bir tercümanı olarak yaratan ve indiren Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) sonsuz hamdü senâlar olsun. O’nun ezelî kelâmının ilk muhatabı ve en kâmil mübelliği olan Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v), âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.

Kur’an-ı Kerîm, beşeriyetin hidayeti için indirilmiş, cihan şümul bir hayat nizamıdır. Bu nizamın idrak edilmesi, muhtevasındaki kudsî manaların fehmedilmesi ise, ancak o manaları taşıyan temel “kavramların” doğru bilinmesiyle mümkündür. Zira Kur’an, bizlere kendi ıstılahları (terminolojisi) ile hitap eder; inancı, ameli, ahlâkı ve kâinata bakışı (nazar) bu kavramlar üzerine bina eder.

İnsanların inançlarını, sözlerini ve fiillerini tasvir etmek için kullanılan bu kavramlar, bir müminin hayat yolculuğundaki işaret levhaları mesabesindedir. Hangi yolun “övülen”, hangi yolun ise “yerilen” olduğunu bu kavramlar vasıtasıyla öğreniriz.

Bu mütevazı araştırma, Kelâmullah’ın derûnî yapısını, onun kendi anahtar kavramları üzerinden anlama gayesiyle hazırlanmıştır. Çalışmamız, Kur’an’ın bizatihi kendi ayetleriyle hangi fiil ve düşünceleri “müspet” (övülen), hangilerini “menfi” (yerilen) olarak tasnif ettiğini ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu tasnif, Hak ile Bâtıl’ı, Hidayet ile Dalâleti, İman ile Küfrü net bir surette ayırmamıza (Furkan) vesile olacaktır.

Bu çalışmanın, Kur’an-ı Kerîm’in hikmet ve hidayet denizinden istifade etmek isteyenlere bir rehber olması temennisiyle. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.

 

Not: Gemini Pro 2.5 Yapay Zekâ ile yapılmıştır. Bu alanda yapılan çalışmalardan istifade ve iktibas edilmiştir.

 

 

TAKDİM

Kıymetli okuyucu;

Elinizdeki bu araştırma, Kur’an-ı Kerîm’in, kâmil bir insan ve faziletli bir cemiyet inşa etmek için kullandığı “temel kavramları” tahlil etmek maksadıyla araştırma yapılmış ve kaleme alınmıştır. Kur’an-ı Kerîm, muhatabına sunduğu hayat modelini, birbiriyle girift (iç içe) ve zengin bir kavramlar manzumesi üzerinden tasvir eder.

Bu çalışma, mezkûr kavramları Kur’an’ın kendi metodolojisine uygun olarak iki ana başlık altında tasnif etmektedir:

  1. Övme İfade Eden Kavramlar: Kur’an’ın teşvik ettiği, failine mükâfat vaat ettiği, “iman ve itaat” eksenli müsbet vasıflar.
  2. Yerme İfade Eden Kavramlar: Kur’an’ın sakındırdığı, failine ceza bildirdiği, “inkâr ve isyan” eksenli menfi vasıflar.

Yapılan bu tahlil neticesinde, Kur’an’ın bütün müspet ahlâkî vasıflarının zirvesinde ve “odak kelime” mevkiinde “Takva” kavramının durduğu tespit edilmiştir. Takva, Allah’a karşı mesuliyet şuuruyla O’nun himayesine (vikaye) girmek , O’nun azabından sakınmaktır.

Bunun tam zıddında ise, bütün menfi vasıfların en şümullüsü (en kapsamlısı) olan “Zulüm” kavramı yer almaktadır. Zulüm, en temelde Allah’a şirk koşmak  ve haddi aşarak O’nun nizamından çıkmaktır.

Bu iki zıt kutup (Takva ve Zulüm), Kur’an’ın ideal mü’min portresi ile hüsrana uğrayan kâfir portresini çizmektedir.

Araştırmada ayrıca, “iman” ve kâmil “mümin”in vasıfları, “Din” kavramının Tevhid tarihi içindeki yeri, mü’minin iman mücadelesindeki “Hicret” ve “Cihad” sorumluluğu ve en mühimi, insanın Yaratıcısı ile olan münasebetini ifade eden cihan şümul “Kul” (Abd) kavramı ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarına karşı olan sonsuz Lütuf, Şefkat, Adalet ve Merhamet tecellileri ayet-i kerimeler ışığında izah edilmiştir.

Bu çalışmanın gayesi, Kur’an-ı Kerim’in “ifade zenginliğini” ve kavramlar arasındaki derûnî bağlantıyı göstererek, O’nun hidayet mesajına bir bütün olarak nazar etmeye vesile olmaktır.

 


Kur’an-ı Kerim’deki temel kavramlar, insanların inançlarını, sözlerini, fiillerini ve davranışlarını tasvir etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramlar, temelde iki ana başlık altında toplanmıştır: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”.
Metinlerde, bazen bir kavramın diğerinin yerine kullanılabildiği veya bir davranışın farklı yerlerde başka kavramlarla anlatılabildiği belirtilmekte, bu durumun Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiği vurgulanmaktadır.
İşte bu belgelere dayalı olarak derlenen bilgiler:
a) Övme İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, Kur’an-ı Kerim’de insanların “övülen, iyi ve doğru kabul edilen, yapılması teşvik edilen, failine nimet ve ödül vaat edilen” olumlu davranışlarını ve ahlâkî niteliklerini anlatır. Bu kavramlar, insanların beğenilen ve övülen davranışlarını ifade eder. Yüce Allah, insanların bu şekilde hareket etmelerini, inançlarının ve hayatlarının böyle olmasını istemektedir.
Bu kavramların anlattığı davranışların özeti “iman ve itaat”tir. Bu “iman ve itaat” hâli, Kur’an’da değişik kavramlarla ve çeşitli biçimlerde anlatılmıştır. Bu kavramlar birbiriyle iç içe ve girift bir hâldedir; bir kavramın muhtevası, diğer bir kavramın manasını da içine alabilmektedir.
İnsanın olumlu yönünü (inanç, söz, fiil) anlatan bu kavramların “en şümullü, en kapsamlı” olanı “takva” kavramıdır. Takva, bu sahada “odak kelime” olarak nitelendirilmiştir.


Başlıca Övme İfade Eden Kavramlar:
• الْمُتَّقِينَ (el-Müttakîn): Allah’a karşı gelmekten sakınan müminler (Bakara, 2/2).
• الْمُؤْمِنِينَ (el-Mü’minîn): Mümin erkekler (Enfal, 8/2).
• الْمُؤْمِنَاتِ (el-Mü’minât): Mümin kadınlar (Ahzab, 33/35).
• الْمُسْلِمِينَ (el-Müslimîn): Allah’a teslim olan erkekler (Hac, 22/78).
• الْمُسْلِمَاتِ (el-Müslimât): Allah’a teslim olan kadınlar (Ahzab, 33/35).
• الْمُوقِنِينَ (el-Mûkınîn): Kesin olarak, şeksiz ve şüphesiz iman edenler (Zariyat, 51/20).
• الْمُهْتَدِينَ (el-Mühtedîn): Hidayete erenler (İsra, 17/97).
• الْمُحْسِنِينَ (el-Muhsinîn): İyilik yapanlar, iyi davrananlar, salih ameller işleyenler, yaptığını iyi ve sağlam yapanlar, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler (Bakara, 2/195).
• الصَّالِحِينَ (es-Sâlihîn): Yararlı iş yapanlar, salih amel işleyenler (Al-i İmran, 3/114).
• الْمُصْلِحِينَ (el-Muslihîn): Islah edenler, düzeltenler (Bakara, 2/220).
• الْمُخْلِصِينَ (el-Muhlisîn): Samimi ve ihlaslı olanlar (Araf, 7/29).
• الصَّابِرِينَ (es-Sâbirîn): Sabırlı erkekler (Al-i İmran, 3/17).
• الصَّادِقِينَ (es-Sâdikîn): İnancında, ibadetinde, özünde, sözünde, iş ve işlemlerinde doğru olan erkekler (Al-i İmran, 3/17).
• الْقَانِتِينَ (el-Kânitîn): Gönülden boyun büküp divan duran, itaatkâr erkekler (Al-i İmran, 3/17)
• الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (el-Müstağfirîne bi’l-eshâr): Seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (Al-i İmran, 3/17).
• التَّوَّابِينَ (et-Tevvâbîn): Allah’a çok tövbe edenler (Bakara, 2/222).
• الْخَاشِعِينَ (el-Hâşi’în): Allah’a derinden saygı duyan erkekler (Ahzab, 33/35)2
• الْمُتَوَكِّلِينَ (el-Mütevekkilîn): Allah’a tevekkül edenler (Al-i İmran, 3/159).
• الْمُتَطَهِّرِينَ (el-Mütetahhirîn): Maddi ve manevi kirlerden temizlenenler (Bakara, 2/222).
• الشَّاكِرِينَ (eş-Şâkirîn): Şükredenler (Zümer, 39/66).
• الْعَابِدُونَ (el-‘Âbidûn): İbadet edenler (Tevbe, 9/112).
• السَّائِحُونَ (es-Sâihûn): Allah yolunda seyahat edenler, oruç tutanlar (Tevbe, 9/112).
• الْأَوَّابِ (el-Evvâb): Allah’a çok yönelen (Kaf, 50/32).
• الْمُنِيبِ (el-Münîb): Allah’a yönelen (Hud, 11/75).
• الْمُفْلِحُونَ (el-Müflihûn): Kurtuluşa erenler (Araf, 7/8).
• أُولُوا الْأَلْبَابِ (Ülü’l-elbâb): Akıl sahipleri (Zümer, 39/9).
• أُولِي الْأَبْصَارِ (Üli’l-ebsâr): Basiret sahipleri (Haşr, 59/2).
• الْأَبْرَار (el-Ebrâr): İyiler (İnsan).
• أَوْلِيَاءُ اللَّهِ (Evliyâullah): Allah dostları (Yunus, 10/62).
• الْمُقَرَّبُونَ (el-Mukarrebûn): Allah’a yakın olanlar (Mutaffifin, 83/21).
• حِزْبَ اللَّهِ (Hizbullah): Allah taraftarı olan kimse (Mücadele, 58/22).

b) Yerme İfade Eden Kavramlar

Bütün insanlar aynı inançta ve fiilde değildir. Bir kısmı iman ederken bir kısmı inkâr eder. İman edenler arasında da itaat edenler ve isyan edenler bulunur. Bu değişik hâller, farklı kavramlarla anlatılmıştır.
Nasıl ki “iman” ve “itaat” hâlleri çeşitli kavramlarla dile getirilmişse, “inkâr” ve “isyan” hâlleri de birçok kavramla ifade edilmiştir.
Bu kavramlar, insanların “yerilen, yapılmaması istenen ve yapanına ceza olduğu bildirilen” olumsuz inanç, söz, fiil ve davranışlarını anlatır.

Başlıca Yerme İfade Eden Kavramlar:

• الظَّالِمُونَ (ez-Zâlimûn): Zalimler (Bakara).
• الظَّلُوم (ez-Zalûm): Çok zulmeden kimse (Ahzab, 33/72).
• الْكَافِرُونَ (el-Kâfirûn): Kâfirler (Bakara, 2/254).
• الْمُشْرِكِينَ (el-Müşrikîn): Müşrik, yani Allah’a ortak koşan erkekler (Ahzab, 33/73).
• الْمُشْرِكَاتِ (el-Müşrikât): Allah’a ortak koşan kadınlar.
• الْكَفُورُ (el-Kefûr): Çok nankör kimse.
• الْمُنَافِقِينَ (el-Münâfikîn): Münafık, iki yüzlü, kalbi ile iman etmediği halde iman ettim diyen erkekler (Ahzab, 33/73).
• الْمُنَافِقَاتِ (el-Münâfikât): Münafık, iki yüzlü kadınlar (Ahzab, 33/73).
• الضَّالُّونَ (ed-Dâllûn): Haktan, doğru yoldan, İslam’dan sapanlar (Al-i İmran, 3/90).
• الْمُضِلِّينَ (el-Mudillîn): İnsanları hak yoldan saptıranlar (Kehf, 18/51).
• كَاذِبُونَ (Kâzibûn): Yalancılar (En’am, 6/28).
• الْمُكَذِّبِينَ (el-Mükezzibîn): Ayetleri ve peygamberleri yalanlayanlar (Vakıa, 56/51).
• السَّاخِرِينَ (es-Sâhirîn): Peygamber ve dinî değerlerle alay edenler (Zümer, 39/56).
• الْمُسْتَهْزِئُونَ (el-Müstehziûn): Müslümanlarla alay edenler (Bakara, 2/14).
• الْمُسْتَكْبِرِينَ (el-Müstekbirîn): Kibirliler, büyüklenenler (Nahl, 16/23).
• الْمُتَكَبِّرِينَ (el-Mütekebbirîn): Büyüklenenler (Zümer, 39/60).
• الْمُفْتَرِينَ (el-Müfterîn): İftira edenler (Araf, 7/152).
• الْمُمْتَرِينَ (el-Mümterîn): Dinî gerçeklerden, ahiretin varlığından, Kur’an’ın Allah sözü ve Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğundan şüphe edenler (En’am, 6/114).
• الْخَائِضِينَ (el-Hâidîn): Batıla dalanlar (Müddessir, 74/45).
• مُعْرِضُونَ (Mu’ridûn): Kur’an’dan yüz çevirenler (Enbiya, 21/32)
• الْفَاسِقُونَ (el-Fâsikûn): İtaatten çıkanlar (Bakara, 2/99).
• الْمُفْسِدِينَ (el-Müfsidîn): Bozguncular, fesat çıkaranlar (Yunus, 10/40).
• الْأَثِيمِ (el-Esîm): Çok günahkâr kimse (Bakara, 2/276).

1. Olumsuz Yönleri İfade Eden Kavramlar

Bu kavramlar, insanların beğenilmeyen, yerilen ve kötü olan yönlerini ifade etmektedir. Allah, insanların bu şekilde hareket etmemelerini istemekte ve bu davranışları sergileyenleri yermekte ve cezalandıracağını bildirmektedir. Bu davranışların özeti “inkâr ve isyan” olarak belirtilmiştir.
Bu olumsuz kavramlar birbiriyle anlam ilişkisi içindedir ve bir kavramın muhtevası, bir başkasının anlamını da ihtiva edebilmektedir.

En Kapsamlı Olumsuz Kavram: Zulüm

İnsanların “olumsuz yönlerini” anlatan kavramların en şümullüsü (en kapsamlısı) olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılmaktadır. “Zulüm” kavramının, diğer olumsuz kavramların ifade ettiği anlamların tamamını genel olarak ifade ettiği ve Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biri olduğu belirtilmektedir.

Olumsuz Kavramlara Misaller:

Bu olumsuz vasıflara sahip kimseler için kullanılan pek çok tabir listelenmiştir. Bazıları şunlardır:
• الذينَ يُكَذِّبُونَ بيوم الدين: Hesap ve ceza gününü yani ahireti yalanlayan kimseler.
• الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ: Günah işleyen kimseler.
• الذينَ يَبْخَلُونَ…: Cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimseler.
• المجرمين: Kâfirler, suçlular, günah işleyenler.
• الْمُسْرِفين: İsraf edenler, aşırı gidenler.
• الْخَاسِرُونَ: İmansızlık, ibadetsizlik ve isyan sebebiyle ziyana uğrayanlar.
• الْمُطَفِّفِينَ: Ölçü ve tartıda hile yapanlar.
• مُذَبْذَبِينَ: İman ile inkâr arasında bocalayıp duranlar.
• مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ: İslam’a uygun olmayan arzu ve isteklerini ilah edinen kimse.
• سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ: Yalana çok kulak verenler.
• أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ: Haram yiyenler.
• الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ: Allah ve Peygamberi’ne düşmanlık eden kimseler.

2. Olumlu Yönleri İfade Eden Kavramlar

Bu kavramlar, Kur’an’da övülen ve mükafat (sevap) verileceği bildirilen vasıfları tanımlar.

Olumlu Kavramlara Misaller:

Olumlu vasıflardan bazıları şunlardır:

• صَادِقُ الْوَعْدِ: Vadini yerine getiren, sözünde duran kimse.
• من اهْتَدَى: Doğru yolda olan kimse.
• من تزكى: Küfür ve günahlardan arınan kimse.
• مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ: Allah’a ve Resulü’ne itaat eden.
• الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف: İyiliği emredenler.
• النَّامُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ: Kötülükten men edenler.
• الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ: Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili sınırlarını koruyanlar.
• الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ: Ceza ve hesap günü olan ahireti tasdik eden kimseler.
• الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ: İman edip salih amel işleyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ: Namazlarında derin saygı içinde olan kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ: Mahrem yerlerini, namuslarını koruyan ve zina etmeyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ: Emanetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ: Faydasız ve boş işlerden ve sözlerden yüz çevirenler.
• الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ…: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayan, öfkelerini yenen ve insanları affedenler.

3. Kavramlara Dair Genel Esaslar

• Bir Arada Bulunma: “iman” ve “küfür” gibi zıt kavramlar ayrı insanlarda bulunur; bir insanda aynı anda bulunmaz. Ancak “iman” ve “günah” gibi kavramlar aynı insanda bulunabilir.
• Karşılık: Övme ve sevap, itaat eden ve çirkin fiilleri yapmayanlara; yerme ve ceza ise günah işleyen ve farzları ihlal edenlere verilir.
4. “Din” Kavramı
Kaynaklarda “Din” kavramına da özel olarak değinilmiştir:
• Kullanımı: “Din” kelimesi Kur’an’da bu formatta 92 yerde geçmektedir.
• Anlamları ve Terkipleri: Kur’an’da “din” kelimesi yalın olarak veya çeşitli terkipler halinde farklı anlamlarda kullanılmıştır41. Bunlardan bazıları:
• دِينُ الْحَقِّ (Hak din)
• دين الله (Allah’ın dini)
• دِينُ القيم (Doğru din)
• دِينُ الْخَالِص (Halis din)
• دين الْمَلِكِ (Hükümdarların kanunu)
• يَوْمِ الدِّينِ (Din / hesap günü)
• Tarihçesi: “Din” olgusu ilk insandan beri vardır. Yüce Allah, “hak din” ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den (a.s.) itibaren insanlara “vahiy” yoluyla bildirmiştir.
• İnsan ve Din: Allah, insanları “hak dine” zorlamamıştır. Bununla birlikte, “hak din”den sapan ve onu tahrif eden insanlar olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an vahyedilmeye başlandığında, Hicaz bölgesinde “şirk dini”, Hristiyanlık ve Yahudilik mevcuttu. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar), Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı.

*Temel bir Kur’an kavramı olan “kul” (abd) ve Allah’ın kullarına karşı tavrı hakkında kaynaklara dayalı malumat aşağıdadır:
“Kul” (Abd) Kavramı
Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir. Bu sebeple Allah, kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de “kul” sıfatı ile hitap etmiştir. Zira insan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur. İnsan, pek çok hususta Allah’ın iradesine boyun eğer ve O’nun hükmü altındadır. İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun “kul” olmasına mâni değildir.

Allah’ın Kullarına Karşı Tavrı
Kaynaklarda, Allah’ın kullarına karşı tutumu çeşitli başlıklar altında izah edilmektedir:

a) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
Kullarına karşı çok lütufkâr olan Allah, yeryüzünün bütün ziynetlerini ve rızıklarını kulları için var etmiştir.
• A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Bu ayet-i kerimeye göre, yeryüzünün ziynetleri ve rızıkları aslında müminler için var edilmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mümin olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece müminlerindir.
• Yüce Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet (güzel sonuç) muttakilerindir.
• A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.””
• Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
• Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar.
• Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
• Allah’ın herkese bol rızık vermemesinin hikmeti şöyle açıklanır:
• Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”

b) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
Hidayet Yüce Allah’tandır. O, kullarından dilediğini İslam ile müşerref kılar.
• En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”

c) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
“Küfür”, nimetlere nankörlük ederek Allah’ı ve dinini reddetmek ve inkâr etmektir. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez ve kulları için küfre razı olmaz.
• Zümer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”
• Allah’ın, kullarının küfrüne razı olmamasının sebebi, onlara karşı çok şefkatli olmasıdır.

ç) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
Kullarını yaratan, onlara rızık ve sıhhat veren Allah’tır. O, kullarına karşı çok şefkatlidir.
• Bakara Suresi 2/207: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.”
• Bu şefkatin bir tezahürü olarak Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve tövbe ettiği zaman günahlarını affeder.

d) Allah, Kullarının Tövbelerini Kabul Eder
“Tövbe”, kulun işlediği günahtan pişman olup Allah’a yönelmesi ve halini ıslah etmesidir. Tövbeleri kabul etmek, Allah’ın kuluna bir lütfudur. Çünkü Allah, “Tevvâb” (tövbeleri çok kabul eden)dir.
• Tevbe Suresi 9/104: “Onlar, kullarından tövbeyi kabul edenin, sadakaları alanın Allah olduğunu ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?”
• Şûrâ Suresi 42/25: “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”

e) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
Allah, kullarının gizli-aşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir. Kullar, Allah’ın murakabesi (gözetimi) altındadırlar. Bilen ve gören olarak O, kullarına kâfidir.
• İsrâ Suresi 17/17: “Biz, Nûh’tan sonra da nice nesilleri helâk ettik. Rabbin, kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak yeter.”
• İsrâ Suresi 17/30: “Şüphesiz Rabbin, rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.”
• Zümer Suresi 39/36: “Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.”
• Allah, kullarının bütün hâllerini bilir ve ona göre adaletle muamele eder.

f) Allah, Kullarına Zulmetmez
Allah, kullarına asla zulmetmez.
• Âl-i İmrân Suresi 3/182: “Bu, kendi ellerinizin önceden işledikleri yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
• Mü’min Suresi 40/31: “Nûh kavminin, Âd’ın, Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum). Yoksa Allah, kullarına zulmetmek istemez.””
• Fussilet Suresi 41/46: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
• Allah, kimseyi hak etmeden cezalandırmaz, sevaplarını eksiltmez ve herkese çalıştığının karşılığını tam verir.

g) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
Allah, kullarına yakındır ve dua ettikleri zaman dualarını kabul eder.
• Bakara Suresi 2/186: “Kullarım, sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.”
• Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip salih amel işlemeleri gerekir.
• Şûrâ Suresi 42/26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”

ğ) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
Allah, kullarının üstünde tam hâkimdir.
• En’âm Suresi 6/61-62: “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar görevlerinde eksiklik yapmazlar. Sonra insanlar, gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.”

*Kur’ân-ı Kerîm’in bazı temel kavramlarına ve muhtevasına dair mühim bilgiler ihtiva etmektedir. Bu kavramlar hakkında hazırlanan izahat aşağıdadır:

1. İman ve Mümin Kavramları
“mümin”in sadece iman eden kimse olarak değil, aynı zamanda imanının gerektirdiği vazifeleri yerine getiren kimse olarak tanıtıldığı belirtilmektedir.

İman Esasları:
Müminler; Allah’a, meleklere, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmezler ve peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar.

Müminin Vasıfları:
Belgelere göre müminlerin başlıca vasıfları şunlardır:
• Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, okunan ayetler imanlarını artıran kimselerdir.
• Allah’ı severler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler.
• Kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hak olan Kur’ân’a saygı duyar.
• Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağırıldıkları zaman, “İşittik, itaat ettik” derler.
• Namazlarını dosdoğru, huşu içinde ve ara vermeden kılarlar.
• Mallarının zekâtını verirler.
• Allah’ın verdiği rızıktan Allah yolunda harcarlar (infak).
• Müminlere yardım ederler ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
• İyiliği emreder ve kötülüğü men ederler.
• Gerektiğinde Allah yolunda hicret ederler.
• Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler ve düşman ordularıyla karşılaştığı zaman kaçmazlar.
• Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan dinini yaşarlar.
• Emanetlerine ve sözleşmelerine (Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere) riayet ederler.
• Günahlarına tövbe eden, durumlarını düzelten ve dinlerinde ihlaslı olanlardır.
• Allah’a tevekkül ederler.
• Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
• Irzlarını (namuslarını) zinadan korurlar.
• Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar.
• Kasten bir mümini öldürmezler.
• Şirk, küfür, nifak, batıl ve faydasız inanç, söz ve fiillerden yüz çevirirler.
• Kıyametten korkar ve hak olduğunu bilirler.
• Kızdıkları zaman bağışlar ve işlerini danışma ile yaparlar.
• Müşriklerle evlenmezler.
• Babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmazlar.
• Cehennem ehli oldukları belli olduktan sonra, yakınları bile olsa müşrikler için Allah’tan bağış dilemezler.

2. Takva ve Muttakiler Kavramları
Vesikalarda “takva” (sorumluluk) bilinci, Kur’ân’ın rehberliğinden faydalanmanın bir şartı olarak zikredilir. Takva, “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilir ve şu manaları ihtiva eder:
• Allah’ın azabından, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden, kötülüklerden ve kötü işlerden, fitneden ve insana zarar veren her türlü inanç, söz, fiil ve davranıştan sakınmak.
• Takvaya erişmek için Allah’a ibadet etmek, ilahi hükümlerle amel etmek, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını unutmamak, Kur’ân’a uymak ve onun dışındaki yollara uymamak emredilmiştir.

Takvanın Zıddı (Zulüm):
“takva”nın, Kur’ân’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu vurgulanır.
• Takvanın Birinci Derecesi: Şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmaktır.
• Muttakilerin Zıddı: Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin zıddı olarak şu gruplar zikredilir: Kâfirler, Zalimler, Mücrimîn (suçlular), Fâcirûn (doğru yoldan çıkanlar), Tâğîn (isyanda haddi aşanlar), Mütekebbirîn (büyüklenenler), Sâhirîn (alay edenler), Mu’tedûn (haddi aşanlar, saldırganlar), Fâsıkûn (Allah ve Peygamberi’ne itaat etmeyenler), Müşrikîn (Allah’a ortak koşanlar) ve Münafıkûn (ikiyüzlüler).

3. Zulüm Kavramı
Takva kavramının zıddı olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılır.
• Bu takva-zulüm ikilemi birçok ayette görülür.
• Meryem Suresi’nde (71-72. ayetler) Allah Teâlâ, “(Ey kafirler!) Sizden hiçbir kimse yoktur ki cehenneme uğrayacak olmasın. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” buyurduktan sonra, “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” diyerek bu iki grubu ayırır.
• Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) hitaben, “(Ey Peygamberim!) Sonra seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” denildikten sonra, “Çünkü onlar, Allah’a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” buyrularak, Allah’ın muttakilerin dostu olduğu belirtilir.
• Zulmün Birinci Derecesi: İmanı terk edip şirk, küfür ve nifaka düşmektir.

4. Hicret ve Cihad Kavramları
Vesikalarda müminin, dinini yaşama mücadelesi bağlamında hicret ve cihad kavramlarına yer verilir:
• Mümin, yaşadığı beldede Allah’a kulluk vazifesini yerine getiremezse veya dinini izhar etmesi (açığa vurması) mümkün olmazsa, öncelikle o durumu değiştirmek için bütün gücüyle çalışır ve ibadetinden taviz vermez.
• Eğer bu durumu değiştirmesi mümkün değilse, ibadetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilir.
• Bu husus, Ankebût Suresi 56. ayet ile delillendirilir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”.
• Müfessirlerden Said b. Cübeyr bu ayeti, “Bir beldede günah fiiller işlenirse oradan çık.” şeklinde; Atâ b. Yesâr, “İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın.” şeklinde; Mücahid b. Cebr ise, “Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin.” şeklinde yorumlamıştır.
• Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” ifadesi, “Bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin” manasındadır.

5. Kurtuluşa Erenler
Manevi kurtuluşa eren kimselerin vasıfları şu şekilde sıralanmıştır:
• Müslüman
• Muhsin (İyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden)
• Salih ameller işleyen

1. Özet, Sonuç ve Not Bilgi
Özet
Kur’an-ı Kerim’in, insanların inançlarını, sözlerini ve fiillerini tasvir etmek için kullandığı temel kavramları iki ana başlık altında tasnif etmektedir: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”. “İman ve itaat” eksenindeki olumlu davranışlar birinci grupta; “inkâr ve isyan” eksenindeki olumsuz davranışlar ise ikinci grupta toplanmıştır. Metin, bu kavramların Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiğini, bazen birbirlerinin muhtevasını ihtiva ettiğini ve birbiriyle girift bir hâlde olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca, “kul” (abd) kavramının cihan şümul (evrensel) manası ve Allah’ın kullarına karşı olan lütufkâr, adil ve şefkatli tavrı ayet-i kerimelerle delillendirilmiştir.

Sonuç
Kur’an-ı Kerim’deki bütün olumlu ahlâkî vasıfların en şümullüsü (en kapsamlısı) ve “odak kelimesi” **”Takva”**dır. Takva’nın tam zıddı ise, olumsuz vasıfların en şümullüsü olan “Zulüm” kavramıdır. Metin, Kur’an’ın bu iki zıt kutup (Takva ve Zulüm) üzerinden bir mümin ve kâfir portresi çizdiğini; müminin vasıflarını, Allah’ın kullarına (mümin veya kâfir ayırt etmeksizin) karşı olan tavrını ve “din” kavramının tarihçesini ayetlerle isbat etmektedir.

 

 

************

 

Kur’an-ı Kerim’deki temel kavramlar, insanların inançlarını, sözlerini, fiillerini ve davranışlarını tasvir etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramlar, temelde iki ana başlık altında toplanmıştır: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”.
Metinlerde, bazen bir kavramın diğerinin yerine kullanılabildiği veya bir davranışın farklı yerlerde başka kavramlarla anlatılabildiği belirtilmekte, bu durumun Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiği vurgulanmaktadır.

**************

KUR’AN-I KERİM’İN ÖVDÜĞÜ KÂMİL İNSAN PORTRESİ: TAKVA EKSENİNDE MÜSPET KAVRAMLARIN BÜTÜNLÜĞÜ

Kur’an-ı Kerim, sadece bir inanç manzumesi değil, aynı zamanda kâmil bir insan ve faziletli bir cemiyet inşa etmeyi hedefleyen cihan şümul bir hidayet rehberidir. Bu hedef doğrultusunda, insanın inanç, söz, fiil ve davranışlarını tasvir ederken, onları iki ana başlık altında toplar: Övülen (Müspet) ve Yerilen (Menfi) kavramlar.

Övme ifade eden kavramlar, “iman ve itaat” zemininde birleşir. Bu müspet sıfatlar kümesinin “en şümullü, en kapsamlı” ve “odak kelime” olanı ise “Takva”dır. Takva sahibi kimseler (الْمُتَّقِينَ – el-Müttakî), Kur’an’ın inşa etmek istediği ideal mü’min şahsiyetinin zirvesini temsil eder.
Diğer bütün müspet kavramlar (el-Mü’minîn, el-Muhsinîn, es-Sâlihîn, es-Sâbirîn, el-Muhlisîn, Ülü’l-elbâb vb.), ya Takva’nın temelleri, ya cüzleri (parçaları), ya tezahürleri (dışa yansımaları) ya da onu koruyan manevi kaleler mesabesindedir.

Bu makalede, bu kavramların “Takva” merkezi etrafında nasıl birbiriyle girift (iç içe) ve ayrılmaz bir bütünlük arz ettiği tahlil edilecektir.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Odak: Takva ve el-Müttakîn)
Tahlilimizin merkezine aldığımız Takva (تَقْوَى) kavramı, lügatte “vikaye” kökünden gelir ve “sakınmak, korunmak, bir şeyi himaye altına almak” manalarına gelir. Istılahta ise, kulun, kendisi ile Allah’ın azabı arasına bir himaye, bir engel koymasıdır. Bu koruma, en temelde Allah’a karşı gelmekten, O’nun emirlerine muhalefet etmekten ve yasaklarını çiğnemekten titizlikle “sakınmak” suretiyle gerçekleşir.
الْمُتَّقِينَ (el-Müttakîn) ise bu Takva fiilini hayata geçiren, onu bir şahsiyet ve hayat tarzı haline getiren “sakınanlar, korunanlar” demektir.
Takva, Kur’an-ı Kerim’in hemen başında (Bakara, 2/2) hidayet rehberi olan kitabın, ancak “Müttakîler” için bir yol gösterici olduğunu beyan etmesiyle, daha en başta “anahtar kavram” olarak belirlenmiştir. Takva, pasif bir korku veya içe kapanıklık değil; Allah’ın rızasını kaybetme endişesiyle (havf) ve O’nun rahmetine sığınma ümidiyle (recâ) hareket eden faal (aktif) bir “iman ve itaat” şuurudur.

2. Takva’nın Boyutları: Diğer Kavramlarla Münasebeti (Bağlantı ve Tahlil)
Bir insanın “Müttakî” olarak vasıflandırılabilmesi, listede zikredilen diğer müspet kavramları da nefsinde toplamasıyla mümkündür. Zira bu sıfatlar, Takva binasının tuğlaları ve sütunlarıdır:

A. İman ve Teslimiyet Boyutu (Temel Sütunlar):
Takva’nın varlık sebebi imandır. Kalpte başlayan bu süreç, teslimiyetle fiiliyata dökülür:
• الْمُؤْمِنِينَ (el-Mü’minîn) / الْمُؤْمِنَاتِ (el-Mü’minât): Müttakî, her şeyden evvel “iman eden” kişidir. İman, Takva’nın zeminidir.
• الْمُسْلِمِينَ (el-Müslimîn) / الْمُسْلِمَاتِ (el-Müslimât): Bu imanın gereği olarak Allah’a “teslim olan” kişidir. Takva, bu teslimiyetin şuur halidir.
• الْمُوقِنِينَ (el-Mûkınîn): İmanı, taklitten tahkike (araştırmaya) geçmiş, “kesin olarak, şeksiz ve şüphesiz” inanan (Yakîn sahibi) kişidir. Takva’yı besleyen ve güçlendiren, işte bu yakîn mertebesidir.
• الْمُهْتَدِينَ (el-Mühtedîn): Allah’ın hidayetine “eren” ve bu hidayet üzere kalmayı dileyendir. Zira Kur’an, Müttakîlere hidayet vaat eder (Bakara
2/2).

B. Fiilî ve Ahlâkî Boyut (Amel-i Salih):
Takva, sadece kalbî bir sakınma değil, aynı zamanda fiilî bir güzelliktir:
• الْمُحْسِنِينَ (el-Muhsinîn): Müttakî, “İhsan” mertebesindedir. Yaptığı işi en güzel (sağlam) yapan, ibadetini Allah’ı görüyormuş gibi (ihsan) eda edendir. Takva, İhsan’ın bir alt mertebesi, İhsan ise Takva’nın zirvesidir.
• الصَّالِحِينَ (es-Sâlihîn) / الْمُصْلِحِينَ (el-Muslihîn): Takva sahibi, “salih amel işleyen” ve sadece kendi salih olmakla kalmayıp, yeryüzünde “ıslah eden, düzelten” (Muslih) bir şahsiyettir. O, tahrib edici (bozguncu) değil, tamir edicidir.
• الصَّابِرِينَ (es-Sâbirîn): Takva’yı muhafaza etmek ancak “sabr” ile mümkündür. Müttakî; ibadete devamda, günahtan kaçınmada ve gelen musibetlere karşı sabredendir.
• الصَّادِقِينَ (es-Sâdikîn): Müttakî; “özünde, sözünde ve işinde doğru” (Sadık) olandır. Takva, münafıklığın (ikiyüzlülüğün) zıddıdır; sadakati icap ettirir.
• الْمُتَطَهِّرِينَ (el-Mütetahhirîn): Takva, hem maddi hem de “manevi kirlerden (günahlardan) temizlenenler” demektir. Allah’ın Müttakîleri sevmesi gibi, (Bakara 2/222) “çok temizlenenleri” de sevmesi bu iki kavramın yakınlığına
işarettir.

C. Kalbî ve Ruhî Boyut (İhlas ve Huşû):
Takva’nın merkezi kalptir ve bu kalbin vasıfları şunlardır:
• الْمُخْلِصِينَ (el-Muhlisîn): Müttakî, amelini sadece Allah rızası için yapan “ihlâslı” kişidir. Takva’nın ruhu ve motor gücü ihlastır. Riya (gösteriş) ve şirk, Takva’yı yok eder.
• الْقَانِتِينَ (el-Kânitîn) / الْخَاشِعِينَ (el-Hâşi’în): Allah’a “gönülden boyun eğen” (Kânitîn) ve O’na karşı “derinden saygı (huşû) duyan” (Hâşi’în) kişidir. Bu kalbî durum, Takva’nın dışa vuran halidir.
• الْمُتَوَكِّلِينَ (el-Mütevekkilîn): Müttakî, sebeplere riayet ettikten sonra netice için Allah’a “tevekkül eden” kişidir.
• الشَّاكِرِينَ (eş-Şâkirîn): Aldığı her nimetin Allah’tan geldiğini bilen ve bu nimeti O’nun rızası dairesinde kullanarak “şükreden” kişidir.

D. Rabb ile Münasebet Boyutu (Tövbe ve İbadet):
Müttakî, melek değildir; beşeriyet icabı hata edebilir. Ancak onun farkı şudur:
• التَّوَّابِينَ (et-Tevvâbîn) / الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (el-Müstağfirîne bi’l-eshâr): Günaha düştüğünde ısrar etmez, derhal “çok tövbe eden” (Tevvâbîn) olur. Bilhassa “seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyerek” Takva zırhını onarır.
• الْعَابِدُونَ (el-‘Âbidûn) / السَّائِحُونَ (es-Sâihûn): Takva’sını ibadetle besler. O, “ibadet eden” (Âbidûn) ve Allah yolunda gayret gösteren, oruç tutan (Sâihûn) kimsedir.
• الْأَوَّابِ (el-Evvâb) / الْمُنِيبِ (el-Münîb): Her durumda ve her hatadan sonra “Allah’a çok yönelen” (Evvâb, Münîb) kişidir.

E. İrfan ve Basiret Boyutu (Akıl ve Nazar):
Takva, körü körüne bir sakınma değildir; şuurlu bir idrak gerektirir:
• أُولُوا الْأَلْبَابِ (Ülü’l-elbâb): Müttakî, “akıl sahibi” (öz akıl) kişidir. Kâinattaki ayetleri okur, tefekkür eder ve aklını kullanarak Rabbini bulur.
• أُولِي الْأَبْصَارِ (Üli’l-ebsâr): Olaylara sadece (göz) ile değil, “basiret” (kalp gözü) ile bakar (nazar). Takva, basireti açar; kişiye Hak ile batılı ayırma kabiliyeti (Furkan) verir.

3. Ayet-i Kerime’deki Yeri ve Temsil (Külli Portre)
Kur’an-ı Kerim, bu sıfatların birbiriyle olan ayrılmaz bütünlüğünü, bazı ayetlerde onları bir arada zikrederek gösterir. Bu ayetler, kâmil mü’minin portresini çizer:
• Âl-i İmrân Suresi (3/17): Cennetin vaat edildiği Müttakîleri şöyle tasvir eder:
“Bunlar, sabredenler (الصَّابِرِينَ), doğru olanlar (الصَّادِقِينَ), gönülden boyun eğenler (الْقَانِتِينَ), infak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir (الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ).”
• Tevbe Suresi (9/112): Allah’a canlarını ve mallarını satan mü’minlerin vasıfları:
“Tövbe edenler (التَّائِبُونَ), ibadet edenler (الْعَابِدُونَ), hamdedenler, (Allah yolunda) seyahat edenler (السَّائِحُونَ), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!”
• Ahzâb Suresi (33/35): Bu külli portrenin en şümullü tasvirlerinden biri bu ayettedir. Allah (c.c.) mağfiret ve büyük ödül vaat ettiği kimseleri (erkek ve kadın olarak) şöyle sıralar:
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar (الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ), mü’min erkekler ve mü’min kadınlar (وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ), itaatkâr erkekler ve itaatkâr kadınlar (وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ), doğru erkekler ve doğru kadınlar (وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ), sabreden erkekler ve sabreden kadınlar (وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ), Allah’a derinden saygı duyan erkekler ve Allah’a derinden saygı duyan kadınlar (وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ), sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, “Mü’min” olan aynı zamanda “Sâdık”, “Sâbir”, “Kânit” ve “Hâşî” olmalıdır. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.

4. Hikmet Boyutu ve Kıssa (Nümun-u İmtisal)
Bu kavramların tamamının gayesi, insanı “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) mertebesine çıkarmak, onu hem dünyada hem de ahirette “kurtuluşa erenlerden” (الْمُفْلِحُونَ – el-Müflihûn) kılmak ve nihayetinde Allah’ın rızasına (Rıdvanullah) mazhar etmektir.

En Mükemmel Temsil (Nümun-u İmtisal):
Bu sıfatların tamamının zirvede toplandığı şahsiyet, hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v). O, insanların en Müttakîsi, en Muhsini, en Sâbiri, en Sâdıkı (el-Emîn), en Âbidi ve en Hâşî’si idi.
Onun terbiyesinde yetişen Ashab-ı Kiram da bu sıfatların canlı birer temsilcisi olmuşlardır. Hz. Ebubekir (r.a.) “es-Sâdıkîn” vasfının zirvesi olmuş; Hz. Ömer (r.a.) “el-Muslihîn” (ıslah edici) ve adil vasfıyla temayüz etmiş; Hz. Osman (r.a.) hayâsı ile “el-Mütetahhirîn” (nezaket ve temizlik) vasfına ayna olmuş; Hz. Ali (r.a.) ise ilmi, basireti ve yakîn imanı ile “el-Mûkınîn” ve “Ülü’l-elbâb” sıfatlarının bir numunesi olmuştur.

Risale-i Nur’dan İktibas:
Bu kavramların birbiriyle olan girift münasebeti, Risale-i Nur Külliyatı’nda da veciz bir şekilde ifade edilir. Takva’nın, İhlas’ın ve Salih Amel’in ayrılmazlığı özetle şöyle vurgulanır:
“Nasıl ki ihlâs (الْمُخْلِصِينَ), amel-i sâlihin (الصَّالِحِينَ) ruhudur; öyle de takvâ (الْمُتَّقِينَ) dahi, onun esasıdır.”
İhlas olmadan amelin, Takva (sakınma temeli) olmadan da İhlas ve amelin kâmil manada var olamayacağını gösterir.

5. Günümüzdeki Yeri ve Hayata Yansıması
İnsanın ve dünyanın büyük bir ahlâkî ve manevi tahribat yaşadığı asrımızda, Kur’an’ın övdüğü bu kavramlara olan ihtiyaç her zamankinden fazladır.
• Güvenin sarsıldığı dünyamızda “es-Sâdikîn” (dürüstler) ve “el-Muhsinîn” (işini sağlam yapanlar) birer kurtarıcıdır.
• Nefsanî arzuların taştığı bir zamanda “el-Mütetahhirîn” (maddi-manevi temizlenenler) ve “el-Hâşi’în” (Allah’tan haya edenler) birer kaledir.
• Ümitsizliğin ve aceleciliğin hâkim olduğu bir devirde “es-Sâbirîn” (sabredenler) ve “el-Mütevekkilîn” (tevekkül edenler) birer denge unsurudur.
• Fikri karmaşanın ve sathi (yüzeysel) bakışın yaygınlaştığı bir çağda “Ülü’l-elbâb” (derin akıl sahipleri) ve “Üli’l-ebsâr” (basiret sahipleri) birer hidayet ışığıdır.
Bu sıfatlar, günümüz insanının parçalanmış kimliğine karşı, Allah’a (c.c.) dayanan “bütüncül” bir İslâm şahsiyeti (الْمُسْلِمِينَ) teklif etmektedir.

6. Hülasa (Kâmil Mü’minin Portresi ve Nihai Mertebeler)
Tahlilimiz neticesinde görülmektedir ki, Kur’an-ı Kerim’in övdüğü kavramlar birbirinden bağımsız, izole edilmiş faziletler değildir. Bu kavramlar, “Takva” ana ekseninde birleşen, birbirini tamamlayan, biri olmadan diğerinin nakıs (eksik) kalacağı bir bütündür.
İman (el-Mü’minîn) olmadan Takva olmaz; Takva olmadan İhsan (el-Muhsinîn) kemâle ermez. Tövbe (et-Tevvâbîn) olmadan Takva muhafaza edilmez. Akıl (Ülü’l-elbâb) kullanılmadan Takva’nın hakikati idrak edilmez.
Bu sıfatların tamamını nefsinde toplamayı başaran “kâmil insanların” ulaştığı nihai mertebeleri ve unvanları ifade eder:
• الْأَبْرَار (el-Ebrâr): İyiliğin ve itaatin zirvesine çıkmış “iyiler”.
• أَوْلِيَاءُ اللَّهِ (Evliyâullah): Takva’ları sayesinde “Allah dostu” olma şerefine erenler.
• الْمُقَرَّبُونَ (el-Mukarrebûn): Yaptıkları salih ameller ve ihsan mertebeleriyle “Allah’a en yakın olanlar”.
• حِزْبَ اللَّهِ (Hizbullah): Hayatlarını tamamen Allah’ın davasına adayan, O’nun safında yer alan “Allah taraftarları”.
Netice olarak; Kur’an’ın övdüğü kâmil insan modeli; imanı yakîn (el-Mûkınîn), ameli ihsan (el-Muhsinîn), ahlâkı sıdk (es-Sâdikîn), kalbi huşû (el-Hâşi’în) ve aklı basiret (Üli’l-ebsâr) üzere olan, tüm bu vasıfları “Takva” şuuruyla yaşayan “Müttakî” bir kul olmaktır.

 

 

************

 

KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI: YERME İFADE EDEN KAVRAMLAR


Giriş
Kur’an-ı Kerim, insanlığa bir hidayet rehberi olarak indirilmiştir. Bu rehberlik vazifesi icabı, sadece “müspet” ve “makbul” olanı (iman, itaat, fazilet) değil, aynı zamanda “menfi” ve “merdud” olanı (inkâr, isyan, zulüm) da açıkça tasvir eder. İnsan tabiatının hem iyiliğe hem de kötülüğe olan meyli, Kur’an’da bu zıt kavramlar üzerinden beyan edilir.
İman ve itaat hâlleri nasıl çeşitli kavramlarla (Mü’min, Muttaki, Sâlih, Muhsin vb.) övülmüşse, inkâr ve isyan hâlleri de o kadar çeşitli kavramlarla yerilmiştir. Bu “yerme ifade eden kavramlar”, insanların sakınması gereken, yapılması istenmeyen ve akıbeti ceza olarak bildirilen olumsuz inançları, sözleri, fiilleri ve davranışları ifade eder.
Bu kavramların Kur’an’da sıkça zikredilmesinin hikmeti, insanları bu tehlikeli sıfatlardan haberdar etmek, nefsin ve şeytanın tuzaklarına karşı uyarmak ve bu fiillerin hem dünyevî hem de uhrevî neticelerini gözler önüne sermektir.

Manalarına ve Kur’an’daki kullanımlarına göre tasnif ederek (gruplayarak) izah etmek, bütünlüğü görmek açısından bakacak olursak:

1. Grup: İnkâr, Şirk ve Nankörlük
(الْكَافِرُونَ ,الْمُشْرِكِينَ ,الْمُشْرِكَاتِ ,الْكَفُورُ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Kâfirûn (Kâfirler): Lügatte “örten” manasındadır. Istılahta, Allah’ın varlığını, birliğini, peygamberlerini veya ahiret gibi temel iman hakikatlerini bilerek inkâr eden, üzerini örten kimselerdir.
• el-Müşrikîn / el-Müşrikât (Müşrik Erkekler / Kadınlar): Allah’ın zatında, sıfatlarında veya fiillerinde O’na ortak (şerik) koşanlardır. En büyük zulüm olarak nitelenen “şirk” fiilini işleyenlerdir.
• el-Kefûr (Çok Nankör): Küfür kelimesi aynı zamanda nimeti inkâr, yani nankörlük manasına da gelir. el-Kefûr, Allah’ın sayısız nimetlerine karşı şiddetli bir nankörlük içinde olan kimsedir.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Kâfirûn: “Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/254)
• el-Müşrikîn/Müşrikât: “Bunun sonucu olarak Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Ahzab, 33/73)
• el-Kefûr (ve el-Esîm): “Allah, faizi tüketir (faizle elde edilen malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah, hiçbir günahkâr nankörü (Kefûr, Esîm) sevmez.” (Bakara, 2/276)
2. Grup: Zulüm ve Günah
(الظَّالِمُونَ ,الظَّلُوم ,الْأَثِيمِ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• ez-Zâlimûn (Zalimler): Zulüm, bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, haksızlık etmektir. Kur’an’da en büyük zulüm şirk (Allah’a karşı haksızlık), insanın kendi nefsine (isyan ederek) veya başka mahlukata (haksızlık ederek) yaptığı zulüm olarak geçer.
• ez-Zalûm (Çok Zulmeden): İnsanın, kendisine yüklenen “emaneti” (akıl, irade, hilafet) taşıma mesuliyetindeki zafiyetini ve nefsine zulmetme temayülünün şiddetini ifade eder.
• el-Esîm (Çok Günahkâr): “İsm” (günah) kökündendir. Günah işlemeyi âdet hâline getiren, günahta ısrarcı olan kimse.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• ez-Zalûm: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Kuşkusuz o çok zalim (Zalûm), çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
• ez-Zâlimûn: (Bakara 2/254. ayette kâfirlerin aynı zamanda zalim olduğu belirtilmiştir.)
3. Grup: Nifak ve İkiyüzlülük
(الْمُنَافِقِينَ ,الْمُنَافِقَاتِ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Münâfikîn / el-Münâfikât (Münafık Erkekler / Kadınlar): Kalbiyle inkâr ettiği hâlde, diliyle “iman ettim” diyen, ikiyüzlü kimselerdir. Müslüman toplumunun içinde yaşayıp, zahiren onlardan görünürken, batınen küfür üzere olanlardır. Kur’an, bunların cehennemin en alt tabakasında (Derk-i Esfel) olacaklarını bildirir.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• (Ahzab 33/73. ayette Müşriklerle beraber zikredilmişlerdir.)
• Ayrıca Bakara Suresi’nin başı (8-16. ayetler) ve Münafikûn Suresi tamamen bu zümrenin hâllerini tasvir eder.
4. Grup: Dalalet ve Saptırma
(الضَّالُّونَ ,الْمُضِلِّينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• ed-Dâllûn (Sapanlar): Haktan, doğru yoldan (Sırat-ı Müstakim’den) bilerek veya bilmeyerek ayrılanlar, yolunu kaybedenlerdir. Fatiha Suresi’nde “Mağdûb” (gazaba uğrayanlar) zümresinden ayrı olarak zikredilirler.
• el-Mudillîn (Saptıranlar): Sadece kendisi sapmakla kalmayıp, başkalarını da (vesvese, propaganda, yanlış rehberlik ile) haktan saptıranlar, dalalete sürükleyenlerdir. Bu sıfatın başında İblis gelir.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• ed-Dâllûn: “İman ettikten sonra kâfirliğe sapan, sonra da kâfirlikte ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların (Dâllûn) ta kendileridir.” (Âl-i İmrân, 3/90)
• el-Mudillîn: “Ben onları (İblis ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları (Mudillîn) yardımcı edinecek değilim.” (Kehf, 18/51)
5. Grup: Yalan, İftira ve Tekzib
(كَاذِبُونَ ,الْمُكَذِّبِينَ ,الْمُفْتَرِينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• Kâzibûn (Yalancılar): Hakikatin zıddını söyleyenler. Özellikle iman iddiasında yalancı olan münafıklar veya Allah adına konuşup yalan söyleyenler için kullanılır.
• el-Mükezzibîn (Yalanlayanlar): “Tekzib” fiilinden gelir. Kendilerine gelen hakikati (ayetleri, peygamberleri, ahireti) yalanlayanlar, onların doğruluğunu kabul etmeyenlerdir.
• el-Müfterîn (İftira Edenler): “İftira”, yalanın en çirkin şeklidir. Olmayan bir şeyi uydurmak, özellikle Allah’a (“Allah’ın çocuğu var” demek gibi) veya peygamberlere, masum insanlara iftira atmaktır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• Kâzibûn: “Keşke (dünyaya bir daha) döndürülseydik de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık’ derlerken onları bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahları) onlara göründü. Eğer (dünyaya) döndürülselerdi, elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine dönerlerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar (Kâzibûn).” (En’âm, 6/27-28)
• el-Mükezzibîn: “Sonra siz ey haktan sapan yalanlayıcılar! (Dâllûn, Mükezzibîn) Mutlaka bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz.” (Vâkıa, 56/51-52)
• el-Müfterîn: “Şüphesiz buzağıyı ilah edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında da bir zillet erişecektir. İşte biz iftiracıları (Müfterîn) böyle cezalandırırız.” (A’râf, 7/152)
6. Grup: Kibir ve Alay
(الْمُسْتَكْبِرِينَ ,الْمُتَكَبِّرِينَ ,السَّاخِرِينَ ,الْمُسْتَهْزِئُونَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Müstekbirîn / el-Mütekebbirîn (Büyüklenenler, Kibirliler): “Kibir”, hakkı reddetmek ve insanları hor görmektir. İblis’in Hz. Âdem’e (as) secde etmemesinin temel sebebi kibirdir. Bu sıfata sahip olanlar, Allah’a kulluğu kendilerine yediremeyen, hakikati enaniyetlerine kurban edenlerdir.
• es-Sâhirîn (Alay Edenler): (سخر kökünden gelir, sihirbaz manasındaki ساحر ile karıştırılmamalıdır). Dinin mukaddes değerleriyle, ayetlerle veya peygamberin tebliğiyle alay edenlerdir.
• el-Müstehziûn (Alay Edenler): Bu da “alay etme” fiilidir ancak Kur’an’daki kullanımında genellikle bizzat iman eden “müminlerle” alay etme, onları küçük görme manasında kullanılır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Müstekbirîn: “Hiç şüphesiz Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları (Müstekbirîn) asla sevmez.” (Nahl, 16/23)
• el-Mütekebbirîn: “Allah’a karşı yalan söyleyenlerin, kıyamet günü yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler (Mütekebbirîn) için cehennemde yer mi yok?” (Zümer, 39/60)
• es-Sâhirîn: “Kişinin, ‘Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim (Sâhirîn)’ diyeceği günden sakının.” (Zümer, 39/56)
• el-Müstehziûn: “Mü’minlerle karşılaştıkları zaman, ‘İman ettik’ derler. Şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise, ‘Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay edicileriz (Müstehziûn)’ derler.” (Bakara, 2/14)
7. Grup: Şüphe, İ’raz ve Batıla Dalma
(الْمُمْتَرِينَ ,الْخَائِضِينَ ,مُعْرِضُونَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Mümterîn (Şüphe Edenler): “Mirye” kökünden gelir; hakikat apaçık ortada olduğu hâlde kalbine şüphe düşenler veya şüphede ısrar edenler, yakîn (kesin bilgi) hâline geçemeyenlerdir.
• el-Hâidîn (Batıla Dalanlar): Lüzumsuz, boş, manasız ve bâtıl işlere, lafızlara dalanlar. Özellikle ahireti unutup, dünyanın malayani (boş) işlerine kendilerini kaptıranları tasvir eder.
• Mu’ridûn (Yüz Çevirenler): “İ’raz” fiilinden gelir. Kendilerine sunulan hakikatten (Kur’an’dan, ayetlerden, tebliğden) kibirle veya gafletle yüz çevirenlerdir.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• el-Mümterîn: “(De ki:) ‘Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitab’ı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indirmiştir.’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, onun Rabbin tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde, sakın şüphe edenlerden (Mümterîn) olma.” (En’âm, 6/114)
• el-Hâidîn: “(Cehennemlikler der ki:) ‘Biz de (bâtıla) dalanlarla (Hâidîn) birlikte dalıyorduk’.” (Müddessir, 74/45)
• Mu’ridûn: “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirmektedirler (Mu’ridûn).” (Enbiyâ, 21/32)
8. Grup: Fısk ve Fesat
(الْفَاسِقُونَ ,الْمُفْسِدِينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Fâsikûn (Fâsıklar): “Fısk”, lügatte “kabuğundan çıkmak” demektir. Istılahta, Allah’a itaatin sınırlarından, şeriatın çizdiği hudutlardan dışarı çıkanlardır. Bu, bazen büyük günah işleyerek (fâsık-ı mücrim), bazen de küfre girerek (fâsık-ı kâfir) olur.
• el-Müfsidîn (Bozguncular, Fesat Çıkaranlar): “Fesat”, ıslahın zıddıdır. Yeryüzünde kurulu olan nizamı (ahlakî, sosyal veya ekolojik nizamı) bozanlar, fitne ve anarşi çıkaranlardır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Fâsikûn: “Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bakara, 2/99)
• el-Müfsidîn: “İçlerinden öylesi var ki, ona (Kur’an’a) inanır; yine içlerinden öylesi de var ki, ona inanmaz. Rabbin bozguncuları (Müfsidîn) daha iyi bilendir.” (Yûnus, 10/40)
Kavramların Temsil Ettiği Hikmetler
Kur’an-ı Kerim’in bu menfi kavramları bu kadar tafsilatlı zikretmesinin pek çok hikmeti vardır:
• Teşhis ve Tedavi: Bunlar, insan kalbini ve aklını tahrip eden manevi hastalıkların (kibir, nifak, zulüm, cehalet) teşhisidir. Kur’an, bu hastalıkları teşhis eder ve iman, ilim, tövbe ve salih amel ile tedavisini gösterir.
• Hüccetin İkamesi: İnsanların, “bilmiyorduk” dememeleri için cehalete, “görmedik” dememeleri için gaflete, “mecburduk” dememeleri için zulme ve “anlamadık” dememeleri için dalalete giden yolların tamamı kapatılmıştır.
• Hakkın Tecellisi: Hak, ancak zıddıyla (batıl) mukayese edildiğinde tam olarak ortaya çıkar. Kur’an, “Mü’minûn”un vasıflarını anlatırken, onun zıddı olan “Kâfirûn”, “Münâfikûn” ve “Fâsikûn”un da sıfatlarını anlatır ki, aradaki fark netleşsin.
Günümüzdeki Yansımaları (Tezahürleri)
Bu kavramlar, sadece tarihte kalmış zümreleri değil, her asırda bulunabilen insan tiplerini ve menfi sıfatları tasvir eder.
• Kibir (Müstekbirîn): Günümüzde materyalist veya pozitivist düşüncenin, ilahî hakikatleri “bilim dışı” diyerek reddetmesinin temelinde, modern bir enaniyet ve kibir yatmaktadır.
• Fesat (Müfsidîn): Sadece fiziki bozgunculuk değil, ahlakî değerleri ifsad eden, aileyi hedef alan, yalan haberle (iftira) toplumun nizamını bozan her türlü faaliyet bu kapsama girer.
• Batıla Dalma (Hâidîn): Ahiret mesuliyetini unutup, sınırsız bir eğlenceye, gaflete ve dünyanın fani işlerine (malayaniyata) dalmak, modern insanın en büyük imtihanlarından biridir.
• Nifak (Münâfikîn): Menfaat icabı farklı kimliklere bürünmek, sözü ile fiilinin zıt olması, modern hayattaki “çıkarcı” ve “ikiyüzlü” davranış modellerinin Kur’an’daki karşılığıdır.
Risale-i Nur Perspektifinden
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda bu yerme ifade eden kavramların (küfür, şirk, dalalet, fısk) menşeini (kaynağını) derinlemesine tahlil eder.
Ona göre, bu menfi sıfatların modern asırdaki en büyük dayanakları “tabiat” (Doğa) fikri, “tesadüf” ve “enaniyet”tir (egoizm).
• Enaniyet: İnsanın “ene” (ben) duygusunu Firavun gibi görüp, kendini malik (sahip) sanması, kibri (Mütekebbirîn) ve zulmü (Zâlimûn) netice verir.
• Dalalet (Dâllûn): Küfür ve inkâr, kâinatı manasız, abes (boş) ve tesadüflerin oyuncağı olarak gören bir “adem-i kabul” (yok sayma) hâlidir. Bu bakış, kâinatın her zerresindeki ilahî sanatı ve hikmeti “tekzib” (Mükezzibîn) etmektir.
• Mücadele Yolu: Risale-i Nur, bu menfi akımlara ve sıfatlara karşı “iman-ı tahkikî” (araştırmaya dayalı iman) ile mukabele eder. Cebir ve şiddetle değil, “ikna” ve “isbat” yoluyla, yani “müsbet hareket” ile mücadeleyi esas alır. Küfrün ve dalaletin temellerini (tabiat, tesadüf) aklen çürütür ve tevhidin hakikatlerini (Vahdaniyet, Nübüvvet, Haşir) güneş gibi isbat ederek o batıla dalanların (Hâidîn) ve şüphe edenlerin (Mümterîn) kalplerini tedavi etmeyi hedefler.
Hülasa (Netice)
Kur’an-ı Kerim, “yerme ifade eden kavramlar” ile insanlığın manevi hastalıklarının bir haritasını çıkarmıştır. ez-Zâlimûn’dan el-Müfsidîn’e, el-Kâfirûn’dan el-Münâfikîn’e kadar tüm bu sıfatlar, insanın “emaneti” yüklenmesindeki zafiyetinden ve “ene”sini yanlış kullanmasından kaynaklanan sapmalardır.
Bu kavramları bilmek, mümin için bir “farkındalık” oluşturur; kendi nefsinde bu sıfatlardan eser olup olmadığını tenkit etme (nefis muhasebesi yapma) imkânı verir. Nihai gaye, bu yerilen sıfatlardan arınarak, Kur’an’ın övdüğü “Mü’min”, “Muttaki” ve “Muhsin” kullar zümresine dâhil olabilmektir.

 

 

**************

 

 

  1. Olumsuz Yönleri İfade Eden Kavramlar
    Bu kavramlar, insanların beğenilmeyen, yerilen ve kötü olan yönlerini ifade etmektedir. Allah, insanların bu şekilde hareket etmemelerini istemekte ve bu davranışları sergileyenleri yermekte ve cezalandıracağını bildirmektedir. Bu davranışların özeti “inkâr ve isyan” olarak belirtilmiştir.
    Bu olumsuz kavramlar birbiriyle anlam ilişkisi içindedir ve bir kavramın muhtevası, bir başkasının anlamını da ihtiva edebilmektedir.

    En Kapsamlı Olumsuz Kavram: Zulüm
    Kaynakta, insanların “olumsuz yönlerini” anlatan kavramların en şümullüsü (en kapsamlısı) olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılmaktadır. “Zulüm” kavramının, diğer olumsuz kavramların ifade ettiği anlamların tamamını genel olarak ifade ettiği ve Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biri olduğu belirtilmektedir.

    Olumsuz Kavramlara Misaller:
    Metinlerde bu olumsuz vasıflara sahip kimseler için kullanılan pek çok tabir listelenmiştir. Bazıları şunlardır:
    • الذينَ يُكَذِّبُونَ بيوم الدين: Hesap ve ceza gününü yani ahireti yalanlayan kimseler.
    • الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ: Günah işleyen kimseler.
    • الذينَ يَبْخَلُونَ…: Cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimseler.
    • المجرمين: Kâfirler, suçlular, günah işleyenler.
    • الْمُسْرِفين: İsraf edenler, aşırı gidenler.
    • الْخَاسِرُونَ: İmansızlık, ibadetsizlik ve isyan sebebiyle ziyana uğrayanlar.
    • الْمُطَفِّفِينَ: Ölçü ve tartıda hile yapanlar.
    • مُذَبْذَبِينَ: İman ile inkâr arasında bocalayıp duranlar.
    • مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ: İslam’a uygun olmayan arzu ve isteklerini ilah edinen kimse.
    • سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ: Yalana çok kulak verenler.
    • أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ: Haram yiyenler.
    • الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ: Allah ve Peygamberi’ne düşmanlık eden kimseler.

    ************

    Giriş: En Şümullü (Kapsamlı) Menfî Kavram Olarak “Zulüm”
    Kur’an-ı Kerim’de menfî davranışların zirvesini ve en geniş muhtevalı olanını “zulüm” kavramı ifade eder.
    Zulüm (الظلم): Lügatte “bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, eksik veya fazla yapmak” demektir. Kur’anî ıstılahta ise zulüm üç ana kategoride mütalaa edilir:
    • İnsanın Allah’a Karşı Zulmü: Bu, zulmün en büyüğüdür (zulm-i azîm) ve temeli Şirk’tir. Allah’a ait olan rubûbiyet (terbiye edicilik), ulûhiyet (ilahlık) ve hâkimiyet vasıflarını başka varlıklara (putlara, hevâya, tâğutlara) vermek, en büyük adaletsizlik ve haddi aşmadır.
    • Misal : Lokmân Sûresi, 13. Ayet: “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'”
    • İnsanın Diğer İnsanlara Karşı Zulmü: Kul hakkını ihlal eden her türlü fiildir. Haksız yere cana kıymak, malı gasp etmek, gıybet, iftira, ölçüde hile yapmak bu zulmün şubeleridir.
    • İnsanın Kendi Nefsine (Ene’sine) Karşı Zulmü: Kişinin iman ve salih amelden yüz çevirerek kendi nefsini ebedî azaba ve hüsrana dûçar etmesidir. Her günah, aynı zamanda kişinin kendi nefsine karşı işlediği bir zulümdür.
    Diğer menfî kavramlar, bu üç zulüm dairesinden birinin veya birkaçının içine dâhil olan fiillerdir.

    1. الذِينَ يُكَذِّBُونَ بيوم الدين (Hesap Gününü Yalanlayanlar)
    • İzahı: “Tekzîb” (yalanlama), hakikati bildiği halde onu inkâr etmektir. “Yevm-i Dîn” (Din Günü), insanların amellerinin karşılığını tam olarak görecekleri âhiret ve hesap günüdür. Bu kimseler, ilâhî adaletin tecelli edeceği, cennet ve cehennemin varlığını inkâr edenlerdir. Bu inkâr, onların dünyadaki fiillerinden mesuliyet hissetmemelerine ve her türlü cürmü işlemelerine sebep olur.
    • Zulüm ile İrtibatı: Âhireti yalanlamak, Allah’ın vaadini, tehdidini ve mutlak adaletini (Adl) inkâr etmektir. Bu, hem Allah’ın hakikatine karşı bir zulüm, hem de bu inkârla işlenen günahlar sebebiyle nefse (ene’ye) karşı bir zulümdür.
    • Misal :- Mutaffifîn, 83:10-12): “Vay haline o gün, yalanlayanların! Onlar ki hesap ve ceza gününü yalanlarlar. Onu, her günahkâr nankörden başkası yalanlamaz.”
    2. الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ (Kötülük İşleyenler)
    • İzahı: “Seyyiat” (سيئات), “hasenat”ın (iyiliklerin) zıddıdır. Allah’ın emirlerine aykırı, fıtrata zıt, neticesi kötü olan her türlü fiil, düşünce ve ameli ihtiva eder. Bu tabir, küfürden küçük günahlara kadar geniş bir yelpazedeki kötülükleri kapsar.
    • Zulüm ile İrtibatı: İşlenen her “seyyie” (kötülük), Allah’ın koyduğu bir sınırı (hududullah) aşmaktır. Sınırı aşan kimse ise zalimdir. Dolayısıyla bu fiil, doğrudan doğruya nefse karşı bir zulümdür.
    • Misal : ( Câsiye, 45:21): “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”3. الذينَ يَبْخَلُونَ… (Cimrilik Edenler)
    • İzahı: “Buhl” (cimrilik), Allah’ın verdiği nimeti, bilhassa malı, O’nun emrettiği yerlere (infak, zekât, sadaka) sarf etmekten imtina etmek, malı yığmaktır. Metninizdeki tanım (Nisâ, 37’ye atfen), bu kimselerin sadece cimrilik yapmakla kalmayıp, başkalarını da buna teşvik ettiklerini ve Allah’ın nimetini gizlediklerini (nankörlük ettiklerini) belirtir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Malın hakiki sahibi Allah’tır. Cimrilik, malda hakkı bulunan fukaranın ve muhtaçların hakkını gasp etmektir. Bu, doğrudan “insanlara karşı zulüm” kategorisine girer. Aynı zamanda nimeti gizlemek, nimeti verene (Mün’im-i Hakiki’ye) karşı bir nankörlük ve zulümdür.
    • Misal (- Nisâ, 4:37): “Onlar, cimrilik edip insanlara da cimriliği emreden, Allah’ın lütfundan kendilerine verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.”
    4. المجرمين (Mücrimler – Suçlular, Günahkârlar)
    • İzahı: “Cürüm” (suç), koparmak, kesmek manasından gelir. “Mücrim,” Allah ile olan ahdini, fıtrat bağını ve toplumsal nizamı bozan, büyük günahları (inkâr, şirk, isyan) işleyerek suçlu duruma düşen kimsedir. Kur’an’da genellikle kâfirler ve Allah’a isyanı âdet edinenler için kullanılır.
    • Zulüm ile İrtibatı: Mücrimlik, adaletin zıddı olan suçu ve isyanı temsil eder. Her mücrim, işlediği cürüm nispetinde zalimdir.
    • Misal ( Secde, 32:12): “O günahkârların (mücrimlerin), Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, ‘Rabbimiz! Gördük, duyduk. Artık bizi (dünyaya) döndür de salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inandık’ diyecekleri zamanı bir görsen!”
    5. الْمُسْرِفين (Müsrifler – İsraf Edenler, Haddi Aşanlar)
    • İzahı: “İsraf,” herhangi bir hususta haddi aşmak, itidali kaybetmektir. Bu, sadece malı lüzumsuz yere harcamak değil, aynı zamanda ömrü boşa geçirmek, Allah’ın verdiği kabiliyetleri fena yolda kullanmak ve en önemlisi, inkâr ve şirk ile haddi aşmaktır. (Firavun için “müsrif” tabiri kullanılır).
    • Zulüm ile İrtibatı: İsraf, nimetin hakkını vermemektir. Nimeti, yaratılış gayesi dışında kullanmak, nimete ve o nimeti verene karşı bir zulümdür.
    • Misal ( – A’râf, 7:31): “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”
    6. الْخَاسِرُونَ (Hâsirûn – Ziyana Uğrayanlar)
    • İzahı: “Hüsran” (ziyan), sermayeyi kaybetmektir. İnsanın en kıymetli sermayesi ömrü, fıtratı ve iman kabiliyetidir. “Hâsirûn,” bu sermayeyi küfür, şirk ve isyan yolunda harcayarak ebedî hayatını kaybeden, iflas eden kimselerdir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu, “nefse karşı zulmün” en açık neticesidir. Kişinin kendi nefsine yapabileceği en büyük zulüm, onu ebedî bir ziyana (hüsrana) sürüklemektir.
    • Misal (Asr, 103:1-3): “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan (hüsran) içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).”
    7. الْمُطَفِّفِينَ (Mutaffifîn – Ölçü ve Tartıda Hile Yapanlar)
    • İzahı: “Tatfif,” ölçü ve tartıda eksiklik yapmak, alırken tam alıp verirken eksik vermektir. Bu, ticari ve sosyal hayattaki ahlâksızlığın ve haksız kazancın bir sembolüdür.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu fiil, doğrudan “insanlara karşı zulüm”dür. Başkasının hakkını hile yoluyla gasp etmek, adaletsizliğin ve zulmün ta kendisidir.
    • Misal ( Mutaffifîn, 83:1-3): “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.”
    8. مُذَبْذَبِينَ (Müzebzebîn – Bocalayıp Duranlar)
    • İzahı: İman ile küfür arasında kalmış, kararsız, istikrarsız kimselerdir. Ne müminlere ne de kâfirlere tam olarak bağlanırlar. Bu, münafıkların en bariz vasfıdır; fıtratları bozulduğu için hak ile batıl arasında bocalayıp dururlar.
    • Zulüm ile İrtibatı: İman, fıtratın en temel ihtiyacıdır. Bu hali yaşayan kimse, nefsine iman ve istikamet hakkını vermeyerek ona zulmetmektedir.
    • Misal ( Nisâ, 4:143): “Onlar, imanla küfür arasında bocalayıp duranlardır. Ne bunlara (mü’minlere) bağlanırlar, ne de onlara (kâfirlere). Allah, kimi saptırırsa, artık onun için asla bir kurtuluş yolu bulamazsın.”
    9. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ (Hevâsını İlah Edinen Kimse)
    • İzahı: “Hevâ,” nefsin (ene) meşru olmayan, süflî arzu ve tutkularıdır. Kişinin, Allah’ın emri (vahiy) yerine, kendi nefsanî arzularını hayatının merkezi yapması, onlara kayıtsız şartsız itaat etmesidir. Bu, modern tabirle “nefs-perestlik” olup, şirkin en yaygın ve gizli şekillerinden biridir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu, “Allah’a karşı zulmün” yani şirkin ta kendisidir. İtaat edilmesi gereken yegâne İlah olan Allah’ın yerine, mahlûk olan “hevâ”yı koymak, en büyük zulüm olan şirke girmektir.
    • Misal (Câsiye, 45:23): “Kötü arzu ve isteklerini (hevâsını) ilâh edinen, Allah’ın (kendi ilmine göre) saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?”
    10. سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ (Yalana Çok Kulak Verenler)
    • İzahı: Hakikati duymaya kulaklarını kapatıp, batıla, gıybete, iftiraya, lağva ve her türlü yalana (kizb) rağbet eden, onları dinlemekten zevk alan kimselerdir. Bu vasıf, Kur’an’da genellikle münafıklar ve Ehl-i Kitab’ın hakikatten sapanları için zikredilir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Hakikat “adalet”tir, yalan ise “zulmün” temelidir. Yalana kulak vermek, hakikate karşı bir zulümdür ve zulmün yayılmasına zemin hazırlamaktır.
    • Misal (Mâide, 5:41): “Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘İnandık’ diyen kimselerden (münafıklardan) ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar (yahudiler) durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (Müslüman olmayan) bir topluluk hesabına casusluk ederler. Kelimelerin (Tevrat’ın) yerlerini değiştirirler. ‘Size bu (değiştirilmiş hüküm) verilirse alın, verilmezse sakının’ derler. Allah, kimi saptırmak isterse, artık onun için Allah’a karşı senin hiçbir şey yapma imkânın yoktur. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi dilemediği kimselerdir. Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”
    11. أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ (Haram / Rüşvet Yiyenler)
    • İzahı: “Suht” (السحت), bereketi gideren, kökünden kazıyan haksız kazanç demektir. Ayetlerin nüzul sebepleri (iniş sebepleri) ve tefsirler, bu tabirin bilhassa “rüşvet” ve “faiz” gibi toplumu ifsad eden haram kazançları ifade ettiğini belirtir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Rüşvet ve haram kazanç, kul hakkını ve kamu hakkını gasp etmektir. Bu, “insanlara karşı zulmün” en bariz şekillerindendir.
    • Misal (Mâide, 5:42): “Onlar, durmadan yalana kulak verenler, haram (suht) yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirsen, sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil olanları sever.”
    12. الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ (Allah ve Resûlü’ne Düşmanlık Edenler)
    • İzahı: “Muhâdde,” haddi aşmak, cephe almak, düşmanlık beslemek demektir. Bu kimseler, sadece Allah’ın emirlerine isyan etmekle kalmaz, aynı zamanda Allah’ın dinine, şeriatına ve Peygamberinin (s.a.v.) yoluna (sünnetine) karşı aktif bir düşmanlık ve savaş hali içindedirler.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu, isyanın ve zulmün zirvesidir. Artık sadece nefse veya insanlara zulüm değil, doğrudan Allah’a ve Resûlü’ne karşı haddi aşma ve düşmanlık etme cüretidir.
    • Misal (Mücâdele, 58:22): “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
    Netice
    Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiği bu menfî kavramların tamamı, “zulüm” ana başlığı altında toplanmaktadır. İster âhireti inkâr (hakikate zulüm), ister cimrilik (mala ve fukaraya zulüm), ister ölçüde hile (insanlara zulüm), ister hevâya tabi olmak (Allah’a karşı şirke varan zulüm), isterse nefsini hüsrana sürüklemek (ene’ye zulüm) olsun, hepsi temelde adaletin zıddı olan “zulüm” dairesi içindedir. Bu kavramlar, insanın ebedî saadetini tehdit eden manevî hastalıkların teşhisidir.

 

 

*************

 

 


  1. Olumlu Yönleri İfade Eden Kavramlar
    Bu kavramlar, Kur’an’da övülen ve mükafat (sevap) verileceği bildirilen vasıfları tanımlar.
    Olumlu Kavramlara Misaller:
    Olumlu vasıflardan bazıları şunlardır:
    • صَادِقُ الْوَعْدِ: Vadini yerine getiren, sözünde duran kimse.
    • من اهْتَدَى: Doğru yolda olan kimse.
    • من تزكى: Küfür ve günahlardan arınan kimse.
    • مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ: Allah’a ve Resulü’ne itaat eden.
    • الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف: İyiliği emredenler.
    • النَّامُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ: Kötülükten men edenler.
    • الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ: Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili sınırlarını koruyanlar.
    • الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ: Ceza ve hesap günü olan ahireti tasdik eden kimseler.
    • الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ: İman edip salih amel işleyen kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ: Namazlarında derin saygı içinde olan kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ: Mahrem yerlerini, namuslarını koruyan ve zina etmeyen kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ: Emanetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ: Faydasız ve boş işlerden ve sözlerden yüz çevirenler.
    • الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ…: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayan, öfkelerini yenen ve insanları affedenler.

    ***************

    Kur’an’ın temel gayeleri doğrultusunda şu şekilde izah edebiliriz:
    1. Temel Esas: İman, Hidayet ve Tasdik
    Bütün olumlu vasıfların hareket noktası ve zemini “iman”dır.
    • من اهْتَدَى (Doğru yolda olan kimse): Hidayet, bu vasıfların ilk adımıdır. Kişinin, kendi aklî ve kalbî tercihleriyle Allah’ın gösterdiği doğru yolu (Sırat-ı Müstakim’i) seçmesi ve kabul etmesidir.
    • الَّذِينَ آمَنُوا (İman edenler): Hidayeti kabul edenler, iman dairesine girenlerdir. Bu, sadece bir dil ikrarı değil, kalbî bir bağlılıktır.
    • الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ (Hesap gününü tasdik edenler): İmanın en mühim rükünlerinden biri ahirete, yani hesap ve ceza gününe (Yevm-i Din) şüphesiz inanmaktır. Bu tasdik, kişinin dünyadaki bütün amellerini (fiillerini) bir mesuliyet şuuruyla yapmasını sağlar. Zira amellerinin bir karşılığı olacağına yakînen inanır.
    2. İmanın Gereği: İtaat, Tezkiye ve Sınırları Koruma
    İman, kişiyi edilgen (pasif) kılmaz; aksine onu faal bir itaate ve arınmaya sevk eder.
    • مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ (Allah’a ve Resulü’ne itaat eden): İman ve tasdik, tabii bir netice olarak Allah’ın emirlerine ve bu emirleri tebliğ edip bizzat yaşayan Resulü’nün (s.a.v.) sünnetine uymayı gerektirir.
    • الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ (Allah’ın sınırlarını koruyanlar): İtaat, sadece emirleri yapmak değil, aynı zamanda yasaklardan (nehiylerden) kaçınmaktır. “Hududullah” (Allah’ın sınırları), helal ve haram dairesinin çerçevesidir. Mü’min, bu çerçevenin dışına taşmamakla mükelleftir.
    • من تزكى (Küfür ve günahlardan arınan kimse): Tezkiye (arınma), bu sürecin hem sebebi hem de neticesidir. Kişi, imanıyla küfürden, itaatiyle de günahlardan arınır. Bu, devamlı bir nefis mücahedesi ve istiğfar halidir.
    3. Derûnî Boyut: İbadette Huşu ve Ciddiyet
    Mü’minin Rabbi ile olan irtibatı, onun derûnî hayatını şekillendirir.
    • الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ (Namazlarında derin saygı içinde olanlar): Kur’an, sadece “namaz kılanları” değil, “namazlarında huşu içinde olanları” medheder. Bu, ibadetin zahirî şeklinden ziyade, kalbî huzur, Allah’ın huzurunda olduğunun idraki ve derin bir saygı hali olan “huşu”nun ehemmiyetini gösterir.
    • الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ (Faydasız ve boş işlerden yüz çevirenler): Huşu hali, sadece namaza mahsus değildir; hayatın tamamına sirayet eder. Mü’min, vaktinin ve ömrünün kıymetini bilir. “Lağv” yani malayani, boş, faydasız söz ve işlerden yüz çevirir. Bu, onun hayat ciddiyetini ve ulvî bir gayeye matuf yaşadığını gösterir.

    4. Zahirî ve Toplumsal Boyut: Ahlakî Faziletler
    İman ve ibadetle elde edilen derûnî olgunluk, kişinin muamelatına (sosyal ilişkilerine) ve ahlakına en güzel şekilde yansır.
    • الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ (Namuslarını koruyanlar): Mü’minin en bariz vasfı “iffet”tir. Bu, sadece zinadan kaçınmak değil, aynı zamanda harama bakmamayı, hayâ duygusunu muhafaza etmeyi ve neslin korunmasını ihtiva eden geniş bir ahlakî duruştur.
    • صَادِقُ الْوَعْدِ (Vadini yerine getiren): Bu, “Müslüman” kimliğinin en temel alametidir. Söz verdiğinde durmak, ahde vefa göstermek.
    • الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ (Emanetlerini ve sözlerini gözetenler): Bu vasıf, صَادِقُ الْوَعْدِ kavramını tamamlar. Mü’min, “emin” kimsedir (el-Emîn). Kendisine tevdi edilen her türlü maddi ve manevi emanete (görev, sır, mal, aile) riayet eder ve verdiği sözlerin (ahid) arkasında durur.

    5. Nefis Terbiyesi ve Toplumsal Sorumluluk
    Mü’min, sadece kendi nefsini terbiye etmekle kalmaz, aynı zamanda içinde yaşadığı topluma karşı da mesuliyet taşır.
    • الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ… (Bollukta ve darlıkta infak edenler…): Bu, Âl-i İmrân Suresi’nde (134. ayet) zikredilen “müttakilerin” vasfıdır. Mal sevgisi olan nefsine galebe çalıp, hem varlıkta (serra) hem de yoklukta (darra) Allah yolunda harcar (infak).
    • “…öfkelerini yenen ve insanları affedenler.”: Aynı ayetin devamı, nefis terbiyesinin zirvesini gösterir. Gücü yettiği halde öfkesine (gazabına) hakim olmak (Kazımu’l-Ğayz) ve kendisine kötülük yapanları affetmek, imanın ve ahlakın kemale erdiğinin delilidir.
    • الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف (İyiliği emredenler) ve النَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ (Kötülükten men edenler): (Not: Listede النَّامُونَ -uyuyanlar- olarak yazılmış, doğrusu النَّاهُونَ -men edenler- olmalıdır.) Bu, mü’minin toplumsal misyonudur: “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”. Mü’min, iyiliğin (maruf) yayılmasına ve kötülüğün (münker) engellenmesine kayıtsız kalamaz. Bu, toplumsal ıslahın temel dinamiğidir.
    Netice: Salih Amel
    الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (İman edip salih amel işleyen kimseler) kavramı, aslında diğer bütün maddeleri ihtiva eden bir şemsiye kavramdır.
    “Salih Amel”, yukarıda sayılanların tamamıdır: Huşu ile namaz kılmak, iffeti korumak, emanete riayet etmek, boş işten yüz çevirmek, infak etmek, affetmek ve iyiliği yayıp kötülüğe mani olmak… Bütün bunlar “salih amel” dairesindedir.
    Kur’an-ı Kerim, bu vasıfları zikrederek, mü’minlerden sadece soyut bir imanı değil; o imanı hayatın her sahasında (ibadette, ahlakta, ticarette, ailede ve toplumda) ispat eden, yaşayan, görünür kılan bir “salih amel” bütünlüğü talep etmektedir. Bu kavramların hepsi, “felaha eren” (kurtuluşa eren) mü’minlerin (Bkz: Mü’minûn Suresi, 1-11) ayrılmaz vasıflarıdır.

 

 

****************

 

 


  1. Kavramlara Dair Genel Esaslar
    • Bir Arada Bulunma: “iman” ve “küfür” gibi zıt kavramlar ayrı insanlarda bulunur; bir insanda aynı anda bulunmaz. Ancak “iman” ve “günah” gibi kavramlar aynı insanda bulunabilir.
    • Karşılık: Övme ve sevap, itaat eden ve çirkin fiilleri yapmayanlara; yerme ve ceza ise günah işleyen ve farzları ihlal edenlere verilir.
    4. “Din” Kavramı
    Kaynaklarda “Din” kavramına da özel olarak değinilmiştir:
    • Kullanımı: “Din” kelimesi Kur’an’da bu formatta 92 yerde geçmektedir.
    • Anlamları ve Terkipleri: Kur’an’da “din” kelimesi yalın olarak veya çeşitli terkipler halinde farklı anlamlarda kullanılmıştır41. Bunlardan bazıları:
    • دِينُ الْحَقِّ (Hak din)
    • دين الله (Allah’ın dini)
    • دِينُ القيم (Doğru din)
    • دِينُ الْخَالِص (Halis din)
    • دين الْمَلِكِ (Hükümdarların kanunu)
    • يَوْمِ الدِّينِ (Din / hesap günü)
    • Tarihçesi: “Din” olgusu ilk insandan beri vardır. Yüce Allah, “hak din” ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den (a.s.) itibaren insanlara “vahiy” yoluyla bildirmiştir.
    • İnsan ve Din: Allah, insanları “hak dine” zorlamamıştır. Bununla birlikte, “hak din”den sapan ve onu tahrif eden insanlar olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an vahyedilmeye başlandığında, Hicaz bölgesinde “şirk dini”, Hristiyanlık ve Yahudilik mevcuttu. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar), Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı.

    *************

    1. Kavramlara Dair Genel Esaslar (Zıtlık, İctima ve Karşılık)
    Kavramların insan hayatındaki tezahürüne dair temel bir Ehl-i Sünnet prensibini ortaya koymaktadır.
    A. Bir Arada Bulunma (İman, Küfür ve Günah Münasebeti)
    Metinde belirtildiği gibi, Kur’anî terminolojide “iman” (tasdik, kabul, teslimiyet) ile “küfür” (inkâr, örtme, reddetme) birbirinin zıddıdır. Bunlar, $varlık$ ve $yokluk$ gibidir; bir kalpte aynı anda ikisi birden bulunamaz. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu icap ettirir.
    Ancak metnin işaret ettiği ikinci nokta daha mühimdir: “İman” ve “günah” münasebeti.
    • İman, kalbî bir ameldir; tasdiktir.
    • Günah (veya fısk), azalarla (veya kalple) işlenen bir ameldir (eylemdir).
    Ehl-i Sünnet akîdesine göre, bir mü’min, imanını inkâr etmediği müddetçe, büyük günah (günah-ı kebîr) işlese dahi iman dairesinden çıkıp “kâfir” olmaz. O kişi, “günahkâr (fasık) bir mü’min” olur. Bu, “iman ve günah aynı insanda bulunabilir” esasının temelidir.
    Bu ayrım, imanı amelin bir cüz’ü sayan (büyük günah işleyeni imansız gören) Haricî veya Mutezilî telakkilerin aksine, imanın “tasdik” olduğunu vurgular. Kur’an-ı Kerim bu nüansa şöyle işaret eder:
    “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.”1
    (2Nisâ, 4/116 )
    Ayet, “şirk” (ki bu küfrün en büyüğüdür) ile “bunun dışındaki günahlar” arasında net bir ayrım yapmaktadır. Şirk affedilmezken, diğer günahlar Allah’ın meşîetine (dilemesine) bağlıdır. Bu da, günah işleyenin “mü’min” vasfını (tevbe etmediği takdirde cezaya müstehak olsa bile) kaybetmediğini gösterir.

    B. Karşılık (Mükâfat ve Mücâzât Prensibi)
    Kur’an’ın “adalet” ve “hesap” anlayışının özüdür. Bu, İlâhî sistemin temel direğidir: Hiçbir fiil, niyet ve amel karşılıksız kalmayacaktır.
    • İtaat ve Salih Amel (Övme ve Sevap): Allah’ın emirlerine uymak ve çirkin fiillerden (fahşâ) kaçınmak, $sevap$ (mükâfat) ile karşılık bulur.
    • Günah ve İhlal (Yerme ve Ceza): Günah işlemek ve farzları terk etmek, $ceza$ (mücâzât, azab) ile karşılık bulur.
    Bu prensip, Kur’an-ı Kerim’de “zerre” misaliyle en veciz şekilde ifade edilmiştir:
    “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.”
    (Zilzâl, 99/7-8 )

    2. “Din” Kavramı
    Kur’an’daki en merkezî kavramlardan biri olan “din” kelimesini tahlil etmektedir.
    A. Anlamları ve Terkipleri
    Metnin işaret ettiği gibi “din” kelimesi (92 yerde geçişiyle) çok zengin bir muhtevaya sahiptir. Bu terkipler, kelimenin farklı vechelerini gösterir:
    • Sistem, Şeriat ve İtaat (Tevhid Manasında):
    • $دِينُ الْحَقِّ$ (Hak Din), $دين الله$ (Allah’ın Dini), $دِينُ القيم$ (Doğru Din), $دِينُ الْخَالِص$ (Halis Din) terkipleri, Allah tarafından gönderilen, tahrif edilmemiş, tevhid esasına dayalı “İslâm”ı ifade eder. Bu, sadece bir inanç sistemi değil, hayatın tamamını ihata eden bir $nizamdır$.
    • Kur’an bu hakikati şöyle tasrih eder: “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 3/19 – TDV Meali)
    • Kanun, Otorite ve Egemenlik (Mülk Manasında):
    • $دين الْمَلِكِ$ (Hükümdarların kanunu) terkibi, Hz. Yusuf kıssasında (Yusuf, 12/76) geçer. Burada “din” kelimesi, Mısır hükümdarının yürürlükteki “hukuk sistemi, kanunu” manasında kullanılmıştır. Bu, kelimenin “otorite” ve “egemenlik” manalarını da ihtiva ettiğini gösterir.
    • Hesap, Ceza ve Karşılık Günü (Ahiret Manasında):
    • $يَوْمِ الدِّينِ$ (Din / hesap günü) terkibi, Fâtiha Suresi’nde $مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ$ (Din gününün sahibi) olarak geçer. Buradaki “din”, yukarıda “Karşılık” bahsinde izah edilen “ceza ve mükâfatın verileceği gün”, yani $hesap günüdür$.
    • Bu kullanım, “din”in aynı zamanda “borç” (deyn) köküyle olan münasebetini de gösterir; zira o gün, kulların Allah’a olan kulluk borçlarının hesabının görüldüğü gündür.

    B. Tarihçesi ve İnsan ile Münasebeti
    “din”in tarihî ve beşerî boyutuna dair mühim noktalara temas etmektedir:
    • Din, Fıtrîdir (İlk İnsandan Beri Varlığı):
    • Metnin “din olgusu ilk insandan beri vardır” tespiti, dinin sonradan icat edilmiş (evrimleşmiş) bir sebep değil, $fıtrî$ (yaratılıştan gelen) bir ihtiyaç ve İlâhî bir rehberlik olduğunu vurgular. İlk insan olan Hz. Âdem (a.s.), aynı zamanda ilk peygamberdir ve “hak din” (Tevhid) ona vahyedilmiştir.
    • Rum Suresi’ndeki şu ayet, bu fıtrî bağlantıyı $دِينُ القيم$ terkibiyle kurar:
    “O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlılıkla hak dine çevir. Allah’in insanları (üzerine) yarattığı fıtrata (uygun hareket et). Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte doğru din ($دِينُ القيم$) budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
    (Rûm, 30/30 )
    • Tahrif (Sapma) ve Tecdid (Yenileme):
    • Metin, insanların “hak din”den saptığını ve onu “tahrif ettiğini” belirtir. Bu, peygamberler tarihinin (Tevhid mücadelesinin) özetidir. İnsanlar, Hz. Âdem’e verilen Tevhid dinini zamanla bozmuş, ona $şirk$ (ortak koşma) bulaştırmışlardır. Bu sebeple Allah, “hak dini” yeniden tesis etmek (tecdid) için peyderpey peygamberler göndermiştir.
    • Hürriyet (Zorlama Olmaması):
    • “Allah, insanları ‘hak dine’ zorlamamıştır” ilkesi, Kur’an’ın en temel esaslarındandır:
    “Dinde zorlama ($لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ$) yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır…”
    (Bakara, 2/256 )
    • İman, kalbî bir tercih ve irade meselesidir. Zorlama ile elde edilen bağlılık, Kur’anî manada “iman” değil, “nifak” veya “teslimiyet” (görünüşte) olur.
    • Hicaz Bölgesindeki Vaziyet (Şirk Dini):
    • “Müşrikler… Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı” tespiti, Kur’an’ın indiği “şirk dini”nin yapısını anlamak için anahtardır.
    • Mekke müşrikleri $ateist$ (Allah’ı inkâr eden) değillerdi. Onlar, Allah’ın $Rab$ (Yaratıcı, Rızık Verici, Kâinatın Sahibi) olduğunu kabul ediyor, fakat $İlâh$ (ibadet edilecek, dua edilecek, şefaat istenecek yegâne merci) olma vasfında O’na ortaklar (putlar, melekler, atalar) koşuyorlardı.
    • Kur’an’ın ilk mücadelesi, bu $tevhid-i rubûbiyyet$ (Rab olarak birlenme) kabulünü, $tevhid-i ulûhiyyet$ (İlâh/Mabud olarak birlenme) ile tamamlatmaktır.
    Hülâsa (Özet)
    Bu durum, Kur’anî kavramların bir $sistem$ olduğunu göstermektedir:
    • İman ve Küfür zıt kutuplardır; biri olmadan diğeri tanımlanamaz.
    • İman (kalbî tasdik) ile Günah (amelî eksiklik) bir kişide bulunabilir; bu, rahmetin ve tevbenin kapısını açık tutar.
    • Tüm fiiller bir Karşılık (mükâfat/mücâzât) bulacaktır.
    • Bu karşılığın verileceği gün, $يَوْمِ الدِّينِ$ (Din Günü)’dür.
    • Bu hesap gününe hazırlığın yolu, Allah’ın fıtrata uygun olarak Hz. Âdem’den beri vahyettiği $دِينُ الْحَقِّ$ (Hak Din) olan İslâm’a, hiçbir zorlama olmaksızın, irade ile tabi olmaktır.

 

 

 

**************

 

 


Temel bir Kur’an kavramı olan “kul” (abd) ve Allah’ın kullarına karşı tavrı hakkında kaynaklara dayalı malumat aşağıdadır:
“Kul” (Abd) Kavramı
Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir. Bu sebeple Allah, kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de “kul” sıfatı ile hitap etmiştir. Zira insan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur. İnsan, pek çok hususta Allah’ın iradesine boyun eğer ve O’nun hükmü altındadır. İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun “kul” olmasına mâni değildir.

Allah’ın Kullarına Karşı Tavrı
Kaynaklarda, Allah’ın kullarına karşı tutumu çeşitli başlıklar altında izah edilmektedir:

a) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
Kullarına karşı çok lütufkâr olan Allah, yeryüzünün bütün ziynetlerini ve rızıklarını kulları için var etmiştir.
• A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Bu ayet-i kerimeye göre, yeryüzünün ziynetleri ve rızıkları aslında müminler için var edilmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mümin olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece müminlerindir.
• Yüce Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet (güzel sonuç) muttakilerindir.
• A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.””
• Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
• Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar.
• Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
• Allah’ın herkese bol rızık vermemesinin hikmeti şöyle açıklanır:
• Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
b) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
Hidayet Yüce Allah’tandır. O, kullarından dilediğini İslam ile müşerref kılar.
• En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”

**********************

1. ‘Abd’ (Kul) Kavramının külli İzahı

Kur’an-ı Kerim’de “kul” (abd) kavramı, temel olarak iki farklı, fakat birbiriyle bağlantılı manayı ihtiva eder:
• a) Tekvînî (Yaratılış) Kulluk (Abd-i Iztırârî):
“Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir.” Bu, O’nun Rubûbiyetinin cihan şümul (evrensel) bir tecellisidir. Bu açıdan bakıldığında, kâinattaki her mahlûk, varlığını ve devamını O’na borçludur. İnsan, iman etsin veya inkâr etsin, iradesi dışında (ızdırârî olarak) Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına (mesela biyolojik yapıya, doğuma, ölüme) tâbidir. Bu cihetle, her insan, istisnasız olarak Allah’ın “kulu”dur. Metninizdeki “İnsan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur” ifadesi bu hakikati tasvir etmektedir.
• b) Teşriî (İradî) Kulluk (Abd-i İhtiyârî):
Bu, insanın kendi iradesi ve tercihi ile Allah’ı yegâne Rab ve İlâh tanıması, O’na iman edip emirlerine itaat etmesidir. Bu kulluk, “ibadet” ile eş anlamlıdır ve mükafat veya cezayı gerektiren imtihanın esasını teşkil eder. Metninizdeki “İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun ‘kul’ olmasına mâni değildir” cümlesi, kişinin teşriî kulluğu reddetse bile tekvînî kulluktan çıkamayacağını vurgular.
Allah Teâlâ, her iki manadaki kula da hitap eder; ancak O’nun rızası ve “güzel sonuç” (âkıbet), iradî olarak kulluğu seçenleredir.

2. Allah’ın Lütfu, Rızkı ve Hidayeti (Kullara Karşı Tavrı)

Allah’ın bu “kullarına” karşı muamelesini iki ana eksende toplamaktadır: Maddî (Rızık) ve Manevî (Hidayet).
a) Lütuf ve Rızık Taksimindeki Hikmet
Allah’ın kullarına olan muamelesinin temelinde O’nun “Latîf” (lütufkâr) ismi yatar:
Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
Bu lütfun en zahirî tecellisi “rızık”tır.
• Rızkın Umumîliği (Genelliği):
A’râf Suresi 32. ayet, rızık ve zînetlerin aslen müminler için yaratıldığını, fakat imtihan gereği dünyada kâfirlerin de bunlardan faydalandırıldığını belirtir. Bu, Allah’ın Rahmân (dünyada ayırt etmeksizin rızık veren) isminin bir tecellisidir.
A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günüde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Rızkın Taksimi (Dağıtımı): Allah, rızkı kulları arasında farklı ölçülerde taksim eder. Sebe’ Suresi’ndeki ayetler (36. ve 39.) bu taksimin tamamen O’nun dilemesine (meşîetine) bağlı olduğunu vurgular.
Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Taksimdeki Hikmet: Şûrâ Suresi 27. ayet, bu farklı taksimatın hikmetini açıklar. Eğer rızık herkese eşit ve bol verilseydi, bu durum insanın yapısındaki isyan meyli sebebiyle “azgınlığa” (tuğyana) sebep olacaktı. Allah, her kulunun halini, ne kadar rızkın ona hayırlı olacağını “hakkıyla bilen” (Habîr) ve “gören” (Basîr) olarak, rızkı bir ölçü ile indirir. Bu, dünya imtihanının ve toplumsal nizamın bir gereğidir.
Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Nihâî Sonuç (Akıbet): Dünyadaki rızık taksimi, Allah katındaki değeri göstermez. Asıl üstünlük ve “güzel sonuç” (âkıbet), takvâ sahiplerinindir. Allah, yeryüzünü (ve Cenneti) neticede muttaki kullarına miras bırakacağını vaat eder.
A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”
Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
b) Hidayet İradesi
Allah’ın kullarına en büyük lütfu, maddî rızıktan öte, manevî bir rızık olan “hidayet”tir.
En’âm Suresi 88. ayet, hidayetin kaynağının münhasıran Allah olduğunu (O’nun Hâdî ismi) ve bu lütfu “dilediği” kuluna verdiğini beyan eder:
En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”
Bu ayet, hidayetin Allah’tan bir lütuf olduğunu belirtmekle beraber, aynı ayetin devamında “Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı…” denilerek, kulun iradesinin (şirk koşma tercihinin) bu hidayeti ve amelleri boşa çıkarabileceğine de işaret eder. Kur’an bütünlüğünde bakıldığında, Allah’ın “dilemesi”, kulun kendi cüz’î iradesiyle hidayete yönelmesine veya ondan yüz çevirmesine bağlı olarak tecelli eder. Allah, hidayeti talep edene ve ona layık olana verir; dalâleti (sapıklığı) ise tercih edene verir. Ancak her iki durumda da yaratıcı olan O’dur.
Bütüncül Netice (Hülâsa)
Ayetler ve kavramlar, bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu tablo ortaya çıkar:
• Rubûbiyet ve Kulluk: Her insan, yaratılış (tekvîn) planında Allah’ın “kuludur”.
• İmtihan ve Muamele: Allah, bu kullarını dünya hayatında hem maddî (rızık) hem de manevî (hidayet) nimetlerle imtihan eder.
• Rahmân ve Latîf (Rızık): Rahmân sıfatıyla dünyada herkese rızık verir; ancak Latîf ismi ve hikmeti gereği, azgınlığı önlemek için bu rızkı farklı ölçülerde (imtihan gereği) taksim eder.
• Hâdî (Hidayet): Hâdî sıfatıyla, iradesini hayra yönelten kullarına hidayeti lütfeder.
• Âkıbet ve Adalet: Dünyadaki bu taksim (rızık ve hidayet) ne olursa olsun, nihâî “güzel sonuç” ve ebedî miras (Cennet), iradelerini kullanarak Allah’a karşı gelmekten sakınan (muttaki) kulların olacaktır.

 

 

******************

 

 


  1. c) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
    “Küfür”, nimetlere nankörlük ederek Allah’ı ve dinini reddetmek ve inkâr etmektir. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez ve kulları için küfre razı olmaz.
    Zümer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”
    • Allah’ın, kullarının küfrüne razı olmamasının sebebi, onlara karşı çok şefkatli olmasıdır.
    ç) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
    Kullarını yaratan, onlara rızık ve sıhhat veren Allah’tır. O, kullarına karşı çok şefkatlidir.
    • Bakara Suresi 2/207: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.”
    • Bu şefkatin bir tezahürü olarak Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve tövbe ettiği zaman günahlarını affeder.
    d) Allah, Kullarının Tövbelerini Kabul Eder
    “Tövbe”, kulun işlediği günahtan pişman olup Allah’a yönelmesi ve halini ıslah etmesidir. Tövbeleri kabul etmek, Allah’ın kuluna bir lütfudur. Çünkü Allah, “Tevvâb” (tövbeleri çok kabul eden)dir.
    • Tevbe Suresi 9/104: “Onlar, kullarından tövbeyi kabul edenin, sadakaları alanın Allah olduğunu ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?”
    • Şûrâ Suresi 42/25: “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”
    e) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
    Allah, kullarının gizli-aşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir. Kullar, Allah’ın murakabesi (gözetimi) altındadırlar. Bilen ve gören olarak O, kullarına kâfidir.
    • İsrâ Suresi 17/17: “Biz, Nûh’tan sonra da nice nesilleri helâk ettik. Rabbin, kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak yeter.”
    • İsrâ Suresi 17/30: “Şüphesiz Rabbin, rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.”
    • Zümer Suresi 39/36: “Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.”
    • Allah, kullarının bütün hâllerini bilir ve ona göre adaletle muamele eder.
    f) Allah, Kullarına Zulmetmez
    Allah, kullarına asla zulmetmez.
    • Âl-i İmrân Suresi 3/182: “Bu, kendi ellerinizin önceden işledikleri yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
    • Mü’min Suresi 40/31: “Nûh kavminin, Âd’ın, Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum). Yoksa Allah, kullarına zulmetmek istemez.””
    • Fussilet Suresi 41/46: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
    • Allah, kimseyi hak etmeden cezalandırmaz, sevaplarını eksiltmez ve herkese çalıştığının karşılığını tam verir.
    g) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
    Allah, kullarına yakındır ve dua ettikleri zaman dualarını kabul eder.
    • Bakara Suresi 2/186: “Kullarım, sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.”
    • Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip salih amel işlemeleri gerekir.
    • Şûrâ Suresi 42/26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”
    ğ) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
    Allah, kullarının üstünde tam hâkimdir.
    • En’âm Suresi 6/61-62: “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar görevlerinde eksiklik yapmazlar. Sonra insanlar, gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.”

    ***************

    1. Rubûbiyetin Esası: Şefkat ve Rıza

    Kur’an’ın tasvir ettiği Allah-kul münasebetinin temelinde, Allah’ın sonsuz şefkati ve merhameti yatar.
    • Allah’ın Kullarına Şefkati : O, er-Raûf’tur; kullarına karşı şefkati sonsuzdur. Bakara Suresi 207. ayette belirtildiği gibi, bu şefkat, O’nun kullarının hayrını istemesinin kaynağıdır. Bu şefkatin bir neticesi olarak, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve hatadan dönmesini bekler.
    • Küfre Rıza Göstermemesi : Bu şefkatin tabii bir sonucu olarak, Allah kulunun “küfür” bataklığına saplanmasına razı olmaz. Zümer Suresi 7. ayet, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur.” Allah’ın zâtı, kulun imanından bir fayda görmez veya küfründen bir zarar görmez. Lâkin O, rubûbiyetinin ve şefkatinin bir gereği olarak, kulunun kendisine nankörlük etmesine (küfür) değil, şükretmesine (şükür) razı olur. Çünkü küfür, kulun kendi fıtratına, istidadına ve ebedî saadetine karşı işlediği en büyük cinayettir. Allah’ın buna razı olmaması, kulunun helâk olmasını istememesindendir.
    2. Dönüş ve Kabul: Tövbe ve Lütuf
    Allah’ın şefkati, kul hata ettiğinde dahi onu terk etmez. Bu noktada “Tövbe” kavramı devreye girer.
    • Tövbeleri Kabul Etmesi : Kul, fıtratına aykırı davranıp günaha girdiğinde, Allah ona bir çıkış yolu açmıştır: Tövbe. Tövbe, kulun pişmanlığı ve halini ıslah etme azmidir. Allah ise et-Tevvâb’dır (Tövbeleri çok kabul eden). Şûrâ Suresi 25. ayette “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan” buyrulması, O’nun rahmet kapısının daima açık olduğunu gösterir. Bu, O’nun şefkatinin ve küfre razı olmamasının bir başka tezahürüdür; kulunun temizlenerek rızasına tekrar kavuşmasını murad eder.
    3. Murakabe ve Kifâyet: İlim ve Kudret
    Kulun her hâli, Allah’ın mutlak ilmi ve hâkimiyeti altındadır. Bu durum, kul için hem bir teminat hem de bir mesuliyet sahası oluşturur.
    • Bilen ve Gören Olarak Yetmesi : Allah, el-Habîr (her şeyden haberdar) ve el-Basîr’dir (her şeyi gören). İsrâ Suresi 17. ve 30. ayetler, O’nun ilminin hem helâk edilecek nesillerin günahlarını hem de kullarının rızık taksimatını ihata ettiğini gösterir. Kul, Allah’ın bu “murakabesi” (gözetimi) altındadır. Zümer Suresi 36. ayetteki “Allah, kuluna yetmez mi?” suâli, bu ilim ve kudretin kul için bir “kifâyet” (yeterlilik) olduğunu ilan eder. O’nun her şeyi bildiğini bilen bir kul, başkalarından korkmaz ve O’na tevekkül eder.
    • Kullarının Üstünde Tam Hâkim Olması: Allah, el-Kâhir’dir. O, kullarının üstünde “mutlak hâkimiyet sahibidir” (En’âm 6/61). Bu hâkimiyet, sadece kâinatın idaresinde değil, aynı zamanda kulun hayatı (koruyucu melekler) ve ölümü (canı alan elçiler) üzerinde de tamdır. Hiçbir şey O’nun kudretinin ve iradesinin dışına çıkamaz. Hüküm, başı ve sonu itibariyle yalnız O’nundur.
    4. Muamelenin Esası: Adalet ve İcâbet
    Allah’ın bu mutlak hâkimiyeti ve her şeyi bilmesi , O’nun muamelesinin temelini oluşturur: Adalet ve İcâbet.
    • Kullarına Zulmetmemesi : Allah’ın ilmi ve kudreti mutlak olduğu için, O’nun muamelesinde “zulüm” düşünülemez. O, el-Adl’dir. Fussilet Suresi 41/46’da belirtildiği gibi, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” Mü’min Suresi 40/31’deki gibi, geçmiş kavimlerin helâki dahi onların kendi tercih ve isyanlarının bir neticesidir, yoksa Allah’ın bir zulmü değildir. Bu, O’nun mükemmel adaletinin bir isbatıdır.
    • Kullarına Yakın Olması ve Duaları Kabul Etmesi : Allah, mutlak hâkim ve her şeyden müstağni olmasına rağmen, kullarına “çok yakın”dır (Bakara 2/186). O, el-Karîb ve el-Mucîb’dir. Bu yakınlık, O’nun şefkatinin bir tezahürüdür. Kulun O’na yönelmesine, duasına ve talebine cevap verir. Ancak bu icâbet, bir şarta bağlanmıştır: “benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler” (Bakara 2/186) ve “iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder” (Şûrâ 42/26). Bu da, O’nun adaletinin ve rızasının bir gereğidir.
    Bütünlük İçinde Netice
    Tüm bu kavramlar bir araya getirildiğinde, Kur’an’ın tasvir ettiği Allah-kul münasebeti şu şekilde özetlenebilir:
    Allah Teâlâ, kullarına karşı sonsuz şefkat sahibidir. Bu şefkatinin bir gereği olarak, onların en büyük zarara uğramasına, yani küfre düşmelerine razı olmaz. Bu sebeple, hata ettiklerinde dahi onlara tövbe kapısını açarak et-Tevvâb olduğunu gösterir.
    Bununla birlikte Allah, kullarına yakındır, onların dualarını işitir ve el-Mucîb olarak onlara icâbet eder. Ancak bu yakınlık ve şefkat, O’nun mutlak adaletine mâni değildir. O, el-Habîr ve el-Basîr olarak her şeyi bilir ve görür. Bu mükemmel ilmi sayesinde, kullarına asla zulmetmez ; herkes sadece kendi yaptığının karşılığını alır.
    Nihayetinde, bütün bu münasebetler O’nun el-Kâhir ismiyle tecelli eden mutlak hâkimiyeti altında cereyan eder. O, hem şefkatiyle kuluna en yakın olan (Karîb) hem de kudretiyle her şeyin üstünde olan (Kâhir); hem tövbeleri kabul eden (Tevvâb) hem de adaletle hükmeden (Adl) yegâne Rab’dir.

 

 

****************

 

 


  1. İman ve Mümin Kavramları
    “mümin”in sadece iman eden kimse olarak değil, aynı zamanda imanının gerektirdiği vazifeleri yerine getiren kimse olarak tanıtıldığı belirtilmektedir.
    İman Esasları:
    Müminler; Allah’a, meleklere, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmezler ve peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar.

    Müminin Vasıfları:
    Müminlerin başlıca vasıfları şunlardır:
    • Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, okunan ayetler imanlarını artıran kimselerdir.
    • Allah’ı severler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler.
    • Kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hak olan Kur’ân’a saygı duyar.
    • Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağırıldıkları zaman, “İşittik, itaat ettik” derler.
    • Namazlarını dosdoğru, huşu içinde ve ara vermeden kılarlar.
    • Mallarının zekâtını verirler.
    • Allah’ın verdiği rızıktan Allah yolunda harcarlar (infak).
    • Müminlere yardım ederler ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
    • İyiliği emreder ve kötülüğü men ederler.
    • Gerektiğinde Allah yolunda hicret ederler.
    • Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler ve düşman ordularıyla karşılaştığı zaman kaçmazlar.
    • Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan dinini yaşarlar.
    • Emanetlerine ve sözleşmelerine (Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere) riayet ederler.
    • Günahlarına tövbe eden, durumlarını düzelten ve dinlerinde ihlaslı olanlardır.
    • Allah’a tevekkül ederler.
    • Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
    • Irzlarını (namuslarını) zinadan korurlar.
    • Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar.
    • Kasten bir mümini öldürmezler.
    • Şirk, küfür, nifak, batıl ve faydasız inanç, söz ve fiillerden yüz çevirirler.
    • Kıyametten korkar ve hak olduğunu bilirler.
    • Kızdıkları zaman bağışlar ve işlerini danışma ile yaparlar.
    • Müşriklerle evlenmezler.
    • Babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmazlar.
    • Cehennem ehli oldukları belli olduktan sonra, yakınları bile olsa müşrikler için Allah’tan bağış dilemezler.

    ******************

    Kur’ân-ı Kerîm’de “iman”, sadece lisan ile ifade edilen bir tasdikten ibaret değildir. “Mümin” ise, bu imanı kalbine yerleştirmekle kalmayıp, o imanın gerektirdiği vazifeleri hayatına aksettiren, inancını amele dönüştüren kimsedir. İman, derûnî bir tasdik ise, müminin vasıfları da bu tasdikin zahirî bir tezahürüdür.
    Bu bütünlük, iki temel unsur üzerinde bina edilmiştir:
    1. Temel Dayanak: İman Esasları
    Müminin şahsiyetinin temelini, vesikanızda da belirtildiği gibi, şüpheden âzâde bir inanç sistemi oluşturur. Bu sistem;
    • Allah’a,
    • Meleklerine,
    • Kur’ân’a ve önceki kitaplara (ilahi rehberliğin bütünlüğüne),
    • Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere (aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın),
    • Ve Ahiret gününe (hesap ve ceza gününe)
    kayıtsız şartsız inanmayı ihtiva eder. Bu esaslar, müminin hayata bakışını, nazarını ve kâinatı yorumlayışını şekillendiren sarsılmaz bir temeldir.
    2. İmanın Tezahürü: Müminin Vasıfları
    İman esasları üzerine bina edilen mümin şahsiyeti, vesikanızda detaylandırıldığı üzere, hayatın her sahasını kuşatan bir vasıflar bütünü olarak ortaya çıkar. Bu vasıflar, müminin inancının lafızda kalmadığının, bilakis bir hayat nizamına dönüştüğünün isbatıdır. Bu vasıfları bir bütünlük içinde şu başlıklar altında mütalaa edebiliriz:
    A. Derûnî Hayat ve Rabb ile Münasebet
    Müminin en belirgin vasfı, Allah ile olan canlı ve samimi münasebetidir:
    • Allah anıldığı zaman kalbi titrer ve ilahi ayetler okunduğunda bu, onun imanını artırır.
    • Kalbi, Allah’ın zikrine ve inen hakikate (Kur’ân’a) karşı derin bir saygı ve huşu içindedir.
    • En mühimi, Allah’ı sever ve bu sevginin bir neticesi olarak Allah’a ve Resûlü’ne tam bir teslimiyetle itaat eder.
    • Zorluklar ve kararlar karşısında sadece Allah’a tevekkül eder.
    • Günah işlediğinde derhal tövbe edip durumunu düzelten ve dininde ihlaslı (samimi) olandır.

    B. İbadet ve Ahlâkî Sorumluluk
    Bu derûnî bağlılık, muayyen amellerle zahirî bir şekil kazanır:
    • Namazı sadece bir adet olarak değil, dosdoğru, huşu içinde ve devamlılık arz edecek şekilde kılar.
    • Malî bir ibadet olan zekâtı verir ve Allah’ın kendisine verdiği rızıktan başkalarını da faydalandırmak için infak eder (Allah yolunda harcar).
    • Emanetlerine ve verdiği sözlere (hem Allah’a hem insanlara karşı) riayet eder.
    • Namusunu (ırzını) zinadan ve her türlü çirkinlikten muhafaza eder; büyük günahlardan ve fahiş şeylerden titizlikle kaçınır.
    C. İçtimaî (Sosyal) Duruş ve Münasebetler
    Mümin, inancını içtimaî hayata taşır. O, pasif bir inanan değil, aktif bir fazilet timsalidir:
    • Müminlere karşı: Alçak gönüllüdür, onlara yardım eder ve zulme uğradıklarında onlarla yardımlaşır.
    • Kâfirlere karşı: Onurlu ve zorlu bir duruş sergiler; dinini yaşarken hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmez.
    • Topluma karşı: İyiliği emreder (emr-i bi’l-ma’rûf) ve kötülüğü men eder (nehy-i ani’l-münker).
    • Anlaşmazlıkta: Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağrıldıklarında “İşittik ve itaat ettik” diyerek teslim olurlar.
    • İdarede: İşlerini danışma (meşveret) ile yaparlar ve kızdıkları zaman öfkelerini yenip bağışlarlar.

    D. Mücadele ve Tavır (Velâ ve Berâ)
    İman, aynı zamanda bir duruşu ve net bir tavrı gerektirir:
    • Gerektiğinde Allah yolunda hicret eder; malı ve canı ile cihad eder ve düşmanla karşılaştığında sebat gösterir, kaçmaz.
    • Şirkten, küfürden, nifaktan ve her türlü batıl, faydasız söz ve fiilden yüz çevirir.
    • İman ile küfrü net bir çizgiyle ayırır: Müşriklerle evlenmez.
    • Yakın akrabası (babası, oğlu, kardeşi) bile olsa, Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmaz (Velâ ve Berâ prensibi).
    • Bu prensibin bir neticesi olarak, Cehennem ehli oldukları belli olan müşrikler için, akrabaları dahi olsalar, Allah’tan bağışlanma dilemezler.
    • Kasten bir mümini öldürmek gibi en büyük günahlardan birinden şiddetle kaçınır.
    Hülasa olarak;
    Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği “Mümin”, iman esaslarını kalben tasdik etmiş; bu tasdiki ibadetleriyle, ahlâkıyla, içtimaî münasebetleriyle ve gerektiğinde malı ve canıyla ortaya koyduğu mücadele ile ispatlayan kâmil bir şahsiyettir. İman, hayatın bir kısmını değil, tamamını kuşatan; derûnî ve zahirî her fiile istikamet veren bir bütünlüktür.

 

 

 

******************

 

 


  1. Takva ve Muttakiler Kavramları
    Vesikalarda “takva” (sorumluluk) bilinci, Kur’ân’ın rehberliğinden faydalanmanın bir şartı olarak zikredilir. Takva, “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilir ve şu manaları ihtiva eder:
    • Allah’ın azabından, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden, kötülüklerden ve kötü işlerden, fitneden ve insana zarar veren her türlü inanç, söz, fiil ve davranıştan sakınmak.
    • Takvaya erişmek için Allah’a ibadet etmek, ilahi hükümlerle amel etmek, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını unutmamak, Kur’ân’a uymak ve onun dışındaki yollara uymamak emredilmiştir.
    Takvanın Zıddı (Zulüm):
    Belgelerde “takva”nın, Kur’ân’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu vurgulanır.
    • Takvanın Birinci Derecesi: Şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmaktır.
    • Muttakilerin Zıddı: Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin zıddı olarak şu gruplar zikredilir: Kâfirler, Zalimler, Mücrimîn (suçlular), Fâcirûn (doğru yoldan çıkanlar), Tâğîn (isyanda haddi aşanlar), Mütekebbirîn (büyüklenenler), Sâhirîn (alay edenler), Mu’tedûn (haddi aşanlar, saldırganlar), Fâsıkûn (Allah ve Peygamberi’ne itaat etmeyenler), Müşrikîn (Allah’a ortak koşanlar) ve Münafıkûn (ikiyüzlüler).

    ***************

    Takva, Kur’anî ıstılahta (terminolojide) derûnî bir hassasiyeti ve Cenâb-ı Hakk’a karşı mesuliyet şuurunu ifade eder.

    1. Takva Kavramı: Vikaye (Korunma) ve Sakınma
    “takva” kelimesinin “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilmesi, kelimenin kök manasına tam olarak mutabıktır. Takva, “vikaye” kökünden gelir; bu da bir şeyi muhafaza etmek, onu zararlı tesirlerden korumak demektir.
    Bu açıdan takva sahibi (Muttaki) olmak; şu manaları ihtiva eder:
    • Allah’ın Azabından Sakınmak: Kişinin, Rabbine karşı isyan etmekten, O’nun gazabını celbedecek fiillerden azamî derecede kaçınmasıdır.
    • Ateşten Korunmak: Metninizde zikredildiği gibi, “yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden” sakınmaktır. Bu, imanın bir gereğidir.
    • Kötülüklerden (Seyyiat) ve Fitneden İçtinab Etmek: Takva, sadece inanç boyutuyla kalmaz; kişinin sözlerini, fiillerini ve davranışlarını da kapsar. İnsanı fitneye, günaha ve zarara sevk edecek her türlü yoldan uzak durma iradesidir.
    2. Takvaya Erişmenin Yolları
    Vesikanızda, takvaya erişmek için “Allah’a ibadet etmek” ve “ilahi hükümlerle amel etmek” gerektiği belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim, bu bağlantıyı çok net bir şekilde kurar. İnsanlığa yapılan ilk hitaplardan biri şöyledir:
    “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin ki sakınasınız (takvaya eresiniz).” (Bakara, 2/21)
    Bu ayet-i kerime, ibadetin gayesinin takvaya ulaşmak olduğunu açıkça beyan eder. Takva;
    • Kur’an’ın emir ve yasaklarını daima hatırda tutmak (zikir),
    • Hayatını Kur’an’a göre tanzim etmek (ittiba),
    • Ve Allah’ın yolu (Sırat-ı Müstakim) dışındaki bütün sapkın yollardan yüz çevirmekle kazanılır.
    Zaten Kur’an’ın hidayet rehberi olması da ancak takva sahipleri içindir. Nitekim Bakara Suresi’nin hemen başında bu hakikat şöyle ifade edilir:
    “Elif Lâm Mîm. O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, sakınanlar (muttakiler) için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/1-2 )
    3. Takva’nın Zıddı: Zulüm
    Metninizdeki “takva”nın Kur’an’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu tespiti, son derece mühim bir noktadır.
    • Zulüm: Bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, haksızlık etmektir.
    • Takva: Her şeyi yerli yerine koymak (adalet), haddi bilmek ve haktan (Allah’tan) sakınmaktır.
    Kur’an-ı Kerim’de zulmün en büyüğü “şirk” olarak tasvir edilir. Zira şirk, yaratılmış aciz varlıkları, mutlak Yaratıcı olan Allah’a denk tutma cüretidir; yani en büyük haksızlık ve haddi aşmadır. Hz. Lokman’ın (a.s.) oğluna nasihati bu zıtlığı gösterir:
    “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk) elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân, 31/13 )
    Dolayısıyla, “Takvanın Birinci Derecesi” olan şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmak, zulmün zirvesinden takvanın temeline atılan ilk ve en mühim adımdır. İman etmeyen (kâfir) veya ortak koşan (müşrik) kişi, en büyük zalimdir; çünkü Yaratıcısının hakkını (tevhid) gasbetmiştir. Takva ise bu hakkı teslim etmekle başlar.
    4. Muttakilerin Zıddı Olan Gruplar (Hidayetten Mahrum Kalanlar)
    Vesikanızda takva sahiplerinin zıddı olarak sayılan gruplar, Kur’an’ın “hidayetten nasipsizler” olarak tasvir ettiği ana zümrelerdir. Bu gruplar, takvanın (sakınma ve korunma) tam aksini yaparak kendilerini ilahi vikayeden mahrum bırakanlardır:
    • Kâfirler (Örtenler) ve Müşrikîn (Ortak Koşanlar): Takvanın temeli olan imanı reddeden veya şirke bulaştıranlardır.
    • Zalimler (Haksızlık Edenler): Başta şirk olmak üzere, Allah’ın hudutlarını çiğneyenlerdir.
    • Mücrimîn (Suçlular) ve Fâcirûn (Doğru Yoldan Sapanlar): Allah’ın emirlerine karşı cürüm işleyen ve O’nun yolundan sapanlardır. Fâcir, takvanın zıddı olarak fısk u fücur içinde olan demektir.
    • Fâsıkûn (İtaat Etmeyenler): Allah ve Peygamberi’ne itaatten çıkan, ahdini bozanlardır.
    • Tâğîn (İsyanda Haddi Aşanlar) ve Mu’tedûn (Saldırganlar): Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmeyip tuğyan eden (azgınlaşan) ve başkalarının hakkına tecavüz edenlerdir.
    • Mütekebbirîn (Büyüklenenler): Takvanın esası olan Allah’a karşı tevazu ve teslimiyet yerine, kibir ve enaniyet gösterenlerdir.
    • Sâhirîn (Alay Edenler): Kur’an’ın bu bağlamda kullandığı “sâhirîn” (سَاخِرِينَ) kelimesi, genellikle “alay edenler, istihza edenler” (müstehziîn) manasındadır. Onlar, Allah’ın ayetleriyle ve müminlerle alay ederek takvadan uzaklaşırlar.
    • Münafıkûn (İkiyüzlüler): Zahiren (dışsal olarak) iman etmiş görünseler de, derûnî (içsel) olarak küfür üzeredirler. Takvanın gerektirdiği kalbî samimiyetten (ihlâs) mahrumdurlar.
    Hülasa (Özet)
    Hülasa olarak, göndermiş olduğunuz vesika, Kur’an’ın merkez kavramlarından birini (Takva) ve onun zıddını (Zulüm) doğru bir surette tespit etmiştir. Takva, sadece belirli ibadetleri yapmak değil, bütün bir hayatı Allah’ın (c.c.) rızası doğrultusunda tanzim etme şuuru ve O’nun koruması altına girme iradesidir. Kur’an’dan istifade edebilmenin anahtarı takvadır; bu anahtara sahip olmayanlar ise metinde sayılan ve Allah’ın hidayetinden mahrum kalan zümrelerdir.

 

 

 

*******************

 

 


  1. Zulüm Kavramı
    Takva kavramının zıddı olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılır.
    • Bu takva-zulüm ikilemi birçok ayette görülür.
    • Meryem Suresi’nde (71-72. ayetler) Allah Teâlâ, “(Ey kafirler!) Sizden hiçbir kimse yoktur ki cehenneme uğrayacak olmasın. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” buyurduktan sonra, “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” diyerek bu iki grubu ayırır.
    • Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) hitaben, “(Ey Peygamberim!) Sonra seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” denildikten sonra, “Çünkü onlar, Allah’a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” buyrularak, Allah’ın muttakilerin dostu olduğu belirtilir.
    • Zulmün Birinci Derecesi: İmanı terk edip şirk, küfür ve nifaka düşmektir.
    4. Hicret ve Cihad Kavramları
    Vesikalarda müminin, dinini yaşama mücadelesi bağlamında hicret ve cihad kavramlarına yer verilir:
    • Mümin, yaşadığı beldede Allah’a kulluk vazifesini yerine getiremezse veya dinini izhar etmesi (açığa vurması) mümkün olmazsa, öncelikle o durumu değiştirmek için bütün gücüyle çalışır ve ibadetinden taviz vermez.
    • Eğer bu durumu değiştirmesi mümkün değilse, ibadetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilir.
    • Bu husus, Ankebût Suresi 56. ayet ile delillendirilir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”.
    • Müfessirlerden Said b. Cübeyr bu ayeti, “Bir beldede günah fiiller işlenirse oradan çık.” şeklinde; Atâ b. Yesâr, “İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın.” şeklinde; Mücahid b. Cebr ise, “Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin.” şeklinde yorumlamıştır.
    • Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” ifadesi, “Bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin” manasındadır.
    5. Kurtuluşa Erenler
    Manevi kurtuluşa eren kimselerin vasıfları şu şekilde sıralanmıştır:
    • Müslüman
    • Muhsin (İyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden)
    • Salih ameller işleyen

    *****************

    1. Temel Ahlâkî İkilem: Takva ve Zulüm, Kur’an-ı Kerim insanları temelde iki ahlâkî kutba ayırır: Takva ehli (muttakiler) ve Zulüm ehli (zalimler).
    • Zulüm Kavramı: Takvanın, yani Allah’a karşı mesuliyet bilincinin ve O’nun hudutlarını muhafaza etmenin tam zıddı olarak konumlandırılmıştır. Metniniz, zulmün en birinci ve en şiddetli derecesini; imanı terk ederek şirk (Allah’a ortak koşma), küfür (inkâr) ve nifak (münafıklık) olarak tarif etmektedir. Bu, varlığın en temel hakikatine, yani Allah’ın birliğine (Tevhid’e) karşı işlenen en büyük haksızlıktır.
    • Ahiretteki Ayrışım: Bu iki grubun akıbeti, metninizde Meryem Suresi (71-72. ayetler) ile net bir şekilde ortaya konulmuştur. Herkesin Cehennem’e uğrayacağı (bu uğramanın mahiyeti müfessirlere göre değişse de) mutlak bir hüküm olarak belirtildikten sonra, asıl ayrışım gerçekleşir: “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” Bu, takvanın kurtarıcı, zulmün ise helak edici vasfını gösterir.
    • Dünyadaki Dostluk (Velâyet): Bu ikilem sadece ahirette değil, dünyada da bir saflaşmayı beraberinde getirir. Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) Allah’ın şeriatına uyması ve “bilmeyenlerin” (yani zalimlerin) heva ve heveslerine tâbi olmaması emredilir. Sebep olarak ise şu ebedî prensip vazedilir: “Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” Demek ki, mü’minin hayattaki temel tercihi, zalimlerin velâyetinden (dostluk ve idaresinden) çıkıp, Allah’ın velâyetine sığınmaktır.
    2. İman Mücadelesi: Hicret ve Cihad
    Mü’min, takvayı seçip zulmü reddettiği andan itibaren, bir “mücadele” (cihad) alanına girmiş olur. Metniniz, bu mücadelenin “dinini yaşama” bağlamındaki iki mühim unsurunu, Hicret ve Cihad’ı ele alır.
    • Zulüm Zemininde Dindarlık: Mü’min, eğer yaşadığı yerde (beldede) zulüm hâkimse ve bu zulüm onun Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmesine veya dinini izhar etmesine (açığa vurmasına) mani oluyorsa, öncelikle o durumu değiştirmek için gücü nisbetinde çalışır (bu cihadın bir parçasıdır).
    • Hicretin Farziyeti: Şayet mü’min, bulunduğu yerde ibadetlerinden taviz vermek zorunda kalıyorsa ve durumu değiştirmeye muktedir değilse, “ibadetini kolaylıkla yapabileceği” bir başka yere göç etmesi, yani Hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilmiştir.
    • Kur’anî Delil: Bu hükmün delili, Ankebût Suresi’nin 56. ayetidir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”
    • Kavramların İrtibatı: Metninizdeki müfessir iktibasları (Said b. Cübeyr, Atâ b. Yesâr, Mücahid b. Cebr), bu ayetin sadece mekân değiştirmek olmadığını; aynı zamanda “günah işlenen yerden çıkmak”, “isyan ile emredilenden kaçınmak” ve topyekûn bir “cihad” manalarını da ihtiva ettiğini gösterir. Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” emri, “Bana isyan konusunda (zalimler de dâhil) kimseye itaat etmeyin” manasındadır. Bu, takvanın zulüm karşısındaki fiilî tezahürüdür.
    3. Mücadelenin Neticesi: Kurtuluşa Erenler
    Bu süreç, yani zulmü reddedip takvayı seçmek (iman) ve bu uğurda gereken mücadeleyi (cihad) veya fedakârlığı (hicret) göze almak, mü’mini nihai hedefe ulaştırır: Manevi Kurtuluş (Felah).
    Metniniz, kurtuluşa eren bu kimselerin vasıflarını üç temel başlıkta toplamıştır:
    • Müslüman: Allah’a teslim olan, Tevhid’i kabul edip şirk ve küfürden (yani zulmün birinci derecesinden) yüz çeviren kimsedir.
    • Muhsin: Bu, imanın ve İslam’ın en kâmil mertebesidir (İhsan). Metninizdeki tarife göre Muhsin; “iyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden” kimsedir. Bu, takvanın zirvesidir.
    • Salih Ameller İşleyen: İman ve teslimiyetin (Müslüman olmanın) ve ihsan şuurunun (Muhsin olmanın) sadece kalpte kalmayıp, fiillere dökülmüş halidir.
    Külli Değerlendirme (Hülasa)
    Kavramlar silsilesi, Kur’an-ı Kerim’in mü’mine çizdiği hayat yolculuğunu özetlemektedir:
    Bu yolculuk, kalpte Takva ile Zulüm (Tevhid ile Şirk) arasında net bir tercih yapmakla başlar. Bu tercihin neticesinde mü’min, “Allah’ın dostluğunu” kazanırken, “zalimlerin dostluğundan” ayrılır. Bu ayrışım, dünyada bir Cihad (mücadele) gerektirir. Eğer zulmün hâkim olduğu bir ortamda imanını yaşamak imkânsız hale gelirse, bu mücadele Hicret (göç) etmeyi farz kılar. Bu zorlu süreci imanla (Müslüman), ihsanla (Muhsin) ve Salih Amellerle tamamlayanlar, hem dünyada izzetli bir duruş sergiler hem de ahirette nihai Kurtuluşa ererler.

    Not: Gemini Pro 2.5 yapay zeka ile yazılmıştır.

 

 

SONSÖZ (Hâtime)

Kur’an-ı Kerîm’in temel kavramları üzerine yürüttüğümüz bu araştırma, Kelâmullah’ın insanlığa sunduğu mesajın ne kadar net, muhkem ve külli olduğunu bir kez daha ispatlamıştır.

Tetkiklerimiz neticesinde görülmüştür ki, Kur’an’ın ahlâkî ve itikadî yapısı, iki temel ve şümullü kavramın etrafında şekillenmektedir: Bütün müspet kavramların “odak kelimesi” olan “Takva” ve bütün menfi kavramların en geniş şemsiyesi olan “Zulüm”.

“Övme İfade Eden Kavramlar” başlığı altında tahlil edilen الْمُؤْمِنِينَ (Mü’minîn), الْمُحْسِنِينَ (Muhsinîn), الصَّالِحِينَ (Sâlihîn), الصَّابِرِينَ (Sâbirîn) gibi bütün faziletler, “Takva” binasını teşkil eden temel unsurlardır. Bu vasıflar, “iman ve itaat” yolculuğunun tezahürleridir.

Buna mukabil, “Yerme İfade Eden Kavramlar” başlığındaki الظَّالِمُونَ (Zâlimûn), الْكَافِرُونَ (Kâfirûn), الْمُشْرِكِينَ (Müşrikîn), الْمُنَافِقِينَ (Münâfikîn), الْفَاسِقُونَ (Fâsikûn) gibi bütün menfi sıfatlar ise, “inkâr ve isyan” yolunun durakları olup, hepsi neticede “Zulüm” ana başlığı altında toplanmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın, “kul” olarak yarattığı insana karşı olan muamelesi; O’nun sonsuz Lütufkâr, Şefkatli, Tövbeleri Kabul Eden (Tevvâb), Adaletli (Adl) ve kuluna Yakın (Karîb) olduğunu ayetlerle göstermektedir. Ancak Allah (c.c.), kulunun küfrüne (nankörlüğüne) razı olmamaktadır.

Netice olarak bu çalışma, Kur’an-ı Kerîm’in, lafız ve mana bütünlüğü içinde, insana iki net yol sunduğunu ortaya koymuştur: Biri Takva’ya, diğeri Zulüm’e çıkan yol.

Hayat imtihanındaki en büyük vazifemiz, Zulüm’ün her çeşidinden (başta şirk, küfür ve nifak) sakınarak, “Takva” zırhına bürünmek ve Kur’an’ın övdüğü الْمُسْلِمِينَ (Müslimîn), الْمُحْسِنِينَ (Muhsinîn) ve Salih Amel işleyen o “Kurtuluşa Erenler” zümresine dâhil olmaya gayret etmektir.

Cenâb-ı Hak, bizleri kelâmını doğru anlayan, yaşayan ve “Müttakî” kulları zümresine ilhak eylesin. Âmin.

 

 

HAZIRLAYAN:

MEHMET ÖZÇELİK

www.tesbitler.com

29-10-2025

 

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

Kanalizasyonun Patlaması: Dağdan Şehre İnen Eşkıya

Kanalizasyonun Patlaması: Dağdan Şehre İnen Eşkıya

 

Her milletin tarihinde öyle devirler vardır ki, kir birikir, pas kalınlaşır, maskeler yıllarca cilâlanır da hakikat bir türlü görünmez. Fakat bir gün gelir, zamanın dişlisi dönmeye başlar; pası kazır, kiri döker, maskeyi yırtar. İşte Türkiye de o devrini yaşıyor.

Yağan rahmet yağmurları yüzlerdeki boyaları giderip, gerçek yüzleri ortaya çıkardı.

Bir zamanlar dağlarda yankılanan silah sesleri, aslında şehirdeki karanlık sofralarda pişen ihanetin yankısıydı. Dağdaki eşkıya, şehrin kucağında beslenmiş, şehrin artığıyla semirmişti. Fakat o günlerde milletin nazarı dağa çevrilmişti. Gözler dağdaki kurdu izlerken, şehrin kalbindeki çakallar post değiştirip sokağa inmişti.

Süleyman Soylu döneminde dağdaki ateşin üstüne su serpildi. Terörün dişleri sökülürken, millet derin bir nefes aldı. Ancak o mücadele, aynı zamanda içerideki bataklığa da bir işaret fişeğiydi. Çünkü görüldü ki, dağdaki terörü doğuran rahim, şehirdeki ihanetti.

Sonra nöbeti devralan Ali Yerlikaya, bu defa dağdan gelen sisin şehre çökmüş tortularına yöneldi. Zira artık içerde, kılıfına uydurulmuş bin çeşit terör vardı. Dosyalarda değil, masalarda; dağlarda değil, makam odalarında; hendeklerde değil, ihale ve rüşvet ağlarında…

Ajanlıkla ticaret, yolsuzlukla bürokrasi, kumarla spor, propaganda ile medya iç içe geçmişti.

Bir milleti çökertmek için dağdaki silah değil, şehirdeki kalem, mikrofon ve imza daha öldürücü olabiliyordu. İşte bugün, yüz yıllık kanalizasyon patlamışsa; bu, yüz yıl boyunca temizlenmemiş vicdanların, hesabı sorulmamış kirlerin ve iltimasla sıvanmış duvarların sonucudur.

Maskeler düştü.

Keller göründü.

Artık kimse aynadan kaçamıyor.

Bir milletin dirilişi, önce kendi pisliğini görmesiyle başlar. Dağdaki düşmanı yenenler, şimdi şehrin içindeki düşmanla imtihan olunmaktadır.

Zira dışarıdaki düşman, içerideki hainle el ele vermezse hiçbir şey yapamaz.

Asıl savaş, siperin ötesinde değil, sinesinin içindedir.

Bu hâl bize şunu fısıldıyor:

Temizlik, bir defalık değil, daimîdir.

İçteki pas temizlenmedikçe, dışarıdaki toz silinmez.

Ve eğer şehirdeki ihanet sızarsa, dağdaki eşkıya tekrar iner.

Çünkü biri diğerinin aynasıdır.

 

Hülâsa (Özet)

 

* Dağdaki terörle mücadele dönemi (Süleyman Soylu devri), dış düşmanın safında başarı kazandırdı.

* Fakat görüldü ki içerideki kokuşmuşluk, dışarıdakinden daha tehlikelidir.

* Ali Yerlikaya dönemiyle birlikte, içerideki kirli ağlar, örgütlü yapılar, gizli şebekeler deşifre edilmeye başlandı.

* Ortaya çıkan manzara, yüz yıllık bir kanalizasyonun patlaması gibi oldu; yolsuzluk, rüşvet, ihanet, ajanlık ve kumar gibi içtimaî hastalıklar saçıldı.

* Bu tablo, bir milletin arınma devresidir. Çünkü hakikat, ancak kir yüzeye çıkınca görünür.

* Gerçek temizlik, sadece dağda değil, şehirde; sadece dışta değil, içte başlar.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

29/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

Asırlık Prangalar ve Bir Milletin Uyanışı: Küllerinden Doğrulmanın Hikmeti

Asırlık Prangalar ve Bir Milletin Uyanışı: Küllerinden Doğrulmanın Hikmeti

Tarih; milletlerin sadece zaferlerini değil, aynı zamanda en derin imtihanlarını, en çetin mücadelelerini ve varlıklarını idame ettirme gayretlerini de kaydeder. Cihan şümul bir imparatorluğun bakiyesi üzerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti için geçen bir asır, sadece bir devlet inşa etme süreci değil, aynı zamanda hem dahilî hem de haricî sayısız tazyike karşı bir “beka” mücadelesi olmuştur. Bu, kökleri derinlere uzanan bir ağacın, dört bir yandan sarıldığı sarmaşıklardan kurtulma çabasının hikâyesidir.
Bir asırlık bu uzun ve meşakkatli yolculuk, adeta “gizli bir kuşatma” altında geçmiştir. Milletin iradesini ve manevi dinamiklerini hedef alan bu kuşatma, çok katmanlı bir yapı arz etmiştir. Bir yanda, milletin tabiatına aykırı ideolojilerin, “gizli komiteler” ve “dinsiz cereyanlar” suretinde manevi hayatı hedef alması; diğer yanda, jeopolitik satranç tahtasında Türkiye’yi piyonlaştırmak isteyen haricî güçlerin faaliyetleri yer almıştır. Soğuk Savaş devrinin “Gladyo” tertipleri, “derin devlet” olarak anılan gayrimeşru yapılar, NATO içindeki stratejik bağımlılıklar ve komünizmle mücadele adı altında tesis edilen fakat milletin kendi evlatlarını birbirine düşüren dernekler, bu kuşatmanın en görünen veçheleriydi.
Bu yapılar, milletin enerjisini tüketmek için en tesirli silahı, yani “fitneyi” kullanmıştır. Darbeler, askeri müdahaleler, siyasi istikrarsızlıklar ve “sağ-sol,” “Alevi-Sünni,” “Türk-Kürt” gibi suni ayrımlar üzerinden körüklenen iç kavgalar, Türkiye’nin ayağındaki en ağır prangalar olmuştur. JİTEM, PKK, FETÖ, İŞİT gibi terör şebekeleri ve bunların ardındaki CIA, MOSSAD, M16 gibi dış istihbarat servislerinin faaliyetleri, bu asırlık senaryonun farklı aktörleri olarak sahne almıştır. Maksat tekti: Kendi medeniyet havzasından koparılmış, tarihi iddialarından vazgeçmiş, enerjisi içeride tüketilmiş ve “eli kolu bağlı” bir Türkiye. Bu hal, milletin olumlu bir adım atmasını, külli bir kalkınmaya girişmesini ve mazlum coğrafyalara umut olmasını engellemeye matuftu.
Ancak tarih, aynı zamanda büyük uyanışların da şahididir. Milletlerin hafızası, onlara yapılanı unutmaz; sadece doğru anı bekler. Özellikle 15 Temmuz 2016’da yaşanan hadise, bu milletin tarihinde bir “ibret” vesikası ve bir “kırılma” noktası olmuştur. O gece, millet, bedenini tanklara siper ederken, aslında asırlık “vesayet” zincirine karşı bir irade beyanında bulunmuştur. Bu hadise, “ajanlık faaliyetlerinin” en cüretkâr halinin deşifresi olmuş; devletin kılcal damarlarına sızmış yapıların ve “gizli mason komiteleri” gibi perde arkası unsurların tasfiyesi için zaruri bir zemini hazırlamıştır. MOSSAD ajanlarının deşifresi veya farklı odakların tutuklanması gibi haberler, bu büyük temizliğin sadece görünen tezahürleridir.
Bugün Türkiye, o “yüz yıllık uykudan” uyanmış, toparlanmaya ve etrafını yeniden görmeye başlamıştır. Bu uyanış, sadece dahilî bir temizlikten ibaret değildir. Asıl mühim olan, Türkiye’nin kendi “aslına” rücu etme gayretidir. Bu gayret, Batı’nın çizdiği dar kalıpları reddederek, yüzünü yeniden İslam ve Türk dünyasına dönmesinde tecelli etmektedir. Kardeş ve dost devletlerle kurulan stratejik bağlantılar, pasif bir bekleyişten “toplu bir ayağa kalkışa” geçişin işaretidir.
Lakin yolun sonuna gelinmemiştir. Zincirler kırılmaya başlanmış, ancak tam manasıyla sökülüp atılmamıştır. Uyanış gerçekleşmiş, ancak yola yeni girilmiştir. Bu süreçte, eski alışkanlıkların, eski yapıların ve “son kalıntıların” ortaya dökülmesi, temizliğin derinleştiğini göstermektedir. Bu, sancılı bir doğumdur.
İbret şudur ki; bir milletin en büyük gücü, ne ordusudur ne de iktisadi zenginliği. Bir milletin asıl kudreti, tarih şuurunda, manevi bağlarının kuvvetinde ve “birlik” olabilme kabiliyetinde gizlidir. Türkiye’nin asırlık kuşatmadan kurtulup kurtulamayacağı, bu temel dinamikleri ne kadar ihya edebildiğine bağlıdır. Düşmanını tanıyan, dostunu bilen ve en mühimi “kendini bilen” bir millet, eninde sonunda prangalarını kırar ve tarih sahnesindeki şerefli mevkiine yeniden kavuşur.
📰 Makale Özeti
Bu makale, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihini, “maddi ve manevi bir kuşatma” olarak tahlil etmektedir. Bu süreçte derin devlet, Gladyo, gizli komiteler, darbeler, terör örgütleri (PKK, FETÖ, İŞİT) ve dış istihbarat servisleri (CIA, MOSSAD) gibi dahilî ve haricî unsurların, ülkenin enerjisini tüketerek ilerlemesini engellediği vurgulanmaktadır.
Makaleye göre, özellikle 15 Temmuz hadisesi, bu asırlık kuşatmaya karşı milletin bir “uyanışı” olmuş ve gizli yapıların deşifre edilip tasfiyesine zemin hazırlamıştır.
Günümüzde Türkiye’nin bu “zincirlerden sıyrılmaya” başladığı, kendi aslına dönerek İslam ve Türk devletleriyle bağlantı kurarak “toplu bir ayağa kalkış” arayışında olduğu belirtilmektedir. Ancak, bu mücadelenin henüz bitmediği, “son kalıntıların” temizlendiği sancılı bir yola yeni girildiği ifade edilerek, gerçek kurtuluşun tarih şuuruna ve milli ve manevi birliğe bağlı olduğu tespitiyle son bulmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

Zincirlerinden Sıyırılan Bir Millet: Türkiye’nin Asırlık Uyanışı

Zincirlerinden Sıyırılan Bir Millet: Türkiye’nin Asırlık Uyanışı

Yüzyıllar boyu adaletin, merhametin ve hikmetin sancaktarı olan bu millet; son bir asırdır, görünmeyen ellerin kurduğu bir tuzağın, küresel bir çemberin içinde nefes almaya çalıştı.
Bir yanda derin devlet, gladyo ve gizli komiteler, diğer yanda mason locaları, CIA, Mossad, MI6, NATO merkezli şebekeler, ajan faaliyetleri ve dahili işbirlikçiler…
Hepsi tek bir hedefe yönelmişti:
Bu milletin imanını zayıflatmak, hafızasını silmek, tarihine düşman etmek, ruh kökünü koparmak ve “benliğini” eritmek.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, “modernleşme” kisvesi altında manevî damarlar kurutulmak istendi.
Kur’ân’ın nuru yerine akılcılığın ve maddeciliğin karanlığı sokuldu.
“Din terakkiye mâni” diyen batı hayranı zümreler, milletin öz evlatlarını birbirine düşürdü.
Darbelere zemin hazırlandı, iç kavgalar körüklendi, her on yılda bir milletin iradesine pranga vuruldu.
Oysa bütün bu fitnelerin arkasında, küresel bir akıl, inkârcı bir sistem ve maneviyata düşman bir zihniyet vardı.

Milletin Dirilişi

Fakat bu millet, tarihte nice badirelerden geçmişti.
Moğol istilasına da, Haçlı seferlerine de, Balkan bozgunlarına da göğüs germişti.
Çünkü bu topraklarda sadece insanlar değil; iman, sabır ve kader şuuru da yoğrulmuştu.
15 Temmuz gecesi, asırlık bir uyanışın ilk işaretiydi.
Zira o gece sadece bir darbe değil; yüz yıllık bir plan da yerle bir oldu.
Millet, o gecede imanıyla tankları durdurdu, kalbiyle kurşunlara direndi.
Bu hâdise, asırlardır uyuyan bir ruhun yeniden dirilişiydi.
O günden sonra Türkiye, içindeki hastalıklı damarları temizlemeye başladı.
Mason localarından sızan karanlık eller, devletin damarlarından sökülmeye başlandı.
CIA’nın, Mossad’ın, FETÖ’nün ve Gladyo’nun kaleleri birer birer yıkıldı.
Bu, sadece siyasî bir temizlik değil; manevî bir arınmaydı.

Yeni Dönem: Diriliş ve Dayanışma Çağı

Bugün Türkiye, etrafındaki İslâm devletleriyle yeniden bağ kurmaya, mazlum milletlerle cihanşümul bir kardeşlik inşa etmeye başlamıştır.
Türk dünyasıyla, İslâm coğrafyasıyla, Asya ve Afrika’daki mazlum halklarla tek bir ses, tek bir nefes olmaya yönelmiştir.
Bu uyanış, sadece siyasî bir diriliş değil; imanî, ahlakî ve kültürel bir silkiniştir.
Çünkü bir milletin gerçek gücü, tankta değil; imanında ve ahlakında gizlidir.
Ve Türkiye artık bunu idrak etmektedir.
Lâkin hâlâ zincirlerin son halkaları çözülmektedir.
Hâlâ medyasında, kültüründe, eğitiminde o gizli ellerin izleri sürmektedir.
Fakat bu defa fark vardır:
Millet uyanmıştır, oyun görülmüştür, perde yırtılmıştır.

Hikmetli Sonuç

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.”

Evet, Türkiye bir asırdır zincirlerle bağlanmış, fakat zincirleriyle beraber büyümüş bir çınardır.
Şimdi o zincirleri koparmakta ve köklerine yeniden dönmektedir.
Bu diriliş, bir milletin değil; bir ümmetin dirilişidir.
Ve bu dirilişin adı iman, birlik, hikmet ve izzettir.

Hülasa (Özet):

Türkiye, yüz yıldır iç ve dış mihrakların kurduğu görünmez zincirlerle maddî ve manevî olarak kuşatılmıştır.
Derin devlet yapılanmaları, yabancı istihbaratlar, masonik ağlar ve içteki işbirlikçiler, milletin benliğini söndürmeye çalışmıştır.
Ancak 15 Temmuz sonrası başlayan temizlik süreciyle Türkiye, hem devlet hem millet olarak yeniden dirilme sürecine girmiştir.
Bugün hâlâ bazı zincirler çözülmemiş olsa da, millet artık uyanmış, manevî şuuru yeniden canlanmıştır.
Bu uyanış, sadece Türkiye’nin değil, bütün İslâm âleminin geleceğine dair bir ümit ve yeniden doğuş işaretidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

İstidracın Mahiyeti ve Günümüzdeki Tezahürleri

İstidracın Mahiyeti ve Günümüzdeki Tezahürleri


(Nimet Görünümlü Azap, Gaflet Elbisesi İçinde Gelen İlâhî İkaz)

1. İstidrac Nedir?
“İstidrac (اِسْتِدْرَاج)”, lügat olarak “derece derece aşağıya çekmek, yavaş yavaş helake götürmek” demektir.
Kur’an’da bu kavram doğrudan geçmez; ancak fiil şekliyle şu ayette ifade edilmiştir:
“Onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız.”
(A‘râf, 7/182 )
Yani Allah, bazen kulun günahına hemen ceza vermez; bilakis ona nimet, servet, makam, kudret verir.
Kul, bu nimetleri ilâhî rızanın işareti sanır; halbuki bunlar yavaş yavaş gelen bir azabın öncüleridir.

2. İstidracın Hikmeti: Mühlet Görünümlü İkaz

Allah Teâlâ, kulunu hemen cezalandırmaz.
Çünkü cezayı erteler, ta ki kul dönsün, tevbe etsin.
Ancak kişi, bu ertelemeden gafletle kibir doğurursa, o vakit nimet azaba dönüşür.
“Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır; farkında değiller.”
(Mü’minûn, 23/55–56 )
Zalim, refah içinde yaşadıkça kendini güvende zanneder.
Hâlbuki bu, ilâhî tuzağın sessiz bir hazırlığıdır.

3. Nimetin Azaba Dönüşmesi: Manevî Kanun

Bir nimetin şükrü kesilirse, nimetin kendisi azabın aleti olur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.”
Yani insan, nimetin sahibini unutunca, o nimet artık rahmet değil, bela olur.
İstidracın en derin tehlikesi de budur:
İnsan, nimet içinde azabı hissetmez; ama her gün, azaba biraz daha yaklaşır.

4. İstidracın Psikolojik ve Ahlakî Görünümü

İstidraca uğrayan insanlarda şu hâller görülür:
• Kibir: “Ben haklıyım, Allah beni sevmeseydi böyle olmazdı.”
• Gaflet: “Demek ki yaptıklarım yanlış olsa Allah beni cezalandırırdı.”
• Riya: “Halk beni alkışlıyor, demek doğru yoldayım.”
• Nankörlük: Nimetin sahibini değil, kendini öne çıkarır.
Bu hâllerin tamamı, manevî çöküşün basamaklarıdır.
Kulun kalbi kararır, farkında olmadan karanlığa adım adım iner.

5. Tarihten Misaller: İstidracla Gelen Helâk

🔹 Firavun’un Kudreti
Mısır’ın en güçlü hükümdarıydı.
Nehirleri kendine boyun eğdirmişti.
Ama ilâhî adalet ona mühlet verdi — tâ ki deniz, onun kabri olsun.

🔹 Kârûn’un Serveti
Malıyla övünüyordu; “Bu servet bana ilmimle verildi” diyordu.
Lakin Kur’an buyurur:
“Biz de onu ve sarayını yerin dibine geçirdik.”
(Kasas, 28/81 )
Kârûn’un zenginliği bir rahmet değil, istidracın son perdesiydi.

🔹 Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in Makamı
Mekke’nin ileri gelenleriydi.
Ama o makamlar, bedbaht bir akıbetin zeminine dönüştü.
Kısa bir refah, ebedî bir felaket doğurdu.

6. Günümüzde İstidracın Tezahürleri
Bugün de istidrac; sadece bireylerde değil, toplumlarda ve devletlerde de görülür.

🔸 İktidar ve Güç Sarhoşluğu
Bir yönetici zulüm yapar, menfaat uğruna adaleti unutur.
Ama Allah hemen cezalandırmaz; tam tersine, o kişiye güç verir.
Bu, nimet değil, istidracın hazırlığıdır.
“Allah kimi şaşırtır ve saptırırsa, artık onu koruyup doğru yola iletecek bir dostu olmaz. Böyle zâlimlerin, azapla karşılaştıklarında: “Eyvâh! Dünyaya geri dönmenin bir yolu yok mu acaba?” diye feryat ettiklerini göreceksin.”
(Şûrâ, 42/44 )

🔸 Refah İçinde Çürüyen Toplumlar
Bazı milletler, teknolojide ve servette ilerler ama ahlakta ve maneviyatta çökerler.
Görünürde huzurludurlar, ama ruhen boşlukta, ahlaken bataktadırlar.
Bu hâl, medeniyet istidracıdır — nimetin azap hâline dönüşmesidir.

🔸 Bireysel Hayatta
Kişi günah işler, hiçbir şey olmuyor sanır.
Fakat bu, cezasızlık değil, uyarısız azaptır.
Kalbin katılaşması, tevbenin nasip olmaması, en ağır cezadır.
“Kalplerimiz katılaştı” dediler; hayır! Allah, küfürleri sebebiyle kalplerini mühürledi.
(Nisâ, 4/155 )

7. İstidracın İlâhî Denge İçindeki Yeri
İstidrac, ilâhî adaletin “görünmez yüzü”dür.
Zira Allah sadece cezalandırmaz; aynı zamanda kendi sünnetiyle insanı kendine bırakır.
Bu bırakılış, en ağır ilâhî cezalardandır.
“Kim Allah’ı unutursa, Allah da ona kendisini unutturur.”
(Haşr, 59/19 )
İşte bu unutuluş, manevî ölümün başlangıcıdır.
Kul, artık gafletin içinde yaşar; nimetin içindeki azabı fark edemez.

8. Kurtuluş Yolu: Şükür, Tevbe ve Uyanıklık
İstidrac’tan kurtuluşun yolu, nimetin şükrünü bilmek ve tevbe ile uyanmaktır.
Çünkü Allah’ın kapısı, iman edenler için daima açıktır.
“Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.”
(Zümer, 39/53 )
Şükür, nimeti rahmete çevirir;
tevbe, azabı rahmetle değiştirir.
Zira Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.

9. Netice: Nimetin Şükrü, İstidracı Bozar
İstidrac, gafletle büyür; şükürle biter.
Allah bazen zalime mühlet verir, mazluma sabır.
Ama her mühletin sonu, mutlak bir hesap günüdür.
“Rabbin asla unutmaz.”
(Meryem, 19/64 )
O hâlde, nimet içinde gaflete düşen değil;
nimet içinde şükreden kurtulur.

Özet
• İstidrac, kulun nimet içinde helake sürüklenmesidir.
• Bu hâl, ilâhî adaletin gecikmesi değil, hikmetle tecellisidir.
• Nimetin şükrü kesildiğinde, nimet azap olur.
• Güç, servet, refah; şükürsüz olursa, istidraca dönüşür.
• Günümüzde birey, toplum ve devletler; nimet imtihanıyla sınanmaktadır.
• Kurtuluş, şükür, tevbe ve uyanıklıkla mümkündür.
• Allah imhal eder, ama ihmal etmez; mühlet verir, fakat hesabı mutlaka görür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

Allah İmhal Eder, Lâkin İhmal Etmez

Allah İmhal Eder, Lâkin İhmal Etmez


(İlâhî Adaletin Gecikmesi, Gözden Kaçmayan Bir Hikmettir)

Giriş: Sessizlik, Zulmün Zaferi Değil; İmtihanın Süresidir

Zaman zaman insan, zalimlerin dünyada el üstünde tutulduğunu, haksızların rahat yaşadığını, masumların ise çile çektiğini görür.
İlk bakışta bu manzara, “adalet nerededir?” sualini doğurur.
Fakat bu görünen sükût, ilâhî adaletin yokluğu değil, tecellisinin ertelenmesidir.
Kur’ân buyurur:
“Sakın Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!
O, ancak onları öyle bir güne erteliyor ki, gözler dehşetten donakalacaktır.”
(İbrahim Sûresi, 14/42 )
Bu ayet, “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez” düsturunun Kur’anî aslıdır.
Yani Allah mühlet verir; lakin bu mühlet, gaflet için değil, hikmet içindir.

1. Allah’ın Sabûr ve Ğaffâr İsimlerinin Tecellisi
Allah Teâlâ’nın Sabûr ismi, acele etmeden, kullarına mühlet vererek, onların pişmanlıkla dönmesini beklemesidir.
Yine Ğaffâr ve Tevvâb isimleriyle, günahkâra tevbe kapısını son ana kadar açık tutar.
“Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı.
Fakat onları belli bir süreye kadar erteliyor.”
(Nahl, 16/61 )
Bu erteleniş, affın ve rahmetin tezahürüdür.
Zira Allah, intikamla değil, ıslahla muamele eder.

2. İmtihanın Gereği: İçtekilerin Ortaya Çıkması

Cenâb-ı Hak, insanı imtihanla sınar.
Bu imtihan, sadece bilgi değil, kalbin içindekilerin fiile dökülmesi içindir.
“Allah, müminleri içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir.
Ta ki murdarı temizden ayırıncaya kadar.”
(Âl-i İmrân, 3/179 )
İmtihan, niyetlerin amele dönüşmesidir.
Bir kimsenin içinde gizlediği nifak, hırs, enaniyet veya ihanet; vakti gelince fiil hâline dökülür.
İşte Allah’ın mühlet vermesi, bu iç yüzlerin açığa çıkması içindir.

3. İstidrac: Gecikmiş Adaletin Gizli Azabı

Bazı zalimler, işledikleri kötülüklere rağmen refah içinde yaşarlar.
Oysa bu hâl, ilâhî rahmet değil, istidractır; yani azabın yavaş yavaş gelmesidir.
“Kâfirler için, bilmedikleri yerden azap yavaş yavaş gelir.”
(A‘râf, 7/182 )
İstidrac, imtihan süsüyle gelen bir ilâhî tuzaktır.
Kişi, yaptıklarıyla gururlanır; ama aslında azaba doğru yürür.
Zira Allah bazen cezayı, dünyevî refah perdesi altında verir.

4. İlâhî Hesabın Boyutu: Zamanla Değil, Ebediyetle Ölçülür

İnsan zamana bağlıdır, acelecidir.
Allah ise ebediyetin sahibidir; hesabı da ebed boyutundadır.
“Kâfirler sandılar ki, mühlet vermemiz onlar için hayırlıdır; hayır, sadece günahlarını arttırır.”
(Âl-i İmrân, 3/178 )
Zalim için geciken her nefes, biriken bir borçtur.
O borç, dünyada da, ahirette de ödenecektir.
Zira Allah, “Hesap görenlerin en süratlisidir.” (En‘âm, 6/62)

5. Tarihten İbretler: İlâhî Adaletin Tecellileri

Firavun, Musa’ya (a.s.) zulmettiğinde yıllarca tahtında kaldı;
ama sonunda denizde boğulurken “inandım” dedi, ve bu imanı kabul edilmedi.
Nemrud, İbrahim’i (a.s.) ateşe attı;
ama küçücük bir sineğin burnundan girip beynine inmesiyle helâk oldu.
Ebu Cehil, Mekke’nin efendisiydi;
ama Bedir’de bir kölenin kılıcıyla yere serildi.
Tarih şahitlik eder:
Zulüm uzun sürse de, sonu helâktir.
Zira “zulüm payidar olmaz.”

6. Sosyal ve Ahlakî Boyut: İlâhî Adaletin Toplumsal Yansıması

Bir toplumda adalet zayıflar, zulüm artarsa;
Allah o topluma fırsat verir, ama ihmal etmez.
“Bir beldeyi helâk etmek istediğimizde, oranın varlıklılarına emrederiz; onlar orada bozgunculuk yaparlar.
Böylece o belde üzerine hüküm hak olur ve biz onu yerle bir ederiz.”
(İsrâ, 17/16 )
İlâhî sünnet böyledir:
Toplum, adaleti yitirip zulmü normalleştirince, çöküş mukadder olur.
Fakat o çöküş, her zaman bir tufanla değil, bir gafletle gelir.

7. Günümüzde: Sabrın ve Umudun Hikmeti

Bugün zulmün, haksızlığın, yolsuzluğun, inkârın arttığını gören mü’min, ümitsiz olmamalıdır.
Çünkü Allah, adaleti erteleyebilir, ama terk etmez.
Zira Sabûr olan Allah, her şeyin hesabını en ince zerresine kadar görür.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür,
kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 99/7-8 )
İşte bu iki ayet, ilâhî adaletin nihai garantisidir.

🌾 Sonuç: Sessizlik İmtihan, Hesap Kesindir

Allah Teâlâ’nın gecikmesi, unutması değildir;
mühleti, fırsattır; sabrı, hikmettir; cezayı ertelemesi, tevbeye kapı bırakmaktır.
Ama o kapı kapanınca, adalet mutlak tecelli eder.
Zira “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez.”

Özet
• İmhal, Allah’ın mühlet vermesidir; ihmal, cezayı tamamen terk etmesidir — ki Allah hiçbir şeyi ihmal etmez.
• Allah’ın Sabûr, Tevvâb, Ğaffâr, Adl isimleri, bu mühletin hikmetli bir rahmet olduğunu gösterir.
• İmtihanın sırrı, insanın içindekinin ortaya çıkmasıdır.
• İstidrac, görünüşte nimet, hakikatte azaptır.
• Tarih boyunca Firavun, Nemrud, Ebu Cehil gibi örnekler, ilâhî adaletin gecikmediğini isbat eder.
• Toplumların çöküşü, zulmün normalleştiği an başlar.
• Allah’ın hesabı ebedîdir, ve adalet mutlaka tecelli eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.” Mektûbât. 209

*”Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”Hutbe-i Şamiye.146.

*”Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.” Sözler.32.
*”Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”Sözler.63.
“Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.”sözler.323.

*******

Risale-i Nur’un en temel meselelerinden birini teşkil eden derin bir mevzu. İnsanın yaratılış gayesi (fıtratı) ile dünyaya bakan ciheti (hissiyâtı) arasındaki temel zıtlığı ve bu zıtlığın nasıl bir rehbere (Peygambere ve Kur’an’a) zaruret kıldığını izah ediyor.

1. Mektûbât’taki Tâbirlerin Açıklaması:
(Mektûbât, 209)

İnsanın üç temel vasfı zikredilir:
* “Vüs’at-i İstidad” (İstidad Genişliği): İnsan, “âlemin meyvesi” olarak yaratılmıştır. Nasıl ki bir meyvenin çekirdeği, bütün bir ağacın programını, esaslarını ve âdetâ ruhunu içinde barındırır; insan da kâinat ağacının en son, en câmi’ (kapsamlı) meyvesi olarak, bütün âlemi idrak edecek, tartacak ve içine alacak bir “istidad genişliğine” sahiptir. Aklı kâinatı düşünür, hafızası âdetâ kâinatın bir arşividir, kalbi sonsuz bir muhabbete kabiliyetlidir. Bu, insanın donanımının (hardware) enginliğidir.

* “Ubûdiyet-i Külliyeye Müheyyâ” (Küllî/Bütüncül Kulluğa Hazırlanmış):
İnsanın “istidadı” bu kadar geniş olunca, ondan beklenen “faaliyet” de o nispette küllî, yani bütüncül ve cihan şümul olmalıdır. İnsan, sadece kendi namına değil, bütün varlıkların (mevcûdat) namına bir kulluk yapmak için “müheyya” kılınmıştır. Diğer varlıkların tesbihâtını, hamdlerini, kâinattaki nizamı ve sanatı idrak ederek, “Bütün bu varlıklar namına Sana şükrediyorum, Senin sanatını takdir ediyorum” diyebilen tek varlıktır. Bu, onun “müheyya” kılındığı, yani hazırlandığı ve donatıldığı aslî vazifesidir.

* “Hissiyâtça Kesrete ve Dünyaya Müptela” (Hisler Cihetiyle Çokluğa ve Dünyaya Düşkün): Bu, insanın imtihanıdır. İnsanın donanımı (istidadı) “Vahdet”e (Birliğe) ve “Bâkî” olana yönelmek için verilmişken; onun zahirî hisleri (göz, kulak, el, mide, hevesler) dünyaya, yani “Kesret”e (çokluğa) ve “fânî” olan şeylere bakar. Gözü güzel manzaralara, kulağı hoş seslere, nefsi lezzetlere “müptela”dır, yani tutkundur, düşkündür, bağımlıdır.

2. “Müheyya” ve “Müptela” Hallerinin Tahlili
Bu iki kelime, insanın derûnî (iç) potansiyeli ile zahirî (dış) meyli arasındaki çatışmayı tasvir eder.

A. “Müheyya” Olma Hali: İlâhî Donanım ve Fıtrî Gaye
“Müheyya” (هَيَّأَ fiilinden) kelimesi, “hazırlanmış, donatılmış, bir gayeye uygun hale getirilmiş, teçhiz edilmiş” manalarına gelir. Bu, insanın aslî fıtratıdır; Allah’ın onu yaratırken içine yerleştirdiği gayedir.
Verilen iktibaslar, insanın “ne için” müheyya kılındığını gösterir:
* İman, Marifet ve Muhabbet İçin (Hutbe-i Şamiye, 146):
> “Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”
>
Burada net bir ayrım vardır. Kalbin “bâtını” yani derûnî merkezi, çekirdeği, asıl gayesi; Allah’a iman etmek, O’nu tanımak (marifet) ve O’nu sevmektir (muhabbet). İnsanın aslı bu ulvî gayeler için “müheyya” kılınmıştır.

* Küllî Kulluk İçin (Sözler, 63 / Mektûbât, 209):
> “…istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp…”
>
İnsanın potansiyeli (istidadı), sadece şahsî değil, bütün kâinat namına yapılacak bir kulluk vazifesi için teçhiz edilmiştir.
* Ebedî Saadete ve Mürşid-i Rabbânî Olmaya (Sözler, 32):
> “Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa… akıl… sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.”
>
Akıl, doğru kullanılırsa, sahibini sonsuz saadete “hazırlayan” (müheyya eden) Rabbânî bir rehber olur. Yani akıl, bu yüksek gayeye ulaşmak için bir vasıta olarak “müheyya” edilmiştir.
* Ebedî İhsanlara ve Cennete (Sözler, 323):
> “…senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni… sana müheyyâ eden…”
>
İnsanın sadece kalbi ve ruhu değil, “cismânî hevesâtı” dahi ihmal edilmemiştir. Allah, insanın bütün derûnî ve zahirî latîfelerinin (ruh, kalp, sır, akıl) ve hatta cismanî arzularının tatmin edileceği Cenneti ve ebedî ihsanları onun için “müheyya” etmiştir (hazırlamıştır).

Netice-i Müheyya: “Müheyya” olma hali, insanın fabrikasyon ayarlarıdır. O, Vahdet’e, Bâkî’ye, marifete, muhabbete ve ebedî saadete ulaşmaya tam donanımlı ve hazır bir halde yaratılmıştır.

B. “Müptela” Olma Hali: Zahirî Düşkünlük ve İmtihan
“Müptela” (بَلاَء kökünden) kelimesi, “tutkun, düşkün, tiryaki olmuş, belâsını bulmuş, bir şeye aşırı derecede bağlanmış” demektir. Bu, insanın fıtratındaki aslî gayeden sapma halidir; donanımın yanlış kullanılma riskidir.
* Kesrete ve Dünyaya Müptela Olmak (Mektûbât, 209 / Sözler, 63):
> “Hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela…” / “…şuurca kesrete mübtelâ…”
>
İnsan, “müheyya” olduğu Vahdet’i (Allah’ın birliğini) unutup, “müptela” olduğu “kesret”e (varlıkların çokluğuna, sebeplere) takılır.
* Sebebi (Hutbe-i Şamiye, 146):
> “Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”
>
İnsanın “müheyya” olduğu aslî gaye kalbin bâtınında (derûnî merkezinde) iken, kalbin zahiri (dış yüzü, dünyaya bakan ciheti) ve hissiyâtı, “sair şeylere” yani dünyevî işlere, lezzetlere ve sebeplere bakmak için hazırlanmıştır. İmtihan da buradadır: İnsan, kalbinin zahirini ve hissiyâtını, bâtındaki aslî gayenin “hizmetkârı” mı yapacak, yoksa o zahirî şeylere “müptela” olup aslî gayeyi mi unutacak?
Misal: Göz, Allah’ın sanatını (marifet) görmek için “müheyya” kılınmıştır (aslî gaye). Ancak aynı göz, fânî güzelliklere bakmaya da “müheyya”dır (zahiri faaliyet). Eğer göz, fânî güzelliklere “müptela” olur ve onlarda takılıp kalırsa, aslî gayesini unutur.

3. İki Halin Neticesi: Rehber İhtiyacı
İşte ilk iktibastaki (Mektûbât, 209) hikmet burada ortaya çıkar:
İnsan;
* Potansiyel olarak: Ebediyet için (Ubûdiyet-i Külliyeye Müheyyâ)
* Fiilî olarak: Fânîliğe (Kesrete ve Dünyaya Müptela)
yaratılmıştır.
Bu müthiş zıtlık ve çatışma, insanın kendi başına yolunu bulamayacağını gösterir. Bir “rehbere” muhtaçtır. Bu rehberin vazifesi, insanın yüzünü “müptela” olduğu fânî kesretten, “müheyya” kılındığı Bâkî Vahdet’e çevirmektir.
Bu vazifeyi de “en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette” yapan, Kur’ân vâsıtasıyla Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

YAPAY ZEKA İLE NURLU HAKİKATLER

YAPAY ZEKA İLE NURLU HAKİKATLER

1-SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

2-SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.” Mektûbât. 209

*”Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”Hutbe-i Şamiye.146.

*”Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.” Sözler.32.
*”Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”Sözler.63.
“Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.”sözler.323.

*******

🔹 1. “Müheyyâ” kelimesi
Lügat mânâsı:
Arapça “هَيَّأَ / heyye’e” kökünden gelir.
Mânâsı: Hazırlamak, uygun hâle getirmek, istidat kazandırmak, liyakatli kılmak.
Yani “müheyyâ” demek;
“Hazır, kabiliyetli, yaratılışça uygun, Allah tarafından istidatça donatılmış” demektir.

Risale-i Nur’da kullanılışı ve mânâ dairesi:
“Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ”
İnsan, bütün kâinatın ibadetini temsil edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır.
Yani bütün esmâya ayna olacak istidatlara hazırlanmıştır.
İnsan sadece secde eden bir varlık değil; düşünen, hisseden, hayran olan, ağlayan, anlayan, nazar eden bir “Cem’iyyet-i ubûdiyet” taşıyor.
İşte bu yüzden “ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ”dır; yani bütün ibadet nevilerini yapmaya istidatlıdır.

“Saadet-i ebediyeye müheyyâ eden mürşid-i Rabbânî”
Akıl, eğer Allah hesabına kullanılırsa, insanı ebedî saadete hazırlayan bir anahtar olur.
Yani insanın aklı o hedefe uygun tarzda hazırlanmıştır.

“Cenneti sana müheyyâ eden Rahman-ı Rahîm”
Yani insanın kalbî, ruhî, cismanî arzularına cevap verecek bir âlemi önceden senin için hazırlamıştır.
Müheyyâ burada hem insanın istidadı hem de Allah’ın hazırladığı nimeti anlatır.

“Kalbin zahirini sair şeylere müheyyâ etmiştir.”
Yani kalbin dış yüzünü, dünyevî ilgilere, fânî alâkalara meyilli şekilde yaratmıştır.
Fakat bâtınını iman, mârifet ve muhabbet için yaratmıştır.
Bu, insanın iki yönlü bir müheyyâ oluşunu gösterir:
Zâhir: dünyevî idraklere,
Bâtın: İlâhî tefekküre hazırlanmıştır.

🔹 2. “Müptelâ” kelimesi
Lügat mânâsı:
Arapça “ابتلى / ibtelâ” kökünden gelir.
Mânâsı: Bela, imtihan, tutkuyla bağlanmak, alışkanlıkla meyletmek.
Buradaki açıdan:
“Hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ” — yani insan, his itibariyle çokluk âlemine, duyuların cazibesine meyilli, bağımlı, mübtelâ yaratılmıştır.

🔹 3. “Vüs’at-i istidad” ile bağlantı
“Vüs’at” genişlik, geniş kabiliyet demektir.
“Vüs’at-i istidat” ise insanın kabiliyetlerinin genişliği, yani her şeye yönelme ve her şeyi anlayabilme potansiyelidir.
Bu genişlik iki yöne de açılabilir:
Eğer nefsin ve hissiyatın tesirine girerse: kesrete müptelâ olur.
(Yani her şeye dağılır, fanide boğulur.)
Eğer vahdete, marifete yönelirse: ubûdiyet-i külliyeye yükselir.
(Yani Allah’a döner, bütün mahlukat hesabına şükreder.)

🔹 4. Mektubat’taki cümle bağlamında:
“Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan…”
Burada üç temel çizgi vardır:
Vüs’at-i istidad:
İnsan, küçük bir kâinat gibidir; her şey onda numune olarak vardır.
Bu yüzden bütün esmâ tecellîlerini idrak etmeye müsaittir.
Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ:
Bu kabiliyet, Allah’a küllî manada kulluk edebilmek içindir.
İnsan, “bütün mahlûkatın diliyle” ibadet edebilir — bu, Hazırlanmış bir istidattır.
Hissiyâtça kesrete müptelâ:
Fakat aynı insanın duyguları çokluk âlemine, zevke, dünyaya, hisse meyillidir.
Bu da imtihanın sebebidir.

🔹 5. “Müheyyâ” olmanın hikmeti:
Risale-i Nur’un tefekkür çizgisine göre “müheyyâ” olmak iki manayı birlikte taşır:
İlâhî hazırlık:
Allah, insanın mahiyetini, büyük bir vazife için hazırlamıştır.
Bu, yaratılış gayesidir.
(Meselâ aklı marifete, kalbi muhabbet ve ibadete müheyyâ etmiştir.)
İstidad yönlendirmesi:
O kabiliyetlerin nereye sarf edileceği insana bırakılmıştır.
Eğer bu istidatlar, fâni şeylere yönelirse: “müptelâlık” olur.
Eğer Bâkî Zât’a yönelirse: “küllî ubûdiyet” olur.

🔹 6. İki yönlü insan yapısı
İnsan yönü / Müheyyâ olduğu alan / Meyli / İmtihanı
Kalbin bâtını / İman, mârifet, muhabbet / Hakikate yönelme /
Kalbin zâhiri /Dünyevî ilgiler / Dikkati dağılma, kesrete meyil
Akıl / Marifetullah’a anahtar
Eğer nefse çalışırsa, vesvese olur.
Hissiyat /Şefkat, merhamet, muhabbet
Aşırı hisle fanide boğulma
Ruh / Ebediyete meyilli
Fânide huzur ararsa ıstırap çeker

🔹 7. Sonuç – Derûnî Mana:
İnsan öyle bir varlıktır ki;
İstidatça bütün kâinatı kuşatacak kadar geniş,
Ubûdiyetçe bütün mahlûkat adına secdeye ehil,
Fakat hissiyatça dünyaya ve kesrete müptelâdır.
Bu hâl, imtihanın sırrıdır.
İşte bu yüzden Allah, o insana bir “rehber” (yani Peygamber ve Kur’an) gönderir ki,
müptelâ olunan kesretten, müheyyâ olunan vahdete yönelsin.

🔹 8. Kısaca:
Kelime Manası / Risale-i Nur’da tecellisi Vüs’at-i istidad / Geniş kabiliyet, bütün esmâya ayna olabilme
“Meyve-i âlem olan insan”
Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ
Bütün ibadet nevilerine ehil
“Küllî ubûdiyet” kabiliyeti
Hissiyâtça kesrete müptelâ / His yönünden faniliğe, çokluğa düşkün
“İmtihanın sebebi, rehbere ihtiyaç”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

İLİMDE USÛL

İLİMDE USÛL

🌿 1. İlim ve Usûl-i İlim Nedir?
İlim (العلم)
İlim, “bir şeyi hakikati üzere bilmek” demektir. Yani eşyanın, hadiselerin, hükümlerin ve manaların nasıl olduğunu, neye dayandığını bilmektir.
Kur’ân, “اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُا”
“Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler korkar.”
(Fâtır, 35/28 )
buyurarak, ilmi, takvâ ve marifetle doğrudan irtibatlandırır.

Usûl (الأصول)
Usûl kelimesi, “asıl, temel, kök, dayanak” mânâsındadır.
Usûl ilmi, herhangi bir ilmin nasıl öğrenileceğini, delillerinin nasıl değerlendirileceğini, hükümlerin nasıl çıkarılacağını gösteren disiplindir.
Yani usûl, ilme giden yolun ilmidir.

🌿 2. Hadis, Tefsir, Fıkıh ve Kelâm İlimleri
İlmin Adı / Konusu / Gayesi /Dayanağı /Hadis :Resûlullah’ın (asm) söz, fiil, takrir ve sıfatları
Sünneti tespit ve muhafaza
Rivayet ve sened
Tefsir: Kur’ân’ın mânâsıİlâhî maksadı anlamak
Kur’ân, Sünnet, Arap dili
Fıkıh :Şer’î amellerin hükümleri
Allah’ın emir ve nehiylerini bilmek
Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas
Kelâm :İnanç esasları (itikad)
Allah’a iman ve tevhidi aklen isbat
Akıl ve nakil

🌿 3. Usûlü’l-Hadis, Usûlü’t-Tefsir, Usûlü’l-Fıkıh, Usûlü’l-Kelâm Nedir?
Bu dört usûl, ilmin metodolojisidir. Yani o ilmi nasıl anlayacağımızı, delili nasıl tartacağımızı, sahih ile zayıfı nasıl ayıracağımızı öğretir.

🔹 Usûlü’l-Hadis
• Rivayetlerin sahih, hasen, zayıf, mevzû oluşunu belirler.
• Sened (raviler zinciri) ve metin (lafız) tenkidini öğretir.
• Yani “hadis doğru mudur?” sorusuna cevap verir.
Olmasa, din adına birçok zayıf ve uydurma söz “hadis” diye dolaşırdı; dinin temelleri karışırdı.
🔹 Usûlü’t-Tefsir

• Kur’ân’ın lafız, siyak-sibak (öncesi-sonrası), nüzul sebebi, mekkî-medenî gibi yönlerini inceler.
• Nasıl tefsir edilir, hangi kaynakla yorum yapılır, ne kadar ictihad câizdir gibi sorulara cevap verir.
Olmasa, Kur’ân herkesin kendi anlayışına göre yorumladığı bir kitap hâline gelirdi.
“Kur’an bana göre şöyle der” sözü, dinin birliğini zedelerdi.

🔹 Usûlü’l-Fıkıh

• Hüküm çıkarma (istinbat) metodunu öğretir.
• Delillerin hiyerarşisini (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) belirler.
• Lafızların mânâlarını, emir-nehiy, umum-husus, nasih-mensuh gibi kuralları açıklar.
Olmasa, herkes kendi zevkine göre hüküm çıkarır, “bana göre helâldir” derdi.
Bu da dinde anarşi doğururdu.

🔹 Usûlü’l-Kelâm

• İtikadî meselelerde delil ve istidlal yöntemini belirler.
• Akıl ile nakli nasıl uzlaştıracağını, Allah’ın sıfatlarını nasıl anlayacağını öğretir.
Olmasa, iman meselelerinde “yanlış inançlar (dogmalar)” yayılır,
sahih akide zayıflar, bid‘at fırkalar çoğalırdı.

🌿 4. Usûl İlmi Neden Ortaya Çıktı?

Başlangıçta, sahabe devrinde usûl ilmine ayrı bir ihtiyaç yoktu. Çünkü onlar:
• Kur’ân’ı nüzul bağlamında biliyorlardı,
• Hadisi doğrudan Resûlullah’tan işitiyorlardı,
• Arap dili ve kültürü içinde yaşıyorlardı.
Fakat:
• İslâm coğrafyası genişleyince,
• Arap olmayan kavimler Müslüman olunca,
• Mezhepler, fırkalar, yanlış anlayışlar ortaya çıkınca,
• İlimlerin dallanıp budaklanmasıyla birlikte,
Usûl ilimleri zaruret hâlini aldı.
Yani usûl ilimleri, İslâm ilimlerinin korunması için bir zırh ve mihenk olarak doğdu.

🌿 5. Olmasıyla Olmaması Arasındaki Fark

Durum / Sonuç /
Usûl varsa :İlim sağlam, delil geçerli, hüküm isabetlidir. Din korunur.
Usûl yoksa : Kişisel yorumlar, bid‘atler, zayıf rivayetler, yanlış tefsirler artar.
Din bozulur.
Usûl, ilimde adalet terazisidir.
Delilsiz söz, usûlsüz görüş, ölçüsüz hüküm “zulüm” olur.

🌿 6. Hasılı :

Usûlsüz vukuf, vukufsuz usûl gibidir; her ikisi de hatadır.
Yani usûl bilmeden ilim iddiası, temelsiz bina gibidir.
Usûl, ilmin mizânı ve istikametidir.

🌿 7. Sonuç (Hikmetli Bir Özet)

• İlim, hakikatin bilgisidir.
• Usûl, o hakikate giden doğru yoldur.
• Usûlsüz ilim, ışığı olmayan göz gibidir.
• İlmin usûlü, dinin korunması, düşüncenin selâmeti ve ümmetin birliği için zaruridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

KISKAÇ: İhanetin Kökü ve Milletin Direnişi

KISKAÇ: İhanetin Kökü ve Milletin Direnişi

Üst düzey bir Türk yetkili meslektaşı Abd’liye sorar;
Sizler devletine ihanet eden hainleri ne yapıyorsunuz?
Cevap nettir;
Bizden olursa öldürüyoruz, başkaları olursa besliyoruz.

Osmanlıda ecdad farklı ırk ve dinden insanla, insan gibi yaşadı.
Tek tük arızalar olsa, hain bulunsa da…
Son yüz ve yüz elli yılda olan kadar olmadı.
İçimizdeki azınlıkların Rum, ermeni,yunan, Yahudi,Hristiyan ve kripto azınlıklar.
Ayrı baş çekince, başlık teklif edilince bir kısmı ya kafa tutmaya veya ihanet etmeye başladı.
Bu milleti ve devleti kıskacı altına almaya ve azınlık hakimiyeti kurmaya başladılar.
Elbette sözüm hepsi için değil, ihanete ortak olanlar için.
Mileli sadıka yani sadık millet olan bir kısım ermeni ihanete ortak oldu ve hatta ortaya Pkk çıktı.
500 yıl önce İspanyadan kovulan yahudilere kucak açtık, kucağımıza pisledi.
Selanikten gelenler Türkiye’nin kaymağını yemeye başladı.
Rumlar İstanbul ve izmirin en güzel yerlerine yerleşti.
Vs…vs….
Oysa bu insanlar kendi devletlerinden görmedikleri rahatlıkları bizde gördüler.
Ticaretleriyle ve ibadetleriyle….
1453 fethinde Bizans saflarında yer alan Lukas Notaras’ın söylediği meşhur sözde; “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim” diyordu.
Ne oldu da böyle oldu?
Bu hale geldi?
İhanet edip, ihanete ortak olundu?
Hala da devam ediyor.
Ahtapot gibi.
Bir ur.
Adeta kanser hücresi gibi…

**********

Tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı, adalet terazisini elinde tutarken, farklı ırk ve dinlerden 77 milleti bir arada yaşatmayı başarmıştı. Çünkü o nizâm, “insan”ı, yaratılmışların en şereflisi olarak görürdü. Gayrimüslimiyle, Türk’üyle, Arnavut’u, Kürt’ü, Boşnak’ı, Ermeni’siyle; herkes bu adalet çadırının gölgesinde nefes alırdı.
Ne zaman ki adalet terazisi dış tesirlerle sarsıldı, işte o vakit “kıskaç” yavaş yavaş kapanmaya başladı.
Sadıktan Hain Doğanlar
Osmanlı’da “Millet-i Sâdıka” diye bilinen bazı topluluklar, bir vakit sonra “millet-i hâin” sıfatını aldı. Oysa ki onların dedeleri, Osmanlı’nın sinesinde huzur bulmuş, malı, ırzı, ibadeti emin kalmıştı.
Ne zaman ki dış güçlerin eli içeriden uzandı, o vakit ihanet tohumu serpildi.
Bir vakit dost görünen azınlıklar, menfaat uğruna silahını efendisine çevirdi. Bu ihanet, yalnız bir kurşun değil; milletin kalbine saplanan bir hançerdi.
Neyzen Tevfik’in dediği gibi:
“Geldikleri gibi gitmediler;
kimi itini bıraktı, kimi bitini,
kimi de piçini bıraktı!..
Yoksa bu kadar şerefsizin bizden olması mümkün değil!”
Bu mısralar bir öfkenin değil, bir hakikatin çığlığıdır.
Çünkü ihanet, kanla değil, karakterle bulaşır.
Ve bu karaktersizlik, yüzyıllar boyu sürmüş bir virüs gibi, bünyemize sızmıştır.
Kıskaç Daralıyor
Bugün de aynı senaryolar, yalnız sahnesi değişmiş şekilde oynanıyor.
Kimi medya eliyle, kimi ekonomi, kimi kültür, kimi inanç üzerinden…
Milletin damarlarına sızan bu “ur”, bünyeyi içten içe kemiriyor.
Her ihanetten sonra millet biraz daha uyanıyor, biraz daha silkeleniyor;
ama düşman da her defasında, yeni bir yüzle, yeni bir isimle çıkıyor karşımıza.
Tarihte Roma çöktü, çünkü içten çürüdü.
Endülüs yıkıldı, çünkü kardeş kavgasına düşürüldü.
Osmanlı zayıfladı, çünkü kıskaç içeriden kapatıldı.
Bugün de o kıskaç aynı.
Yalnız eller değişti, niyet değişmedi.
İhanetin Bedeli, Sadakatin Şerefi
Bu milletin evlatları, ecdadının mirası olan sadakati yeniden diriltmek zorundadır.
İhanet edenin ırkı, dini, rengi değil; kalbinde neyi taşıdığı önemlidir.
Bir kimse bu devlete ve millete ihanet ediyorsa, o kimliğini kaybetmiş demektir.
Bir başkası, bu milletin derdiyle dertleniyorsa, o bizdendir.
Çünkü sadakat, kanla değil, imanla taşınır.
Bu milletin bekası, işte o sadakat zincirine bağlıdır.
Ahtapotun Kolları
Evet, ihanet bir ahtapot gibi.
Bir kolu siyasette, bir kolu medyada, bir kolu ekonomide, bir kolu inançta…
Ama unuttukları bir şey var:
Ahtapotun kolları çoktur ama kalbi yoktur.
Bizimse bir tek kalbimiz var; o da imanla, sadakatle, vatan sevgisiyle atar.
Son Söz
Osmanlı yıkıldı, ama onun maneviyatı hâlâ yaşıyor.
Ecdadın duası, bu milletin damarlarında dolaşmaya devam ediyor.
Kıskaç kapanabilir, ama imanın ve sadakatin eli, o kıskacı kıracak kudrettedir.
Bu millet nice ihanetler gördü, nice darbeler, nice entrikalar…
Ama her defasında küllerinden doğdu.
Çünkü bu milletin mayasında sadakat, sabır ve iman vardır.
Ve unutulmasın:
“İhanetin en büyüğü, sadakate ihanet etmektir.”
Özet:
Bu makale, Osmanlı’dan günümüze kadar süregelen ihanetlerin tarihî ve içtimaî köklerini ele alır.
Osmanlı’nın farklı milletleri adalet içinde yaşattığı, ancak son yüzyılda içeriden gelen ihanetlerin devleti zayıflattığı vurgulanır.
Neyzen Tevfik’in sözleri üzerinden, bugünkü sosyal ve siyasî yapıya ibretle bakılır.
Makale, “kıskaç” metaforu üzerinden; ihanetin bir ur gibi yayıldığını, fakat sadakatin bu milleti ayakta tuttuğunu anlatır.
Sonuçta şu hakikat öne çıkar:
İhanet süreklidir ama sadakat ebedîdir.
Ve bu milletin bekası, o ebedî sadakate bağlıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

Bismillâhirrahmânirrahîm.
İslâm tarihinde “Sahabi” (çoğulu Sahâbe veya Ashâb), Hazret-i Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) mü’min olarak gören ve mü’min olarak vefat eden kimselere verilen isimdir. Hepsi birbirinden kıymetli olmakla beraber, bazıları yaptıkları hizmetler, İslâm’a giriş öncelikleri veya bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından nâil oldukları hususi iltifatlar ile öne çıkmışlardır.

1. Cennetle Müjdelenen Sahabiler (Aşere-i Mübeşşere)
“Aşere-i Mübeşşere” tabiri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından, henüz hayatta iken isimleri tek bir hadis-i şerifte zikredilerek Cennet’e girecekleri müjdelenen on büyük sahabiyi ifade eder.
Bu on mübarek zat şunlardır:

• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Cennetle Müjdelenen On Sahabi (Aşere-i Mübeşşere):
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Bu kutlu serimizin ilk misafiri, bu listenin zirvesinde yer alan, Peygamberimizin en sevdiği dostu, “Sıddîk” lakabıyla şereflenen Hz. Ebû Bekir (r.a.) olacaktır.

Sadakatin Zirvesi: Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
1. Mekke’nin Saygın Taciri: “Atîk”
Güneşin kavurduğu Mekke topraklarında, Kureyş’in Teymoğulları kabilesinden soylu bir tüccar yaşardı. Asıl adı Abdullah bin Ebî Kuhâfe idi. İnsanlar onu güler yüzü, yumuşak huylu, dürüst ve cömert karakteri sebebiyle çok severdi. O, cahiliye döneminin karanlık adetlerine hiç bulaşmamıştı. Ne ömründe bir puta tapmış, ne de ağzına bir damla içki koymuştu. Yüzü o kadar nurlu ve güzeldi ki, ona “ateşten azad edilmiş, kurtulmuş” manasına gelen “Atîk” derlerdi.
Bu saygın tüccar, Mekke’nin en sevilen gençlerinden biri olan Hz. Muhammed (s.a.v.) ile derin bir dostluk kurmuştu. Onlar, henüz peygamberlik gelmeden önce bile birbirlerinin en yakın sırdaşı, en samimi arkadaşıydılar. Birlikte ticaret yapar, uzun sohbetlere dalarlardı. Aralarındaki bu bağ, alemlere rahmet olacak o büyük vazifeden sonra, tarihin en büyük sadakat bağına dönüşecekti.

2. Tereddütsüz İman: “Sıddîk” Lakabı
Bir gün, en yakın dostu Hz. Muhammed (s.a.v.), Hira Dağı’ndan ilahî bir nurla döndü. “Ben Allah’ın elçisiyim!” dedi. O günlerde Mekke’de bu sözü söylemek, en büyük tehlikeleri göze almak demekti.
Hz. Ebû Bekir, bu daveti duyar duymaz, bir an bile tereddüt etmedi. Ne bir delil istedi, ne de “Bir düşüneyim” dedi. Dostunun mübarek yüzüne baktı ve “Eğer o söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” diyerek iman etti. O, hür erkekler arasında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk iman eden kişi oldu.
Onun bu sarsılmaz bağlılığı, en büyük imtihanla zirveye ulaştı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mescid-i Aksâ’ya ve oradan da göklerin ötesine yükseldiği “İsrâ ve Miraç” mucizesini yaşadığı gecenin sabahıydı. Mekke müşrikleri alay ederek haberi Hz. Ebû Bekir’e koştular: “Senin arkadaşın, bir gecede Kudüs’e gidip göklere çıktığını iddia ediyor. Buna da inanacak mısın?”
Hz. Ebû Bekir’in cevabı, tarihe altın harflerle yazılacaktı: “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, doğrudur! Ben O’nun sabahtan akşama gökten haber aldığına (vahye) inanıyorum da, bir gecede Kudüs’e gidip gelmesine mi inanmayacağım?”
Bu tereddütsüz teslimiyeti üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ona “çok sadık, hep doğrulayan” manasına gelen “es-Sıddîk” lakabını verdi.

3. Fedakârlık ve Hicret: “Üzülme, Allah Bizimledir!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), sadece diliyle değil, malıyla ve canıyla da İslam’a hizmet etti. Zengin bir tüccardı. Bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmedi. Müşriklerin ağır işkenceleri altında inleyen köle müminleri satın alıp azad etti. Bunların en meşhuru, “Ehad! Ehad!” (Allah birdir!) diyen Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.) idi.
İşkenceler dayanılmaz hale geldiğinde, Allah Teâlâ müminlere Medine’ye hicret etme izni verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hicret için Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) seçti. Bu, “can yoldaşlığı” idi.
Müşrikler peşlerindeyken, izlerini kaybettirmek için Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya sığındılar. Tam üç gün orada kaldılar. Bir ara, peşlerindekiler mağaranın ağzına kadar geldiler. O anda Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bir zarar gelecek diye çok endişelendi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sevgili dostunun kalbini yatıştırmak için o meşhur sözünü söyledi: “Üzülme, Allah bizimledir.” Bu an, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ölümsüzleştirilmiştir:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağaradaydılar. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Tevbe Suresi, 40. Ayet )
Bu mağarada yaşanan bir başka menkıbede ise, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.), mağaradaki bir deliği, içeriden bir şey çıkıp Efendimiz’e (s.a.v.) zarar vermesin diye ayağıyla tıkadığı, oradan çıkan bir yılanın (veya akrebin) onu ısırdığı, ancak o acıya rağmen sırf Peygamberimiz (s.a.v.) uyanmasın diye sesini çıkarmadığı rivayet edilir.

4. Medine’nin Sütunu ve İlk Halife
Medine’de yeni bir devlet kuruluyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni devletin hem maddi hem de manevi direğiydi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve diğer bütün savaşlarda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından bir an bile ayrılmadı. Tebük Seferi için ordunun donatılması gerektiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yardım istedi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmiş, “Bugün Ebû Bekir’i geçeceğim” diye düşünmüştü. Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.) evindeki her şeyi, ne var ne yoksa hepsini getirip ortaya koydu. Efendimiz (s.a.v.) ona sordu: “Ey Ebâ Bekir, ailene ne bıraktın?”
Cevabı yine sadakatinin ispatıydı: “Onlara Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım!”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde, Medine’yi büyük bir keder ve şaşkınlık kaplamıştı. Hz. Ömer (r.a.) bile kılıcını çekmiş, “Kim Muhammed öldü derse, başını uçururum!” diyordu.
İşte o an, metanetini koruyan tek kişi Hz. Ebû Bekir’di (r.a.). Mescid’e girdi, mübarek naaşın üzerini açıp Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) alnından öptü ve ağlayarak dedi ki: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Hayatın da güzeldi, ölümün de güzel…”
Sonra dışarı çıkıp o tarihi konuşmasını yaptı:
“Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür. Ama kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah Hayy’dır (diridir) ve asla ölmez!”
Bu sözler, dağılmak üzere olan toplumu bir araya getirdi. Müslümanlar onu ilk halife olarak seçtiler.

5. Kargaşayı Bitiren Kararlılık ve En Büyük Miras
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halifelik dönemi (yaklaşık 2 yıl 3 ay) çok kısa sürdü ama İslam tarihinin en kritik dönemlerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatını fırsat bilen bazı kabileler devlete isyan ettiler, “Namazı kılarız ama zekâtı vermeyiz” dediler veya yalancı peygamberler ortaya çıktı.
Bu duruma “Ridde” (dinden dönme) olayları denir. Hz. Ömer (r.a.) bile bu isyancılara karşı daha yumuşak davranılmasını telkin ederken, Hz. Ebû Bekir (r.a.) o yumuşak huylu karakterinin altında yatan çelik gibi bir iradeyi gösterdi:
“Vallahi! Resûlullah’a verdikleri bir yuları (deve ipini) bile benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!”
Bu kararlılığı sayesinde İslam devleti parçalanmaktan kurtuldu.
Onun en büyük hizmeti ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i toplaması (cem etmesi) idi. Yemâme Savaşı’nda birçok hafız (Kur’an’ı ezbere bilen) sahabi şehit düşünce, Hz. Ömer (r.a.) endişelendi ve Kur’an’ın kaybolabileceği tehlikesine karşı Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) başvurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu iş için vahiy kâtibi Zeyd bin Sâbit’i (r.a.) görevlendirdi. Dağınık haldeki Kur’an sayfaları titiz bir çalışmayla toplandı ve iki kapak arasında bir “Mushaf” haline getirildi. Bugün okuduğumuz Kur’an’ı, ilk halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) borçluyuz.

6. Vefatı ve Sevgiliye Kavuşma
İki yılı aşkın halifeliğinin ardından hastalandı. Vefat edeceğini anlayınca, yerine Hz. Ömer’in (r.a.) geçmesini vasiyet etti. Müslümanlara son kez seslendi: “Ey insanlar! Size Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…”
Hicret’in 13. yılında, 63 yaşında, tıpkı en sevgili dostu Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi 63 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, en sevdiği dostunun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanına, O’nun omuz hizasına defnedildi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Eğer dünyada bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i edinirdim” dediği; peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı kabul edilen, sadakati, cömertliği ve tereddütsüz imanıyla İslam’ın ilk ve en sağlam sütunlarından biri olan mübarek bir sahabiydi.

************

• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Hakkın Kılıcı, Adaletin Timsâli: Emîru’l-Mü’minîn Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, Kureyş’in soylu kabilelerinden Adiyyoğulları arasında, heybetiyle ve celâdetiyle nam salmış bir adam yaşardı. Bu adam, Ömer bin Hattâb idi. Uzun boyu, güçlü yapısı ve keskin zekâsıyla insanlar arasında derhal fark edilir, sözü dinlenir, kararlarından çekinilirdi. Cahiliye devrinde dahi sahip olduğu şahsiyet, onun ileride cihan tarihine yön verecek bir lider olacağının sanki bir habercisiydi.
Ancak o vakitler, bu heybetli adamın kalbi, yeni filizlenen İslâm nuruna karşı katı idi. Müslümanlara karşı şiddetli bir muhalefet gösteriyor, onların sayısının artmasından büyük bir endişe duyuyordu.

Bölüm 1: Hidayet Kılıcı Keskinleştiriyor
Bir gün, Müslümanların kökünü kazımak gibi korkunç bir niyetle, kılıcını kuşanmış halde yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullah (r.a.) ile karşılaştı. Nuaym, onun bu hiddetli halini görünce sordu: “Nereye böyle yâ Ömer?”
Ömer, niyetini gizlemeden cevap verdi: “Atalarının dinini terk eden, toplumu bölen Muhammed’in (s.a.v.) işini bitirmeye gidiyorum!”
Nuaym, onu bu kararından vazgeçirmek için cüretkâr bir hamle yaptı: “Sen kendi ailene bak! Enişten Said bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma da o dine girdiler.”
Bu haberi duyan Hz. Ömer (r.a.), öfkesi iki kat artmış bir halde yönünü derhal kız kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden Kur’an okuyan bir ses duyuluyordu. Kapıyı şiddetle çaldı. İçeride, Habbâb bin Eret (r.a.) onlara Tâhâ Sûresi’ni talim ettiriyordu. Ömer’in sesini duyunca Habbâb (r.a.) saklandı, Fâtıma (r.a.) ise Kur’an sayfalarını (sahîfeleri) gizledi.
Ömer içeri girer girmez sordu: “O duyduğum ses neydi?”
“Aramızda konuştuğumuz sıradan sözlerdi” cevabını alsalar da tatmin olmadı. Eniştesinin üzerine yürüdü. Kız kardeşi Fâtıma (r.a.), eşini korumak için araya girince, Ömer’in şiddetli bir darbesiyle mübarek yüzü kan içinde kaldı.
İşte o an, bir mucize gerçekleşti. Kardeşinin yüzündeki kanı gören Ömer’in derûnî dünyasında bir sarsıntı oldu. Yaptığına pişman oldu, kalbi yumuşadı. Ama daha mühimi, kız kardeşinin o halde bile gösterdiği imânî metanetti:
“Evet yâ Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resûlü’ne iman ettik. Başımızı da kessen, bu dinden dönmeyiz!”
Bu sarsılmaz iman karşısında duraksayan Ömer, mahcup bir edayla dedi ki: “Getirin o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım.”
Kız kardeşi, “Sen müşriksin, temizlenmeden ona dokunamazsın” diyerek imanın izzetini gösterdi. Hz. Ömer (r.a.) kalkıp guslettikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri eline aldı. Okumaya başladı:
“Tâ-hâ. Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik…”
Ayetler devam ettikçe, Ömer’in kalbindeki buzlar çözüldü. Bu kelâmın bir beşer sözü olamayacağını idrak etti. “Ne kadar ulvî, ne kadar şerefli bir kelâm!” dedi.
Hemen sordu: “Resûlullah (s.a.v.) nerededir?”
Gizlendikleri Dâru’l-Erkâm’ı öğrendi. Kılıcı hâlâ belindeydi. Oraya doğru yürüdü. Sahabeler, Ömer’in geldiğini görünce endişelendiler, zira onun şiddetini biliyorlardı. Ancak Hz. Hamza (r.a.), “Bırakın gelsin. İyi niyetle geldiyse ne âlâ. Kötü niyetle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz” diyerek cesaretlerini topladı.
Kapı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), heybetle ayağa kalktı ve Ömer’in yakasından tutarak sarsdı: “Ne zamana kadar bu inadın sürecek yâ Ömer? Allah’ın sana da bir hidayet vermesinin vakti gelmedi mi?”
Hz. Ömer (r.a.), büyük bir teslimiyet ve edeple cevap verdi: “Yâ Resûlallah! Allah’a, Resûlü’ne ve onun getirdiklerine iman etmeye geldim.”
Bu sözler üzerine Dâru’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. O gün, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) duası kabul olmuştu: “Allah’ım! Bu dini iki Ömer’den (Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm/Ebû Cehil) biriyle aziz kıl!”

Bölüm 2: El-Fârûk: Hak ile Bâtılı Ayıran
Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olması, İslâm tarihinde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar gizli gizli ibadet eden Müslümanlar, onun katılımıyla büyük bir cesaret buldular.
İman ettikten sonraki ilk sözü şu oldu: “Yâ Resûlallah! Biz hak yolda değil miyiz? Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gidip imanımızı haykıracağız!”
Ve öyle de oldu. Müslümanlar, iki saf halinde, birinin başında Hz. Hamza (r.a.), diğerinin başında Hz. Ömer (r.a.) olduğu halde, cesaretle Kâbe’ye yürüdüler ve orada alenen namaz kıldılar. Müşrikler, Ömer ve Hamza’nın heybeti karşısında seslerini çıkaramadılar.
İşte o gün, Resûlullah (s.a.v.) ona “el-Fârûk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını verdi.
Hicret vakti geldiğinde, Müslümanların çoğu Mekke’den gizlice ayrılırken, Fârûk Ömer (r.a.) yine farklılığını gösterdi. Kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’yi tavaf etti. Sonra orada toplanmış olan Kureyş ulularına meydan okudu:
“İşte ben de hicret ediyorum! Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimse bu meydan okumaya cevap vermeye cesaret edemedi. O, imanını ve hicretini böylece ilan ederek Medine’nin yolunu tuttu.

Bölüm 3: Halifelik ve Adaletin Cihan Şümul Saltanatı
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde onun en büyük yardımcısı oldu. Hz. Ebû Bekir’in vefatıyla birlikte, “Emîru’l-Mü’minîn” (Mü’minlerin Emiri) unvanıyla İslâm Devleti’nin ikinci halifesi oldu.
Onun 10 yıllık hilafet dönemi, fetihlerin ve daha da önemlisi, cihan şümul bir adaletin tesis edildiği altın bir çağ oldu. O, sadece insanlara değil, yönettiği topraklardaki her canlıya karşı kendini sorumlu hissederdi. Şu sözü, onun adalet ve mesuliyet anlayışının isbatıdır:
“Fırat kenarında bir kurt bir koyunu kapsa (çalsa), korkarım ki Allah onun hesabını Kıyamet günü Ömer’den sorar.”
Onun döneminde İslâm orduları; İran (Sasanî), Suriye, Filistin ve Mısır’ı fethetti. Ancak onun için fetih, toprak kazanmaktan ziyade, ilâhî adaleti o topraklara ulaştırmaktı.
Kudüs’ün fethi bunun en parlak misalidir. Şehir, kan dökülmeden teslim oldu. Patrik Sophronius, şehrin anahtarlarını sadece Halife’ye teslim edeceğini bildirdi. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den yola çıktı. Yanında sadece bir hizmetçisi ve bir deve vardı. Deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e yaklaştıklarında, sıra hizmetçisindeydi. Hizmetçisi deveye binmiş, Halife Ömer ise devenin yularını tutmuş, mütevazı ve yamalı elbisesiyle şehre yürüyordu.
Onu karşılayanlar, bu manzarayı görünce hayretler içinde kaldılar. Patrik, “İşte” dedi, “Kitaplarımızda yazan, bu şehri teslim alacak olan zatın vasıfları bunlardır. Şatafat değil, tevazu ve adalet.”
Hz. Ömer (r.a.), meşhur “Ömer Emannâmesi”ni yazarak, şehirdeki Hristiyanların canlarına, mallarına ve mabetlerine dokunulmayacağına dair teminat verdi.

Bölüm 4: Gecelerin Bekçisi, Yetimlerin Babası
Hz. Ömer (r.a.), gündüzleri devleti idare eder, geceleri ise tebdil-i kıyafet (kıyafet değiştirerek) Medine sokaklarında dolaşır, halkın halini bizzat nazar eder (gözlemlerdi).
Bir gece yine dolaşırken, bir çadırdan ağlayan çocuk sesleri duydu. Yaklaştı. Bir kadın, ateşin başındaki bir tencereyi karıştırıyor, ağlayan çocuklarını “Şimdi yemek pişecek, sabredin” diye avutuyordu.
Hz. Ömer (r.a.) selam verip sordu: “Bu çocuklar neden ağlar?”
Kadın, Halife’yi tanımadan dert yandı: “Açlıktan. Sabah yola çıktık, yiyeceğimiz bitti.”
Halife sordu: “Peki, tencerede ne var?”
Kadın acı acı cevap verdi: “Su ve çakıl taşları. Yemek pişiyor zannetsinler de ağlamayı bırakıp uykuya dalsınlar diye onları avutuyorum. Benim bu halimden haberi olmayan Halife Ömer ile hesabımızı Allah divanında göreceğiz!”
Bu sözleri duyan Fârûk Ömer (r.a.), sarsıldı. Ağlayarak oradan ayrıldı ve koşarak Beytü’l-Mal’e (devlet hazinesi) gitti. Sırtına bir çuval un, bir miktar yağ ve hurma yükledi. Hizmetçisi “Ben taşıyayım Efendim” dediyse de kabul etmedi:
“Kıyamet günü benim yükümü sen mi taşıyacaksın?”
Çuvalı sırtında o kadının çadırına getirdi. Kendi elleriyle ateşin başına geçti, yemeği pişirdi ve çocuklara yedirdi. Çocukların karnı doyup gülüşmeye başladıklarında, kadına bir miktar da erzak bıraktı ve dedi ki: “Sabah Halife’ye gel, hakkını al. Ömer’i orada bulacaksın.”
Sabah huzuruna gelen kadın, gece evine un taşıyan kişinin Halife’nin bizzat kendisi olduğunu anlayınca büyük bir mahcubiyet yaşadı.
Onun adaleti o kadar kesindi ki, Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümleri, henüz ayet nazil olmadan (inmeden) önce onun görüşü (nazar ve düşüncesi) istikametinde tecelli etmiştir. Bu duruma “Muvâfakat-ı Ömer” (Ömer’in [ilâhî iradeye] denk düşen görüşleri) denir.
Allah Teâlâ’nın şu emri, sanki onun hayatının bir tasviri gibidir:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide Sûresi, 5/8 )

Bölüm 5: Şehadetle Gelen Vuslat
Hz. Ömer (r.a.), hayatının sonlarına doğru hep şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Bana kendi yolunda şehit olmayı ve Resûlü’nün şehrinde (Medine’de) ölmeyi nasip et.”
Bu dua, Hicret’in 23. yılında, bir sabah namazında kabul oldu. Emîru’l-Mü’minîn, Mescid-i Nebevî’de sabah namazını kıldırmak için mihraba geçtiğinde, Ebû Lü’lüe adında bir köle tarafından zehirli bir hançerle saldırıya uğradı.
Ağır yaralıyken bile sorduğu ilk şey, “Beni vuran kimdir?” oldu. “Mecûsî bir köle” cevabını alınca, “Beni vuranın Müslüman bir kimse olmamasından dolayı Allah’a hamdolsun” diyerek Rabbine şükretti.
Vefat etmeden evvel, yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra (istişare heyeti) belirledi. Oğlu Abdullah’ı da çağırdı ve ondan son bir ricada bulundu:
“Hz. Aişe (r.a.) validemize git. ‘Ömer’in sana selamı var, iki arkadaşının (Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.)) yanına defnedilmek için izin istiyor’ de.”
Hz. Aişe (r.a.) validemiz, aslında orayı kendisi için ayırmıştı. Ancak Fârûk’un bu isteği karşısında gözyaşlarıyla şöyle dedi: “Vallahi, Ömer’i kendime tercih ederim.”
İzin haberi gelince, Hz. Ömer (r.a.) rahatladı. Ve bu büyük Halife, adaletin, tevazunun ve Allah korkusunun en büyük timsâli olarak ruhunu Rabbine teslim etti.
Hz. Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından henüz hayattayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biridir. O, kılıcını İslâm için çekmiş, kalbini İslâm’a açmış, adaletini tüm cihana yaymış ve hayatını İslâm uğruna şehadetle taçlandırmış bir iman kahramanıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**********

• Hz. Osman bin Affân (r.a.)

Hayâ ve Cömertlik Timsali: Hz. Osman bin Affân (r.a.)
Güneşin doğduğu mübarek şehir Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve zengin ailelerinden olan Ümeyyeoğulları (Benî Ümeyye) kabilesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Osman koydular. O, daha ilk gençlik yıllarından itibaren Mekke’nin diğer gençlerinden farklıydı. Ne putlara tapar ne de o dönemin kötü alışkanlıklarına bulaşırdı. Zengin bir tâcirdi ama kalbi temizdi. En belirgin vasfı ise, görenleri hayran bırakan derin “hayâ” duygusuydu. Öyle ki, insanlar onun bu nezaket ve utangaçlığından bahsederken, “Meleklerin bile hayâ ettiği adam” derlerdi.

İki Nur ile Aydınlanan Gönül
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) peygamberlik vazifesi verildiğinde, Mekke’de ilk Müslüman olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Hz. Osman’ın en yakın dostlarından biri, imanda ilklerin ilki olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Bir gün Hz. Ebû Bekir, bu nazik dostuna İslâm’ı anlattı. Hz. Osman’ın zaten hakikati arayan temiz kalbi, bu daveti duyar duymaz hemen ısındı. Vakit kaybetmeden Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna çıktı ve Kelime-i Şehâdet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Bu karar, onun için zorlu günlerin başlangıcı demekti. Kendi ailesi, özellikle amcası Hakem bin Ebi’l-Âs, ona Müslüman olduğu için eziyet etti. Ama Hz. Osman, imanından bir an bile taviz vermedi.
Resûlullah (s.a.v.), bu değerli sahabisine o kadar çok değer veriyordu ki, sevgili kızı Hz. Rugiyye (r.a.) ile onu evlendirdi. Artık Hz. Osman, sadece bir sahabi değil, aynı zamanda Peygamber Efendimizin damadıydı.
Hicretler ve “Zinnûreyn” (İki Nur Sahibi) Unvanı
Mekke’de müşriklerin zulmü dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müslümanların bir kısmına Habeşistan’a hicret etmeleri için izin verdi. Habeşistan’a giden bu ilk kafileye liderlik eden, Hz. Osman ve zevcesi Hz. Rugiyye idi. Peygamber Efendimiz onların arkasından, “Onlar, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’tan sonra Allah yolunda hicret eden ilk ailedir,” buyurmuştu.
Daha sonra Medine’ye hicret başladı. Hz. Osman da tüm servetini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti. Ancak Medine’de onu hüzünlü bir imtihan bekliyordu. Müslümanların kaderini belirleyecek Bedir Savaşı hazırlıkları yapılırken, zevcesi Hz. Rugiyye ağır hastalandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Osman’a Medine’de kalıp zevcesiyle ilgilenmesini emretti. Hz. Osman, bu emre itaat ederek Bedir’e katılamadı, ancak Resûlullah ona hem Bedir’e katılmış sevabını hem de ganimetten payını verdi. Ne var ki, zafer haberi Medine’ye ulaştığı gün, Hz. Rugiyye vefat etti.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ciğerparesi vefat etmişti ve Hz. Osman bu duruma çok üzülüyordu. Resûlullah (s.a.v.), hayâ timsali damadının bu üzüntüsünü ve onunla olan bağının kopmasını istemedi. Bir mucize olarak, diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü (r.a.) de Hz. Osman’a nikahladı.
İnsanlık tarihinde hiçbir kimseye nasip olmamış bir şeref! Bir peygamberin iki kızıyla evlenmek… Bu sebeple Hz. Osman’a, “Zinnûreyn” yani “İki Nur Sahibi” unvanı verildi.

Cenneti Satın Alan Cömertlik
Hz. Osman’ın hayâsı kadar meşhur olan diğer vasfı da cömertliğiydi. O, servetini Allah yolunda harcamak için bir an bile tereddüt etmezdi.
• Rûme Kuyusu: Medine’ye hicret edildiğinde Müslümanların içme suyu sıkıntısı vardı. Şehirdeki tek tatlı su kuyusu (Rûme Kuyusu) bir Yahudi’ye aitti ve suyunu fahiş fiyata satıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kim Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine sunarsa, ona cennette bir pınar vardır,” buyurdu. Bu müjdeyi duyan Hz. Osman, derhal kuyunun sahibine gitti. Sahibi tamamını satmak istemeyince, Hz. Osman kuyunun yarısını (suyu bir gün Yahudi, bir gün Hz. Osman alacak şekilde) çok yüksek bir meblağa satın aldı. Kendi gününde suyu tüm Müslümanlara bedava dağıttı. İnsanlar bedava suyu alınca, Yahudi diğer gün suyunu satamaz oldu ve mecburen kuyunun diğer yarısını da Hz. Osman’a sattı. Böylece Hz. Osman, bu kuyuyu Müslümanlara vakfederek cennetteki pınarın sahibi oldu.
• Tebük Seferi (Zorluk Ordusu): Müslümanlar Bizans’a karşı zorlu Tebük Seferi’ne hazırlanıyordu. Mevsim kurak, yol uzun, düşman çok güçlüydü. Orduya “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) denmişti. Resûlullah (s.a.v.) minbere çıkıp yardım istedi. Hz. Osman kalktı ve “Ya Resûlallah! Üzerindeki çuluna, semerine kadar yüz deveyi ben veriyorum,” dedi. Peygamberimiz biraz daha yardım istedi. Hz. Osman yine kalktı, “Yüz deve daha veriyorum,” dedi. Peygamberimiz tekrar yardım istedi. Hz. Osman bir kez daha kalktı, “Ya Resûlallah! Yüz deve daha veriyorum!” dedi. Bununla da kalmadı, ordunun tüm ihtiyacını karşılayacak bizzat bin dinar (altın) getirip Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kucağına döktü. Resûlullah (s.a.v.), o altınları mübarek elleriyle evirip çevirirken sevincinden şöyle buyurdu: “Bugünden sonra Osman’a yaptıklarının hiçbir zararı dokunmaz!”
• Mescid-i Nebevî’nin Genişletilmesi: Müslümanların sayısı artınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mescidin yanındaki arsayı kimin cennet karşılığında satın alıp bağışlayacağını sordu. Bu görevi de Hz. Osman (r.a.) üstlendi.
Bey’atü’r-Rıdvân ve Peygamberin Eli
Müslümanlar Hudeybiye’de umre için konakladıklarında, Resûlullah (s.a.v.) Mekkelilerle görüşmek üzere bir elçiye ihtiyaç duydu. Bu tehlikeli görev için Hz. Osman’ı seçti. Çünkü Hz. Osman, Mekke’de güçlü bir kabileye (Ümeyyeoğulları) mensuptu ve ona dokunamazlardı.
Hz. Osman Mekke’ye gitti ve görüşmeleri yaptı. Ancak dönüşü gecikti. Bu sırada “Osman öldürüldü!” diye bir haber yayıldı. Bu haberi duyan Resûlullah (s.a.v.) çok hiddetlendi ve “Osman’ın kanını dökmeden buradan ayrılmayacağız!” dedi. Bütün sahabeyi oradaki bir ağacın (Semûre ağacı) altına topladı ve onlardan “ölümüne biat” aldı. Sahabeler tek tek biat ettiler. Sıra Hz. Osman’a gelince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sol elini kaldırıp, “Bu benim yerine koydu ve onun adına biat etti.
Allah Teâlâ, bu biattan o kadar razı oldu ki, Kur’ân-ı Kerîm’de (Fetih Sûresi, 18. ayet) şöyle buyurdu: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur…” Bu sebeple bu biata “Bey’atü’r-Rıdvân” (Allah’ın Rızâsının Kazanıldığı Biat) denildi.
Hilâfeti ve Kur’ân-ı Kerîm’in Çoğaltılması
Hz. Ömer’in (r.a.) şehadetinden sonra, onun belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu), Hz. Osman’ı (r.a.) üçüncü halife olarak seçti.
Onun hilâfet dönemi (12 yıl), fetihlerin devam ettiği bir refah dönemi oldu. Kuzey Afrika’nın fethi tamamlandı, Kıbrıs adası fethedildi ve ilk İslâm donanması (deniz gücü) onun zamanında kuruldu.
Fakat Hz. Osman’ın halifeliğinin en büyük, en paha biçilmez hizmeti, şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i bir araya getirip çoğaltmasıdır. İslâm coğrafyası genişledikçe, farklı bölgelerde Kur’ân okuyuşlarında (kıraat) küçük farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu durumun gelecekte bir fitneye (anlaşmazlığa) yol açmasından endişe edildi.
Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan ve Hz. Hafsa’nın (r.a.) yanında bulunan ana Mushaf’ı (Mushaf-ı İmam) getirdi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında bir heyet kurdu. Bu ana Mushaf’ı esas alarak 6 veya 7 nüsha daha çoğalttırdı. Bu yeni nüshaları İslâm beldelerinin merkezlerine (Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Mısır gibi) gönderdi ve diğer tüm şahsî nüshaların yakılmasını emretti.
Bu muazzam hizmeti sayesinde, Kur’ân-ı Kerîm, indiği günkü saflığıyla, hiçbir harfi değişmeden tek bir metin olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bütün İslâm ümmeti, bu konuda Hz. Osman’a ebediyen minnettardır.

Şehâdeti: Sabır ve Teslimiyet Zirvesi
Hz. Osman, son derece yumuşak huylu (halîm), merhametli ve barışçıl bir idareciydi. Ancak hilâfetinin son yıllarında, İslâm devleti içindeki bazı art niyetli kişiler, onun bu yumuşaklığını kullanarak fitne ateşini yaktılar. Çeşitli eyaletlerden topladıkları asilerle Medine’ye gelip Halife’nin evini kuşattılar.
Hz. Osman (r.a.), 80 yaşını geçmiş mübarek bir ihtiyardı. Evinin etrafı sarıldığında, başta Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) olmak üzere birçok sahabi onu korumak için kılıçlarını çekti. Ancak Hz. Osman, “Benim yüzümden Medine sokaklarında bir damla Müslüman kanı dökülmesini istemem,” diyerek onların savaşmasına kesinlikle izin vermedi. O, fitnenin büyümemesi için kendini feda etmeyi seçti.
Kuşatma günlerce sürdü, evine su bile verilmedi. Şehit edilmeden bir gece önce rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gördü. Resûlullah (s.a.v.) ona, “Ey Osman! Bu akşam iftarı bizimle beraber açacaksın,” buyurdu.
Hz. Osman sabah uyandığında oruçluydu ve artık şehit olacağını biliyordu. Mushaf’ını açtı ve Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladı. O mübarek Cuma günü, asiler evine girdiler ve onu Kur’ân okurken şehit ettiler. Mübarek kanı, okumakta olduğu Mushaf’ın üzerine, Bakara Sûresi’ndeki “Allah, onlara karşı sana yetecektir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 137) ayetine damladı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) müjdelediği gibi cenneti kazanmış, meleklerin hayâ ettiği İki Nur Sahibi, cömertlik denizi, Kur’ân’ın koruyucusu ve fitneyi önlemek için canını feda eden sabır abidesi bir şehit olarak Rabbine kavuştu.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun hayâsından, cömertliğinden ve Kur’ân’a olan hizmetinden hisseler almaya muvaffak kılsın. O’ndan ve bütün sahabeden ebediyen razı olsun. Amin.

******************

• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)

Esedullah (Allah’ın Aslanı): Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
1. Kâbe’nin İçinde Doğan Nur
Her şey, peygamberliğin güneş gibi doğmasından yaklaşık on yıl önce, mukaddes şehir Mekke’de başladı. Bütün Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i Muazzama, o günlerde bile hürmet gören bir mekândı. İşte bu mübarek mekânın içinde, tarihte eşine az rastlanır bir hâdise yaşandı: Fâtıma binti Esed, doğum sancıları başladığında Kâbe’ye sığınmış ve orada bir erkek evlat dünyaya getirmişti.
Bu çocuk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Ali idi.
Hz. Ali (r.a.), gözlerini dünyaya açtığında, kendini adeta peygamberliğin kucağında buldu. O sıralar Mekke’de bir kıtlık baş göstermişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisini himaye eden vefakâr amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için, küçük Ali’yi kendi himayesine, kendi evine aldı.
Böylece Hz. Ali, çocukluğunu sıradan bir evde değil, vahyin ineceği, ahlâkın zirvesi olan Hâtemü’l-Enbiyâ’nın (s.a.v.) hanesinde geçirme şerefine erişti. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) dizinin dibinde büyüdü, O’nun eşsiz ahlâkıyla yoğruldu ve O’nun terbiyesinden geçti.

2. Genç Bir Mü’min ve Sarsılmaz Sadakat
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahiy gelip de “İkra!” (Oku!) emriyle peygamberlik vazifesi başladığında, Hz. Ali henüz on yaşlarında bir çocuktu. Bir gün, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) ve O’nun zevcesi Hz. Hatice’yi (r.anha) gizlice namaz kılarken gördü. Bu, daha önce hiç şahit olmadığı bir ibadetti. Hayretle sordu: “Bu nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’na Allah’ın birliğini (Tevhid) ve kendi peygamberliğini anlattı. Hz. Ali’nin temiz fıtratı bu daveti hemen kabul etti. Böylece o, çocuklar arasında İslam’ı ilk kabul eden, o nurlu kervana katılan ilk genç yiğit oldu.
Mekke’nin müşrikleri Müslümanlara eziyet ederken, o küçük yaşına rağmen Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı.
3. Hicret Gecesi’ndeki Fedakârlık
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâle gelmiş, müşrikler Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) öldürme kararı almışlardı. Hicret emri geldi. O gece, Resûlullah’ın (s.a.v.) evi katiller tarafından kuşatılmıştı.
İşte o an, sadakatin ve cesaretin en büyük imtihanlarından biri yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Bu gece benim yatağımda yat. Hırkamı üzerine ört. Korkma, sana hiçbir zarar gelmeyecektir.”
Hz. Ali (r.a.), bir an bile tereddüt etmedi. Ölümün kol gezdiği bir yatağa, sırf Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumak için, O’nun kılıç darbelerine hedef olmak pahasına yattı. Bu, O’nun canını Peygamber’in canına siper ettiğinin en büyük isbatıydı. Sabah olup da yatakta Hz. Ali’yi bulan müşrikler neye uğradıklarını şaşırdılar.
Hz. Ali, bu tehlikeli vazifeyi tamamladıktan sonra, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kendisine bıraktığı emanetleri Mekke’deki sahiplerine teslim etti ve o da Medine’ye hicret etti.

4. “Sen Benim Kardeşimsin”
Medine’de, Resûlullah (s.a.v.), Muhacirler (Mekke’den gelenler) ile Ensâr (Medineli yardımcılar) arasında bir “kardeşlik” (Muâhât) tesis etti. Herkes birbiriyle kardeş ilan edilirken, Hz. Ali bir kenarda kalmıştı. Üzülerek Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldi: “Ey Allah’ın Resûlü, herkesi kardeş yaptın, beni kimseyle kardeş yapmadın?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve o tarihî sözünü söyledi: “Sen, benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.”
Kısa bir süre sonra, bu kardeşlik bir bağ ile daha taçlandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), canından çok sevdiği kızı, “Cennet kadınlarının efendisi” Hz. Fâtıma’yı (r.anha), Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdi. Bu evlilikten, Peygamber neslini devam ettirecek olan “Cennet gençlerinin efendileri” Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) dünyaya geldi. Onların evi, zengin bir ev değildi; hurma lifinden bir yatakları vardı ama evleri maneviyat, takvâ ve sevgi ile doluydu.
5. “Zülfikâr”ın Sahibi, “Haydar-ı Kerrâr”
Hz. Ali (r.a.), sadece bir ilim adamı değil, aynı zamanda eşsiz bir kahramandı. Ona “Esedullah” (Allah’ın Aslanı) ve “Haydar-ı Kerrâr” (Döne döne saldıran yiğit) denirdi.
Bedir Savaşı’nda, henüz yirmili yaşlarındayken, müşriklerin en azılı savaşçılarıyla teke tek çarpıştı ve onları mağlup etti.
Uhud Savaşı’nda, Müslümanların zor anlar yaşadığı, Resûlullah’ın (s.a.v.) yaralandığı o dehşet anında, Peygamber’i korumak için kendi vücudunu siper eden bir avuç kahramandan biriydi. Aldığı sayısız kılıç ve mızrak yarasına rağmen bir an bile geri adım atmadı.
Hendek Savaşı’nda, koca bir ordunun geçmeye cesaret edemediği hendeği, Arap yarımadasının en kibirli ve en güçlü savaşçılarından Amr bin Abdivüdd, atıyla tek başına geçti ve “Karşıma çıkacak kimse yok mu?” diye meydan okudu. Herkesin çekindiği o anda, Hz. Ali (r.a.) ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona kendi kılıcı Zülfikâr’ı verdi ve başına sarığını sardı. İman, kibir karşısındaydı. Hz. Ali, bu azılı düşmanı mağlup ederek savaşın seyrini değiştirdi.
Hayber’in Fethi ise O’nun cesaretinin zirvesidir. Günlerdir fethedilemeyen, Yahudilerin en müstahkem kalesi Hayber için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) o meşhur müjdeyi verdi:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o, Allah’ı ve Resûlü’nü sever; Allah ve Resûlü de onu sever.”
Bütün sahabeler o gece, “Acaba bu şerefli kişi kim olacak?” diye heyecanla bekledi. Sabah olduğunda Resûlullah (s.a.v.) sordu: “Ali nerede?”
“Gözleri ağrıyor, ya Resûlallah” dediler.
Hz. Ali (r.a.) getirildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mübarek tükürüğünden O’nun ağrıyan gözlerine sürdü. Gözleri o an şifa buldu. Sancağı ona verdi ve Hayber’in fethi, “Allah’ın Aslanı”nın eliyle müyesser oldu.

6. “Ben İlmin Şehriyim, Ali de Onun Kapısıdır”
Hz. Ali (r.a.), sadece kılıcıyla değil, ilmi ve hikmetiyle de benzersizdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu vasfını şöyle övmüştü:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim isterse, kapıdan gelsin.”
O, “yaşayan Kur’an” idi. Ayetlerin nerede, ne zaman ve ne sebeple indiğini (nüzul sebebini) en iyi bilenlerdendi.
Özellikle adalet ve hukuk (fıkıh) konusunda bir dâhiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’nu Yemen’e kadı (hâkim) olarak gönderirken, Hz. Ali genç olduğunu belirterek çekinmişti. Resûlullah (s.a.v.) elini O’nun göğsüne koyup, “Allah’ım, onun kalbine hidayet ver ve dilini sabit kıl” diye dua etti. Hz. Ali (r.a.) daha sonra, “O duadan sonra, iki kişi arasında hüküm verirken asla tereddüt etmedim” demiştir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) dönemlerindeki hilâfetlerinde, Hz. Ali (r.a.) her zaman en baş danışman oldu. Özellikle Hz. Ömer (r.a.), çözülmesi zor adlî meselelerle karşılaştığında mutlaka O’na danışır ve “Ali olmasaydı, Ömer helâk olmuştu” diyerek O’nun ferâsetini ve ilmini takdir ederdi.

7. Hilâfet Yılları ve Büyük İmtihanlar
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından, İslam toplumu büyük bir fitne (kargaşa) ateşinin içine düşmüştü. Sahabenin önde gelenleri, bu yangını ancak O’nun durdurabileceğine inanarak Hz. Ali’ye (r.a.) halifelik için ısrarla biat ettiler.
O, halifeliği çok zor bir dönemde, tam bir kargaşanın ortasında kabul etti. Hilâfeti boyunca, devletin bozulan nizamını yeniden tesis etmeye, adaleti hâkim kılmaya ve fitneyi durdurmaya çalıştı.
Ancak bu dönem, Müslümanların kendi aralarında mücadele ettiği Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı gibi çok acı hadiselere sahne oldu. Hz. Ali (r.a.) için en zor olan, kılıcını bir zamanlar omuz omuza savaştığı diğer sahabelere karşı kullanmak zorunda kalma ihtimaliydi. O, son ana kadar barış için uğraştı, kan dökülmemesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu fitne yılları, O’nun sabrının ve metanetinin en büyük imtihanı oldu.

8. İlim Kapısının Şehâdeti
Fitne dönemi, Hâricîler denilen, aşırı ve katı görüşlü bir grubun ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu grup, Hz. Ali’yi (r.a.) de kendilerine düşman ilan etmişti.
Hicretin 40. yılı, Ramazan ayının 19. günüydü. Hz. Ali (r.a.), Kûfe mescidinde sabah namazını kıldırmak için evinden çıkmıştı. İbn Mülcem adında Hâricî bir hain, zehirli bir hançerle Allah’ın Aslanı’na saldırdı.
Ağır yaralanan Hz. Ali (r.a.), iki gün daha yaşadı. Bu son anlarında bile adaletten ve hikmetten ayrılmadı. Çocuklarına ve etrafındakilere şu vasiyette bulundu:
“Size Allah’tan korkmanızı (takvâyı), dünyalık peşinde koşmamanızı, Allah’a ve ahiret gününe inanmanızı tavsiye ederim. Her zaman doğruyu söyleyin. Yetimlere merhamet edin. Zâlime düşman, mazluma yardımcı olun. Namaza devam edin, Allah yolunda cihaddan geri durmayın…”
Kendisini yaralayan katili hakkında ise, “Eğer yaşarsam, ne yapacağıma kendim karar veririm. Eğer ölürsem, kısas haktır. Ancak sakın haddi aşmayın. Zira Allah haddi aşanları sevmez” diyerek, son nefesinde bile adaletin nasıl olması gerektiğini öğretti.
İki gün sonra, Ramazan ayının 21. gününde, Cennetle müjdelenen o mübarek sahabe, ilmin kapısı, Peygamber’in kardeşi ve damadı, şehâdet şerbetini içerek Rabbine kavuştu.

Mirası ve Fazileti
Hz. Ali (r.a.), cesaretiyle bir orduya bedel, ilmiyle bir ümmete rehberdi. O, dünyalığa zerre kadar kıymet vermeyen bir zâhid idi. Halife olduğu dönemde bile yamalı elbiseler giyer, kuru ekmekle doyardı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Allah’ı ve Resûlü’nü seven” ve “Allah ve Resûlü tarafından sevilen” bir kahramandı.
O, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi iki mübarek reyhanın babasıydı.
Ve o, bu dünyadayken Cennetle müjdelenmiş bahtiyar bir kuldu. Hayatı, imanın, cesaretin, fedakârlığın, ilmin ve adaletin nasıl yaşanacağının en güzel hikâyelerinden biridir.
Allah O’ndan ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)

Yaşayan Şehit: Cennetle Müjdelenen Kahraman Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, hidayet güneşi henüz yeni doğmaya başlamıştı. Şehir, asırlık putların gölgesinde, derin bir gaflet uykusundaydı. İşte böyle bir zamanda, Mekke’nin en saygın ve zengin kabilelerinden biri olan Teymoğulları’na mensup, zeki, dürüst ve cömert bir genç adam vardı: Talha bin Ubeydullah.
O, ticaretle uğraşan, keskin bir zekâya ve temiz bir fıtrata sahip, öne çıkan bir gençti. Hayatın manasını arıyor, kâinatın bu muazzam düzeninin basit putlarla izah edilemeyeceğinin farkındaydı.
Hidayetle Şereflenmesi
Bir gün, ticaret için bulunduğu Busra (Suriye) panayırında, zamanın âbidlerinden bir rahiple karşılaştı. Rahip, ona Mekke’den “Ahmed” isminde bir Peygamberin çıkıp çıkmadığını sordu. Bu, beklenen son Peygamber’in zamanıydı. Talha’nın yüreği bu haberle çarptı. Mekke’ye döndüğünde, duyduklarının doğruluğunu araştırdı ve en yakın dostlarından Hz. Ebubekir’in (r.a.) tereddütsüz bir şekilde Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tabi olduğunu öğrendi.
Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebubekir’in (r.a.) yanına koştu. Hz. Ebubekir, onu Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna götürdü. Hz. Talha, Peygamber Efendimizin nurani yüzünü görür görmez, kalbindeki son şüphe kırıntıları da dağıldı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek İslam’la şereflendi. O, “Sâbikûn-el-Evvelûn” denilen, İslam’ı ilk kabul eden sekiz mübarek insandan biri olma faziletine erişti.

“Hayırlı Talha” ve “Cömert Talha”
Hz. Talha’nın (r.a.) Müslüman olması, onun için çileli bir hayatın da başlangıcı oldu. Mekkeli müşrikler, bu kadar itibarlı bir gencin atalarının dinini terk etmesini hazmedemedi. Başta kendi akrabaları olmak üzere, ağır işkencelere maruz kaldı. Kureyş’in azılı müşriklerinden Nevfel bin Huveylid, Hz. Talha ile Hz. Ebubekir’i aynı ipe bağlayıp işkence ettiği için bu iki yakı dost “Karîneyn” (İki Yakın Dost/Birbirine Bağlı) olarak anıldılar.
Ancak ne işkenceler ne de tehditler, onun derûnî imanını sarsabildi. O, bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmeyen eşsiz bir cömertliğe sahipti. O kadar cömertti ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona “Talha’tül Hayr” (Hayırlı Talha) ve “Talha’tül Feyyâd” (Cömert Talha) lakaplarını vermişti.
O, Medine’ye hicret ettikten sonra da bu cömertliğine devam etti. Bir defasında büyük bir kervandan elde ettiği yüz binlerce dirhemlik kazancın tamamını, bir gecede Medine’nin fakirlerine ve muhtaçlarına dağıtmıştı. Kendisine ve ailesine bir dirhem dahi ayırmamıştı. O, “borçluların kefili” olarak bilinir, kimin borcu olsa Hz. Talha’ya gelir, o da hiç tereddüt etmeden o borcu öderdi. O, malın, mülkün bir emanet olduğuna ve asıl zenginliğin Allah yolunda infak etmek olduğuna kâmil manada iman etmişti.

Uhud Günü: “Yaşayan Şehit”
Hz. Talha’nın (r.a.) hayatındaki en parlak, en destansı an, Uhud Gazvesi’nde yaşanmıştır.
Bedir Gazvesi’ne, Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği özel bir vazife (Şam kervanını takip) sebebiyle katılamamış, ancak Efendimiz ona hem ganimetten pay vermiş hem de Bedir’e katılmış gibi sevap alacağını müjdelemişti. Fakat Uhud, onun kahramanlığının zirvesi olacaktı.
Savaşın en kritik anında, Okçular Tepesi’ndeki bazı sahabilerin yerlerini terk etmesiyle İslam ordusu bir anda dağılmış, müşrikler Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu merkeze doğru hücuma geçmişti. O an, tam bir kargaşa ve panik anıydı. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı.
İşte o an Hz. Talha, bir aslan gibi kükreyerek müşrik saflarını yardı ve kendini Resûlullah’ın (s.a.v.) önüne attı. Efendimizi (s.a.v.) korumak için adeta çelikten bir kalkan olmuştu.
Müşrikler, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ok yağdırıyordu. Hz. Talha, gelen okları, kılıç darbelerini ve mızrakları kendi vücuduyla karşılıyordu. Bir ara, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek yüzüne doğru gelen bir oku fark etti. Kalkanı o an elinde değildi. Hiç tereddüt etmeden elini oka doğru uzattı. Ok, avucunu delip geçti ve kemiğine saplandı. O mübarek eli, o günden sonra “çolak” kaldı, parmakları işlevini yitirdi. Fakat o, acıdan “ah” bile demedi; çünkü onun “ah” demesinin, Resûlullah’ın (s.a.v.) dikkatini dağıtmasından ve Efendimizin bir darbe almasından korkuyordu.
Savaşın o en dehşetli anında, üzerine yetmişten fazla kılıç, mızrak ve ok yarası almıştı. Kan revan içinde kalmasına rağmen ayakta duruyor, bir yandan kılıcıyla düşmanları uzaklaştırıyor, bir yandan da vücuduyla Efendimizi (s.a.v.) siper ediyordu.
Nihayet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yaralanıp bir çukura düştüğünde, onu düştüğü yerden çıkaran ve sırtına alarak Uhud Kayalıkları’na taşıyan yine Hz. Talha (r.a.) olmuştu.
O gün, Hz. Talha’nın (r.a.) bu eşsiz fedakârlığını gören Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Talha, Cenneti hak etti (vacip oldu).”
Ve yine buyurdular ki:
“Yeryüzünde gezen (hayatta olan) bir şehit görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!”
İşte o günden sonra Hz. Talha (r.a.), “Yaşayan Şehit” olarak anıldı. O, Cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi.

Şehadete Yürüyüş
Hz. Talha (r.a.), Uhud’dan sonra Hendek, Hayber, Mekke’nin Fethi ve Tebük başta olmak üzere tüm gazvelerde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı. Özellikle Tebük Seferi için orduya yaptığı muazzam maddi yardım, onun “Feyyâd” (Cömert) lakabını ne kadar hak ettiğini bir kez daha isbatlamıştı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde devlete müşavirlik yaptı. Hz. Osman (r.a.) devrinde de ümmetin birliği için çalıştı.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesiyle başlayan o karanlık “fitne” günleri, İslam tarihinin en acı sayfalarını açtı. Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.) ile birlikte, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunup cezalandırılması fikrindeydi. Bu sebeple, Hz. Aişe (r.a.) validemizin safında yer alarak, o dönemde halife olan Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya geldiler.
Tarihe “Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak geçen bu elim hadisede, iki Müslüman ordu Basra yakınlarında karşılaştı. Savaş başlamadan önce Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslenerek onlara Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bazı hadislerini hatırlattı.
Bu hatırlatma üzerine hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.), Müslüman kanı dökmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu anladılar. Derin bir pişmanlık içinde savaş meydanından çekilmeye karar verdiler.
Ancak fitne bir kere başlamıştı. Hz. Talha (r.a.), savaş alanını terk ederken, Mervan bin Hakem (veya başka bir rivayete göre bir fitneci) tarafından atılan zehirli bir okla dizinden vuruldu.
“Yaşayan Şehit,” Uhud’da alamadığı şehadet şerbetini, yıllar sonra, Müslümanlar arasındaki bir fitne savaşında içiyordu. Kan kaybından şehit olduğunda 60 yaşının üzerindeydi.
Hz. Ali’nin (r.a.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Hz. Ali (r.a.), savaş meydanını gezerken, can dostu ve din kardeşi Hz. Talha’nın (r.a.) cansız bedeniyle karşılaştı. Gördüğü manzara karşısında gözyaşlarına boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp, mübarek kardeşinin yüzündeki tozları sildi ve hıçkırarak şöyle dedi:
“Ey Ebu Muhammed (Talha)! Seni böyle, göğün yıldızları altında (açıkta) toprağa serilmiş olarak görmek bana ne kadar ağır geliyor!”
Sonra ellerini açıp Allah’a dua etti ve şu ayeti okudu:
“Biz, onların (cennette) gönüllerindeki kini söküp attık; onlar köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 15/47 )
Hz. Ali (r.a.), hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.) için cenaze namazı kıldırdı ve onların Cennetlik olduklarına dair Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müjdesini oradakilere tekrar hatırlattı.
Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.), hayatını imana, cömertliğe ve Peygamber (s.a.v.) sevgisine adamış, Uhud’da sadakatin zirvesine çıkmış ve Resûlullah’ın (s.a.v.) “Cennetlik” ve “Yaşayan Şehit” müjdelerine nail olmuş büyük bir kahramandır. Onun hayatı, bizlere fedakârlığın, cömertliğin ve imanın ne demek olduğunu en güzel şekilde öğretmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)

Resûlullah’ın Havarisi: Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
Mekke’nin ilk günleriydi. Güneşin en yakıcı olduğu, cehaletin ise kalpleri en çok kararttığı bir dönemde, iman nuru seçkin kalplere birer birer düşmeye başlamıştı. İşte bu seçkin kalplerden biri, henüz 12-15 yaşlarında gencecik bir fidana aitti. Bu fidanın adı Zübeyr’di.
O, sıradan bir çocuk değildi. Soylu bir ağacın dalıydı. Babası Avvâm, annesi ise Allah Resûlü’nün (sas) halası, Hz. Hamza’nın kız kardeşi olan cesur yürekli Safiyye bint Abdülmuttalib idi. Yani o, Peygamber Efendimizin hem halasının oğlu, hem de en yakın dostlarından biri olacaktı.
Hz. Zübeyr, İslâm’ı ilk kabul edenlerin, o “ilklerin” arasındaydı. Tevbe Sûresi’nde övülen “Sâbikûn-ı Evvelûn” yani “ilkler ve öncüler” kervanına katılmıştı:
“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da O’ndan razıdırlar. Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/100)
Genç Zübeyr, bu büyük kurtuluşa adını ilk yazdıranlardandı.
1. Genç Bir Yürekte Sarsılmaz İman
Müslüman olduğunu açıkladığında, amcası Nevfel bin Huveylid öfkeyle üzerine yürüdü. Bu genç yeğeninin atalarının dinini terk etmesini kabullenemiyordu. Zübeyr’i (r.a.) bir hasıra sardı ve onu iple bağladı. Sonra hasırı ateşe vererek dumanıyla ona işkence etmeye başladı. “Eski dinine dön!” diye bağırıyordu.
Ateşin dumanı genzini yakarken, o genç fidanın cevabı netti:
“Hayır! Asla! Ebediyen küfre dönmem!”
Daha o gün, imanın onun kalbinde ne kadar köklü olduğunu göstermişti. Bu sarsılmazlık, onun bütün hayatının özeti olacaktı.

2. Allah Yolunda Çekilen İlk Kılıç
Hz. Zübeyr’in cesareti, imanından hemen sonra kendini gösterdi. Bir gün Mekke’de, “Resûlullah (sas) müşrikler tarafından yakalandı ve öldürüldü!” diye korkunç bir söylenti yayıldı.
Bu haberi duyan genç Zübeyr, bir an bile tereddüt etmedi. Kılıcını kaptığı gibi Mekke sokaklarına fırladı. O anda aklında tek bir şey vardı: Allah Resûlü’nü (sas) korumak, eğer şehit edildiyse intikamını almak! Öfkeyle ve gözü kara bir şekilde koşarken, Mekke’nin yukarı taraflarında bizzat Peygamber Efendimiz (sas) ile karşılaştı.
Resûlullah (sas) onu bu telaşlı ve kılıçlı halde görünce sordu:
“Neyin var, Zübeyr?”
Genç Zübeyr nefes nefese cevap verdi:
“Yâ Resûlallah! Sizin öldürüldüğünüzü duydum!”
Peygamber Efendimiz (sas) tebessüm etti. Bu genç yiğidin kendisine olan bağlılığı ve imanı için gösterdiği bu pervasız cesaret, onu çok memnun etmişti. Onun için hayır duada bulundu.
Tarihçiler, bu kılıcın “Allah yolunda çekilen ilk kılıç” olduğunu söylerler. Hz. Zübeyr (r.a.), daha gencecik yaşında, canını Allah Resûlü’nün canına siper etmekten çekinmeyen bir kahramandı.

3. Uhud’un Kahramanı ve Bedir’in Sarı Sancaktarı
Yıllar geçti, Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Hz. Zübeyr, en yakın dostu ve Peygamberimizin kayınpederi olan Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kızı Hz. Esmâ ile evlenmişti. Bu evlilikten, Medine’de doğan ilk muhacir çocuğu olan Abdullah bin Zübeyr dünyaya geldi.
Savaş meydanları, Hz. Zübeyr’in yiğitliğinin parladığı yerlerdi.
Bedir’de, başında sarı bir sarık vardı. Onun bu heybetli duruşu, müşriklerin kalbine korku salmıştı. Rivayet edilir ki, o gün melekler de Müslümanlara yardıma gelirken, Hz. Zübeyr’in sarığına benzer sarı sarıklar giymişlerdi. O, Bedir’in sembol isimlerinden biriydi.
Uhud’da ise savaşın en kritik anında, Müslümanların dağılmaya başladığı, “Peygamber öldü!” söylentisinin yayıldığı o korkunç anda, bir avuç sahabiyle birlikte Resûlullah’ın (sas) etrafında bir etten duvar örenlerden biriydi. Vücudu, Efendimize (sas) gelen oklara ve kılıçlara kalkan olmuştu. Savaş bittiğinde, vücudunda sayısız yara izi vardı. O gün, Uhud Dağı’nın eteklerinde sadakatin ne demek olduğunu canıyla göstermişti.

4. “Benim Havarim!”
Hz. Zübeyr’in (r.a.) aldığı en büyük unvan, bizzat Peygamber Efendimizin (sas) dilinden dökülen “Havari” kelimesiydi. Havari, bir peygamberin en sadık, en yakın yardımcısı demekti.
Hendek Savaşı günleriydi. Medine kuşatma altındaydı. Müşrik ordusu dışarıda, hainlik yapan Benî Kureyza Yahudileri ise içerideydi. İçerideki düşmanın ne yapacağını bilmek hayati önem taşıyordu.
Peygamber Efendimiz (sas) sahabelerine döndü ve sordu:
“Kim gidip Benî Kureyza’nın durumunu öğrenip bana haber getirir?”
Ortalık buz gibi bir sessizliğe büründü. Düşman hatlarını aşıp, kalenin içine sızıp geri dönmek, ölümle dans etmek demekti.
Sessizliği bozan tek bir ses duyuldu. Bu, Hz. Zübeyr’in sesiydi:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) sorusunu tekrarladı. Cevap yine aynıydı:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) üçüncü kez sordu. Cevap yine tereddütsüzdü:
“Ben, yâ Resûlallah!”
İşte o an, Peygamber Efendimiz (sas) bu eşsiz bağlılık ve cesaret karşısında mübarek sözünü söyledi:
“Her peygamberin bir havarisi (sadık yardımcısı) vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir! Anam babam sana feda olsun!”
Bu söz, Hz. Zübeyr (r.a.) için cennet müjdesinden daha az değerli değildi.

5. Zenginlik, Cömertlik ve Tevekkül
Hz. Zübeyr (r.a.) sadece bir savaş kahramanı değildi. Aynı zamanda çok başarılı ve zengin bir tüccardı. Ama bu zenginlik onun kalbine asla girmedi. O, servetini Allah yolunda harcamak için kazandı. Cömertliği dillere destandı.
Onun tevekkülü ise bambaşkaydı. Vefatına yakın bir zamanda, oğlu Abdullah (r.a.) yanına gelip borçlarını sordu. Hz. Zübeyr, muazzam miktarda olan borçlarını tek tek saydı. Abdullah (r.a.) bu borçların nasıl ödeneceğini düşünürken, Hz. Zübeyr (r.a.) oğluna şu muhteşem tavsiyede bulundu:
“Oğlum, borcum hakkında başın dara düşerse, bir sıkıntıya uğrarsan, de ki: ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı (Efendisi), onun borcunu öde!'”
Yıllar sonra Abdullah bin Zübeyr (r.a.) şöyle diyecekti: “Vallahi, babamın borcu yüzünden ne zaman bir sıkıntıya düşsem, ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı, onun borcunu öde!’ dedim, Allah da (c.c.) o sıkıntıyı mutlaka giderdi.”
O, “Mevlâ” derken, bütün varlığını borçlu olduğu, güvendiği ve sığındığı Rabb’i olan Allah’ı (c.c.) kastediyordu.

6. Hüzünlü Bir Veda: Cemel
Hz. Zübeyr (r.a.), dünyadayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi. Ancak hayatının sonu, İslâm tarihinin en hüzünlü sayfalarından birine denk geldi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra yaşanan karışıklık döneminde (fitne), Hz. Ali (r.a.) halife seçilmişti. Ancak bir grup sahabi, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunması gerektiği düşüncesindeydi. Bu grup içinde Hz. Aişe (r.anha), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.) de vardı.
İki büyük sahabi ordusu, Cemel Vak’ası’nda karşı karşıya geldi. Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Zübeyr (r.a.), savaş başlamadan önce iki ordunun arasında buluştular. İkisi de birbirinin kardeşi, dostuydu.
Hz. Ali (r.a.), Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslendi:
“Ey Zübeyr! Hatırlar mısın? Bir gün Resûlullah (sas) sana, ‘Ali’yi sever misin?’ diye sormuştu. Sen de ‘Evet’ demiştin. Bunun üzerine Efendimiz (sas), ‘Bir gün gelecek, onunla savaşacaksın ve o gün sen haksız (zalim) tarafta olacaksın’ buyurmuştu.”
Hz. Zübeyr (r.a.) bu sözü duyunca donakaldı. Unuttuğu bu hadis-i şerifi hatırlamıştı. “Evet, vallahi hatırladım!” dedi.
Bu hatırlayış, onun için bir dönüm noktası oldu. Peygamberinin bir uyarısını hatırlamışken, asla O’nun damadı ve “İlmin Kapısı” olan Hz. Ali’ye kılıç çekemezdi. Haksız tarafta olmaktan Allah’a sığındı.
Derhal atını çevirdi ve savaş meydanını terk etti. Oğlu Abdullah ona “Baba, korktun mu?” dese de, o kararını vermişti. Fitnenin bir parçası olmayacaktı.

7. Şehadet ve “Havari’nin Kılıcı”
Hz. Zübeyr (r.a.), savaş alanından uzaklaşıp Vâdi’s-Sibâ’ (Yırtıcılar Vadisi) denilen bir yere çekildi. Namaz kılmak için atından indi ve tekbir alıp secdeye vardı.
Ancak Amr bin Cermûz adında bir adam, onu takip etmişti. Hz. Zübeyr (r.a.) tam secdede, Rabbine en yakın olduğu anda, bu adam tarafından haince şehit edildi.
Katil, bir ödül alacağını umarak Hz. Zübeyr’in (r.a.) kılıcını ve zırhını alıp Hz. Ali’nin (r.a.) huzuruna çıktı. Hz. Ali, Peygamberin havarisinin şehit edildiğini öğrenince gözyaşlarına boğuldu. Katile öfkeyle baktı ve Resûlullah’tan (sas) duyduğu şu sözü haykırdı:
“Zübeyr’in katilini cehennemle müjdele!”
Katil, ödül beklerken cehennemle müjdelenince dehşet içinde kaldı.
Hz. Ali (r.a.), eline dostu Zübeyr’in kılıcını aldı. Kılıcı öptü, kokladı ve ağlayarak şöyle dedi:
“Bu kılıç… Vallahi bu kılıç, nice defalar Resûlullah’ın (sas) yüzünden sıkıntıyı ve kederi gidermiştir!”
İşte Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.) buydu…
Cesaretiyle Allah yolunda ilk kılıcı çeken, sadakatiyle Peygamberin “Havarim” dediği, Uhud’da vücudunu siper eden, cömertliğiyle servetini Allah’a adayan ve bir hadisi hatırlayınca fitneden yüz çevirip secdede Rabbine kavuşan büyük bir kahraman. O, yeryüzünde yürüyen bir cennet ehliydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*********************

• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Zengin: Abdurrahman bin Avf (r.a.)
1. Mekke’nin Asil Taciri
Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara taptığı bir zamanda, şehrin en itibarlı kabilelerinden biri olan Zühreoğulları’na mensup, yakışıklı, zeki ve dürüst bir genç yaşardı. Adı, o zamanlar “Abdülkâbe” (Kâbe’nin kulu) idi. O, Mekke’nin en başarılı tacirlerinden biriydi. Güzel konuşur, insanları kırmaz, ticaretinde asla hileye başvurmazdı. Bu yüzden herkes onu sever ve ona güvenirdi.
Fakat bu gencin derûnî dünyasında bir arayış vardı. Kalbi, taştan ve tahtadan yontulmuş putların ilah olamayacağını fısıldıyordu.
Bir gün, en yakın dostlarından biri olan, “Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Hz. Ebû Bekir (r.a.) yanına geldi. Yüzünde farklı bir nur, sözlerinde bambaşka bir heyecan vardı. Ona, Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiğini, tek olan Allah’a ibadete davet ettiğini anlattı.
Abdurrahman’ın kalbi zaten bu hakikate hazırdı. Hz. Ebû Bekir’in davetiyle hiç tereddüt etmeden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Efendimiz’in mübarek lisanından dökülen Tevhid kelimelerini duyduğunda, ruhu yıllardır aradığı pınara kavuşmuş gibi hissetti. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Resûlullah (s.a.v.), onun “Abdülkâbe” olan ismini beğenmedi. “Sen, bundan sonra ‘Abdurrahman’sın (Rahmân’ın kulusun)” buyurdu. İşte o gün, İslâm tarihinin en parlak yıldızlarından biri olan Abdurrahman bin Avf (r.a.) doğmuş oldu.

2. Hicret ve Kardeşlik: “Bana Çarşının Yolunu Göster”
Müslüman olmak, Mekke’de ateşten bir gömlek giymek gibiydi. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da diğer müminler gibi eziyet gördü, işkenceye maruz kaldı. Ama imanı bir an bile sarsılmadı. Önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ederek her şeyini, o büyük servetini, evini, barkını Mekke’de bıraktı.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) eşsiz bir kardeşlik (Muâhât) tesis etti. Mekkeli muhacirler ile Medineli Ensar’ı birbirine kardeş ilan etti. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) da Medine’nin en zengin ve cömert adamlarından olan Sa’d bin Rebî (r.a.) ile kardeş yaptı.
Sa’d bin Rebî, kardeşlik hukukunun ne demek olduğunu dünyaya gösterecek şu muhteşem teklifi yaptı:
“Kardeşim Abdurrahman! Ben Medine’nin en zengin adamıyım. Malımın yarısı senindir. İki tane bahçem var, beğen birini sana vereyim. İki hanımım var, bak hangisinden ayrılmamı istersen onu boşayayım, iddeti (bekleme süresi) dolunca sen onunla evlen.”
Bu teklif karşısında Abdurrahman bin Avf (r.a.), gözleri dolarak gülümsedi. O, bir asilzadeydi; kimseye yük olmak istemezdi. İslâm’ın izzetini ve bir müminin vakur duruşunu tasvir eden şu tarihi cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah senin malını, mülkünü ve aileni sana mübarek kılsın. Sen bana sadece çarşının yolunu göster.”

3. Bereketin Sırrı: “Taşı Kaldırsam Altın Bulurum”
Hz. Abdurrahman (r.a.), ertesi sabah Medine çarşısına gitti. O, ticaretin ustasıydı. Alnının teriyle kazanmanın ne demek olduğunu iyi bilirdi. Az bir sermaye ile alım satıma başladı. Dürüstlüğü, zekâsı ve Allah’ın ona bahşettiği inanılmaz bereket ile kısa zamanda yine Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Öyle ki, yıllar sonra kendisi bu durumu şöyle anlatacaktı: “Sanki hangi taşı kaldırsam, altında bir altın veya gümüş bulacak gibiydim.”
O, dünyaya esir olmadı; dünyayı ahiretine hizmetkâr eyledi. Kazandıkça şımarmadı, aksine daha çok şükretti ve daha çok dağıttı.

4. Allah Yolunda Bir Nefer
Hz. Abdurrahman (r.a.), sadece bir tacir değil, aynı zamanda korkusuz bir kahramandı. Bedir Savaşı’nda müşriklerin en azılılarından birini bizzat o etkisiz hale getirmişti.
Uhud Savaşı ise onun isbat ettiği sadakatin zirvesidir. Savaşın en kritik anında, Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafındaki koruma kalkanı daraldığında, Hz. Abdurrahman (r.a.) kendini Efendimiz’e siper eden bir avuç kahramandan biriydi. O gün yirmiden fazla yara aldı. Öyle ki, bazı yaraları ömür boyu iyileşmedi ve bu şerefli gazi, hayatının geri kalanını hafif topallayarak geçirdi. Bu topallama, onun için bir utanç değil, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumanın şeref madalyasıydı.
Tebük Seferi’nde ise eşine az rastlanır bir hadise yaşandı. Sefer hazırlığı için Efendimiz (s.a.v.) yardım istediğinde, Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise tamamını. Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da o gün servetinin yarısı olan tam dört bin dirhem gümüş getirerek ordunun en büyük ihtiyaçlarından birini karşıladı.
Yine bu sefer sırasında, bir sabah namazında Resûlullah (s.a.v.) bir mazereti sebebiyle namaza gecikti. Cemaat, imam olarak Hz. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) öne geçirdi. O, namaza durduktan bir rekât sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yetişti ve Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) arkasında namaza durdu. Bir peygamberin, ümmetinden birinin arkasında namaz kılması ne büyük bir şerefti! Efendimiz (s.a.v.), namazdan sonra onun bu yaptığını tasvip ederek, “Çok iyi yaptınız” buyurdu.

5. Cennete “Emekleyerek” Girmekten Korkan Cömertlik
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), “infak” yani Allah yolunda harcama denilince akla gelen ilk isimdir. O, kazandığı servetin bir imtihan olduğunu bilir, bu imtihanı kaybetmekten çok korkardı.
Bir gün, Medine ufuklarını toz duman kapladı. Şehre muazzam bir gürültü yayıldı. Tam 700 deveden oluşan dev bir ticaret kervanı Medine’ye giriyordu. Bu, o zamana kadar görülmüş en büyük kervandı ve tamamı Abdurrahman bin Avf’a (r.a.) aitti.
Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.), bu gürültüyü duyunca sordu. “Bu nedir?” Dediler ki: “Abdurrahman’ın kervanı.”
Hz. Aişe (r.a.) bunun üzerine, Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadis-i şerifi hatırlattı:
“Ben, Abdurrahman bin Avf’ı Cennet’e emekleyerek (veya sürünerek) girerken gördüm.”
Bu sözün manası şuydu: Helal bile olsa, bu kadar büyük bir servetin hesabını vermek çok uzun sürecek, bu da onun Cennet’e süratle girmesine mani olacaktı.
Bu hadis-i şerif, yıldırım gibi Hz. Abdurrahman’ın (r.a.) kulağına ulaştı. Haberi duyduğu an dizlerinin bağı çözüldü. O, Cennet’le müjdelenmişti ama “emekleyerek” girmek istemiyordu. Koşarak, hatta uçarak girmek istiyordu.
Hemen Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna vardı ve dedi ki:
“Ey Müminlerin Annesi! Şahit ol ki, bu 700 develik kervanın tamamını, üzerindeki yükleriyle birlikte Allah yolunda tasadduk ettim (sadaka olarak verdim)!”
Bir el hareketiyle, bugün bile hesaplanması zor bir serveti, sırf ahiret hesabını kolaylaştırmak için gözünü kırpmadan bağışlamıştı. O, hayatı boyunca binlerce köleyi azat etti, savaşlara hazırlanan orduları defalarca tek başına donattı ve Medine’nin fakirlerine o kadar çok yardım etti ki, “Medine halkının üçte biri Abdurrahman’ın servetine ortaktı” denildi.

6. Ümmetin Emanetçisi
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), sadece cömert bir zengin değil, aynı zamanda derin bir âlim ve bilge bir devlet adamıydı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) en yakın danışmanlardan oldu.
Hz. Ömer (r.a.) şehit edilmeden önce, kendisinden sonraki halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûrâ (danışma kurulu) belirlemişti. Bu altı kişi, Cennet’le müjdelenen sahâbîlerdendi ve biri de Abdurrahman bin Avf’tı (r.a.).
Hz. Abdurrahman (r.a.), ümmetin birliğini her şeyin üstünde tuttu. Kendisinin halife olma hakkı varken, fitne çıkmaması için bu hakkından feragat etti. Diğer adaylarla tek tek görüştü, Medine halkının nabzını tuttu ve yaptığı istişareler sonucunda Hz. Osman’ın (r.a.) halife seçilmesinde kilit rol oynadı. Kendi enaniyetini (egosunu) değil, ümmetin maslahatını ön plana çıkardı.

7. Cennet’teki Yerine Yürüyüş
Ömrünü İslâm’a adayan bu mübarek sahâbî, Hz. Osman (r.a.) devrinde, 70 yaşını geçmişken Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırdı. Kabre indirilirken, Hz. Ali (r.a.) ve Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) gibi yüce sahâbîler ona hizmet etti.
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), dünyada zenginliğin esiri olmayan, bilakis zenginliği ahiretine sermaye yapan bir fazilet âbidesiydi. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu müjdesine mazhar olan 10 kişiden biriydi:
“Ebû Bekir Cennetliktir, Ömer Cennetliktir, Osman Cennetliktir, Ali Cennetliktir, Talha Cennetliktir, Zübeyr Cennetliktir, Abdurrahman bin Avf Cennetliktir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennetliktir, Saîd bin Zeyd Cennetliktir, Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennetliktir.” (Tirmizî)
Allah ondan ve bütün sahâbîlerden ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Kahraman: Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Mekke’nin en asil ailelerinden birine mensup, zeki ve çevik bir genç adam düşünün. O, henüz gencecik yaşında, kalbinde bir hakikat arayışı taşıyordu. Bu genç adam, Sa’d bin Ebî Vakkâs idi. O, sadece bir kahraman değil, aynı zamanda yeryüzünde yürürken cennetin kokusunu alan mübarek bir ruhtu.
İşte o büyük sahabi, “Aşere-i Mübeşşere” yani hayattayken cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hz. Sa’d’ın (r.a.) ibret dolu hayat hikayesi.

Bölüm 1: Hidayet Güneşi ve Bir Annenin Direnişi
Hz. Sa’d, Kureyş’in Zühreoğulları kolundandı. Bu kol, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) muhterem annesi Hz. Amine’nin de kabilesiydi. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.), Hz. Sa’d’ı gördüğünde ona olan sevgisini “İşte benim dayım! Böyle dayısı olan varsa göstersin!” diyerek iltifat ederdi.
Sa’d (r.a.), Mekke’de İslam davetinin başladığı ilk günlerde, henüz 17 yaşındayken bu nurlu halkaya katıldı. O, ilk Müslümanlardan, “Sâbikûn-el-Evvelûn”dan olma şerefine erişti.
Ancak bu karar, onun için büyük bir imtihanın kapısını araladı. Annesi Hamne bint Süfyan, oğlunun atalarının dinini terk ettiğini öğrendiğinde deliye döndü. Oğlunu bu yeni dinden vazgeçirmek için o güne kadar görülmemiş bir yola başvurdu. Dedi ki: “Ey Sa’d! Bu yaptığın nedir? Ya bu yeni dinini terk edersin ya da ben açlık grevine başlarım. Yemem, içmem ve senin yüzünden ölürüm. İnsanlar da seni ‘annesinin katili’ diye kınarlar!”
Annesi dediğini yaptı. Günlerce yemedi, içmedi. Hz. Sa’d, annesinin bu haline çok üzülüyordu. Annesine olan sevgisi ile Allah’a ve Resûlü’ne olan imanı arasında kalmıştı. Fakat onun kalbindeki iman sarsılmazdı. Annesinin yanına gitti ve o meşhur, imanın zirvesini gösteren şu sözleri söyledi:
“Anneciğim! Allah’a yemin ederim ki, bilesin: Yüz tane canın olsa ve her biri teker teker çıksa, ben yine de bu dinimden asla dönmem! İster ye, ister yeme!”
Bu sarsılmaz kararlılık karşısında annesi direnmekten vazgeçti. Bu hadise o kadar mühimdi ki, bizzat Cenâb-ı Hak, bu konuda bir ayet indirerek imanın, anne-baba hakkından bile önce geldiğini, ancak onlara (Allah’a şirk koşma emri dışında) iyi davranmak gerektiğini bildirdi.
Lokmân Suresi 15. ayette şöyle buyrulur:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle çekişirlerse, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber veririm.”

Bölüm 2: İslam Uğruna Akıtılan İlk Kan ve “Okların Efendisi”
Mekke yılları, Müslümanlar için çok çetindi. İbadetlerini gizli yapmak zorundaydılar. Bir gün Hz. Sa’d ve birkaç arkadaşı, bir dağ eteğinde namaz kılarken müşriklerden bir grup onlara sataştı, ibadetleriyle alay etti.
Müslümanlar, ibadetlerini savunmak zorunda kaldılar. Çıkan arbedede Hz. Sa’d (r.a.), eline geçirdiği bir deve kemiği ile saldıranlardan birini yaraladı. Bu hadise, İslam uğruna müşrik kanının akıtıldığı ilk hadise olarak tarihe geçti.
O, aynı zamanda “Allah yolunda ilk ok atan kişi” unvanına da sahiptir. Resûlullah (s.a.v.), onu bir seriyyenin (askeri birlik) başına getirmiş ve düşmana karşı bir ok atarak İslam ordularının okçuluk geleneğini o başlatmıştı.

Bölüm 3: “At Yâ Sa’d! Anam Babam Sana Feda Olsun!”
Hz. Sa’d’ın hayatı, cesaret ve kahramanlık tablolarıyla doludur. Bedir Savaşı’nda, o günün en korkulan savaşçılarından Saîd bin Âs’ı mağlup ederek büyük bir kahramanlık gösterdi.
Ancak onun yıldızının parladığı asıl yer Uhud Savaşı’ydı.
Uhud’da, savaşın en kritik anında, Müslümanların dağıldığı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek dişinin kırıldığı o dehşet anında, Peygamberimizin yanında kalan bir avuç sahabiden biri Hz. Sa’d idi.
Hz. Sa’d, bir kaya gibi Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durmuş, ok çantasındaki (sadak) bütün okları müşriklerin üzerine bir yağmur gibi yağdırıyordu. O kadar isabetli atıyordu ki, attığı her ok hedefini buluyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onun bu fedakârlığı ve mahareti karşısında o kadar memnun oldu ki, oklarını ona bizzat uzatıyor ve onu şu tarihi cümleyle teşvik ediyordu:
“At yâ Sa’d! Anam babam sana feda olsun!”
Hz. Ali (r.a.) yıllar sonra bu anı hatırlayarak, “Resûlullah’ın (s.a.v.), Sa’d’dan başka hiç kimse için ‘anam babam sana feda olsun’ dediğini duymadım” diyecektir. Bu, bir sahabinin alabileceği en büyük iltifat ve en yüce şeref madalyasıydı.

Bölüm 4: Duası Makbul Kılınan Sahabi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın bir diğer eşsiz özelliği, “duası makbul” bir kul olmasıydı. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona şöyle dua etmişti:
“Allah’ım! Sa’d sana dua ettiği zaman onun duasını kabul et!”
Bu duadan sonra, Hz. Sa’d’ın ellerini açıp da Rabbinden istediği hiçbir şey geri çevrilmedi. O, hem heybetiyle hem de duasıyla korkulan bir sahabi oldu. Hayatı boyunca kimseye beddua etmemeye gayret etti. Ancak adaletsizlik gördüğünde ve zulümle karşılaştığında, onun duası zalimler için bir kılıç gibiydi.
Bir defasında, Kûfe valisiyken bazıları onu Hz. Ömer’e (r.a.) şikâyet etmiş, “Sa’d namazı bile doğru kıldırmıyor” diye iftira atmışlardı. Hz. Ömer onu teftiş için geri çağırdı. Hz. Sa’d, tüm camileri dolaşarak halka nasıl namaz kıldırdığını sordu. Herkes ondan övgüyle bahsetti. Ancak bir adam kalkıp, “Madem soruyorsunuz söyleyeyim. Sa’d, ordunun başına geçip sefere çıkmaz, ganimeti adil dağıtmaz ve hükümde adaletli davranmaz!” dedi.
Bu ağır iftira karşısında sabrı taşan Hz. Sa’d (r.a.) ellerini kaldırdı ve o meşhur duasını yaptı:
“Allah’ım! Eğer bu kulun, yalan yere, sırf gösteriş ve şöhret için kalkıp bana bu iftiraları atıyorsa, onun ömrünü uzat, fakirliğini artır ve onu fitnelere düşür!”
Yıllar sonra o adamı görenler, yaşlılıktan kaşları gözlerinin üzerine düşmüş, fakirlikten perişan halde ve yollarda genç kızlara sataşırken buldular. Ona “Bu halin nedir?” dediklerinde, “Ne yapayım! Sa’d’ın duasına uğradım!” diye cevap verirdi.

Bölüm 5: İran Fatihi ve Kadisiye Kumandanı
Hz. Sa’d’ın (r.a.) İslam tarihindeki en büyük askeri başarısı, şüphesiz devasa Sasanî (İran) İmparatorluğu’na son veren Kadisiye Savaşı’nın başkumandanı olmasıdır.
Halife Hz. Ömer (r.a.), İran’ın fethi için orduyu kime emanet edeceğini istişare ettiğinde, herkes “İslam’ın okçusu, Resûlullah’ın dayısı Sa’d bin Ebî Vakkâs” isminde birleşti.
Hz. Sa’d, 30 bin kişilik İslam ordusunun başında, 120 bin kişilik (fillerle desteklenmiş) devasa Sasani ordusunun karşısına çıktı. Savaş başlamadan hemen önce, Hz. Sa’d şiddetli bir hastalığa (siyatik) yakalandı, atına binemez haldeydi. Ancak bu durum onun kumandanlık yapmasına engel olmadı.
Savaş meydanını gören yüksek bir köşkün üzerine çıktı ve oradan orduyu sevk ve idare etti. Bazıları bunu eleştirse de, onun stratejisi ve askerlerinin imanı, üç gün süren kanlı savaşın sonunda İslam ordusuna muazzam bir zafer getirdi. İran ordusu dağıldı, başkumandanları Rüstem öldürüldü ve İran’ın kapıları Müslümanlara açıldı.
Bu zaferden sonra Hz. Sa’d, Sasani’nin başkenti Medâin’e (Ctesiphon) girdi. Kisra’nın hazinelerini ve muazzam sarayını gördüğünde, bir fatih gururuyla değil, Allah’ın vaadinin gerçekleştiğini gören mütevazı bir mümin olarak şu ayeti okuyordu:
“Onlar geride nice bahçeler, nice pınarlar bıraktılar…” (Duhân, 25)
Hz. Sa’d (r.a.) aynı zamanda bugünkü Kûfe şehrinin de kurucusudur.

Bölüm 6: Fitne Zamanında Uzlet
Hz. Sa’d (r.a.), halifeliği boyunca Hz. Ömer’in (r.a.) en güvendiği devlet adamlarından biri oldu. Hz. Ömer, vefatından önce halife seçimi için belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu) heyetine onu da dâhil etti.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne (iç karışıklık) döneminde, Hz. Sa’d (r.a.) çok hikmetli bir duruş sergiledi. O, Müslüman kanı dökülmesine şiddetle karşıydı. Ne Hz. Ali’nin (r.a.) ne de karşı tarafın yanında savaşa girmeyip uzleti (toplumdan çekilme) tercih etti.
Oğulları onu savaşa girmeye ikna etmeye çalıştığında onlara şu tarihi nasihati verdi:
“Oğlum! Fitne zamanında oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan hayırlıdır. Bana ‘şu kâfirdir, bu mümindir’ diye ayırabilen iki gözlü bir kılıç getirin, o zaman savaşırım.”
O, kılıcını sadece Allah düşmanlarına karşı kullanmış, Müslümanlara yöneltmekten titizlikle kaçınmıştır.

Bölüm 7: Veda Vakti ve Bedir Cübbesi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Cennetle müjdelenen on sahabinin vefat edeni olarak en son o kaldı. Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde hastalandı. Vefat edeceğini anladığında yanında eski, yün bir cübbe getirilmesini istedi.
Ailesi bu eski cübbenin ne olduğunu sorduğunda, gözleri parlayarak şöyle dedi:
“Bedir Savaşı’nda müşriklerle çarpışırken üzerimde bu cübbe vardı. Onu bugüne kadar sakladım. Beni bu cübbeyle kefenleyin. Rabbimin huzuruna bu cübbeyle çıkmak istiyorum.”
Vefat ettiğinde, Medine’de hayatta olan sahabeler ve Tabiin’in büyükleri onun cenazesini omuzlarda taşıdı. Cennetle müjdelenen bu son yolcuyu, Peygamber hanımları (müminlerin anneleri) bile mescitteki odalarından gözyaşlarıyla uğurladılar.
Hz. Sa’d (r.a.), bize sarsılmaz bir imanın, annesine olan saygının, Allah yolunda cesaretin, duanın gücünün ve fitne zamanında nasıl bir duruş sergilemek gerektiğinin en güzel misallerini bırakan, İslam semasının en parlak yıldızlarından biri olarak ebediyete intikal etti.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Yiğit: Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
Giriş: Hakikati Arayan Bir Babanın Oğlu
Güneşin Mekke’yi kavurduğu, cehaletin ve putperestliğin kalpleri kararttığı bir dönemde, bu karanlığın içinde bile tek bir Yaratıcı’yı arayan, kalbi temiz kalmış insanlar vardı. Bu nadir insanlardan biri de Zeyd bin Amr bin Nüfeyl idi.
Zeyd, Kâbe’nin duvarına yaslanır, putlara tapan kavmine bakar ve iç geçirirdi: “Siz yanlış yoldasınız. Ben, İbrahim’in (a.s.) Rabbine iman ediyorum.” O, Hanîf dinine mensuptu; yani daha Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğe başlamadan önce bile Allah’ın birliğine inanan bir muvahhiddi.
İşte bizim hikayemizin kahramanı Saîd, böyle mübarek bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açtı. O, putlara secde etmenin anlamsızlığını daha babasının dizinin dibinde öğrenmişti. Kalbi, doğuştan gelen bir saflıkla hakikati aramaya meyilliydi. Babası Zeyd, aradığı peygamberi göremeden vefat etmiş olsa da, arkasında hakikate susamış bir evlat bırakmıştı.

Bölüm 1: Nur ile İlk Tanışma
Mekke semaları, Hira Dağı’ndan yayılan “Oku!” emriyle aydınlanmaya başladığında, Hz. Saîd (r.a.) delikanlılık çağlarındaydı. Bu yeni davetin merkezinde, kavminin en güvenilir insanı olan Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.) vardı.
Hz. Saîd, babasından miras aldığı o temiz fıtratla bu sese kulak verdi. Daveti duyduğu an, kalbinde en ufak bir şüphe duymadı. Bu, babasının ömrü boyunca aradığı hakikatin ta kendisiydi.
Aynı sıralarda, Mekke’nin en güçlü ailelerinden birine mensup olan Hz. Ömer’in (r.a.) kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb ile evliydi. Hz. Fâtıma da en az eşi kadar cesur ve hakikate açıktı. Karı-koca, birlikte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna çıktılar ve ilk Müslümanlar arasına katıldılar.
Mekke’de Müslüman olmak, ateşi elde tutmak gibiydi. İşkence, hakaret ve dışlanma her yerdeydi. Özellikle de Hz. Fâtıma’nın ağabeyi Ömer bin Hattâb, Müslümanlara karşı en sert ve öfkeli olanlardandı. Hz. Saîd ve Hz. Fâtıma, imanlarını, özellikle de Ömer’den gizlemek zorundaydılar. Evlerinde gizlice Kur’an okuyor, ibadetlerini saklı saklı yapıyorlardı.

Bölüm 2: İslam Tarihini Değiştiren Ev
Bir gün, Mekke sokakları Ömer’in öfkesiyle yankılanıyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, “Bu işi bitirecek biri yok mu?” diye sormuş, Ömer kılıcını kuşanmış ve “Ben bu işi bitireceğim!” diyerek Peygamber Efendimizi (s.a.v.) öldürmek üzere yola çıkmıştı.
Yolda karşılaştığı bir sahabi (Nuaym bin Abdullah), onun bu tehlikeli niyetini anlayınca, onu durdurmak için zekice bir hamle yaptı: “Sen önce kendi ailene bak, Ömer! Kız kardeşin Fâtıma ve enişten Saîd de Muhammed’in dinine girdi!”
Ömer, duyduklarıyla deliye döndü. Yönünü derhal kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden gelen o güne kadar duymadığı, ulvi bir ses duydu. Bu, Tâhâ Sûresi’nin ayetleriydi. Yanlarında bulunan Habbâb bin Eret (r.a.), onlara Kur’an öğretiyordu.
Ömer’in kapıyı yumruklamasıyla içeride bir telaş başladı. Hz. Habbâb saklandı, Hz. Fâtıma Kur’an sahifelerini gizlemeye çalıştı. Ömer hışımla içeri girdi: “Duyduğum o sesler neydi?”
Hz. Saîd cesaretle öne atıldı, fakat Ömer’in öfkesi o kadar büyüktü ki, eniştesini yakalayıp yere vurdu. Kardeşi Fâtıma, eşini korumak için araya girdiğinde, Ömer’in sert tokadı onun yüzünü kanattı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşinin yüzünden akan kanı gören Hz. Fâtıma, bütün korkusunu yenerek haykırdı:
“Evet, ey Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resulü’ne iman ettik. Elinden geleni ardına koyma!”
Bu beklenmedik cesaret, bu iman gücü ve kardeşinin kanı, Ömer’in kalbindeki katılığı bir anda çatlattı. Yaptığından pişman oldu. Duruldu ve “Okuduğunuz o şeyi bana verin,” dedi.
Hz. Fâtıma’nın şartını (temizlenmesini) yerine getirdikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahifeleri eline aldı. Okumaya başladı: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından indirilmiştir…” (Tâhâ, 1-4)
Ayetler Ömer’in kalbine bir ok gibi saplandı. Gözyaşları içinde, “Bu ne kadar güzel, ne kadar yüce bir kelam! Beni hemen Muhammed’e (s.a.v.) götürün,” dedi.
Hz. Saîd bin Zeyd ve eşi Hz. Fâtıma’nın evinde yaşanan bu hadise, “Şiddetli” Ömer’in, “Adil Halife” Hz. Ömer (r.a.) olmasına vesile oldu.

Bölüm 3: Savaş Meydanlarının Cesur Süvarisi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), Medine’ye hicret ettikten sonra Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, yiğit bir savaşçıydı.
Bedir Savaşı’na fiilen katılamamıştı. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu ve Hz. Talha’yı (r.a.), Kureyş kervanının durumu hakkında bilgi toplamaları için keşif görevine göndermişti. Onlar Medine’ye döndüklerinde, İslam ordusu Bedir’de zaferi çoktan kazanmıştı. Ancak Resûlullah (s.a.v.), görev başında oldukları için her ikisine de hem ganimetten pay verdi hem de savaşa katılmış gibi ecir alacaklarını müjdeledi.
Uhud Savaşı’nda ise en zorlu anlarda Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında kenetlenen, O’nu canları pahasına koruyan bir avuç kahramandan biriydi. Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin Fethi’nde ve Huneyn’de hep en ön saflardaydı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatından sonra da cihad aşkı sönmedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde Suriye (Şam) cephesinde İslam ordularının en önemli komutanlarından biri oldu. Özellikle Yermük Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık dillere destandı. Ordunun süvari birliklerinin başındaydı ve askerlerini cesaretlendirirken adeta kükreyen bir aslan gibiydi. Şam’ın (Dımeşk) fethinde bizzat bulundu ve şehir teslim olduğunda, şehrin kapılarından birini teslim alan komutan oydu.

Bölüm 4: Duası Kabul Olan Sahabi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), sadece kılıcıyla değil, duasıyla da meşhur bir sahabiydi. O, “Mustacabu’d-Da’ve” idi; yani duası Allah katında hemen kabul görenlerdendi. Bununla ilgili yaşanan şu hadise çok meşhurdur:
Medine’de yaşadığı dönemde, Ervâ bint Üveys adında bir kadın, komşusu olan Hz. Saîd’i haksız yere valiye şikâyet etti. Kadın, “Saîd benim arazimin bir kısmını gasp etti, kendi arazisine kattı!” diye iftira attı.
Bu haksız itham, cennetle müjdelenmiş bu mübarek sahabinin kalbini çok kırdı. O ki, bütün hayatını hak ve adalet için adamıştı. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle dua etti:
“Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözlerini kör et! Ve o haksız yere sahiplendiği toprağı ona mezar eyle (yani o arazide canını al)!”
Aradan çok zaman geçmedi. Medine halkı, Ervâ adındaki o kadının gözlerinin kör olduğuna şahit oldu. Kadın, kör olduktan sonra bir gün yine o tartıştıkları arazide dolaşırken, oradaki eski bir kuyuya veya çukura düştü ve orada can verdi.
Bu hadise, haksız yere iftira atmanın ne kadar tehlikeli olduğunu ve duası makbul kulların ahından sakınmak gerektiğini herkese gösteren ibretlik bir olay olarak tarihe geçti.

Bölüm 5: “O, Cennetliktir!”
Hz. Saîd bin Zeyd’in (r.a.) bu dünyadaki en büyük şerefi ve en büyük mutluluğu, bir gün bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek dilinden ismini duymasıydı.
Resûlullah (s.a.v.), bir gün ashabıyla otururken şöyle buyurdu:
“Ebû Bekir cennetliktir. Ömer cennetliktir. Osman cennetliktir. Ali cennetliktir. Talha cennetliktir. Zübeyr cennetliktir. Abdurrahman bin Avf cennetliktir. Sa’d bin Ebî Vakkâs cennetliktir. Saîd bin Zeyd cennetliktir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh cennetliktir.” (Aşere-i Mübeşşere)
Düşünebiliyor musunuz? Henüz hayattayken, ayaklarınız yeryüzünde gezerken, adınızın cennet ehlinden olarak ilan edilmesi ne büyük bir bahtiyarlıktır!
Vefatı ve Mirası
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Özellikle Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne olaylarına hiç karışmadı. Uzlete çekilmeyi, Müslümanlar arasında kargaşaya taraf olmamayı seçti.
Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde, yaklaşık 70 yaşlarındayken (Hicri 51 civarı) vefat etti. Onun cenazesini yıkama ve kabre indirme şerefi, Aşere-i Mübeşşere’den hayatta kalan son isimlerden olan Sa’d bin Ebî Vakkâs’a (r.a.) nasip oldu. Cenaze namazını ise Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer (r.a.) kıldırdı. Medine’nin büyük sahabileri, bu cennetle müjdelenmiş kardeşlerini gözyaşlarıyla Bâki Kabristanı’na defnettiler.
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), bizlere babasından aldığı hakikat aşkını, eşiyle birlikte gösterdiği iman cesaretini, Hz. Ömer gibi bir devin hidayetine vesile olmanın şerefini, savaş meydanlarındaki yiğitliğini ve duası makbul bir kul olmanın nasıl bir fazilet olduğunu miras bıraktı.
O, adını cennete yazdıran sessiz, ama imanı sarsılmaz kahramanlardan biriydi. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)

Ümmetin Emini: Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Mekke’nin Güvenilir Genci
Güneşin Mekke’nin taş evlerini yaktığı, cehaletin ve putperestliğin kalplere gölge düşürdüğü bir zamanda, Kureyş’in Fihr koluna mensup, asil bir genç adam yaşardı. Adı Âmir bin Abdillâh bin el-Cerrâh idi. Fakat o, daha çok künyesiyle, yani Ebû Ubeyde olarak tanınacaktı.
Ebû Ubeyde (r.a.), İslam’dan önce de Mekke’nin en seçkin simalarından biriydi. Uzun boylu, zarif yapılı, nazik yüzlü ve vakur bir duruşa sahipti. Onu herkes “güvenilir” olarak bilirdi. Söz verdiğinde tutar, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet etmezdi. Yüksek ahlâkı ve mütevazı (alçakgönüllü) yapısıyla herkesin sevgisini kazanmıştı.
Bir gün, Mekke’de “emin” olarak bilinen bir başka ses, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanları tek bir Allah’a (c.c.) imana davet etmeye başladı. Bu yeni daveti duyanların kimisi öfkelendi, kimisi alay etti. Fakat kalbi temiz olanlar için bu ses, uzun zamandır bekledikleri bir müjdeydi.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) en yakın dostlarından biri, Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni nuru kabul eder etmez, güvendiği dostlarına koştu. Ebû Ubeyde’yi (r.a.), Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.), Osman bin Maz’ûn’u (r.a.) ve Erkam bin Ebî Erkam’ı (r.a.) alıp doğruca Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna götürdü.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) dinlediğinde, kalbinde hiç tereddüt kalmadı. Bu sözlerin, bu davetin hakikat olduğunu derûnî bir sezişle anladı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan, yani Sâbikûn-ı Evvelûn’dan olma şerefine erişti.

İmanın En Ağır İmtihanı: Bedir
Mekke’de Müslümanlara yapılan zulümler artınca, Peygamberimiz (s.a.v.) önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret izni verdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), her iki hicrete de katıldı; dinini yaşamak için malını, mülkünü, ailesini geride bırakmaktan çekinmedi.
Medine’de yeni bir hayat kurulmuştu. Ancak Mekkeli müşrikler Müslümanların peşini bırakmaya niyetli değildi. Takvimler Hicret’in ikinci yılını gösterdiğinde, Müslümanlar ile müşrikler Bedir kuyularının başında karşı karşıya geldiler. Bu, hak ile batılın ilk büyük savaşıydı.
Savaş meydanında, kılıç sesleri ve nidalar birbirine karışmıştı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir aslan gibi cesaretle savaşırken, gözüne sürekli bir kişi takılıyordu: Müşrik ordusunun saflarındaki babası Abdullah bin Cerrâh.
Babası, oğlunun iman ettiğini biliyordu ve onu karşısında gördükçe öfkesi kabarıyordu. Savaş boyunca kasten oğlunu aradı, onu hedef aldı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) ise babasıyla çarpışmamak için sürekli yer değiştirdi, ondan kaçındı. Ne de olsa o babasıydı.
Fakat Abdullah bin Cerrâh, oğlunun peşini bırakmadı. Onu öldürmeye yeminli gibiydi. En sonunda, Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) başka kaçacak yeri kalmadı. Babası, kılıcını çekmiş, tam üzerine geliyordu.
İşte o an, tarihin durduğu anlardan biriydi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) için imtihanların en büyüğü gelip çatmıştı. Bir yanda babalık hakkı, diğer yanda Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) olan imanı vardı. O, tercihini imandan yana kullanmak mecburiyetinde kaldı. Gözlerini kapadı ve babasının karşısına dikildi. İki kılıç birbirine çarptı ve babası yere yığıldı.
Bu, bir evlat için tahammülü çok zor bir imtihandı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Allah (c.c.) sevgisini, kan bağının önüne koymuştu. Pek çok müfessir, bu hadise üzerine Mücâdele Suresi’nin 22. ayet-i kerimesinin nâzil olduğunu belirtir. Bu ayet, imanın ne demek olduğunu en veciz şekilde tasvir ediyordu:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücâdele 58/22 )

Resûlullah’a (s.a.v.) Emsalsiz Sadakat: Uhud
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan sevgisi ve bağlılığı ise Uhud Savaşı’nda destanlaşmıştır.
Uhud’da savaşın seyri bir anlığına değişmiş, Müslümanlar zor durumda kalmıştı. Müşrikler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafındaki korumayı yarmayı başarmıştı. Atılan bir taş, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dudağını yaralamış, mübarek dişlerinden birini kırmıştı. Dahası, giydiği zırhın (miğferin) iki halkası, mübarek yanağına saplanmıştı.
Kanlar içinde kalan Resûlullah’ın (s.a.v.) hali, sahabelerin yüreğini dağlıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve diğerleri ona siper olmuştu. O sırada Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir ok gibi fırladı. Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüne saplanan miğfer halkalarını gördü.
Bazı sahabeler halkaları bir aletle çekmeyi denedi, ancak başaramadılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), “Sakın!” dedi. Bir alet kullanırsa, halkaların daha derine batmasından veya Resûlullah’ın (s.a.v.) canını daha çok yakmaktan korktu.
Öne atıldı ve mübarek yanağa saplanan ilk halkayı dişleriyle kavradı. Halkayı çekerken, kendi ön dişlerinden biri kökünden kırıldı ve yere düştü. Ama o, acısını hissetmiyordu bile. Gözü sadece Efendimiz’in (s.a.v.) yüzündeydi. Hemen ikinci halkaya uzandı, onu da dişleriyle sımsıkı yakaladı. O halkayı da çekerken, bir dişi daha kırıldı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yüzü temizlenmişti ama Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) iki ön dişi kırılmıştı. O günden sonra ona “el-Ehtem” (dişleri kırık olan) denildi. Fakat sahabeler, “Onun bu hali, en güzel süsünden daha güzeldi,” derlerdi. Çünkü bu, Resûlullah’a (s.a.v.) olan emsalsiz sevginin ve fedakârlığın bir nişanıydı.
“Bu Ümmetin Emini”
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) hayatındaki dönüm noktası, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ona verdiği o mübarek unvandı.
Bir gün, Yemen’in Necran bölgesinden bir Hristiyan heyeti Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz’le (s.a.v.) görüştüler ve İslam hakkında bilgi aldılar. Kendi aralarındaki bazı mali meselelerin çözümü ve dinlerini öğrenmek için güvenilir birini istediler. Dediler ki: “Ey Ebü’l-Kâsım! Bize aranızdan güvendiğin, emin birini gönder.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Elbette,” buyurdu. “Size tam manasıyla emin (güvenilir) birini göndereceğim.”
Bu sözü duyan bütün sahabeler heyecanlandı. Hz. Ömer (r.a.) o anı şöyle anlatır: “Hayatımda emirlik (liderlik) makamını o günkü kadar hiç arzu etmemiştim. Resûlullah’ın (s.a.v.) beni seçeceğini ümit ederek sürekli öne doğru atıldım, kendimi göstermeye çalıştım.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mesciddeki sahabelere mübarek nazarlarıyla baktı. Sessizliği bozarak buyurdu ki:
“Kalk, ey Ebû Ubeyde bin Cerrâh!”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), sükûnetle ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu heyete takdim ederken, şu cihan şümul sözü söyledi:
“Her ümmetin bir emini (en güvenilir kişisi) vardır. Ey ümmetim! Bizim eminimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır.”
O günden sonra onun adı “Emînü’l-Ümme” (Ümmetin Emini) olarak anıldı.
Tevazu Sahibi Komutan
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde de İslam ordularının en mühim komutanlarından biri oldu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Suriye’ye gönderilen orduların komutanıydı. Hz. Ömer (r.a.) halife olduğunda, Yermük Savaşı gibi çok kritik bir savaşın ortasında, ordunun başkomutanı olan “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) Halid bin Velid’i (r.a.) görevden aldı ve yerine Hz. Ebû Ubeyde’yi (r.a.) tayin etti.
Bu, çok hassas bir karardı. Hz. Ömer (r.a.), zaferlerin Halid bin Velid’in (r.a.) dehasına bağlanmasından ve insanların Allah’ı (c.c.) unutmasından endişe etmiş, yumuşak huylu, mütevazı ve Allah’tan (c.c.) çok korkan Ebû Ubeyde’yi (r.a.) başa getirmişti.
İşte bu iki büyük sahabinin ahlâkı burada parladı:
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), halifenin emrini alınca, savaşın ortasında moraller bozulmasın diye bunu hemen açıklamadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi Hz. Halid’e (r.a.) danışmaya, onun askeri tecrübesinden istifade etmeye devam etti.
Hz. Halid bin Velid (r.a.) ise emri öğrendiğinde, zerre kadar enaniyet göstermedi. “Ben Ömer için değil, Allah (c.c.) için savaşıyorum,” diyerek hemen emre itaat etti ve Ümmetin Emini’nin komutası altında bir nefer gibi cesaretle savaşmaya devam etti.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) komutasında Şam (Dımaşk) ve Humus fethedildi. Sıra Kudüs’e gelmişti. Kudüs halkı, şehri ancak bizzat Halife Hz. Ömer’in (r.a.) gelip teslim alması şartıyla barış yapacaklarını bildirdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’ye mektup yazdı. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den kalkıp o meşhur yolculuğuyla Kudüs’e geldi ve şehrin anahtarlarını, komutanı Ebû Ubeyde’nin (r.a.) yanında teslim aldı.
Dünya Malına Değer Vermeyen Vali
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Suriye bölgesinin genel valisi olmuştu. Zengin toprakları, büyük şehirleri yönetiyordu.
Bir gün Halife Hz. Ömer (r.a.), Suriye’ye onu teftişe geldi. Şehre girince, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sordu. Onu buldular. Hz. Ömer (r.a.), “Kardeşim, bizi evine götür, biraz dinlenelim,” dedi.
Ebû Ubeyde (r.a.), biraz mahcup oldu. “Ey Mü’minlerin Emiri! Benim evimde ne yapacaksın? Orada gözyaşı dökmekten başka bir şey bulamayacaksın,” dedi.
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Vali ve Başkomutan olan Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’yi “evim” dediği basit bir çadıra götürdü. Çadırın içinde, duvarda asılı bir kılıç, bir kalkan ve bir su tulumundan başka hiçbir eşya yoktu. Oturmak için yere serilmiş bir post ve yemek için bir tahta çanaktan başka bir şeyi yoktu.
Hz. Ömer (r.a.), “Ey Ebû Ubeyde! İnsanların envai çeşit eşyaları var. Sen koskoca valisin! Bu halin nedir?” diye sordu.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), o mübarek tevazusuyla cevap verdi: “Ey Mü’minlerin Emiri! Bunlar beni kabre ulaştırıncaya kadar yeter de artar bile.”
Hz. Ömer (r.a.), bu manzaraya ve bu cevaba daha fazla dayanamadı. Ağlamaya başladı. Kardeşine sarıldı ve dedi ki: “Ey kardeşim! Dünya herkesi değiştirdi, ama seni, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından ayrıldığım günkü gibi buldum. Seni değiştiremedi!”

Son İmtihan: Veba ve Teslimiyet
Hicretin 18. yılıydı. Suriye’de, “Tâûn-ı Amvâs” (Amvas Vebası) denilen korkunç bir veba salgını başladı. Salgın, Müslüman ordusunun içinde hızla yayılıyor, pek çok büyük sahabiyi bir bir alıyordu.
Medine’deki Halife Hz. Ömer (r.a.), Ümmetin Emini’nin hayatından endişe ediyordu. Ona hemen bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: “Sana mühim bir ihtiyacım hâsıl oldu. Bu mektubu alır almaz, sakın elinden bırakma ve derhal Medine’ye yola çık.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), mektubu okudu. Halife’nin maksadını anladı. Onu vebadan kurtarmak istiyordu. Gülümsedi ve kâtibini çağırıp şu cevabı yazdırdı:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Size olan ihtiyacınızı anladım. Fakat ben, Müslüman askerlerimden sadece biriyim. Onlarla birlikteyim. Onlara isabet eden bu musibetten kaçarak kendimi kurtarmak istemem. Ben, Allah’ın (c.c.) benim hakkımdaki kaderinden kaçamam. Lütfen, beni bu vazifemden affedin ve burada kalmama müsaade edin.”
Hz. Ömer (r.a.), mektubu okuduğunda hıçkırıklara boğuldu. Etrafındakiler şaşırdı: “Yoksa Ebû Ubeyde vefat mı etti?”
Hz. Ömer (r.a.), gözyaşları içinde cevap verdi: “Hayır, vefat etmedi. Ama… vefat etmek üzere.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), ordusunun başında kaldı. Hastalık ona da bulaştı. Ateşi yükseldiğinde, askerlerini topladı ve onlara son bir vasiyette bulundu: “Size vasiyetim şudur: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin. Amirlerinize itaat edin ve onlara hile yapmayın. Dünya sizi aldatmasın…”
Sonra Rabbine döndü. “Ey Allah’ım! Bu musibeti rahmetin olarak gönderdin. Bu rahmetten Ebû Ubeyde’ye de payını ver…”
Ümmetin Emini, Cennetle müjdelenen o büyük sahabi, askerlerinin arasında, vazifesinin başında ruhunu Rabbine teslim etti. Cenazesini en yakın dostları Muaz bin Cebel (r.a.) ve Amr bin el-Âs (r.a.) yıkadı. Bugün kabri, adını verdiği topraklarda, Ürdün’dedir.
O, arkasında ne bir saray ne de bir hazine bıraktı. O, arkasında sadece sarsılmaz bir iman, emsalsiz bir emanet (güvenilirlik) ve “Ümmetin Emini” olma şerefini bıraktı. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “cennettedir” dediği on kişiden biriydi.
Allah (c.c.) ondan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun şefaatine nâil eylesin. Âmin.

****************

2. Öne Çıkan Diğer Mühim Sahabiler

Aşere-i Mübeşşere’nin tamamı “öne çıkan” sahabilerin başında gelse de, onlar dışında İslâm tarihindeki yerleri, ilimleri, kahramanlıkları veya Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yakınlıkları ile bilinen pek çok büyük sahabi daha vardır.

Bu mübarek zatlardan bazıları şunlardır:
Ehl-i Beyt’ten Öne Çıkanlardan
• Hz. Hatice binti Huveylid (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi, ilk mü’min ve en büyük destekçisi.
·
·        TÂHİRE: Mekke’nin En Asil Ruhu, Mü’minlerin İlk Annesi Hz. Hatice (r.anhâ)
·        Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, cehaletin ve kibrin sokaklarda kol gezdiği bir zamanda, Kâbe’nin gölgesinde bir kadın yaşardı. O, sıradan bir kadın değildi. Kureyş’in en soylu kabilelerinden birine mensuptu. Zenginliği dillere destan, aklı ve feraseti ise en tecrübeli tüccarlara parmak ısırtırdı. Fakat onu asıl yücelten ne serveti ne de soyu idi; onu emsalsiz kılan, o karanlık devirde bile sahip olduğu tertemiz ahlâkı, iffeti ve vakarıydı. Bu yüzden Mekkeliler ona “Tâhire” derlerdi; yani “Pâk, Tertemiz Kadın.”
·        Bu mübarek hanımefendi, Hz. Hatice bint-i Huveylid idi.

·        1. Bölüm: Tâhire’nin Kervanı ve “el-Emîn” ile Tanışma
·        Hz. Hatice (r.anhâ), daha evvel iki evlilik yapmış, eşlerini kaybetmiş, asil ve zengin bir hanımefendi olarak ticaretle meşgul oluyordu. Mekke’nin en büyük kervanlarından bazıları ona aitti. Güvendiği adamları vasıtasıyla mallarını Şam’a, Busra’ya gönderir, büyük kazançlar elde ederdi. Lakin onun için kazançtan daha mühim olan bir şey vardı: Güven, dürüstlük ve güzel ahlâk.
·        Yine böyle bir ticaret seferi için hazırlık yaparken, kulağına bir isim fısıldanmıştı. Bu isim, Mekke’de herkesin dilindeydi: “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed). Henüz 25 yaşında olan bu genç adam, yetim büyümesine rağmen, hayatında bir kez olsun yalan söylememiş, kimsenin hakkına girmemiş, dürüstlüğü ve asaletiyle herkesin takdirini kazanmıştı.
·        Hz. Hatice, bu vasıfları duyduğunda kalbinde bir itimat (güven) belirdi. Bu genç adam, onun kervanını yönetmek için biçilmiş kaftandı. Ona haber gönderdi ve kervanının idaresini teklif etti. Diğer tüccarlara verdiğinden daha fazlasını vereceğini de vaat etti.
·        Peygamber Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’in de teşvikiyle bu teklifi kabul etti. Hz. Hatice, kervana güvendiği hizmetkârı Meysere’yi de dâhil etti ve ona, Muhammedü’l-Emîn’i (s.a.v.) dikkatle nazar etmesini (gözlemlemesini) tembihledi.
·        Kervan yola çıktı. Meysere, yolculuk boyunca hayret verici hadiselere şahit oldu. Güneşin en yakıcı olduğu anlarda bir bulutun kervanın üzerinde, özellikle de Efendimiz’in (s.a.v.) üzerinde dolaşarak ona gölge yaptığını gördü. Busra’da bir manastırın yakınında konakladıklarında, oradaki bir rahibin Meysere’ye gelip, “Şu ağacın altında konaklayan zat kimdir?” diye sorduğunu, Meysere “Mekkeli, Harem ehlinden bir adamdır” deyince, rahibin, “O ağacın altına peygamberlerden başkası oturmamıştır” dediğini hayretle işitti.
·        Dahası, Efendimiz’in (s.a.v.) ticaretteki bereketi, dürüstlüğü, kimseyi kırmaması ve muazzam ahlâkı, kervanın o güne dek görülmemiş bir kârla dönmesini sağladı.
·        Meysere, Mekke’ye döner dönmez, gördüğü her şeyi, hem yoldaki harikulade halleri hem de Efendimiz’in (s.a.v.) yüce ahlâkını bir bir Hz. Hatice’ye anlattı.

·        2. Bölüm: İki Nurun Buluşması (Evlilik)
·        Hz. Hatice (r.anhâ), 40 yaşında, olgun, zeki ve Tâhire lakabına sahip bir hanımefendiydi. Mekke’nin nice zenginleri ve kabile reisleri onunla evlenmek istemiş, lakin o hepsini reddetmişti. Meysere’nin anlattıkları ve bizzat gördüğü o yüce karakter, onun kalbinde bambaşka bir muhabbet ve hürmet uyandırmıştı.
·        Bu genç adamda, sıradan insanlarda olmayan bir nur, bir ulviyet (yücelik) vardı. Hz. Hatice, aradığı o emîn (güvenilir) limanı bulduğunu hissetti. O devrin âdetlerinin aksine, cesur bir adım attı. Güvendiği arkadaşı Nefîse binti Münye aracılığıyla Efendimiz’e (s.a.v.) evlilik teklifini iletti.
·        Efendimiz (s.a.v.), kendisinden 15 yaş büyük olan, Tâhire lakaplı bu asil kadının teklifi karşısında önce şaşırdı, lakin durumu amcalarıyla görüştü. Herkes bu izdivaca razı oldu.
·        Bu evlilik, Mekke’nin en mübarek evliliği oldu. Bu, sadece iki insanın değil, yeryüzünün en büyük davasına zemin hazırlayacak iki mübarek ruhun birleşmesiydi. Onların evi, sevgi, merhamet ve huzurun merkezi oldu.
·        Kur’an-ı Kerim, yıllar sonra, bu evliliğin sırrını sanki şöyle tasvir edecekti:
·        “Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranıza bir sevgi ve merhamet vermesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 30:21)
·        Bu evlilikten Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tâhir) dünyaya geldi. Erkek evlatları küçük yaşta vefat etse de, bu ev, Ehl-i Beyt’in mübarek neslinin de kaynağı olacaktı.

·        3. Bölüm: Hira’dan Gelen Titreyiş ve İlk İman
·        Yıllar birbirini kovaladı. Efendimiz (s.a.v.) 40 yaşına yaklaştığında, içinde bir yalnızlık ve tefekkür arzusu belirdi. Mekke’nin putperest yaşantısından uzaklaşmak için sık sık Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmeye başladı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ), eşinin bu halini derin bir anlayışla karşılıyordu. Ona azığını hazırlar, onu sabırla beklerdi.
·        Ve bir Ramazan gecesi… O beklenen an geldi. Cebrail (a.s.), “Oku!” emriyle ilk vahyi getirdi. Efendimiz (s.a.v.), okuma bilmediğini söyledi. Meleğin onu sıkıp bırakmasının ardından ilk ayetler nâzil oldu. Yaşadığı hadisenin ağırlığıyla, kalbi titreyerek mağaradan indi.
·        Evine koştu. Yüzü sapsarı, mübarek bedeni titriyordu. Tek sığınağı, vefalı zevcesi Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!) dedi.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) telaşlanmadı. Paniklemedi. O, Tâhire idi. O, vefanın ta kendisiydi. Eşinin üzerine örtüyü serdi, titremesi geçinceye kadar bekledi. Efendimiz (s.a.v.) sükûnet bulduğunda, başından geçenleri anlattı ve “Kendimden korktum, Hatice!” dedi.
·        İşte tam o anda, Hz. Hatice (r.anhâ), tarihin seyrini değiştiren, imanın ve teslimiyetin en büyük isbatı olan şu sözleri söyledi:
·        “Korkma! Allah’a yemin ederim ki, O, seni hiçbir zaman utandırmaz (mahcup etmez). Çünkü sen, akraba bağını gözetirsin, sözün doğrusunu söylersin, muhtacın yükünü taşırsın (âcize yardım edersin), fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlar ve hak yolunda olanlara, başlarına gelen felaketlerde destek olursun.”
·        Bu sözler, bir peygamberin alabileceği ilk ve en büyük dünyevi destekti. Bu, sadece bir eşin tesellisi değil, bir mü’minin imanıydı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) bununla kalmadı. Eşini alıp, bilgisine güvendiği amcaoğlu Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka, olanları dinleyince heyecanla tasdik etti: “Bu, Allah’ın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Cebrail’dir). Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkardığı zaman sana yardım edebilseydim!”
·        Hz. Hatice’nin kalbi mutmain olmuştu. Tereddüt etmeden, şüphe duymadan, sorgulamadan, “Âmentü” (İman ettim) dedi.
·        Böylece Hz. Hatice (r.anhâ); bu ümmetin ilk Müslümanı, ilk iman eden şahsiyeti olma şerefine erişti. O, sadece Peygamber’in zevcesi değil, aynı zamanda onun davasının ilk ortağı oldu.

·        4. Bölüm: Dava Yükü, Boykot Yılları ve Vefa
·        İslam’ın ilk yılları çetin geçti. Müslümanlar az, düşmanlar çok ve acımasızdı. İşte bu zorlu yolda Hz. Hatice, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi oldu.
·        O, Mekke’nin en zengin kadınıydı. Bütün servetini, malını mülkünü İslam davası için, fakir Müslümanlar için, kölelerin azad edilmesi için tereddütsüz harcadı. O, servetini “infak” eden ilk kişiydi.
·        Efendimiz (s.a.v.), dışarıda müşriklerin eziyetine, hakaretine, alaylarına maruz kalıp yorulduğunda, evine, Hz. Hatice’sinin yanına dönerdi. Onun şefkatli bakışları, iman dolu sözleri ve sarsılmaz desteği, Efendimiz’in (s.a.v.) bütün yorgunluğunu alır, ona güç verirdi.
·        Müşrikler, İslam’ın yayılmasını engelleyemeyince, son çare olarak Müslümanları ve onlara destek olan Haşimoğullarını boykota (mukâtaa) tabi tuttular. Onları Ebû Tâlib Mahallesine hapsettiler. Kimse onlarla konuşmayacak, alışveriş yapmayacak, kız alıp vermeyecekti.
·        Bu boykot tam üç yıl sürdü. Asil ve zengin bir hayat sürmüş olan Hz. Hatice Vâlidemiz, o günlerde 60 yaşını geçmişti. Buna rağmen, o mahallede açlığı, susuzluğu, yokluğu genç Müslümanlarla beraber, en küçük bir şikâyet etmeden yaşadı. Çocukların açlıktan ağlama seslerinin vadiyi çınlattığı o günlerde, o, servetini değil, imanını ve sabrını konuşturdu. Varlığa şükrettiği gibi, yokluğa da sabretti.

·        5. Bölüm: Hüzün Yılı ve Ebedî Vuslat
·        Üç yıllık çileli boykot sona erdiğinde, Müslümanlar nefes almıştı ama bu zorlu yıllar, iki mübarek bedeni çok yıpratmıştı.
·        Önce, Efendimiz’in (s.a.v.) “kalkanı” olan amcası Ebû Tâlib vefat etti. Bu acı henüz çok tazeyken, sadece üç gün sonra, Efendimiz’in (s.a.v.) “sığınağı”, vefalı yâri, ilk mü’mini, çocuklarının annesi Hz. Hatice (r.anhâ) hastalandı.
·        65 yaşındaydı. 25 yıl süren mübarek evliliğin, iman ve cihad dolu bir hayatın sonuna gelmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat döşeğindeki zevcesinin başucundaydı.
·        Vefat ettiğinde, Efendimiz’in (s.a.v.) hüznü sonsuzdu. O yıl, İslam tarihinde “Hüzün Yılı” (Senetü’l-Hüzün) olarak anıldı. Çünkü Peygamber (s.a.v.), hem koruyucu amcasını hem de en büyük destekçisi olan zevcesini kaybetmişti.
·        Onu kendi mübarek elleriyle Mekke’deki Hacûn Kabristanı’na defnetti. O gün henüz cenaze namazı farz kılınmamıştı.

·        Hatice’nin (r.anhâ) Ardından Kalan Sevgi
·        Hz. Hatice Vâlidemizin vefatından sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu asla unutmadı. Onu her andığında gözleri dolar, “O, bana iman etti; herkes beni inkâr ederken… O, beni tasdik etti; herkes beni yalanlarken… O, malıyla bana destek oldu; herkes beni mahrum bırakırken… Ve Allah, bana ondan evlatlar nasip etti” derdi.
·        O kadar vefalıydı ki, evde bir kurban kesildiğinde, etinden mutlaka Hz. Hatice’nin hayattaki arkadaşlarına ve akrabalarına pay gönderirdi.
·        Bir gün Hz. Aişe (r.anhâ) Vâlidemiz, Efendimiz’in (s.a.v.) onu bu kadar sık anmasına şaşırmış, “Allah sana ondan daha hayırlısını (daha gencini) vermedi mi?” diye sormuştu. Efendimiz’in (s.a.v.) cevabı net ve sarsılmazdı:
·        “Vallahi, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi!”
·        Ve bir defasında şöyle buyurmuştu: “Bana onun sevgisi rızık olarak verildi.”
·        Hz. Hatice (r.anhâ); sadakatin, vefanın, imanın, teslimiyetin ve desteğin timsalidir. O, sadece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi değil, aynı zamanda Hz. Fâtıma’nın annesi, Ehl-i Beyt’in temel direği ve bütün Mü’minlerin Tâhire annesidir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Âişe binti Ebî Bekir (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi, “Mü’minlerin Annesi” ve en mühim hadis râvilerinden ve âlimlerinden biri.

Mü’minlerin Annesi, İlim ve Hikmet Pınarı: Hz. Âişe (r.anhâ)
Giriş: Sıddîk’ın Evinde Doğan Ay
Mekke’nin henüz iman nuruyla yeni yeni aydınlanmaya başladığı bir zamanda, şehrin en emin, en dürüst ve en sadık adamının, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) hanesinde bir kız çocuğu dünyaya gözlerini açtı. Adını Âişe koydular. Bu, “huzurlu ve rahat yaşayan” manasına geliyordu.
Hz. Âişe, sıradan bir çocuk değildi. O, gözünü açtığı hanenin, İslâm’ın ilk kalesi olduğunu görerek büyüdü. Babası, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu, “mağara arkadaşı” idi. Evleri, Kâbe’nin hemen yanında, iman hakikatlerinin fısıldandığı, müşriklerin eziyetlerine karşı sabrın kuşanıldığı bir mektepti. Hz. Âişe, bu mektebin ilk talebelerindendi.
Daha küçücük bir çocukken bile, hafızasının kuvveti ve keskin zekâsıyla dikkat çekiyordu. Olan biten her şeyi bir sünger gibi emiyor, duyduğu her ayeti, her hadisi zihnine nakşediyordu. Onun derûnî dünyası, küfrün karanlığından tamamen uzakta, vahyin ışığıyla şekilleniyordu.

Bölüm 1: Hâne-i Saadet’e Adım ve Bir Mektebin Kuruluşu
Mü’minlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) vefatı, Resûlullah’ı (s.a.v.) derin bir hüzne boğmuştu. Bu hüzünlü günlerin ardından, Allah Teâlâ, Peygamberi’ne (s.a.v.) Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Âişe ile evlenmesini bildirdi. Bu evlilik, sadece iki insanı değil, Nübüvvet ile Sıddîkıyyeti (Peygamberlik ile Sadakati) ebediyen perçinleyen semavî bir bağdı.
Hicret’ten sonra Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edildiğinde, hemen bitişiğine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için mütevazı odalar (hücreler) yapıldı. İşte bu odalardan biri, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) “Hücre-i Saadet”i, yani mutluluk yuvası oldu.
Bu oda, duvarları kerpiçten, tavanı hurma dallarından yapılmış, bir insanın ancak sığabileceği kadar küçük bir yerdi. Fakat bu küçük mekân, dünyaya ilim ve hikmet saçacak bir mektebin merkezi olacaktı. Çünkü bu odanın sakini, sadece bir zevce değil, aynı zamanda Nübüvvet mektebinin en dikkatli, en zeki talebesiydi.

Bölüm 2: Peygamber Ocağında Bir Talebe: “Soru Soran Akıl”
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) en belirgin vasfı, merakı ve sorgulayan aklıydı. O, Resûlullah’a (s.a.v.) en yakın insandı. Vahyin pek çoğu, o hanede nazil oluyordu. Hz. Âişe, duyduğu her şeyi sadece ezberlemez, manasının derinliklerine inmek isterdi.
Anlamadığı bir nokta olduğunda, hemen Resûlullah’a (s.a.v.) sorardı. “Yâ Resûlallah, şu ayette murad edilen nedir?”, “Yâ Resûlallah, bu hükmün hikmeti nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de onun bu ilim aşkından pek memnun olur, ona en ince teferruatına kadar cevap verirdi. Bu sayede, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) aile hayatı, gece ibadetleri, ahlâkı ve en mahrem sünnetleri, Hz. Âişe validemiz vasıtasıyla ümmete eksiksiz bir şekilde intikal etti.
O, sadece bir nakilci (râvi) değil, aynı zamanda bir müctehid, bir fakîh (İslâm hukukçusu) idi. Diğer sahabelerin anlayamadığı zor meseleleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine ve Kur’an’ın ruhuna olan derin vukûfiyeti sayesinde hallederdi.

Bölüm 3: Büyük İmtihan: İfk Hadisesi ve Semâvî Şahitlik
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) parlak hayatı, çok ağır bir imtihanla sınandı. Benî Müstalik Gazvesi’nden dönerken, bir mola yerinde, ihtiyacı için kafileden kısa bir anlığına ayrılmıştı. Döndüğünde, içinde bulunduğu “hevdec”in (deve üzerindeki kapalı koltuk) devesi götürülmüş, kafile hareket etmişti.
Tek başına kalan validemiz, “Nasıl olsa geri dönerler” diye beklerken uyuyakalmıştı. Kafileden geri kalan bir sahabe (Safvân bin Muattal r.a.), onu görünce devesine bindirmiş ve edeple, tek kelime konuşmadan kafileye yetiştirmişti.
Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übey bin Selûl, bu hadiseyi fırsat bilerek, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) namusuna, Mü’minlerin Annesi’ne karşı en ağır iftirayı, “İfk”i ortaya attı.
Bu iftira, bir ay boyunca Medine’yi çalkaladı. Hz. Âişe (r.anhâ) hastalandı, kederinden eridi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) derin bir sükût içindeydi, zira o, vahiy bekliyordu. Hz. Âişe’nin babası Hz. Ebû Bekir ve annesi, çaresizlik içinde gözyaşı döküyordu.
Hz. Âişe, o günleri anlatırken, “Gözyaşlarım hiç dinmedi, geceleri uyku nedir bilmedim” der. Tam bir ay sonra, Resûlullah (s.a.v.) onun yanına geldiğinde, üzerine vahiy hali geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek müjdeyi verdi: “Müjde yâ Âişe! Allah senin temizliğini isbat etti!”
Hz. Âişe, masumiyetinin bizzat Allah Teâlâ tarafından tasdik edilmesini bekliyordu ama kendi hakkında Kur’an ayetleri ineceğini hiç düşünmemişti. O anki sevincini tasvir etmek mümkün değildir. Allah Teâlâ, Nûr Sûresi’nde on ayet birden indirerek, bu çirkin iftirayı atanları şiddetle kınadı ve Hz. Âişe’nin (r.anhâ) iffetini ve temizliğini kıyamete kadar okunacak ayetlerle ilan etti.
Nûr Sûresi 11. Ayet şöyledir:
“O ağır iftirayı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın; aksine o, sizin için bir hayırdır. O gruptan her birinin, işlediği günahın cezası vardır. Onlardan günahın büyüğünü üstlenene ise büyük bir azap vardır.”}
(Nûr 24:11)
Bu hadise, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) Allah katındaki değerini ve faziletini bütün cihana gösterdi.

Bölüm 4: Bir Sebep-i Rahmet: Teyemmümün Meşrû Kılınışı
Hz. Âişe validemiz, ümmet için bir bereket ve rahmet vesilesiydi. Bir başka seferde, yine kafilesiyle birlikteyken gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığı aramak için kafile durdu. Ancak bulundukları yerde su yoktu ve namaz vakti yaklaşmıştı.
Sahabeler telaşlandılar, hatta bazıları Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) gidip sitem ettiler: “Bak, kızın Âişe yine bütün orduyu alıkoydu, ne su var ne de abdest alacak imkân!” Hz. Ebû Bekir (r.a.), kızına sitem etmek için geldiğinde, Resûlullah (s.a.v.) Hz. Âişe’nin (r.anhâ) dizinde uyuyakalmıştı.
İşte tam o anda, Allah Teâlâ ümmete büyük bir kolaylık bahşeden “teyemmüm” ayetini indirdi (Mâide 5:6). Artık su bulunmadığında veya kullanılamadığında, temiz toprakla teyemmüm alarak namaz kılınabilecekti.
Bunu gören sahabeler, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) dönüp şöyle dediler: “Ey Ebû Bekir ailesi! Bu sizin ilk bereketiniz değil. Siz bu ümmet için ne kadar mübarek bir ailesiniz!”

Bölüm 5: Vahyin Gölgesindeki Son Günler ve Ebedî Veda
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatının en mühim anları, Resûlullah’ın (s.a.v.) son günlerinde yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat hastalığı ağırlaştığında, diğer zevcelerinden izin alarak son günlerini Hz. Âişe’nin (r.anhâ) odasında geçirmek istedi.
Bu, onun ilmine, sevgisine ve şefkatine olan itimadının en büyük göstergesiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek başı Hz. Âişe’nin (r.anhâ) göğsünde dayalıyken, son nefesini verdi.
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle der: “Allah’ın bana lütuflarından biri de, Resûlullah’ın (s.a.v.) benim odamda, benim nöbet günümde ve benim göğsümde (kucağımda) vefat etmesidir.”
Ve en büyük lütuf… Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat ettiği yere, yani Hz. Âişe’nin (r.anhâ) o mütevazı hücresine defnedildi. O küçük oda, kıyamete kadar ziyaret edilecek olan “Ravza-i Mutahhara”nın (tertemiz bahçenin) bir parçası oldu.

Bölüm 6: “Ümmetin Muallimesi” (Öğretmeni)
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Âişe (r.anhâ) yaklaşık 47 yıl daha yaşadı. Bu uzun hayat, artık ümmete öğretmenlik yapmakla geçti. O, “yaşayan bir sünnet” idi. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, içinden çıkamadıkları fıkhî meseleleri, hadislerin inceliklerini ve Kur’an’ın derin manalarını sormak için onun kapısına gelirlerdi.
Perdesinin ardından sordukları sorulara, o keskin zekâsı, güçlü hafızası ve Peygamber mektebinde aldığı eşsiz eğitimle öyle cevaplar verirdi ki, herkes hayran kalırdı. O, 2210 hadis rivayet ederek, en çok hadis rivayet eden dördüncü sahabe (Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer ve Enes bin Mâlik’ten sonra) ve kadınlar arasında birincisi oldu.
O, sadece nakletmedi; aynı zamanda tenkit etti, ictihad yaptı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sözlerinin hangi bağlantıda (bağlamda) söylendiğini en iyi o biliyordu. Bu yüzden onun ilmi, İslâm düşüncesinin ve fıkhının temel taşlarından biri oldu.

Bölüm 7: Bir İctihad ve Hüzün: Cemel Vak’ası
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatında, İfk hadisesi kadar acı olan bir başka nokta da Cemel Vak’ası’dır. Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne (kargaşa) döneminde, Hz. Âişe (r.anhâ), katillerin bir an önce bulunup cezalandırılması gerektiği yönünde ictihad etti.
Bu ictihadı, onu Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya getirdi. Niyeti asla savaşmak, kan dökmek veya hilafete karşı çıkmak değildi; tek arzusu adaletin yerini bulmasıydı. Ancak fitne ateşini körükleyenler, iki Müslüman ordusunu Basra yakınlarında karşı karşıya getirdi.
“Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak tarihe geçen bu elim hadisede binlerce Müslüman şehit oldu. Hz. Âişe (r.anhâ), devesinin üzerindeyken savaşı durdurmak için çok gayret ettiyse de muvaffak olamadı.
Savaş, Hz. Ali’nin (r.a.) galibiyetiyle sonuçlandığında, Hz. Ali, Mü’minlerin Annesi’ne gereken hürmeti ziyadesiyle gösterdi ve onu muhafızlar eşliğinde Medine’ye gönderdi.
Hz. Âişe (r.anhâ), hayatının sonuna kadar bu hadisenin derin üzüntüsünü yaşadı. O günleri hatırladıkça, “Keşke o gün gelmeden yirmi yıl önce ölseydim de bu hadiseyi görmeseydim” diyerek ağlardı. Bu, onun ne kadar hassas bir kalbe sahip olduğunu ve fitneden ne kadar nefret ettiğini gösteren acı bir hatıra olarak kaldı.
Sonuç: Ufukta Sönmeyen Kandil
Hz. Âişe (r.anhâ), Hicret’in 58. yılında, 66 yaşındayken Medine’de vefat etti. Vasiyeti üzerine, gece vakti Cennetü’l-Bakî kabristanlığına defnedildi.
Geride, paha biçilmez bir ilim hazinesi ve cihan şümul bir fazilet örneği bıraktı. O, “Sıddîk’ın kızı Sıddîka,” “Peygamber’in sevgilisi Habîbe,” “Ümmetin Muallimesi” ve her şeyden öte “Mü’minlerin Annesi” idi.
Onun hayatı, bir kadının ilimde, hikmette, siyasette (ictihadıyla) ve ahlâkta nasıl zirveye çıkabileceğinin en parlak isbatıdır. O küçük hücresinden yayılan ilim ışığı, asırlardır olduğu gibi, bugün de yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

***************

• Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kerîmesi (kızı) ve Ehl-i Beyt’in annesi.

Cennetin Reyhanı: Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ)
Güneşin Mekke ufuklarını henüz tam olarak aydınlatmadığı, Kâbe’nin yeniden inşâ edildiği günlerde, kutlu bir evde bir sevinç yankılandı. Burası, âlemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun en büyük destekçisi, müminlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) eviydi. Dünyaya gelen bu son kız evladı, eve bir nur, bir ışık gibi doğmuştu.
Ona “Fâtıma” adını verdiler. Fâtıma, “sütten kesilmiş” manasına gelse de, aynı zamanda onun ve neslinin Cehennem ateşinden uzak ve korunmuş olacağına bir işaretti. Daha sonra ona, yüzünün parlaklığı ve nuru sebebiyle “Zehra” (parlayan, ışık saçan) ve dünyadan yüz çevirip kendini ibadete verdiği için “Betül” (iffetli, her şeyden kesilip Allah’a yönelen) lakapları verilecekti.
Babasının Annesi: Mekke Yılları
Fâtıma’nın (r.anhâ) çocukluğu, sıradan bir çocuğun oyun ve neşesinden farklı geçti. O, gözlerini dünyanın en çetin mücadelesinin içine açmıştı. Babası, Allah’ın Elçisi olmuş, tek başına bütün bir şehre ve dünyaya “Bir olan Allah’a (c.c.) iman edin!” diye haykırıyordu.
Küçük Fâtıma, bu kutlu davanın en yakın şahidiydi. Babasının Müşrikler tarafından nasıl horlandığını, üzerine nasıl eziyetler yağdırıldığını görüyordu.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde secdeye varmıştı. O, Rabbiyle baş başayken, kalpleri kinle dolu müşrikler, bir devenin işkembesini getirip Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sırtına attılar. Efendimiz (s.a.v.) secdeden kalkamıyordu. Bu manzarayı gören küçük Fâtıma, yaşından beklenmeyen bir cesaretle koşarak geldi. O kirli ağırlığı babasının üzerinden titreyen küçük elleriyle attı ve bunu yapanlara karşı öfkeyle haykırdı.
Babası secdeden doğrulduğunda, gözlerinde hem hüzün hem de kızı için bir şefkat vardı. O gün Fâtıma, sadece bir evlat değil, aynı zamanda babasının koruyucusu, onun dert ortağı olmuştu. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.) ona sık sık, “Ümmü Ebîhâ” yani “Babasının annesi” derdi. Çünkü o, annesi Hz. Hatice’nin vefatından sonra babasına bir anne şefkatiyle yaklaşmıştı.
“Hüzün Yılı” geldiğinde, Fâtıma (r.anhâ) önce şefkatli annesi Hz. Hatice’yi, kısa bir süre sonra da babasının koruyucusu amcası Ebû Tâlib’i kaybetti. Bu iki büyük kayıp, onu daha da olgunlaştırdı ve babasına daha sıkı sarılmasına sebep oldu.
Medine’ye Hicret ve Yeni Bir Hayat
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâl alınca, Medine’ye hicret emri geldi. Hz. Fâtıma da, babasının ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ardından Medine’ye hicret edenler arasındaydı.
Medine, onun için yeni bir hayatın başlangıcıydı. Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki mütevazı odalardan birinde babasıyla birlikte kalıyordu. Artık genç bir hanımefendi olmuştu. Yürüyüşü, konuşması, oturuşu, kalkışı ve heybetiyle babası Resûlullah’a (s.a.v.) o kadar çok benzerdi ki, Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz bunu şöyle tasvir edecekti: “Konuşma tarzı ve edası bakımından Resûlullah’a Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini görmedim.”
Babası onu gördüğünde sevinçle ayağa kalkar, “Hoş geldin kızım!” der, elini tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Fâtıma (r.anhâ) da babasına aynı hürmet ve sevgiyle mukabele ederdi.

İki Denizin Buluşması: Hz. Ali ile Evliliği
Hz. Fâtıma (r.anhâ) evlilik çağına geldiğinde, Ashâb’ın en önde gelenleri onunla evlenmek istediler. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi büyük sahabeler Resûlullah’a (s.a.v.) bu taleplerini ilettiler. Fakat Efendimiz (s.a.v.) bu taleplere karşı sükût etti ve “Onun hakkında Allah’ın emrini bekliyorum,” buyurdu.
Sonra bir gün, Peygamberimizin (s.a.v.) amcasının oğlu, çocukluğundan beri O’nun yanında büyüyen, ilk Müslüman gençlerden olan “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali (r.a.) geldi. Hz. Ali, büyük bir hayâ içinde Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. O kadar mahcuptu ki, başını yerden kaldıramıyor ve meramını anlatamıyordu.
Resûlullah (s.a.v.), onun geliş sebebini anlayarak tebessüm etti ve sordu: “Ey Ali, bir ihtiyacın mı var?”
Hz. Ali (r.a.) kekeleyerek, “Ey Allah’ın Elçisi… Fâtıma’yı…” diyebildi.
Efendimiz (s.a.v.) sevinçle, “Mehir (evlilik bedeli) olarak verecek bir şeyin var mı?” diye sordu.
Hz. Ali (r.a.), “Ey Allah’ın Elçisi, bir kılıcım, bir kalkanım (zırhım) ve bir de devemden başka bir şeyim yok,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), “Kılıcın sana cihad için lazım, deven de su taşımak için. Ama zırhını satabilirsin,” buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) “Hutamiyye” denilen zırhını satarak parasını getirdi. Bu para ile tarihin en mütevazı, en sade ama en mübarek düğün hazırlıkları yapıldı. Çeyizleri, bir yatak, bir su testisi, bir el değirmeni ve birkaç basit ev eşyasından ibaretti.
Bu evlilik, sadece iki insanın değil, “iki denizin buluşması” gibiydi. Bu evlilikten, Cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ve İslam tarihinin kahraman kadınları Hz. Zeynep (r.anhâ) ile Hz. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) dünyaya gelecekti. Peygamber nesli (Ehl-i Beyt), bu mübarek evlilikle devam edecekti.

Sabır ve Cömertlik Timsali (Betül)
Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.) hayatı, büyük bir zenginlik içinde değil, derin bir sabır ve tevekkül içinde geçti. Hz. Fâtıma, ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Su taşımaktan omuzları, el değirmeninde buğday öğütmekten elleri nasır bağlamıştı.
Bir gün, bu meşakkat artık zor gelmeye başlamıştı. Babasına savaş esirleri geldiğini duyunca, bir yardımcı istemek için Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna vardı. Ancak o an babasının meşgul olduğunu görünce utandı ve bir şey söyleyemeden geri döndü.
Akşam olduğunda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kızı Fâtıma’nın evine geldi. “Kızım, bir ihtiyacın için gelmiştin, nedir o?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.) durumu anlattı. Efendimiz (s.a.v.) onları dinledikten sonra şöyle buyurdu:
“Size, istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi? Yatağınıza girdiğinizde 33 defa ‘Sübhanallâh’, 33 defa ‘Elhamdülillâh’ ve 34 defa ‘Allahu Ekber’ deyin. Bu, sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.”
O günden sonra Fâtıma ve Ali (r.anhümâ), bu tesbihatı hiç terk etmediler. Onlar, dünyanın geçici zorluklarına, ahiretin ebedi mükafatını tercih etmişlerdi.
Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) cömertliği (îsâr) ise dillere destandı. Bir defasında evde yiyecek azdı. Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve çocukları oruçluydular. İftar vakti geldiğinde, kapılarına bir fakir geldi. Evdeki tek yiyeceği o fakire verdiler ve su ile iftar ettiler. İkinci gün bir yetim geldi, yine yiyeceklerini verdiler. Üçüncü gün bir esir geldi, yine ellerindekini verdiler. Onların bu hâli üzerine, İnsan Sûresi’ndeki şu ayetlerin nâzil olduğu rivayet edilir:
“Onlar, kendileri (yemek) istedikleri halde yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından) dolayı Rabbimizden korkarız’ (derler). Allah da onları o günün fenalığından korur, yüzlerine parlaklık ve (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan, 8-11)
“Fâtıma Benden Bir Parçadır”
Resûlullah’ın (s.a.v.) Fâtıma’ya (r.anhâ) olan sevgisi, bir babanın kızına olan sevgisinin çok ötesindeydi. O, Fâtıma’da kendi neslinin devamını ve Ehl-i Beyt’in temelini görüyordu.
Bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Fâtıma benden bir parçadır (Fâtımetü bid’atün minnî). Kim onu sevindirirse beni sevindirmiş olur. Kim de onu incitirse beni incitmiş olur.”
Bu söz, Hz. Fâtıma’nın şahsında, Peygamber (s.a.v.) ailesine ve onun nesline gösterilmesi gereken hürmetin cihan şümul bir ölçüsü oldu.
En Hüzünlü Veda ve En Sevinçli Müjde
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Veda Haccı”ndan döndükten sonra hastalandı. Bu hastalık, O’nun vefat hastalığıydı. Kızı Fâtıma (r.anhâ), babasının başından bir an bile ayrılmadı.
Efendimiz (s.a.v.) son anlarında, kızı Fâtıma’yı yanına çağırdı. Kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) hıçkırarak ağlamaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar işaret etti, bir daha kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) bu defa gülümsedi.
Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz, bu garip hâli merak edip sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) “Babamın sırrını açıklayamam,” dedi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Aişe (r.anhâ) tekrar sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) o gün yaşananları şöyle anlattı:
“Babam bana önce, ‘Bu hastalıktan kurtulamayarak vefat edeceğini’ söyledi. Bunun üzerine ağladım. Sonra bana, ‘Ehl-i Beyt’imden bana ilk kavuşacak olanın sen olacağını ve Cennet kadınlarının efendisi olacağını’ müjdeledi. Bunun üzerine de tebessüm ettim.”
Babaya Kavuşma (Vuslat)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatı, Hz. Fâtıma (r.anhâ) için bu dünyadaki en büyük imtihandı. Babasına olan hasreti o kadar büyüktü ki, vefattan sonra bir daha kimse onu gülerken görmedi. Dünyayla bağını kesti, vaktini ibadetle ve babasının hasretiyle geçirdi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği müjde çok geçmeden gerçekleşti. Babasının vefatından sadece altı ay sonra, Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ) hastalandı. Vefat edeceğini anlamıştı. Eşi Hz. Ali’ye (r.a.) vasiyetini yaptı.
Onun vasiyeti bile, hayâsının (iffetinin) ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. O güne kadar vefat eden kadınların cenazelerinin üzerinin bir tabutla örtülmemesinden rahatsızdı. “Vefat ettiğimde, cenazemin üzerini örtün ki, namahrem gözler vücut hatlarımı görmesin. Ve beni gece defnedin,” diye vasiyet etti.
Ramazan ayının bir gecesinde, henüz yirmi sekiz yaşındayken, babasının müjdelediği gibi, O’na kavuşmak üzere ruhunu teslim etti.
Vasiyeti üzerine, eşi Hz. Ali (r.a.), onu gece vakti, sadece en yakınlarının katıldığı bir cenaze namazıyla Medine’de, Cennetü’l-Bâkî mezarlığına defnetti.
Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ), geride bıraktığı kısa ama nurlu hayatıyla; bir evlat olarak itaatin, bir eş olarak sadakatin, bir anne olarak şefkatin ve bir kul olarak sabrın en güzel örneği oldu. O, “Zehra” idi; karanlık dünyamızı aydınlatan parlak bir ışık ve “Betül” idi; dünyevi her şeyden kesilip yalnızca Allah’a yönelen mübarek bir hanımefendi olarak Ehl-i Beyt’in annesi ve müminlerin gönlünde taht kuran “Cennetin Reyhanı” oldu.

*************

• Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) torunları ve “Cennet gençlerinin efendileri”.

Cennet Gençlerinin İki Efendisi: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)
Giriş: Nübüvvet Hanedanının İki Reyhanı
Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başında, dünyanın en mübarek hanesi bulunuyordu. Burası, Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) kızı, “kadınların efendisi” Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın (r.a.) ve “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali’nin (r.a.) yuvasıydı. Bu hane, maddî olarak sade, fakat manevî olarak kâinatın gıpta ettiği bir nur ile doluydu.
İşte bu nurlu yuvaya, hicretin üçüncü ve dördüncü yıllarında, gökten inen iki hediye gibi, iki mübarek torun geldi. Onlar, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “dünyadaki iki reyhanım (güzel kokulu çiçeğim)” diye sevdiği, “Cennet gençlerinin efendileri” olarak müjdelediği Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) idi.
Onların hayat hikâyesi, sadece bir soyağacının değil, bir mektebin, bir ahlâkın ve bir davanın hikâyesidir.
Nübüvvet Bahçesinin İki Gülü: Çocukluk Yılları
Hicretin üçüncü yılı, Ramazan ayının ortalarıydı. Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın (r.a.) hanesinde bir bayram sevinci yaşanıyordu. İlk torun haberi, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştığında, mübarek yüzleri sevincçle parladı. Hemen kızının evine geldi, nur topu gibi torununu kucağına aldı. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu.
Bu çocuğa ne isim verilecekti? Hz. Ali (r.a.), “Harb” (Savaş) ismini düşünmüştü, fakat Resûlullah (s.a.v.), “Hayır,” buyurdu, “Onun adı Hasan’dır.” Bu isim, daha evvel pek bilinmeyen, “güzel, iyilik sahibi” manalarına gelen bir isimdi. Efendimiz (s.a.v.), torunu için akîka kurbanı kestirdi ve saçları ağırlığınca gümüşü sadaka olarak dağıttı.
Bundan yaklaşık bir sene sonra, hicretin dördüncü yılı Şaban ayında, bu hane ikinci bir nurla daha aydınlandı. Efendimiz (s.a.v.) yine teşrif etti, ikinci torununu kucağına aldı, ezan ve kamet okudu. Hz. Ali (r.a.) yine aynı ismi düşünmüştü, ancak Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek, “Onun adı Hüseyin’dir” buyurdu. Hasan “güzel” demekti, Hüseyin ise “küçük güzel, güzellik” manasındaydı. Bu isimler dahi, onların kaderlerinin nasıl bir güzellik ve fazilet üzerine kurulacağını haber veriyordu.
Bu iki kardeş, sıradan çocuklar gibi büyümediler. Onların oyun alanı, Mescid-i Nebevî’ydi; en sevdikleri yer ise dedeleri Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek omuzları ve sırtıydı.
Bir gün Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) namaz kıldırırken, secdeyi alışılmışın dışında uzun tuttu. Ashâb-ı Kirâm, “Yâ Resûlallah, vahiy mi geldi, yoksa bir emir mi aldınız?” diye merak ettiler. Namaz bitince Efendimiz (s.a.v.) durumu şöyle izah etti: “Hayır, öyle bir şey olmadı. Lâkin oğlum (torunum Hüseyin) sırtıma çıkmıştı. O, hevesini alıp ininceye kadar secdeden kalkmayı aceleye getirmek istemedim.”
Yine bir gün Efendimiz (s.a.v.) minberde hutbe irad ediyordu. O esnada, küçük Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlekler, mescidin kapısından girdiler. Henüz küçük adımlarla yürüyor, düşe kalka dedelerine doğru ilerliyorlardı. Onların bu halini gören Rahmet Peygamberi (s.a.v.), sözünü kesti, minberden indi, torunlarını kucağına aldı ve tekrar minbere çıktı. Ashâbına dönerek şöyle buyurdu: “Allah, ‘Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için bir imtihandır’ (Enfâl, 8/28) buyururken ne kadar doğru söylemiş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini görünce dayanamadım, sözümü kesip onları kucağıma aldım.”
Onların sevgisi, Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî sevgisi olmanın ötesinde, imanî bir meseleydi. Buyurdular ki: “Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.” ve “Allah’ım, ben bunları seviyorum, Sen de sev. Bunları seveni de sev!”
Ehl-i Beyt’in Fazileti ve İlâhî Tasdik
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, “Ehl-i Beyt” yani Peygamber hanedanının en mühim rükünleriydi. Onların bu hususiyeti, bizzat Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle de tasdik edilmiştir.

1. Tathîr (Temizlenme) Ayeti:
Bir gün Efendimiz (s.a.v.), kızı Hz. Fatıma’nın (r.a.) evindeydi. Üzerindeki abayı (hırkayı) çıkardı; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (Allah onlardan razı olsun) bu abanın altına aldı. Sonra ellerini kaldırıp dua etti ve şu ayet-i kerîmenin ilgili kısmını okudu:
“…Ey Peygamber’in ev halkı! (Ehl-i beyt!) Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzâb, 33/33)
Bu hadise, onların manevî temizliğinin ve seçilmişliğinin bir isbatı oldu.

2. Mübâhele (Lânetleşme) Ayeti:
Necran’dan Hristiyan bir heyet gelip, Hz. İsa (a.s.) hakkında Efendimiz (s.a.v.) ile münakaşaya girişmişti. Hakikat apaçık ortada olduğu halde inkârda direttiklerinde, Allah Teâlâ şu ayeti indirdi:
“Sana bu ilim geldikten sonra, seninle bu konuda çekişenlere de ki: ‘Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.'” (Âl-i İmrân, 3/61)
Mübâhele (karşılıklı lânetleşme) vakti geldiğinde, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), “kendimiz” yerine Hz. Ali’yi, “kadınlarımız” yerine Hz. Fatıma’yı ve “oğullarımız” yerine Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak meydana çıktı. Bu manzarayı gören Necranlılar, “Biz öyle yüzler görüyoruz ki, bunlar dua etse dağlar yerinden oynar” diyerek lânetleşmekten korktular ve cizye ödemeyi kabul ettiler.
Bu hadise, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in, Efendimiz’in (s.a.v.) “oğulları” mesabesinde olduğunu tasdik eden Kur’ânî bir delil oldu.

İki Mübarek Sîret: Hilm ve İzzet
Bu iki kardeş, Nübüvvet mektebinde yetişmiş olsalar da, tabiatları (yapıları) farklıydı. Hz. Hasan (r.a.), dedesine (s.a.v.) bedenen çok benzerdi; yumuşak huylu (halîm), cömert, barış yanlısı ve son derece vakurdu. Hz. Hüseyin (r.a.) ise daha çok babası Hz. Ali’ye (r.a.) benzerdi; cesur (şecî), onurlu (izzetli), haksızlığa boyun eğmeyen ve celâlli bir yapıya sahipti.
Ancak bu iki farklı tabiat, aynı gayeye hizmet ediyordu: İslâm’ın izzetini ve ümmetin birliğini korumak.
Onlar, dedelerinin vefatından sonra, ilk üç halife döneminde (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman – r.a.) Medine’de ilim ve ibadetle meşgul oldular. Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliğinin son günlerinde evi âsîler tarafından kuşatıldığında, babaları Hz. Ali (r.a.), “Gidin, amcanız Osman’ı koruyun!” diyerek Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) evin kapısına nöbetçi olarak göndermişti. Onlar bu vazifede yaralanmayı göze alarak halifeyi müdafaa etmeye çalıştılar.
Babaları Hz. Ali (r.a.) halife olduğunda ise, Cemel ve Sıffîn gibi fitne savaşlarında babalarının yanında yer aldılar, ancak hep kan dökülmemesi için gayret gösterdiler.

Hz. Hasan (r.a.): Sulhun Efendisi ve “Yevmü’l-Cemâa”
Babaları Hz. Ali’nin (r.a.) bir Hâricî tarafından şehit edilmesinden sonra, Kûfe halkı Hz. Hasan’a (r.a.) biat etti. Böylece İslâm’ın beşinci halifesi oldu. Aynı anda Şam’da ise Hz. Muâviye (r.a.), valilikten halifelik iddiasına geçmişti. İki büyük İslâm ordusu karşı karşıya gelme tehlikesiyle yüz yüzeydi.
Hz. Hasan (r.a.), dedesinin şu müjdesini hatırlıyordu. Efendimiz (s.a.v.), bir gün torunu Hasan’ı (r.a.) yanına oturtmuş ve şöyle buyurmuştu: “Bu benim oğlum seyyiddir (efendidir). Umulur ki Allah, onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunun arasını birleştirir.” (Buhârî)
Hz. Hasan (r.a.), halifeliğinin altıncı ayında, İslâm tarihinde eşine az rastlanır bir fazilet örneği gösterdi. Ümmetin kanının dökülmemesi, fitnenin sona ermesi ve birliğin sağlanması için, bazı şartlarla halifelik hakkından Hz. Muâviye (r.a.) lehine feragat etti.
Bu, bir zafiyet değil, dedesinin müjdesini gerçekleştiren bir “hilm” (yumuşak huyluluk ve sabır) ve hikmet hareketiydi. Müslümanlar o kadar sevindiler ki, o yıla “Yevmü’l-Cemâa” (Birlik Yılı) adı verildi.
Hz. Hasan (r.a.), bu kararından sonra Medine’ye çekildi. Hayatının kalan kısmını ilim, ibadet ve cömertlikle geçirdi. Malının yarısını birkaç defa Allah yolunda infak edecek kadar cömertti. Hicretin 50. yılında, Medine’de, rivayetlere göre zehirlenerek şehit edildi ve Cennetü’l-Bakî’ye, annesinin yanına defnedildi. O, kanı değil, barışı seçerek İslâm’a en büyük hizmetlerden birini yapmıştı.

Hz. Hüseyin (r.a.): Şehitlerin Serdarı ve Kerbelâ
Hz. Hasan’ın (r.a.) vefatından sonra, ümmetin Ehl-i Beyt’e olan sevgisi, Hz. Hüseyin (r.a.) üzerinde yoğunlaştı. O, Medine’de ilim ve ibadetiyle meşgul, son derece saygı duyulan bir şahsiyetti.
Hz. Muâviye’nin (r.a.) vefatından evvel, İslâm’ın şûra (istişare) esasına dayalı yönetim şeklini değiştirerek, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi, ümmet içinde büyük bir rahatsızlığa sebep oldu. Yezid, İslâmî hassasiyetleri zayıf, hilâfete lâyık görülmeyen bir kimseydi.
Hz. Muâviye (r.a.) vefat edip Yezid idareyi ele alınca, Medine valisinden derhal Hz. Hüseyin’den (r.a.) biat (bağlılık yemini) almasını istedi.
İşte burada, Hz. Hüseyin’in (r.a.) tabiatı ve davası ortaya çıktı. O, Yezid gibi birine biat etmenin, dedesinin kurduğu nizamın bozulmasına rıza göstermek olduğunu biliyordu. Tarihe geçen şu sözü söyledi: “Benim gibi (Peygamber torunu) biri, onun (Yezid) gibi (fâsık) birine biat etmez.”
Hz. Hüseyin (r.a.), bir isyan veya savaş başlatmak için yola çıkmadı. Yezid’in zulmünden kaçarak önce Mekke’ye sığındı. Bu esnada, babasının eski merkezi olan Kûfe’den binlerce mektup aldı. Kûfeliler, “Bize gel, seni halife tanıyalım, Yezid’in zulmünden bizi kurtar” diyorlardı.
Hz. Hüseyin (r.a.), bu davetlerin samimiyetini ölçmek için amcasının oğlu Müslim bin Akîl’i (r.a.) gönderdi. İlk haberler olumluydu. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (r.a.), ailesi ve az sayıdaki yakınıyla (yaklaşık 70 kişi) Kûfe’ye doğru yola çıktı. Niyeti, kan dökmek değil, mektup yazan Kûfelilerin davetine icabet etmek ve İslâmî idareyi yeniden tesis etmekti.
Ancak yolda acı haber geldi: Yezid’in valisi, Kûfe’ye girmiş, Müslim bin Akîl’i (r.a.) şehit etmiş ve halkı korkutarak sindirmişti. Gelen mektupların sahipleri, Hz. Hüseyin’i (r.a.) yalnız bırakmıştı.
Artık geri dönmek için çok geçti. Yezid’in binlerce kişilik ordusu, Fırat Nehri kenarındaki Kerbelâ denilen çölde, Hz. Hüseyin’in (r.a.) ve ailesinin etrafını sardı.
Hz. Hüseyin’e (r.a.) iki seçenek sunuldu: Ya Yezid’e biat edip zilleti kabul etmek, ya da savaşmak.
O, dedesinin torununa yakışan izzeti seçti. Hicretin 61. yılı, 10 Muharrem günü, insanlık tarihinin en acı hadiselerinden biri yaşandı. Hz. Hüseyin (r.a.) ve yanındaki kahraman Ehl-i Beyt mensupları, sayıca çok üstün bir orduya karşı, susuz bırakılmalarına rağmen, İslâm’ın izzetini ve Peygamber ahlâkını korumak için kahramanca savaştılar.
Hz. Hüseyin (r.a.), ailesinin gözleri önünde şehit edildiğinde, mübarek başı kesilerek Şam’a, Yezid’e gönderildi. O gün, sadece Peygamber torunu değil, İslâm’ın izzeti, onuru ve haksızlığa karşı duruşu şehit olmuştu.

Hatime: İki Yol, Tek Hakikat
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.); ikisi de “Cennet gençlerinin efendisi”, ikisi de Resûlullah’ın (s.a.v.) reyhanıydı. Onların kaderleri, ümmete iki farklı durumda nasıl davranılması gerektiğini öğreten birer hikmet dersidir:
• Hz. Hasan (r.a.), ümmetin birliğinin (ittihadının) tehlikeye girdiği, fitnenin Müslüman kanı döktüğü bir zamanda, şahsî hakkından feragat ederek sulh (barış) yolunu seçmiş ve ümmeti birleştirmiştir.
• Hz. Hüseyin (r.a.), dinin temel esaslarının (hak ve adaletin) tehlikeye girdiği, zulmün ve fıskın idareyi ele geçirdiği bir zamanda, izzeti ve onuru seçerek kıyam (hakkı ayağa kaldırma) ve şehadet yolunu seçmiştir.
Biri, hilâfeti bırakarak faziletin zirvesine çıkmış; diğeri, hilâfetin bozulmasına karşı durarak şehadetin zirvesine ulaşmıştır.
Onların mübarek nesilleri, “Seyyid” ve “Şerif” unvanlarıyla kıyamete kadar devam edecek, İslâm âlemine manevî rehberler olmaya devam edecektir. Onların hikâyesi, sevginin, faziletin, barışın ve izzetin hikâyesidir.
Allah’ın, Resûlü’nün, meleklerin ve bütün müminlerin salât ve selâmı, o mübarek Ehl-i Beyt’in, Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in üzerine olsun. (Âmin.)

****************

• Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası.
Kahramanlıkları ve Hizmetleriyle Bilinenler

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamber Sancağının Gölgesinde Bir Kalkan: Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.)
Güneşin Mekke’nin taştan evlerini yaktığı, ticaretin ve şiirin zirvede olduğu, ancak cehaletin de gönülleri kararttığı bir zamanda, Kâbe’nin hizmetkârları arasında bir adam öne çıkardı. Bu adam, heybetli duruşu, gür ve tesirli sesi, cömertliği ve Kureyş içindeki itibarıyla tanınan Abbas bin Abdülmuttalib’di. O, sıradan biri değildi; Haşimoğulları’nın reisi Abdülmuttalib’in oğlu ve alemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öz amcasıydı.
Hz. Abbas ile Efendimiz (s.a.v.) arasında sadece birkaç yaş fark vardı. Birlikte büyümüşler, aynı avluda oynamışlardı. Hz. Abbas, yeğeninin emsalsiz ahlakına, dürüstlüğüne ve hikmetine çocukluğundan beri şahitti. O, yeğenini sadece bir akraba olarak değil, Haşimoğulları’nın en kıymetli mücevheri olarak görür ve severdi.

Bölüm 1: Akabe Gecesi ve Gizli Kalkan
İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hz. Abbas’ın durumu nazikti. O, Mekke’nin ileri gelenlerindendi, Kâbe’nin sikâye (hacılara su temini) ve rifâde (hacıları ağırlama) gibi mühim vazifelerini yürütüyordu. Zahiren (dıştan) eski düzene bağlı görünse de, kalbi yeğeninin getirdiği nurdan habersiz değildi. Hanımı Ümmü’l-Fadl (r.anha), Mekke’de ilk Müslüman olan hanımlardandı ve evi, İslam’ın ilk filizlendiği yuvalardan biri haline gelmişti.
Hz. Abbas’ın derûnî (içsel) bağlılığının ve koruyuculuğunun ilk büyük işareti, “İkinci Akabe Biatı”nda ortaya çıktı. Medineli Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) şehirlerine davet etmek için gizlice Mekke’ye gelmişlerdi. Gece yarısı, Akabe denilen vadide buluştular. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında, o gün henüz zahiren Müslüman olduğunu ilan etmemiş olan amcası Hz. Abbas da vardı.
Hz. Abbas, orada bir Müslüman olarak değil, ailesinin bir ferdini koruyan bir Haşimoğlu reisi olarak söz aldı. Gür sesiyle Medinelilere (Ensar’a) seslendi:
“Ey Hazrec topluluğu! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Onu şimdiye kadar kavmimizden koruduk. O, kavmi içinde izzetli ve koruma altındadır. Ama o, size katılmak ve sizin yurdunuza gelmek istiyor. Eğer onu sonuna kadar koruyacağınıza ve ona muhalefet edeceklerle savaşacağınıza inanıyorsanız, bu ağır yükün altına girin. Yok eğer, onu alıp götürdükten sonra yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçin!”
Bu konuşma, bir amcanın, yeğeninin hayatını ne pahasına olursa olsun koruma kararlılığının bir isbatıydı. O gece, Hz. Abbas, henüz imanını açıklamasa da, İslam’ın Medine’ye hicret yolunu açan o tarihi anlaşmanın en mühim şahidi ve garantörü oldu.

Bölüm 2: Bedir’in Zor İmtihanı ve Gizlenen İman
Hicret gerçekleşti, ancak Hz. Abbas Mekke’de kaldı. Kureyş’in ileri gelenlerinden olduğu için müşrikler, onu Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşmaya zorladılar. Bu, onun hayatındaki en çetin imtihanlardan biriydi. Kalbi Medine’de, yeğeninin yanındaydı ama bedeni Kureyş ordusundaydı.
Savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve Hz. Abbas, diğer birçok Kureyşli gibi esir düştü. Esirler arasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası da vardı. O gece Allah Resûlü (s.a.v.) uyuyamadı. Esirlerin bağlandığı yerden gelen iniltileri duyuyordu. Sahabeler, “Ya Resûlallah, neden uyumuyorsunuz?” diye sorduklarında, “Amcam Abbas’ın iniltilerini duyuyorum, bağları sıkı mı?” buyurdu. Sahabeler hemen gidip onun bağlarını gevşettiler.
Esirler için fidye ödenmesi kararlaştırıldı. Hz. Abbas zengin bir adamdı. Efendimiz (s.a.v.) ondan hem kendisi hem de yeğenleri (Akil bin Ebî Tâlib ve Nevfel bin Hâris) için fidye ödemesini istedi. Hz. Abbas, “Ama ben zaten Müslüman’dım, onlar beni zorla getirdi. Yanımdaki şu kadar altını da benden aldılar, onu fidyeme say” dediyse de Efendimiz (s.a.v.) kabul etmedi: “Senin zahirî (görünen) durumun bize karşıydı. O dediğin altınları da savaşta kaybettin, bizden almadılar.”
Hz. Abbas, “Beni Kureyş’e el açacak halde mi bırakacaksın?” deyince, Efendimiz (s.a.v.) o ilahî sırrı açıkladı: “Hani Mekke’den çıkarken hanımın Ümmü’l-Fadl’a gizlice verdiğin ve ‘Başıma bir iş gelirse bu altınlar senindir, oğullarımındır’ diye tembihlediğin altınlar nerede?”
Hz. Abbas donakaldı. Bu sırrı hanımından başka kimse bilmiyordu. Hemen haykırdı: “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve sen O’nun Resûlü’sün! Bunu Allah’tan başkası bilemezdi.”
O, aslında çok önceden Müslüman olmuştu, ancak imanını Mekke’de gizliyordu. Bu hadise üzerine şu ayet-i kerimenin nazil olduğu rivayet edilir (TDV Meali):
“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: ‘Eğer Allah kalplerinizde bir hayır (iman) olduğunu bilirse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Enfâl, 8/70)
Allah Teâlâ, sözünü tuttu. Hz. Abbas, Mekke’ye döndükten sonra o kadar zenginleşti ki, “Allah bana o fidyeden kat kat fazlasını ve en mühimi olan mağfireti nasip etti” derdi.

Bölüm 3: Mekke’deki Göz ve Kulak
Hz. Abbas, Bedir’den sonra Mekke’ye döndü. Artık o, Medine’deki İslam devletinin Mekke’deki gizli gözü ve kulağıydı. Kureyş’in tüm planlarını, hazırlıklarını ve hareketlerini gizlice mektuplar yazarak Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştırıyordu. Uhud Savaşı öncesinde ve sonrasında, Hendek Savaşı hazırlıklarında hep onun gönderdiği istihbarat, Müslümanların tedbir almasında hayati bir rol oynadı. O, Mekke’de kalarak hicret edenler kadar büyük bir hizmette bulunuyordu.

Bölüm 4: Fethin Müjdecisi ve Ebu Süfyan’ın Kurtuluşu
Mekke’nin Fethi için on bin kişilik muazzam İslam ordusu yola çıktığında, Hz. Abbas artık Mekke’de duramadı. Ailesini alıp Medine’ye doğru yola çıktı ve orduyla Cuhfe’de buluştu. Bu onun resmi hicretiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu görünce çok sevindi ve “Muhacirlerin sonuncusu, amcam Abbas’tır” buyurarak onu taltif etti.
Ordu Mekke’ye yaklaştığında, Hz. Abbas, bu fethin kansız olmasını çok arzuluyordu. Yeğeninin doğduğu şehre savaşsız girmesini istiyordu. Efendimiz’in (s.a.v.) katırı Düldül’e binerek Mekke’ye doğru ilerledi ve Kureyş’in reisi Ebu Süfyan ile karşılaştı. Ebu Süfyan, İslam ordusunun büyüklüğü karşısında dehşete kapılmıştı.
Hz. Abbas, eski dostunu ve Kureyş’in liderini koruması altına aldı. Onu katırının terkisine bindirerek Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdi. Ebu Süfyan’ın iman etmesine vesile oldu. Ertesi gün, Ebu Süfyan’ı ordunun geçit yaptığı bir tepeye çıkardı. Kabileler sancaklarıyla geçerken Ebu Süfyan, “Bugün büyük bir savaş olacak” deyince, Hz. Abbas onu düzeltti: “Hayır, bugün Allah’ın Kâbe’yi yücelteceği büyük bir merhamet günüdür.”
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’ye girerken kan dökülmemesi için amcasının ve Ebu Süfyan’ın itibarını kullandı. Şu meşhur emân (güvence) ilan edildi:
“Kim Kâbe’ye sığınırsa güvendedir. Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa güvendedir. Kim kendi evine kapanırsa güvendedir.”
Bazı rivayetlerde, “Kim Abbas’ın evine sığınırsa güvendedir” güvencesi de verilmişti. Hz. Abbas, fethin barışla tamamlanmasında kilit rol oynamıştı.

Bölüm 5: Huneyn’in Kahramanı: “O Gür Ses”
Hz. Abbas’ın kahramanlığının zirveye çıktığı yer ise Huneyn Savaşı’dır. Mekke’nin fethinden hemen sonra, Hevâzin ve Sakîf kabileleri büyük bir ordu toplamıştı. Müslüman ordusu, sayıca çok olmalarına (12.000 kişi) güvenerek bir vadiye girdi. Düşman pusu kurmuştu.
Aniden başlayan ok yağmuru ve saldırı, orduda büyük bir panik başlattı. Askerlerin çoğu geriye doğru kaçışmaya başladı. Savaş meydanında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı. Efendimiz (s.a.v.) ise sarsılmaz bir imanla, “Ben Peygamberim, yalan değil! Ben Abdülmuttalib’in oğluyum!” diye haykırıyordu.
İşte o an, bozgun zafere dönüştü. Efendimiz (s.a.v.), gür ve tesirli sesiyle meşhur olan amcası Hz. Abbas’a döndü ve emretti:
“Ey Abbas! Seslen o kaçanlara! Ey Semure Ağacı’nın (Hudeybiye’de biat edenlerin) yoldaşları! Ey Bakara Sûresi erleri!”
Hz. Abbas (r.a.), Allah vergisi o muazzam sesiyle tüm vadiyi inletircesine haykırdı:
“Yâ Ma’şere’l-Ensâr! Yâ Ashâbe’s-Semura!”
Bu sesi duyan sahabeler, sanki bir mıknatısa çekilir gibi duraksadılar. Kaçarken duydukları bu ses, onlara Akabe’deki, Bedir’deki, Uhud’daki ve Hudeybiye’deki yeminlerini hatırlattı. “Lebbeyk! (Buyur!)” diye haykırarak geri döndüler. Öyle bir dönüşle saldırdılar ki, savaşın seyri bir anda değişti ve büyük bir zafer kazanıldı. Hz. Abbas’ın sesi, dağılmış bir orduyu toplayan ilahî bir nida olmuştu.
Bölüm 6: Peygamber Amcasının Hürmeti ve “Yağmur Duası”
Hz. Abbas (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra da Müslümanlar arasında büyük bir saygı gördü. Halifeler ona “Peygamber’in amcası” hürmetiyle davranır, fikirlerine danışırlardı.
Hz. Ömer (r.a.) devrinde büyük bir kıtlık ve kuraklık yaşandı. İnsanlar perişan haldeydi. Hz. Ömer, halkı topladı ve yağmur duasına (istiskâ) çıktı. Ancak bu duada farklı bir tevessül (vesile kılma) vardı.
Hz. Ömer (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat etmiş olmasının hüznüyle, hayattaki en kıymetli akrabası olan Hz. Abbas’ın elini tuttu. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle niyaz etti:
“Allah’ım! Bizler daha önce kuraklıkta Peygamberimiz’i (s.a.v.) vesile kılarak Sana yalvarırdık, Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılarak Sana yalvarıyoruz. Onun hürmetine bize yağmur ver!”
Daha dua bitmeden gökyüzü bulutlarla kaplandı ve öyle bir yağmur yağdı ki, yer gök bereketle doldu. Sahabeler, Hz. Abbas’ın yanına koşup onu tebrik ettiler ve “Ey Peygamber’in amcası, ey Haramain’in (Mekke ve Medine’nin) sakisi!” diyerek ona olan sevgilerini gösterdiler.
Kıssadan Hisse
Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.), hayatı boyunca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem kan bağıyla yakını hem de davasının sâdık bir hizmetkârı oldu. O, imanını gerektiğinde gizleyerek İslam’a Mekke’den hizmet eden bir stratejist; fetihte kan dökülmemesi için çalışan bir barış elçisi; Huneyn’de dağılan orduyu sesiyle toplayan bir kahraman ve Hz. Ömer devrinde hürmetine yağmurlar yağan mübarek bir ihtiyardı.
Onun hayatı bizlere, Allah’a ve Resûlü’ne olan sadakatin farklı yollarla gösterilebileceğini, bazen sabırla beklemenin, bazen de gür bir sesle haykırmanın “hizmet” olduğunu öğretir. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “amcası” olmanın şerefini, İslam’ın “kahramanı” olmanın faziletiyle birleştiren müstesna bir sahabiydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Hamza bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası, “Allah’ın Arslanı” ve “Şehîdü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).

Allah’ın Arslanı ve Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza (r.a.)
Mekke’nin kavurucu güneşinin altında, Kâbe’nin gölgesinde bir adam yürürdü. Heybetiyle yeri titreten, bakışlarıyla en cesur yüreklere bile korku salan bir adam… Bu, Kureyş’in en yiğit savaşçısı, en usta avcısı, Abdülmuttalib’in oğlu Hamza idi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem amcası hem de süt kardeşiydi. Aralarında sadece birkaç yaş fark vardı ve birlikte büyümüşlerdi.
Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin sosyal hayatının merkezindeydi. Güçlüydü, sözü dinlenirdi ve kabile asabiyeti (bağlılığı) çok kuvvetliydi. Yeğeni Muhammed’ül-Emîn’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiği ilk günlerde, o bu yeni davete pek alâka göstermemişti. Onun dünyası avcılık, yiğitlik ve Kureyş’in meseleleri üzerine kuruluydu.
Ancak kader, bu büyük kahramanı, “Allah’ın Arslanı” yapacak bir an için hazırlıyordu.
Hidayete Varılan Öfke
Peygamberliğin altıncı yılıydı. Müslümanlar sayıca az, güçsüz ve müşriklerin şiddetli eziyetleri altındaydı. Bir gün, Kureyş’in azılı İslâm düşmanlarından Ebû Cehil, Safâ tepesi civarında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) rastladı. O mübarek insana en ağır hakaretleri etti, hatta mübarek başına taş atarak onu yaraladı. Resûlullah (s.a.v.), bu eziyete sabırla mukabele etti ve evine çekildi.
O sırada, Abdullah bin Cüd’ân’ın cariyesi (hizmetçisi) bu alçakça manzarayı görmüştü.
Akşama doğru, Hz. Hamza (r.a.) her zamanki gibi avdan dönüyordu. Omuzunda yayı, belinde kılıcı, heybetle Mekke’ye girerken o cariye karşısına çıktı. Yüzünde bir öfke ve keder vardı:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz önce burada olup biteni görseydin! Kardeşinin oğlu Muhammed’e (s.a.v.) Ebû Cehil’in neler yaptığını, ona nasıl hakaretler edip nasıl yaraladığını bir görseydin! O ise tek bir cevap bile vermeden evine gitti.”
Bu sözler, Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kanı kaynattı. Bu, henüz iman ettiği için değil, kabile onuru, yani hamiyet-i cahiliye denilen soyluluk gururu içindi. Onun yeğenine, o yokken kimse dokunamazdı!
Yolunu değiştirmedi, avdan döndüğü gibi toz toprak içinde, yayını omuzundan indirmeden doğruca Kâbe’ye yürüdü. Ebû Cehil, Kureyş’in diğer ileri gelenleriyle birlikte oturmuş, yaptığıyla övünüyordu. Hz. Hamza (r.a.), gürleyen bir sesle kükredi:
“Benim yeğenime, ben onun dinindeyken, nasıl hakaret edersin?”
Ebû Cehil neye uğradığını şaşırmıştı. Cevap vermeye cüret edemeden, Hz. Hamza (r.a.) elindeki sert yayını Ebû Cehil’in başına bütün gücüyle indirdi. Ebû Cehil’in başı fena halde yarılmıştı. Ebû Cehil’in kabilesi olan Benî Mahzûm’dan adamlar ayağa kalktı, kılıçlar çekildi. Fakat Ebû Cehil, karşısındakinin Hamza olduğunu bilerek ve daha büyük bir fitneden korkarak adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi! Ben gerçekten onun yeğenine çok kötü hakaretler ettim.”
Hz. Hamza (r.a.), Kâbe’de o heybetiyle durdu ve bütün müşriklere meydan okudu:
“İşte ben de onun dinindeyim! Gücü yeten varsa, bana mâni olsun!”
İmandan Gelen Metanet
Bu büyük hadiseden sonra Hz. Hamza (r.a.) evine gitti. Lâkin o gece ona uyku haramdı. Öfkeyle “Ben onun dinindeyim” demişti ama kalbi bir muhasebe içindeydi. Bu, anlık bir öfke miydi, yoksa derûnî (içsel) bir hakikat miydi?
Bütün gece düşündü, tefekkür etti. Yeğeni Muhammed’in (s.a.v.) hayatını, onun dürüstlüğünü, onun getirdiği mesajın yüceliğini düşündü. O, putlara tapan atalarının yolundan gitmenin artık bir manası olmadığını idrak etti. Kalbi, hidayet nuruyla aydınlandı. Allah’a şöyle dua etti: “Allah’ım! Eğer bu tuttuğum yol doğruysa, kalbime imanı yerleştir. Bu şüpheyi benden gider.”
Sabah olduğunda, kalbinde zerre şüphe kalmamıştı. Doğruca Dârü’l-Erkâm’a, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve diğer Müslümanların gizlice toplandığı o mübarek eve gitti. Kapıyı çaldı.
İçeridekiler, Hz. Ömer (r.a.) henüz Müslüman olmadığı için, Hamza’nın (r.a.) gelişinden endişelendi. Acaba bir kötülük mü yapacaktı? Fakat Efendimiz (s.a.v.), “Açın kapıyı,” buyurdu. “Eğer hayırla geldiyse hoş geldi. Eğer şerle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz.”
Hz. Hamza (r.a.) içeri girdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durdu ve gür sesiyle Kelime-i Şehadet getirdi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enneke Resûlullah! (Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün!)”
Dârü’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. Bu, zayıf Müslümanlar için muazzam bir moral, müşrikler için ise büyük bir darbe oldu. Artık Müslümanların iki büyük koruyucusu vardı: Hz. Hamza (r.a.) ve kısa bir süre sonra Müslüman olacak olan Hz. Ömer (r.a.).
Hz. Hamza (r.a.) Müslüman olduktan sonra, o cahiliye dönemindeki öfkesi ve sertliği, İslâm’ın vakarına ve metanetine dönüştü. Artık o, gücünü kabile şerefi için değil, Allah yolunda kullanıyordu.
Bedir’in Kahramanı
Medine’ye hicret edildiğinde, Hz. Hamza (r.a.) en öndeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu, azatlı kölesi Zeyd bin Hârise (r.a.) ile kardeş ilan etti.
Bedir Savaşı’nda, o artık “Allah’ın Arslanı” olarak kükrüyordu. Savaş öncesi yapılan teke tek mücadelelerde (mübâreze), müşriklerin en azılı savaşçıları meydana çıktı. Hz. Hamza (r.a.), göğsüne taktığı devekuşu kanadıyla meydana atıldı. Karşısına çıkan Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa’yı (veya bazı rivayetlerde kardeşi Şeybe’yi) bir kılıç darbesiyle yere serdi. Savaş boyunca bir arslan gibi müşrik ordusunun saflarını yardı, geçti. Bedir zaferinin en büyük kahramanlarından biriydi.
Şehitlerin Efendisi: Uhud
Bedir’in acı intikamını almak isteyen müşrikler, bir yıl sonra Uhud’da toplandılar. Müşrik ordusunda biri vardı ki, onun tek bir vazifesi vardı: Hz. Hamza’yı (r.a.) şehit etmek.
Bu kişi, Habeşli bir köle olan Vahşî bin Harb idi. Mızrak (harbe) atmakta çok ustaydı. Efendisi Cübeyr bin Mut’im, “Amcamı Bedir’de öldüren Hamza’yı öldürürsen hürsün!” demişti. Ayrıca, Bedir’de babasını ve kardeşlerini kaybeden Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, Vahşî’ye büyük vaatlerde bulunmuştu.
Uhud Savaşı başladığında, Hz. Hamza (r.a.) yine en öndeydi. İki kılıçla savaştığı, önündeki düşmanları ekin biçer gibi devirdiği rivayet edilir. Savaşın en kızıştığı anda, Vahşî bir kayanın arkasına gizlenmiş, sadece “Allah’ın Arslanı”na nazarını (bakışını) kilitlemişti.
Hz. Hamza (r.a.), müşrik ordusunun merkezine doğru ilerlerken, Vahşî o meş’um mızrağını fırlattı. Mızrak, o mübarek bedene saplandı. Hz. Hamza (r.a.), Vahşî’nin üzerine yürümek istedi ama takati kalmamıştı. Yere düşerken son nefesiyle şehadet getirdi ve o mübarek ruhunu Rabbine teslim etti.
Savaşın seyri değişip Müslümanlar zor duruma düşünce, müşrikler şehitlerin naaşlarına müsle (uzuvlarını kesme) vahşetini uyguladılar. Hind, Vahşî’nin yanına gelerek Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşına hakaret etti.
Peygamberimizin (s.a.v.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşıyordu. En sevdiği amcası, süt kardeşi, İslâm’ın kahramanı Hamza’yı (r.a.) aradı.
Onu bulduğunda gördüğü manzara, O’nun (s.a.v.) mübarek kalbini dağladı. Amcası tanınmaz haldeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hayatındaki en büyük acılardan birini o gün yaşadı. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle buyurdu:
“Ey Allah’ın Resûlü’nün amcası! Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Sen ki, akrabalık bağlarını en çok gözeten ve hayırları en çok işleyendin.”
Efendimiz’in (s.a.v.) acısı o kadar büyüktü ki, bir an için intikam yemini etmek istedi. Lâkin Cebrail (a.s.) hemen şu ayet-i kerimeyi getirdi (Nahl Suresi, 126. Ayet):
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) yemininden vazgeçti ve sabretti.
Hz. Hamza (r.a.) ve diğer Uhud şehitleri için cenaze namazı kılındı. Rivayetlere göre Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hamza’nın (r.a.) cenaze namazını, diğer şehitlerle birlikte defalarca kıldırmış, ona olan sevgisini ve hürmetini göstermiştir.
Ve o gün, Resûlullah (s.a.v.) sevgili amcasına kıyamete kadar anılacak o yüce unvanı verdi:
“Seyyidü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).
Hz. Hamza’nın (r.a.) hayatı, kabilecilik onurundan imanın izzetine, dünyevi cesaretten “Allah’ın Arslanı” olmaya yükselişin muhteşem bir isbatıdır. O, sadakatin, kahramanlığın ve Allah yolunda canını feda etmenin en büyük timsallerinden biri olarak müminlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

****************

• Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.): “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) lakabıyla bilinen büyük kumandan.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Seyfullah: Allah’ın Kılıcı Hz. Hâlid bin Velîd (radıyallahu anh)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Keskin Kılıcı
Güneşin çölü kavurduğu Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve en zengin kabilelerinden biri olan Mahzumoğulları arasında bir genç yetişiyordu. Adı Hâlid’di. Babası, Kureyş’in en nüfuzlu isimlerinden Velîd bin Muğîre idi. Hâlid, doğuştan bir savaşçıydı. Daha genç yaşta ata binmesi, kılıç kullanması ve mızrak atışındaki mahareti dillere destandı. O, sadece güçlü değil, aynı zamanda emsalsiz bir zekâya sahipti. Bir ordunun nerede zayıf olduğunu, düşmanın bir sonraki hamlesinin ne olacağını sezebilen keskin bir nazarı (bakışı) vardı.

İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hâlid’in ailesi bu yeni dine şiddetle karşı çıkanların başındaydı. Hâlid de, atalarının yolunu takip ederek bu yeni davetin karşısında durdu. Bedir Savaşı’nda bulunmasa da, Uhud Savaşı’nda Kureyş ordusunun sağ kanat süvari birliğinin kumandanıydı.
Uhud’da savaşın seyri Müslümanların lehine dönmüş, Kureyş ordusu dağılmaya başlamıştı. Fakat Hâlid’in keskin gözleri, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ne olursa olsun yerinizden ayrılmayın!” diye emrettiği Ayneyn tepesindeki okçuların, ganimet almak için yerlerini terk ettiğini fark etti. Bu, bir askeri deha için kaçırılmayacak bir fırsattı. Hâlid, bir kartal gibi süvarileriyle tepenin arkasından dolaştı ve İslam ordusunu arkadan çevirdi. Bu ani ve dâhiyane hamle, savaşın seyrini Müslümanların aleyhine çevirdi ve o gün, Hz. Hamza (r.a.) başta olmak üzere pek çok güzide sahabe şehadet şerbetini içti.
Hâlid, Hendek Savaşı’nda da Müslümanları zorlayan süvari hücumlarını yönetti. O, Mekke’nin müşrikler elindeki en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Kalbin Fethi ve Medine Yolculuğu
Yıllar geçti. Hudeybiye Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma, Mekkelilerin zannettiğinin aksine, İslam’ın yayılmasına büyük bir kapı açtı. Hâlid bin Velîd gibi dâhiler, artık kaba kuvvetle bu nurun söndürülemeyeceğini idrak etmeye başlamıştı.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hâlid’in Müslüman olan kardeşi Velîd’e (r.a.) sordu: “Hâlid nerede? Onun gibi bir zekâ ve kabiliyetin İslam’dan uzak kalması ne kadar yazık! Keşke gelse de, bu kabiliyetini Müslümanların safında kullansa…”
Bu sözler, Velîd (r.a.) tarafından bir mektupla Hâlid’e ulaştırıldı. Hâlid zaten bir arayış içindeydi. Gördüğü rüyalar, kalbindeki tereddütler onu hakikate doğru çekiyordu. Bu mektup, son davet oldu. Kureyş’in bir diğer dâhisi olan Amr bin Âs (r.a.) ile gizlice anlaştılar. İkisi birlikte, İslam’ın başkenti Medine’ye doğru yola çıktılar.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki büyük dehanın gelişine çok sevindi. Hâlid, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Büyük bir mahcubiyet içindeydi. Uhud’da yaptıkları aklına geldikçe eziliyordu.
“Yâ Resûlallah,” dedi. “Ben, Allah yolundan alıkoymak için pek çok savaşa katıldım. Benim için Allah’a istiğfar et, beni bağışlaması için dua et.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek o müjdeyi verdi:
“Ey Hâlid! Bilmez misin ki, İslam, kendinden önceki bütün günahları siler, yok eder.”
O an, Hâlid bin Velîd (r.a.), kalbini ve kılıcını Allah ve Resûlü’ne teslim etti. Mekke’nin kılıcı, artık İslam’ın hizmetkârıydı.

Üçüncü Bölüm: “Seyfullah” Lakabının Doğuşu (Mute Savaşı)
Hz. Hâlid’in Müslüman oluşunun üzerinden çok kısa bir zaman geçmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Bizans İmparatorluğu’na bağlı Gassanîlere gönderdiği elçinin şehit edilmesi üzerine 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun karşısında ise 100.000 (bazı rivayetlerde 200.000) kişilik devasa bir Bizans ordusu vardı.
Efendimiz (s.a.v.), sancağı Zeyd bin Hârise’ye (r.a.) verdi ve buyurdu: “Zeyd şehit düşerse sancağı Ca’fer (bin Ebî Tâlib) alsın. Ca’fer şehit düşerse Abdullah bin Revâha alsın. O da şehit düşerse, Müslümanlar aralarından birini komutan seçsin.”
Hz. Hâlid de bu orduda bir nefer olarak bulunuyordu.
Savaş, Mute denilen yerde başladı. 3.000 kişi, kendilerinden katbekat üstün bir orduya karşı kahramanca çarpışıyordu. Çok geçmeden, Resûlullah’ın (s.a.v.) bildirdiği gibi Hz. Zeyd şehit düştü. Sancağı Hz. Ca’fer aldı. O da savaşırken iki kolunu kaybetti ve sancağı dişleriyle tutarken şehit düştü. Sancağı Hz. Abdullah bin Revâha aldı ve o da şehadet şerbetini içti.
İslam ordusu komutansız kalmış, dağılmak üzereydi. İşte o an, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.) ileri atıldı ve sancağı kaptığı gibi havaya kaldırdı. Ordunun dağılmasını engelledi. O gün güneş batana kadar kahramanca savaştı.
Kendi ifadesiyle, “O gün Mute’de elimde tam dokuz kılıç parçalandı. Elimde sadece Yemen işi enli bir kılıç kaldı.”
Hâlid (r.a.), gece olunca askeri dehasını konuşturdu. Bu ordunun buradan kurtulmasının tek yolu, düşmanı şaşırtmaktı. Gece vakti, ordunun sağ kanadını sola, sol kanadını sağa; öncüleri artçılara, artçıları öncülere kaydırdı. Sabah olduğunda, Bizans ordusu karşılarında farklı sancaklar ve farklı yüzler görünce, “Müslümanlara Medine’den yardım kuvveti gelmiş!” zannettiler.
Hz. Hâlid, bu şaşkınlıktan istifade ederek “Saht-ı Ric’at” denilen dâhiyane bir çekilme taktiği uyguladı. Düşmana ağır kayıplar verdirerek ve kendi ordusunu büyük bir felaketten kurtararak Medine’ye geri döndürdü.
Aynı anda Medine’de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gözyaşları içinde Mute’de olanları ashabına anlatıyordu: “Sancağı Zeyd aldı, şehit düştü. Ca’fer aldı, şehit düştü. İbn Revâha aldı, o da şehit düştü…” Ashab hüzün içindeydi. Efendimiz (s.a.v.) devam etti:
“…Nihayet sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç (Seyfullah) aldı ve Allah onlara fethi müyesser kıldı.”
İşte o gün, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından “Allah’ın Kılıcı” (Seyfullah) lakabıyla şereflendirildi.

Dördüncü Bölüm: İrtidat (Dinden Dönme) Yangınını Söndüren Kılıç
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Arap yarımadasında büyük bir yangın başladı. Pek çok kabile, “Biz Muhammed’e (s.a.v.) itaat ediyorduk, O vefat etti, artık zekât vermeyiz” diyerek dinden döndü (irtidat etti). Yalancı peygamberler türedi. Bunların en tehlikelisi, Yemâme’deki Müseylemetü’l-Kezzâb idi.
Medine, ateşle çevrilmiş gibiydi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), halife olarak dimdik durdu. “Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah’a (s.a.v.) verdikleri bir keçi yavrusunu dahi benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!” dedi ve orduları hazırladı.
Bu irtidat yangınını söndürecek kişi, Seyfullah’tan başkası değildi.
Hz. Hâlid (r.a.), önce Tuleyha’yı, ardından Secah’ı (diğer yalancı peygamberler) bertaraf etti. Sonra en zorlu düşman olan Müseylime’nin üzerine, Yemâme’ye yürüdü. Yemâme Savaşı, İslam tarihinin en çetin savaşlarından biri oldu. Müseylime’nin 40.000 kişilik ordusuna karşı Müslümanlar zor anlar yaşadı. Pek çok hafız sahabe bu savaşta şehit düştü.
Hz. Hâlid (r.a.), ordunun sarsıldığını görünce gürledi: “Ey Kur’an ehli! Kur’an’ı amellerinizle süsleyin!” Askerleri kabile kabile ayırarak tanzim etti. Müthiş bir hücumla Müseylime’nin ordusunu “Hadîkatü’r-Rahmân” (Rahman’ın Bahçesi) denilen bir bahçeye sıkıştırdı. Bu bahçe, o gün Müslümanların kanıyla sulandığı için “Hadîkatü’l-Mevt” (Ölüm Bahçesi) adını aldı. Sonunda Hz. Vahşî (r.a.), Müseylime’yi öldürdü ve bu büyük fitne ateşi söndü.
Beşinci Bölüm: İki Cihan İmparatorluğuna Karşı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) dönemi, fitneler bastırıldıktan sonra fetihlerin başladığı dönem oldu. Hz. Hâlid (r.a.), önce o dönemin süper güçlerinden biri olan Sasani (İran) İmparatorluğu’nun üzerine, Irak cephesine gönderildi. Zâtü’s-Selâsil (Zincirler) Savaşı başta olmak üzere girdiği hiçbir savaşta yenilmedi. Sasani ordularını perişan ederek Hîre’ye kadar ulaştı.
Tam bu sırada, diğer süper güç olan Bizans (Rum) İmparatorluğu, Suriye cephesinde Müslümanlara karşı büyük bir ordu toplamıştı. Halife Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) acil bir ferman geldi: “Irak’ı bırak, derhal Suriye’deki ordunun başına geç!”
Hz. Hâlid’in (r.a.) Irak’tan Suriye’ye geçişi, askeri tarihin en dâhiyane ve en cüretkâr hamlelerinden biridir. Normal kervan yolları aylarca sürerdi ve Bizans pusularıyla doluydu. Hz. Hâlid, kimsenin geçmeye cesaret edemediği, susuz ve kavurucu çölden geçmeye karar verdi. Ordusundaki develere günlerce su içirdi, bazılarının dudaklarını bağlayarak suyu midelerinde tutmalarını sağladı. Çölde susuzluktan kırılma noktasına geldiklerinde bu develeri keserek içlerindeki suyu kullandılar ve mucizevi bir şekilde Bizans ordusunun beklemediği bir anda Suriye’de ortaya çıktılar.

Altıncı Bölüm: Yermük Meydan Muharebesi ve En Büyük İmtihan
Suriye’deki dağınık İslam ordularını birleştiren Hz. Hâlid (r.a.), Bizans İmparatoru Heraklius’un gönderdiği 240.000 kişilik devasa orduyu Yermük vadisinde karşıladı. Müslümanlar ise sadece 40.000 kişiydi.
Bu sırada Medine’de Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat etmiş, yerine Hz. Ömer (r.a.) geçmişti. Hz. Ömer (r.a.), halife olur olmaz, Hz. Hâlid’i (r.a.) başkomutanlıktan azledip, yerine “Ümmetin Emini” lakaplı Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı (r.a.) tayin eden bir mektup gönderdi.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), büyük bir feraset sahibiydi. Yermük gibi dehşetli bir savaşın tam ortasında bu mektubu almasına rağmen, ordunun maneviyatı bozulmasın diye mektubu gizledi ve savaşı Hz. Hâlid’in (r.a.) yönetmesini rica etti.
Hz. Hâlid (r.a.), Yermük’te yine askeri dehasını gösterdi. 40 bin kişilik orduyu 36-40 adet küçük, hareketli tabura (Kürdûs) ayırdı. Bu taburlar, Bizans’ın ağır ve hantal ordusunun kanatlarına sürekli vur-kaç yaparak düşmanın nizamını bozdu. Kadınlar bile savaşın gerisinde durup kaçmak isteyen Müslümanlara “Bizi Rumlara mı bırakacaksınız!” diye haykırarak onları cepheye geri döndürdü. Muazzam bir zafer kazanıldı ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı.
Zaferden sonra, Hz. Hâlid (r.a.) azledildiğini öğrendi. Herkes onun isyan etmesini bekliyordu. O ise, tarihe geçecek o muazzam teslimiyetini gösterdi:
“Ben, Ömer için savaşmıyordum. Ben, Ömer’in Rabbi olan Allah için savaşıyordum. Komutan değişse de, Allah bâkidir.”
Hemen Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) emrine girdi ve bir nefer olarak savaşmaya devam etti. Hz. Ömer’in (r.a.) onu neden azlettiği sorulduğunda, Halife şöyle cevap vermişti: “Hâlid’i bir eksikliğinden dolayı azletmedim. Ancak insanlar zaferleri ondan bilmeye başladılar. Ben, zaferleri verenin sadece Allah olduğunu bilsinler diye Hâlid’i azlettim.”
Bu, hem Hâlid (r.a.) için hem de ümmet için büyük bir tevhid dersiydi.

Yedinci Bölüm: Kılıcın Kınına Girişi ve Vefatı
Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), hayatı boyunca yüzden fazla savaşa (büyük-küçük) katılmıştı. Girdiği hiçbir meydan muharebesini kaybetmemişti.
Ömrünün son demlerini Humus’ta geçirdi. Artık kılıcı kınındaydı. Yatağında, vefat döşeğindeydi. Yanında silah arkadaşları ağlıyordu. Hz. Hâlid (r.a.), üzerindeki örtüyü kaldırdı ve vücudunu gösterdi.
“Bakın,” dedi. “Vücudumda bir kılıç darbesi, bir mızrak yarası veya bir ok izi olmayan bir karış yer var mı? Bütün hayatım at sırtında, cihad meydanlarında geçti. Hep şehit olmayı arzuladım. Ama görün ki, şimdi bir deve nasıl yatağında ölürse, ben de öyle ölüyorum…”
Sonra o meşhur sözünü söyledi:
“Korkakların gözüne uyku girmesin!”
Allah’ın Kılıcı, Mekke’nin Uhud’daki mağrur komutanıyken İslam’ın Mute’deki kahramanı, Yermük’teki dâhisi ve son nefesinde bir nefer teslimiyetiyle Rabbine kavuşan mübarek bir sahabe olarak 642 yılında Humus’ta vefat etti.
Onun mirası, sadece askeri deha değil, aynı zamanda hidayete eriş, imana teslimiyet ve Allah’ın emrine (Halife’nin emri dahil) tam bir itaat mirasıdır.
Cenâb-ı Hak, o büyük kumandandan ebediyen razı olsun. Şefaatine nâil eylesin. Amin.

******************

• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.): İslâm’ın ilk müezzini ve İslâm uğruna büyük işkencelere sabreden sahabi.

Ebedî Sese Giden Yol: Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)

1. Bölüm: Mekke Ufkunda Bir Garip Köle
Güneşin Arabistan çöllerini yakıp kavurduğu bir zamanda, Mekke şehri, putların gölgesinde yaşayan bir topluluğa ev sahipliği yapıyordu. İnsanların değerinin, tenlerinin rengiyle, soylarının asilliğiyle veya sahip oldukları servetle ölçüldüğü karanlık bir dönemdi.
İşte bu şehirde, Habeşistan asıllı, teni gece gibi siyah, fakat kalbi aydınlık bir inci tanesi gibi temiz bir köle yaşardı: Bilâl bin Ebî Rebâh.
Bilâl, Mekke’nin en güçlü, en zengin ama aynı zamanda en katı kalpli efendilerinden biri olan Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Onun hayatı, efendisinin emirlerine harfiyen uymakla geçiyordu. O günün anlayışına göre, Bilâl’in bir “değeri” yoktu; o, alınıp satılan bir eşyadan farksızdı. Fakat Bilâl’in derûnunda, bu adaletsiz düzeni sorgulayan, hakikati arayan asil bir ruh gizliydi.
Bir gün Mekke’de, daha önce hiç duyulmamış bir fısıltı dolaşmaya başladı. “Emin” (Güvenilir) lakabıyla bilinen Muhammed (s.a.v.), “Tek bir Allah vardır. Putlar ilah değildir. İnsanlar eşittir.” diyordu.
Bu ses, Mekke’nin köhne düzenini temelinden sarsan bir sesti. Bu ses, köle ile efendiyi, zengin ile fakiri, siyah ile beyazı “takvâ” (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) dışında eşitleyen bir davetti.

2. Bölüm: İmanın Kalbe Düşüşü: “Ehad! Ehad!”
Bu yeni davet, Hz. Bilâl’in (r.a.) arayış içinde olan ruhuna bir şimşek gibi çarptı. O, Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna gizlice vardı ve o nurun halkasına dâhil oldu. Kelime-i Şehâdet getirerek, zincirlerini değil belki ama ruhunu özgürleştirdi. Artık o, bedeni köle olsa da ruhu hür bir Müslümandı.
Ancak Mekke’de imanını açıklamak, ateşe atlamaktan farksızdı.
Çok geçmeden, Ümeyye bin Halef, kölesi Bilâl’in bu “yeni dine” girdiğini öğrendi. Efendisinin kibri ve öfkesi korkunçtu. Kendi kölesinin, atalarının taptığı Lât ve Uzzâ putlarını inkâr edip, “Tek Bir Allah”a iman etmesini hazmedemiyordu.
Ve İslâm tarihinin en acı, ama en şerefli sabır imtihanlarından biri başladı.
Ümeyye, öğle vaktinin en kızgın anında, güneşin gökyüzünde bir ateş topu gibi durduğu saatlerde, Hz. Bilâl’i (r.a.) Mekke’nin kızgın kumlarına yatırırdı. Yetmezmiş gibi, birkaç kişinin zorla kaldırabildiği dev bir kayayı göğsünün üzerine koydururdu.
Nefesi kesilen, kemikleri ezilen Bilâl’in dudaklarından sadece iki kelime dökülürdü:
“Ehad! Ehad!” (Allah Birdir! Birdir!)
Ümeyye çılgına dönerdi: “Muhammed’in Rabbini inkâr et! Lât ve Uzzâ’ya döndüğünü söyle, seni bırakayım!”
Ama o kayanın altındaki sarsılmaz iman, şu cevabı verirdi: “Dilim dönmüyor… Ehad! Ehad!”
Ona işkence ederler, boynuna ip takıp Mekke sokaklarında çocuklara çektirirlerdi. Ama Hz. Bilâl’in (r.a.) kalbindeki tevhid nurunu söküp atamazlardı. O, bu işkencelerle alay edercesine “Ehad! Ehad!” demeye devam etti. Onun bu direnişi, Mekke’deki bütün müşriklere karşı tek başına kazanılmış bir zaferdi.

3. Bölüm: Hürriyete Kanat Çırpış
Hz. Bilâl’in (r.a.) bu kahramanca sabrı, Müslümanların yüreğini dağlıyordu. Bir gün, o yine işkence altındayken, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en sadık dostu, “Sıddîk” lakaplı Hz. Ebû Bekir (r.a.) oradan geçiyordu.
Bu manzaraya daha fazla dayanamayan Hz. Ebû Bekir (r.a.), hemen Ümeyye’ye gitti ve ona bir teklifte bulundu. Hz. Bilâl’i (r.a.) satın almak istiyordu. Ümeyye, zaten işkence etmekten yorulduğu ve “işe yaramaz” hâle geldiğini düşündüğü kölesi için bu teklifi kârlı buldu ve kabul etti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Bilâl’i (r.a.) satın alır almaz, “Sen artık hürsün Bilâl! Allah için hürsün!” dedi.
Bu, sadece bir kölenin âzat edilmesi değil; bu, İslâm’ın insan onuruna verdiği değerin, ırkçılığı ve sınıf ayrımını ayaklar altına alışının ilk ve en güçlü ilanıydı. Hz. Bilâl (r.a.), artık sadece hür bir insan değil, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en yakın dostlarından, “Bilâl-i Habeşî” idi.

4. Bölüm: Medine’nin Sesi ve İlk Ezan
Müslümanlar için Mekke’de hayat çekilmez olunca, Allah’ın izniyle Medine’ye hicret başladı. Hz. Bilâl (r.a.) de bu kutlu yolculuğa katıldı.
Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edilmiş, İslâm devleti kurulmuştu. Artık Müslümanlar bir araya gelip cemaatle namaz kılıyorlardı. Fakat bir sorun vardı: İnsanları namaz vaktinde nasıl bir araya toplamalı? Kimi “Çan çalalım” dedi, kimi “Boru öttürelim,” kimi “Ateş yakalım” dedi. Fakat bunların hepsi başka dinlerin âdetleriydi.
Bir gece, sahâbîlerden Abdullah bin Zeyd (r.a.) manalı bir rüya gördü. Rüyasında yeşil elbiseli bir zat, ona namaza nasıl çağırılacağını, yani Ezan’ın mübarek sözlerini öğretti: “Allahu Ekber, Allahu Ekber…”
Sabah hemen Peygamber Efendimize (s.a.v.) koştu ve rüyasını anlattı. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ettiler ve “Bu, şüphesiz hak bir rüyadır” buyurdular.
Sonra o tarihî emri verdiler: “Hemen Bilâl’e git ve duyduklarını ona öğret. O, bunları yüksek sesle okusun. Çünkü onun sesi, seninkinden çok daha gür ve dokunaklıdır.”
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin en yüksek yerine çıktı. Mekke’de “Ehad! Ehad!” diye inleyen o mübarek insan, şimdi Medine semalarında şu sedâyı yükseltiyordu:
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!…”
Bu ses, Medine’nin tüm sokaklarında yankılandı. Bu, İslâm’ın ilk Ezanı’ydı. Müslümanlar gözyaşları içinde mescide koştular. Dün üzerine kaya konulan o göğüs, bugün İslâm’ın çağrısını tüm cihana haykırıyordu. O günden sonra Hz. Bilâl (r.a.), “Müezzinü’r-Resûl” (Peygamberin Müezzini) unvanını aldı.

5. Bölüm: Zaferin Zirvesi: Kâbe’nin Üstünde Bir Müezzin
Yıllar geçti. Müslümanlar güçlendi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te büyük mücadeleler verildi. Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. Bedir Savaşı’nda, kendisine o zulümleri yapan eski efendisi Ümeyye bin Halef’in hak ettiği cezayı buluşuna şahit oldu.
Ve nihayet, hicretin 8. yılı… Mekke Fethi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), muzaffer bir komutan olarak, ama başı tevazu ile eğik bir şekilde Mekke’ye giriyordu. Yanında, dün köle olarak hor görülen Bilâl (r.a.) vardı.
Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’yi putlardan temizletti. İnsanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri yaşanıyordu. Öğle vakti geldiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanındaki Bilâl’e (r.a.) döndü ve ona, Kâbe’nin üzerine çıkıp Ezan okumasını emretti.
Bu, inanılmaz bir manzaraydı.
Mekke’nin kibirli soyluları, dün “köle” diye hakaret ettikleri, işkence ettikleri o Habeşli adamın, şimdi ayaklarının altındaki putları çiğneyerek Kâbe’nin damına çıkışını izliyorlardı.
Ve Hz. Bilâl’in (r.a.) gür sesi, fethedilen Mekke semalarında yankılandı: “Allâhu Ekber!… Eşhedü en lâ ilâhe illallâh…”
Bu Ezan, sadece bir namaz çağrısı değildi. Bu Ezan, ırkçılığın, kibrin, zulmün bittiğinin; üstünlüğün ancak takvâ ile olduğunun ilanıydı. Dün “Ehad” diyen ses, bugün “Allahu Ekber” diyerek zaferi taçlandırıyordu.

6. Bölüm: En Büyük Ayrılık ve Son Ezan
Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatına kadar O’nun müezzinliğini yaptı. Efendimizin (s.a.v.) vefatı, onun için dayanılmaz bir acıydı. O kadar üzüldü ki, artık Medine sokakları ona dar gelmeye başladı. Peygamberinin olmadığı bir şehirde Ezan okumak, ona çok ağır geliyordu.
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Elçisidir) cümlesine geldiğinde sesi titriyor, boğazı düğümleniyor, gözyaşlarına boğuluyordu.
Artık dayanamadı. Halife olan Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) izin isteyerek Medine’den ayrıldı ve Şam (Suriye) taraflarına, Allah yolunda cihad etmek için gitti.
Yıllar geçmişti. Hz. Ömer (r.a.) halife olmuştu. Bir gün Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sevgili torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), dedelerinin müezzinini çok özlemişlerdi. Hz. Bilâl’in (r.a.) Medine’ye gelmesini rica ettiler.
Yaşlanmış olan Hz. Bilâl (r.a.), bu daveti kıramadı ve Medine’ye geldi. Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ondan bir kez daha, sadece bir kez daha Medine’de Ezan okumasını istediler.
Hz. Bilâl (r.a.), sevgili torunları kıramadı. Sabah namazı için yıllar sonra Mescid-i Nebevî’nin minaresine çıktı.
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!”
Medine halkı bu sesi tanımıştı! Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) sesiydi! Peygamber zamanındaki o mübarek Ezan’dı!
Hz. Bilâl (r.a.) “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh” dedi…
Ve “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dediği anda…
Sadece o değil, bütün Medine ağlıyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi hatırlayarak sokaklara dökülmüş, hıçkırıklarla ağlıyorlardı. O gün, Medine’nin en hüzünlü ve en nurlu günlerinden biri olarak tarihe geçti.

Miras
Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.), bu son ziyaretinden sonra Şam’a döndü ve orada vefat etti.
O, geride sadece güzel bir ses bırakmadı. O, imanın köleliği de, ırkçılığı da, zulmü de yeneceğinin canlı bir ispatı oldu. O, sabrın, sadakatin ve ihlasın sembolü oldu. O, Mekke’nin kızgın kumlarından Kâbe’nin zirvesine yükselen mübarek bir davetçi olarak mü’minlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.): Medine’ye gönderilen ilk muallim (öğretmen) ve Uhud Savaşı’nın sancaktarı ve şehidi.

Mekke’nin İncisinden Uhud’un Sancağına: Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Parlayan Genci
Gözlerinizi bir an kapatın ve eski Mekke sokaklarında dolaştığınızı hayal edin. Öyle bir genç adam düşünün ki, o yürüdüğünde ardında adeta bir koku seli bırakır; en güzel Yemen kumaşlarından ipek elbiseler giyer, en nadide ayakkabıları eskitirdi. Saçları özenle taranmış, siması ay gibi parlaktı. Bu genç, Mekke’nin en zengin ve en asil ailelerinden birinin, Abdüddâroğulları’nın göz bebeğiydi: Mus’ab bin Umeyr.
Annesi Hunnâs bint Mâlik, oğluna o kadar düşkündü ki, Mekke’de ne kadar lüks, ne kadar kıymetli eşya varsa önüne sererdi. Mus’ab, Mekke’nin “en güzel giyineni”, “en yakışıklısı” ve “en zengini” olarak anılırdı. Onun bu zahirî (dışsal) parıltısı, herkesin dilindeydi. O, Mekke hayatının bütün imkânlarına sahip bir prensti adeta.
Fakat bu parıltılı hayatın derinliklerinde, Mus’ab’ın derûnî (içsel) dünyasında bir arayış vardı. Mekke’de yeni bir ses, daha önce hiç duyulmamış bir davet yankılanmaya başlamıştı. Bu ses, “Bir olan Allah’a iman edin” diyordu. Bu, Kureyş’in yetimi olarak bilinen, fakat “el-Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Muhammedü’l-Emîn’in (s.a.v.) sesiydi.

İkinci Bölüm: Kalbe Düşen Nur
Bu yeni davet, Mekke’nin ileri gelenlerinin hışmını çekmişti. İman edenler, putları reddedenler, gizlice Erkam’ın Evinde (Dârü’l-Erkam) toplanıyorlardı. Mus’ab bin Umeyr, bu daveti merak etti. Bir gün, bütün o şatafatlı hayatını ardında bırakarak gizlice Erkam’ın evinin kapısını çaldı.
İçeri girdiğinde, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) ashabına Kur’an okurken buldu. O mısralar, o beyitler, Mus’ab’ın kalbine bir nur gibi işledi. Duydukları, bildiği hiçbir şeye benzemiyordu. O an, o lüks içinde yaşayan genç adam, hayatının en mühim kararını verdi. O da Kelime-i Şehadet getirerek Müslümanların arasına katıldı.
Artık Mus’ab, iki farklı hayat yaşıyordu. Zahirde Mekke’nin zengin genci, derûnî dünyasında ise Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuş bir mümindi. Bu durumu bir müddet ailesinden, özellikle de çok sevdiği ama bir o kadar da sert mizaçlı olan annesinden gizledi.

Üçüncü Bölüm: İman Bedel İster
Ancak hakikatin güneşi, bulutların ardında sonsuza dek kalmaz. Osman bin Talha, Mus’ab’ı gizlice namaz kılarken gördü ve hemen ailesine haber verdi.
Haber, annesi Hunnâs’a ulaştığında kıyamet koptu. Oğlunu bu kadar seven, üzerine titreyen anne, evlâdının “atalarının dinini” terk etmesini kabullenemedi. Mus’ab’ı çağırdı. Önce tatlı dille, sonra tehditle onu vazgeçirmeye çalıştı. Ona sunduğu bütün zenginlikleri geri almakla korkuttu.
Fakat Mus’ab’ın kalbine iman nuru bir kere yerleşmişti. Annesine ve ailesine karşı büyük bir edep ve saygıyla, fakat kararından asla dönmeyeceğini bildiren bir sebat ile cevap verdi.
“Ey anneciğim,” dedi. “Ben sana ancak nasihat ettim. Senin iyiliğini istiyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik et.”
Annesinin öfkesi daha da kabardı. Bu asil genci aldılar, evlerinin bir köşesine hapsettiler ve dininden dönmesi için işkenceye başladılar. Mekke’nin o nazlı prensi, şimdi kendi ailesinin esiri olmuştu.
Bir yolunu bulup Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katıldı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye geri döndü. Ancak ailesinin tavrı değişmemişti. Annesi, onu son kez vazgeçirmeye çalıştı. Mus’ab (r.a.) imanında direndi. Annesi çaresizce, “Git! Artık senin annen değilim!” dedi ve onu evinden kovdu. Mus’ab ise annesine son bir nazar (bakış) ile baktı ve “Anneciğim, ben sana hayırdan başkasını dilemem” diyerek oradan ayrıldı.
Artık Mus’ab için yepyeni bir hayat başlamıştı. O ipek elbiseler gitmiş, yerine vücudunu zorlukla örten, yamalı, eski bir hırka gelmişti. O güzel kokular yerini açlığa ve yokluğa bırakmıştı. Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.), Mus’ab’ı bu halde gördü. Eski günlerini bildiği Mus’ab’ın bu perişan ama vakur hali, Peygamber Efendimizin gözlerini yaşarttı. Ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“Şu zâta bakın! Allah, onun kalbini nasıl da nurlandırmış! Onu annesiyle babasının yanında, Mekke’de en güzel yiyecek ve içeceklerle beslenirken görmüştüm. Allah ve Resûlü’nün sevgisi, onu gördüğünüz bu hale getirdi.”

Dördüncü Bölüm: Medine’nin İlk Muallimi
Mekke’de Müslümanlar için hayat giderek zorlaşırken, Yesrib (Medine) şehrinden bir grup insan, Akabe mevkiinde Peygamberimiz (s.a.v.) ile gizlice buluştu. Bu ilk buluşmaya “Birinci Akabe Biatı” denir. Medineli Müslümanlar, Efendimizden kendilerine İslam’ı ve Kur’an’ı öğretecek bir muallim istediler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu mukaddes vazife için kime güvendi dersiniz? Mekke’nin eski zengini, şimdinin iman kahramanı olan Mus’ab bin Umeyr’e…
Mus’ab (r.a.), “ilk muallim” ve “ilk hicret eden” unvanıyla Medine’ye doğru yola çıktı. Medine’de Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Onun vazifesi çok zordu. Medine’de henüz İslam’ı bilmeyen, hatta ona düşman olan pek çok kabile reisi vardı. Ama Mus’ab’ın elinde kılıç değil, dilinde Kur’an ve kalbinde iman vardı. O, hikmetle, güzel sözle ve sabırla insanları davet etti.
En meşhur hadiselerden biri, Medine’nin en güçlü reislerinden ikisi olan Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr ile karşılaşmasıdır.
Useyd bin Hudayr, öfkeyle mızrağını sallayarak Mus’ab’ın (r.a.) yanına geldi. “Siz buraya bizim zayıflarımızı kandırmaya mı geldiniz? Hayatınıza kastım yoksa derhal burayı terk edin!” diye bağırdı.
Hz. Mus’ab, o mızrağın karşısında zerre kadar korkmadı. Sadece tebessüm etti ve o yumuşak üslubuyla şöyle dedi:
“Ey kabilenin reisi! Biraz oturup dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Şayet hoşuna gitmeyen bir şey olursa, biz de kalkar gideriz.”
Bu teklif, Useyd’in hoşuna gitti. “Doğru söyledin” diyerek mızrağını yere sapladı ve oturdu. Hz. Mus’ab, ona Kur’an okumaya ve İslam’ın güzelliklerini anlatmaya başladı. Kur’an’ın ayetleri okundukça, Useyd’in sert yüzü yumuşadı, kalbi ısındı. Anlatılanlar bittiğinde, “Bu ne güzel bir söz! Bu dine girmek için ne yapmak gerekir?” diye sordu. O gün orada iman etti.
Ardından aynı taktiği Sa’d bin Muâz’a uyguladı. Hz. Mus’ab’ın hikmetli daveti sayesinde Sa’d bin Muâz da Müslüman oldu. Ve Sa’d, kendi kabilesi olan Abdüleşheloğulları’na gidip, “Bana iman etmeyen erkek ve kadına konuşmak haram olsun!” dedi. O gün, bütün bir kabile topluca İslam’ı kabul etti.
Hz. Mus’ab’ın bu gayretiyle, bir yıl içinde Medine’de İslam’ın girmediği, Kur’an’ın okunmadığı ev kalmamıştı. O, Medine’yi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hicretine hazırlayan “ilk öğretmen” olmuştu.

Beşinci Bölüm: Uhud’un Sancağı ve Şehadet
Bedir Savaşı’na katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud Savaşı geldiğinde ise, Allah Resûlü (s.a.v.) ona en mühim vazifelerden birini verdi: Muhacirlerin sancağını taşıma şerefini.
Uhud Savaşı çetin başladı. Bir ara Müslümanlar üstünlüğü ele geçirse de, Ayneyn Tepesi’ndeki okçuların yerlerini terk etmesiyle savaşın seyri bir anda değişti. Müşrikler, Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Büyük bir kargaşa başladı.
Herkesin dağıldığı, paniğe kapıldığı o anda, bir kişi sancağı bir an bile elinden düşürmedi: Mus’ab bin Umeyr!
O, sancağı sımsıkı tutuyor ve Allah Resûlü’nün (s.a.v.) etrafında bir kalkan gibi dönüyordu. Müşriklerin tek hedefi vardı: Peygamber Efendimizi (s.a.v.) şehit etmek. Hz. Mus’ab, fiziken de Peygamberimize benzediği için, müşrikler onu Efendimiz zannetti.
Müşriklerden İbn Kamî’a adında biri, kılıcıyla Hz. Mus’ab’a saldırdı. Bir darbeyle sancağı tutan sağ kolunu kesti.
Mus’ab (r.a.) sancağı hemen sol eline aldı. Yıkılmadı. Düşman, bu kez sol koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sol kolu da koptu.
O mübarek sahabi, sancağı yere düşürmemek için, iki kolunun kalan parçalarıyla sancağın direğini göğsüne bastırdı. Diliyle de şu ayeti okuyordu: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
Artık ayakta duracak gücü kalmamıştı. İbn Kamî’a, son darbeyi bir mızrakla vurdu. Hz. Mus’ab, sancağını bırakmadan yere yığıldı ve şehadet şerbetini içti.
Onun şehit olmasıyla, müşrikler “Muhammed’i öldürdük!” diye bağırmaya başladılar. Ancak Mus’ab, canını vererek Peygamber Efendimize (s.a.v.) vakit kazandırmış ve sancağı son nefesine kadar dalgalandırmıştı.

Altıncı Bölüm: En Zengin Şehit
Savaş bittikten sonra Allah Resûlü (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşırken Mus’ab’ın (r.a.) naaşının başına geldi. Bir zamanlar Mekke’nin en zengini olan, ipek elbiseler giyen bu kahramanın haline baktı. Üzerinde, onu kefenlemeye yetecek bir örtü dahi yoktu.
Yanındaki sahabiler, ellerindeki kısa hırkayı getirdiler. Başını örttüklerinde ayakları açılıyor, ayaklarını örttüklerinde ise mübarek başı açık kalıyordu.
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) gözleri yine yaşlarla doldu. Şöyle buyurdu: “Başını örtün, ayaklarının üzerine de izhir (güzel kokulu bir ot) koyun.”
Sonra, o mübarek şehidine ve diğer Uhud şehitlerine bakarak şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23)
Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.), Mekke’nin bütün zenginliğini elinin tersiyle itip, imanını seçen; Medine’yi hikmeti ve ilmiyle fetheden ilk muallim; Uhud’da ise canını ve kollarını feda ederek sancağı düşürmeyen büyük bir şehittir. Onun hayatı, imanın dünyevi her şeyden daha kıymetli olduğunun en parlak isbatıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

******************

• Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.): Hakikati arayışı uzun bir yolculukla İslâm’da son bulan, Hendek Savaşı’nda hendek kazılmasını teklif eden sahabi.

Hakikat Güneşinin Peşindeki Yolcu: Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)

1. Bölüm: Sönmeyen Ateşin Koruyucusu
İran’ın İsfahan şehrinin Ceyy köyünde, asırlar önce zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. O zamanlar adı Rûzbeh idi. Babası, köyünün “dihkân”ı, yani reisi ve en büyük Mecûsî (ateşe tapan) rahibiydi. Babasının gözbebeğiydi ve onu kendisinden sonra yerini alacak kişi olarak görüyordu.
Rûzbeh’in en mühim vazifesi, tapınaklarındaki “kutsal ateş”in hiç sönmemesini sağlamaktı. Gece gündüz o ateşin başında bekler, sönmeye yüz tuttuğunda onu tekrar harlardı. Fakat genç Rûzbeh’in içinde, o ateşin aydınlatamadığı bir boşluk vardı. Kalbi, bu donuk ve anlamsız ibadetten daha fazlasını, daha ulvi bir gerçeği arıyordu. Babasının dini ona tatmin vermiyor, aklındaki suallere cevap bulamıyordu. “Bu ateş,” diye düşünürdü, “benim onu beslediğim gibi, o da bana muhtaç. Kendine bile faydası olmayan bir şey, nasıl yaratıcı olabilir?”

2. Bölüm: Arayışın İlk Kıvılcımı
Bir gün babası, onu malikânelerindeki işleri takip etmesi için gönderdi. Yolda, Rûzbeh’in kulağına daha önce hiç duymadığı, farklı bir melodi çalındı. Bir binadan, toplu halde dua eden insanların sesleri geliyordu. Merakla içeri girdi. Burası bir Hristiyan (Nasrânî) kilisesiydi.
Onları izledi. İbadetleri, babasının ateşine tapmaktan çok daha manalı gelmişti. Onların huşû içinde, görünmeyen ama kudretli bir Yaratıcı’ya yönelmeleri Rûzbeh’i derinden etkiledi. Akşama kadar orada kaldı. “Bu din,” dedi, “bizimkinden daha hayırlı.”
Eve döndüğünde her şeyi babasına anlattı. Babası, oğlunun dinini terk etmesinden korkarak öfkelendi. Onu evde bir odaya kilitledi ve ayaklarına zincir vurdu. Fakat Rûzbeh’in kalbine “hakikat arayışı” ateşi bir kere düşmüştü. Bu ateş, tapınaktaki sahte ateşten çok daha güçlüydü.

3. Bölüm: Uzun ve Meşakkatli Yolculuk
Rûzbeh, bir yolunu bulup esaretten kurtuldu. Kilisidekilere, bu dinin merkezinin neresi olduğunu sormuştu. “Şam” dediler. Gizlice bir kervana katıldı ve doğduğu toprakları, zenginliği ve ailesini geride bırakarak meçhule doğru yola çıktı.
Şam’a vardığında, oradaki en büyük piskoposu buldu ve onun hizmetine girdi. Fakat bu adam, göründüğü gibi biri değildi. İnsanlardan “sadaka” adı altında topladığı altınları biriktirip fakirlere vermiyor, bir küpte saklıyordu. Piskopos öldüğünde Rûzbeh, onun bu hilesini halka gösterdi.
Yerine geçen yeni piskopos ise iyi kalpli, ibadetine düşkün (zâhid) bir zattı. Rûzbeh, ona büyük bir sadakatle hizmet etti. O da vefat edeceği zaman, Rûzbeh’e Musul’daki salih bir zâta gitmesini vasiyet etti.
Rûzbeh’in çileli yolculuğu böylece devam etti. Ömrünü, hakikati öğretecek salih insanların hizmetinde geçirmeye adamıştı. Şam’dan Musul’a, Musul’dan Nusaybin’e, Nusaybin’den de Bizans toprağındaki Ammûriye’ye (Amorium) gitti. Her defasında, hizmet ettiği âlim vefat ederken, ona bir sonrakini tavsiye ediyordu.

4. Bölüm: Son Peygamberin Müjdesi
Ammûriye’deki son hocası, artık iyice yaşlanmıştı. Vefat döşeğindeyken Rûzbeh (Selmân), gözyaşları içinde sordu: “Efendim, siz de gidiyorsunuz. Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersiniz? Yeryüzünde sizin gibi hak din üzere olan kimse kaldı mı?”
Yaşlı âlim, derin bir nefes aldı ve tarihe geçecek şu sözleri söyledi: “Oğlum, artık yeryüzünde bizim yolumuzu takip eden kimseyi tanımıyorum. Lakin, bir Peygamberin gelmesi çok yakındır. O, İbrahim’in (a.s.) dini (Hanîf dini) üzere gönderilecektir. Arapların yaşadığı topraklardan çıkacak ve iki ‘harra’ (siyah, volkanik taşlık arazi) arasındaki hurmalık bir yere (Medine’yi tarif ediyordu) hicret edecektir.”
Selmân heyecanla sordu: “Onu nasıl tanırım? Alâmetleri nelerdir?”
Yaşlı âlim cevap verdi: “Onun apaçık üç alâmeti vardır:
• O, kendisine verilen sadakayı yemez.
• Lakin hediyeyi kabul eder ve yer.
• İki omuzu arasında ‘Nübüvvet Mührü’ (Peygamberlik Mührü) vardır.”
Bu vasiyet, Selmân’ın kalbindeki arayış ateşini yeniden alevlendirmişti. Yıllar süren hizmetleri karşılığında biriktirdiği birkaç sığır ve koyunu yanına alıp, tarif edilen o hurmalık diyara gidecek bir kervan beklemeye başladı.

5. Bölüm: Kölelikten Medine’ye
Nihayet, Arap yarımadasına giden bir kervan buldu. Onlara tüm mal varlığını vererek kendisini o topraklara götürmelerini istedi. Kervancılar kabul etti. Fakat yolda, Vâdi’l-Kurâ denilen yere geldiklerinde, bu vicdansız adamlar ona ihanet ettiler. Onu bir köle olarak sattılar.
Selmân, elinden hiçbir şey gelmeden, efendiden efendiye satıldı. Hakikati ararken düştüğü bu durum çok acıydı. En sonunda, Medineli (o zamanki adıyla Yesribli) bir Yahudi onu satın aldı ve Yesrib’e getirdi.
Selmân şehri görür görmez, kalbi hızla çarpmaya başladı. Burası, hocasının tarif ettiği yerdi! İki siyah taşlık arazi (harra) arasında, hurma bahçeleriyle dolu bir vaha… “Burası olmalı!” dedi. Artık tek yapması gereken, o müjdelenen Peygamber’i beklemekti.

6. Bölüm: Büyük Buluşma ve Üç Mühür
Selmân, efendisinin hurma bahçesinde köle olarak çalışırken yıllar geçti. Bir gün, bir hurma ağacının tepesindeyken, efendisinin bir akrabasının telaşla geldiğini duydu. Adam şöyle bağırıyordu: “Allah kahretsin şu Evs ve Hazrec’i! Mekke’den gelen bir adamın etrafında toplanmışlar, ‘Peygamber’ diyorlar!”
Selmân bu sözleri duyar duymaz, ağacın tepesinde titremeye başladı. Neredeyse aşağı düşecekti. Hızla indi ve adamın karşısına dikilip, “Ne dedin? Ne dedin?” diye sordu. Efendisi bu duruma çok kızdı, Selmân’a sert bir tokat atarak “Sana ne! İşine dön!” diye bağırdı.
O gün Selmân için bekleyiş bitmişti. Akşam olunca, biriktirdiği az miktarda hurmayı aldı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) konakladığı Kuba’ya gitti.
Huzuruna vardı ve dedi ki: “Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanınızda muhtaç arkadaşlarınız da varmış. Bu, size getirdiğim bir sadakadır.”
Allah Resûlü (s.a.v.), hurmaları aldı ve yanındaki Ashabına dönerek, “Buyurun, yiyin” dedi. Fakat kendisi mübarek ağzına bir tane dahi koymadı.
Selmân kendi kendine dedi: “Bu, birincisi!”
İkinci gün, yine hurma alıp bu kez Medine’de, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldi. “Dün sadakayı yemediğinizi gördüm. Bu ise size olan sevgimden bir hediyedir,” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gülümsedi, “Bismillah” dedi ve hem kendisi yedi hem de Ashabına ikram etti.
Selmân’ın kalbi sevinçle doldu: “Bu da ikincisi!”
Artık geriye tek bir alâmet kalmıştı: Nübüvvet Mührü. Selmân, bu mührü görmek için bir fırsat kolluyordu. Birkaç gün sonra, Efendimiz’i (s.a.v.) Bakî’ Kabristanı’nda bir cenazeyi defnederken buldu. Selmân, mübarek sırtına bakabilmek için etrafında dolaşmaya başladı.
İnsanların kalbini okuyan, alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), Selmân’ın ne aradığını anladı. Üzerindeki hırkasını hafifçe sıyırdı. Selmân, Peygamber Efendimiz’in iki kürek kemiği arasında, hocasının tarif ettiği güvercin yumurtası büyüklüğündeki, üzerinde tüyler olan o mührü gördü.
Gördüğü anda kendini tutamadı. Yılların hasreti, çilesi ve arayışı son bulmuştu. Ağlayarak mührün üzerine kapandı, öptü ve “Şehadet ederim ki sen, Allah’ın Resûlü’sün!” diyerek Müslüman oldu.

7. Bölüm: Özgürlük ve “Bizdendir” Şerefi
Selmân artık hakikati bulmuştu ama bedeni hâlâ köleydi. Resûlullah (s.a.v.), ona efendisiyle “mükâtebe” (anlaşmalı olarak özgürlüğünü satın alma) yapmasını söyledi. Efendisi, özgürlüğü için akıl almaz bir bedel istedi: “Üç yüz hurma fidanı dikeceksin, hepsi meyve verecek ve bana kırk ukiyye (yaklaşık 1.6 kg) altın ödeyeceksin.”
Bu, bir kölenin asla başaramayacağı bir işti. Efendimiz (s.a.v.), Ashabına “Kardeşinize yardım edin” buyurdu. Sahabeler fidanları topladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o üç yüz fidanın tamamını mübarek elleriyle teker teker dikti. O yıl, Allah’ın bir mucizesi olarak, fidanların hepsi meyve verdi.
Sıra altına gelmişti. Resûlullah’a (s.a.v.) ceviz büyüklüğünde bir altın parçası getirildi. Efendimiz (s.a.v.) altını Selmân’a verdi ve borcunu ödemesini söyledi. Selmân, “Yâ Resûlallah, bu küçücük parça o borcu nasıl öder?” dese de, Efendimiz’in emriyle tartıya koydu. Mucize eseri, altın tam olarak 40 ukiyye geldi.
Selmân artık özgürdü. O, ne Mekkeli bir Muhacir ne de Medineli bir Ensâr’dı. O, “Selmân-ı Fârisî” (İranlı Selmân) idi.

8. Bölüm: Hendek Fatihi ve Ehl-i Beyt’ten Biri
Selmân’ın (r.a.) İslam’a en büyük katkılarından biri, Hendek Savaşı’nda (Ahzâb) oldu. Mekkeli müşrikler, tüm Arap kabilelerini birleştirip 10.000 kişilik dev bir orduyla Medine’ye yürümüştü. Müslümanlar ise sadece 3.000 kişiydi ve şehrin içinde sıkışıp kalmışlardı.
Yapılan savaş meclisinde herkes bir fikir sundu. İşte o an, uzun boylu, bilge adam Selmân söz aldı: “Yâ Resûlallah! Bizim memleketimizde (İran’da), düşman süvarilerinin saldırısından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına hendek kazarak savunma yapardık.”
Bu, Arapların daha önce hiç bilmediği, dâhiyane bir savunma taktiğiydi. Resûlullah (s.a.v.) bu teklifi derhal kabul etti.
Hendek kazılırken, Muhacirler “Selmân bizdendir!” diyor, Ensâr ise “Hayır, Selmân bizdendir!” diyerek onu kendi gruarına dahil etmek istiyordu. Bu tatlı çekişmeyi duyan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Selmân’a (r.a.) bir insanın ulaşabileceği en büyük şereflerden birini bahşederek şöyle buyurdu:
“Selmân bizdendir; Ehl-i Beyt’tendir!” (Selmân, benim ailemdendir!)
Kazılan hendek, düşman süvarilerini durdurdu. Savaş, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve bu zaferin mimarı, hakikat yolcusu Hz. Selmân oldu.
Sonsöz: Vali Selmân
Hz. Selmân (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra da İslam’a hizmete devam etti. Bilgeliği sebebiyle “Selmânü’l-Hakîm” (Bilge Selmân) olarak anıldı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde, fethedilen İran topraklarındaki Medâin şehrine vali olarak atandı. Fakat o, bir vali gibi değil, bir derviş gibi yaşadı. Valilik maaşını alır almaz tamamını fakirlere dağıtır, kendi el emeğiyle sepet örer, sattıklarının parasıyla geçinirdi.
Zengin bir asilzade olarak başladığı hayatını, hakikati arayarak, köleliği tadarak, imanın zirvesine ulaşarak ve nihayetinde Peygamber’in (s.a.v.) “ailesinden biri” olma şerefine ererek tamamladı. Onun hayatı, kim olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin, samimiyetle hakikati arayan herkesin, eninde sonunda İslam’ın aydınlık güneşine kavuşacağının en parlak ispatıdır.

************************

İlim ve Rivayetleriyle Öne Çıkanlar
• Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcasının oğlu, “Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’an’ın Tercümanı) ve “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi) lakaplarıyla bilinen büyük müfessir.

Bismillahirrahmânirrahîm
Ümmetin Âlimi, Kur’ân’ın Tercümanı: Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)

Mekke’nin, henüz tam manasıyla sükûnete kavuşmadığı, Müslümanların “Şi’b-i Ebî Tâlib” denilen mahallede müşriklerin boykotu altında zorlu bir imtihandan geçtiği günlerde, Haşimoğulları hanesinde bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Bu çocuk, Kâinatın Efendisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) pek sevdiği amcası Hz. Abbas’ın (r.a.) oğluydu. Adını “Abdullah” koydular.
Bu küçük Abdullah, sıradan bir çocuk değildi. O, peygamberlik güneşinin hanesinden hiç eksik olmadığı bir evde büyüyecekti. Zira halası Hz. Meymûne (r.a.), müminlerin annesi, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesiydi.
Peygamber Hanesinde Yeşeren Fidan
Abdullah (r.a.), daha küçücük bir çocukken bile akranlarından farklıydı. Gözleri birer inci tanesi gibi parlar, gördüğü her şeyi derin bir nazarla süzer, duyduğu her kelimeyi aklının en kıymetli köşesine nakşederdi. En büyük saâdeti, teyzesi Hz. Meymûne’nin (r.a.) evinde kalmak ve Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) hizmet etmekti.
Gecelerden bir gece… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teheccüd namazı için kalktığında, abdest alacağı suyun hazır bir şekilde leğende durduğunu gördü. Hayret etti. Bu vakitte kim, onun bu ihtiyacını düşünüp hazırlamış olabilirdi?
“Bunu kim hazırladı?” diye sordu.
Hz. Meymûne (r.a.) validemiz, “Abdullah (r.a.)” diye cevap verdi.
Kâinatın Efendisi (s.a.v.), bu küçük çocuğun edep, firaset ve hizmet aşkı karşısında o kadar memnun oldu ki, mübarek ellerini semâya kaldırdı. O küçük fidanın, gelecekte nasıl bir âlimler âlimi, nasıl bir hikmet pınarı olacağını sanki o an görmüştü. Dudaklarından, asırlara mühür vuran şu dua döküldü:
“Allah’ım! Onu dinde fakih kıl (dinin inceliklerini derinlemesine anlayan biri yap) ve ona Kitab’ın te’vilini (Kur’ân’ın derin manalarını ve tefsirini) öğret!”
Bu dua, bir tohumdu. Ve bu tohum, yeryüzünün en bereketli toprağına, yani Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) pâk kalbine ve zihnine ekilmişti.
“İlmin Peşinde Bir Gölge Gibi”
Abdullah (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefat ettiği gün, henüz 13-15 yaşlarında bir gençti. Peygamberlik güneşi zahiren aralarından ayrılmıştı. Lakin onun nurunu taşıyan yıldızlar, yani Ashâb-ı Kirâm hayattaydı.
Abdullah (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatıyla ilmin bittiğini değil, aksine ilmi toplama vazifesinin yeni başladığını anlamıştı. Bir gün Ensar’dan bir arkadaşına dedi ki:
“Gel, Resûlullah’ın (s.a.v.) Ashâbı henüz aramızdayken onlara gidelim ve bilmediklerimizi sorup öğrenelim. Onlar da bu dünyadan göçerse, ilim kaybolur.”
Arkadaşı hayretle baktı: “Ey Abbas’ın oğlu! İnsanlar sana mı ihtiyaç duyacak? Baksana, etraf nice büyük sahâbî ile dolu.”
Fakat Abdullah (r.a.) kararlıydı. O, “bana ihtiyaç duyulsun” diye değil, Allah’ın Kitabı’nı ve Resûl’ünün (s.a.v.) sünnetini en doğru şekilde öğrenmek için yola çıkmıştı.
Ev ev dolaşmaya başladı.
Duyduğu bir hadîsi teyit etmek için kilometrelerce yol yürürdü. Bir sahâbînin kapısına varır, onun öğle uykusunda (kaylûle) olduğunu öğrenirdi. Kapıyı çalmaya, onu rahatsız etmeye haya ederdi. Hırkasını (ridasın) başına çeker, kapının eşiğine, o sıcak çöl güneşinin ve esen rüzgârın altında kıvrılır, beklerdi.
Ev sahibi sahâbî dışarı çıktığında, kapısının önünde Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlunu toz toprak içinde görünce mahcup olurdu:
“Ey Resûlullah’ın kuzeni! Neden haber göndermedin? Ben senin ayağına gelirdim!”
Hz. Abdullah’ın (r.a.) verdiği cevap, ilim yolcularına kıyamete kadar ders olacak bir levha gibidir:
“Hayır! İlim, ayağa gidilendir. İlme gelinir; ilim (başkalarının ayağına) gitmez. Ben ilim talibiyim, siz ise muallimsiniz.”
O, Hz. Ebû Bekir’den (r.a.), Hz. Ömer’den (r.a.), Hz. Ali’den (r.a.), Hz. Ubey bin Ka’b’dan (r.a.) ve daha nice büyük sahâbîden bıkmadan, usanmadan ilim tahsil etti.
Hz. Ömer’in (r.a.) Meclisindeki Genç Âlim
Hz. Ömer (r.a.), hilâfeti döneminde, Bedir Gazvesi’ne katılmış en kıdemli sahâbîlerle istişare meclisleri kurardı. Bu meclise, o koca koca sahâbîlerin arasına, gencecik Abdullah bin Abbas’ı (r.a.) da davet ederdi.
Bazı yaşlı sahâbîler bu durumdan hoşnut olmadılar. “Ey Müminlerin Emîri! Bizim de onun yaşında evlatlarımız var. Neden özellikle onu çağırıyorsun?” dediler.
Hz. Ömer (r.a.), onlara Abdullah’ın (r.a.) farkını göstermek istiyordu. Bir gün meclis toplandığında sordu:
“Nasr Sûresi (İzâ câe nasrullâhi ve’l-feth…) hakkında ne dersiniz?”
Çoğunluk, ayetin zahirî manasını söyledi: “Bu, Allah’ın bize fethi ve yardımı müjdelediği, bu yüzden Allah’a hamd edip istiğfar etmemizi istediği bir sûredir.”
Hz. Ömer (r.a.) sustu ve meclisin en gencine, İbn Abbas’a (r.a.) döndü:
“Sen ne dersin, ey Abbas’ın oğlu?”
Hz. Abdullah (r.a.), Peygamber duasının tecellî ettiği o derin firasetiyle cevap verdi:
“Ey Müminlerin Emîri! Bu sûre, fetih müjdesi olduğu kadar, Resûlullah’ın (s.a.v.) ecelinin yaklaştığının da haberidir. Allah, ona vazifesinin tamamlandığını, artık Rabbine kavuşma vaktinin geldiğini bildirmiştir.”
Hz. Ömer’in (r.a.) gözleri doldu. Başını salladı ve meclise dönerek dedi ki:
“Vallahi, ben de bu sûreden bundan başka bir mana bilmiyorum.”
Artık kimse, bu gencin neden o mecliste oturduğunu sorgulamadı. O, yaşıyla değil, taşıdığı ilimle büyüktü.
“Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi)
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.), ilimde o kadar derinleşti ki, adı artık “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi/Mürekkebi) olmuştu. Mekke’deki evi, bir ilim merkezi, bir üniversite gibiydi.
Gelenlerin ardı arkası kesilmezdi. İşlerini kolaylaştırmak için günleri konulara ayırmıştı:
Bir gün sadece Kur’ân tefsiri,
Bir gün fıkıh (İslam hukuku),
Bir gün helal ve haramlar,
Bir gün İslâm tarihi ve siyer,
Bir gün Arap dili ve şiiri…
Neden şiir? Çünkü o, Kur’ân’ın Tercümanı’ydı. Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını en iyi şekilde anlamak için, o lafızların kullanıldığı Arap edebiyatına ve şiirine hâkim olmak gerektiğini bilirdi. Biri ona Kur’ân’dan anlaşılması zor bir kelime sorduğunda, o kelimenin manasını eski Arap şairlerinin mısralarından deliller (isbatlar) getirerek izah ederdi.
“Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Tercümanı)
Onun asıl sahası tefsirdi. O, sadece ayetin ne dediğini değil, neden dediğini, hangi hâdise üzerine indiğini (sebeb-i nüzûl), hangi manalara gelebileceğini (vücûh) ve hangi hükümleri ihtiva ettiğini (ahkâm) bilirdi.
O, Kur’ân’ı yaşayan bir tefsirdi. Geceleri kalkar, uzun uzun namaz kılar ve ağlardı. Özellikle şu ayete geldiğinde hıçkırıklara boğulurdu:
“Derken, ölüm sarhoşluğu bir hakikat olarak (insanın karşısına) geliverdi. (Ey insan!) İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.” (Kâf Sûresi, 19 – TDV Meali)
O, ilmiyle kibirlenen değil, ilmi arttıkça Allah’a karşı haşyeti (korku ve saygısı) artan bir âlimdi.
Hayatının sonlarına doğru gözleri görmez oldu. Bu ağır imtihan karşısında bile asla şikâyet etmedi. Ona, “Gözlerin için dua etsen?” dediklerinde, o büyük âlim şöyle derdi: “Rabbimin benim için takdir ettiğine razı olmak, gözlerimin görmesinden daha sevimlidir.”
Yetmiş yaşını biraz geçmişken, Tâif’te bu fani dünyaya veda etti. Cenaze namazını kıldıran Hz. Muhammed bin Hanefiyye (r.a.), onu kabre koyarken şöyle sesleniyordu:
“Bugün, bu ümmetin Rabbani âlimi vefat etti…”
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.); Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir duası olarak başladı, azimli bir talebe olarak devam etti ve nihayetinde “Kur’ân’ın Tercümanı” ve “Ümmetin Âlimi” olarak ebedîleşti. Onun açtığı tefsir caddesi, kıyamete kadar gelecek bütün müfessirlere ışık tutmaya devam edecektir.
Allah ondan, hocalarından ve talebelerinden ebediyen razı olsun. Âmin.

******************

• Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.): İlk Müslümanlardan, Kur’an-ı Kerim’i Kâbe’de açıktan okuyan ilk sahabi ve büyük fıkıh âlimi.

KÂBE’DE YANKILANAN SES: HZ. ABDULLAH BİN MES’ÛD (R.A.)

Giriş: Mekke Ufuklarında Bir Çoban
Mekke… Şehirlerin anası… O günlerde, henüz putların gölgesinde, ticaretin ve kibrin merkeziydi. Bu şehrin dışında, sarp kayalıkların ve cılız otlakların arasında, küçük, cılız bir çocuk, Ukbe bin Ebî Muayt adında zengin bir Kureyşlinin koyunlarını güderdi. Adı Abdullah, künyesi İbn Ümmü Abd idi.
O, Mekke’nin güçlü ve soylu ailelerinden birine mensup değildi. Zayıf bedeni ve kısa boyu, kibirli Mekke ileri gelenlerinin nazarında onu ehemmiyetsiz kılardı. Abdullah, tabiatın sessizliği içinde, derûnî bir tefekkürle meşgul, dürüst ve güvenilir (emin) bir gençti. Fakat henüz bilmiyordu ki, o zayıf omuzlar, bir gün Uhud Dağı’ndan daha ağır bir manevi yükü taşıyacak ve o cılız ses, Kâbe’nin ortasında küfrün suratına hakikati haykıracaktı.

Bölüm 1: Nur ile Mülâkat (Karşılaşma) ve Sütün Mucizesi
Bir gün, her zamanki gibi sürüsünü otlatırken, uzaktan iki vakur şahsiyetin kendisine doğru geldiğini gördü. Bunlar, henüz davasını yeni yeni fısıldayan Allah Resûlü (s.a.v.) ve O’nun sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Müşriklerin eziyetlerinden bunalmış, susuz ve yorgun bir halde Mekke’nin dışına çıkmışlardı.
Genç çobana yaklaştılar ve “Delikanlı, bize biraz süt ikram edebilir misin?” diye sordular.
Abdullah bin Mes’ûd, emanet bilinciyle başını salladı: “Veremem,” dedi. “Çünkü bu sürü bana ait değil, ben sadece bir emanetçiyim.”
Bu cevap, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek yüzünde bir tebessüm oluşturdu. Zira bu genç, daha ilk imtihanda “emin” olduğunu ispat etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Öyleyse bana, henüz hiç koç yüzü görmemiş (kısır) ve süt vermeyen bir keçi gösterir misin?” diye sordu.
Abdullah, sürünün en zayıf, hiç süt vermemiş bir keçisini gösterdi. Allah Resûlü (s.a.v.), keçiye yaklaştı, Bismillah diyerek mübarek eliyle memelerini meshetti (sıvazladı) ve dua etti. Göz açıp kapayıncaya kadar, o kısır hayvanın memeleri sütle dolup taştı. Getirilen bir kaba önce Resûlullah (s.a.v.), sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve en son da hayretler içindeki genç çoban içti.
Abdullah bin Mes’ûd, bunun sıradan bir hâdise olmadığını anlamıştı. Bu, bir sihirbazlık değil, bir hikmet ve mucizeydi. Kalbi, daha önce hiç tatmadığı bir heyecanla doldu. “Bana da bu sözlerden öğretir misin?” diye yalvardı.
Allah Resûlü (s.a.v.), onun temiz fıtratını görmüştü. Mübarek başını okşayarak, “Sen, muallim (öğretilmiş) bir gençsin,” buyurdu.
İşte o an, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’la şereflenen altıncı veya yedinci kişi oldu. O günden sonra o artık sadece bir çoban değil, “Resûlullah’ın talebesi” idi.

Bölüm 2: Kâbe’nin Kalbinde Okunan Rahman Sûresi
Müslümanlar, Mekke’de henüz çok az ve zayıftı. İmanlarını gizliyor, ibadetlerini dağ kovuklarında yapıyorlardı. Bir gün Dârü’l-Erkam’da toplandılar ve “Bu Kureyş, Allah’ın kelamını hiç açıktan duymadı. Kim gidip Kâbe’nin yanında onlara Kur’an okuyabilir?” diye konuştular.
Ortalığa bir sessizlik çöktü. Bu, intihar demekti. Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin ve Kureyş’in diğer zalimlerinin önünde bunu yapmak, ateşe yürümekti.
O esnada, o cılız ve zayıf bedenine zıt bir cüretle Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) ayağa kalktı: “Ben yaparım, yâ Resûlallah!”
Diğer sahabeler endişelendi: “Ey Abdullah, biz senin için korkarız. Senin, seni koruyacak bir aşiretin, bir kabilen yok. Biz, kabilesi güçlü birini istiyoruz ki, ona saldırdıklarında akrabaları onu korusun.”
Ancak İbn Mes’ûd (r.a.) kararlıydı: “Beni Allah korur!”
Ertesi gün, kuşluk vakti, Kureyş’in tüm ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında, Dârü’n-Nedve’de toplanmışken, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) tek başına Makam-ı İbrahim’in yanına dikildi. Derin bir nefes aldı ve o güne kadar kimsenin cüret edemediği şeyi yaptı. Yüksek ve net bir sesle okumaya başladı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Er-Rahmân. Allemel-Kur’ân. Halakal-insân. Allemehu’l-beyân…” (Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.) (Rahmân, 1-4)
Putperestler önce donakaldılar. Bu cılız adam, Muhammed’in (s.a.v.) getirdiğini iddia ettiği sözleri, onların kutsal mekânının tam ortasında nasıl okurdu? Şaşkınlıkları, yerini korkunç bir öfkeye bıraktı. “Bu da neyin nesi!” diye bağırarak üzerine çullandılar.
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) okumaya devam etti. Yüzüne, başına inen yumruklara, tekmelere aldırmadı. Kan revan içinde kalıncaya kadar dövüldü. Artık ayakta duramayacak hâle gelince, arkadaşları onu zorlukla oradan alıp bir eve sığındırdılar.
Yüzü gözü şişmiş, her yeri yara bere içindeydi. Sahabeler ona acıyarak bakarken, o, imanından aldığı cüretle gülümsedi ve tarihe geçen şu sözü söyledi:
“Vallahi, Allah düşmanları, gözümde hiçbir zaman bugünkünden daha âciz ve değersiz olmamıştı. Eğer isterseniz, yarın yine gider, aynısını yaparım!”
O gün, Kâbe’de Kur’an’ı açıktan okuyan ilk sahabi unvanını aldı. Bedeni zayıftı ama imanı, Kureyş’in tüm ordularından daha güçlüydü.

Bölüm 3: “Sahib-i Sivâk ve Na’leyn” (Misvak ve Ayakkabı Sahibi)
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’a girdikten sonra hayatını tamamen Resûlullah’a (s.a.v.) adadı. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın hizmetkârı oldu. O kadar yakınıydı ki, “Sahib-i Sivâk” (Efendimiz’in misvağını taşıyan), “Sahib-i Na’leyn” (ayakkabılarını taşıyan) ve “Sahib-i Visâde” (minderini taşıyan) lakaplarını aldı.
Resûlullah (s.a.v.) bir yere gideceği zaman ayakkabılarını giydirir, meclisten kalkacağı zaman ayakkabılarını eline alır, koluna asardı. Efendimiz (s.a.v.) istirahat edeceği zaman misvağını verir, abdest alacağı zaman suyunu hazırlar, oturacağı zaman minderini sererdi.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) evine, hususi odalarına bile izinsiz girme müsaadesi olan nadir sahabelerdendi. Bu yüzden sahabeler, onun Ehl-i Beyt’ten (Peygamber ailesinden) olduğunu zannederlerdi. Bu yakınlık, ona paha biçilmez bir fazilet kazandırdı: Vahyin büyük bir kısmına, ilk ağızdan, doğrudan Resûlullah’ın (s.a.v.) fem-i mübareğinden (mübarek ağzından) şahit oldu.

Bölüm 4: Uhud Dağı’ndan Daha Ağır Bacaklar
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Bedir, Uhud, Hendek başta olmak üzere tüm gazalara katıldı. Bedir’de, küfrün başı Ebû Cehil’in son nefesini vermesine o vesile oldu.
Bununla birlikte, onun zahirî yapısı (fiziksel görünüşü) hep zayıf ve ince idi. Özellikle bacakları çok inceydi. Bir gün, sahabelerle otururken, Resûlullah (s.a.v.) için misvak getirmek üzere bir ağaca tırmandı. Esen rüzgâr, elbisesini açtı ve incecik bacakları göründü. Mecliste bulunan bazı sahabeler, bu görüntü karşısında gülüştüler.
Onların bu hâlini gören Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yüzü ciddileşti. Bu gülüşmeler, zahirî olana takılıp, derûnî kıymeti görememenin bir işaretiydi. Efendimiz (s.a.v.) onları şöyle tenkit etti:
“Neye gülüyorsunuz? Abdullah’ın bacaklarının inceliğine mi? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o iki bacak, Kıyamet günü mizanda Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecektir!”
Bu hadise, İslam’ın insana bakış açısının cihan şümul bir isbatıdır: Allah katında değer, fiziksel güçle veya zahirî güzellikle değil, imanın ve amelin ağırlığıyladır.

Bölüm 5: “Yaşayan Kur’an” ve Kûfe Muallimi
Hz. İbn Mes’ûd’un (r.a.) asıl büyüklüğü, ilim sahasındaydı. O, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemekle kalmamış, onun manasını ve hikmetini de Resûlullah’tan (s.a.v.) öğrenmişti. Yetmişten fazla sûreyi doğrudan Efendimiz’in (s.a.v.) ağzından dinlemişti.
Sesi o kadar güzeldi ki, Resûlullah (s.a.v.) sık sık ondan Kur’an okumasını isterdi. Bir defasında İbn Mes’ûd (r.a.), “Yâ Resûlallah, Kur’an size nâzil olmuşken ben mi size okuyayım?” deyince, Efendimiz (s.a.v.), “Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi de severim,” buyurmuştu. İbn Mes’ûd (r.a.) Nisâ Sûresi’ni okumaya başladı. Şu ayete geldiğinde:
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!” (Nisâ, 41)
Resûlullah (s.a.v.), “Şimdilik yeter, yâ Abdullah!” buyurdu. İbn Mes’ûd (r.a.) başını kaldırdığında, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek gözlerinden yaşlar aktığını gördü.
Onun Kur’an ilmindeki derinliğini bizzat Resûlullah (s.a.v.) şöyle tasdik etmiştir:
“Kim Kur’an’ı nâzil olduğu günkü tazeliğiyle okumak isterse, İbn Ümmü Abd’in (İbn Mes’ûd’un) kıraati üzere okusun.”
Ve yine: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes’ûd, Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe, Muâz bin Cebel ve Übey bin Kâ’b.” (Efendimiz, ilk sıraya onu koymuştu).
Bu ilim, onu Hz. Ömer (r.a.) devrinde İslam dünyasının en mühim ilim merkezlerinden birinin başına geçirecekti.

Bölüm 6: Bir Ekolün Kurucusu
Hz. Ömer (r.a.), yeni fethedilen Kûfe şehrine bir muallim ve idareci göndermek istedi. Kûfe, farklı kültürlerin buluştuğu, ilme aç bir şehirdi. Bu mühim vazife için gözünü kırpmadan Abdullah bin Mes’ûd’u (r.a.) seçti.
Kûfelilere yazdığı mektup, Hz. Ömer’in (r.a.) ona verdiği değeri gösterir: “Ey Kûfeliler! Ammar bin Yâsir’i size vali, Abdullah bin Mes’ûd’u da muallim ve vezir olarak gönderiyorum. Vallahi, Abdullah’ı size göndermekle, sizi kendime tercih ettim (Ona Medine’de daha çok ihtiyacım vardı ama onu sizden esirgemedim). Gidin ve ondan ilim öğrenin.”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Kûfe’de bir ilim meclisi kurdu. O, sadece ayetleri ve hadisleri ezberleten bir hoca değildi; aynı zamanda bu naslardan (delillerden) nasıl hüküm çıkarılacağını, aklı (rey) ve hikmeti kullanarak meselelerin nasıl çözüleceğini öğreten bir fıkıh âlimiydi.
Onun yetiştirdiği talebeler (Alkame, Esved gibi), daha sonra İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin hocaları oldu. Böylece Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), bugün milyonlarca Müslümanın tabi olduğu Hanefî mezhebinin fıkhî temelini atan “büyük âlim” olarak tarihe geçti.
Hâtime: “Benden Sonra O İkisine Uyun”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), hayatı boyunca ilmiyle amel eden, son derece mütevazı (alçakgönüllü) ve Allah korkusu (havf) derûnî olan bir zattı. Çok az hadis rivayet etmeye çalışır, “Resûlullah şöyle buyurdu” derken hata yapmaktan korktuğu için titrerdi.
Hz. Osman (r.a.) devrinde Medine’ye döndü ve burada vefat etti. O vefat ettiğinde geride bıraktığı miras, dağlarca altın veya gümüş değil, dağlardan daha ağır bir ilim ve takva mirasıydı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) övgüsü, onun şahsiyetinin en güzel tasviridir: “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyun. Ammar’ın yolunu tutun. Ve Abdullah bin Mes’ûd’un ahdine (sözüne ve ilmine) sımsıkı sarılın.”
İşte o zayıf ve cılız çoban Abdullah; emanete sadakatiyle Resûlullah’ın (s.a.v.) mucizesine, imandaki cüretiyle Kâbe’de Kur’an’ı ilk haykıran kahramana, hizmetteki sadakatiyle “Ehl-i Beyt’ten zannedilen” yakın dosta, ilimdeki derinliğiyle de “Kûfe Ekolü”nün kurucu âlimine dönüşmüştür. Onun hayatı, zahirî görüntünün değil, derûnî imanın ve ilmin faziletinin en parlak isbatıdır. Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Ebû Hureyre (r.a.): En çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi.

İlim Hafızı: Hz. Ebû Hureyre (r.a.)

Güneşin sıcak topraklara cömertçe gülümsediği Yemen’de, Devs kabilesi arasında bir genç yaşardı. O zamanlar adı henüz “Ebû Hureyre” değildi. Kendi kavminin inançlarına göre ona, “Güneşin Kulu” manasına gelen “Abdüişems” derlerdi. Lakin onun fıtratı, kalbi, güneş gibi batan ve kaybolan varlıklara değil, ebedî olana meftundu.
Kalbi, çölde su arayan bir yolcu gibi hakikati arıyordu.
Bu arayış devam ederken, kabilesinin reisi Tufeyl bin Amr ed-Devsî (r.a.), Mekke’ye gitmiş ve bambaşka bir insan olarak dönmüştü. Gönlü iman nuruyla dolmuş, dili artık bir olan Allah’ı (c.c.) ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) anlatıyordu. Abdüişems, bu yeni daveti duyar duymaz tereddüt etmedi. Kalbinde yıllardır aradığı pınarın bu olduğunu anladı ve hemen iman etti.
Ancak bir derdi vardı; iman ettiği Peygamber’i (s.a.v.) henüz görmemişti.
Medine Yolcusu ve “Kedicik Babası”
Hicretin yedinci yılıydı. Hayber Kalesi’nin fethedildiği günlerdi. Abdüişems, kabilesinden iman eden bir grupla beraber o uzun ve meşakkatli çöl yolculuğunu göze aldı. Tek bir gayesi vardı: Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşmak.
Medine’ye vardığında, Peygamber Efendimiz ve ordusu henüz Hayber’deydi. O ve arkadaşları, sabah namazında Mescid-i Nebevî’ye ulaştılar. Namazı kıldıran zata, Peygamber Efendimiz’in nerede olduğunu sordular. “Hayber’de” cevabını alınca, yorgunluklarını unutup hemen o tarafa yöneldiler.
Nihayet Hayber önlerine vardılar ve o mübarek yüzü gördüler. Efendimiz (s.a.v.), Yemen’den gelen bu yeni Müslümanları görünce çok sevindi ve onları Hayber’in ganimetlerinden pay sahibi yaptı.
İşte o gün, Abdüişems için yeni bir hayat başladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onun “Güneşin Kulu” olan ismini beğenmedi. “Sen ‘Rahman’ın Kulu’ ol” buyurdu ve ona “Abdurrahman” adını verdi.
Peki, “Ebû Hureyre” ismi nereden geliyordu?
Abdurrahman (r.a.), hayvanlara karşı çok merhametliydi. Özellikle kedileri çok severdi. Küçük bir kediciği (hureyre) vardı; onu yanından ayırmaz, hatta bazen elbisesinin yeninde (kol ağzında) taşırdı. Bunu gören dostları ve bizzat Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), ona “Kedicik Babası” manasında “Ebû Hureyre” diye hitap etmeye başladılar. Bu latif isim, onun asıl isminden daha meşhur oldu ve o, bu isimle anılmaktan büyük bir mutluluk duydu.
Suffe Ashabı ve İlim Açlığı
Ebû Hureyre’nin (r.a.) Medine’de ne evi, ne bağı-bahçesi, ne de ticaret yapacak bir sermayesi vardı. Onun sığınağı, Mescid-i Nebevî’nin gölgesindeki “Suffe” idi.
Suffe, İslam’ın ilk üniversitesiydi. Orada kalanlara “Ashâb-ı Suffe” denirdi. Bu insanlar, dünyadan tamamen yüz çevirmiş, bütün vakitlerini Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dizinin dibinde ilim öğrenmeye adamışlardı. Çoğu zaman karınlarını doyuracak bir hurmaları bile olmazdı.
Ebû Hureyre, bu ilim meclisinin en gayretli talebesiydi.
Bazen açlıktan kıvranır, karnına taş bağlar, hatta açlığın şiddetinden bayılıp mescidin zeminine düşerdi. Bazı sahabeler onun düştüğünü görünce, sara nöbeti geçirdiğini sanıp ayağıyla boynuna basarlardı (o dönemde böyle bir tedavi usulü vardı). O ise ayıldığında tebessüm eder, “Benim hastalığım saradan değil, açlıktandır” derdi.
Bir gün yine çok açtı. Yolda Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) rastladı. Belki beni evine davet eder ümidiyle ona Kur’an’dan bir ayet sordu. Hz. Ebû Bekir ayeti açıkladı ve yoluna devam etti. Sonra Hz. Ömer’e (r.a.) rastladı, aynı ümitle ona da bir soru sordu. O da cevapladı ve yoluna devam etti.
Ebû Hureyre tam ümidini kesmişken, arkasından o en merhametli sesi duydu: “Ebû Hureyre!”
Bu, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) onun halini yüzünden anlamıştı. “Gel!” buyurdu ve onu evine götürdü. Evde, Efendimiz’e hediye edilmiş bir kâse süt vardı. Efendimiz (s.a.v.), Ebû Hureyre’ye, “Git, diğer Suffe ehlini de çağır” buyurdu.
Ebû Hureyre şaşırdı. Zaten açlıktan bitap haldeydi ve bu bir kâse süt onlarca kişiye nasıl yetecekti? Ama emre itaat etti. Tüm Suffe ehlini topladı. Efendimiz (s.a.v.) süt kâsesini Ebû Hureyre’nin eline verdi ve “Onlara ikram et” buyurdu.
Ebû Hureyre (r.a.) kâseyi dolaştırmaya başladı. Herkes o sütten içti ve doydu. Kâse tekrar Ebû Hureyre’ye geldiğinde, süt hâlâ doluydu. Bu, bir peygamber mucizesiydi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek Ebû Hureyre’ye baktı: “Şimdi ikimiz kaldık, otur ve iç.”
Ebû Hureyre içti.
“Bir daha iç.”
İçti.
“Bir daha iç.”
İçmeye devam etti. Sonunda, “Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı!” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) “Elhamdülillah” diyerek kâsede kalanı kendisi içti.
Ebû Hureyre (r.a.) açlığa sabrediyordu, çünkü onun doymazlığı ilme karşıydı.
İlim Hazinesi ve Unutmayan Hafıza
Ensar (Medineli Müslümanlar) bağ ve bahçeleriyle meşguldü. Muhacirler (Mekke’den gelenler) ise çarşıda, pazarda ticaretle uğraşırlardı. Ebû Hureyre’nin ise ne bahçesi ne de pazarı vardı. Onun bütün sermayesi, bütün meşguliyeti Resûlullah (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) nereye gitse o yanındaydı. Efendimiz (s.a.v.) ne söylese o ezberliyordu. Diğer sahabeler evlerine ve işlerine dağıldığında bile o, Mescid-i Nebevî’de kalır, Efendimiz’in (s.a.v.) özel sohbetlerini, aile hayatındaki hallerini, başkalarının duymadığı hikmetli sözlerini dinlerdi.
Bir gün Resûlullah’a (s.a.v.) içini döktü:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben sizden çok mübarek sözler (hadis-i şerif) işitiyorum ama bazen unutuyorum.”
Efendimiz (s.a.v.) ona buyurdu ki:
“Hırkanı (ridânı) ser!”
Ebû Hureyre (r.a.) hemen üzerindeki hırkayı çıkardı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) önüne serdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübarek elleriyle havadan bir şey avuçluyormuş gibi yaptı ve hırkanın içine boşalttı. Sonra buyurdu:
“Şimdi onu topla ve göğsüne bastır.”
Ebû Hureyre (r.a.) hırkayı topladı ve sıkıca göğsüne bastırdı.
O mübarek sahabi, o anı şöyle anlatır: “Allah’a yemin ederim ki, o günden sonra Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğum hiçbir şeyi bir daha unutmadım.”
Bu, Peygamber mucizesiyle desteklenmiş bir ilim aşkıydı. Bu yüzden Ebû Hureyre (r.a.), dört yıl gibi (diğer büyük sahabelere göre) kısa bir süre Efendimiz’le (s.a.v.) beraber olmasına rağmen, O’ndan en çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi oldu. 5374 hadis-i şerifi hafızasına nakşederek İslam ümmetine paha biçilmez bir hazine bıraktı.
Bir Annenin Hidayeti
Ebû Hureyre’nin (r.a.) yüreğini yakan bir derdi daha vardı: Çok sevdiği annesi Müşrike idi. Oğlunun iman etmesini bir türlü kabullenemiyor, hatta bazen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında incitici sözler söylüyordu.
Ebû Hureyre (r.a.) her gün bıkmadan usanmadan annesine İslam’ı anlatır, ama her seferinde ret cevabı alırdı. Bir gün yine annesini imana davet ettiğinde, annesi Resûlullah (s.a.v.) hakkında o kadar ağır konuştu ki, Ebû Hureyre’nin (r.a.) kalbi parçalandı.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak doğruca Efendimiz’in (s.a.v.) yanına koştu.
“Ey Allah’ın Resûlü! Anneme dua edin! Annem için Allah’a yalvarın da ona hidayet versin!” diye yalvardı.
Onun bu samimi gözyaşları ve evlat sevgisi karşısında merhamet peygamberi Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ebû Hureyre’nin annesine hidayet nasip eyle!”
Ebû Hureyre (r.a.), bu duanın kabul olacağına o kadar emindi ki, sevinçle evine doğru koşmaya başladı. Kapıya geldiğinde, içeriden su dökünme sesleri duydu. Kapıyı çaldı.
Annesi içeriden seslendi: “Dur, bekle!”
Annesi gusül abdestini almış, temiz elbiselerini giymişti. Kapıyı açtığında, Ebû Hureyre’ye (r.a.) baktı ve o mucize kelimeleri söyledi:
“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”
Ebû Hureyre (r.a.), bu sefer sevinç gözyaşları içinde tekrar Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına koştu. Müjdeyi verdi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Ne olur, bir dua daha edin. Allah’ım, bu kulunu (Ebû Hureyre’yi) ve annesini bütün müminlere sevdir ve bütün müminleri de onlara sevdir, diye dua edin” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve bu duayı da yaptı. İşte bu yüzden, Ebû Hureyre’yi (r.a.) ve annesini sevmek, mümin olmanın bir işareti sayılmıştır.
Miras: Peygamber Sözleri
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettikten sonra, Ebû Hureyre’nin (r.a.) omuzlarındaki yük daha da arttı. O artık sadece bir talebe değil, Peygamber (s.a.v.) sözlerinin canlı bir hafızası, yürüyen bir kütüphanesiydi.
Hz. Ömer (r.a.) döneminde bir süre Bahreyn’de valilik yaptıysa da onun asıl vazifesi ilimdi. Medine’de Mescid-i Nebevî’de ders halkaları kurdu. Tâbiîn neslinin (sahabeleri gören nesil) büyük âlimleri, ondan hadis öğrenmek için etrafında pervane oldular.
O, bu hazineyi aktarırken çok titizdi. Hadis rivayet etmeyi, ateş üzerinde yürümekten daha tehlikeli görürdü. Bir harfi bile yanlış söylemekten korkar, “Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu” derken sesi titrerdi.
80 yaşına yaklaştığında Medine’de hastalandı. Ziyaretine gelenler onun ağladığını gördüler. “Neden ağlıyorsun? Yoksa dünyadan ayrılacağına mı üzülüyorsun?” dediler.
O mübarek ilim hafızı şu manidar cevabı verdi:
“Hayır! Dünyanıza üzüldüğümden ağlamıyorum. Ben, yolculuğun uzaklığına ve azığımın azlığına ağlıyorum.”
Hayatını Peygamber (s.a.v.) sevgisine ve O’nun sözlerini ezberlemeye adayan bu büyük sahabi, Hicret’in 57. veya 59. yılında Medine’de vefat etti ve Cennetü’l-Bakî kabristanına defnedildi.
Bugün elimizdeki binlerce hadis-i şerif, onun o mübarek hafızasının ve ilim uğruna katlandığı açlığın bir sadakasıdır. Hz. Ebû Hureyre (r.a.), sadece kediciklerin babası değil, aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.v.) sözlerinin ümmete emanet edildiği büyük bir hafızaydı.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Enes bin Mâlik (r.a.): Genç yaşından itibaren on sene Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) hizmet eden ve çok sayıda hadis rivayet eden sahabi.

Peygamber’in Gönlündeki Hizmetkâr: Hz. Enes bin Mâlik (r.a.)

Gözlerinizi bir an kapatın ve 1400 yıl öncesine, Medine şehrine gidin. Şehir, Mekke’den gelen en değerli misafirini, Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ağırlamanın heyecanı içindedir. Herkes, O’na en değerli varlığını sunmak için adeta birbiriyle yarışmaktadır. Kimi evini açar, kimi malını bağışlar, kimi de kılıcını O’nun yoluna adar.
İşte bu kutlu şehirde, imanı kalbine güneş gibi doğmuş bir hanımefendi vardı: Rumeysa bint Milhan, ya da daha çok bilinen adıyla Ümmü Süleym. Kocası Mâlik, henüz iman etmemişti ve bu yüzden araları açıktı. Ümmü Süleym’in ise Mâlik’ten olma, zeki ve aydınlık yüzlü küçük bir oğlu vardı: Enes.
Allah Resûlü (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde Enes, henüz sekiz ila on yaşları arasında bir çocuktu. Ümmü Süleym, “Acaba ben Allah’ın Elçisi’ne ne hediye edebilirim?” diye düşündü. Malı mülkü çok değildi. Ama en kıymetli varlığı, gözünün nuru olan küçük Enes’i vardı.
Bir gün, küçük Enes’in elinden tuttuğu gibi doğruca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Heyecanla ve büyük bir edeple dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Bütün Ensar (Medineli Müslümanlar) erkek-kadın size hediyeler sundular. Benim ise size hediye edecek bu küçük oğlumdan başka bir şeyim yok. Ne olur, onu kabul buyurun. Size hizmet etsin, sizin yanınızda büyüsün, ilminizden ve ahlakınızdan nasiplensin.”
Düşünün… Bir annenin, evladını, dünyanın en şerefli okuluna, “Peygamber Ocağına” kaydettirme anıydı bu.
Rahmet Peygamberi (s.a.v.), bu samimi teklif karşısında tebessüm etti. Küçük Enes’in başını okşadı ve bu masum “hediyeyi” büyük bir memnuniyetle kabul etti.
İşte o gün, Hz. Enes’in (r.a.) tam on yıl sürecek mübarek hizmeti ve şahitliği başladı.
On Yıllık “Peygamber Okulu”
Hz. Enes, o günden itibaren Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, artık sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda o evin bir ferdi, bir evladı gibiydi.
Peki, neler yapardı? Efendimiz’in (s.a.v.) abdest suyunu hazırlar, ayakkabılarını (nalınlarını) çevirir, misvağını getirir, bir yere gideceği zaman O’nunla birlikte gider, sofrasına yardım eder, bir ihtiyacı olduğunda hemen koşardı.
Ama bu hizmet, bildiğimiz efendi-hizmetkâr ilişkisine hiç benzemiyordu. Hz. Enes, yıllar sonra bu on yılı anlatırken, tüm insanlığa ders olacak şu muhteşem tespiti yapacaktı:
“Allah Resûlü’ne (s.a.v.) tam on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir defa bile ‘Öf!’ demedi. Yaptığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yaptın?’ veya yapmadığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yapmadın?’ diye beni asla azarlamadı.”
Bir çocuk düşünün; on yıl boyunca (yani çocukluğundan yirmili yaşlarına kadar) bir insanın yanında kalıyor ve bir kez bile azar işitmiyor! İşte bu, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ne kadar şefkatli, ne kadar merhametli ve ne kadar yüce bir ahlaka sahip olduğunun en canlı ispatıydı.
Hz. Enes, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Babacığım” (Yâ Ebâ) diye hitap eder, Efendimiz de ona bazen “Oğulcuğum” (Yâ Büneyye) diye seslenir, bazen de sevgisinden dolayı kulağını hafifçe tutarak “İki kulaklıcık!” (Yâ Üzüneyn) diye takılırdı.
Bu on yıl, Hz. Enes için eşsiz bir eğitim süreciydi. O, sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda canlı bir kayıt cihazı gibiydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ev halini, ailesiyle ilişkilerini, gece ibadetini, misafir ağırlamasını, savaş anındaki kararlılığını ve barış anındaki nezaketini hep birinci elden gördü ve ezberledi.
Peygamber’in (s.a.v.) Hayat Değiştiren Duası
Hz. Enes’in annesi Ümmü Süleym, oğlunun bu şerefli hizmetinden o kadar memnundu ki, bir gün tekrar Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı:
“Yâ Resûlallah! Şu küçük hizmetkârınız Enes’e bir dua etseniz?”
Bu isteği kırmayan Rahmet Peygamberi, mübarek ellerini kaldırdı ve hizmetkârı, öğrencisi, “oğulcuğu” Enes için tarihe geçecek şu duayı yaptı:
“Allah’ım! Onun malını ve evladını çoğalt. Ona verdiğin nimetleri bereketli kıl ve ömrünü uzun eyle!” (Bazı rivayetlerde “ve onu cennete koy” ilavesi de vardır.)
Bu dua, bir Peygamber duasıydı. Ve Allah katında anında kabul görmüştü. Hz. Enes’in hayatının geri kalanı, bu duanın nasıl tecelli ettiğinin, nasıl gerçekleştiğinin adeta bir filmi gibi oldu.
Duanın Tecellisi: Bereketli Bir Hayat
On yıl dolduğunda, Hz. Enes (r.a.) yirmi yaşına gelmişti. Ve o en zor gün geldi… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat etti. Hz. Enes, o günü “Medine’ye O’nun geldiği günden daha aydınlık bir gün görmedim. O’nun vefat ettiği günden daha karanlık ve kasvetli bir gün de yaşamadım” diye anlatacaktı.
Efendisi’nden ayrılmıştı ama O’nun duası ve hatıraları hep yanındaydı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Enes, Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde kısa bir süre Bahreyn’de zekât memurluğu yaptı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde ise Basra şehrine yerleşti. Artık o, Medine’deki o küçük çocuk değildi; Peygamber Okulu’ndan mezun olmuş büyük bir âlimdi. Basra’da bir ilim merkezi kurdu ve binlerce öğrenci yetiştirdi.
Peki ya o dua? İşte bakın nasıl gerçekleşti:
• “Malını çoğalt…”: Hz. Enes, Basra’nın en zengin insanlarından biri oldu. Öyle büyük bahçeleri vardı ki, Basra’daki diğer bahçeler yılda bir kez ürün verirken, Hz. Enes’in bahçesi (Peygamber duasının bereketiyle) yılda iki kez ürün verirdi. Bahçesinde özel bir reyhan çiçeği yetişir, kokusu misk gibi etrafa yayılırdı.
• “Evladını çoğalt…”: Hz. Enes (r.a.), çok kalabalık bir aileye sahip oldu. Rivayetlere göre, kendi vefat ettiğinde hayatta olan çocukları ve torunlarının sayısı 100’ü (bazı kaynaklara göre 120’yi) bulmuştu. Bu, o dönem için olağanüstü bir rakamdı.
• “Ömrünü uzun eyle…”: Hz. Enes, tam 100 yılı aşan (103, 107 diyen rivayetler vardır) uzun ve bereketli bir ömür sürdü. O, Basra’da vefat eden son sahabe olarak tarihe geçti.

Hadis Hazinesi ve Son Vasiyet
Hz. Enes (r.a.), uzun ömrünü sadece malı ve evlatlarıyla değil, ilimle geçirdi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanında geçirdiği on yılın her anını hafızasına kazımıştı. Bu sayede, en çok hadis rivayet eden sahabeler (Mukthirûn) arasında üçüncü sırayı aldı. 2286 hadis rivayet ederek, bizlere Peygamber ahlakını ve sünnetini taşıyan en önemli köprülerden biri oldu.
Ömrünün son günlerinde artık çok yaşlanmıştı. Sık sık ağlar, “Ah, keşke Resûlullah’ı (s.a.v.) rüyamda görsem” diye hasret çekerdi. Yanındakilere şöyle derdi: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bana bir gün şöyle nasihat etmişti: ‘Oğulcuğum! Kalbinde kimseye karşı bir kin, bir aldatma veya düşmanlık olmadan sabahlayabilir ve akşamlayabilirsen, bunu yapmaya çalış. Oğulcuğum, işte bu, benim sünnetimdir (yolumdur). Benim sünnetimi yaşayan, beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur.'”
Hz. Enes, bu nasihati bir ömür boyu tuttu.
Vefatı yaklaştığında, yanında küçük bir kutu sakladığı görüldü. Ailesine vasiyet etti:
“Bu kutunun içinde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek terinden damlalar ve saçından teller vardır. Ben vefat ettiğimde, bunları kefenime, dilimin altına ve gözlerimin üzerine koyun. Umarım Rabbimin huzuruna bu mübarek emanetlerle çıkarım.”
Ve “Peygamber’in Hizmetkârı” (Hâdimü’n-Nebî) unvanını en büyük şeref madalyası olarak taşıyan Hz. Enes bin Mâlik (r.a.), yüz yaşını aşkınken, Peygamber duasıyla bereketlenmiş bir ömrün ardından Basra’da vefat etti.
Onun hayatı, bizlere ihlasla yapılan küçük bir hizmetin Allah katında ne kadar büyüyeceğinin, bir annenin salih niyetinin nesilleri nasıl kurtaracağının ve en önemlisi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir çocuğa bile nasıl davranılması gerektiğini öğreten eşsiz ahlakının en güzel hikayesidir.

*****************

• Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.): Vahiy kâtiplerinin önde gelenlerinden ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Kur’an-ı Kerim’in cem edilmesinde (toplanmasında) vazifeli heyetin başkanı.

Allah’ın Kelâmının Muhafızı: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.)

Birinci Bölüm: Medine’nin Yetim Dehası
Güneşin, Yesrib’in hurma bahçelerini ısıttığı günlerden birinde, Neccâroğulları arasında yetim bir çocuk büyüyordu. Babası Sâbit, daha Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine’ye hicret etmeden evvel kabileler arası vuku bulan Buâs Harbi’nde vefat etmişti. Bu zeki çocuğun adı Zeyd idi. Zeyd bin Sâbit.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Zeyd henüz on bir yaşındaydı. Medine, “Peygamber Şehri” olmanın heyecanıyla çalkalanırken, bu genç kalp de iman nuruyla dolup taşmıştı. Okuma yazma biliyordu ve hafızası fevkalade kuvvetliydi.
İman etmenin heyecanıyla, o da diğer Müslümanlar gibi Allah yolunda bir şeyler yapmak istiyordu. Bedir Gazvesi vakti geldiğinde, Zeyd henüz on üç yaşındaydı. Yaşıtları gibi o da kılıcını kuşanıp Resûlullah’ın (s.a.v.) ordusuna katılmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.), bu küçük mücahidi sevgiyle süzdü ve yaşının harp için küçük olduğunu belirterek onu Medine’ye geri gönderdi.
Zeyd’in kalbi mahzundu, ancak onun cihadı kılıçla değil, kalemle olacaktı.

İkinci Bölüm: Peygamberin (s.a.v.) Tercümanı ve Kâtibi
Zeyd’in (r.a.) okuma yazma kabiliyeti ve dillere olan yatkınlığı, Medine’de hemen fark edildi. Onu Resûlullah’a (s.a.v.) takdim ettiler ve “Ya Resûlallah! Bu genç, Kur’an’dan on yedi sûreyi ezbere biliyor ve çok güzel okuyor.” dediler. Efendimiz (s.a.v.) onun okuyuşunu dinledi ve çok memnun kaldı.
Bir müddet sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu genç dehaya hususi bir vazife verdi. Buyurdular ki:
“Yâ Zeyd! Bana farklı lisanlarda, hususiyetle Yahudilerin dili olan İbranice’de mektuplar geliyor. Ben, o mektupları bana tercüme edenlere tam olarak itimat edemiyorum. Sen, İbraniceyi (ve bazı rivayetlere göre Süryaniceyi) öğren.”
Bu emir, Zeyd (r.a.) için bir şerefti. Öyle bir zekâya sahipti ki, İbraniceyi rivayetlere göre on beş gün gibi mucizevî bir sürede okuyup yazacak seviyede öğrendi. Artık Resûlullah’ın (s.a.v.) hususi tercümanı ve mektuplarını yazan kâtibi olmuştu.
Ancak onun asıl şerefi “Vahiy Kâtipliği” idi.
Cebrail (a.s.) ne zaman yeni bir ayet-i kerime getirse, Efendimiz (s.a.v.) hemen güvendiği kâtiplerini çağırırdı. Bu kâtiplerin başında Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.) gelirdi. Efendimiz (s.a.v.) okur, Zeyd (r.a.) ise büyük bir titizlikle, o an ne buldularsa; hurma yaprakları, yassı taşlar (lihâf), deri parçaları veya kürek kemikleri üzerine Allah’ın (c.c.) kelâmını kaydederdi.
O, inen ayetlerin ilk şahitlerinden, ilk yazıcılarındandı. Bu vazife, onun omuzlarına genç yaşta büyük bir mesuliyet yüklemişti.

Üçüncü Bölüm: En Ağır Emanet (Kur’an’ın Cemi)
Seneler geçti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Refîk-i A’lâ’ya vasıl olmuş, halifelik vazifesi Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) geçmişti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde, dinden dönenlerle ve yalancı peygamberlerle (Müseylemetü’l-Kezzâb gibi) çok şiddetli harpler yapıldı. Bu harplerin en çetini olan “Yemâme Savaşı”nda, Kur’an’ı baştan sona ezbere bilen (hâfız) sahabelerin pek çoğu şehadet şerbetini içti.
Bu durum, Hz. Ömer’i (r.a.) derinden endişelendirdi. Kur’an ayetleri dağınık halde (taşlar, deriler, yapraklar üzerinde) bulunuyor ve en büyük güvencesi olan hâfızlar bir bir şehid oluyordu.
Hz. Ömer (r.a.) derhal Halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) koştu ve dedi ki:
“Yâ Halifete Resûlillah! Yemâme’de kurrâ (hâfızlar) arasında şehidlik çoğaldı. Eğer böyle devam ederse, Kur’an’ın bir kısmının hâfızların şehadetiyle zayi olmasından (kaybolmasından) endişe ediyorum. Muhakkak Kur’an’ın bir araya getirilmesini (cem edilmesini) emretmelisin!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir işi yapmaktan evvela çekindi:
“Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?”
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Bunun bir bid’at değil, dinin aslını muhafaza için bir zaruret olduğunu anlattı. Nihayet Allah (c.c.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kalbini bu işe yatırdı.
Peki, bu mukaddes ve ağır vazifeyi kim yapacaktı?
Akıllara tek bir isim geldi: Resûlullah’ın (s.a.v.) vahiy kâtibi, Medine’nin en zeki âlimi: Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Zeyd’i (r.a.) çağırdı. Hz. Ömer (r.a.) de oradaydı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) durumu izah etti ve dedi ki:
“Sen genç, akıllı bir adamsın. Hakkında hiçbir töhmet (kötü zan) işitmedik. Sen Resûlullah’a (s.a.v.) vahiy kâtipliği yapıyordun. Şimdi Kur’an’ın ayetlerini araştır ve onları bir araya topla!”
Bu teklif karşısında Hz. Zeyd (r.a.) dehşete kapıldı. Omuzlarına yüklenen mesuliyetin ağırlığını o an anlamıştı. Yıllar sonra o anı şöyle tasvir edecekti:
“Vallahi! Eğer bana dağlardan bir dağı yerinden kaldırmamı teklif etselerdi, Kur’an’ı toplama vazifesinden daha ağır gelmezdi!”
Hz. Zeyd (r.a.) de evvela tereddüt etti: “Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığını nasıl yaparsınız?”
Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) onu ikna ettiler.
Hz. Zeyd (r.a.) derhal bir heyet kurdu ve bu heyetin başına geçti. İnanılmaz titiz bir çalışma başlattı. Sadece kendi hafızasına veya başkalarının hafızasına güvenmedi. Medine’de “elinde Resûlullah’tan (s.a.v.) duyulup yazılmış ayet olan herkes getirsin” diye ilan etti.
Bir ayeti Mushaf’a kaydetmek için çok mühim bir usûl belirledi:
• Getirilen ayetin, mutlaka Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda yazılmış olması.
• Buna dair iki âdil şahidin şehadette bulunması.
Böylece Mescid-i Nebevî’de, insanların getirdiği hurma yapraklarını, deri parçalarını ve kemik tabletlerini incelemeye başladı. Her ayeti, hâfızların ezberleriyle ve yazılı şahitlerle karşılaştırdı.
Bu meşakkatli çalışmanın sonunda, Tevbe Sûresi’nin son iki ayeti hariç hepsini bu titizlikle topladı. O son iki ayeti ise sadece sahabi Hz. Huzeyme bin Sâbit’in (r.a.) yanında yazılı olarak buldu. (Resûlullah (s.a.v.), Hz. Huzeyme’nin şahitliğini iki şahit yerine saydığı için, bu ayetler de Mushaf’a dâhil edildi.)
Hz. Zeyd (r.a.) ve heyeti, Kur’an-ı Kerim’i eksiksiz olarak iki kapak arasında “Suhuf” (Sayfalar) halinde topladı. Allah’ın (c.c.) şu vaadi, onun elleriyle tecelli ediyordu:
“Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9 )
Bu ilk Mushaf, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) teslim edildi. Vefatından sonra Hz. Ömer’e (r.a.), ondan da kızı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi olan Hz. Hafsa’ya (r.anha) intikal etti.

Dördüncü Bölüm: Ümmeti Birleştiren Nüshalar (Kur’an’ın Çoğaltılması)
Hz. Zeyd’in (r.a.) hizmeti bununla bitmedi.
Aradan yıllar geçmiş, Hz. Osman (r.a.) halife olmuştu. İslam coğrafyası Arabistan dışına, Azerbaycan’a, Ermenistan’a, Mısır’a kadar genişlemişti.
Farklı milletlerden Müslüman olanlar, Kur’an’ı farklı kıraatlerle (okuyuş tarzlarıyla) okuyorlardı. Bu durum, bazı yerlerde “Benim okuyuşum seninkinden daha doğrudur” gibi tehlikeli ihtilaflara, fitnelere sebep olmaya başlamıştı.
Azerbaycan fethinden dönen kumandan Huzeyfe bin Yemân (r.a.), bu tehlikeyi gördü ve hemen Medine’ye, Halife Hz. Osman’a (r.a.) gelerek feryat etti:
“Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Bu ümmet, kitapları hakkında Yahudi ve Hristiyanların düştüğü ihtilafa düşmeden evvel onlara yetiş!”
Hz. Osman (r.a.), derhal ümmetin ileri gelenlerini topladı. Çözüm belliydi: Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde toplanan ana Mushaf’ın (Suhuf) esas alınarak çoğaltılması ve her yere gönderilmesi.
Bu vazife için kurulacak heyetin başkanı yine belliydi: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Osman (r.a.), Hz. Hafsa’dan (r.anha) o mübarek “Ana Mushaf”ı emaneten istedi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında (Abdullah bin Zübeyr, Said bin Âs, Abdurrahman bin Hâris gibi Kureyşli genç âlimlerin de olduğu) bir heyet kurdu.
Vazifeleri, bu ana Mushaf’ı Kureyş lehçesine (Kur’an’ın ilk indiği lehçeye) göre “istinsah” etmek, yani çoğaltmaktı. Hz. Zeyd (r.a.) Medineli, diğer üç üye Kureyşli idi. Hz. Osman (r.a.) onlara, “Eğer Zeyd ile bir ayetin yazılışında ihtilafa düşerseniz, Kureyş lehçesine göre yazın, zira Kur’an o lehçede nazil olmuştur.” buyurdu.
Bu heyet, büyük bir titizlikle 5 (veya 7) adet Mushaf nüshası hazırladı. Bu nüshalar, Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Medine gibi mühim İslam merkezlerine gönderildi. Hz. Osman (r.a.), bu resmî Mushaflar dışındaki bütün şahsi nüshaların ve dağınık yaprakların imha edilmesini emretti.
İşte bugün elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim, Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) başkanlığındaki bu iki büyük çalışmanın (Cem ve İstinsah) mübarek meyvesidir.

Beşinci Bölüm: İlimle Dolu Bir Ömür
Hz. Zeyd (r.a.), sadece Kur’an’ı toplayan bir kâtip değildi. O, Medine’nin en büyük âlimiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun hakkında, “Ümmetimin içinde ferâizi (miras hukukunu) en iyi bilen Zeyd’dir.” buyurmuştu.
Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) devirlerinde Medine’de kadılık yaptı, fetva makamının başındaydı. Devlet hazinesini (Beytü’l-Mâl) idare etti. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, çözemedikleri fıkhî meseleleri, özellikle de miras hesaplarını ona sorarlardı.
Ömrünü ilme, Kur’an’a ve devlete hizmete adadı.
Hicret’in 45. (veya 55.) senesinde Medine’de vefat ettiğinde, İslam âlemi en büyük âlimlerinden birini kaybetmişti. Cenaze namazına katılanlardan Hz. İbn Abbas (r.a.) (ki o da “Ümmetin Âlimi” lakaplıydı), Zeyd’in (r.a.) kabrine bakarak gözyaşları içinde şöyle demiştir:
“İşte ilim böyle gömülür! Bugün ilmin pek çoğu defnedildi.”
Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.), zekâsını, gençliğini ve bütün hayatını Allah’ın (c.c.) kelâmının tek bir harfi dahi zayi olmasın diye vakfeden, o “en ağır emaneti” omuzlarında taşıyan mübarek bir sahabidir. Rabbimiz ondan ve bütün sahabelerden ebediyen razı olsun. Amin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

1. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Dönemi (İlk Yenileyiciler ve Mezhep İmamları)

Tâbiîn (Sahabeyi görenler) ve Tebe-i Tâbiîn (Tâbiîni görenler) dönemi, İslam ilimlerinin temellerinin atıldığı dönemdir.

• Ömer bin Abdülaziz (ö. 101 H / 720 M): Emevi halifesidir. Adaleti, Sünnet’e bağlılığı ve bid’atleri ortadan kaldırma çabaları nedeniyle birçok alim tarafından birinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

“Hidayet Kandillerinden” biri olan ve âlimlerin ittifakıyla birinci hicri asrın müceddidi kabul edilen Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (rahmetullahi aleyh) adalet, fazilet ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık dolu hayat hikâyesi.
________________________________________
Hidayet Kandili: Beşinci Halife Hz. Ömer bin Abdülaziz’in Hikâyesi

Giriş: Saraydaki Zâhid

Emevî Devleti, gücünün zirvesindeydi. Saraylar, zenginlikler ve saltanat, Medine’nin o mütevazı Mescid-i Nebevî’sinden çok uzaklara, Şam’ın ihtişamlı koridorlarına taşınmıştı. Devletin idaresi, artık Peygamber (s.a.v) Efendimizin ve ilk dört halifesinin (Hulefâ-i Râşidîn) zâhidâne hayatından farklı bir çehreye bürünmüştü. İşte böyle bir zamanda, Emevî sarayının tam kalbinde, bambaşka bir ruh, farklı bir “yapı” ile bir şehzade yetişiyordu.
Bu şehzade, Ömer bin Abdülaziz idi. O, sadece bir Emevî prensi değildi; damarlarında, adaletiyle cihanı titreten Halife-i Sânî, Hz. Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) kanını taşıyordu. Annesi, Hz. Ömer’in torunuydu. Bu mübarek soy, onun fıtratına adeta bir adalet mayası çalmıştı.

Birinci Bölüm: İlim Yuvası Medine’de Yetişen Şehzade
Babası Abdülaziz, Mısır valisiydi. Ömer, sarayda ve zenginlik içinde büyümesine rağmen, kalbi hep ilme ve hikmete meftundu. Babasından, kendisini ilim tahsili için Medine-i Münevvere’ye göndermesini ısrarla rica etti. O vakitler Medine, Sahâbe-i Kirâm’ın son temsilcilerinin ve Tâbiîn’in en büyük âlimlerinin bulunduğu bir nur merkeziydi.
Ömer, Medine’ye geldiğinde, kendini tamamen ilme adadı. Enes bin Mâlik (r.a.) gibi Sahâbîleri gördü; Said bin Müseyyeb, Urve bin Zübeyr ve Sâlim bin Abdullah (kendi kuzeni) gibi Tâbiîn’in en büyük fıkıh (hukuk) âlimlerinden dersler aldı. O, sarayın debdebesini değil, mescidin huşûsunu, ilim halkalarının feyzini seçti.
Genç yaşında Medine valisi tayin edildi. Ancak o, diğer Emevî valileri gibi saltanat sürmedi. Yaptığı ilk iş, Medine’nin en büyük on fıkıh âlimini toplamak oldu. Onlara dedi ki: “Sizi, bana hak ve adaleti göstermeniz için bir ‘Şûrâ Meclisi’ olarak topladım. Allah’a yemin ederim ki, sizin görüşünüzü almadan hiçbir karara imza atmayacağım.” Bu, Emevî idaresinde görülmemiş bir hareketti; unutulmaya yüz tutan “istişâre” sünnetini yeniden ihyâ ediyordu.
Medine valiliği boyunca adaletiyle o kadar nam saldı ki, zulümden kaçanlar için Medine bir sığınak hâline geldi.

İkinci Bölüm: Omuzlara Yüklenen Ağır Emanet: Hilâfet
Halife Süleyman bin Abdülmelik, vefat döşeğindeydi. Kendisinden sonra kimi halife bırakacağı merak konusuydu. Emevî hanedanı, veliahdın kendi kardeşleri veya oğulları olmasını bekliyordu. Ancak Süleyman, âlimlerin de tavsiyesiyle, hanedanı şaşırtan bir vasiyet yazdırdı. Vasiyeti, ölümünden sonra açılmak üzere mühürledi.
Süleyman vefat edince, Emevî ailesi ve devlet erkânı büyük Dımaşk (Şam) Camii’nde toplandı. Vasiyet okundu: Halife, kendisinden sonra Ömer bin Abdülaziz’i seçmişti!
Ömer bin Abdülaziz, adının okunduğunu duyunca sarsıldı. Bu ağır yükü istemiyordu. Rengi attı ve “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz) dedi. Ayağa kalktı ve minbere yöneldi. Herkes onun biat (bağlılık yemini) almasını beklerken, o, gözyaşları içinde halka şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Ben, bu vazifeyi istemedim ve bana danışılmadı. Omuzlarıma ağır bir yük yüklendi. Sizin, bana olan biatınızı kaldırıyorum. Kimi isterseniz, kimi lâyık görüyorsanız onu kendinize halife seçin!”
Kalabalık bir anda dalgalandı. İnsanlar, yıllardır hasret kaldıkları bu tevazû ve adaleti görmüşlerdi. Hep bir ağızdan bağırdılar: “Biz ancak seni istiyoruz, ey Mü’minlerin Emiri! Senden başkasına râzı değiliz!”
Böylece Ömer bin Abdülaziz, istemeyerek, ancak ümmetin ittifakıyla bu ağır emaneti omuzladı.

Üçüncü Bölüm: İki Buçuk Yıllık Adalet ve İhyâ Dönemi
Hilâfeti sadece iki buçuk sene sürdü. Ancak bu kısa süre, asırlara bedel bir adalet ve ihyâ hareketiyle doldu.

• 1. Saraydan Başlayan Adalet:
İlk iş olarak saraydaki israfı bitirdi. Halifelere mahsus atları, süslü elbiseleri, muhafız alaylarını, hizmetkârları Beytü’l-Mâl’e (Devlet Hazinesi) iade etti. Kendi ailesinin ve Emevî hanedanının haksız yere edindiği bütün mal, mülk ve arazilere el koydu.
Bir gün hanımı, Halife Abdülmelik’in kızı olan Fâtıma’nın yanına geldi. Hanımına dedi ki: “Ey Fâtıma! Ya o boynundaki ve üzerindeki mücevherleri, babanın sana verdiği hediyeleri Beytü’l-Mâl’e, Müslümanların hazinesine iade edersin ya da benden ayrılırsın. Ben, evimde hem Peygamber ümmetinin hakkı olan bu serveti hem de seni bir arada tutamam.” O sâliha hanım, tereddütsüz bütün ziynetlerini hazineye bağışladı.

• 2. En Büyük Bid’atin Kaldırılması:
Yıllardır Emevî idaresinde, Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye (r.a.) ve Ehl-i Beyt’e yönelik (hâşâ) kötü sözler söylenmesi gibi çirkin bir âdet, bir bid’at yerleşmişti. Bu, Müslümanlar arasında derin bir yara ve fitne kaynağıydı.
Ömer bin Abdülaziz, halife olur olmaz çıkardığı ilk emirlerden biriyle bu zulmü durdurdu. Bu çirkin âdeti kaldırdı ve yerine, Cuma hutbelerinin sonunda şu ayet-i kerimenin okunmasını emretti:

$$ “Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi, 90. Ayet)$$
İşte bu ayet, o günden bugüne, 1300 yıldır bütün İslam âleminde Cuma hutbelerinin sonunda okunmaya devam etmektedir. Bu, onun en büyük miraslarından biridir.

• 3. Sünnet-i Seniyye’nin İhyâsı (Hadislerin Toplanması):
Ömer bin Abdülaziz, Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnet’inin ve hadislerinin kaybolmasından endişe ediyordu. Çünkü Sahâbîler vefat etmiş, hadisleri bilen Tâbiîn âlimleri de bir bir âhirete göçmekteydi.
Derhal valilere ve âlimlere mektuplar yazdı. Başta büyük âlim İbn Şihâb ez-Zührî olmak üzere, dönemin âlimlerini hadisleri toplamaya teşvik etti. Bu emir, hadis-i şeriflerin resmî olarak yazıya geçirilmesi (tedvîn) hareketini başlatan en mühim adımdır. Bugün elimizde bulunan Sahîh-i Buhârî ve Müslim gibi temel hadis külliyatları, bu mübarek çalışmanın meyveleridir.

• 4. Zekât Verecek Fakir Bulunamayan Refah Dönemi:
Onun adaleti, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslim tebaaya (vatandaşlara) karşı da idi. Haksız vergileri kaldırdı. Zulmü yasakladı. Devletin gelirlerini adaletle dağıttı.
Rivayet edilir ki, onun o kısa hilâfet döneminde adalet ve refah öyle bir seviyeye ulaştı ki; zekât memurları topladıkları zekâtları dağıtmak için şehir şehir, köy köy dolaşıyor, ancak zekât kabul edecek bir tek fakir dahi bulamıyorlardı. Herkesin ihtiyacı giderilmiş, borçluların borcu ödenmiş, fakirlik ortadan kalkmıştı. Zekât memurları, paraları dağıtamadan hazineye geri getirirlerdi.

Dördüncü Bölüm: Hidayet Kandilinin Sönüşü (Şehâdeti)
Ömer bin Abdülaziz’in bu adalet devrimi, Emevî hanedanı içindeki menfaat sahiplerini, haksız kazançları ellerinden alınanları ve eski saltanat günlerini özleyenleri rahatsız etti. Onun bu kadar “adil” olması, onların zulüm düzenini bozmuştu.
Rivayetlere göre, bu zâlimane düzenin geri gelmesini isteyenler, halifenin bir hizmetkârına rüşvet vererek onu zehirlediler. Halife, zehirlendiğini anladı. Ancak kendisini zehirleyen hizmetkârı çağırıp ona kızmadı bile. Sadece ona verdiği zehrin parasını nereden bulduğunu sordu. Hizmetkâr, “1000 dinar karşılığında yaptım” deyince, Halife Ömer, o 1000 dinarı hizmetkârdan alıp Beytü’l-Mâl’e koydu ve hizmetkârı serbest bıraktı. “Benden ne kötülük gördün, şimdi git, belki tövbe edersin” dedi.
Vefat döşeğindeydi. Etrafındakiler sordular:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Çocuklarına ne bıraktın? Onlar çok kalabalık ve sen onlara bir servet bırakmadın.”
Adalet Güneşi, şu ibretlik cevabı verdi:
“Eğer benim çocuklarım sâlih iseler, Allah (c.c.) sâlih kullarının velîsidir, O onları korur. Yok, eğer sâlih değillerse, ben onlara Allah’a isyan edecekleri bir serveti miras bırakmam!”
Henüz 39 yaşındayken, Rabbine kavuştu.
Netice: Beşinci Halife ve Müceddid
Ömer bin Abdülaziz, Emevî halifesi olmasına rağmen, hayatı, zühdü, takvâsı ve adaletiyle Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört Büyük Halife) yolundan gittiği için, bütün İslam âlimleri tarafından “Beşinci Raşid Halife” olarak kabul edilmiştir.
O, dünyaya değil âhirete talip olan bir idarecinin, sadece iki buçuk senede bir devleti nasıl ihya edebileceğinin, bozulanı nasıl düzeltebileceğinin (tecdîd) en parlak isbatıdır. O, birinci hicri asrın müceddididir.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı onun üzerine olsun. O, karanlık bir dönemde yanan, yolumuzu aydınlatan bir “hidayet kandili” olarak Müslümanların kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

*****

• Hasan-ı Basrî (ö. 110 H / 728 M): Tâbiîn döneminin en önemli alimlerinden biridir. Zühd (tasavvufun ilk şekli) ve ilim alanında derin izler bırakmıştır.

Tâbiîn neslinin o mübarek yıldızlarından, ilmiyle, zühdüyle ve hikmet dolu sözleriyle asırlara ışık tutan büyük İmam Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) hayatını, İslâmî kaynaklara ve menkıbelere sadık kalarak, hem genç dimağlara hem de irfan sahibi büyüklere hitap edecek bir üslupla şu şekilde hikâye edebiliriz:
________________________________________
Hidayet Kandili: Basra’nın Gözbebeği Hasan-ı Basrî (rah.)
Her şey, Medine-i Münevvere’de, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Sahâbe-i Kirâm’ın (r.a.) ilim ve feyiz pınarlarının hâlâ gürül gürül aktığı bir devirde başladı. Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliğinin sonlarına doğru, 642 (Hicrî 21) senesinde, mübarek bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Hasan koydular.
Hasan’ın ailesi, sıradan bir aile değildi. Onlar, “Hâne-i Saadet”in, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek hânelerinin havasını teneffüs etmiş kimselerdi. Annesi Hayre, mü’minlerin annesi Hz. Ümmü Seleme (r.anha) validemizin hizmetindeydi. Babası Yesâr ise, Resûlullah’ın (s.a.v.) meşhur vahiy kâtibi Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) azatlı kölesiydi.
Hasan, böyle bir yuvada büyüdü. Onun ilk beşiği, Peygamber hanesinin manevi iklimiydi.
Peygamber Hanesinden Alınan İlk Feyiz
Küçük Hasan’ın hayatındaki ilk ve en mühim bereket hadiselerinden biri, henüz kundakta bir bebekken yaşandı. Annesi Hayre, bir gün bir iş için dışarı çıkmak zorunda kaldı ve küçük Hasan’ı, efendisi ve mü’minlerin annesi olan Hz. Ümmü Seleme’ye (r.anha) emanet etti.
Bir vakit sonra bebek Hasan ağlamaya başladı. Hz. Ümmü Seleme validemiz, o şefkatli anne, bebeği teskin etmek için kucağına aldı, onu sevdi. Rivayet edilir ki, validemiz ağlayan bebeği susturmak için ona kendi mübarek göğsünden bir miktar süt verdi. (Bazı rivayetlerde ise, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) su içtiği mübarek bir kaptan ona su içirdiği zikredilir.)
Bu hadisenin ardından Hz. Ümmü Seleme validemiz, bu mübarek bebeğe şöyle dua etti:
“Yâ Rabbi! Bu yavruyu ilim ve hikmet sahibi eyle! Onu insanlar arasında sevilen ve örnek alınan bir kulun yap.”
Bu dua, kabul makamına ulaşmıştı. Hasan, daha ilk nefeslerinden itibaren Peygamber hanesinin feyziyle ve mü’minlerin annesinin duasıyla şereflenmişti.
Sahâbe Ocağında Yetişen Bir Âlim
Hasan-ı Basrî, gözünü açtığında etrafında devasa çınarlar, yani Sahâbe-i Kirâm vardı. Medine sokaklarında koşarken, ders halkalarında otururken, Mescid-i Nebevî’de namaz kılarken hep o yıldız insanları gördü.
Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.), Hz. Enes bin Mâlik (r.a.) ve daha nice büyük Sahâbîden (Allah onlardan razı olsun) bizzat ilim tahsil etti. Onların sohbetlerinde bulundu, onlardan Hadîs-i Şerîf dinledi. Bu sebeple o, Tâbiîn neslinin en büyüklerinden, “İmamü’t-Tâbiîn” (Tâbiîn’in İmamı) lakabına layık görülenlerden biri oldu.
Basra’daki İrşad Kandili
Gençlik yıllarında ailesiyle birlikte Basra’ya göç etti. Basra o vakitler, İslâm dünyasının en hareketli şehirlerindendi. Büyük bir ticaret merkezi, ilim yuvası, ama aynı zamanda zenginliğin, lüksün ve dünyaya meyletmenin de başladığı bir yerdi.
İşte Hasan-ı Basrî, böyle bir şehirde bir “irşad kandili” gibi parlamaya başladı.
Basra Câmi-i Kebîr’deki (Büyük Cami) ders halkası, kısa sürede hakikat arayanların sığınağı haline geldi. O konuştuğu zaman, kelimeler ağzından bir hikmet pınarı gibi dökülürdü. Sözleri son derece beliğ (etkili), üslûbu fevkalade akıcıydı.
Onun en belirgin vasfı, “havf” (Allah korkusu) ve “hüzün” idi. Ama bu hüzün, dünyevî bir üzüntü değil, Âhiret endişesinden, günahların ağırlığından ve Allah’a (c.c.) karşı mesuliyet şuurundan kaynaklanan derin bir tefekkür haliydi.
Vaaz vermeye başladığında, önce kendisi ağlar, sonra da dinleyenleri ağlatırdı. Kalbi o kadar rikkatliydi ki, Cehennem’den bahsedildiğinde sanki onun sesini duyar gibi titrer, Cennet’ten bahsedildiğinde sanki onu görür gibi sevinirdi.
Ona bakanlar, “Sanki Cehennem sırf onun için yaratılmış gibi korkuyor” derlerdi. Kendisi ise bu halini şöyle izah ederdi: “Kalpler, gaflet ve günahlarla katılaşır. Onları yumuşatmak için böyle ağlamak ve tefekkür etmek lazımdır.”
Zühdü ve Hikmetli Sözleri
Hasan-ı Basrî Hazretleri, ilmiyle amel eden (yaşayan) bir âlimdi. O, zühdün, yani dünyaya esir olmamanın en güzel misaliydi. Basra’nın bütün zenginlikleri ayaklarının altındayken, o son derece sade bir hayat sürerdi.
En meşhur sözlerinden bazıları, onun hayata bakışını tasvir eder:
• “Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçip gidin, ama onu imar etmeye (üzerine evler kurmaya) kalkmayın.”
• “Mü’min, sabahladığında akşama çıkacağından emin olamaz, akşamladığında sabaha varacağından emin olamaz. O, daima nefsinin muhasebesi (kendini hesaba çekmesi) içindedir.”
• “Ey Ademoğlu! Sen günlerden ibaretsin. Bir günün geçti mi, bir parçan da gitmiş demektir.”
• “İlmin afeti unutmaktır. İlmi müzakere (tekrar etmek) ise onun hayatıdır.”
Zalim Haccâc Karşısındaki Şecaati (Cesareti)
Hasan-ı Basrî Hazretleri, sadece yumuşak huylu bir vaiz değil, aynı zamanda hakkı söylemekten çekinmeyen, şecaat sahibi bir İmam’dı.
O devirde, Irak valisi olarak bilinen Haccâc-ı Zâlim adında, çok sert ve kan dökücü bir idareci vardı. İnsanlar onun adını duyunca titrerdi.
Bir gün Haccâc, kendisini tenkit eden âlimlere öfkelendi ve Hasan-ı Basrî’nin de aralarında bulunduğu bazı âlimlerin yakalanıp huzuruna getirilmesini emretti. Niyeti onları en ağır şekilde cezalandırmaktı.
Askerler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni alıp Haccâc’ın sarayına götürdüler. Haccâc, cellatlarını hazırlamış, öfkeyle köpürüyordu. Hasan-ı Basrî (rah.) içeri girdiğinde, Haccâc’ın hiddetini gördü ama zerre kadar korku göstermedi. Sadece dudakları kıpırdıyor, Rabbine sığınıyordu.
Haccâc, o heybetli âlimi karşısında görünce, Allah (c.c.) kalbine bir sükûnet ve Hasan-ı Basrî’ye karşı bir mehabet (saygı) hissi verdi. Haccâc’ın bütün öfkesi bir anda dindi. Şaşkınlıkla ayağa kalktı ve:
“Buyur ey İmam! Başköşeye, yanıma otur!” dedi.
Hasan-ı Basrî’yi yanına oturttu, ona iltifat etti, hürmet gösterdi ve “Bana nasihat et, ey İmam” dedi. Hasan-ı Basrî, ona Allah’tan korkmasını, adaletten ayrılmamasını tavsiye etti. Haccâc, onu dikkatle dinledi ve sonunda onu hediyelerle, hürmetle uğurladı.
Saraydan çıkanlar şaşkındı. Hasan-ı Basrî’ye sordular: “Ey İmam! Biz senin idam edilmeni beklerken, Haccâc sana hürmet etti. İçeri girerken ne okudun?”
Büyük İmam tebessüm etti ve şöyle dedi:
“Rabbime sığındım. Dedim ki: ‘Ey benim yüce Rabbim! Ey azamet ve celâl sahibi! Haccâc’ın şerrini benim için hayra çevir. Onun ateşini bana soğuk ve selametli kıl!'”
Ehl-i Sünnet Çizgisinden Ayrılmayışı
Hasan-ı Basrî’nin ders halkası o kadar genişti ki, İslâm dünyasındaki birçok farklı düşüncenin temelleri de onun meclisinde tartışılırdı.
Bir gün dersinde, “Büyük günah (kebâir) işleyen bir mü’minin durumu nedir? Kâfir mi olur, mü’min mi kalır?” diye mühim bir sual soruldu.
Hasan-ı Basrî (rah.) tam cevap verecekken, talebelerinden Vâsıl bin Atâ adında biri aceleyle atıldı ve Ehl-i Sünnet’e aykırı bir cevap verdi: “O, ne tam mü’mindir ne de tam kâfirdir. İkisi arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn).”
Bu yeni ve Ehl-i Sünnet yoluna aykırı görüşü duyan Hasan-ı Basrî Hazretleri, Vâsıl’ın bu aceleci tavrına ve yanlış görüşüne müsaade etmedi. Şöyle buyurdu:
“Vâsıl bizden ayrıldı (İ’tezelenâ).”
İşte o gün, Vâsıl bin Atâ ve ona tâbi olanlar, Hasan-ı Basrî’nin ders halkasından ayrılıp mescidin başka bir köşesine çekildiler. Onlara, İmam’ın bu sözünden dolayı “Mu’tezile” (Ayrılanlar) denildi. Hasan-ı Basrî, bu tavrıyla Ehl-i Sünnet itikadının korunmasında da öncü olmuştur.
Vefatı ve Mirası
Tam 88 yıl (bazı kaynaklara göre 90 yıl) ilim, zühd, takva ve irşad ile dolu bir hayat süren bu büyük İmam, 110 (Hicrî) senesinde Basra’da Rabbine kavuştu.
Vefat haberi duyulduğunda, bütün Basra şehri yasa büründü. O gün, Cuma günüydü. Bütün şehir halkı, İmamlarının cenazesine katılmak için toplandı. Rivayet edilir ki, cenazesi o kadar kalabalıktı ki, o gün Basra Câmi-i Kebîr’inde ikindi namazı cemaatle kılınamadı; çünkü cemaatin tamamı cenazedeydi.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinden sonra gelen bütün âlimlere, sûfîlere (tasavvuf erbabına) ve hakikat yolcularına sönmeyen bir ışık, bir “hidayet kandili” oldu. Onun sözleri, hikmetleri ve takva dolu hayatı, bugün hâlâ kalplerimizi aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o mübarek Tâbiîn İmamı’ndan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun yolundan gidenlerden eylesin. Âmin.

************

• İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (ö. 150 H / 767 M): Hanefî mezhebinin kurucusudur. Fıkıhta “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün öncüsüdür.
________________________________________
Hidayet Kandili İmam-ı Azam Ebû Hanîfe: Aklın ve Faziletin İmamı
Giriş: Kûfe’nin Işıkları
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in 80. yılını gösterirken, İslam medeniyetinin en hareketli şehirlerinden birinde, Kûfe’de bir çocuk dünyaya geldi. Adını Nu’man koydular. Babasının adı Sâbit’ti. O gün kimse, bu küçük Nu’man’ın, bir gün adının “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) olacağını ve isminin asırlar boyunca cihan şümul bir hürmetle anılacağını bilmiyordu.
Kûfe, sıradan bir şehir değildi. Burası, Peygamber Efendimizin (s.a.v) güzide sahabîlerinin ilim tohumlarını ektiği, Tâbiîn’in (sahabîleri gören nesil) bu tohumları yeşerttiği bir ilim merkeziydi. Havada sadece pazar yerinin gürültüsü değil, aynı zamanda camilerdeki ilim halkalarının fısıltıları da dolaşırdı. Nu’man’ın ailesi, aslen Fars diyarından gelmiş, ticaretle uğraşan, dindar ve saygın bir aileydi. Dedesi Zûtâ’nın, Hazret-i Ali (r.a) ile tanışıp Müslüman olduğu ve onun hayır duasını aldığı rivayet edilirdi.

Bölüm 1: Tüccardan Âlime Yöneliş
Küçük Nu’man, zeki ve parlak bir çocuktu. Babasının yanında ticaretin inceliklerini öğreniyor, Kûfe çarşılarında ipek ticareti yapıyordu. Zekâsı o kadar keskin, muhakemesi o kadar kuvvetliydi ki, herkes onun çok başarılı bir tüccar olacağına kesin bir nazarla bakıyordu. Hayat, onun için pazar yerindeki hesaplardan ve kumaşların kalitesinden ibaret görünüyordu.
Bir gün, genç Nu’man çarşıdan dönerken, zamanın büyük âlimlerinden İmam Şa’bî (r.a) ile karşılaştı. İmam Şa’bî, bu parlak gencin sadece çarşı-pazar işleriyle meşgul olmasına üzülüyordu. Nu’man’a yaklaştı ve hikmet dolu bir nazarla sordu:
“Ey delikanlı, nereye böyle?”
Nu’man, “Çarşıya, tüccar falanın yanına gidiyorum,” diye cevap verdi.
İmam Şa’bî, onun cevabını bekliyormuş gibi gülümsedi ve şu tarihî sözü söyledi:
“Sadece çarşıya gitme. Sende ilim cevheri görüyorum. Âlimlerin meclislerine de devam etmelisin. Zira senin gibi zeki bir gencin, ilim ve hikmetten uzak kalması büyük kayıp olur.”
Bu sözler, genç Nu’man’ın kalbine bir şimşek gibi düştü. O ana kadar sadece maddeye odaklanan nazarı, şimdi mânâya, ilme ve hikmete çevrilmişti. Evet, ticaret yapacaktı ama bu, onun asıl gayesi olmayacaktı. Onun asıl yolu, Allah’ın dinini anlamak ve anlatmaktı.

Bölüm 2: İlim Deryasında Bir Yolcu
Ebû Hanîfe, o günden sonra kendini ilme adadı. Önce Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. Kûfe’nin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı. Ama onun kalbini en çok çeken, fıkıh ilmi, yani İslam hukukuydu. “Hayatı anlamak ve yaşamak” için fıkhı bilmek gerektiğine inanıyordu.
O dönemde Kûfe’de, “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün en büyük temsilcisi Hammâd bin Ebî Süleyman vardı. Ebû Hanîfe, bu büyük âlimin dizinin dibine oturdu. Tam on sekiz yıl boyunca, bir gün bile ayrılmadan hocası Hammâd’a talebelik etti. Sadece dinlemedi; sordu, tenkit etti, müzakere etti.
Hocası Hammâd, onun bu keskin zekâsına ve derin anlayışına hayrandı. Bazen bir mesele sorulduğunda, cevap vermeden önce “Nu’man burada mı?” diye sorar, o varsa “Cevap ver ey Ebû Hanîfe!” derdi. (Ebû Hanîfe, “Hanîfe’nin Babası” manasına gelen künyesidir.)
Ebû Hanîfe sadece Kûfe’de kalmadı. İlim için Basra’ya, Medine’ye ve Mekke’ye seyahatler yaptı. Bu seyahatlerinde, Medine’de İmam Mâlik’in de hocası olan Rabîatü’r-Rey gibi dev âlimlerden dersler aldı. Mekke’de, Tâbiîn’in en büyüklerinden Atâ bin Ebî Rebâh ile tanıştı. Hatta bazı rivayetlere göre, henüz hayatta olan birkaç sahabîyi, mesela Enes bin Mâlik’i (r.a) görme şerefine erişti. Bu yüzden ona “Tâbiîn”den sayılma şerefi de nail oldu.

Bölüm 3: İlim Meclisi ve “En Büyük İmam”
Hocası Hammâd vefat ettiğinde, ilim halkasının başına kimin geçeceği belliydi. Herkesin nazarı, artık kırk yaşına gelmiş olan olgun âlim Ebû Hanîfe’deydi. O, hocasının kürsüsüne oturduğunda, İslam tarihinde yeni bir devir başlıyordu.
Ebû Hanîfe, derslerini bir “diktatör” gibi anlatmazdı. O, bir “ilim meclisi” kurdu. Bu mecliste, kendisi gibi dâhi olan talebeleri vardı. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed eş-Şeybânî, İmam Züfer gibi geleceğin büyük imamları, onun rahle-i tedrisindeydi.
Dersi şöyle işlerdi: İmam-ı Azam, ortaya bir mesele atardı. Mesela, “Şöyle şöyle bir durum olsa, dinimizin hükmü ne olurdu?” diye sorardı.
Talebeleri konuşmaya başlardı. Biri “Bence şöyledir, delilim şu ayettir,” derdi. Diğeri “Hayır, şu hadise göre böyle olmalıdır,” derdi. İmam Züfer kıyas (analoji) yapar, İmam Ebû Yusuf daha pratik çözümler sunardı. Tartışmalar bazen günlerce sürerdi.
İmam-ı Azam, tüm bu fikirleri bir orkestra şefi gibi yönetir, dinler, not alır ve en sonunda bütün delilleri toparlayarak, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna en uygun, aklın ve mantığın kabul edeceği, insanların hayatını kolaylaştırıcı (istihsan) hükmü açıklardı.
İşte “Hanefî mezhebi” böyle doğdu. Tek bir kişinin fikri değil, bir ilim şûrasının, Kur’an ve Sünnet ışığında, akıl ve rey (görüş) ile vardığı ortak bir hikmet hazinesiydi. O, meseleleri çözme kabiliyeti ve derin anlayışı sebebiyle “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) lakabını aldı.

Bölüm 4: Zengin Ama Zâhid Bir Tüccar
İmam-ı Azam’ın diğer âlimlerden mühim bir farkı vardı: O, ticaretle uğraşmaya devam ediyordu. Kûfe’nin en zengin ipek tüccarlarındandı. Ama bu zenginliği asla kendisi için kullanmadı.
Onun en büyük fazileti, cömertliğiydi. İlim meclisindeki bütün talebelerinin tüm masraflarını, evlerinin kirasını, yiyeceklerini kendisi karşılardı. İmam Ebû Yusuf başta olmak üzere birçok talebesine, “Sakın dünya işleriyle meşgul olup ilimden geri kalmayın. Sizin ve ailenizin bütün ihtiyacı benim üzerimedir,” derdi. Zekâtını ve sadakasını o kadar cömertçe dağıtırdı ki, Kûfe’de onun ticaretinden fayda görmeyen fakir neredeyse kalmamıştı.
Ticaretteki dürüstlüğü ise dillere destandı. Bir defasında, ortağına satması için bir top kumaş bıraktı. Kumaşta küçük bir kusur vardı ve ortağına “Bunu satarken kusurunu mutlaka müşteriye söyle,” diye tembihledi. Ortağı, kumaşı sattı ama dalgınlıkla kusurunu söylemeyi unuttu. Durumu öğrenen İmam-ı Azam, yıkıldı. Müşteriyi aradı ama bulamadı. Vicdanı o kadar sızladı ki, o kumaştan kazanılan parayı değil, o günkü satıştan elde edilen tüm geliri (binlerce dirhemi) sadaka olarak dağıttı.
Geceleri ibadetle geçirirdi. Komşuları onun geceleri evinden gelen Kur’an sesine alışıktı. Gündüzleri ilim ve ticaretle, geceleri ise ibadet ve gözyaşıyla meşgul olan, zengin ama dünyaya zerre kadar kıymet vermeyen (zâhid) bir fazilet timsaliydi.

Bölüm 5: Zalime Karşı Bir Duruş: Kadılık İmtihanı
İmam-ı Azam’ın şöhreti, saraylara kadar ulaştı. O zamanlar Emevî devleti hüküm sürüyordu. Kûfe valisi İbn Hübeyre, İmam-ı Azam’ı yanına çağırdı ve ona Kûfe Baş Kadılığı’nı (Baş Hâkimlik) teklif etti.
Bu bir makam değil, bir tuzaktı. Vali, İmam-ı Azam gibi halkın sevdiği bir âlimi kendi yanına çekerek, yaptığı zulümlere onu alet etmek istiyordu. İmam-ı Azam, bu tehlikeyi derhal sezdi. Bu ulvî makamı, zalim bir yönetimin emrinde kirletemezdi.
Teklifi reddetti.
Vali İbn Hübeyre öfkelendi. “Ya kabul edersin, ya da kamçılanırsın!” diye tehdit etti.
İmam-ı Azam’ın cevabı netti: “Vallahi, Fırat Nehri kenarında bir koyun kaybolsa, Allah bunun hesabını benden sorar diye korkarken, ben nasıl insanların kanı ve malı hakkında hüküm veririm? Sizin zulmünüze ortak olmaktansa, kamçı yemeyi tercih ederim.”
Valinin emriyle zindana atıldı. Günlerce kırbaçlandı. Vücudu kan revan içindeydi ama o, kararından dönmedi. En sonunda, bu âlimin ölmesinden korkan vali, onu serbest bırakmak zorunda kaldı.

Bölüm 6: Zindanda Gelen Şehadet
Yıllar geçti. Emevî devleti yıkıldı, yerine Abbasîler geldi. Yeni halife Ebû Cafer el-Mansur, Bağdat şehrini kuruyordu. Mansur da İmam-ı Azam’ın ilmine hayrandı ve onu kendi yanında istiyordu. Onu Bağdat’a davet etti ve ona yeni başkentin Baş Kadılığı’nı teklif etti.
İmam-ı Azam, şimdi 70 yaşına gelmiş yaşlı bir âlimdi. Ama duruşu değişmemişti. Zalimin adı değişse de zulüm devam ediyordu. Halife Mansur’un teklifini de reddetti.
Mansur, Emevî valisinden daha acımasızdı. “Benim emrime karşı mı geliyorsun!” diye kükredi ve İmam-ı Azam’ı Bağdat zindanına attırdı.
Rivayetlere göre, bu yaşlı âlime zindanda hem işkence yapıldı hem de yemeğine azar azar zehir katıldı.
Hicret’in 150. yılında, o karanlık zindanda, İslam âleminin “En Büyük İmamı”, secdedeyken (veya zehrin tesiriyle) ruhunu Rabbine teslim etti. O, bir makam uğruna dinini ve vicdanını satmamıştı.
Cenazesi Bağdat’a taşındığında, bütün şehir sokaklara döküldü. Cenaze namazını kılmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu ki, rivayete göre namazı tam altı defa kılındı ve elli binden fazla insan bu hidayet kandilini son yolculuğuna uğurladı.
Sonuç: Sönmeyen Kandil
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) bedenen aramızdan ayrıldı, ama onun yaktığı o “hidayet kandili” hiç sönmedi. Onun yetiştirdiği talebeleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, onun metodunu ve fetvalarını kitaplaştırarak dünyaya yaydılar.
Bugün, yüz milyonlarca Müslüman, hayatlarını onun Kur’an ve Sünnet’ten, akıl ve hikmetle çıkardığı yola, Hanefî mezhebine göre yaşamaktadır. O bize, aklı kullanmanın imanın bir parçası olduğunu, dürüstlüğün en büyük zenginlik olduğunu ve bir âlimin en büyük vazifesinin, ne pahasına olursa olsun hakkı söylemek olduğunu öğretti.
Allah’ın rahmeti, o büyük imamın üzerine olsun.

*****

• İmam Mâlik bin Enes (ö. 179 H / 795 M): Mâlikî mezhebinin kurucusudur. “Muvatta” adlı eseri, ilk hadis ve fıkıh kaynaklarındandır.

HİCRET YURDUNUN İMAMI: MÂLİK BİN ENES (r.a.)
Güneşin, yeryüzünü en nurlu şekilde aydınlattığı bir belde düşünün. Burası, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek adımlarıyla şereflenmiş, O’nun mescidini, minberini ve kabr-i saadetini sinesinde saklayan Medine-i Münevvere idi. Peygamber Efendimiz ve güzide ashabı bu dünyadan göçeli yaklaşık bir asır olmuştu. Ancak Medine’nin havasında hala onların nefesi, sokaklarında onların hatırası vardı. Tâbiîn neslinin büyükleri, Ashâb-ı Kirâm’dan öğrendikleri ilmi ve edebi, bir sonraki nesle aktarmak için gayret ediyordu.
İşte böyle mübarek bir zamanda, Hicretin 93. senesinde (Miladi 711), Medine’de salih bir ailenin evinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Mâlik koydular. Babası Enes, dedesi Mâlik, onun da babası Ebû Âmir… Hepsi ilimle meşgul, fazilet sahibi kimselerdi. Dedesinin babası Ebû Âmir, Bedir dışındaki bütün gazvelere katılmış bir sahabiydi. İmam Mâlik, böyle nurlu bir soya ve ilim kokan bir yuvaya gözlerini açmıştı.

İlimden Önce Edeb
Küçük Mâlik’in zekâsı ve hafızası göz kamaştırıyordu. Ailesi, onun büyük bir âlim olacağını daha o yaşlarda fark etmişti. Annesi, o devrin anneleri gibi feraset sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunu ilim meclisine göndermeye karar verdiğinde, onu en güzel elbiselerle giydirdi, sarığını sardı ve ona şu ölümsüz tavsiyede bulundu:
“Oğlum! Medine’nin büyük âlimi Rabîa’nın (Rabîatü’r-Rey) meclisine git. Ama dikkat et! O’nun ilminden önce edebini öğren. Git ve O’nun heybetini, vakarını, oturup kalkmasını öğren.”
Bu tavsiye, İmam Mâlik’in bütün hayatının anahtarı olacaktı. O, ilmin, ancak edeb ile bir kıymet ifade ettiğini daha ilk derste anlamıştı.
Genç Mâlik, Medine’nin ilim pınarlarından kana kana içmeye başladı. O, sıradan bir talebe değildi; o, ilme âşık bir talebeydi. Geceleri mum ışığında ders tekrar eder, gündüzleri hocalarının kapısında beklerdi. İbn Şihâb ez-Zührî, Nâfi’ (Abdullah bin Ömer’in âzatlısı) ve Ca’fer-i Sâdık gibi Tâbiîn’in en büyük âlimlerinden yüzlerce hocanın önünde diz çöktü.
Özellikle Nâfi’nin dersleri onun için çok mühimdi. Çünkü Nâfi’, ilmi doğrudan Abdullah bin Ömer’den (r.a.), o da babası Hz. Ömer’den (r.a.) ve Resûlullah’tan (s.a.v.) almıştı. Bu, “altın silsile” (silsiletü’z-zeheb) denilen en sağlam ilim zinciriydi.
Medine Mescidi’ndeki İlim Halkası
Yıllar geçti, genç talebe Mâlik, artık Medine’nin en büyük âlimlerinden biri, “İmam Mâlik” olmuştu. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mescidinde, Mescid-i Nebevî’de kendi ilim halkasını (ders kürsüsünü) kurdu.
Ancak o, bu kürsüye oturmakta hiç acele etmedi. Rivayete göre, Medine’nin yetmiş büyük âlimi onun ders verebileceğine, fetva makamına layık olduğuna şehadet etmeden bu işe başlamadı. Çünkü o, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) makamında oturmanın ağırlığını biliyordu.
Dersleri o kadar bereketli ve vakarlıydı ki, Mescid-i Nebevî talebelerle dolup taşardı. Sadece Medine’den değil, Endülüs’ten (İspanya), Mısır’dan, Irak’tan, Horasan’dan binlerce talebe, “Hicret Yurdunun İmamı”nı (İmâmu Dâri’l-Hicre) dinlemek için yollara düşerdi.
O, bir meseleyi cevaplarken çok titizdi. Kırk soru sorulsa, çoğuna “La edrî” (Bilmiyorum) diye cevap vermekten çekinmezdi. “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır” derdi. Çünkü o, bilmediği bir meselede Allah adına konuşmaktan tir tir titrerdi.

Hadis-i Şerife Eşi Bulunmaz Hürmet
İmam Mâlik Hazretleri’nin en belirgin vasfı, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve O’nun mübarek sözlerine (hadislere) olan sonsuz hürmetiydi.
Eğer kendisine fıkıh (İslam hukuku) ile ilgili bir sual sorulsa, hemen ayakta cevap verirdi. Ama ne zaman ki birisi “Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdular ki…” diyerek bir hadis-i şerif sorsa, İmam Mâlik derhal dururdu.
Yanındakilere müsaade ister, evine gider, boy abdesti alır (veya güzelce abdest alır), en güzel elbiselerini giyer, sarığını sarar, en güzel kokularından (ıtır) sürünür ve öylece mescide dönerdi. Onun için hazırlanan özel kürsüye büyük bir vakar ve huşû içinde oturur, gözleri yaşlı bir halde hadis-i şerifi naklederdi.
Bir defasında sebebini sordular. Şöyle cevap verdi: “O, Allah’ın Resûlü’nün sözüdür. Ben o sözleri size abdestsiz, alelade bir halde nakletmekten hayâ ederim.”
Bu hürmeti o kadar derindi ki, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek bedeninin bulunduğu Medine-i Münevvere’de, zaruri bir ihtiyaç olmadıkça asla bineğe binmezdi. “Ben,” derdi, “içinde Allah’ın Resûlü’nün yattığı bir toprağa, bir hayvanın ayağıyla basmaktan Allah’tan utanırım.”

İlk Hadis ve Fıkıh Eseri: “Muvatta”
İmam Mâlik, ilmin kaybolmasından endişe ediyordu. Abbasi Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr, ondan bir ricada bulundu: “Ey İmam! İnsanlar için bir kitap yaz. Hem kolay olsun hem de en sağlam hadisleri ve fıkhi hükümleri ihtiva etsin. Artık insanlar ihtilaftan (görüş ayrılığından) kurtulsun.”
İmam Mâlik bu iş için tam kırk yıl çalıştı. Yüz binlerce hadis rivayeti arasından en sağlam olanlarını, Sahabenin ve Tâbiîn’in uygulamalarını (ki buna “Medine ehlinin ameli” derdi) titizlikle seçti. Bu muazzam eseri tamamladığında, onu Medine’nin yetmiş büyük âlimine sundu. Hepsi kitabı inceledi ve “muvafakat” etti (uygun buldu, onayladı).
Bu yüzden kitabın adı “el-Muvatta” (Üzerinde ittifak edilen, kolaylaştırılmış, düzeltilmiş yol) oldu. Bu eser, yeryüzünde yazılan ilk ve en güvenilir hadis ve fıkıh kitaplarından biri kabul edildi. Öyle ki, talebesi İmam Şâfiî Hazretleri, “Yeryüzünde Allah’ın Kitabı’ndan (Kur’an’dan) sonra, İmam Mâlik’in Muvatta’sından daha sahih (sağlam) bir kitap yoktur” demiştir.

Faziletin İmtihanı: Hak Uğruna Kırbaç
İmam Mâlik, sadece ilmiyle değil, hakkı söylemekteki cesaretiyle de imamdı. O devrin Abbasi yönetimi, insanlardan zorla biat (bağlılık yemini) alıyordu. Bazı idareciler, “Zorla yapılan yeminler de geçerlidir” diyerek halkı korku altında tutuyordu.
Halk, bu meselenin aslını öğrenmek için İmam Mâlik’e geldi. Sordular: “Ey İmam! Zorla (ikrah altında) yapılan boşama (talâk) veya yemin geçerli midir?”
İmam Mâlik, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) “Zorlama altında yapılan boşama (talâk) geçerli değildir” hadisine dayanarak fetvayı verdi: “Hayır, zorla yapılan ne yemin geçerlidir ne de boşama!”
Bu fetva, idarecilerin hiç hoşuna gitmedi. Çünkü bu fetva, “Zorla aldığınız biat de geçersizdir” manasına geliyordu.
Medine valisi, İmam Mâlik’i çağırttı. Ondan bu fetvadan dönmesini istedi. İmam Mâlik, Resûlullah’ın hadisini çiğnemeyi reddetti. Bunun üzerine vali öfkelendi ve o büyük İmam’a, Peygamber Mescidi’nin önünde yetmiş (veya yüz) kırbaç vurdurdu. İmam Mâlik’in mübarek bedeni kan revan içinde kaldı, hatta rivayete göre omuz kemikleri yerinden çıktı.
Ama o, acı içinde kıvranırken bile “Biliniz ki, zorla yapılan yemin geçerli değildir!” diye haykırmaya devam etti.
Bu hadiseden sonra İmam Mâlik’in şanı ve itibarı, halkın gözünde bin kat daha arttı. Çünkü onlar, İmam’ın ilmini satmadığını, hak uğruna bedel ödemekten çekinmediğini gözleriyle görmüşlerdi.

İmamların Hocası ve Vefatı
İmam Mâlik’in ilim meclisi, nice büyük âlimler yetiştirdi. Onun en meşhur talebelerinden biri de, daha sonra büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Muhammed bin İdris, yani İmam Şâfiî idi.
İmam Şâfiî, Mâlik’in yanına geldiğinde henüz çok gençti. Muvatta’yı hocasına ezberden, tek bir hata yapmadan okuyuşu, İmam Mâlik’i hayran bırakmıştı. İmam Mâlik, bu parlak gencin alnına bakıp şu hikmetli sözü söylemişti: “Evladım! Allah senin kalbine bir nur vermiş. Onu günah işleyerek söndürme!”
İmam Mâlik Hazretleri, seksen altı yıllık bereketli bir hayatı, ilim, edeb, takva ve mücadele ile geçirdikten sonra, Hicri 179 (Miladi 795) senesinde, âşık olduğu şehirde, Medine-i Münevvere’de hastalandı.
Son anlarında Kelime-i Şehadet getirdi ve Yüce Allah’ın şu ayetini okuyordu:
“…Emir, eninde sonunda Allah’ındır…” (Rûm Suresi, 4. Ayetten bir bölüm)
Ruhu, mübarek Medine topraklarından, Rabbinin huzuruna yükseldi. Cenazesi, binlerce seveninin gözyaşları arasında, Sahabe-i Kirâm’ın yattığı Cennetü’l-Bâkî kabristanlığına defnedildi.
Bugün Mâlikî mezhebi, özellikle Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyasında milyonlarca Müslümana yol göstermeye devam etmektedir. İmam Mâlik ise, bizlere ilimden önce edebi, dünyaya boyun eğmemeyi ve Peygamber sevgisinin nasıl olması gerektiğini öğreten sönmez bir hidayet kandili olarak kalbimizde yaşamaktadır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******
• İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî (ö. 204 H / 820 M): Şâfiî mezhebinin kurucusudur. Fıkıh usulü (metodolojisi) ilmini sistemleştiren “er-Risâle” adlı eseriyle tanınır. Genellikle ikinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî
BİRİNCİ BÖLÜM: GAZZE’DE DOĞAN IŞIK VE MEKKE’YE HİCRET
Tarih, hicretin 150. yılını gösteriyordu. İslam dünyasının büyük bir âlimi, fıkıh ilminin direklerinden İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.) vefat etmişti. Âdeta bir ışık sönmüştü; fakat kader-i İlâhî, aynı yıl Filistin’in Gazze şehrinde yeni bir ışığın parlamasını murad etmişti.
İşte o yıl, Kureyş’in en şerefli kollarından birine mensup, soyu Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Abdümenâf’ta birleşen mübarek bir hanede, Muhammed bin İdris dünyaya gözlerini açtı. Ona sonradan, dedelerinden Şâfi’ b. Sâib’e nisbetle “eş-Şâfiî” denilecekti.
Ne var ki bu parlak zekâlı çocuk, babasını henüz iki yaşındayken kaybetti. O, artık bir yetimdi. Annesi, Ezd kabilesinden, zeki ve fazilet sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunun asil soyunun ve Kureyşli kimliğinin kaybolmasından endişe etti. Gazze’de kalırlarsa bu nesebin unutulacağından korktu. Kıt kanaat geçiniyor olmalarına rağmen, henüz çok küçük olan Muhammed’i yanına alarak, atalarının yurdu olan, vahyin kalbi Mekke-i Mükerreme’ye hicret etme kararı aldı.
Bu hicret, sadece bir yer değişikliği değil, aynı zamanda tarihin seyrini değiştirecek bir ilim yolculuğunun ilk adımıydı.

İKİNCİ BÖLÜM: MEKKE’DE İLİM VE ÇÖLDE FESAHAT
Mekke’de hayatları büyük bir fakr u zaruret içinde geçiyordu. Öyle ki, annesinin kağıt alacak parası dahi yoktu. Küçük Muhammed, derslerini yazmak için kemik parçalarını, çömlek kırıklarını ve hurma yapraklarını kullanıyordu.
Fakat bu mahrumiyet, onun Allah vergisi zekâsına ve hafızasına engel olamadı. Daha yedi yaşındayken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını hıfzetti. Dokuz-on yaşlarına geldiğinde ise, İmam Mâlik’in (r.a.) meşhur eseri “el-Muvatta”yı neredeyse ezberlemişti.
Mekke’de Mescid-i Haram’ın ilim halkalarına katıldı. Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Hâlid ez-Zencî gibi devrin büyük muhaddis ve fakihlerinden dersler aldı. Zekâsı o kadar keskindi ki, henüz on üç veya on beş yaşındayken, hocası Müslim b. Hâlid ona: “Ey Ebû Abdullah! Artık fetva verebilirsin!” diyerek icazet verdi. O, Kâbe’nin gölgesinde ilim öğreten ve fetva veren en genç âlimlerden biri olmuştu.
Ancak İmam Şâfiî, sadece fıkıh ve hadis ile yetinmedi. O, Kur’an ve Sünnet’in lisanı olan Arapçayı en saf haliyle öğrenmek istiyordu. Bu sebeple Mekke’den ayrılarak, o dönemde en fasih Arapçayı konuşan ve şiirin merkezi sayılan Hüzeyl kabilesinin yanına, çöle gitti.
Yıllarını onların arasında geçirdi. Sadece dillerini ve şiirlerini öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda usta bir okçu ve binici oldu. Dilin inceliklerine, edebiyatın derinliklerine öylesine vâkıf oldu ki, meşhur dil âlimi Asmaî bile, “Hüzeyl kabilesinin bazı şiirlerini, Kureyşli bu gençten (Şâfiî’den) tashih ettim” demiştir. Bu edebi birikim, onun ileride ilmi meseleleri izah ederken kullanacağı eşsiz üslubun da temelini atmıştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: MEDİNE’DE BİR HOCA, BİR TALEBE: İMAM MÂLİK İLE TANIŞMA
İmam Şâfiî, yirmi yaşına gelmişti. Mekke’deki hocaları, ona artık Medine’ye gitmesini ve devrin en büyük âlimi, “Dâru’l-Hicre”nin (Hicret Yurdu – Medine) imamı olan İmam Mâlik b. Enes’in (r.a.) ders halkasına katılmasını tavsiye ettiler.
İmam Şâfiî, Medine’ye gitmeden önce “el-Muvatta”yı tamamen ezberlemişti. İmam Mâlik’in heybetli ilim meclisine vardığında, bu Kureyşli genç adama söz verildi. İmam Şâfiî, Muvatta’yı ezberinden, o çölde öğrendiği fasih ve gür sesiyle okumaya başladı.
İmam Mâlik, karşısındaki bu gencin sadece hafızasına değil, okuyuşundaki letafete ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayran kaldı. Okuma bittikçe İmam Mâlik, “Devam et, ey genç!” diyordu. Nihayet İmam Mâlik, o ferasetli nazarlarıyla ona baktı ve şu tarihî tavsiyede bulundu:
“Ey Muhammed! Allah’tan kork ve masiyetten (günahlardan) sakın. Zira şüphesiz ki senin gelecekte büyük bir şanın (şöhretin) olacaktır. Allah Teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir; sakın onu günah karanlığı ile söndürme!”
İmam Şâfiî, İmam Mâlik’in vefatına (Hicri 179) kadar yaklaşık dokuz yıl boyunca onun rahle-i tedrisinde kaldı. Ondan “Ehl-i Hadis” mektebinin usulünü, Medine fıkhını ve hadis ilminin inceliklerini öğrendi. İmam Mâlik, bu parlak talebesine hususi bir ihtimam gösterdi ve onu en seçkin talebeleri arasına aldı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: YEMEN’DE KADILIK VE BAĞDAT’TA BİR İMTİHAN
İmam Mâlik’in vefatından sonra, İmam Şâfiî tekrar Mekke’ye döndü. Ancak geçim sıkıntısı içindeydi. Bu sırada Yemen’e giden bir vali, onun ilmini ve Kureyşli asaletini görerek kendisine Necran’da kadılık (hâkimlik) vazifesi teklif etti. İmam Şâfiî, bu vazifeyi kabul etti.
Adaletiyle kısa sürede halkın sevgisini kazandı. Zulme asla boyun eğmiyor, hak kiminse onu teslim ediyordu. Ancak onun bu tavizsiz adaleti, bazı makam sahiplerinin menfaatlerine dokundu. Ona haset edenler, Abbasi Halifesi Harun Reşid’e giderek, İmam Şâfiî’yi, Ehl-i Beyt taraftarı bir isyanı desteklemekle itham ettiler.
Bu, çok ağır bir siyasi suçlamaydı. İmam Şâfiî (r.a.), Hicri 184’te tutuklandı ve zincire vurularak Bağdat’a, Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkarıldı.
Huzurda, aynı suçlamayla getirilen diğer kişiler idam edilmişti. Sıra İmam Şâfiî’ye geldiğinde, o, Kureyş’e has vakarıyla, çölde öğrendiği fesahatiyle ve ilmin verdiği izzetle kendini savundu. O, ne isyancıydı ne de devlet düşmanı. O, sadece ilim ehli ve adaletten yana bir kadı idi.
Halife Harun Reşid, onun konuşmasından, ilminden ve asaletinden çok etkilendi. Orada bulunan ve Halife’nin en güvendiği âlim olan, İmam-ı Azam’ın talebesi İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî de (r.a.) İmam Şâfiî’nin lehine şahitlik etti. İmam Şâfiî’nin masum olduğu anlaşıldı ve Halife tarafından serbest bırakılarak kendisine ikramda bulunuldu.

BEŞİNCİ BÖLÜM: İKİ FIKIH NEHRİNİN BİRLEŞMESİ: BAĞDAT YILLARI
Bu ağır imtihan, en büyük hayırlardan birine kapı açmıştı. İmam Şâfiî, Bağdat’ta kalarak, kendisini kurtaran İmam Muhammed eş-Şeybânî’nin himayesine girdi ve onun ders halkalarına katıldı.
Bu, İslam fıkıh tarihi için bir dönüm noktasıydı.
İmam Şâfiî, Medine’de İmam Mâlik’ten hadise dayalı Hicaz fıkhını (Ehl-i Hadis) öğrenmişti. Şimdi ise Bağdat’ta, İmam Muhammed vasıtasıyla, İmam Ebû Hanîfe’nin akla ve re’ye dayalı Irak fıkhını (Ehl-i Rey) öğreniyordu.
O, bu iki büyük fıkıh mektebini şahsında birleştiren “köprü” oldu. İmam Şâfiî, İmam Muhammed’in ilmine o kadar hayrandı ki, “Muhammed b. Hasan’dan bir deve yükü kitap yazacak kadar ilim öğrendim” demiştir.
İmam Şâfiî, Bağdat’ta kaldığı sürede, bu iki farklı metodu birleştiren kendi usulünü geliştirmeye başladı. O artık hem hadisin gücünü hem de rey’in (kıyasın) gerekliliğini biliyordu.

ALTINCI BÖLÜM: USÛL’ÜN İCADI VE “er-RİSÂLE”
İmam Şâfiî, bir müddet sonra Mekke’ye döndü ve Mescid-i Haram’da tekrar ders vermeye başladı. Şöhreti artık bütün İslam dünyasına yayılmıştı. Onun ders halkasına katılanlar arasında, sonradan kendisi de büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Ahmed b. Hanbel (r.a.) de vardı.
İmam Şâfiî, tekrar Bağdat’a döndüğü Hicri 195 yılında, devrin büyük hadis âlimi Abdurrahman b. Mehdî’den bir mektup aldı. İbn Mehdî, ondan Kur’an ve Sünnet’in nasıl anlaşılması gerektiğini, hangisinin diğerine nasıl delil olacağını, icma, kıyas gibi delillerin şartlarını açıklayan bir eser yazmasını istiyordu.
Bunun üzerine İmam Şâfiî, kalemini eline aldı ve İslam tarihinde bir çığır açacak olan o mübarek eserini kaleme aldı: “er-Risâle”.
Bu eser, fıkıh tarihinde yazılan ilk “Fıkıh Usulü” (metodoloji) kitabıydı. O güne kadar âlimler fıkıh yapıyorlardı, ancak İmam Şâfiî, “fıkhın nasıl yapılacağının” ilmini, yani kurallarını sistemleştirdi. Sünnet’in Kur’an karşısındaki bağlayıcı yerini, delillerin sıralamasını (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) net bir şekilde ortaya koydu.
Artık fıkıh, sadece meseleleri çözmek değil, aynı zamanda o meseleleri çözerken kullanılacak “ilmi bir yol haritası” olan bir ilim dalı haline gelmişti. Bu eseriyle İmam Şâfiî, fıkıh ilmine nizam ve intizam getirdi.

YEDİNCİ BÖLÜM: MISIR’DAKİ SON DURAK VE “YENİ GÖRÜŞLER”
Hicri 199 yılında İmam Şâfiî, Bağdat’taki bazı fitnelerden ve siyasi çalkantılardan uzaklaşmak için Mısır’a gitmeye karar verdi. Hayatının son beş yılını geçireceği Mısır, onun ilminin zirveye ulaştığı yer oldu.
Mısır’a geldiğinde, oradaki âlimlerin farklı rivayetlerini ve yeni hadisleri gördü. Toplumsal yapının ve örfün Bağdat’tan farklı olduğunu müşahede etti. Büyük bir ilim adamına yakışır şekilde, sırf eski görüşlerine bağlı kalmadı. Yeni deliller ve yeni durumlar karşısında eski içtihatlarının bir kısmını yeniden gözden geçirdi.
İşte onun Bağdat’ta verdiği fetvalara “Kavl-i Kadîm” (Eski Görüş), Mısır’da bu yeni delillere göre güncellediği fetvalara ise “Kavl-i Cedîd” (Yeni Görüş) denildi. Şâfiî mezhebinin esası da bu Mısır’daki “yeni görüşleri” üzerine kuruldu.
Mısır’da ilim halkası o kadar genişledi ki, sadece insanlar değil, devletin idarecileri bile onun ilminden istifade ediyordu. İmam Büveytî, İmam Müzenî ve Rebî’ b. Süleyman el-Murâdî gibi, mezhebini dünyaya yayacak büyük talebeler yetiştirdi.

SEKİZİNCİ BÖLÜM: GÜNEŞİN BATIŞI VE İKİNCİ ASRIN MÜCEDDİDİ
İmam Şâfiî, ömrünü ilme, adalete ve Sünnet-i Seniyye’yi müdafaaya adamıştı. Talebesi Ahmed b. Hanbel’in de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadis-i şerifinin müjdesine mazhar olarak, Hicri ikinci asrın müceddidi kabul edildi.
O, Hicri 204 yılının Recep ayının son Cuma gecesi, 54 yaşında iken Mısır’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Geride, dört büyük Ehl-i Sünnet mezhebinden birini, fıkıh usulü gibi muazzam bir ilmi ve “er-Risâle” ile “el-Ümm” gibi paha biçilmez eserler bıraktı.
İmam Şâfiî, Gazze’de yetim bir çocuk olarak başladığı hayat yolculuğunu, Mekke’de ilim, Medine’de edep, Yemen’de adalet, Bağdat’ta hikmet ve Mısır’da kemâlât ile tamamlayarak; adı kıyamete kadar ilimle anılacak bir hidayet kandili olarak bu fani dünyadan ayrıldı.
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.

*****

• İmam Ahmed bin Hanbel (ö. 241 H / 855 M): Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Hadis ilmindeki derin vukufiyeti ve “Mihne” olayları sırasındaki dik duruşuyla bilinir.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Hidayet Kandili, Sabır Abidesi: İmam Ahmed bin Hanbel (rh.a)
Giriş: İlim Deryası Bağdat
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 164 (Miladî 780) yılını gösterirken, Abbâsî Devleti’nin başkenti ve o zamanın ilim dünyasının kalbi olan Bağdat şehri, büyük bir fidanın toprağa düşmesine şahitlik edecekti. Aslen Merv’li olan muhterem bir aile, bu ilim şehrine yerleşmişti. İşte bu şehirde, Muhammed bin Hanbel’in hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Ahmed koydular. O gün kimse, bu küçük Ahmed’in, bir gün “Ehl-i Sünnet’in İmamı” lakabıyla anılacağını, isminin dört büyük mezhep imamından biri olarak asırlarca rahmetle yâd edileceğini bilmiyordu.
Babası o daha çok küçükken vefat etmiş, bu sebeple Ahmed, saliha ve fedakâr annesi Safiyye bint Meymûne’nin himayesinde büyümüştü. Annesi, evladının sadece bedenen değil, ruhen de en güzel şekilde yetişmesi için üzerine titriyordu. Ahmed, daha küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmiş, keskin zekâsı ve güçlü hafızasıyla dikkat çekmişti. Bağdat, bir ilim okyanusuydu ve genç Ahmed, bu okyanustan kana kana içmeye daha o yaşta karar vermişti.

İkinci Bölüm: İlim Uğrunda Bir Ömür: “Rihle”
Genç Ahmed’in kalbinde, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek sözlerine, yani Hadîs-i Şerîflere karşı derûnî bir muhabbet vardı. O devirde ilim, bugünkü gibi kitaplardan kolayca öğrenilmiyordu. Bir hadisi bizzat duyan ilk râvîden veya ona en yakın kişiden alabilmek için diyar diyar gezmek, “Rihle” denilen meşakkatli ilim yolculuklarına çıkmak gerekiyordu.
Ahmed bin Hanbel, on altı yaşından itibaren kendisini tamamen bu kutlu yola adadı. Önce Bağdat’taki büyük âlimlerin, bilhassa İmam Ebû Yûsuf’un (İmam Ebû Hanîfe’nin talebesi) derslerine katıldı. Ancak onun asıl gayesi hadis ilmiydi. Dönemin en büyük hadis âlimlerinden Huşeym bin Beşîr’in rahle-i tedrîsinde (ders halkasında) yıllarca diz çöktü.
Validesinden izin alarak başladığı ilim yolculuğu, onu Basra’ya, Kûfe’ye, Hicaz’a (Mekke ve Medine) ve Yemen’e kadar götürdü. Bu yolculuklar çile doluydu. Kimi zaman aç kaldı, kimi zaman yol parası bulamadığı için kervanlara yük taşıyarak (hammallık yaparak) yoluna devam etti. Ama onun için bir hadisi daha sahih bir senetle öğrenmenin hazzı, bütün dünyevî zorluklara galip geliyordu.
Bu yolculukların en mühimlerinden biri, İmam Şâfiî (rh.a) ile olan görüşmeleriydi. İmam Şâfiî’nin fıkıh (hukuk) anlayışındaki derinliğine ve hadis ilmine olan vukufiyetine hayran kaldı. İmam Şâfiî de, genç Ahmed’deki istidâdı, takvâyı ve hadis bilgisini görünce ona büyük kıymet verdi. Aralarında hoca-talebe muhabbetinin ötesinde, iki ilim güneşinin birbirini aydınlatması gibi müstesna bir bağ oluştu. İmam Şâfiî, Mısır’a giderken arkasında bıraktığı en kıymetli talebelerinden birinin Ahmed bin Hanbel olduğunu iftiharla söylerdi.

Üçüncü Bölüm: Hadis İmamı ve “El-Müsned”
Ahmed bin Hanbel, yıllar süren bu meşakkatli yolculuklardan sonra Bağdat’a döndüğünde, artık parmakla gösterilen bir hadis hafızı ve büyük bir âlim (imam) olmuştu. Evi, ilim taliplileriyle dolup taşıyordu. Onun ders halkasında oturmak bir şerefti. Sadece hadis rivayet etmez, aynı zamanda hadislerin manalarını, fıkhî hükümleri ve râvîlerin durumlarını da büyük bir titizlikle izah ederdi.
Hayatının en büyük gayelerinden biri, topladığı yüz binlerce hadisi bir araya getirecek devasa bir eser vücuda getirmekti. İşte bu gayretle, İslam tarihinin en hacimli ve en mühim hadis külliyatlarından biri olan **”El-Müsned”**i telif etmeye başladı. Bu eser, diğer hadis kitapları gibi konulara göre değil, hadisleri rivayet eden sahâbîlerin isimlerine göre (alfabetik veya fazilet sırasına göre) tasnif edilmişti. İmam Ahmed, bu esere yaklaşık otuz bin hadis dâhil etti. El-Müsned, onun hadis ilmindeki otoritesinin ve titizliğinin en büyük isbatı oldu.
Onun ilmi sadece hadisle sınırlı değildi. O, Kur’ân tefsirinde, fıkıhta, Arap dilinde ve bilhassa “zühd” ve “takvâ” konularında da zirvedeydi. Hayatı boyunca dünya malına zerre kadar kıymet vermedi. Devlet büyüklerinin hediyelerini asla kabul etmedi. Tevâzû sahibi, vakarlı ve son derece müttakî bir hayat sürdü.

Dördüncü Bölüm: Asrın En Büyük İmtihanı: “Mihne” Olayı
İmam Ahmed bin Hanbel’in hayatını bir sabır abidesine dönüştüren ve onu “Ehl-i Sünnet’in İmamı” yapan hadise, “Mihne” (İmtihan) olarak bilinen o karanlık devirde başladı.
O dönemde, Abbâsî Halifesi Me’mûn, bazı felsefî akımların tesirinde kalarak “Mu’tezile” mezhebinin bir görüşünü devletin resmî ideolojisi olarak kabul etmişti. Bu görüş, “Halku’l-Kur’ân” (Kur’ân mahlûktur, yani yaratılmıştır) iddiasıydı. Ehl-i Sünnet âlimleri ise bu görüşün Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olduğunu, Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu, O’nun ezelî sıfatı olduğunu ve mahlûk olmadığını savunuyorlardı.
Halife Me’mûn, bu görüşü kabul etmeyen âlimlere baskı kurmaya başladı. Önde gelen âlimler sorguya çekildi. Kimi korkudan, kimi de “ikrah” (zorlama) altında olduğunu belirterek bu görüşü mecburen kabul ettiğini söyledi.
Ama sıra İmam Ahmed bin Hanbel’e geldiğinde, her şey değişti.
İmam Ahmed, saraya çağrıldı. Ona sordular: “Kur’ân hakkında ne dersin? Mahlûk mudur, değil midir?”
İmam Ahmed’in cevabı net ve sarsılmazdı: “Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Mahlûk (yaratılmış) değildir.”
Zindana atıldı. Günlerce, aylarca süren sorgular başladı. Halife Me’mûn’dan sonra gelen kardeşi Halife Mu’tasım, bu baskıyı daha da şiddetlendirdi. İmam Ahmed’i zincirlere vurdular. Bağdat sokaklarında sürüklediler. Sarayda, Halife’nin ve Mu’tezile âlimlerinin önünde defalarca sorguladılar. Ona, “Tek bir kelime söyle, ‘yaratılmıştır’ de, seni serbest bırakalım, sana ihsanlarda bulunalım” dediler.
İmam Ahmed, o zayıf ve yaşlı bedenine rağmen çelikten bir iradeyle direndi. Ona dediler ki: “Bak, bütün âlimler bu görüşü kabul etti, bir sen kaldın.” İmam Ahmed, o meşhur cevabını verdi: “Onlar kabul ettiyse, ben de mi kabul etmek zorundayım? Bana Allah’ın kitabından veya Resûlü’nün sünnetinden bir delil getirin!”
Delil getiremediler, sadece zorbalığa başvurdular. Halife Mu’tasım’ın emriyle, İmam Ahmed’e herkesin gözü önünde defalarca kırbaç vurdular. Rivayetlere göre, o kadar şiddetli vurdular ki, bedeni parçalandı, baygın düştü. Ama her ayıldığında tek bir sözü tekrarlıyordu: “Kur’ân, Allah kelâmıdır, mahlûk değildir.”
Onun bu dik duruşu, sadece bir âlimin direnişi değil, Ehl-i Sünnet akîdesinin ayakta kalma mücadelesiydi. Eğer o gün İmam Ahmed de “Evet” deseydi, belki de İslam inancının temelleri sarsılacaktı.

Beşinci Bölüm: Sabrın Zaferi ve Vefatı
İmam Ahmed, yaklaşık 28 ay süren bu ağır zindan ve işkence hayatından sonra, Halife Vâsık döneminde ev hapsine alındı. Ders vermesi, insanlarla görüşmesi yasaklandı. Ama o, sabrından hiçbir şey kaybetmedi.
Nihayet, Halife Mütevekkil başa geçtiğinde, bu zulüm dönemi sona erdi. Mütevekkil, Mu’tezile’nin görüşlerini yasakladı, Ehl-i Sünnet âlimlerine itibarını iade etti. İmam Ahmed bin Hanbel, zindandan bir kahraman olarak çıktı. Halife onu saraya davet edip özür diledi, ona hediyeler takdim etmek istedi. İmam Ahmed, zindandayken nasıl dik durduysa, sarayda da aynı zühd ve takvâ ile davrandı; Halife’nin hiçbir hediyesini kabul etmedi ve saraydan uzak durdu.
Ömrünün sonuna kadar ilim öğretmeye, hadis rivayet etmeye devam etti. Hicrî 241 (Miladî 855) yılında, 77 yaşında iken, arkasında El-Müsned gibi bir şaheser, Hanbelî Mezhebi gibi bir fıkıh yolu ve hepsinden önemlisi “istikamet” üzere yaşanmış tertemiz bir hayat bırakarak Rabbine kavuştu.
Vefat haberi Bağdat’a yayıldığında, şehir yasa boğuldu. Cenaze namazına yüz binlerce insanın katıldığı, Bağdat tarihinin en kalabalık cenazelerinden biri olduğu rivayet edilir. O gün sadece bir âlim değil, bir sabır kahramanı, bir hidayet kandili toprağa verilmişti.

Hâtime: Kalan Miras
İmam Ahmed bin Hanbel’in bize bıraktığı miras, sadece hadis kitapları veya fıkıh hükümleri değildir. Onun en büyük mirası; ilim için gösterdiği fedakârlık, dünya malına karşı gösterdiği zühd (kanaat) ve en zor zamanda, canı pahasına Hakk’ı savunma cesaretidir. O, Kur’ân ve Sünnet yolundan asla taviz verilmemesi gerektiğini bizlere hayatıyla öğretmiştir.
Allah Teâlâ, o büyük imama ve bütün hidayet rehberlerimize rahmet eylesin. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Âmin.

***********

2. Akaid ve Tasavvufun Sistemleşme Dönemi (H. 3. – 5. Yüzyıllar)

Bu dönemde Ehl-i Sünnet akaidi (inanç sistemi) felsefi tartışmalara karşı sistemleştirilmiş ve tasavvuf ekolleri belirginleşmiştir.

• İmam Eş’arî (ö. 324 H / 936 M) ve İmam Mâtürîdî (ö. 333 H / 944 M): Ehl-i Sünnet kelamının iki büyük kurucusudur. İslam inanç esaslarını akli ve naklî delillerle savunmuşlardır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin Hakikat Yolculuğu

Birinci Bölüm: Zekâ Güneşi Doğuyor (Basra’nın Parlak Zihni)
Tarih, Hicret’in 260. yılını gösteriyordu. İlim ve ticaretin kalbi olan Basra şehrinde, asil bir ailenin ocağında bir çocuk dünyaya geldi. Bu çocuk, sıradan bir çocuk değildi; o, Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin meşhur kumandanlarından ve “Kur’an’ı hüzünle okuyan sahabi” olarak bilinen Ebû Musa el-Eş’arî Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Adını Ali koydular, künyesi Ebü’l-Hasan idi.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, daha küçük yaşta yetim kalmanın hüznünü yaşadı. Annesi, devrin en büyük âlimlerinden, Mu’tezile mezhebinin reisi olan Ebû Ali el-Cübbâî ile evlendi. Küçük Ebü’l-Hasan, böylece üvey babası olan bu büyük âlimin himayesinde, ilimle dolu bir evde büyümeye başladı.
Zekâsı bir güneş gibi parlıyordu. Kelam (inanç esaslarını akılla savunan ilim) meclislerinde, en zorlu münazaralarda bile üstadı Cübbâî’nin yanında yer alıyor, sorduğu keskin sorular ve verdiği parlak cevaplarla herkesi hayrete düşürüyordu. Mu’tezile düşüncesini o kadar kuvvetli öğrenmiş ve savunmuştu ki, herkes onu geleceğin en büyük Mu’tezile imamı olarak görüyordu. Kırk yaşına kadar bu düşünceyi savundu, kitaplar yazdı ve dersler verdi. O, Mu’tezile’nin en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Derûnî Sarsıntı ve “Üç Kardeş” Meselesi
Ancak bu parlak zekânın derûnunda, kalbinin derinliklerinde bir huzursuzluk başlamıştı. Okuduğu ayetler ve hadis-i şerifler ile Mu’tezile’nin “sadece akla dayalı” izahları arasında bazen bir zıtlık hissediyordu. Mu’tezile, Allah’ın “Adaleti” (Adl) prensibini savunurken, bazen Allah’ın mutlak iradesini ve kudretini sınırlayan yorumlara gidiyordu.
Bu derûnî arayış, meşhur “üç kardeş meselesi” olarak bilinen o büyük münazara ile zirveye ulaştı.
Bir gün, ders halkasında üstadı ve üvey babası Cübbâî’ye döndü ve sordu:
“Ey Üstadım! Biri mü’min ve sâlih olarak yaşayan, biri kâfir ve âsi olarak ölen, diğeri de henüz iyiyi ve kötüyü bilecek yaşa gelmeden, küçük bir çocukken vefat eden üç kardeşin ahiretteki hali nicedir?”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “Adalet” anlayışına göre cevap verdi:
“Mü’min olan, fazileti sebebiyle Cennet’in yüksek derecelerindedir. Kâfir olan, isyanı sebebiyle Cehennem’dedir. Küçükken ölen çocuk ise, bir imtihana tabi tutulmadığı için ne azaptadır ne de büyük bir mükâfatta; kurtuluşa ermiştir ancak yüksek derecelere ulaşamaz.”
İmam Eş’arî’nin zihnini meşgul eden asıl soru şimdi geliyordu:
“Peki Üstadım, o küçük çocuk Rabbine şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Neden beni küçük yaşta vefat ettirdin? Eğer beni hayatta bıraksaydın, ben de o mü’min kardeşim gibi Sana itaat eder ve Cennet’in yüksek derecelerine ulaşırdım. Beni bu faziletten niçin mahrum ettin?'”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “kul için en iyi olanı yaratma (Salah-Aslah)” prensibine sığınarak cevap verdi:
“Allah Teâlâ ona şöyle buyurur: ‘Ey kulum! Ben senin, eğer yaşasaydın, âsi olup Cehennem’e gideceğini biliyordum. Senin maslahatın (iyiliğin) için, seni âsi olmadan önce çocukken vefat ettirdim ve azaptan korudum.'”
İmam Eş’arî, bu cevaptaki mantıksal zafiyeti görmüştü. O son ve yıkıcı sorusunu sordu:
“O halde Üstadım! Cehennem’deki kâfir kardeş feryat ederek şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Madem o küçük kardeşimin âsi olacağını biliyordun ve onun maslahatı için onu çocukken vefat ettirip korudun; benim de âsi olup Cehennem’e düşeceğimi ezelî ilminle biliyordun. Neden benim de maslahatımı gözetip, beni isyan etmeden önce çocukken vefat ettirmedin?!'”
Bu soru karşısında meclise derin bir sessizlik çöktü. Üstad Cübbâî, bu soruya cevap veremedi. Çünkü bu soru, Mu’tezile’nin “Adalet” ve “Maslahat” anlayışının, Allah’ın mutlak “İrade” ve “Kudreti” karşısında nasıl yetersiz kaldığının isbatı idi.

Üçüncü Bölüm: Tevbe, Rüyalar ve Hakikatin İlanı
Bu hadise, İmam Eş’arî için bir dönüm noktası oldu. Aklı, kalbini tatmin edememişti. Kırk yaşındaydı ve hayatı boyunca savunduğu düşüncelerin temelinden sarsıldığını hissetti.
Evine kapandı. Rivayetlere göre tam on beş gün boyunca tefekkür ve istiğfar ile meşgul oldu. Bu inziva sırasında mübarek rüyalar gördü. Ramazan ayının onuncu, yirminci ve nihayet Kadir Gecesi’nde Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizi rüyasında gördü. Efendimiz (s.a.v) ona, Selef-i Sâlihîn’in (ilk Müslümanların) yoluna, yani Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılmasını, Ehl-i Sünnet itikadını savunmasını emretti ve ona “Allah’ın seni bu yolda muvaffak kılacağını” müjdeledi.
Bu manevi işaretlerle kalbi tamamen mutmain olan İmam Eş’arî, inzivadan çıktı.
Basra Câmii’nde bir Cuma vakti, kalabalık bir cemaatin önünde kürsüye çıktı. Üzerindeki cübbeyi çıkarıp bir kenara atarak şöyle haykırdı:
“Ey insanlar! Beni tanıyan tanır, tanımayanlar bilsin ki, ben Ali bin İsmail el-Eş’arî’yim! Ben uzun zaman, Kur’an’ın mahluk (yaratılmış) olduğunu, Allah’ın ahirette gözlerle görülemeyeceğini ve kulların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savundum. Şahit olun ki, bütün bu yanlış inançlardan vazgeçiyor, tevbe ediyorum! Tıpkı şu cübbeyi üzerimden çıkardığım gibi, Mu’tezile’nin bütün yanlış düşüncelerini terk ediyorum!”
Cemaat şaşkındı. Mu’tezile’nin en büyük imamı, onların gözü önünde Ehl-i Sünnet’in saflarına geçiyordu.

Dördüncü Bölüm: Ehl-i Sünnet’in Müdafii (Bağdat Yılları)
Bu ilandan sonra İmam Eş’arî, Basra’dan ayrılarak ilmin ve hilafetin merkezi olan Bağdat’a yerleşti. Hayatının geri kalan yaklaşık yirmi dört yılını, Ehl-i Sünnet akidesini savunmaya adadı.
O, yeni bir yol açmıyordu; bilakis, Sahabe ve Tâbiîn’in saf imanını, asrın ihtiyaç duyduğu akli delillerle ve kelam metoduyla güçlendiriyordu. Onun metodu “Vasat Yol” (Orta Yol) idi:
1. Aşırı Akılcılara (Mu’tezile) Karşı: “Aklımız değerlidir ama vahyin (Kur’an ve Sünnet) rehberliğine muhtaçtır. Allah’ın Sıfatları (İlim, Kudret, İrade, Görmek, İşitmek…) haktır. O’nun ‘Yed’i (Eli), ‘Vech’i (Yüzü) ayetlerde geçtiği gibidir. Biz bunlara iman ederiz, ancak ‘nasıllığını’ (keyfiyetini) bilemeyiz, O’nu mahlukata benzetmeyiz (teşbih) ve bu sıfatları inkâr etmeyiz (ta’til).”
2. Aşırı Nakilcilere (Haşviyye/Mücessime) Karşı: “Ayet ve hadisleri zâhirî manalarıyla alıp Allah’a cisim isnat edemeyiz. ‘Allah’ın Eli’ demek, O’nun kudreti ve nimeti demektir. O, hiçbir şeye benzemez.” (Bkz: Şûrâ Suresi, 11. Ayet)
3. Kader Meselesi: O, ne “insan hiçbir şeye kâdir değildir” diyen Cebriyye gibi, ne de “insan kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyen Mu’tezile gibi düşündü. O, Ehl-i Sünnet’in “Kesb” (kazanma) nazariyesini sistemleştirdi: “Bütün fiilleri yaratan Allah’tır. Kul ise, cüz’i iradesiyle o fiili seçer, ona yönelir ve ‘kesb’ eder (kazanır). Kul, bu kazanması sebebiyle sorumlu olur.”
İmam Eş’arî, bu berrak düşüncelerini el-İbâne, Makālâtü’l-İslâmiyyîn ve el-Lüma’ gibi yüzlerce eseriyle açıkladı. O, sadece Mu’tezile’ye değil, aynı zamanda Haricîlere, Şiîlere ve diğer fırkalara karşı da Ehl-i Sünnet’in müdafaasını yaptı.

Beşinci Bölüm: Miras ve Hidayet Kandili
Hicrî 324 (Miladi 936) yılında Bağdat’ta vefat ettiğinde, arkasında milyonlarca Müslümanın itikadını (inancını) sağlamlaştıran muazzam bir ilim mirası bıraktı. O, aklı ve nakli (vahyi) barıştıran imam oldu.
Onun açtığı bu nurlu yol, İmam Bâkıllânî, İmam Cüveynî ve İmam Gazzâlî (Hüccetü’l-İslâm) gibi büyük âlimler tarafından takip edildi ve Ehl-i Sünnet’in en geniş kabul gören iki kelam mektebinden biri (diğeri İmam Mâtürîdî’nin mektebi) haline geldi.
İmam Eş’arî’nin hayatı, hakikati arayan bir zekânın, şahsî şöhret veya eski alışkanlıklar yerine, Kur’an ve Sünnet’in nuruna teslim oluşunun muhteşem bir hikâyesidir. O, Ehl-i Sünnet semasının en parlak hidayet kandillerinden biri olarak, asırlardır mü’minlerin iman yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o büyük İmam’dan ve Ehl-i Sünnet yolunun bütün âlimlerinden ebediyen razı olsun. Amin.

*******

• Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297 H / 910 M): Tasavvufun “sahv” (ölçülü, şeriata bağlı) ekolünün öncüsü, “Seyyidü’t-Tâife” (Taifenin Efendisi) olarak bilinir.

________________________________________
HİDAYET KANDİLİ: TÂİFENİN EFENDİSİ CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
Giriş: İlim ve Hikmet Şehri Bağdat
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in üçüncü asrını gösterirken, dünyanın kalbi adeta Bağdat şehrinde atıyordu. Burası, Abbasî Devleti’nin başkenti, ilimlerin, sanatların ve hikmetin merkeziydi. Camilerin kubbeleri âlimlerin ders halkalarıyla, çarşıları dünyanın dört bir yanından gelen tüccarlarla dolup taşardı.
İşte bu hareketli ve nurlu şehirde, maneviyat güneşleri gibi parlayan büyük Allah dostları (Evliyâullah) da bulunuyordu. Onlar, kalabalıklar içinde Hakk ile beraber olmanın sırrına ermişlerdi. Bu mübarek topluluğun, yani “Tâife”nin reisi, efendisi olarak anılacak bir genç yetişiyordu: Ebü’l-Kâsım Cüneyd bin Muhammed el-Bağdâdî.

Birinci Bölüm: Dayısının Himayesinde Yeşeren Fidan
Cüneyd, aslen İran’ın Nihavend şehrinde dünyaya gelmişti. Babası cam ticaretiyle uğraşan (Kavârîrî) muhterem bir zattı. Ancak Cüneyd’in hayatındaki asıl rehberi, annesinin kardeşi, yani dayısı olan büyük velî Serî es-Sakatî Hazretleri olacaktı.
Cüneyd, daha küçücük bir çocukken bile zekâsıyla ve edebiyle parlıyordu. Henüz yedi yaşındaydı. Bir gün dayısı Serî es-Sakatî’nin yanında âlimlerin katıldığı bir sohbet vardı. Konu “şükür” idi. Dayısı, bu küçük yeğenine dönüp, “Evladım, sence şükür nedir?” diye sordu.
Bu, büyüklerin bile cevap vermekte zorlandığı derin bir sualdi. Küçük Cüneyd, o gürbüz haliyle başını kaldırdı ve şu hikmet dolu cevabı verdi:
“Şükür, Allah’ın sana verdiği nimeti, O’na isyan etmek için kullanmamandır.”
Bu cevabı duyan Serî es-Sakatî Hazretleri hayret ve sevinçle doldu. Yeğeninin sıradan bir çocuk olmadığını anlamıştı. Onu hem zahirî ilimlerde hem de manevî yolda yetiştirmeye karar verdi.

İkinci Bölüm: İki Kanatlı Âlim: Fıkıh ve Tasavvuf
Bağdat’ın en büyük âlimlerinden biri olan Ebû Sevr el-Kelbî’nin ders halkasına katıldı. Orada İmam Şâfiî mezhebine göre fıkıh (İslam hukuku) tahsil etti. Öyle çalışkandı ki, yirmi yaşına geldiğinde hocasının huzurunda fetva verebilecek (dini suallere cevap verebilecek) seviyeye ulaştı.
Cüneyd, bir kuşun uçmak için iki kanada ihtiyacı olduğu gibi, bir Müslümanın da hem şeriata (Allah’ın emir ve yasaklarına) hem de maneviyata (tasavvufa) ihtiyacı olduğuna inanırdı.
Bir yanda fıkıh ilmiyle amellerini düzeltiyor, diğer yanda dayısı Serî es-Sakatî’nin ve Hâris el-Muhâsibî gibi büyüklerin sohbetinde kalbini temizliyordu. Onun için tasavvuf, şeriattan ayrı bir yol değil, şeriatın en derin manasıyla yaşanmasıydı.
Bir gün ona sordular: “Bazı insanlar manevî hallere ulaştıklarını söyleyip ibadetleri terk ediyorlar?”
Cevabı net ve sarsılmazdı: “Bu büyük bir hatadır. Hırsızlık yapan veya zina eden birinin hali, böyle konuşan birininkinden daha iyidir. Zira Allah’ı bilen (ârif) kimseler, ibadetleri Allah’tan aldılar ve yine O’na (yaklaşmak için) ibadetlere döndüler. Eğer bin sene yaşasam, zerre miktarı bir ameli terk etmem!”

Üçüncü Bölüm: “Sahv” Yolu ve “Seyyidü’t-Tâife”
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin yaşadığı dönemde, bazı Allah dostları (Bayezid-i Bistâmî gibi) manevî sarhoşluk (“sekr”) haliyle kendilerinden geçiyor ve dışarıdan anlaşılması zor sözler (şatahat) söylüyorlardı. Bu durum, hem halkın kafasını karıştırıyor hem de tasavvufun yanlış anlaşılmasına sebep oluyordu.
İşte Cüneyd-i Bağdâdî, bu noktada bir denge unsuru oldu. O, “sahv” (ayıklık, ölçü) yolunu seçti.
Peki, “sahv” yolu ne demekti?
Şu demekti: Bir insan manevî olarak ne kadar yükselirse yükselsin, Allah aşkıyla ne kadar kendinden geçerse geçsin, en sonunda aklı başına gelmeli, ayakları yere basmalı ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya devam etmelidir. Asıl kahramanlık, manevî sarhoşlukla ne dediğini bilmemek değil, o manevî halleri yaşadıktan sonra bile normal bir insan gibi Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılmaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî, “Tasavvuf, kitap (Kur’an) ve sünnete uymaktır” diyerek bu yolun sınırlarını net bir şekilde çizdi. Bu ölçülü, dengeli ve şeriata bağlı duruşu sebebiyle, zamanındaki bütün maneviyat ehli onu kendilerine lider kabul etti. Ona, “Taifenin Efendisi” (Seyyidü’t-Tâife) unvanını verdiler. O, tasavvufu bir “hal” olmaktan çıkarıp, herkesin anlayabileceği bir “ilim” haline getirdi.

Dördüncü Bölüm: En Zor İmtihan: Hallâc-ı Mansûr
Cüneyd Hazretleri’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Onun sohbetine katılanlardan biri de, sonradan çok meşhur olacak olan Hallâc-ı Mansûr idi. Mansûr, Cüneyd’in “sahv” yolunun aksine, “sekr” (manevî sarhoşluk) halini tercih edenlerdendi. Yaşadığı manevî hali içinde tutamıyor, halk arasında “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) gibi, zahirî manasıyla şeriata aykırı düşen sözler söylüyordu.
Cüneyd-i Bağdâdî, onu defalarca “Sırrı gizle, ölçülü ol” diye ikaz etti. Fakat Mansûr’un hali başkaydı.
Sonunda, devrin yöneticileri bu sözleri devlete bir isyan olarak gördüler ve Hallâc-ı Mansûr’u yargılamaya karar verdiler. Kadılar (hâkimler) toplandı. Ancak Mansûr’un manevî bir şahsiyet olduğunu bildikleri için, onun idamına fetva vermekten çekindiler.
Gözler, Bağdat’ın en büyük âlimi ve Seyyidü’t-Tâife olan Cüneyd-i Bağdâdî’ye çevrildi. Ona, “Mansûr hakkında ne diyorsun?” diye sordular.
Bu, tarihin en zor suallerinden biriydi. Cüneyd, Mansûr’un manevî halini biliyordu ama halkın ve devletin düzeni (şeriatın zahiri) de korunmalıydı.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, üzerindeki tasavvuf hırkasını (cübbesini) çıkardı. Bir fıkıh âliminin giydiği resmî cübbeyi giydi. Fetva kâğıdını eline aldı ve şu tarihi cümleyi yazdı:
“Biz, zahire (görünen duruma) göre hükmederiz. Bâtını (işin iç yüzünü, gizli halini) ise ancak Allah bilir. Zahire göre Hallâc’ın kanı helâldir.”
Bunu yaparken, bir sûfî olarak değil, bir fıkıh âlimi (hukukçu) olarak davrandı. Bu, onun “sahv” (ölçü) yolunun zirvesiydi. O, şeriatın zahirî hükümlerinin, manevî haller bahane edilerek çiğnenmesine asla izin vermedi. Bu onun için İslâm’ı korumaktı.

Beşinci Bölüm: Vuslat (Kavuşma) Vakti
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Hicrî 297 (Miladî 910) yılında Bağdat’ta hastalandı. Vefat döşeğindeydi. Yanındakiler onun sürekli Kur’an okuduğunu gördüler. Biri dedi ki: “Efendim, çok hastasınız, belki biraz dinlenseniz?”
Gözlerini açtı ve o meşhur cevabını verdi: “Şu an Kur’an okumaya benden daha muhtaç kim olabilir? İşte amel defterim kapanmak üzere…”
Abdest almak istedi, ancak takati kalmamıştı. Parmaklarına su dökerek abdestini tazelemeye çalıştı. “Efendim, parmaklarınızın arasını hilallemeyi (ovuşturmayı) unuttunuz” dediler.
Buyurdu ki: “Evladım, Rabbime karşı farzları yerine getirmeye çalışırken, sünnetleri unutacağımı mı sandınız?”
Kelimeler ağzından zor dökülüyordu. Son nefesine kadar Rabbini zikretti, namazını ima ile kıldı ve ruhunu tertemiz bir şekilde teslim etti.

Miras: Asla Sönmeyen Kandil
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, vefatından sonra geriye devasa bir miras bıraktı. O, tasavvufun Kur’an ve Sünnet yolundan asla ayrılamayacağını ispat eden en büyük rehber oldu. Ondan sonra gelen (Abdülkâdir Geylânî, İmam Gazzâlî gibi) neredeyse bütün büyük İslâm âlimleri ve maneviyat rehberleri, onun “ölçülü” ve “şeriata bağlı” yolunu, yani “sahv” yolunu takip ettiler.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir gönül sultanıydı. Tâifenin Efendisi Cüneyd, bizlere şu dersi bıraktı: Gerçek maneviyat, havada uçmak veya denizde yürümek değil, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak, edep içinde, ölçülü ve aklı başında bir Müslüman olarak yaşamaktır. O, Bağdat semâsından tüm zamanlara ışık tutan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ onun sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Amin.

******

• İmam Gazâlî (Ebu Hamid el-Gazâlî) (ö. 505 H / 1111 M): “Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) olarak anılır. Beşinci hicri yüzyılın müceddidi olarak geniş kabul görmüştür. Felsefe, kelam, fıkıh ve tasavvufu birleştirerek İslam düşüncesinde derin bir yenilenme sağlamıştır. “İhyâü Ulûmi’d-Dîn” en meşhur eseridir.

Onun hayatı, ilmin zirvesinden hakikatin derûnî tecrübesine uzanan, şan ve şöhretten yüz çevirip Allah’a adanan bir kalbin hikayesidir.
İşte “İslam’ın Delili” (Hüccetü’l-İslâm) unvanıyla anılan, beşinci hicri asrın müceddidi İmam Gazâlî’nin (rahmetullahi aleyh) ibret dolu hayat hikayesi:
________________________________________
Hidayet Kandili: Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’nin İlim ve Hakikat Yolculuğu
1. Bölüm: Tûs’ta Yeşeren Fidanlar
Her büyük hikâye gibi, bu hikâye de mütevazı bir evde başlar. Hicri 450 (Miladi 1058) senesinde, Horasan’ın Tûs şehrinde, kendi halinde yaşayan, yün eğirip satan (gazzâl) fakir ama kalbi zengin bir adam yaşardı. Bu adamın en büyük arzusu, âlimlerin sohbetlerine iştirak etmekti. İlim meclislerine katılır, âlimlere hürmet eder ve her duasında Rabbine şöyle yalvarırdı: “Yâ Rabbi! Bana ilmiyle amil, hikmet sahibi ve sözü tesirli bir evlat nasip eyle.”
Allah (c.c.), bu samimi duayı kabul buyurdu. Ona, isimleri tarihe yazılacak iki oğul bahşetti: Muhammed ve Ahmed.
Babaları, bu iki fidanın ilimle sulanması için elinden geleni yaptı. Ancak ömrü vefa etmedi. Vefatından evvel, güvendiği derviş meşrepli bir dostuna bir miktar para bırakarak vasiyette bulundu: “Benim bu yavrularıma ilim öğret. Bu para bitinceye kadar onlara bak. Senden ricam, onların hakikatli birer âlim olmaları için gayret göstermendir.”
Babalarının vefatından sonra bu mübarek zat, iki kardeşi, Muhammed (geleceğin İmam Gazâlî’si) ve Ahmed’i (geleceğin büyük sûfîlerinden Ahmed Gazâlî) himayesine aldı. Onlara okuma yazmayı ve temel dinî bilgileri öğretti. Babalarından kalan azıcık para da tükenince, bu iki parlak zekâlı çocuğa şöyle dedi:
“Evlatlarım, babanızın vasiyetini yerine getirmek için elimden geleni yaptım. Lakin imkânlarımız tükendi. Sizin yeriniz burası değil, medreselerdir. Gidin ve ilim tahsiline medresede devam edin. Sizin nasibiniz ilimdir.”
2. Bölüm: İlim Yolcusu ve Parlayan Yıldız
Küçük Muhammed, ilme karşı doymak bilmez bir iştiyak duyuyordu. Kardeşi Ahmed daha çok tasavvufî ve derûnî hallere meyyal iken, Muhammed Gazâlî’nin zekâsı fıkıh, kelâm ve mantık ilimlerinde parlıyordu. Tûs’taki medresede başladığı eğitimine, zamanın ilim merkezlerinden Cürcan’da devam etti. Burada ders notları tuttuğu defterleri meşhurdur. Rivayet edilir ki, bir yolculuk esnasında kervanlarını haramiler bastı. Gazâlî’nin bütün korkusu, o ilim notlarının çalınmasıydı. Haramilerin reisine, “Diğer her şeyi alın ama o defterleri bana bırakın, onlar benim ilmimdir!” diye yalvardı. Reis güldü ve “Defterde kalan ilim, senin ilmin değildir!” diyerek defterleri ona geri attı. Bu hadise, genç Gazâlî’ye büyük bir ders oldu: İlim, kâğıtta değil, kalpte ve akılda olmalıydı.
Artık hedefi daha büyüktü: İslam dünyasının en büyük ilim merkezi olan Nişabur!
Nişabur’a vardığında, devrin en büyük âlimi, “İmamü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin İmamı) olarak bilinen İmam Cüveynî’nin talebe halkasına katıldı. Gazâlî’nin keskin zekâsı, güçlü hafızası ve münazara kabiliyeti, hocasının gözünden kaçmadı. Kısa sürede medresenin en parlak yıldızı, hocasının baş yardımcısı oldu. Fıkıh, kelâm, mantık ve felsefede parmakla gösterilen bir âlim haline geldi. Hocası İmam Cüveynî, onun hakkında, “Gazâlî, coşkun bir deryadır” derdi.

3. Bölüm: Şöhretin Zirvesi: Bağdat Nizamiye Medresesi
Hocası Cüveynî’nin vefatından sonra İmam Gazâlî’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Büyük Selçuklu Devleti’nin meşhur veziri Nizamülmülk, onun bu şöhretini duydu ve onu Bağdat’a davet etti.
Bağdat… O zamanlar dünyanın kalbiydi. Halifenin şehri, ilmin merkezi. Ve bu merkezin en prestijli üniversitesi: Nizamiye Medresesi.
İmam Gazâlî, henüz 34 yaşındayken, Bağdat Nizamiye Medresesi’ne “Baş Müderris” (Rektör) olarak tayin edildi. Bu, bir âlimin dünyevi olarak ulaşabileceği en yüksek makamdı. Derslerini yüzlerce talebe, hatta devletin ileri gelenleri takip ediyordu. Münazaralarda karşısına çıkacak kimse yoktu. Felsefecilerin görüşlerini çürütüyor, Batınîlerin (aşırı gizemci ve sapkın fırkalar) delillerini yerle bir ediyordu. Şan, şöhret, makam ve hürmet… Hepsi ayaklarının altındaydı.
“Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) unvanını bu dönemde kazandı. Zira o, aklî ve naklî ilimlerle İslam’ı müdafaa eden en güçlü kale haline gelmişti.

4. Bölüm: Zirvedeki Büyük Buhran ve Hakikat Arayışı
Dışarıdan bakıldığında İmam Gazâlî, başarının ve ilmin zirvesindeydi. Lakin onun derûnî dünyasında, ruhunda büyük bir fırtına kopmak üzereydi.
Bir gün kendi kendine sordu:
“Ey Muhammed! Bu kadar ilim tahsil ettin, ders veriyorsun, kitaplar yazıyorsun. Bütün bu münazaraları kazanıyorsun. Peki, bütün bunları ne için yapıyorsun? Allah rızası için mi, yoksa makam sevgisi, şöhret arzusu ve ‘ene’ni (egonu) tatmin etmek için mi?”
Bu soru, onun bütün dünyasını sarstı. Yaptığı işlerin muhtevasına baktı. Gördü ki, ilminin çoğu, dünyevi bir makam elde etmek veya münazaralarda galip gelmek için kullanılan araçlara dönüşmüştü. Kalbindeki ihlâsın zayıfladığını hissetti.
Arayışa başladı. “Hakikat nedir? Kurtuluş (necat) yolu hangisidir?” diye sordu.
1. Kelâmcıları inceledi: Onların ilmini, imanı müdafaa etmek için güçlü buldu, lakin kalbini tatmin edecek derûnî bir huzur bulamadı.
2. Felsefecileri inceledi: Onların mantığını ve aklî delillerini öğrendi. Hatta onları çürütmek için önce onlardan daha iyi bir felsefeci oldu. Meşhur Tehâfütü’l-Felâsife (Felsefecilerin Tutarsızlığı) kitabını yazarak Aristo, Farabi ve İbn-i Sina felsefesinin İslam akidesine aykırı yönlerini ispat etti. Ama aradığı hakikat burada da değildi.
3. Batınîleri inceledi: Onların “masum imam” iddialarının ne kadar temelsiz ve tehlikeli olduğunu delilleriyle ortaya koydu.
4. Geriye bir tek yol kalmıştı: Tasavvuf Yolu (Sûfîler).
Onların kitaplarını okudu (Ebu Talib el-Mekkî, Haris el-Muhasibî, Cüneyd-i Bağdadî gibi). Gördü ki, tasavvuf sadece okuyarak öğrenilen bir ilim değil, hâl ilmiydi. Yaşanması gereken bir tecrübeydi. Sûfîler, “Allah’tan başka bir şey istememek” ve “kalbi masivadan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemek” diyorlardı.
İmam Gazâlî anladı ki, bildiği onca ilim, onu Allah’a yakîn (kesin bilgi ve manevi yakınlık) derecesinde ulaştırmıyordu.
Bu derûnî buhran, bedenine de tesir etti. Altı ay boyunca büyük bir ruhî çöküntü yaşadı. Doktorlar çare bulamadı. Bir gün ders vermek için kürsüye çıkmak istedi, dili tutuldu. Konuşamadı. Allah (c.c.), şan ve şöhret için konuşan dilini, hakikat için susmaya mecbur etmişti.

5. Bölüm: Büyük Hicret ve İhyâ’nın Doğuşu
Artık kararını vermişti. Zirvede olan her şeyi terk edecekti.
Hicri 488 (Miladi 1095) senesinde, bir gün gizlice Bağdat’tan ayrıldı. Herkes onun Hac’ca gittiğini zannetti. Oysa bu, onun kendi nefsinden, makamından ve şöhretinden hakikate doğru bir hicret idi.
Yaklaşık 11 sene sürecek olan uzlet ve seyahat dönemi başlamıştı.
İlk durağı Şam (Dimeşk) oldu. Emevî Camii’nin minaresinde tek başına itikâfa çekildi. Burada nefsini terbiye etmeye, kalbini zikre ve tefekküre vermeye başladı. Günlerini riyazetle (nefsini zorlayarak) geçiriyor, az yiyor, az uyuyor ve sürekli ibadet ediyordu. O, Bağdat’ın baş müderrisi değil, Allah’ın aciz bir kulu idi artık.
Şam’dan sonra Kudüs’e geçti. Mescid-i Aksa’da, Kubbetü’s-Sahra’da inzivaya çekildi. Burada da tefekkür ve ibadetle meşgul oldu.
Ardından Hac farizasını yerine getirmek için Mekke ve Medine’ye gitti. Kâbe’de uzun uzun dualar etti, Rabbinden ihlâs, marifet ve hidayet diledi.
Bu 11 yıllık manevi yolculuk esnasında, İmam Gazâlî “hâl” ilmini “kal” (söz) ilmiyle birleştirdi. İşte bu uzlet döneminde, İslam dünyasının en meşhur eseri olan o devasa külliyatı kaleme aldı:
İhyâü Ulûmi’d-Dîn (Din İlimlerinin Yeniden Diriltilmesi)
Bu eserin ismi bile manidardı. Çünkü Gazâlî’ye göre dinin ilimleri “ölmüştü”. Fıkıh, kalpten kopuk bir şekilciliğe; kelâm, imanı artırmayan bir cedele (tartışmaya); tasavvuf ise Şeriat’tan (dinî kurallardan) uzaklaşan bir hayalciliğe dönüşmüştü.
İmam Gazâlî, İhyâ ile bu ölü ilimlere yeniden can verdi. O, fıkıh (zahirî amel) ile tasavvufu (derûnî hâl) birleştirdi. Namazın sadece şeklî şartlarını değil, huşû (derin saygı) ile nasıl kılınacağını da anlattı. Orucun sadece mideyle değil, gözle, dille ve kalple nasıl tutulacağını izah etti.
İhyâ, İslam ümmetine unuttuğu ruhu geri getiren bir reçete oldu.

6. Bölüm: Yuvaya Dönüş ve Vuslat
Uzun yıllar sonra, ilimle pişen ve tasavvufla yoğrulan İmam Gazâlî, artık bambaşka bir insandı. Selçuklu Veziri Fahrülmülk’ün ısrarlı davetleri üzerine, tekrar ilim öğretmek için Nişabur’a döndü. Lakin bu dönüş, eski şöhretli Gazâlî’nin dönüşü değildi. Bu, kalbi Allah sevgisiyle dolmuş, nefsini terbiye etmiş bir mürşid (yol gösterici) olan Gazâlî’nin dönüşüydü.
Kısa bir müddet daha ders verdikten sonra, kalan ömrünü geçirmek üzere doğduğu topraklara, Tûs’a geri döndü. Evinin yanına bir medrese (ilim için) ve bir hankâh (zikir ve tasavvuf ehli için) inşa ettirdi.
Ömrünün son günlerini talebe yetiştirerek, zikir ve ibadetle geçirdi.
Vefat edeceği gün, Hicri 505 (Miladi 1111) senesinde, bir Pazartesi sabahıydı. Sabah namazını kıldı. Yanındakilerden abdest suyunu tazelemelerini istedi, abdest aldı. Sonra kefenini getirtti. Kefeni eline aldı, öptü, yüzüne gözüne sürdü ve şöyle dedi:
“Rabbimin emri başım gözüm üstüne. Ben O’nun huzuruna gidiyorum.”
Odasına çekildi, uzandı ve ruhunu, uğruna bütün dünyayı terk ettiği Rabbine teslim etti.

Miras ve Netice
İmam Gazâlî, arkasında İhyâ gibi bir şaheser, Tehâfütü’l-Felâsife gibi aklı savunan bir kale, Kimya-yı Saadet gibi bir ahlak rehberi ve onlarca kıymetli eser bıraktı.
O, aklı ve kalbi, ilmi ve ameli, şeriatı ve tasavvufu birleştiren köprü oldu. İslam düşüncesini sapkın felsefî akımlardan ve kuru şekilcilikten kurtardı. Bu sebeple ümmet ona “Hüccetü’l-İslâm” dedi. O, şöhretin ve makamın zirvesindeyken, sırf Allah’ın rızasını aramak için her şeyi terk edebilme cesaretini gösteren bir hakikat yolcusu olarak tarihe geçti.
Allah (c.c.) onun ilmini, hikmetini ve samimiyetini anlamayı ve hayatımızda tatbik etmeyi bizlere nasip eylesin. Ruhu şâd, makamı âlî olsun. Âmin.

******

3. Klasik Dönem Sonrası Büyük Alimler (H. 6. – 10. Yüzyıllar)
Bu dönem, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf alanlarında devasa külliyatların üretildiği bir devirdir.
• Abdülkâdir Geylânî (ö. 561 H / 1166 M): Kâdiriyye tarikatının kurucusu, büyük mutasavvıf ve alim.

________________________________________
Hidayet Kandili: Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylânî
Bölüm 1: Mübarek Doğum ve Asil Soyağacı
Zaman, Hicrî 470 (Miladî 1077) yılını gösteriyordu. Dünya, Haçlı Seferleri’nin arifesinde, manevi bir sarsıntı ve kargaşa içindeydi. İşte böyle bir devirde, Hazar Denizi’nin güneyinde, yemyeşil Gilan (Geylân) eyaletinin Neyf köyünde, semayı aydınlatacak bir kandil dünyaya geldi.
O, sıradan bir çocuk değildi. Damarlarında, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kanını taşıyordu. Babası, salih ve takva sahibi bir zat olan Ebu Salih Musa Cengidost idi ve soyu, Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan’a (radıyallâhu anh) dayanıyordu. Annesi, yine o kadar faziletli bir hanımefendi olan Ümmü’l-Hayr Fatıma idi ve onun soyu da Efendimiz’in diğer torunu Hazret-i Hüseyin’e (radıyallâhu anh) ulaşıyordu.
Böylece Cenâb-ı Hak, bu mübarek çocuğa hem “Seyyid” (Hz. Hüseyin soyundan) hem de “Şerif” (Hz. Hasan soyundan) olmayı nasip etmişti. Bu asil soydan gelen çocuğa “Abdülkâdir” (Kadir olan Allah’ın kulu) ismi verildi.
Abdülkâdir, daha çocukluğunda bile yaşıtlarından farklıydı. Fıtratı (yapısı) son derece temiz, kalbi Allah sevgisiyle doluydu. Rivayet olunur ki, doğduğu Ramazan ayında, gündüzleri annesinden süt emmez, iftar vaktini beklermiş. Bu hâl, onun gelecekte nasıl büyük bir maneviyat önderi olacağının ilk işaretiydi.

Bölüm 2: Sıdk Üzere Başlayan Yolculuk: “Beni Allah’a Emanet Et!”
Abdülkâdir Geylânî, on sekiz yaşına geldiğinde derûnunda (içinde) karşı konulmaz bir ilim aşkı hissediyordu. Devrin ilim merkezi, âlimlerin ve ariflerin buluşma noktası olan Bağdat’a gitmek için annesinden izin istedi.
Annesi Ümmü’l-Hayr, oğlunun bu ulvi arzusunu kırmadı. Ona yol harçlığı olarak 40 altın hazırladı. Bu altınları, yolda kaybolmasın diye oğlunun hırkasının koltuğunun altına dikkatlice dikti. Oğlunu yolcu ederken ona son bir nasihatte bulundu. Bu nasihat, Abdülkâdir Geylânî’nin bütün hayatının temeli olacaktı:
“Oğlum, sana son vasiyetimdir. Ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, asla yalandan yana olma, daima sıdk ve doğruluk üzere ol!”
Genç Abdülkâdir, annesine söz verdi ve gözyaşları içinde vedalaşıp Bağdat kervanına katıldı.
Kervan, Hemedan yakınlarında sarp bir geçitten geçerken, birdenbire toz duman içinde kalan kervanın önü bir grup eşkıya tarafından kesildi. Eşkıyalar, kervandakilerin neyi var neyi yoksa almaya başladılar.
Eşkıyalardan biri, bir kenarda duran bu genç ve fakir görünümlü delikanlının yanına geldi. Alaycı bir tavırla sordu:
“Hey delikanlı! Senin bir şeyin var mı?”
Abdülkâdir Geylânî, annesine verdiği sözü bir an bile unutmadan, tam bir sükûnetle cevap verdi:
“Evet, var. Hırkamın koltuğunun altında 40 altınım var.”
Eşkıya, bu cevap karşısında şaşırdı. Onunla alay ettiğini zannederek, “Ne altını be hey deli!” deyip yanından ayrıldı. Başka bir eşkıya geldi, aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. O da inanmayıp gitti.
Durumu eşkıyaların reisine anlattılar. Reis, gencin getirilmesini emretti. Abdülkâdir Geylânî’yi reislerinin huzuruna çıkardılar. Reis, heybetli bir sesle sordu:
“Söyle bakalım, gerçekten 40 altının mı var?”
“Evet,” dedi genç Abdülkâdir.
“Peki, nerede?”
“Hırkamın koltuğunun altında dikili.”
Reis, adamlarına işaret etti. Hırkanın koltuk altını söktüklerinde, parıl parıl parlayan 40 altını orada buldular. Reis ve adamları hayretten donakaldı. Reis, bu inanılmaz manzara karşısında sordu:
“Behey genç adam! Bizim seni soyacağımızı bile bile, bu altınları neden saklamadın? Neden doğruyu söyledin?”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, o meşhur cevabını verdi:
“Annem benden ayrılırken, ne olursa olsun asla yalan söylememem için benden söz aldı. Ben, anneme verdiğim söze ihanet edemem. Sizin gibi birkaç harami yüzünden anneme verdiğim ahdi bozamam!”
Bu sözler, yıllardır taş kesilmiş kalplere bir balyoz gibi indi. Eşkıyaların reisi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Kılıcını yere attı ve şöyle haykırdı:
“Yazıklar olsun bana! Sen, annene verdiğin sözden dönmüyorsun da, ben yıllardır beni yaratan Rabbime verdiğim ahdi çiğniyor, O’na isyan ediyorum!”
Reis, genç Abdülkâdir’in ayaklarına kapandı ve tövbe etti. Onun tövbe etmesiyle birlikte, emrindeki kırk eşkıya da hep bir ağızdan tövbe edip, kervandan aldıkları her şeyi sahiplerine iade ettiler.
Rivayet edilir ki, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin irşad vazifesi, daha Bağdat’a varmadan, “sıdk” (doğruluk) fazileti sayesinde kırk haraminin hidayetiyle başlamıştı.

Bölüm 3: İlim ve Çile Yılları
Bağdat, genç Abdülkâdir için kolay bir yer değildi. O, ilim tahsili için büyük bir çile ve riyazet (nefsi terbiye) devresine girdi. Yıllarca Bağdat’ın medreselerinde devrin en büyük âlimlerinden ders aldı. Hanbelî fıkhını Ebü’l-Vefâ İbn Akîl ve Ebû Saîd el-Muharrimî gibi üstatlardan tahsil etti. Hadis ilmini Ebû Gâlib el-Bâkıllânî’den öğrendi.
Fakat onun ruhu, sadece zahiri ilimlerle tatmin olmuyordu. O, aynı zamanda manevi ilimleri, yani tasavvufu da arıyordu. Bu yolda, Şeyh Hammâd ed-Debbâs gibi büyük velilerin sohbetinde bulundu.
Bu yıllar boyunca, nefsinin en küçük arzularına bile boyun eğmedi. Geceleri uyumaz, gündüzleri oruç tutardı. Çoğu zaman aç kalır, Bağdat’ın harabelerinde, nefsini terbiye etmek için en ağır şartlarda hayatını sürdürürdü. İnsanlardan uzaklaşır, sadece Rabbiyle baş başa kalırdı. Bu çileli dönem, onun manevi olarak pişmesini ve “Gavs-ı A’zam” makamına hazırlanmasını sağladı.

Bölüm 4: Kürsünün Sultanı ve İrşad Vazifesi
Uzun ve meşakkatli tahsil ve çile devresinden sonra, hocası Ebû Saîd el-Muharrimî, kendi medresesini ona devretti. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri için artık susma değil, konuşma vaktiydi.
Kürsüye çıktığı ilk günlerde, Bağdat halkı bu genç vaize pek rağbet etmedi. Fakat onun sohbetindeki feyz ve manevi tesir o kadar güçlüydü ki, dinleyenlerin sayısı günden güne arttı. Medresenin avlusu cemaati almaz oldu. Cemaat sokaklara taştı.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir tasavvuf mürşidiydi. Sohbetlerinde şeriat ile hakikati (dinin zahiri hükümleri ile derûnî manasını) muazzam bir dengeyle birleştirirdi. Onun sözleri, sadece akıllara değil, doğrudan kalplere tesir ediyordu.
Rivayet olunur ki, onun sohbet meclisinde binlerce insan bulunur, Hristiyanlar ve Yahudiler dâhil, pek çok gayrimüslim onun sohbetinin tesiriyle Müslüman olur, büyük günahkârlar onun huzurunda tövbe ederdi. Sadece insanlar değil, manevi varlıkların dahi onun sohbetini dinlemeye geldiği söylenirdi.
Kürsüde konuşurken, “Kademî hâzihî alâ rakabeti külli veliyyillâh!” (Şu ayağım, Allah’ın bütün velilerinin boynu üzerinedir!) dediği meşhurdur. Bu söz, onun gururundan değil, Cenâb-ı Hakk’ın ona lütfettiği “Gavsiyyet” (Kutupluk) makamının bir ilanıydı. Devrin bütün büyük velilerinin, bu sözü işittiklerinde manen kabul ettikleri rivayet edilir.

Bölüm 5: Kâdiriyye Tarikatı ve Eserleri
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin etrafında toplanan talebeler, onun yolunu ve manevi meşrebini takip ettiler. Böylece, İslam tarihinin en yaygın ve en mühim tarikatlarından biri olan “Kâdiriyye” yolu teşekkül etti. Bu yol, şeriata sıkı sıkıya bağlılığı, zikri ve Allah sevgisini esas alıyordu.
Aynı zamanda, arkasında çok kıymetli eserler bıraktı. el-Gunye li-Tâlibî Tarîki’l-Hak (Hak Yolunun Talipleri için Yeterli Azık) isimli eseri, fıkıh, akide ve tasavvuf konularını ihtiva eden bir başyapıttır. Fütûhu’l-Gayb (Gaybın Açılışları) ve el-Fethu’r-Rabbânî (Rabbanî Fetihler) ise onun manevi sohbetlerinden derlenen, kalplere şifa veren hikmet dolu nasihatleridir.

Bölüm 6: Vefatı ve Ebedî Mirası
Hicrî 561 (Miladî 1166) yılında, yaklaşık doksan yaşındayken, bu fani dünyadan ebedî âleme göç eyledi. Vefat haberi Bağdat’ı ve bütün İslam âlemini yasa boğdu. Cenazesi, kendi medresesinin bulunduğu yere defnedildi.
Bugün Bağdat’taki türbesi, dünyanın dört bir yanından gelen sevenlerinin ziyaretgâhıdır.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, sadece yaşadığı asrı değil, kendinden sonra gelen bütün asırları aydınlatan bir hidayet kandilidir. O, sıdkın (doğruluğun) bir genci nereye ulaştırabileceğinin, çilenin ve sabrın ilimle birleştiğinde nasıl büyük bir maneviyat sultanı doğuracağının en parlak isbatıdır. Onun yolu (Kâdiriyye), onun eserleri ve onun menkıbeleri, kıyamete kadar müminlerin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.
Allah Teâlâ, o büyük velinin şefaatine bizleri nail eylesin. Amin.

******

• Fahreddin er-Râzî (ö. 606 H / 1210 M): Büyük müfessir (tefsir alimi) ve kelamcıdır. “Mefâtîhu’l-Gayb” (Tefsîr-i Kebîr) adlı eseriyle tanınır.

Onun hikâyesi, aklın ve imanın, ilmin ve hikmetin bir kalpte nasıl cihan şümul bir âhenkle buluşabileceğinin hikâyesidir.
Bilginin Zirvesi ve İmanın Derûnî Yolu: Hidayet Kandili İmam Fahreddin er-Râzî (rh.a)
Zaman, Hicrî 6. asrın ortaları (Milâdî 12. yüzyıl)… İslâm medeniyetinin ilim ve hikmet merkezi olan büyük şehirler, âlimlerin münazaralarıyla çınlamaktadır. İşte böyle bir zamanda, İran’ın Rey şehrinde, “Rey’in Hatibi” olarak bilinen âlim bir zatın, Ziyâeddin Ömer’in evinde bir nur parladı. 544 (veya 543) senesinde dünyaya gelen bu çocuğa Muhammed adını verdiler. Lâkabı Fahreddin, yani “Dinin Övüncü” olacaktı ve o, bu lakabı hayatının her safhasında liyakatiyle taşıyacaktı.
İlimle Yeşeren Fidan
Küçük Muhammed, ilim dolu bir yuvada büyüdü. İlk hocası, babası Ziyâeddin Ömer idi. Babası sadece bir hatip değil, aynı zamanda Eş’arî kelâmının ve Şâfiî fıkhının mühim bir âlimiydi. Fahreddin, daha çocuk yaşta keskin zekâsı, emsalsiz hâfızası ve doymak bilmez ilim aşkıyla babasının dikkatini çekti. Kelâm, fıkıh ve usûl derslerini babasından tahsil etti.
Ancak Rey şehri, bu coşkun zekâya dar gelmeye başlamıştı. Babasının vefatından sonra, ilim yolculuğuna (rihle) çıkma vakti gelmişti. O devrin âdeti olduğu üzere, başka diyarlardaki büyük üstatlardan ders almak için yollara düştü. Horasan’ın ilim merkezlerini, Merv’i, Semerkand’ı ve Hârezm’i dolaştı. Gittiği her yerde, devrin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı, onlardan mantık, hikmet (felsefe), tıp, riyâziye (matematik) ve astronomi dersleri aldı.
Fahreddin er-Râzî’nin yapısı, sadece dinlemeye ve kabul etmeye müsait değildi. O, öğrendiği her bilgiyi aklın süzgecinden geçirir, en derûnî sualleri sorar, meselenin köküne inmeden rahat etmezdi. Bu sebeple, katıldığı münazaralarda (ilmî tartışmalarda) karşısında durmak imkânsızlaşıyordu.
Aklın Kılıcı: Münazara Meydanlarının Galibi
Genç Fahreddin, özellikle Hârezm bölgesinde, Ehl-i Sünnet akîdesinin zıddı olan Mutezile ve Kerrâmiyye fırkalarıyla şiddetli münazaralara girişti. Onun elindeki en güçlü silah, sarsılmaz mantığı ve Kur’ân ile Sünnet’ten çıkardığı aklî delillerdi. O, Ehl-i Sünnet kelâmını, hasımlarının “yanılma” üzerine kurulu iddialarına karşı en kuvvetli burhanlarla (ispatlarla) müdafaa ediyordu.
Bu münazaralardaki üstünlüğü ona büyük bir şöhret, ama aynı zamanda çetin düşmanlar kazandırdı. Öyle ki, girdiği bir münazarada Kerrâmiyye fırkasının görüşlerini o kadar kuvvetli delillerle çürüttü ki, taraftarlarının hışmından çekinerek o şehri terk etmek zorunda kaldı.
Ancak Râzî, sadece bir kelâm müdafiî değildi. O, aklı, imanın bir hizmetkârı olarak görüyordu. Ona göre aklın vazifesi, imana giden yoldaki engelleri ve şüpheleri temizlemekti. Aklın tek başına hakikati bulamayacağını, bunun için mutlaka vahyin rehberliğine muhtaç olduğunu savunurdu.
Sultanların Meclisinden Kur’ân’ın Gölgesine
Şöhreti, kısa zamanda sultanların sarayına ulaştı. Özellikle Gurlular Devleti’nin adil sultanları Gıyâseddin ve Şehâbeddin kardeşler, İmam Râzî’ye hürmette kusur etmediler. Onu başkentleri olan Herat’a (bugünkü Afganistan) davet ettiler. Sultanlar, onun adına büyük bir medrese inşa ettirdi. Artık Fahreddin er-Râzî, seyahat eden bir münazara âlimi değil, yüzlerce talebe yetiştiren büyük bir üstattı.
Tıp sahasında da uzmandı, hatta rivayete göre Sultan Şehâbeddin’i tedavi etmişti. Fizik, astronomi ve daha pek çok sahada eserler kaleme alıyordu. Onun nazarında (bakışında), tabiatta görülen her nizam, Allah’ın varlığının ve kudretinin bir deliliydi.
İşte bu devasa ilim birikimiyle, hayatının en büyük eserine, “Mefâtîhu’l-Gayb” (Gaybın Anahtarları) yani “Tefsîr-i Kebîr” (Büyük Tefsir) adıyla anılan o muazzam tefsirini yazmaya başladı.
Mefâtîhu’l-Gayb: Aklın Kur’ân İle Buluşması
İmam Râzî’nin tefsiri, o güne kadar yazılmış tefsirlerden çok başkaydı. O, bu eserinde sadece ayetlerin lügat mânâsını veya rivayetleri değil, bir ayetin ihtiva ettiği bütün ilimleri ortaya dökmeyi hedefledi.
Mefâtîhu’l-Gayb’ı açan bir kimse, orada kelâmî tartışmaları, fıkhî hükümleri, mantık kaidelerini, astronomi ve fizik bilgilerini, tıbbî tesbitleri ve hikmete dair en derûnî düşünceleri bir arada bulur. İmam Râzî, kâinat kitabıyla Kur’ân kitabının birbirini tasdik ettiğini, ikisinin de aynı Yaratıcı’dan geldiğini ispat etmek istiyordu.
Sanki o, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetini kendine rehber edinmişti:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğini ve yüceliğini gösteren) nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3:190)
İmam Râzî, tefsirinde işte bu “delilleri” arıyordu. Her ayetin altında yatan aklî ve ilmî bağlantıları o kadar tafsilatlı işledi ki, tefsiri devasa bir hacme ulaştı. Rivayete göre, ömrü bu muazzam eseri tamamlamaya vefa etmemiş, Fâtiha Sûresi’ne yazdığı tefsir tek başına bir cilt tutmuştur. Kalan kısımları, onun metoduna sadık kalan talebeleri tarafından tamamlanmıştır.

İmanın Saf Hâli: “Kocakarıların İmanı”
İmam Fahreddin er-Râzî, hayatı boyunca imanı binlerce aklî delil ile ispat etmeye çalıştı. Bu yönüyle ona “İmâmu’l-Müşekkirîn” (Delil ve ispatları en ince ayrıntısına kadar araştıran imam) denmişti. Ancak onun hayatında, ilmin zirvesindeki bir âlimin, imanın en saf hâli karşısındaki duruşunu gösteren ibretlik bir hadise anlatılır:
Bir gün İmam Râzî, talebeleriyle birlikte bir şehirden geçerken, yol kenarında duran yaşlı bir kadına rastlarlar. Talebeleri, hocalarının ne kadar büyük bir âlim olduğunu göstermek için kadına seslenirler:
“Ey nine! Bak, bu zat kimdir biliyor musun? Bu, Allah’ın varlığına dair bin bir delil getirebilen İmam Fahreddin er-Râzî’dir!”
Yaşlı kadın, elindeki işi bırakmadan, sükûnetle başını kaldırır ve o meşhur cevabını verir:
“Öyle mi? Eğer onun Allah’ın varlığına dair bin bir şüphesi olmasaydı, bin bir delile ihtiyacı olmazdı. Benim ise hiçbir şüphem yok ki!”
Bu cevap, İmam Râzî’nin kalbine bir ok gibi saplanır. Evet, o, aklıyla bütün şüpheleri çürütmüştü; ama bu yaşlı kadının kalbi, delile ihtiyaç duymayacak kadar saf bir teslimiyet (itminan) içindeydi. Bu hadise üzerine İmam Râzî’nin, “Allah’ım, Senden kocakarıların imanı gibi sarsılmaz, şüphesiz bir iman istiyorum” diye dua ettiği rivayet edilir.
Bu menkıbe, onun aklı küçümsediğini değil, aksine aklî delillerin zahiri düşmanlara karşı bir silah olduğunu, imanın derûnî merkezinin ise kalpteki bu saf teslimiyet olması gerektiğini anladığını tasvir eder.

Hidayet Kandili Sönüyor
İmam Fahreddin er-Râzî, 606 (Milâdî 1210) senesinde, ilimle ve münazarayla dolu bir hayatın ardından Herat şehrinde vefat etti. Vefatının, münazaralarda mağlup ettiği Kerrâmiyye fırkasının taraftarlarınca zehirlenerek olduğuna dair kuvvetli rivayetler vardır.
O, geride sadece Mefâtîhu’l-Gayb gibi bir şaheseri değil, aynı zamanda aklın ve vahyin birbiriyle zıt olmadığını, bilakis birbirini tamamladığını ispat eden cihan şümul bir düşünce mirası bıraktı.
İmam Râzî, asırlar boyunca hem Doğu’da hem Batı’da kendisinden sonra gelen âlimleri ve düşünürleri etkilemiş; ilmin, ancak imanın rehberliğinde bir fazilet olabileceğini göstermiş bir hidayet kandilidir. Onun hayatı, genç dimağlara ilimden korkmamayı, en zor sualleri sormayı ve her cevabı Kur’ân’ın nurunda aramayı öğreten bir ders niteliğindedir.
Allah Teâlâ o büyük âlime rahmet eylesin, ilim ve hikmetinden bizleri de müstefid kılsın. Âmin.

******

• İbnü’l-Arabî (Muhyiddin İbnü’l-Arabî) (ö. 638 H / 1240 M): “Şeyh-i Ekber” olarak bilinir. “Vahdet-i Vücûd” düşüncesiyle tasavvuf felsefesini zirveye taşımış, İslam düşünce tarihinde en çok tartışılan ve en etkili isimlerden biri olmuştur.

Endülüs’ten Dımaşk’a uzanan ve “varlığın” (vücûd) sırrına adanan bir hayatı, “Şeyh-i Ekber” unvanıyla taçlanan büyük âlim ve ârif Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin (kuddise sirruhû) hikayesi:

Varlığın Sırrına Seyahat: Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî

1. Bölüm: Endülüs Güneşi Doğuyor
Tarih, Miladi 1165 (Hicri 560) senesi. İslam medeniyetinin en parlak yıldızlarından birinin parladığı Endülüs’teyiz. Kurtuba’nın (Cordoba) ilim meclisleri, İşbiliye’nin (Seville) portakal bahçeleri ve Mürsiye’nin (Murcia) âlimleriyle meşhur olduğu bir devir.
İşte böyle bir zamanda, Mürsiye şehrinde, Tayy kabilesine mensup, asil ve dindar bir ailede bir çocuk dünyaya geldi. Adını Muhammed koydular. Babası Ali, faziletli ve devlet hizmetinde bulunan bir zattı. Bu mübarek çocuğa, “dinin ihyacısı” manasında “Muhyiddin” dediler. O, daha sonra bütün İslam âleminin “İbnü’l-Arabî” (Arap’ın oğlu) ve ilminin derinliğinden ötürü “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Şeyh) olarak tanıyacağı zattı.
Muhyiddin, çocukluğunu İşbiliye’de geçirdi. Zekâsı ve kavrayışı emsallerinden çok farklıydı. O, sokaklarda oyun oynamak yerine, kâinatın sırlarını, yıldızların hareketini, yaprağın neden yeşil olduğunu tefekkür ederdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadis ilmini, fıkıh ve kelâmı devrin en büyük âlimlerinden tahsil etti. Ancak onun ruhunda, sadece kitaplarda yazanların ötesinde bir arayış vardı. Kalbi, zahiri ilimlerin kabuğunu kırıp, derûnî manalara ulaşmak için çırpınıyordu.

2. Bölüm: Genç Ârif ve Büyük Filozof
Muhyiddin henüz yirmili yaşlarındayken, kalbine bir “fetih” (manevi açılış) ihsan edildi. Artık kâinata baktığında, her şeyin ardındaki manayı, her zerrede tecelli eden Yaratıcı’nın kudretini müşahede etmeye başladı.
O devirde, Endülüs’ün en meşhur ismi, büyük filozof İbn Rüşd (Averroes) idi. İbn Rüşd, her şeyi akıl ve nazar (mantıksal bakış) ile ispat etmeye çalışırken, bu genç ârifin (İbnü’l-Arabî) kalbine doğan ilimlerden haberdar oldu. İbnü’l-Arabî’nin babası, filozof İbn Rüşd’ün yakın dostuydu. İbn Rüşd, bu genç adamla tanışmak istedi.
Bu, tarihin en meşhur karşılaşmalarından biriydi. Yaşlı filozof, genç ârife sordu:
“Sizin ‘keşf’ (manevi ilham) yoluyla bulduğunuz ilimler ile bizim ‘nazar’ (akıl ve düşünce) ile bulduğumuz ilimler aynı mıdır?”
Genç Muhyiddin, o derin bakışlarıyla cevap verdi:
“Evet ve hayır. Evet ile hayır arasında ruhların uçuştuğu, idraklerin hayrete düştüğü bir yer vardır ki; filozoflar orayı bilemez, ârifler ise orayı müşahede eder.”
İbn Rüşd, bu cevabın derinliği karşısında sarsıldı. Aklın sınırlarının bittiği yerde, kalbin seyrinin başladığını idrak etmişti. Bu genç adamın, sıradan bir âlim olmadığını anlamıştı.

3. Bölüm: İlahi Çağrı ve Büyük Seyahat (Rihle)
İbnü’l-Arabî otuz yaşına geldiğinde, manevi bir işaretle Endülüs’ten ayrılması gerektiğini anladı. Onun vazifesi cihan şümul (evrensel) idi. İlim ve hikmet yolculuğu (rihle) başlamıştı. Önce Mağrib’e (Kuzey Afrika), Fas’a, Tunus’a gitti. Orada devrin büyük velileriyle, âlimleriyle sohbet etti. İlim halkalarına katıldı, ilim verdi.
Ancak kalbindeki asıl özlem, mukaddes topraklardı. 1200 yılında Mısır üzerinden Hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola çıktı.
Mekke, onun hayatının dönüm noktası oldu. Kâbe-i Muazzama’nın manevi ikliminde, kalbi ilahi feyizlerle dolup taştı. Tavaf ederken, Kâbe’nin etrafında sadece insanların değil, meleklerin ve bütün varlıkların kendi lisanlarınca Allah’ı zikrettiğini müşahede ediyordu.
İşte bu mübarek şehirde, kalbine ilham olunan manaları yazmaya başladı. Bu, onun en hacimli ve en meşhur eseri olacak olan “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” (Mekke Fetihleri) idi. Bu devasa eser, bir tefsir, hadis şerhi, fıkıh, kelam ve tasavvuf hikmetlerini ihtiva eden bir manevi ilimler okyanusu idi.

4. Bölüm: Anadolu Diyarı ve Sadreddin-i Konevî
Mekke’den sonra seyahatine devam etti. Kudüs’ü ziyaret etti, Mescid-i Aksâ’da gözyaşı döktü. Oradan Bağdat’a, Musul’a geçti. Sonra yolu Anadolu’ya, Selçuklu diyarına düştü. Malatya’da, Konya’da bulundu.
Konya, o zamanlar ilmin ve irfanın merkezlerinden biriydi. Şeyh-i Ekber, Konya’da büyük bir hürmetle karşılandı. Burada, ileride onun ilminin en büyük vârisi olacak olan genç bir talebeyle tanıştı: Sadreddin-i Konevî.
Sadreddin, İbnü’l-Arabî’nin hem talebesi hem de manevi evladı oldu. (Daha sonra İbnü’l-Arabî, Sadreddin’in annesiyle evlenerek onun üvey babası da olmuştur). Şeyh-i Ekber, bütün derûnî ilimlerini bu kabiliyetli gence aktardı. Bugün İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini anlayabiliyorsak, bunda Sadreddin-i Konevî’nin payı çok büyüktür.

5. Bölüm: Dımaşk’ta Huzur ve “Fusûsu’l-Hikem”
İbnü’l-Arabî, seyahatlerle geçen bir hayattan sonra, hayatının son durağı olarak Şam’ı (Dımaşk) seçti. Ömrünün son yirmi yılını bu mübarek şehirde, talebe yetiştirerek ve eser yazarak geçirdi.
Burada, bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördü. Peygamberimiz, ona bir kitap uzattı ve “Bu kitabı al, içindekileri insanlara anlat, onlara faydalı olacaktır” buyurdu.
İşte bu manevi işaretle, onun en derin ve en çok tenkit edilen eseri olan “Fusûsu’l-Hikem” (Hikmetlerin Özleri/Pırlantaları) ortaya çıktı. Bu eser, Hazret-i Âdem’den başlayarak Hazret-i Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve son olarak Peygamber Efendimiz’e (aleyhimüsselâm) kadar her bir peygambere verilen “hikmetin” sırlarını anlatan derûnî bir tefsirdi.

6. Bölüm: “Vahdet-i Vücûd” Nedir?
Şeyh-i Ekber’in bütün düşüncesinin merkezinde “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) hikmeti vardır. Bu, anlaşılması zor, ancak anlaşıldığında imanı derinleştiren bir sırdır.
Peki, bu ne demektir? Gençler ve çocuklar için bunu bir misalle anlatalım:
Güneş’i (Allah’ın Zâtını) düşünün. Biz Güneş’in kendisine doğrudan bakamayız, gözlerimiz kamaşır. Ancak Güneş’in ışığı ve ısısı (Sıfatları ve Esmâ’sı) dünyaya yayılır. Bu ışık bir çiçeğe değer, o çiçek harika renklerle açar. Bir elmaya değer, o elma tatlanır. Bir suya değer, o su buharlaşır, bulut olur. Bir aynaya değer, o ayna parlar.
Şimdi, çiçekteki güzellik, elmadaki tat, sudaki hareket, aynadaki parlaklık… Hepsi, aslında tek bir Güneş’in ışığının farklı tecellileridir (görünümleridir). Ayna, “Ben Güneş’im” diyemez, ama “Bende görünen parlaklık Güneş’tendir” der.
İşte İbnü’l-Arabî Hazretleri de, bütün kâinatta gördüğümüz güzelliklerin, ilmin, kudretin, hayatın ve varlığın, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) birer tecellisi olduğunu anlatmıştır. Kâinatta O’ndan başka “gerçek varlık” (Vâcibü’l-Vücûd) yoktur. Her şey O’nun varlığı ile ayakta durur. Kâinata bakmak, Allah’ın sanatını ve kudretini müşahede etmektir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
$$”Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah’ın (ilmi ve rahmeti) geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115 )
Şeyh-i Ekber, işte bu ayetin ve “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kāf, 50/16) gibi ayetlerin derûnî manalarını tefekkür etmiştir.

7. Bölüm: Vefatı ve Mirası
Bu derin düşünceler, herkes tarafından kolayca anlaşılamadı. Bazı zahir âlimleri, onun sözlerinin manasını tam kavrayamadıkları için onu şiddetle tenkit ettiler. Ancak İslâm âlimlerinin ve velilerin büyük bir çoğunluğu, onu “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Üstat) ve “Muhyiddin” (Dini İhya Eden) olarak kabul etti.
Özellikle Osmanlı padişahları ona büyük hürmet gösterdi. Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinden dönerken Dımaşk’a uğradığında, Şeyh-i Ekber’in Salihiye’deki kabrini buldurdu, üzerine muhteşem bir türbe ve cami inşa ettirdi.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri, 1240 (Hicri 638) yılında Dımaşk’ta vefat etti ve oraya defnedildi.
Geride yüzlerce eser ve kâinatın sırlarına dair derin tefekkürler bıraktı. O, bizlere şu dersi verdi: Hayat, Allah’ı aramak için çıkılan bir seyahattir. Ve O’nu bulmak için kâinata ve kendi kalbimize bakmamız yeterlidir. Zira O, her yerdedir.
Allah Teâlâ, o hidayet kandilinin sırlarını mukaddes eylesin, bizleri de onun hikmetinden istifade edenlerden kılsın. Amin.

***********

• Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672 H / 1273 M): Manevi aşkı ve müsamahayı merkeze alan “Mesnevî”si ile sadece İslam dünyasını değil, tüm dünyayı etkilemiş büyük bir mutasavvıf ve şairdir.

________________________________________
Hidayet Kandilleri: Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.)

Birinci Bölüm: Belh’ten Yükselen Nur: Sultânü’l-Ulemâ’nın Oğlu
Her şey, 1207 (604 H) senesinde, bugünkü Afganistan sınırlarında yer alan ve o vakitler “Kubbetü’l-İslâm” (İslam’ın Kubbesi) olarak anılan kadim Horasan şehri Belh’te başladı. Şehir, ilim ve irfanın merkeziydi. İşte böyle bir şehirde, İslam âleminin en büyük âlimlerinden biri olarak kabul edilen, “Sultânü’l-Ulemâ” (Âlimlerin Sultanı) lakabıyla meşhur Bahaeddin Veled Hazretleri’nin bir oğlu dünyaya geldi. Adını Muhammed Celâleddîn koydular.
Celâleddîn, babasının dizinin dibinde büyüdü. Babası sadece bir müderris değil, aynı zamanda derin bir maneviyat ehli, bir mutasavvıftı. Oğluna ilk derslerini o verdi; Kur’ân-ı Kerîm’i, tefsiri, fıkhı ve tasavvufun derûnî inceliklerini öğretti. Küçük Celâleddîn, daha çocuk yaşta ilim meclislerinde bulunur, babasının heybetinden ve ilminden feyz alırdı.
Ancak o yıllarda, Doğu’dan büyük bir tehlike, bir kasırga yaklaşıyordu: Moğol istilası. Cengiz Han’ın orduları, İslam şehirlerini bir bir yakıp yıkıyor, medeniyetleri yok ediyordu. Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, yaklaşan bu felaketi manevi basiretiyle gördü. Ayrıca, o dönemin Harzemşah hükümdarıyla arasında yaşanan fikrî anlaşmazlıklar da bu kararı hızlandırdı. Ailesini ve kendisine bağlı müritlerini toplayarak, Belh’ten hicret etmeye karar verdi.
Bu, sıradan bir göç değil, ilim ve irfan tohumlarını Batı’ya, Anadolu’ya taşıyacak kutlu bir yolculuğun başlangıcıydı.

İkinci Bölüm: Hicret Yolunda Bir İrfan Dokunuşu
Yolculuk meşakkatliydi. İlk mühim durakları Nişabur oldu. Burada, İslam tasavvufunun en büyük şairlerinden, Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dili) eserinin müellifi Feridüddin Attâr Hazretleri ile karşılaştılar. Bahaeddin Veled, bu büyük velî ile derin sohbetlerde bulundu.
Rivayet edilir ki; Feridüddin Attâr, küçük Celâleddîn’in alnındaki manevi parıltıyı fark etti. Babasına dönerek, “Bu genç oğlunu iyi kolla, zira o, pek yakında âlemin yüreğine ateş salacak bir nur parçasıdır!” dedi. Hatta küçük Celâleddîn’e Esrârnâme (Sırların Kitabı) adlı eserini hediye etti. Bu karşılaşma, genç Celâleddîn’in kalbinde tasavvuf ateşini tutuşturan ilk kıvılcımlardan biri oldu.
Kafile, Bağdat’a uğradı, büyük âlimler ve mutasavvıflarla görüştü. Ardından mukaddes topraklara yönelip Hac farizasını eda ettiler. Sonrasında Şam ve Halep gibi ilim merkezlerinde bir müddet kaldılar. Nihayet, Anadolu Selçuklu Devleti’nin himayesine sığınarak önce Malatya, sonra Erzincan ve son olarak Karaman’a (o zamanki adıyla Larende) yerleştiler.
Celâleddîn artık bir gençti. Karaman’da Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya geldi. Babası Bahaeddin Veled, Karaman’da bir medresede ders vermeye başladı, ilmiyle çevresini aydınlattı.

Üçüncü Bölüm: Konya: Zahirî İlimlerin Zirvesi
Anadolu Selçuklu Devleti’nin adil ve âlim hükümdarı Sultan I. Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in şöhretini duymuştu. Ona büyük hürmet gösteriyor ve bu ilim güneşinin, devletinin payitahtı olan Konya’yı şereflendirmesini istiyordu.
Sultanın ısrarlı davetleri üzerine Bahaeddin Veled ailesiyle birlikte 1229 yılında Konya’ya göç etti. Sultan, onları büyük bir merasimle karşıladı ve en itibarlı medreselerden biri olan Altun-Âbâ (İplikçi) Medresesi’ni onlara tahsis etti.
İki yıl sonra, 1231’de Bahaeddin Veled Hazretleri Konya’da vefat etti. Babasının vefatı üzerine, Celâleddîn henüz 24 yaşında olmasına rağmen, ilimdeki derinliği ve manevi olgunluğu sayesinde babasının makamına geçti. İplikçi Medresesi’nde müderris oldu.
Fakat onun ilim yolculuğu bitmemişti. Babasının eski ve sadık talebelerinden olan Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî, hocasının vefatını duyunca Konya’ya geldi. Seyyid Burhaneddin, genç Celâleddîn’in manevi eğitimini (seyr u sülûk) üstlendi. Onun irşadıyla Celâleddîn, tasavvufun en derin sırlarına vakıf olmaya başladı.
Seyyid Burhaneddin, onun sadece manevi ilimlerle değil, zahirî ilimlerde de zirveye ulaşmasını istiyordu. Onu, dönemin en büyük ilim merkezleri olan Halep ve Şam’a gönderdi. Celâleddîn, Halep’te Hallâviyye Medresesi’nde, Şam’da ise Mukaddemiyye Medresesi’nde devrin en büyük âlimlerinden fıkıh, tefsir ve hadis dersleri aldı.
Konya’ya döndüğünde, o artık sadece babasının halefi değil, aynı zamanda devrinin parmakla gösterilen, en büyük âlimlerinden biriydi. Medresesinde yüzlerce talebesi vardı, fetvalar veriyor, vaazlarıyla Konya halkını irşad ediyordu. Herkes ona “Mevlânâ” (Efendimiz) diye hitap ediyordu. O, zahirî ilimlerin zirvesinde, saygın ve vakur bir âlimdi. Ta ki… o gün gelene kadar.

Dördüncü Bölüm: İki Denizin Buluşması: Şems-i Tebrîzî
Tarih 29 Kasım 1244 (642 H). Konya’da sıradan bir gündü. Müderris Mevlânâ, medresesinden çıkmış, katırının üzerinde, etrafı talebeleriyle çevrili halde evine doğru gidiyordu. Aniden, üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine karışmış, bakışları ateş gibi yanan bir derviş, yolunu kesti. Bu, diyar diyar gezen, “manevi bir yoldaş” arayan Şems-i Tebrîzî idi.
Şems, kalabalığı yardı ve Mevlânâ’nın katırının dizginlerini tuttu. O meşhur soruyu sordu:
“Ey âlimlerin âlimi, söyle bana! Hazret-i Peygamber (s.a.v.) mi daha büyüktür, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?”
Mevlânâ bu cüretkâr soru karşısında şaşırdı. “Bu nasıl sualdir?” dedi. “Elbette Kâinatın Efendisi, Peygamberlerin sonuncusu (s.a.v.) daha büyüktür. Bâyezîd kim oluyor ki O’nunla mukayese edilsin?”
Şems, beklediği cevabı almış gibi gülümsedi ve ikinci darbeyi vurdu:
“Peki, madem öyle… Neden Hazret-i Peygamber (s.a.v.) ‘Yâ Rabbî! Biz Seni hakkıyla bilemedik’ derken, Bâyezîd ‘Benim şanım ne yücedir, ben sultanların sultanıyım (Subhânî mâ a’zame şânî)’ diyebilmiştir?”
Bu sual, bir bomba gibi Mevlânâ’nın zihnine düştü. O, ilmin zirvesindeydi ama bu, “aşk”ın ve “hâl”in sualiydi. Mevlânâ durakladı, katırından indi. Şöyle cevap verdi:
“Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) manevi deryası sonsuzdu, ne kadar yol alsa, kendini o deryada bir hiç olarak görür ve daha fazlasını isterdi. Bâyezîd’in deryası ise bir testi kadardı, tattığı bir yudum manevi zevkle doldu ve o testiden taştı, o sözü söyledi…”
Bu cevaptaki derinliği gören Şems, aradığını bulduğunu anlamıştı. Mevlânâ da bu dervişin sıradan biri olmadığını… İki deniz orada, Konya sokaklarında buluşmuştu.
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Mevlânâ, Şems’i medresesine davet etti. İki dost, odalarına kapandılar. Günlerce, haftalarca, aylarca süren bir sohbete daldılar. Bu, bir âlimle bir dervişin değil, iki manevi denizin birbirine karışmasıydı. Mevlânâ, Şems’in aynasında Allah’ın (c.c.) cemalini, ilahi aşkın yakıcılığını gördü.
Artık medresedeki dersler durmuştu. Kitaplar bir kenara bırakılmıştı. Vakur âlim gitmiş, yerine ilahi aşkla yanan, gözyaşları döken, semâ eden (dönen) bir âşık gelmişti.

Beşinci Bölüm: Ayrılık Ateşi ve Mesnevî’nin Doğuşu
Bu ani değişim, Mevlânâ’nın talebelerini ve Konya halkını rahatsız etti. “Nereden çıktı bu derviş?” diyorlardı. “Efendimizi bizden çaldı, onu derslerinden, vaazlarından ayırdı.”
Halkın ve talebelerin dedikoduları, kıskançlıkları ve tehditleri o kadar arttı ki, Şems-i Tebrîzî bir gece ansızın Konya’yı terk etti (1246).
Şems gidince, Mevlânâ bir volkan gibi patladı. Aşkı, ayrılık ateşiyle birleşmişti. O vakur âlim, artık sokaklarda dostunu arıyor, Farsça gazeller söylüyordu. İşte onun Dîvân-ı Kebîr (Büyük Divan) adlı muazzam eseri, bu ayrılık ateşinin bir meyvesidir.
Oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi, Şems’i bulup geri getirdi. Ancak kıskançlık bitmemişti. Şems, bir süre sonra (1247) tekrar ve bu kez ebediyen ortadan kayboldu. (Bazı kaynaklar onun öldürüldüğünü rivayet eder).
Mevlânâ, Şems’i dışarıda aramayı bıraktı. Artık anlamıştı ki, Şems bir ayna idi ve o aynada gördüğü, kendi kalbindeki ilahi nurdan başkası değildi. Aşkı, bir şahıstan (Şems’ten) bizzat Mutlak Varlığa (Allah’a) yönelmişti.
Bu olgunlaşma devrinde, yanında iki sadık dostu vardı: Önce Selahaddin Zerkûbî, onun vefatından sonra ise talebesi Hüsameddin Çelebi.
Bir gün Hüsameddin Çelebi, Mevlânâ’ya dedi ki: “Efendim, Feridüddin Attâr veya Senâî gibi, hakikat yolcularına rehber olacak, hikmet dolu bir kitap yazsanız ne güzel olur.”
Mevlânâ tebessüm etti. Sarığının arasından, kendi el yazısıyla yazdığı Mesnevî’nin ilk 18 beytini çıkardı ve Hüsameddin’e uzattı: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan, ben söylerim.”
Böylece, İslam medeniyetinin en büyük şaheserlerinden biri olan Mesnevî-i Mânevî doğmaya başladı. Yıllar süren bu çalışmada, Hazret-i Mevlânâ geceleri, bazen semâ ederken, bazen yürürken ilahi ilhamla gelen hikmetleri söyler, Kâtip Hüsameddin Çelebi de gözyaşları içinde bunları kaydederdi. Mesnevî, baştan sona Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin manevi bir tefsiri, hikâyelerle süslenmiş bir irşad kitabı oldu.

Altıncı Bölüm: Vuslat Gecesi: Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi)
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’yi tamamladıktan sonra ömrünün son yıllarını sükûnet ve irşad ile geçirdi. Artık o, Konya’nın ve tüm İslam âleminin manevi güneşiydi. Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanlar ve Yahudiler dahi onun ilminden ve müsamahasından (hoşgörüsünden) etkileniyor, sohbetlerine katılıyorlardı.
1273 (672 H) senesinin sonbaharında hastalandı. Ancak o, hastalığı bir dert değil, bir “vuslat” (kavuşma) habercisi olarak görüyordu. Ziyaretine gelenlere “Korkmayın,” diyordu, “Bizim ölümümüz, ebedî bir diriliştir.”
Ölümü, “Şeb-i Arûs” yani “Düğün Gecesi” olarak adlandırıyordu. Çünkü bu gece, âşık (Mevlânâ) ile Mâşuk’un (Allah) buluşacağı geceydi.
17 Aralık 1273 Pazar günü, güneş batarken, o da ruhunu Rahmân’a teslim etti.
Vefat haberi Konya’yı yasa boğdu. Cenazesi, tarif edilemez bir kalabalıkla kaldırıldı. Sadece Müslümanlar değil, şehrin Hristiyan ve Yahudi cemaatleri de ağlayarak cenazeye katıldılar. Onlara neden ağladıklarını sorduklarında, “Biz, peygamberlerin sırrını onda gördük. O, bizim için bir güneş gibiydi,” dediler.
Hazret-i Mevlânâ, bedeniyle toprağa verilse de, fikirleri, ilahi aşkı ve en mühimi olan Mesnevî’si ile asırlardır insanlığın yolunu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir. Onun mirası, İslam’ın derûnî, sevgi ve aşk dolu yüzünün en parlak tasviridir.
________________________________________
Allah, o büyük velînin sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Âmin.

*****

• İmam Nevevî (ö. 676 H / 1277 M): Hadis ve Şâfiî fıkhı alanında otoritedir. “Riyâzü’s-Sâlihîn” ve “Kırk Hadis” gibi eserleri en çok okunan kitaplar arasındadır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Nevevî (Rh.A.)
(İlme Adanmış Kırk Beş Yıllık Bir Hayat)
Tarih, hicretin 631. yılını (miladi 1233) gösteriyordu. Şam yakınlarında, Neva kasabasında mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Yahya koydular. Babası Şeref, salih ve müttaki bir zattı. Bu küçük Yahya’nın, ileride İslâm âleminin semasında parlayacak, künyesiyle “Ebû Zekeriyyâ” ve doğduğu yere nisbetle “Nevevî” olarak anılacak büyük imam olacağından habersizdi.
Bir Çocuk ki Oyundan Kaçar, Kur’ân’a Koşardı
Küçük Yahya’nın yapısı, başka çocuklara benzemiyordu. Akranları sokaklarda oyun peşinde koşarken, o, bir köşeye çekilip elindeki Kur’ân-ı Kerîm cüzünü ezberlemeye çalışırdı. Diğer çocuklar, onu zorla oyuna katmak istediklerinde, küçük Yahya ağlayarak onlardan kaçar ve “Beni Rabbimin kelâmından ayırmayın!” dercesine tekrar kitabına dönerdi.
Babası Şeref, oğlundaki bu derûnî aşkı ve ilim ateşini fark etmişti. Bir gün, dükkânında çalışırken oğlu Yahya’nın, medresenin bir köşesinde nasıl bir huşû içinde Kur’ân okuduğunu nazar etti (gözlemledi). O an, kalbine bir ilham geldi: Bu çocuk, bu dünyaya oyun için gelmemişti; onun vazifesi başkaydı. Bu isbatı gördükten sonra, oğlunun hayatını tamamen ilme vakfetmesi için elinden geleni yapmaya karar verdi.
Şam Yolculuğu ve İlim Deryasına Giriş
Yahya, on sekiz yaşına geldiğinde, babası onun elinden tuttu ve devrin ilim merkezi olan, “Dımaşk” yani Şam-ı Şerif’e götürdü. Onu, şehrin en meşhur medreselerinden olan Revâhiyye Medresesi’ne kaydettirdi. İşte İmam Nevevî’nin ilimle dolu çileli, fakat bir o kadar da bereketli hayatı böyle başladı.
Genç Yahya, Şam’da adeta zamanla yarışıyordu. Rivayet olunur ki, günde on iki farklı derse girerdi. Fıkıh, Hadis, Usûl, Nahiv (dil bilgisi) ve başka ilimlerde en meşhur hocalardan dersler alıyordu. Gecesi gündüzü ilimle geçiyordu. Uykusu geldiğinde, kitaplarının üzerine başını koyar, biraz dinlendikten sonra tekrar kalkar, kandilinin ışığında okumaya ve yazmaya devam ederdi.
Kendisi o günleri şöyle tasvir eder: “Şam’a geldikten sonra iki sene boyunca yere uzanıp yatmadım. Uykum geldiğinde kitaplarıma yaslanır, biraz kestirirdim.” Yemesi, içmesi o kadar azdı ki, sadece hayatını idame ettirecek kadar azıkla yetinirdi. Neva’dan babasının gönderdiği kuru ekmek ve incir, onun için en büyük ziyafetti. Onun bu hâli, ilim talebesinin nasıl bir zühd (dünyadan yüz çevirme) ve takvâ içinde olması gerektiğinin en canlı misali oldu.
İlmin Zirvesi ve Eşsiz Takvâ
İmam Nevevî, yirmi dokuz yaşına geldiğinde, Şam’ın en büyük hadis mektebi olan “Dârü’l-Hadîs el-Eşrefiyye”ye hoca (müderris) tayin edildi. Bu, o devir için bir âlimin ulaşabileceği en yüksek makamlardan biriydi. Fakat bu makam, onun mütevazı hayatını zerre kadar değiştirmedi.
O, Şâfiî fıkhında devrinin en büyük otoritesi olmuştu. Hadis ilminde ise, Sahîh-i Müslim’e yazdığı şerh (açıklama), bugün dahi aşılamamış bir şaheserdir.
Ancak onu “İmam Nevevî” yapan, sadece dahilî ilmi değil, aynı zamanda o ilmi hayatına tatbik edişindeki hassasiyetiydi. O, verâ ve takvâ sahibi bir âbiddi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Evlenmedi; çünkü bütün hayatını ilme ve ümmete hizmete adamıştı. Giydiği elbise sade, evi mütevazı odasından ibaretti. Devletten veya zenginlerden asla hediye kabul etmezdi. “Haram ve şüpheli lokma yiyen bir bedenden, nasıl olur da Allah’ın dinine hizmet çıkabilir?” diye düşünürdü.
Sultanın Karşısında Eğilmeyen Baş
İmam Nevevî Hazretleri, sadece medresede ders veren bir hoca değil, aynı zamanda “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) vazifesini en üst perdeden yapan cesur bir âlimdi.
O devirde, Mısır ve Şam’a hükmeden Memlük Sultanı Baybars, Moğol tehlikesine karşı ordusunu güçlendirmek için halktan ağır vergiler toplamak istedi. Şam âlimlerini toplayarak bu karar için onlardan fetva istedi. Diğer âlimler, sultanın gazabından çekinerek sustuğunda, İmam Nevevî ayağa kalktı.
Sultana hitaben, gür bir sesle şöyle dedi: “Ey Sultan! Bilirim ki sen, bir zamanlar köle idin, hiçbir şeyin yoktu. Allah sana lütfetti, seni sultan yaptı. Devletin hazinesi ağzına kadar dolu iken ve senin kendi askerlerinin her birinin üzerinde altın kemerler, mücevherler varken, sen nasıl olur da bu fakir halktan fazladan vergi istersin? Önce hazinedeki malları ve askerlerindeki o zenginlikleri harbe sarf et, şayet yetmezse, o zaman halktan vergi istersin!”
Sultan Baybars, bu sözler karşısında öfkeden titredi. Vezirleri, İmam’ı öldürtmesi için fısıldadılar. Sultan dedi ki: “Vallahi, onu öldüremem. Ben ondan korkuyorum. Onun heybeti, kalbime korku salıyor.”
İmam Nevevî, hakkı söylemekten asla çekinmedi. Sultanın bu kararı geri alması için defalarca mektup yazdı. Sultan onu sürgüne göndermekle tehdit ettiğinde, İmam şu manidar cevabı verdi: “Sürgün benim için vatan değişikliğidir. Hapis, benim için ibadet yeridir (halvettir). Ölüm ise, Rabbime kavuşmaktır (şehadettir). Ben bu vazifeden dönmem!”
Onun bu dik duruşu, ilmin izzetini ve âlimin şerefini korudu.
Kırk Beş Yıla Sığan Cihan Şümul Miras
İmam Nevevî, sadece 45 yıllık kısa bir hayat sürdü. Fakat bu kısa ömre, yüzlerce ciltlik hayatın sığdıramayacağı kadar büyük eserler sığdırdı.
O, ümmetin her ferdini düşündü. Sadece büyük âlimler için değil, halk için de eserler kaleme aldı.
1. Riyâzü’s-Sâlihîn (Salihlerin Bahçesi): Müslümanların hayatının her safhasında (iman, ibadet, ahlâk, muamelat) rehber olacak en sahih hadisleri bir araya getirdi. Bu kitap, yazıldığı günden bugüne, İslâm coğrafyasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en çok okunan kitap olma şerefini korudu.
2. el-Erbâîn (Kırk Hadis): Dinin temel direkleri sayılan, “cevâmiu’l-kelim” (az sözle çok mana ifade eden) 42 hadis-i şerifi derledi. Bu küçük risale, İslâm’ın ruhunu tasvir eden bir özettir.
3. El-Ezkâr: Bir Müslümanın sabahtan akşama kadar yapması gereken duaları ve zikirleri topladığı bir hazinedir.
4. Minhâcü’t-Tâlibîn ve Mecmû’: Şâfiî fıkhında yazdığı bu dev eserler, kendisinden sonra gelen bütün Şâfiî âlimlerinin temel müracaat kaynağı oldu.
Vuslat Zamanı
Hicrî 676 (Miladi 1277) yılında, İmam Nevevî, Şam’daki vazifesini tamamladığını hissetti. Medresesindeki bütün emanetleri sahiplerine iade etti. Ömrü boyunca ödünç aldığı kitapları tek tek sahiplerine geri verdi.
Daha sonra, doğduğu topraklara, Neva’ya döndü. Babasının yanına vardı. Çok geçmeden hastalandı ve 45 yaşında, ilimle, ibadetle ve mücadeleyle dolu mübarek hayatını tamamlayarak Rabbine kavuştu.
İmam Nevevî (rahmetullahi aleyh), kısa hayatına sığdırdığı devasa mirasıyla, ilmin sadece ezberlemek olmadığını; ilmin, takvâ, zühd, cesaret ve amel olduğunu tüm dünyaya isbat eden bir hidayet kandili olarak aramızdan ayrıldı. Allah Teâlâ, bizleri onun şefaatine nâil eylesin ve hayatından ibret almayı nasip etsin. Âmin.

*******

• İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) (ö. 911 H / 1505 M): Hadis, tefsir, tarih gibi yüzlerce alanda eser vermiş Mısırlı büyük bir alimdir. Dokuzuncu hicri yüzyılın müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat vardır.

________________________________________
Kitapların Oğlu ve Asrın Müceddidi: İmam Celâleddin es-Süyûtî (r.a.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 849 (Miladî 1445) yılını gösterirken, Mısır’ın kalbi, ilim ve irfan merkezi olan Kahire şehri, eşine az rastlanır bir hadiseye şahitlik edecekti. O devirde Kahire, Memlük Sultanlığı’nın payitahtı ve İslam dünyasının en parlak ilim merkezlerinden biriydi. İşte böyle bir zamanda, ilimle meşgul bir ailenin reisi olan Ebû Bekr b. Muhammed, büyük bir âlim ve salih bir zattı.
Birinci Bölüm: Kütüphanede Doğan Çocuk
Bir rivayete göre, Celâleddin’in validesi (annesi), doğum sancıları başladığı sırada, eşinin muazzam kütüphanesinde bulunuyordu. Öyle ki, vakt-i saati gelip de o mübarek çocuk dünyaya gözlerini açtığında, etrafı oyuncaklarla değil, binlerce cilt kitapla çevriliydi. Sanki kader, daha ilk nefesinde onun kulağına, “Senin hayatın bu kitapların içinde, ilmin hizmetinde geçecek” diye fısıldamıştı.
Bu harikulade doğum hadisesi sebebiyle, o çocuğa daha sonra “İbnü’l-Kütüb” yani “Kitapların Oğlu” lakabı verilecekti. Bu, onun ilimle yoğrulmuş hayatının ne güzel bir başlangıcıydı!
Adını Abdurrahman koydular. Künyesi Ebü’l-Fazl, lakabı ise babasının memleketine nisbetle “Süyûtî” (Asyût’lu) ve dinin celâline, azametine hizmet edeceği için “Celâleddin” oldu.

İkinci Bölüm: Yetim Kalan Deha
Celâleddin’in hayatı, ilim dolu bir evde başlamıştı ancak bu huzurlu ortam çok uzun sürmedi. Henüz beş-altı yaşlarında küçük bir çocukken, ilim yolundaki ilk rehberi olan babasını kaybetti. O artık bir yetimdi.
Fakat babasız kalmak, onun ilim aşkını söndürmedi, bilakis daha da alevlendirdi. Zira o, sıradan bir çocuk değildi; Allah Teâlâ’nın kendisine bahşettiği fevkalade bir zekâya (dehaya) sahipti. Babasının vefatından sonra, devrin büyük âlimleri bu yetimdeki cevheri fark ettiler ve onu himayelerine aldılar.
Küçük Celâleddin, keskin zekâsıyla herkesi hayrete düşürüyordu. Sekiz yaşına basmadan Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberleyerek “hâfız” oldu. Bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Ardından, devrinin temel ilim metinlerini, fıkıhtan (özellikle Şâfiî fıkhı) hadise, Arap dili gramerinden (nahiv ve sarf) usûle kadar birçok eseri de hıfzetmeye başladı. O, adeta yürüyen bir kütüphane olmak için yaratılmıştı.

Üçüncü Bölüm: İlim Okyanusuna Yolculuk
Gençlik çağına geldiğinde, Celâleddin es-Süyûtî artık ilim meclislerinin en parlak talebesiydi. Kahire, o dönemde dünyanın dört bir yanından gelen âlimlerin buluşma noktasıydı. İmam Süyûtî, bu büyük âlimlerin her birinden ayrı ayrı dersler aldı. Rivayete göre, ders aldığı hocalarının sayısı yüzleri bulmuştu.
Henüz on yedi yaşındayken, hocalarından “icâzet” (diploma, ders verme yetkisi) aldı ve kendisi de ders vermeye başladı. Onun ders halkaları, kısa sürede ilim taliplerinin akınına uğradı. Çünkü o, sadece bildiğini aktaran bir hoca değil, aynı zamanda ilmi yaşayan, zühd ve takva sahibi bir âlimdi.
İmam Süyûtî’nin ilim sahası o kadar genişti ki, İslamî ilimlerin neredeyse girmediği hiçbir dal kalmamıştı. Onu sadece bir “müfessir” (tefsir âlimi) veya “muhaddis” (hadis âlimi) olarak tanımlamak eksik kalır. O, aynı zamanda bir tarihçi, bir dil âlimi, bir fıkıhçı, bir usûlcü, hatta tıp ve tabiat ilimleriyle bile ilgilenen ansiklopedik bir dâhiydi.

Dördüncü Bölüm: Kaleminden Dökülen Miras
İmam Süyûtî’nin en hayret verici yönü, şüphesiz ki eserlerinin (te’lifatının) sayısı ve muhtevasıdır. Ömrü boyunca durmaksızın yazdı. Gecesi gündüzü, kalemi ve kâğıdıyla geçti. Bazı kaynaklar onun beş yüzü aşkın, bazıları ise yedi yüz, hatta dokuz yüze yakın eser kaleme aldığını zikreder. Bu, onun kısa sayılabilecek (yaklaşık 62 yıl) ömrüne nasıl bu kadar çok ilmi sığdırdığının bir mucizesi gibiydi.
O, sadece yeni eserler yazmakla kalmadı, aynı zamanda kendinden önceki ilim mirasını tasnif etti, özetledi (ihtisar etti) ve gelecek nesillerin daha kolay istifade edeceği hale getirdi.
Onun eserlerinden bazıları, bugün dahi sahasında zirvedir:
1. Tefsîru’l-Celâleyn (İki Celâl’in Tefsiri): Bu meşhur tefsir, İmam Süyûtî’nin hocası Celâleddin el-Mahallî tarafından başlanmış, Fâtiha Sûresi’nin başından ve Kehf Sûresi’nin sonundan itibaren yazılmıştı. Hocasının vefatıyla yarıda kalan bu kıymetli eseri, İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) devraldı ve hocasının üslubuna harfiyen sadık kalarak tamamladı. Bu tefsir, kısa, öz ve son derece açık olmasıyla asırlardır medreselerde okutulmaktadır.
2. el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (Kur’an İlimlerinde Mükemmellik): Kur’an ilimleri (Nüzûl sebepleri, Mekkî-Medenî, Nâsih-Mensûh, Kıraat farklılıkları vb.) sahasında yazılmış en kapsamlı ve en temel eserlerden biridir. Bugün bile bu alanda çalışma yapan herkesin mutlaka müracaat etmesi gereken bir başyapıttır.
3. Târîhu’l-Hulefâ (Halifeler Tarihi): Dört Halife döneminden başlayarak kendi zamanına kadar (Abbâsîlerin sonuna kadar) halifelerin hayatını ve devirlerini anlatan çok mühim bir tarih kitabıdır.
4. el-Câmiu’s-Sağîr ve Cem’u’l-Cevâmi’: Hadis ilmindeki engin bilgisini gösteren, binlerce hadîs-i şerîfi bir araya getirdiği devasa derlemeleridir.

Beşinci Bölüm: Asrın Yenileyicisi (Müceddid) ve Uzlet Hayatı
İmam Süyûtî, sadece ilmiyle değil, aynı zamanda yaşadığı devrin haksızlıklarına ve bid’atlerine karşı gösterdiği tavırla da öne çıktı. Bu sebeple, İslam âlimleri arasında, onun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah Teâlâ, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadîs-i şerîfinde müjdelenen Dokuzuncu Hicrî Asrın Müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat hâsıl olmuştur.
Ancak ilmin zirvesinde olmak, çile ve imtihanı da beraberinde getirir. İmam Süyûtî, bazı çağdaşı âlimlerin hasedine (kıskançlığına) ve tenkitlerine maruz kaldı. Resmî görevlerde bulundu, dersler verdi, fetvalar yazdı.
Fakat hayatının kırkıncı yılına geldiğinde (Hicrî 889), mühim bir karar aldı. İçinde bulunduğu ilim ve siyaset dünyasının çekişmelerinden, makam ve mevki hırsından yorulmuştu. İnsanlardan uzaklaşmaya (uzlet) ve kendini tamamen Allah’a ibadete ve eser yazmaya adamaya karar verdi.
Kahire’de, Nil Nehri’nin kenarındaki Ravda adasında bulunan evine çekildi. Kapısını dünyaya kapattı. Sultanlar ve devlet adamları ona hediyeler gönderdiğinde, “Allah Teâlâ bizi sizden ve sizin hediyelerinizden müstağnî kıldı (ihtiyaçsız eyledi)” diyerek hepsini geri çevirdi. Bu, onun zühdünün ve dünyaya ne kadar az kıymet verdiğinin en büyük ispatıydı.
Altıncı Bölüm: Rabbine Kavuşma
İmam Celâleddin es-Süyûtî, bu uzlet hayatında ömrünün en verimli yıllarını yaşadı. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise durmaksızın yazmakla geçti.
Takvimler Hicrî 911 (Miladî 1505) yılını gösterdiğinde, yaklaşık 62 yıllık bereketli bir ömrün sonuna geldi. Doğduğu şehir olan Kahire’de, arkasında yüzlerce eser ve milyonlarca talebe bırakarak vefat etti.
O, dünyaya “Kitapların Oğlu” olarak gelmişti ve dünyadan “İslam Kütüphanesinin En Büyük Hizmetkârlarından Biri” olarak ayrıldı. Bugün dahi, bir hadis, bir tefsir veya bir tarih meselesi araştırıldığında, İmam Süyûtî’nin okyanus misali ilminden bir damlaya müracaat etmemek neredeyse imkânsızdır.
Allah Teâlâ, o büyük hidayet kandilinden razı olsun. İlminden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Makamını âlî, mekânını cennet eylesin. Âmin.

*****

5. Yenilenme ve İkinci Binyıl Dönemi (H. 11. Yüzyıl Sonrası)

• İmam Rabbânî (Ahmed Sirhindî) (ö. 1034 H / 1624 M): “Müceddid-i Elf-i Sânî” (İkinci Binyılın Yenileyicisi) olarak meşhur olmuştur. Hindistan’da tasavvufu (özellikle Vahdet-i Şühûd anlayışıyla) ve Sünnet’i ihya etmiştir. “Mektûbât”ı en önemli eseridir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İkinci Binyılın Yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 971 yılını (Miladî 1564) gösterdiğinde, Hindistan’ın Sirhind (Serhend) şehrinde mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Ahmed koydular. Bu hanenin havası başkaydı; zira bu ailenin soyu, adaletiyle meşhur Halife Hz. Ömer’e (r.a.) dayanıyordu. Babası Şeyh Abdülehad, hem zahiri ilimlerde âlim hem de derûnî (içsel) yolda kâmil bir mürşid idi.
Küçük Ahmed, bambaşka bir yapıya sahipti. Diğer çocuklar oyunla meşgulken, o, ilmin ve hikmetin lezzetini tatmıştı. Henüz çok genç yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra, ilim tahsiline babasının yanında başladı. Zekâsı o kadar parlaktı ki, kısa zamanda temel İslâmî ilimleri, mantık ve hikmet derslerini tamamladı. Babası, bu cevherdeki istidadı görmüş ve onu Siyalkût şehrindeki zamanın büyük âlimlerinden Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’nin yanına gönderdi.
Genç Ahmed, orada da ilmiyle parladı. Hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerinde derinleşti. Hocaları, onun suallerindeki derinliğe ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayret ediyorlardı. İlim tahsilini tamamlayıp Sirhind’e döndüğünde, artık parmakla gösterilen genç bir âlimdi.
Bir Dönüm Noktası: Zamânın Fitnesi ve Arayış
Ahmed Sirhindî’nin yaşadığı devir, Hindistan’daki Müslümanlar için çok çetin bir devirdi. Babür İmparatoru Ekber Şah, siyasi gayelerle “Dîn-i İlâhî” adında yeni ve sapkın bir din icat etmişti. Bu yeni inanış, İslam, Hinduizm ve başka inançların bir karışımıydı; hak ile bâtılı birbirine karıştırıyor, Müslümanların akîdesini (inancını) temelden sarsıyordu. Saraya yakın sözde âlimler, bu sapkınlığa fetva veriyor, Sünnet-i Seniyye unutulmaya yüz tutuyordu.
Aynı zamanda, tasavvuf anlayışında da bir başıboşluk hüküm sürüyordu. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin derin manalar ihtiva eden “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) mefhumu, cahil kimselerin dilinde yanlış yorumlanıyordu. Bazıları, “Her şey O’dur” diyerek, Şeriat’ın (İslam hukukunun) emir ve yasaklarını hiçe saymaya, helal ile haram arasındaki sınırı kaldırmaya cüret ediyordu.
Genç âlim Ahmed Sirhindî, bu manzarayı derin bir teessürle (üzüntüyle) izliyordu. Zahiri ilimlerde zirveye ulaşmıştı ama derûnî dünyasında bir arayış vardı. Biliyordu ki bu fitneyi durdurmak, sadece medrese ilmiyle mümkün değildi. Kalplere tesir edecek manevî bir güce, Rabbani bir irşada ihtiyaç vardı.
Bu arayışla yollara düştü. Başkent Agra’ya gitti. Orada ilim meclislerine katıldıysa da aradığını tam olarak bulamadı. Hac niyetiyle yola çıktı ve Delhi’ye uğradı. İşte hayatının dönüm noktası burada gerçekleşti.
Mürşide Varmak: Hâce Bâkî Billâh ile Tanışma
Delhi’de, zamanın büyük Nakşibendî mürşidi Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri’nin (k.s.) namını işitti. Huzuruna vardığında, derhal aradığını bulduğunu anladı. Okyanus, kendi incisini tanımıştı. Hâce Bâkî Billâh da karşısındaki genç âlimin sıradan biri olmadığını, alnında parlayan hidayet nurunu derhal fark etti.
İmam Rabbânî, bu büyük mürşidin önünde diz çöktü ve manevî yola girmek istediğini beyan etti. Hâce Bâkî Billâh, onu talebeliğe kabul etti. İmam Rabbânî, o güne kadar öğrendiği tüm zahiri ilimleri bir kenara bırakıp, tam bir teslimiyetle kendini mürşidinin terbiyesine adadı.
Manevî yoldaki ilerleyişi, ilimdeki ilerleyişinden daha süratliydi. Başkalarının yıllar süren çilelerle kat ettiği makamları, o, iki buçuk ay gibi kısa bir zamanda geçti. Derûnî âlemde öyle haller ve keşifler yaşıyordu ki, mürşidi Hâce Bâkî Billâh dahi onun bu süratli yükselişine hayret ediyordu. Hocası ona, “Sen, bu yolun güneşi olacaksın” diyordu.
Kısa sürede seyr ü sülûkünü (manevî yolculuğunu) tamamladı. Hocası ona sadece icâzet (diploma) vermekle kalmadı, aynı zamanda kendi talebelerinin bir kısmının terbiyesini de ona havale etti. Artık o, genç yaşında bir âlim, bir arif ve bir mürşid-i kâmil idi.
Büyük Vazife: “Müceddid-i Elf-i Sânî”
İmam Rabbânî, Sirhind’e döndüğünde omuzlarında ağır bir yük vardı. Hocası Hâce Bâkî Billâh kısa süre sonra vefat etmişti ve Hindistan’daki irşad vazifesi ona kalmıştı.
Tam da o yıllar, İslâm takviminde çok kritik bir eşikti: Hicret’in üzerinden bin yıl geçmiş, ikinci binyıl (Elf-i Sânî) başlamıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Şüphesiz ki Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir” buyurmuştu. Bin yılın dönümü ise daha büyük bir yenilenmeyi gerektiriyordu.
İşte İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî, bu büyük vazife için seçilmişti. O, “Müceddid-i Elf-i Sânî” yani “İkinci Binyılın Yenileyicisi” olacaktı.
Mücadelenin Silahı: Mektûbât
İmam Rabbânî, mücadelesine başladı. Onun silahı, kılıç değil, kalemdi. Onun ordusu, talebeleriydi. Mücadelesi iki cephedeydi:
1. Saraydaki Sapkınlığa Karşı: İmparator Ekber Şah’ın “Dîn-i İlâhî” fitnesine ve Sünnet’i hiçe sayan uygulamalarına karşı durdu.
2. Tasavvuftaki Yanlış Anlayışlara Karşı: “Vahdet-i Vücûd”u yanlış yorumlayıp Şeriat’ı terk edenlere karşı, hakikati haykırdı.
Bu mücadelenin merkezi, onun yazdığı mektuplardı. Başta kendi talebeleri olmak üzere, âlimlere, devlet adamlarına, komutanlara ve hatta imparatorun sarayındaki vezirlere mektuplar yazdı. Bu mektuplar, sıradan mektuplar değildi; her biri, Kur’ân ve Sünnet ışığında yazılmış birer risale, birer manevî reçeteydi.
Bu mektuplarda, Sünnet’e uymanın ehemmiyetini, bid’atlerden (dinde olmayan sonradan uydurulan şeyler) sakınmanın zaruretini anlattı. Şeriat, tarikat ve hakikat arasındaki ince dengeyi izah etti.
Özellikle “Vahdet-i Vücûd” meselesine derin bir izah getirdi. O, Vahdet-i Vücûd’u inkâr etmedi, ancak bunun, müridin manevî yolculukta karşılaştığı bir “hal” (geçici durum) olduğunu söyledi. Hakikatin bundan daha ileride olduğunu belirtti ve kendi manevî tecrübesiyle ulaştığı “Vahdet-i Şühûd” (Şahitliğin Birliği) mefhumunu ortaya koydu. Vahdet-i Şühûd’a göre; var olan her şey Allah’ın bir yansıması, bir gölgesiydi. Gölge, asla aslının aynı olamazdı. Yaratıcı (Hâlık) ile yaratılan (mahlûk) apayrıydı. Bu izahıyla, hem tasavvufun derinliğini muhafaza etti hem de Şeriat’ın sınırlarını net bir şekilde çizdi.
Onun meşhur sözü, bu mücadelenin özetiydi: “Şeriat, her şeyin aslıdır. Tarikat, Şeriat’ın hizmetkârıdır.”
Bu mektuplar elden ele dolaştı, kalpten kalbe aktı. Toplandığında, “Mektûbât-ı Rabbânî” adıyla bilinen o muazzam eser ortaya çıktı.
Zindan İmtihanı ve Manevî Zafer
İmam Rabbânî’nin tesiri arttıkça, saraydaki bozuk zihniyetli kimseler rahatsız oldu. Ekber Şah ölmüş, yerine Cihangir geçmişti. İmam’ı çekemeyenler, Cihangir’e gidip onu “Devlet içinde devlet kuruyor, saltanatınıza ortak olmak istiyor” diye şikâyet ettiler.
Cihangir, İmam Rabbânî’yi saraya çağırdı. Saraya girdiğinde, imparatora secde etmesi (o dönemde bir saygı âdetiydi) istendi. İmam Rabbânî, vakur bir şekilde başını dik tuttu ve “Benim bu başım, Allah’tan başkasına eğilmez!” diyerek bu emri reddetti.
Bu tavır, imparatoru daha da öfkelendirdi. İmam Rabbânî Hazretleri, 1028 (1619) yılında Gevâliyâr Kalesi’ne hapsedildi.
Fakat mü’min için zindan, bir “Medrese-i Yûsufiyye” (Hz. Yusuf’un medresesi) idi. İmam Rabbânî, zindanı bir dergâha çevirdi. Oradaki mahkûmlara, hatta gardiyanlara İslam’ı anlattı. Onun bereketiyle, kaledeki binlerce günahkâr tövbe etti, namaza başladı ve onun talebesi oldu.
Bir yıl sonra, Cihangir büyük bir hata yaptığını anladı. Hem gördüğü bir rüya hem de İmam’a yapılan iftiraların asılsız olduğunun ortaya çıkması üzerine pişman oldu. İmam Rabbânî’yi serbest bıraktı, ona hürmet gösterdi ve ondan özür diledi. İmam, affetmenin bir fazilet olduğunu göstererek imparatoru affetti.
Bu olay, bir zindana giriş değil, hakikatin saraya girişiydi. Cihangir, İmam’ın sohbetlerinden çok etkilendi. Ülkede Sünnet’e aykırı ne kadar uygulama varsa kaldırdı, bozulan camileri tamir ettirdi ve İslam ahkâmının yeniden uygulanmasını emretti. İmam Rabbânî’nin kalemiyle başlattığı inkılâp, zindandaki sabrıyla zafere ulaşmıştı.

Güneşin Batışı ve Ebedî Mirası
İmam Rabbânî, ömrünün sonuna kadar irşad vazifesine devam etti. Binlerce talebe yetiştirdi. Onun talebeleri, Hindistan’dan Orta Asya’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar yayılarak Sünnet-i Seniyye meşalesini taşıdılar.
Takvimler Hicrî 1034 (Miladî 1624) yılını gösterdiğinde, bu büyük müceddid, 63 yıllık çile, mücadele ve hikmet dolu bir hayatın ardından Rabbine kavuştu. Vefatı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat ettiği yaştaydı.
İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî Hazretleri, karanlığın en koyu olduğu bir anda ortaya çıkmış, “Dîn-i İlâhî” fitnesini söndürmüş, tasavvufu bid’atlerden ayıklamış, Şeriat ile tarikatı barıştırmış ve Ehl-i Sünnet akîdesini yeniden Hindistan’da hâkim kılmıştır.
O, ismiyle müsemma bir “İmam” (önder), Allah yoluna adanmış bir “Rabbânî” ve ikinci binyılın “Müceddid”i (yenileyicisi) olarak tarihe ve kalplere adını altın harflerle yazdırmıştır. Onun “Mektûbât”ı, bugün dahi yolumuzu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, onun makamını âlî eylesin. Bizleri de onun yolundan giden, Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Âmin.

*************

• Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960 M): 20. yüzyılda Türkiye’de yaşamış büyük bir alim ve mütefekkirdir. Özellikle materyalist ve pozitivist felsefelerin imana yönelik hücumlarına karşı Kur’an’ın hakikatlerini akli delillerle savunan “Risale-i Nur Külliyatı”nı telif etmiştir. İman hakikatlerini yenileyen bir tecdid hareketi olarak görülür ve dönemin müceddidi kabul edilir.

Hidayet Kandillerinden: Bediüzzaman Said Nursî (Rahmetullahi Aleyh)

Giriş: Bir Asrın Şafağında Doğan Nur
Bundan takriben 150 sene evvel, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde, cihan büyük bir fırtınaya gebeydi. Tabiatı parçalayan ilim (fen) silahları, inançları sarsan felsefî akımlar ve imanı kalplerden söküp atmayı hedefleyen materyalist (maddiyun) düşünceler, İslam âleminin üzerine bir karanlık gibi çökmekteydi.
İşte böyle bir zamanda, 1878 (Rumi 1293) senesinde, Bitlis vilayetinin Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde, Sofi Mirza ve Nuriye Hanım’ın mübarek hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını “Said” koydular. Kimse bilmiyordu ki, bu küçük Said, ileride asrın karanlığını dağıtmak için gönderilmiş bir “hidayet kandili” olacak ve isminin başına “zamanın eşsizi, harikası” manasında “Bediüzzaman” lakabını alacaktı.

Bölüm 1: Zekâsı Dilleri Destan “Harika Çocuk”
Said, başka çocuklara benzemiyordu. Küçücük yaşında dahi etrafındaki hadiseleri derin bir tefekkürle (düşünceyle) süzerdi. Oynadığı oyunlarda bile bir hikmet arar, tabiata “nazar” eder (bakış), kâinatın sahibini sual ederdi.
Onun en belirgin vasfı, akıllara durgunluk veren zekâsı ve hafızasıydı. Dokuz yaşında tahsile (eğitime) başladı. Ancak onun ilimdeki sürati, hocalarını hayrette bırakıyordu. Bir medresede aylarca okutulan bir kitabı, o birkaç günde ezberler, manasını kavrardı. Bu sebeple medreseden medreseye dolaştı. Kimi hocalar onun bu harika hâline hayran kalır, kimileri de onunla ilmî mübahaseye (tartışmaya) girmekten çekinirdi.
Rivayet edilir ki, bir gün hocası Molla Fethullah Efendi, genç Said’e iki zorlu kitabı gösterip, “Bunları ne kadar zamanda bitirirsin?” diye sordu. Said, “Bir hafta kâfi” dedi. Hocası şaşırdı. Lakin Said, bir hafta sonra geldiğinde, sadece kitapları okumamış, iki kitabın muhtevasını birbiriyle mukayese edip, tenkitlerini (eleştirilerini) dahi yapmıştı. Bunun üzerine hocası, “Ey Said! Sen zamanın harikasısın, ‘Bediüzzaman’sın” demekten kendini alamadı.
Daha 14-15 yaşlarındayken, zamanın büyük âlimleriyle ilmî münazaralara (tartışmalara) giriyor, sorduğu sualler ve verdiği cevaplarla onları ikna ediyordu. O, sadece dinî ilimleri değil, aklî ve fennî ilimleri de süratle tahsil etmişti. Onun derdi büyüktü: O, sadece bir âlim değil, bu asrın imanını kurtaracak bir “müceddid” (yenileyici) olmaya namzetti.

Bölüm 2: “Eski Said” ve Medresetü’z-Zehra Rüyası
Genç Said, ilimle dolduktan sonra Van’a gitti. Orada Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldı. Tahir Paşa, onun sadece dinî ilimlerde değil, coğrafya, matematik, fizik, kimya ve felsefede de ne kadar derinleştiğini görünce hayretler içinde kaldı. Gazeteleri okur, cihan siyasetini takip ederdi.
Bediüzzaman, bu dönemde “Eski Said” olarak anılır. “Eski Said”, cemiyetin ve siyasetin içinde, İslam âleminin dertlerine çare arayan bir mütefekkirdi. Onun en büyük hayali, “Medresetü’z-Zehra” adını verdiği dev bir İslam üniversitesi kurmaktı.
Bu nasıl bir üniversiteydi?
O, fark etmişti ki, medreseler sadece din ilimlerine odaklanıp fen ilimlerini (pozitif bilimleri) ihmal etmiş, mektepler (modern okullar) ise sadece fen ilimlerine odaklanıp maneviyatı ve dinî hakikatleri dışlamıştı. Bediüzzaman diyordu ki: “Vicdanın ziyası (ışığı) ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder.”
İşte Medresetü’z-Zehra, din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı, nice dindar ve aynı zamanda münevver (aydın) gençlerin yetişeceği bir merkez olacaktı. Bu rüyasını gerçekleştirmek için İstanbul’a, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın huzuruna kadar çıktı. Projesini sundu, lakin o günün şartları bu büyük rüyanın gerçekleşmesine müsaade etmedi.

Bölüm 3: Cihad Meydanı ve Rus Esareti
Bediüzzaman, sadece ilimle değil, fiilî olarak da vatan müdafaasına katıldı. Birinci Cihan Harbi (Dünya Savaşı) patlak verdiğinde, talebelerinden bir milis alayı kurdu ve Doğu Cephesi’nde Ruslara karşı kahramanca savaştı.
O, at üstünde, en ön safta cihad ederken bile ilimden geri durmazdı. Savaşın en şiddetli anında, siperde, atının terkisinde meşhur tefsirini (İşârâtü’l-İ’câz) yazdırdığı rivayet edilir. Kurşunlar etrafında vızıldarken o, talebesine ayetlerin tefsirini dikte ettiriyordu.
Bu savaşta yaralandı ve Ruslara esir düştü. Sibirya’da Kostroma’daki esir kampına götürüldü. Orada bile izzetinden (onurundan) taviz vermedi.
Meşhur bir hadisedir: Bir gün Rus Başkomutanı Nikolay Nikolayeviç kampı teftişe gelir. Bütün esirler ayağa kalkar, lakin Bediüzzaman yerinden kımıldamaz. Komutan bu duruma öfkelenir, tekrar önünden geçer, o yine ayağa kalkmaz. Komutan tercüman aracılığıyla sorar:
“Beni tanımadı mı?”
Bediüzzaman cevap verir: “Tanıdım, Başkomutan Nikolay Nikolayeviç.”
“Öyleyse neden ayağa kalkmadın? Bu, Rus ordusuna hakarettir!”
Bediüzzaman, o vakur duruşuyla tarihe geçen şu cevabı verir:
“Ben bir İslam âlimiyim. Kalbimde iman taşıyorum. İman sahibi bir kimse, imanı olmayan bir kimseye kıyam edemez (ayağa kalkamaz). Eğer kalkmamı emretseydiniz kalkardım, lakin emretmediniz. Ben de kendi irademle kalkmadım.”
Bu izzetli cevap karşısında Başkomutan şaşkına döner. Onun idamını emreder. Bediüzzaman, idam mangasının karşısına çıkarıldığında son arzusunu sorarlar. O, “Müsaade edin, iki rekât namaz kılayım” der. Namazını huşû içinde kılar. Onun bu teslimiyeti ve korkusuzluğu Başkomutanı o kadar etkiler ki, bu zatın sıradan bir esir değil, maneviyatı yüksek bir kahraman olduğunu anlar ve idam emrini geri çeker.
Bediüzzaman, bir yolunu bulup bu esaretten de firar etti ve nice meşakkatli yollardan geçerek vatanı İstanbul’a geri döndü.

Bölüm 4: “Yeni Said”in Doğuşu ve Barla Hayatı
İstanbul’a döndüğünde, vatan işgal altındaydı. İngilizler İstanbul’daydı. O, “Hutuvât-ı Sitte” (Altı Adım) adlı eseriyle İngilizlerin hilelerini ifşa etti, milletin imanını ve direniş ruhunu ayakta tuttu.
Ancak Bediüzzaman, büyük bir derûnî (içsel) inkılâp (değişim) yaşıyordu. Artık siyasetle, cemiyetin dış işleriyle uğraşmanın zamanı geçtiğini anladı. Asıl tehlike dışarıda değil, içerideydi. Asıl tehlike, dinsizlik ve imansızlık cereyanıydı.
Bu düşüncelerle “Eski Said”i ruhen bıraktı ve “Yeni Said” oldu. “Yeni Said”in tek bir vazifesi vardı: İmanı kurtarmak.
Ankara’ya çağrıldı, Meclis’te büyük hürmet gördü. Lakin yeni rejimin maneviyattan uzaklaşan yapısını görünce, onlara bir beyanname (bildiri) sunup (namaza dair) Van’a, inzivaya çekildi.
Ancak yeni idare, onun gibi büyük bir âlimin halk üzerindeki tesirinden çekiniyordu. 1925’te onu Van’dan aldılar ve Batı Anadolu’ya, önce Burdur’a, sonra Isparta’ya ve nihayet dağ başında, kimsenin tanımadığı küçük bir köy olan Barla’ya sürgün ettiler.
Zalimler zannediyorlardı ki, onu sürgüne göndererek, yalnız bırakarak susturacaklardı.
Bölüm 5: Bir Hidayet Kandili Telif Ediliyor: Risale-i Nur
Onlar yanılıyorlardı. Allah (c.c.), bu sürgünü bir rahmete çevirecekti. Bediüzzaman’ın ne kitabı vardı, ne kâğıdı, ne kalemi. Çam ağaçlarının tepesinde, bir kulübede Rabbine yalvarıyordu.
“Ya Rab! Bu asrın imanını nasıl kurtaracağız?”
Ve Barla’da, 1927’de, o hidayet kandili yanmaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan manevî bir tefsiri olan “Risale-i Nur Külliyatı” telif edilmeye başlandı.
Bediüzzaman hazretleri söylüyordu, Barla’nın sadık köylüleri (Hüsrev, Sıddık Süleyman, Hafız Ali gibi mübarek zatlar) yazıyordu. Kâğıt yoktu, buldukları meyve kasalarının ambalajlarına, torba kâğıtlarına yazıyorlardı. Mürekkep yoktu, bazen is ile yazdılar.
Yazılan bu “Sözler”, “Mektubat”, “Lem’alar” gizlice elden ele çoğaltılıyordu. Matbaa yasaktı. İnsanlar evlerinin bodrum katlarında, geceleri mum ışığında bu iman hakikatlerini elle yazarak çoğalttılar. “Nur Postacıları” denen kahramanlar, bu risaleleri jandarmanın takibinden kaçırarak köy köy, şehir şehir bütün Anadolu’ya yaydılar.

Risale-i Nur ne yapıyordu?
O, “Allah var mı?”, “Ahiret neden lazım?”, “Peygamberlere ne lüzum var?”, “Kadere iman nasıl olmalı?” gibi asrın gençlerinin aklına gelen en zor suallere, Kur’an’dan aldığı dersle, akılları ikna eden, kalpleri tatmin eden cevaplar veriyordu. O, felsefenin ve materyalizmin hücumlarına karşı Kur’an’ın sönmez bir güneş olduğunu ispat ediyordu.

Bölüm 6: Zindanlar “Medrese-i Yusufiye” Oluyor
Elbette bu iman hizmeti, zamanın idarecilerini rahatsız etti. “Bu adam gizlice ne yapıyor?” diye onu defalarca mahkemeye verdiler.
Bediüzzaman ve talebeleri; Eskişehir (1935), Denizli (1944) ve Afyon (1948) hapishanelerine atıldılar.
Onlar zindanı bir ceza olarak değil, Hazreti Yusuf’un (a.s.) medresesi olarak gördüler. Zindana “Medrese-i Yusufiye” adını verdiler. Orada bile hizmet durmadı. Risaleler yazılmaya, mahkûmlar arasında yayılmaya devam etti. Nice cani ve katil, hapishanede bu Nur vesilesiyle tövbe etti, namaza başladı, birer hidayet ehli oldu.
Mahkemelerde onu idama götürecek bahaneler aradılar. O, mahkeme salonlarında kükreyen bir aslan gibi imanı müdafaa etti. Hâkimlere şöyle sesleniyordu:
“Benim bir tek gayem var: İmanı kurtarmak. Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Beni idam etseniz de, mezar taşım dahi ‘La ilahe illallah’ diye haykıracaktır! Milyonlarca başım olsa, her gün birini kesseniz, bu iman hizmetinden vazgeçmem!”
Onu zehirlemeye çalıştılar. Defalarca yemeğine zehir kattılar. Lakin Allah’ın izniyle, o zehirler dahi bu hidayet kandilini söndüremedi. O, kendisine zehir verenlere dahi beddua etmedi, “Allah onları ıslah etsin” diye dua etti.

Netice: Urfa’da Bir Vuslat
Ömrünün son yıllarını Emirdağ’da, yine göz hapsinde ve sürgünde geçirdi. 80 yaşını aşmış, bedeni zindandan zindana sürüklenmekten, zehirlenmelerden yorgun düşmüştü. Lakin imanı dipdiriydi.
1960 senesinin mübarek Ramazan ayında, durumu ağırlaştı. Talebeleri onu, “Peygamberler Şehri”, Halilullah İbrahim Aleyhisselam’ın makamı olan Urfa’ya götürdüler. Hükümet buna da mani olmak istedi, lakin Urfa halkı bu büyük âlimi bağrına bastı.
Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (25 Ramazan 1379) gecesi, sahur vaktinde, Urfa’da bir otel odasında mübarek ruhunu Rahman’a teslim etti.
O, bu fani hayattan ayrıldı, lakin ardında bıraktığı Risale-i Nur Külliyatı, milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etti ve inşaallah kıyamete kadar da devam edecektir. O, söz verdiği gibi, bütün hayatını Kur’an’a ve imana vakfetmiş, asrın müceddidi vasfını sonuna kadar hak etmiş büyük bir kahramandı.
Allah ondan ve onun yolundan gidenlerden ebediyen razı olsun. Amin.
*******

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

DİJİTAL TEFEKKÜR – Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

DİJİTAL TEFEKKÜR – 7. Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

1-CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBETLERİ -1-

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025