DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.
Dünyaya Göre Anne Karnı Ne ise, Ahirete Göre de Dünya Odur
İnsan, hayat yolculuğuna anne karnında başlar. Anne karnı, bebeğin fiziksel gelişimi için geçici bir mekândır. O daracık ve sınırlı alanda büyüyen bebek, doğduğunda kendini bambaşka bir dünyada bulur. İçinde bulunduğu yeni dünya, anne karnına kıyasla uçsuz bucaksızdır ve burada hayatın gerçek anlamını keşfetmeye başlar.
Tıpkı bunun gibi, insanın dünya hayatı da ahiret yolculuğunun bir hazırlık sürecidir. Dünya, ahirete kıyasla geçici, sınırlı ve fanidir. İnsan, burada ruhen ve bedenen gelişir, hayatın imtihanlarını yaşar ve ahirette ebedî bir hayat için hazırlanır. Ölüm, bu yolculuğun yeni bir safhasına geçiş kapısıdır.
Dünya: Sınav Yeri, Ahiret: Gerçek Yurt
Dünya, insanın sınandığı ve kendini geliştirdiği bir yerdir. Tıpkı anne karnındaki bebeğin, doğumdan sonra kullanacağı organlarını geliştirmesi gibi, insan da bu dünyada ahiret için gereken ruhî ve manevî donanımını kazanmalıdır.
Bir bebek, anne karnında gözleri olduğu halde göremez, ciğerleri olduğu halde tam anlamıyla solunum yapamaz. Fakat doğduğunda bu organların ne kadar hayati olduğunu anlar. Aynı şekilde insan da dünya hayatında bazı hakikatleri tam olarak idrak edemese de, ahirete geçtiğinde her şeyin anlamını kavrayacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık gözlerin keskinleşmiştir.” (Kâf Suresi, 22) buyrularak, insanın ahirette hakikatleri daha net göreceği ifade edilir.
Fani Dünya, Baki Ahiret
İnsan, dünya hayatına aldanıp burada ebedî kalacağını zannetmemelidir. Dünya, ahirete giden yolun bir durağıdır. Nasıl ki bir anne, çocuğunu dokuz ay boyunca karnında taşır ve sonra onu gerçek dünyaya getirirse, ölüm de insanı dünya karnından alıp ahiret âlemine taşır.
Dünya nimetleri, göz alıcı ve cezbedicidir. Ancak bunlar, kalıcı değildir. Ahiretin sonsuz nimetleriyle kıyaslandığında, dünya hayatı tıpkı anne karnındaki hayat gibidir; dar, sınırlı ve geçicidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Benim dünya ile alâkam, bir yolcunun ağacın altında biraz gölgelenmesi, sonra orayı terk edip gitmesi gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)
Ahirete Açılan Kapı: Ölüm
Ölüm, yok oluş değil, sonsuz bir hayata açılan kapıdır. İnsan, bu kapıdan geçerken tıpkı doğumda olduğu gibi bilinmeyen bir âleme adım atar. Anne karnında doğumdan sonra olacakları bilmeyen bir bebek gibi, insan da ölümden sonra yaşayacaklarını tam olarak kavrayamaz. Ancak iman sahibi kimseler bilir ki, ölüm bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcıdır.
Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu sözleriyle açıklar:
“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime)
Sonuç: Gerçek Hayata Hazır mıyız?
İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir. Ahiretin varlığına iman eden kişi, dünyayı bir hazırlık mekânı olarak görmeli, ahiret yurduna hazırlık yapmalıdır. Zira dünya geçici, ahiret ise ebedîdir. Dünya hayatında yapılan her şey, ahirette karşılık bulacaktır.
Nasıl ki doğacak bir bebeğin gelişimini tamamlaması gerekirse, insan da bu dünyada ahireti kazanacak şekilde yaşamalıdır. Çünkü insanın gerçek yurdu, sonsuz hayata açılan kapı olan ahirettedir. Dünya, sadece bir bekleme salonudur; asıl yaşam, ahirettedir. Peki biz, o sonsuz hayata ne kadar hazırız?
ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR
Çiçekler Baharda Açar: Toplumun Dirilişi ve İyi İnsanların Çoğalması
Toplumlar, insanlardan oluşur ve bireylerin ahlâkî ve manevî durumları toplumun genel yapısını belirler. Tıpkı tabiat gibi, toplumlar da zaman zaman baharı, bazen de çetin kışları yaşar. Bahar, dirilişin, uyanışın ve tazelenmenin mevsimidir. Kış ise zor zamanların, çetin imtihanların ve sabrın dönemi…
Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözleri bu hakikati ne güzel anlatır:
“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır!” (Münazarat, Sualler ve Cevaplar)
Bu ifadeler, toplumların değişim sürecinde bir hakikati gözler önüne seriyor: Çiçeklerin açması için baharın gelmesi gerekir. Ancak baharı getirecek olanlar da o çiçekleri ekmeye gönüllü olan insanlardır.
Zor Zamanlar, Büyük İnsanları Yetiştirir
Tarih boyunca her toplum, bazen kış misali zor ve çetin dönemler yaşamıştır. Adaletin zayıfladığı, ahlâkın bozulduğu, menfaatin ön plana çıktığı dönemler, manevi olarak bir kış mevsimi gibidir. Böylesi dönemlerde erdemli, dürüst ve cesur insanların varlığı hayati önem taşır.
Ancak kışta açan çiçeği don vurur. Çünkü toplum hazır değilse, iyilik adına yapılanlar çoğu zaman karşılık bulmaz. Sabırla ve azimle iyilik ekilmeli, fakat o iyiliklerin filizlenmesi için uygun zamanın, yani toplumun baharının beklenmesi gerekir.
Toplumun Baharı Nasıl Gelir?
Baharın gelmesi için öncelikle toprağın işlenmesi, tohumların ekilmesi gerekir. Bir toplumun manevi bahara ulaşması da şu temel prensiplere bağlıdır:
1. Eğitim ve Fikir Tohumları Ekilmeli: Toplumu ihya edecek fikirler ve değerler, sabırla yayılmalı. Kalıcı değişim anlık hareketlerle değil, bilinçli ve uzun vadeli çabalarla gerçekleşir.
2. Ahlâk ve Adalet Ön Plana Çıkmalı: Bir toplumda doğruluk, dürüstlük ve adalet hâkim olmazsa, insanlar güven içinde yaşayamaz. Adaletin olmadığı yerde, kötülük hızla yayılır.
3. Sabır ve Dirayet Gerekir: Baharın gelişini hızlandırmak mümkün değildir; ancak ona hazırlık yapmak mümkündür. İnsanlar ve toplumlar değişime direnç gösterebilir, fakat sabırla hareket edenler en sonunda iyiliğin yeşerdiğini görecektir.
İyi İnsanlar Arttıkça Toplum Aydınlanır
Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, şu an ekilen nur tohumları bir gün çiçek açacaktır. Bugün dünyada kötülükler artmış gibi görünse de, iyilik eken insanlar hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalıdır. Zira kışın ardından bahar mutlaka gelecektir.
Her bir iyi insan, karanlığa karşı yakılmış bir kandil gibidir. Ve kandiller çoğaldıkça, toplumun karanlık noktaları aydınlanacaktır. O hâlde, toplumun baharını getirmek isteyen herkes kendi çevresinde bir çiçek ekmeli, bir insanın yüreğine iyilik tohumu bırakmalıdır.
Unutmayalım ki, baharı bekleyenler değil, baharı hazırlayanlar, geleceği şekillendirecektir!
Hiç dini tahrip edenle tamir eden bir olur mu? Hiç dine darbe vuranla o darbeyi göğüsleyen aynı olur mu? Tıpkı Hiç gece ile gündüz bir olur mu? Aynen onun gibi de, imanla küfür, imanı temsil edenle küfrü temsil eden dahi bir olmaz.
İman ve Küfür Bir Kalpte Beraber Bulunmaz
İnsan kalbi, hak ile batılın savaş alanıdır. Nefis ve şeytan, insanı dalalete sürüklemek için fırsat kollar; iman ise kalbi nurlandıran bir ışık gibidir. Nitekim Resûlullah (sav), “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn Hanbel, II, 349) buyurarak, kalbin tek bir hakikate bağlanması gerektiğini bildirmiştir.
İman, bir kalpte kökleştiğinde o kalbi arındırır, sahibini doğruluk, adalet ve güvenilirlik gibi güzel hasletlerle donatır. Küfür ise kalbi karartır, kişiyi yalancılığa, haksızlığa ve zulme sevk eder. Aynı su ve ateşin bir arada barınamayacağı gibi, imanla küfür de bir kalpte birlikte yaşayamaz.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, hak ile batılı ayırt etmemizi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hiç Müslüman olan, fasık olan gibi olur mu? Onlar elbette eşit olmazlar.” (Secde, 18). Bu ayet açıkça gösteriyor ki, imanla küfür bir tutulamaz, inananla inanmayan aynı terazide değerlendirilemez.
Dini tahrip edenlerle dini ihya edenler de aynı değildir. Bir yanda hakikat yolunda mücadele edenler, diğer yanda hakikatle savaşanlar vardır. Karanlığın varlığı, ışığın kıymetini gösterir. Gece ve gündüz nasıl birbirinden keskin çizgilerle ayrılıyorsa, iman ehli ile küfür ehli de aynı safta bulunamaz.
İman eden, Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuştur. O, doğruluk üzere yaşar, emaneti korur ve hakka şahitlik eder. Küfre düşen ise nefsinin esiri olur, hakikatten yüz çevirir, haksızlığa rıza gösterir. Bir müminin kalbi, bu iki zıt hali bir arada barındıramaz. İman sahibi kişi, küfürden uzak durduğu ölçüde imanını kemale erdirir.
Peygamber Efendimiz’in (sav) ashabı, bu gerçeği hayatlarıyla tasdik etmişlerdir. Onlar, küfrün karşısında dimdik durmuş, imanlarını canları pahasına korumuşlardır. Çünkü iman, bir insana verilen en büyük nimettir ve onu kaybetmek, her şeyini kaybetmek demektir.
Sonuç olarak, imanla küfür, hakikatle batıl, doğrulukla yalancılık asla bir arada bulunamaz. İnsan, bu dünyada kalbini hangi tarafa açtığına karar vermek zorundadır. Ya hakkı ve hakikati seçecek, ya da batılın karanlığında kaybolacaktır. Rabbimiz, bizleri kalplerinde iman nuru taşıyanlardan eylesin. Âmin.
Tarih boyunca kimlik bunalımı yaşayan, ne tam anlamıyla Müslüman ne de gayrimüslim olarak kabul edilen topluluklar hep var olmuştur. Bu durum, bireyler ve toplumlar için büyük bir çıkmaz oluşturmuş, inanç ve aidiyet kavramlarını sorgulamaya itmiştir. Osmanlı’dan günümüze uzanan bu mesele, dönmeler ve benzeri gruplar üzerinden sıklıkla tartışılmıştır. “Agop misali” ifadesi, bu arada kalmışlığın en canlı örneklerinden biridir. Peki, ne tam Müslüman ne de tam gayrimüslim olanlar, tarihte ve günümüzde nasıl bir konumda bulunmuşlardır?
Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi
İnsan, doğası gereği bir topluma ve inanca aidiyet hissetmek ister. Ancak bazı gruplar, tarihin belirli dönemlerinde bu aidiyet duygusunu tam olarak yaşayamazlar. Osmanlı’da Müslüman gibi görünen ancak gizli inançlarını sürdüren dönmeler, kimi zaman toplumun önde gelen kademelerinde yer alsalar da, çoğu zaman ne tam olarak Müslüman ne de gayrimüslim kabul edilmiştir. Bu durum, onları sürekli bir kimlik sorgulaması içinde bırakmıştır.
Agop Misali: İki Arada Bir Derede Kalmak
“Agop” ismi, Osmanlı’da Ermeni asıllı bireyleri temsil eden yaygın bir isimdir. Osmanlı’da kimi gayrimüslimler, ticari avantajlar veya toplumsal statü elde etmek için İslam’a geçse de, toplum içinde hiçbir zaman gerçek bir Müslüman olarak kabul edilmemiştir. Aynı şekilde, kendi eski cemaatleri tarafından da ihanetle suçlanmışlardır. Bu durumda kalanlar, ne yeni toplumlarına tam olarak entegre olabilmiş ne de eski toplulukları tarafından kabullenilmiştir.
İnanç ve Menfaat Çıkmazı
Tarih boyunca bazı grupların inanç değiştirmesi, genellikle mahalli baskı, menfaat ya da zorunluluktan kaynaklanmıştır. Ancak samimi bir dönüşüm yaşanmadan yapılan bu geçişler, bireyi ruhsal ve sosyal bir çıkmaza sürükler. İslamiyet’te samimi iman esas olduğundan, şeklen Müslüman görünmek, bir kişiyi hakiki Müslüman yapmaz. Aynı şekilde, din değiştirip eski inançlarını sürdürmeye çalışan bireyler, ne kendilerini rahat hisseder ne de yeni toplumları içinde güven kazanabilir.
Günümüzde Kimlik Krizi ve Toplumsal Çatışmalar
Modern dünyada da bu kimlik bunalımı farklı boyutlarda devam etmektedir. Kimi insanlar, Batı kültürüyle yoğrulurken İslam’ı yaşamakta zorlanır, kimileri ise İslamî kimliklerini koruma çabası içinde Batılılaşma sürecinde bocalar. Göçmen topluluklar, sekülerleşme süreçleri ve küreselleşme, bu tür kimlik çatışmalarını daha da belirgin hale getirmiştir.
Sonuç: Hangi Tarafa Ait Olunmalı?
Tarih boyunca “iki arada bir derede kalmak” büyük bir buhran sebebi olmuştur. İnsan, sadece zahiri bir kimlik değil, samimi bir bağlılık ve inanç ile bir yere aidiyet hisseder. Bir toplumun ya da inancın içinde yer almak, sadece şeklen değil, kalben ve ruhen de orada olmayı gerektirir. Agop misali ortada kalanlar, ne bir tarafa tam bağlanabilmiş ne de diğer taraftan tamamen kopabilmiştir. Gerçek huzur, samimi bir inanç ve deruni bütünlükle sağlanır. Aksi halde, tarihte olduğu gibi bugün de iki arada bir derede kalmanın bedeli ağır olur.
@@@@@@
Agop, hayatta hiçbir dine bağlı olmayan, kendi yolunu çizmiş bir kişiydi. Ne kiliseye ne camiye gitmiş, ne de herhangi bir dinî topluluğun parçası olmuştu. Belki de bu, onun bireysel özgürlüğüne düşkünlüğünden ya da yaşadığı dönemin karmaşasından kaynaklanıyordu. Öldüğünde, belli bir inancı, ailesi ya da yakınları olmadığı için cenazesi bir süre sahipsiz kaldı. Toplum, onun kimliğine ve inançsızlığına dair bir hüküm veremediği için ne Hristiyan mezarlığına ne de Müslüman mezarlığına gömülmesine razı oldu. Cenazesi, günlerce bir morgda ya da belirsiz bir yerde bekledi; ta ki birileri insani bir gerekçeyle onu toprağa verene kadar. Bu durum, aidiyet ve kimlik meselelerinin ölümden sonra bile insanları nasıl etkilediğini gösteren trajik ve ibretlik bir hali anlatır.
“İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise hem fâniye hem zâile hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”
İman: İnsanî Kıymetin Hakiki Kaynağı
İnsan, fıtraten anlam arayışında olan, varoluşunu sorgulayan ve nihai olarak hakikati arayan bir varlıktır. Onun kıymeti, sadece maddi yapısıyla veya biyolojik varlığıyla ölçülemez. İnsan, sırf et ve kemikten ibaret bir varlık olsaydı, zamanın akışı içinde eriyip giden, yok olmaya mahkûm bir unsurdan öteye geçemezdi. Oysa insanı yücelten, ona gerçek kıymet kazandıran bir şey vardır: İman.
İman, insanı mutlak ve ezeli bir Kudret’e bağlayan ilahi bir intisaptır. Bu intisap sayesinde insan, Yüce Yaratıcının sanat eseri haline gelir ve manevi bir kıymet kazanır. İman, insanı Esma-i İlahiye’nin bir tecellisi haline getirir. Bu durumda insan, sadece kendisini değil, tüm kâinatı ve varlıkları anlamlandıran bir gözlüğe sahip olur. İman, insana sonsuz bir hayatın kapılarını açan anahtardır.
İman ve Küfür: İki Zıt Yol
İman ve küfür, insanın hakikatte hangi noktada duracağını belirleyen iki zıt yoldur. İman, insanı a’lâ-yı illiyyîn mertebesine, yani yüksek mertebelere çıkarırken; küfür ise insanı esfel-i sâfilîn çukuruna yuvarlar. Çünkü iman, insanın yaratılış gayesini anlamasını, varoluşunun sırrına vakıf olmasını ve kendisini Allah’a nisbet etmesini sağlar. Küfür ise bu nisbeti koparır, insanı sahipsiz ve gayesiz bırakır.
Bir sanat eseri, sanatkârının imzasını taşıdığı sürece kıymetlidir. Eğer o sanat eseri sahipsiz ve sanatkârına ait olduğu bilinmezse, alelade bir nesne haline gelir. Aynı şekilde, insan da imanla Allah’ın bir sanatı ve mahlûku olduğunu idrak ederse, varlığı değer kazanır. Küfür ise bu bağları koparıp insanı sıradan bir varlık seviyesine indirir. Böylece insan, sadece dünya hayatı içinde kaybolan, gelip geçici bir varlığa dönüşür.
İmanla Gelen Kıymet
İmanın kazandırdığı kıymet, insanın sahip olduğu maddi değerlerden çok daha üstündür. Zira iman, insanın sadece dünyada değil, ebedi hayatta da var olmasını ve huzur bulmasını sağlar. Madde, geçici ve fanidir; oysa imanla elde edilen kıymet sonsuzdur. Bir insan, servet, şöhret veya mevki sahibi olabilir, ancak bu değerler ölümle birlikte kaybolur. Fakat iman sahibi bir insan, Allah’a bağlı olduğu için değerini kaybetmez, aksine sonsuz bir hayatın kapılarını aralar.
Nitekim bir müminin ibadetleri, salih amelleri ve güzel ahlakı, onun ebedi saadetini hazırlar. İman, insanın sadece Allah’a değil, aynı zamanda insanlığa da faydalı olmasını sağlar. Gerçek iman sahibi bir kimse, adaletle hareket eder, merhametli olur, başkalarının hukukuna riayet eder ve hayatını anlamlı bir şekilde sürdürür. Çünkü iman, insanı sadece kendisi için değil, başkaları için de yaşatan bir mefkûredir.
İbretlik Bir Misal
Bir gün padişah, bir ressama çok kıymetli bir tablo sipariş eder. Ressam aylarca çalışarak harikulade bir eser ortaya çıkarır. Bu tablo, sarayın en güzel yerine asılır ve herkes tarafından hayranlıkla izlenir. Ancak bir gece, haset eden bir adam gelir ve tablonun üzerine siyah bir perde çeker. Artık o tablo, kimse tarafından görülmez, sanatkârının imzası gizlenir ve değeri bilinmez hale gelir.
İşte küfür de böyledir. İnsan, iman sayesinde Allah’ın sanat eseri olduğunu anlar ve kıymeti ortaya çıkar. Ancak küfür, bu hakikati perdeler, insanı değersiz ve sahipsiz bir varlık gibi gösterir. İman, perdeyi kaldıran ve insanı asli kıymetine kavuşturan hakikattir.
Sonuç: İmanla Aydınlanmak
İman, insanı hakiki kıymetine ulaştıran bir nurdur. Küfür ise bu kıymeti hiçe sayan bir karanlıktır. İnsan, ancak iman sayesinde kendisini, varoluşunu ve Rabbini tanıyabilir. Bu yüzden, insanın gerçek anlamda değerli bir varlık olması, ancak iman ile mümkündür.
Öyleyse, hayatın geçici lezzetlerine ve dünyanın fâni nimetlerine aldanmamak gerekir. Çünkü insan, yalnızca maddeden ibaret değildir. Onun hakiki kıymeti, iman nuru ile parlayan manevi varlığındadır. İman eden bir insan, yaratılış gayesini kavrar ve sonsuz bir saadete namzet olur. Küfre sapan bir kimse ise, dünya ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.
Allah bizleri, iman nuru ile aydınlanan, kıymetini idrak eden ve ebedi saadete ulaşan kullarından eylesin. Amin.
Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?
Teslis (Üçleme) inancı, Hristiyanlıkta Tanrı’nın tek bir özde (cevherde) Baba, Oğul (İsa Mesih) ve Kutsal Ruh olmak üzere üç farklı kişide var olduğu doktrinidir. Bu inancın dine (özellikle İslam’a göre), akla, bilgi ve belgeye (özellikle Kitab-ı Mukaddes’in bazı yorumlarına göre) aykırı olduğuna dair çeşitli deliller ve argümanlar öne sürülmüştür. Başlıcaları şunlardır:
1. İslam Dini Açısından Aykırılık Delilleri:
Tevhid İnancına Aykırılık: İslam’ın temel taşı olan Tevhid inancı, Allah’ın mutlak birliğini, eşsizliğini, bölünmezliğini ve hiçbir ortağı veya çocuğu olmadığını vurgular. Teslis inancı, Tanrı’ya ortaklar koşmak (şirk) olarak kabul edilir ve İslam’da en büyük günah sayılır. Kur’an Ayetleri: Kur’an-ı Kerim’de teslis inancını açıkça reddeden ve eleştiren birçok ayet bulunur: İhlas Suresi (112:1-4): “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O kimseye muhtaç değildir). O doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” Bu sure, Allah’ın doğurmadığını ve doğrulmadığını belirterek Baba-Oğul ilişkisini reddeder. Nisa Suresi (4:171): “Ey Kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resulüdür, (O’nun) Meryem’e ulaştırdığı ‘kün=ol’ kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. ‘(Tanrı)1 üçtür’ demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir…” Bu ayet doğrudan “üçtür” demeyi yasaklar ve İsa’nın Allah’ın oğlu değil, elçisi olduğunu belirtir.
Maide Suresi (5:73): “Andolsun, ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenlere elbette elem dolu bir azap dokunacaktır.” Bu ayet, teslis inancını doğrudan küfür (inkar) olarak nitelendirir. Hz. İsa’nın Konumu: İslam’a göre Hz. İsa, Allah’ın kelimesi ve ruhuyla yarattığı, Meryem’den babasız dünyaya gelen, mucizeler gösteren ulu’l-azm peygamberlerden biridir. Ancak o, ilah veya Allah’ın oğlu değil, Allah’ın kulu ve elçisidir. 2. Akıl ve Mantık Açısından Aykırılık Delilleri:
Matematiksel ve Mantıksal Çelişki: “Bir”in aynı anda nasıl “üç” olabileceği ve “üç”ün nasıl aynı anda “bir” olabileceği sorusu, temel mantık ve matematik prensiplerine aykırı görünmektedir. Eleştirmenler, bunun akılla kavranması mümkün olmayan bir çelişki olduğunu savunur. Hristiyan teologlar bunun bir “sır” olduğunu belirtse de, mantıksal tutarlılık açısından sorgulanır. Tanım Zorlukları: Üç farklı “kişi”nin (hipostaz/persona) tek bir bölünemez “öz”ü (ousia/substantia) nasıl paylaştığı felsefi olarak karmaşıktır. Üç ayrı bilinç veya irade nasıl tek bir Tanrı olabilir? Öz bölünmeden veya kişiler arasındaki ayrım ortadan kalkmadan bu nasıl mümkündür? Bu sorular, doktrinin akılla tam olarak açıklanmasının zorluğunu gösterir. Tevhidin Kolaylığı: İslamdaki gibi tek tanrıcılık, Tanrı’nın birliği konusunda teslise göre daha kolay ve akla yatkın bir açıklama sunar. 3. Bilgi ve Belge (Kitab-ı Mukaddes) Açısından Aykırılık Delilleri:
“Teslis” Kelimesinin Yokluğu: “Teslis” veya “Üçleme” kelimesi Kitab-ı Mukaddes’in (Yeni ve Eski Ahit) hiçbir yerinde geçmez. Doktrin, daha çok İsa’dan sonraki yüzyıllarda kilise konsillerinde (özellikle 325 İznik ve 381 Konstantinopolis Konsilleri) formüle edilmiş ve geliştirilmiştir. Eski Ahit’in Vurgusu: Yahudilerin kutsal metni olan Eski Ahit (Tanah), Tanrı’nın mutlak birliğini güçlü bir şekilde vurgular (Örn: Tesniye 6:4 “Dinle, ey İsrail! Tanrımız RAB tek RAB’dir.”). Eleştirmenler, teslisin bu temel monoteist anlayıştan bir sapma olduğunu iddia eder. İsa’nın Kendi Sözleri ve Eylemleri: İncillerde İsa’nın kendisini Baba’dan (Tanrı’dan) ayrı ve O’na tabi gösterdiği pasajlar bulunur: “Baba benden büyüktür.” (Yuhanna 14:28) Sık sık Baba’ya dua etmesi. Dünyanın sonunun saatini kendisinin değil, sadece Baba’nın bildiğini söylemesi (Markos 13:32). İsa’nın kendisi için hiçbir zaman açıkça “Ben Tanrı’yım, bana tapının” demediği, aksine tek gerçek Tanrı’ya ibadeti vurguladığı belirtilir (Örn: Markos 12:29). Ayetlerin Yorum Farklılıkları: Teslisi desteklemek için kullanılan bazı ayetler (örn: Matta 28:19’daki vaftiz formülü, Yuhanna 1:1 “Kelam Tanrı’ydı”) farklı şekillerde yorumlanabilir ve teslis karşıtları (Üniteryenler, Yehova Şahitleri, Müslümanlar vb.) bu ayetlerin daha sonra formüle edilen üçlü birlik dogmasını açıkça ifade etmediğini savunur. Örneğin, Yuhanna 1:1’deki “Theos” kelimesinin artikelsiz kullanılmasının “tanrısal” veya “ilahi bir varlık” anlamına gelebileceği, mutlak “Tanrı” (Ho Theos) ile aynı olmadığı iddia edilir. Tarihsel Gelişim: Doktrinin İsa’dan yüzyıllar sonra, uzun tartışmalar ve siyasi etkiler altında şekillenmesi, onun İsa’nın orijinal ve net öğretisi olmadığı yönündeki argümanları güçlendirir. Bu argümanlar, teslis inancının İslam teolojisi, felsefi mantık ve Kitab-ı Mukaddes’in belirli yorumları açısından neden sorunlu veya kabul edilemez görüldüğünü açıklamaktadır.
***********
Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?
Teslis inancı, Hristiyanlıkta Tanrı’nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olmak üzere üçlü bir yapıdan oluştuğunu savunan doktrindir. Ancak bu inanç hem ilahi kaynaklar hem akıl hem de tarihsel belgeler açısından eleştirilmiştir. İşte bu konudaki delil ve ispatlar:
1. Dine Aykırılığı
a) Tevhid İnancına Aykırılığı
İslam açısından: Kur’an-ı Kerim, Allah’ın birliğini kesin bir şekilde ortaya koyar ve Teslis inancını reddeder: “Ey Kitap Ehli! Dininizde haddi aşmayın ve Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi ve Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur. O hâlde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, ‘Üçtür’ demeyin! Bundan vazgeçin, sizin için hayırlıdır. Allah ancak bir tek ilahtır.” (Nisâ, 4/171)
Hristiyan kaynakları açısından: İncil’in ilk bölümlerinde açıkça Teslis’ten bahsedilmez. Aksine, Teslis inancı sonradan, özellikle İznik Konsili (325) ile kilise tarafından resmi doktrin hâline getirilmiştir.
b) Hz. İsa’nın Kendi Beyanları
Hz. İsa, kendisini Allah olarak tanımlamamış, aksine Allah’ın gönderdiği bir peygamber olarak tanımlamıştır: “Ve bu, ebedî hayattır ki, onlar seni, tek gerçek Tanrı’yı ve senin gönderdiğin İsa Mesih’i tanısınlar.” (Yuhanna 17:3)
İncil’de birçok yerde Hz. İsa’nın dua ettiği, secdeye kapandığı ve Allah’a yalvardığı görülmektedir. Eğer İsa Tanrı olsaydı, kime dua ediyor olurdu?
2. Akla Aykırılığı
Mantık açısından çelişkili:
Eğer Tanrı üç ise, o zaman mutlak birlikten bahsedilemez.
Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh Tanrı ise, üç ayrı tanrı mı vardır? Eğer öyleyse, bu şirk (çoktanrıcılık) anlamına gelir.
Eğer “Üçü de bir ve aynı Tanrı” denirse, bu mantıksal olarak çelişkili bir önerme olur.
Matematiksel açıdan:
1+1+1 = 3 eder, yani üç farklı varlık anlamına gelir.
Hâlbuki tevhid inancında Tanrı tektir ve bölünemez.
3. Bilgi ve Belgeye Aykırılığı
Teslis inancı sonradan ortaya çıkmıştır:
İlk Hristiyanlar arasında Teslis inancı yoktu.
İznik Konsili (325) ve sonraki konsillerde bu inanç zorla kabul ettirilmiştir.
Arius gibi ilk Hristiyan âlimleri, Hz. İsa’nın sadece bir peygamber olduğunu savunmuş, fakat kilise tarafından aforoz edilmişlerdir.
Orijinal İncil metinleri değiştirildi:
Hz. İsa’nın getirdiği orijinal İncil elimizde yoktur.
Günümüzde dört farklı İncil bulunmaktadır ve birbirleriyle zıtlıklar ihtiva etmektedir.
Teslis inancı, sonradan İncil metinlerine eklendiği iddia edilen pasajlarla desteklenmeye çalışılmıştır.
Sonuç
Teslis inancı; ✅ Dine aykırıdır çünkü ilahi kitaplarda net bir şekilde bulunmaz. ✅ Akla aykırıdır çünkü çelişkili ve mantıksızdır. ✅ Bilgi ve belgelerle çatışır çünkü tarihsel olarak sonradan oluşturulmuştur.
Gerçek tevhid inancı, hem İslam’da hem de erken dönem Hristiyanlıkta görülen “Allah’ın tek ve bölünmez olduğu” inancıdır.
İslam dünyasının birlik ve beraberliğini ifade eden İttihad-ı İslam, tarih boyunca Müslümanların en büyük ideallerinden biri olmuştur. Ancak bu birliğin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. Aşağıda, bu engelleri düşündürücü ve ibretli maddeler halinde ele alacağız.
1. Mezhep ve Fırka Ayrılıkları Tarih boyunca Müslümanlar arasında mezhep farklılıkları birlik ve beraberliği zedeleyen en büyük etkenlerden biri olmuştur. Farklı yorumlar ve anlayışlar, kardeşlik ruhunun önüne geçerek ayrılıklara sebep olmaktadır.
2. Cehalet ve Eğitim Eksikliği Birlik için bilinçli bir toplum gereklidir. Ancak Müslüman dünyada cehalet, yanlış bilgi ve eğitimsizlik büyük bir eksikliktir. Cehalet, İslam’ın hakikatlerinin yanlış anlaşılmasına ve düşmanların Müslümanları kolayca yönlendirmesine neden olmaktadır.
3. Milliyetçilik ve Irkçılık İslam, tüm Müslümanları kardeş ilan etmesine rağmen, milliyetçilik ve ırkçılık fitnesi ümmetin bölünmesine sebep olmuştur. Kendi ırkını veya milletini üstün görmek, İslam kardeşliğini ikinci plana atmaktadır.
4. Batı’nın Böl ve Yönet Politikası Tarih boyunca sömürgeci güçler, İslam coğrafyasını bölerek yönetmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yapay sınırlar çizilmiş, iç savaşlar kışkırtılmış ve Müslümanlar birbirine düşman edilmiştir.
5. Müslümanlar Arasındaki Güvensizlik ve Fitne Kimi zaman dış güçlerin, kimi zaman iç odakların etkisiyle Müslümanlar arasında güvensizlik ortamı oluşturulmuştur. Fitne ve iftiralarla İslam kardeşliği sürekli sarsılmaktadır.
6. Ekonomik Bağımsızlık Eksikliği İslam dünyası ekonomik olarak dışa bağımlı olduğu sürece, kendi kararlarını özgürce alamaz. Batı dünyasına ekonomik bağımlılık, siyasi ve kültürel bağımlılığı da beraberinde getirmektedir.
7. Liderlik Sorunu ve Dağınıklık İslam dünyasında güçlü, adil ve dirayetli bir lider eksikliği, birliği sağlayamamanın başlıca sebeplerindendir. Her ülkenin kendi menfaatini öncelik görmesi, ortak bir İslam birliğini engellemektedir.
8. Ahlaki Çöküş ve Manevi Zayıflık İslam’ın emrettiği ahlaki değerlerden uzaklaşmak, birey ve toplum bazında büyük bir yozlaşmaya sebep olmaktadır. Fedakârlık, samimiyet ve güven gibi değerlerin kaybı, birlik olmayı zorlaştırmaktadır.
9. Kültürel ve Medya Manipülasyonu Müslüman toplumlar, medya ve popüler kültür aracılığıyla kendi değerlerinden uzaklaştırılmakta, sekülerleşme ve Batılılaşma yönünde bir algı operasyonuna maruz kalmaktadır.
10. Dua ve Gayret Eksikliği Müslümanlar, birlik için dua etmeli ve bu uğurda çaba sarf etmelidir. Ancak bu konuda gereken hassasiyet gösterilmediğinde, birlik ideali sadece bir temenni olarak kalmaktadır.
Sonuç olarak, İttihad-ı İslam’ın önündeki bu engeller aşılmadıkça, Müslüman dünyasının hakiki manada bir birlik oluşturması zor olacaktır. Ancak tarih bize göstermektedir ki, samimi niyet, ilim, gayret ve İslam kardeşliğinin güçlendirilmesiyle bu engeller aşılabilir. Müslümanlar, kendi içlerinde bir uyanış gerçekleştirerek bu birlik idealini hayata geçirmelidir.
“Geldikleri gibi gitmediler. Kimi itini bıraktı, kimi bitini. Kimi de piçini bıraktı. Yoksa bu kadar şerefsizin bizden olması mümkün değil.” Neyzen TEVFİK “Bizim aydınlarımız din düşmanı değil, İslâm düşmanı.” Cemil Meriç.
Geldikleri Gibi Gitmediler: Kültürel Erozyon ve Aydın Çıkmazı
Tarih, sadece geçmişin değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin de aynasıdır. Neyzen Tevfik’in “Geldikleri gibi gitmediler…” sözü, işgalci güçlerin yalnızca fiziksel varlıklarını değil, aynı zamanda bıraktıkları izleri de vurguluyor. Cemil Meriç’in “Bizim aydınlarımız din düşmanı değil, İslâm düşmanı” tesbiti ise, bu izlerin en acı verici boyutlarından birine işaret ediyor. Günümüzde yaşanan olaylara baktığımızda, bu iki sözün halen geçerliliğini koruduğunu görmek mümkün.
Tarihî Sürecin Günümüze Yansımaları
İşgal sadece toprak kaybıyla sınırlı bir mesele değildir. İşgalin asıl tehlikesi, zihniyetin ve kültürel kodların değişime uğratılmasıdır. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında özellikle Batı menşeli ideolojilerle yetişen bir nesil, kendini kendi toplumuna yabancılaştırdı. Batılılaşma adı altında, aslında kültürel bir sömürgeciliğin pençesine düşüldü. Bunun sonucu olarak da tarihine, inancına ve kimliğine düşman olan sözde aydınlar türedi.
Bugün, medyada, akademide ve siyaset sahnesinde bu zihniyetin izlerini görmek mümkündür. Kendi halkını küçümseyen, tarihini ve manevi değerlerini hor gören bir elit tabaka, toplumu şekillendirme iddiasıyla hareket etmektedir. Özgürlük ve çağdaşlık kisvesi altında, aslında Batı’nın değerlerine mutlak bir teslimiyet sergilenmektedir. Bu nedenle, Cemil Meriç’in tesbiti günümüzde daha da anlam kazanmaktadır: İslam’a olan düşmanlık, modernleşme adı altında kurumsallaşmıştır.
Medyada ve Eğitimde Kültürel Tahribat
Günümüz medyası, toplum mühendisliği açısından kritik bir araç olarak kullanılmaktadır. Diziler, filmler ve sosyal medya platformları aracılığıyla ahlaki yozlaşma, kimlik erozyonu ve aile yapısının çöküşü hızlandırılmaktadır. Popüler kültür, bireyleri köklerinden koparmakta ve Batı’nın değerlerini mutlak doğru gibi sunmaktadır.
Eğitim sisteminde de benzer bir tablo mevcuttur. Tarih ve din eğitimi, büyük ölçüde seküler ve Batıcı bir anlayışla dizayn edilmiştir. Yeni nesiller, kendi tarihini ve kültürünü bir yük olarak görmeye teşvik edilmektedir. Batı merkezli bilim ve düşünce sistemleri, sorgusuz sualsiz kabul ettirilmeye çalışılırken, İslamî ve yerli düşünce sistemleri ya göz ardı edilmekte ya da küçümsenmektedir.
Sonuç ve Çözüm Önerileri
Toplumların gerçek bağımsızlığı, sadece ekonomik veya askeri alanlarda değil, kültürel ve zihinsel alanda da gerçekleşmelidir. Bugün, işgal orduları yok belki ama zihinlerde devam eden bir işgal var. Neyzen Tevfik’in dediği gibi, işgalciler fiziksel olarak gitmiş olabilir, ancak bıraktıkları kültürel, sosyal ve ahlaki tahribat hâlâ sürmektedir.
Bu noktada, yeniden bir uyanış ve diriliş sürecine ihtiyaç vardır. Kendi değerlerimize, tarihimize ve inançlarımıza sahip çıkan, Batı’yı körü körüne taklit etmek yerine ondan faydalanmayı bilen bir nesil yetiştirmek zorundayız. Medya, eğitim ve sosyal yapıyı bu bilinç doğrultusunda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır.
Unutulmamalıdır ki, geçmişte olduğu gibi bugün de kültürel istilaya karşı direnç göstermek, toplumun geleceğini kurtarmanın en önemli adımıdır. Eğer kendi değerlerimize sahip çıkmazsak, sadece başkalarının bıraktığı izlerle yaşamak zorunda kalırız.
Tarih, mazlumların çığlıkları ve zalimlerin zulmü ile doludur. Hak ve batıl mücadelesi, insanlık var olduğundan beri devam etmektedir. Dün Firavun, saltanatını korumak için binlerce masum çocuğu katletti. Bugün, onun akıl hocası olan şeytanın izinden gidenler, aynı zihniyetle hareket ediyorlar. Netanyahu ve yandaşları, Firavun’un mirasını devralmışçasına zulmü sürdürüyor, masumları katlediyor, adaleti ayaklar altına alıyor.
Firavun’un Korkusu ve Zulmü
Firavun, rüyasında bir çocuğun saltanatını yok edeceğini görmüştü. Kehanet, İsrailoğullarından bir çocuğun çıkacağını söylüyordu. Gücünü ve iktidarını kaybetme korkusuyla, binlerce masum bebeği öldürttü. Ancak Allah’ın kudreti karşısında Firavun’un tuzakları boşa çıktı. Musa (a.s.), tam da onun sarayında büyüdü ve sonunda zalim düzenini yerle bir etti.
Bu kıssa, tarih boyunca mazlumlara bir umut, zalimlere ise ilahî bir tehdit olmuştur. Ne var ki zalimler ibret almaz; aksine, atalarının yolunu takip ederek zulümlerini daha da artırırlar.
Bugünün Firavunları: Netanyahu ve İşbirlikçileri
Bugün, Netanyahu ve benzeri zalimler, Firavun’un mirasını devralmışçasına Filistin topraklarında aynı zulmü işlemektedir. Dün Musa’nın kavmi olan İsrailoğulları zulme uğruyordu, bugün onların adını kullananlar, Musa’nın gerçek mirasçıları olan mazlumları katlediyor.
Firavun, kendisini ilah ilan etmişti. Bugünün firavunları da benzer bir kibirle, hukuk tanımadan, insan haklarını hiçe sayarak, uluslararası kuralları yok sayarak zulmetmeye devam ediyor. Gazze’de bebekler, çocuklar, kadınlar katlediliyor. Şehirler bombalanıyor, masumlar evsiz bırakılıyor.
Mazlumun Ahı, Zalimleri Yıkar
Tarih bize gösteriyor ki hiçbir zalim ebedî kalmamıştır. Firavun’un akıbeti nasıl oldu? Kızıldeniz’de ordusuyla birlikte helak oldu. Nemrut nasıl oldu? Küçücük bir sinek tarafından yere serildi. Ebrehe’nin ordusu nasıl oldu? Ebabil kuşlarının attığı taşlarla perişan oldu.
Bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır. Çünkü mazlumların duası, zalimlerin ordularından daha güçlüdür. Çünkü ilahî adalet, er ya da geç tecelli eder. Firavun’un sarayında büyüyen Musa (a.s.), onu nasıl devirdiyse, Netanyahu ve diğer zalimler de belki hiç ummadıkları bir yerden gelen bir tokatla devrileceklerdir.
Zulme Karşı Durmak: Her Müminin Sorumluluğu
Bu süreçte bizlere düşen, zalimin karşısında susmamak, mazlumun yanında durmaktır.
“Zulme rıza göstermek, bizzat zulüm yapmaktır.”
O hâlde, Filistin’deki kardeşlerimizin yanında durmalı, en azından dualarımızla, elimizden gelen yardımlarla ve hakkı haykırarak destek olmalıyız. Zalimlerin karşısında sessiz kalanlar, tarih önünde sorumluluk taşıyacaklardır.
Sonuç: Firavunlar Hep Kaybetti, Yine Kaybedecekler
Zulüm ile abad olunmaz. Firavunlar hep kaybetti ve bugün de kaybetmeye mahkûmlar. Çünkü Allah mazlumun yanındadır, zalime mühlet verir ama ihmal etmez. Dün Musa’yı öldürmek için binlerce çocuğu katleden Firavun nasıl helak olduysa, bugün de Netanyahu ve benzeri zalimler, bir gün tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Ancak önemli olan, bizlerin hangi tarafta olduğudur. Adaletin mi, yoksa zulmün mü yanında olacağız? Firavun’un sarayında mı, yoksa Musa’nın safında mı duracağız? Mazlumun duasına mı talibiz, yoksa zalimlerin gazabına mı?
Unutmayalım: Zalimler hep kaybeder, mazlumlar ise sonunda kazanır. Çünkü hak her zaman galip gelir.
“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl”.
Muhabbet: Hilkatin Anahtarı ve Varoluşun Mayası
İnsan, sevgiyle var olur, sevgiyle kemale erer. Hilkatin özü muhabbettir; çünkü yaratılışın temelinde Rahman ve Rahîm olan Allah’ın sınırsız sevgisi yatmaktadır. Kâinat, ilahî bir muhabbetle halk edilmiş, varlık âlemi sevginin nuruyla aydınlanmıştır. Bu yüzden, insanın hakikati bulması ve fıtratına uygun yaşaması da ancak muhabbetle mümkündür.
Tasavvuf büyükleri, “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?” diyerek bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmişlerdir. Sevgisiz bir varoluş, manadan yoksun kuru bir cesetten ibarettir. Muhammedî bir muhabbet ise insanı kemale erdiren, hakikate ulaştıran yüce bir sırdır.
Muhabbet, Varlığın Esasıdır
İbn Arabî, “Aşk olmasaydı, kâinat da olmazdı” der. Allah, bilinmeyi murad ettiği için kâinatı yaratmıştır. Yani yaratılışın asıl sebebi muhabbet ve aşk olmuştur. İnsan da bu ilahî muhabbetin bir yansımasıdır. O hâlde insanın dünyadaki en büyük vazifesi, bu muhabbeti idrak edip Hakk’a yönelmektir.
Ancak burada bir incelik vardır: Muhabbet, sadece kuru bir sevgi veya geçici bir hoşlanma değildir. Gerçek muhabbet, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan, insanı Allah’a yaklaştıran ve ahlakını güzelleştiren bir hâl olmalıdır. İşte bu yüzden Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurmuştur.
Muhammed’siz Muhabbetten Ne Hâsıl?
Peygamber Efendimiz, Allah’ın yeryüzündeki en büyük muhabbet tecellisidir. O, “Rahmeten li’l-âlemîn”dir, yani âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O’nun sevgisi, bütün insanlığı kuşatan bir nurdur. Bu yüzden, sevginin gerçek ve doğru bir istikamette olması için Muhammedî bir yol üzere olması gerekir.
Eğer sevgi, nefis merkezli olursa kişiyi hevâ ve heves bataklığına sürükler. Sahte aşklar, dünyevî tutkular, çıkar ilişkileri bu tür sevgilerden doğar ve insanı hakikatten uzaklaştırır. Ancak bu sevgi, Peygamber Efendimizin izinde olursa, o zaman kişiyi hakikate, güzel ahlaka ve ilahî muhabbete taşır.
O hâlde, “Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?” sorusu, insanın sevgi anlayışını sorgulaması için derin bir hikmet ihtiva eder. Eğer sevgi, Peygamber Efendimizin ahlakı ve sünnetiyle bezenmemişse, o sevgi insanı hakikate ulaştırmaz. Çünkü hakiki muhabbet, Hakk’a götüren yoldur.
Muhabbetin Gücü ve İnsan Hayatındaki Tesiri
Sevgi, en sert kalpleri bile yumuşatır. İnsan, muhabbetle güzelleşir, muhabbetle anlam kazanır. Yunus Emre’nin dediği gibi:
“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
Muhabbet, kardeşliği pekiştirir, toplumu huzura kavuşturur ve insanı manevi olarak yükseltir. Ancak bu muhabbetin kaynağı nefsî arzular değil, Hakk’ın rızası olmalıdır. Günümüzde birçok insanın sevgiden bahsetmesine rağmen, gerçek muhabbetten uzak yaşaması, bu hakikatin ne kadar unutulduğunu gösterir.
Gönüllerin yeniden ihyası için muhabbetin gerçek anlamını kavramak gerekir. Hakiki muhabbet, Peygamber sevgisiyle başlar, Allah aşkıyla kemale erer ve insan sevgisiyle tezahür eder.
Sonuç: Muhabbet, İnsan Olmanın Şartıdır
Muhabbet, insan olmanın, hakikate ulaşmanın ve ahlakı güzelleştirmenin anahtarıdır. Ancak bu sevgi, Peygamber Efendimizin izinden gitmeyen bir sevgi olursa, kişiyi kurtuluşa değil, gaflete götürür.
O hâlde, hayatımızı muhabbet üzere kurmalı, sevgimizi Hakk’ın rızasına uygun bir şekilde yönlendirmeliyiz. Çünkü muhabbet, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir idrak, bir hal, bir hakikat yolculuğudur. Bu yolculuğun rehberi ise Peygamber Efendimizdir. O’nun izinden gidenler, gerçek muhabbeti bulacak ve bu muhabbetin nuruyla aydınlanacaktır.
İslam, hayatın her alanını kapsayan bir nizama sahiptir. Müslümanların hem bireysel hem de toplumsal anlamda güçlü olmaları, belirli temel ilkeleri hayata geçirmelerine bağlıdır. Bu ilkelerden üçü; imanın tevhidi, amelde vahdeti ve hayatta ittihadı sağlamaktır. Bunlar, ümmetin dirilişini ve birlik ruhunu temin eden ana esaslardır.
1. İmanda Tevhid: Hakikate Bağlılık
Tevhid, İslam’ın en temel prensibidir. Allah’ın birliğini kabul etmek, yalnız O’na kulluk etmek ve hayatı O’nun rızasına uygun yaşamak, müminin en büyük vazifesidir. Tevhid, sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat düsturudur.
Tevhid; kalbi şüphelerden arındırır, kişiyi kulluk şuuruna ulaştırır.
Tevhid; insanı sahte ilahlardan, nefis putlarından ve dünyevi esaretlerden kurtarır.
Tevhid; insana, fıtratına uygun bir özgürlük bahşeder ve ona gerçek huzuru getirir.
İmanda tevhid sağlam olmazsa, amel ve birlik de bozulur. Zira inançta samimiyet ve sahih bilgi olmadan, İslam kardeşliği de bir temele oturamaz.
2. Amelde Vahdet: Birlik İçinde Hareket
İman birliği sağlam bir temel oluşturduktan sonra, müminlerin amel ve eylemlerinde de birlik içinde olmaları gerekir. Çünkü inanç tek başına yeterli değildir; onun hayata geçirilmesi gerekir.
Müslümanlar namazda aynı kıbleye yönelir, oruçta aynı anda açlıkla terbiye olur, hacda aynı ihramı giyer.
Sosyal hayatta, ekonomik ilişkilerde ve ahlaki davranışlarda da ortak bir duruş sergilemek, İslam’ın özünü yansıtır.
İslami dayanışma, birbirine sahip çıkma ve iyilikte yardımlaşma, vahdetin en önemli tezahürleridir.
Müminler, amellerinde birlik içinde olmazsa, bireysel ibadetlerle yetinerek toplumsal bir kuvvet oluşturamazlar. Bu yüzden, amelde vahdet, İslam toplumunun güçlenmesi için zorunludur.
3. Hayatta İttihad: Gerçek Kardeşlik ve Diriliş
İmanın ve amelin birleştirici gücü, hayatın tüm alanlarında bir ittihad (birlik) doğurur. Müslümanlar birbirlerine karşı sevgi ve merhametle yaklaşır, ortak bir gaye uğruna çalışır ve tek bir ümmet bilinciyle hareket ederler.
İttihad, ihtilafları ve gereksiz çatışmaları ortadan kaldırarak, kardeşliği pekiştirmektir.
İttihad, düşmanların oyunlarını boşa çıkararak, Müslümanların izzetini ve gücünü korumaktır.
Hayatta birlik olmazsa, Müslümanlar bölünür, zayıflar ve dış güçlerin müdahalelerine açık hale gelir. Bu yüzden, İslam kardeşliği; dil, ırk ve coğrafya farkı gözetmeksizin yaşanmalı, ümmet bilinci canlı tutulmalıdır.
Sonuç: Tevhid, Vahdet ve İttihadın İnşası
Eğer Müslümanlar tevhid inancında sağlam olursa, amellerinde birlik içinde olursa ve hayatlarında ittihadı sağlayabilirse, İslam dünyası yeniden ayağa kalkacaktır. Bu üç unsur, ümmetin dirilişi için vazgeçilmezdir.
Bugün Müslümanların karşılaştığı en büyük problemlerden biri, bu üç temel esastan kopmuş olmalarıdır. İmanda tevhidin zayıflaması, amelde farklılıkların kaosa dönüşmesi ve hayatta birlik yerine ayrılığın hâkim olması, ümmetin en büyük zaaflarındandır.
Öyleyse, her Müslüman kendi hayatında bu üç prensibi hayata geçirmeli ve bu şuurla hareket etmelidir. Çünkü tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan da ittihad gerçekleşmez.
Allah bizleri tevhidin nuru, vahdetin gücü ve ittihadın bereketiyle ihya eylesin. Amin.
DÜNYA BÜYÜK BİR HAKİKATE HAMİLEDİR: DOĞUM SANCISINDA
Dünya, tarihi boyunca büyük değişimlerin eşiğinde sancılar çekmiş, her dönüşüm öncesinde büyük sarsıntılar yaşamıştır. Bugün de insanlık, adeta yeni bir hakikatin doğumu öncesinde derin bir sancı içerisindedir. Peki, bu sancılar neyi haber veriyor? Dünyanın rahminde ne gibi bir gerçeklik büyümektedir?
Hakikatin Doğumu Öncesi Sancılar
Bir anne doğum yapmadan önce nasıl ki büyük acılar çeker, insanlık da büyük değişimlerin eşiğinde çalkantılı süreçlerden geçer. Bugünün sancıları da yeni bir çağın, büyük bir hakikatin arifesine işaret etmektedir.
Manevi ve Ahlaki Çöküş: Dünyada ahlaki değerler zayıflamakta, insanlar özlerinden uzaklaşmaktadır. Hakikat yerine yalanlar, adalet yerine zulüm, merhamet yerine bencillik ön plana çıkmaktadır.
Ekonomik ve Sosyal Krizler: Adaletsiz sistemler çökmekte, zenginlik ve fakirlik arasındaki uçurum derinleşmektedir. İnsanlık, haksızlıkların arttığı, adaletin kaybolduğu bir dönemde varoluş sancıları çekmektedir.
Doğa ve Felaketler: İnsanların hırsları ve yanlış yönetimleri sebebiyle tabiatta zarar görülmekte, afetler çoğalmaktadır. Adeta tabiatta, insanlığa bir tehlike uyarısı vermektedir.
Savaşlar ve Çatışmalar: İnsanoğlu barış yerine savaşı seçtiğinde, her defasında büyük bir çöküş yaşamış ve ardından yeni bir düzen kurulmuştur. Günümüzde de savaşlar, huzursuzluklar ve küresel kargaşalar insanlığın büyük bir sınavdan geçtiğini göstermektedir.
Doğum Sonrası Hakikat Nedir?
Her sancının ardından bir doğum vardır. Peki, bu sancılar neyin habercisidir? İnsanlık, bu doğum sancıları sonrası nasıl bir hakikate ulaşacaktır?
İnsanlık, fıtratına dönmeye mecburdur. Hakikat, fıtrata uygun yaşamaktır. İnsan ne zaman ki Rabbini unutur, ne zaman ki kendi benliğini putlaştırır, o zaman bu sancılar başlar. Bu sıkıntılar, insanlığın özüne dönmesini zorunlu kılan birer uyarıdır.
Adalet ve hakikat yeniden yükselecektir. Tarihte nice zulüm sistemleri çökmüş, ardından hak ve adaletin yükseldiği dönemler gelmiştir. Bu çağın sancıları da adil bir düzenin doğuşuna işaret etmektedir.
İslam’ın mesajı yeniden parlayacaktır. İnsanlık, huzuru ve kurtuluşu ancak hakiki adalet nizamında bulabilir. Zulümle abat olunmaz; batıl er ya da geç yok olur. Bugün sancılarla çırpınan insanlık, İslam’ın aydınlığıyla yeniden nefes alacaktır.
Sancılar Karamsarlık Değil, Umut Sebebidir
Bir doğum sancısı, aynı zamanda bir müjdedir. Acılar, yeni bir hayatın ve yeni bir düzenin habercisidir. Bugün dünyada yaşanan sıkıntılar, bir çöküş değil, bir yeniden doğuşun habercisidir.
O hâlde, bu sancıları doğru okumalı ve hazırlanmalıyız. Hakikatin doğumu yaklaşmaktadır ve bu doğum, insanlık için yeni bir dirilişin başlangıcı olacaktır. Zulüm ve batıl ne kadar güçlü görünse de doğum sancıları hakikatin kaçınılmaz olduğunu gösterir. Çünkü karanlığın en yoğun olduğu an, şafağın en yakın olduğu andır.
Gerek yolsuzluk, terör, sefahet gibi şaibeleri ile bu milletin kanını taşımayan, kanını emen ve asli unsurundan olmayıp ihanet içinde bulunanların ihanetleri bir bir ortaya çıkıyor.
Tarih, sırlarla dolu bir aynadır. Özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte, devletin ve milletin içinde saklanarak yaşayan, kimliklerini gizleyen unsurların varlığı hep tartışılmıştır. Bu unsurlar, zaman zaman kritik dönemlerde su yüzüne çıkmış, bazen de nesiller boyu ihanetlerini gizlemeyi başararak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bugün, Türkiye’de yaşanan olaylar, geçmişin bir kez daha gözler önüne serilmesine vesile olmaktadır. Yolsuzluk, terör, ahlaki çöküntü ve ihanetin gölgesinde beliren bu yapıların kölerine inmek, tarihi bir sorumluluktur.
Osmanlı’dan Günümüze Gizli Yapılar
Osmanlı Devleti, farklı milletlerden ve dinlerden insanları bünyesinde barındıran büyük bir cihan devletiydi. Ancak bu hoşgörü ortamı içinde, gizli niyetlerle hareket eden ve devletin çöküşüne zemin hazırlayan yapılar da eksik olmamıştır. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı içinde batıdan beslenen masonik yapılanmalar, dönme hareketleri ve yabancı devletlerin güdümünde hareket eden unsurlar güç kazanmaya başlamıştır.
Özellikle 18. yüzyılda, Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte bu yapılar devletin en kritik noktalarına sızmaya başladı. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Osmanlı’nın iç işlerine daha fazla müdahil olan batı güdümlü yapılar, 19. ve 20. yüzyılda ise İttihat ve Terakki içinde daha görünür hale geldi. Milli ve manevi değerlerden uzak, çıkar odaklı çalışan bu unsurlar, Osmanlı Devleti’ni içeriden çökertme faaliyetlerine devam etti. Ne yazık ki, Cumhuriyet döneminde de bu yapıların devamlılığı kesintisiz sürdü.
Cumhuriyet Döneminde Kripto Hareketler
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, birçok kişi yeni kurulan devletin içinde yer alarak kendini gizlemeye devam etti. Devletin temel kurumlarına sızan kriptolar, zamanla bürokraside, medyada, akademide ve ekonomide önemli yerler elde etti. 1960, 1980 ve 28 Şubat ve de 15 Temmuz işgal ve darbeleri ile bu unsurlar, kendi düzenlerini pekiştirme yolunda ciddi adımlar attılar.
Bugün, özellikle yolsuzluk dosyaları, terör bağlantıları ve ahlaki çöküntüler, bu yapıların deşifre olmasını hızlandırmaktadır. Devlet içinde yuvalanmış ve milletin değerlerine düşman olan bu unsurlar, artık geçmişteki gibi kolayca gizlenememektedir.
Günümüzde Yaşananlar ve Milletin Uyanışı
Son yıllarda ortaya çıkan ekonomik krizler, sosyal yozlaşma, terör olayları ve siyasi çalkantılar, aslında bir yüzleşmenin de habercisidir. Artık halk, bu yapıların gerçek yüzünü daha net görebilmekte ve tarih boyunca yapılan ihanetleri sorgulamaktadır. Sosyal medya ve dijital çağın imkanları sayesinde, halkın bilinç düzeyi artmakta, geçmişin ve bugünün ihanet şebekeleri gün yüzüne çıkmaktadır.
Devletin içinde gizlenen bu unsurların bertaraf edilmesi, ancak köklü bir bilinçlenme ve tarih şuuru ile mümkündür. Bugün her zamankinden daha fazla tarih bilinciyle hareket etmek, geçmişten ders almak ve milletin değerlerine sahip çıkmak zorundayız.
Sonuç: Geleceğe Nasıl Bakmalıyız?
Türkiye, tarih boyunca birçok badire atlatmış, her defasında küllerinden doğmayı başarmış bir millettir. Ancak düşman sadece dışarıdan değil, içeriden de olmuştur. Kriptoların deşifre olması, milletin uyanışı ve hakikatin ortaya çıkışı, yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. Artık bu milletin kanını taşımayan, tarihine ihanet eden unsurların maskeleri bir bir düşmektedir.
Bu süreçte en büyük görev, genç nesillere tarihin gerçeklerini öğretmek, milli ve manevi değerleri korumak ve geçmişin hatalarından ders çıkararak geleceğe sağlam adımlarla yürümektir. Unutmamalıyız ki, tarih tekerrür eder; ancak bundan ders alan milletler, geleceğini kendi elleriyle şekillendirebilir.
AYASOFYA’NIN AÇILMASI VE İSTANBUL’UN KAYBI: TARİHİ BİR İBRET
AYASOFYA’NIN AÇILMASINA NE KADAR SEVİNDİYSEM, BUGÜNKÜ DURUMA GELECEĞİNİ BİLDİĞİMDEN DOLAYI İSTANBUL’UN EHİL ELLERE VERİLMEYİP KAYBEDİLMESİNE DE O KADAR ÜZÜLDÜM.
Tarih, milletler için sadece bir geçmiş değil, geleceğe yön veren bir pusuladır. Bu bağlamda, Ayasofya’nın cami olarak yeniden ibadete açılması, İslam dünyası için büyük bir sevinç kaynağı olmuştur. Ancak, bu büyük zaferin ardından İstanbul’un ehil olmayan ellere teslim edilmesi ve yönetim zafiyetine düşmesi, derin bir üzüntüye yol açmıştır. İşte bu durum, tarih boyunca nice ibretlerle dolu olan İstanbul’un el değiştirme serüvenlerine bir yenisini eklemiştir.
Fetih Ruhu ve Ayasofya’nın Önemi
1453’te İstanbul’un fethi, sadece bir askeri zafer değil, aynı zamanda bir medeniyet inşasının başlangıcıdır. Fatih Sultan Mehmet, şehri fetheder etmez Ayasofya’yı camiye çevirmiş, burayı İslam medeniyetinin en önemli sembollerinden biri haline getirmiştir. 1934 yılında müzeye çevrilen bu mabedin, 2020’de tekrar cami olarak ibadete açılması, adeta fetih ruhunun yeniden canlanması anlamına gelmiştir.
Fakat tarih bize gösteriyor ki, bir fetih sadece toprak kazanmakla değil, kazanılan yerin emin ellere teslim edilmesiyle anlam kazanır. Nitekim Osmanlı’nın en parlak dönemlerinde dahi, liyakatsiz idarecilerin elinde nice topraklar elden çıkmıştır.
İstanbul’un Kaybı: Bir Yönetim Zaafiyeti
İstanbul, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti boyunca hep bir merkez olmuştur. Ancak 21. yüzyılda, Ayasofya’nın açılması gibi büyük bir manevi kazanç elde edilirken, şehrin yönetimi ehil olmayan ellere bırakılmış, vizyonsuz politikalar neticesinde şehir çarpık kentleşme, trafik, ekonomik sıkıntılar ve kültürel yozlaşma gibi problemlerle boğuşur hale gelmiştir. Tarihi miras korunamamış, manevi değerler yıpratılmış ve sosyal yapıda ciddi erozyonlar yaşanmıştır.
İstanbul’un idaresinin ehil olmayan kişilere bırakılması, geçmişte Osmanlı’nın çöküş döneminde yaşanan hataları hatırlatmaktadır. Yetersiz yöneticilerin elinde devletin en kıymetli şehirleri birer birer kaybedilmişti. Bugün de aynı tehlikenin farkında olmak ve gelecekte aynı hatalara düşmemek gerekmektedir.
Tarihten Alınacak Dersler
Tarih bize gösteriyor ki, Ayasofya gibi manevi zaferler tek başına yeterli değildir. Bir zaferi kalıcı hale getiren şey, onu emanet edecek ehil insanları yetiştirmek ve şehri emanet bilinciyle yönetmektir. İstanbul gibi kadim bir şehrin, ehil olmayan kişilerin ellerinde değer kaybetmesi, sadece bir siyasi mesele değil, aynı zamanda bir medeniyet krizidir.
Geleceğe dair ümit beslemek için, sadece geçmişin zaferleriyle avunmak yetmez. Bugün İstanbul’un nasıl yönetildiğini, kimlere emanet edildiğini ve bu emanetin hakkının nasıl verildiğini sorgulamak gerekir. Eğer bu sorulara sağlıklı cevaplar verilemezse, İstanbul’un kaybı sadece bir şehir yönetimi meselesi olmaktan çıkar, milletin ruhunu zedeleyen bir mesele haline gelir.
Sonuç
Ayasofya’nın açılmasına ne kadar sevindiysek, İstanbul’un liyakatsiz ellerde heba edilmesine de o kadar üzülmeliyiz. Geçmişteki hatalardan ders çıkararak, İstanbul’u hak ettiği yönetim anlayışıyla buluşturmak, hem tarihimize hem de geleceğimize olan sorumluluğumuzdur. Unutmayalım ki, bir şehri fethetmek kadar, onu hakkıyla yönetmek de büyük bir zaferdir.
ESED’İN SURİYE’DE ISRARLA İKTİDARDA KALMASININ ANA SEBEBİ: İSRAİL’İN KORUNMASI MI?
Suriye, tarih boyunca stratejik konumu ve jeopolitik önemi nedeniyle büyük güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olmuş bir ülkedir. Ancak son yıllarda Suriye’nin başında bulunan Beşar Esed’in iktidarda kalması, küresel aktörlerin özellikle de İsrail’in güvenliği ile ilişkilendirilmiştir. Peki, Esed neden ısrarla destekleniyor? Onun iktidarda kalmasının İsrail’in korunmasıyla nasıl bir bağlantısı var?
Suriye ve İsrail: Tarihi Bir Düşmanlık mı, Kontrollü Bir Denge mi?
Suriye ile İsrail arasındaki ilişkiler, 1948’de İsrail’in kurulmasıyla birlikte gerilimli bir hal almıştır. 1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni işgal etmiş ve bu toprakları ilhak ettiğini ilan etmiştir. O tarihten sonra Suriye, İsrail’e karşı söylemde sert bir tutum sergilese de, pratikte büyük çaplı bir askerî müdahalede bulunmamıştır.
Hafız Esed döneminde Suriye, İsrail ile savaşan güçlere destek verdiğini iddia etmişse de, doğrudan bir çatışmaya girmemiştir. Aynı politika, Beşar Esed döneminde de devam etmiştir. İlginç olan nokta ise, İsrail’in Golan Tepeleri’ni işgal etmesine rağmen, Esed ailesinin iktidarı boyunca bu mesele üzerine ciddi bir savaş başlatmamış olmasıdır.
Esed’in Kalmasının İsrail Açısından Avantajları
1. Kontrollü Bir Düşman: İsrail için Suriye, sürekli bir tehdit unsuru olarak gösterilmesine rağmen, Esed yönetimi altında gerçek bir tehdit oluşturmamıştır. Esed, İsrail sınırlarını doğrudan tehdit etmeyen, ancak bölgedeki diğer radikal unsurları dengeleyen bir figür olarak görülmüştür.
2. Alternatif Kaos Tehdidi: Esed rejimi yıkıldığında yerine kimin geçeceği belirsizdir. ABD ve İsrail açısından en büyük korku, Esed sonrası Suriye’nin tamamen kontrolsüz bir hale gelmesi ve İsrail’in sınırında radikal unsurların güç kazanmasıdır. Bu nedenle, Batı dünyası zaman zaman Esed’in gitmesini ister gibi görünse de, gerçekte onun yerinde kalmasını daha güvenli bulmuştur.
3. İran ve Hizbullah Bağlantısı: Esed rejimi, İran ve Hizbullah ile güçlü bir ittifak içindedir. İsrail için bu bir tehdit gibi görünse de, aynı zamanda kontrol edilebilir bir tehdit anlamına gelir. İsrail, Suriye’deki İran ve Hizbullah varlığını bahane ederek zaman zaman hava saldırıları düzenleyebilmekte ve bölgedeki dengeleri kendi lehine değiştirebilmektedir.
Batı’nın ve Rusya’nın Tutumu
Batı dünyası, Esed rejimine zaman zaman sert eleştiriler yöneltse de, onun devrilmesi konusunda ciddi bir adım atmamıştır. ABD, Suriye iç savaşında muhalifleri desteklediğini iddia etse de, Esed rejiminin yıkılmasını engelleyecek kadar temkinli davranmıştır. Öte yandan Rusya, Esed’i doğrudan destekleyerek onun iktidarda kalmasını sağlamıştır.
Bu denklemde İsrail’in sessiz desteği de dikkat çekmektedir. İsrail’in, Esed’in gitmesini talep eden sert bir açıklamada bulunmaması ve zaman zaman onun varlığını tercih eder gibi bir duruş sergilemesi, İsrail için en büyük önceliğin istikrarsız bir Suriye yerine öngörülebilir bir Esed rejimi olduğunu göstermektedir.
Sonuç: Esed’in Kalması, Kimlerin İşine Geliyor?
Suriye’deki iç savaş milyonlarca insanın ölümüne ve göç etmesine neden olmuş, ancak uluslararası aktörler bu durumu stratejik çıkarlarına göre şekillendirmiştir. Beşar Esed’in iktidarda kalması, halkın iradesinden çok, küresel güçlerin bölgesel hesaplarına bağlı olmuştur. En büyük kazananlardan biri ise, Suriye’nin İsrail için doğrudan bir tehdit oluşturmayan bir tampon bölge olarak kalmasını isteyenlerdir.
Bu bağlamda şu soru akıllara gelmektedir: Gerçekten de Beşar Esed’in kalması, bölgenin istikrarı için mi yoksa İsrail’in güvenliği için mi daha önemli görülmüştür? Tarih ve olayların gidişatı, bu sorunun cevabını vermektedir.