AKLIN, KALBİN VE RUHUN SIRLARI: İNSAN HAKİKATİNE YOLCULUK
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tîn, 4)
İnsan, sadece et ve kemikten ibaret bir varlık değildir. O, akıl, kalp ve ruh gibi üç temel cevherle yoğrulmuş, görünenden öteye uzanan bir sırlar kitabıdır. Kur’ân ve hikmet geleneği, insanı sadece biyolojik değil, ontolojik bir muhatap olarak görür. Her bir yönüyle Rabbini tanımaya, kendini anlamaya memurdur.
Aklın İnceliği: Anlamak, Tartmak ve Tanımak
Aklın vazifesi, eşyayı anlamak, varlığı tartmak ve hakikati tanımaktır. Kur’ân, aklı olmayanı “duymayan, görmeyen ve anlamayan” bir körlük içinde tarif eder:
> “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha şaşkındırlar.” (A’râf, 179)
Akıl, yaratılmışları temaşa ederek Allah’ın varlık ve birliğine delil toplar. Hikmet ise aklın terbiye edilmesiyle oluşur. Ancak akıl, tek başına rehber değildir. Kalp ve ruhla birlikte çalışmadığında sapabilir, bâtılı hak zannedebilir.
> “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 190)
Kalbin Derinliği: Hissetmek, Sezmek, Sevgiyle Bilmek
Kalp, sadece duygusal bir merkez değil, aynı zamanda manevî hislerin merkezidir. Kur’ân’da “kalp mühürlenmesi” ifadesi, hakikate karşı kapanmayı temsil eder:
> “Onların kalpleri vardır ama onunla anlamazlar…” (Bakara, 7)
Kalp, doğru çalıştığında imanın merkezi olur. Sevgiyle bilir, merhametle anlar. Allah’a yönelmiş bir kalp, nefis ile değil nur ile dolar. Kalp olmadan akıl, hesap yapar ama hikmete varamaz. Kalbin temizliği, Kur’ân’a göre kurtuluşun anahtarıdır:
> “O gün, ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a selîm bir kalp ile gelen müstesna.” (Şuarâ, 88-89)
Ruhun Sırrı: İlâhî Nefha ve Ebediyetle Bağlantı
Ruh, Allah’ın insanın varlığına üflediği sırdır.
> “Ona ruhumdan üfledim…” (Hicr, 29)
Ruh, yaratılışın ilâhî boyutudur. İnsan beden ile dünyaya, ruh ile ahirete bağlıdır. Ruh, Allah’a olan özlemiyle yanar. Hiçbir dünya lezzeti onu tatmin edemez. Çünkü onun vatanı dünya değil, ebediyet yurdudur.
Bu ifade, ruhun mahiyetinin insan tarafından tam anlaşılamayacağını, ama yönünün göğe dönük olduğunu bildirir. Ruh, sadece hayat veren değil, aynı zamanda ahlakî ve mânevî farkındalık sağlayan bir cevherdir.
Bu Üç Cevherin Uyum İçindeki Rolü
Akıl; varlıkları tartar.
Kalp; o tartışa duyguyu ve sezgiyi ekler.
Ruh; onların ötesine geçerek Allah’a vuslatı arzular.
Bu üçlü birlikte çalıştığında insan, hem dünyayı tanır, hem nefsi terbiye eder, hem de Allah’a yaklaşır. Ancak biri eksik olduğunda, insan ya maddeye mahkûm olur, ya da duygulara esir, ya da şeytana oyuncak olur.
Tasavvufî gelenekte bu üçlü şöyle tasvir edilir:
Akıl: Rehber
Kalp: Ayna
Ruh: Kanat
Birlikte olduklarında hikmet, şefkat ve marifet doğar.
Son Söz: Kendini Bilen Rabbini Bilir
İnsan, bu üç cevheri tanıdıkça ne olduğunu ve nereden geldiğini kavrar. Kendini bilen, Rabbini tanır. Aklını temizleyen doğruyu bulur. Kalbini temizleyen sevgiyi keşfeder. Ruhunu doyuran ebediyet yoluna girer.
> “Yeryüzünde gezip de kalpleri olup da onunla anlamayan, kulakları olup da işitmeyen kimseler… Onlar hayvanlar gibidir. Belki daha da sapıktırlar.” (Furkan, 44)
Bu ayet, insandaki bu üç cevheri kullanmayanların sıradan bir varlık değil, varlık şerefini kaybetmiş bir şekil olduğunu gösterir.
ÖZET
Kur’ân’a göre insan, sadece bedenden ibaret değildir; akıl, kalp ve ruh ile donatılmış ilâhî bir emanet taşıyıcısıdır.
Akıl, doğruyu yanlıştan ayırmak için verilmiştir.
Kalp, hakikati sezmek ve iman etmek için vardır.
Ruh, insanın Allah’a açılan kapısıdır.
Bu üç cevher bir araya geldiğinde insan yeryüzünün halifesi olur. Ancak birini ihmal ederse, hem kendine hem çevresine zulmeder. Gerçek saadet, bu üçlünün uyumuyla mümkündür.
“Ve bu zamanda ila-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır. Medeniyet-i hakikiyeye girmekle ilâ-yı kelimetullah edebiliriz.” Hutbe-i Şâmiye, s.32. Maneviyatın önündeki maddi bağ kalkmakta ve Türkiye’nin dolayısıyla İslam’ın şahlanışı başlamaktadır. Üç yüz yıllık ve özellikle yüz yıllık bağlar ve prangalar çözülmektedir. Maniler defolmakta, İslam güneşinin önündeki kara perdeler kalkmaktadır.
*******
Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşık bir asır önce dile getirdiği “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” hakikati, bugün daha berrak şekilde görünmektedir. Maddî ilerleme, teknoloji ve medeniyetin İslam’ın yüceltilmesine bir araç kılınması, geçmişte zincirlenmiş bir medeniyetin yeniden dirilişinin anahtarı olmuştur. Asırlardır üzerimize örtülmüş cehalet, sefalet ve esaret perdeleri birer birer kalkarken, bu uyanışın arkasında hem tarihi bir derinlik hem de geleceğe dair büyük bir müjde vardır.
Üç Asırlık Sessizlik: Zincirlerle Uyutulan Bir Medeniyet
Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, İslam dünyası üç asırlık bir geri çekilmenin, içe kapanmanın ve dış müdahalelerin gölgesinde yaşamıştır. Batı’nın maddî terakkisi karşısında kendi öz değerlerini sorgulayan, hatta aşağılık kompleksine kapılan bir ümmet meydana gelmişti. Medrese gerilemiş, ilim durağanlaşmış, fikir donmuştu.
Bu geri kalış yalnızca teknik değil; zihnî ve ruhî bir işgalin neticesiydi. Yabancılaşma, taklitçilik ve kimlik bunalımı İslam toplumlarını içten içe çürütmüştü. Bediüzzaman tam bu esnada seslenmişti:
Çünkü çağın dili artık güç, teknoloji, üretim ve bilgi idi. İslam hakikatleri elbette ebedidir, ama o hakikatlerin insanlara ulaştırılma yolları çağın şartlarına göre şekillenmelidir.
Maddî Terakki: Aracın Hakk’a Hizmet Eder Hale Gelmesi
Maddî ilerleme, İslam’ın yüceltilmesinin rakibi değil, aracıdır. Bugün internet, yapay zekâ, iletişim ve ulaşım teknolojileri; Kur’ân’ın mesajının yeryüzüne daha hızlı ulaşmasına hizmet etmektedir. Eskiden bir hakikati yaymak için yıllar harcanırken, bugün bir video, bir makale milyonlara ulaşabilmektedir.
Müslümanlar bu teknolojiyi ve gelişmeyi dışlamadıkça, ona maneviyatı yükledikçe, maddi terakki, manevî bir inkılâba zemin hazırlamaktadır. Bu, Bediüzzaman’ın “medeniyet-i hakikiye” dediği şeydir. Batının zulmüne, sömürüsüne değil; adaletine, bilimine ve insanlığa hizmet eden yönüne yönelmek.
Zincirler Çözülüyor: Yeni Bir Baharın Ayak Sesleri
Bugün Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasında büyük bir zihnî uyanış yaşanmaktadır. Kimliğinden utanmayan, aksine onunla gurur duyan, geçmişle barışık, geleceğe umutla bakan bir nesil yetişiyor. Sekülerleşmenin kör kuyularından çıkan birçok gencin Kur’ân’a ve sünnete yönelmesi; asırlardır üzerimize örtülen perdeyi yırtmakta.
Özellikle son yüz yıldır süregelen yasaklar, inkârlar ve baskılar, artık tarihin çöplüğüne atılıyor. Din; sadece camide değil, sokakta, medyada, okulda ve teknolojide yerini almaya başlıyor. İslam’ın yeniden gündem olması, Batı’ya öykünmenin değil; kendi benliğini kuşanmanın bir tezahürüdür.
Türkiye’nin Misyonu: Hilâlin Sesi Yeniden Yükseliyor
Bediüzzaman’ın “İslam’ın merkezi Anadolu’dur” şeklindeki vurgusu bugün daha anlamlıdır. “Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.” (Bk. Emirdağ Lâhikası-I, 145. Mektup.)
Türkiye, coğrafi olarak üç kıtanın kesişiminde, tarihi olarak üç kıymetli mirasın (Selçuklu-Osmanlı-İslam) taşıyıcısıdır. Bugün Türkiye’de yaşanan manevi diriliş, İslam âlemi için bir işaret fişeği mahiyetindedir.
Bu topraklarda yeniden yükselen ezan sesi, çağdaş tekniklerle yapılan tebliğ çalışmaları, dijital vaazlar, Kur’ân uygulamaları ve manevi sohbetler; Hz. Peygamber’in çağrısını yeni bir lisanla yeryüzüne taşımaktadır.
Sonuç: Maddeden Mânevîliğe Açılan Bir Kapı
Artık maddi terakki maneviyata engel değil, onun taşıyıcısıdır. Maddî bağlar çözüldükçe ruh zincirlerinden kurtulmaktadır. Bediüzzaman’ın asır öncesinden haykırdığı hakikatler bugün ete kemiğe bürünmektedir.
Müjde yakındır. Zira güneşin doğuşunu kimse engelleyemez. Kara perdeler dağılıyor, zihinler aydınlanıyor, zincirler kırılıyor. Bu şahlanış; sadece Türkiye’nin değil, bütün bir ümmetin yeniden dirilişi olacaktır. Yeter ki biz, terakkiyi doğru anlayalım, teknolojiyi Hakk’ın hizmetine verelim, kalbimizi Kur’ân’a mühürleyelim.
Özet
Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” sözünden hareketle İslam dünyasının yeniden dirilişi ele alındı. Üç asırlık geri çekilmenin ardından, maddî gelişmelerin artık maneviyata engel değil, onun taşıyıcısı olduğu vurgulandı. Türkiye’nin İslam dünyasındaki öncü rolü, prangaların çözülüşü ve İslam güneşinin yeniden parlayışı tarihi ve güncel örneklerle işlendi. Bu şahlanışın; imanın, bilginin, teknolojinin ve iradenin birleşimiyle mümkün olacağı belirtildi.
Zamanları Aşan Bir Çağrı: Hz. Musa’nın Kıssalarında Saklı Hikmetler
Kur’ân-ı Kerim, insanlık tarihinin en çetin mücadelelerine sahne olmuş kıssalarla, hem geçmişi hatırlatır hem geleceği inşa eder. Bu kıssaların başında gelen Hz. Musa (as) ve kavmiyle olan mücadelesi, yalnızca tarihi bir hadise değil, aynı zamanda her asrın kalbine dokunan bir ders, bir ibret, bir uyarıdır. Firavun’un zulmüne karşı hakikatin sesi olan Musa Peygamber, ümmetin ahlakını, psikolojisini ve sosyal yapısını inşa eden bir mürebbi gibidir. Bu yazıda, Hz. Musa’nın kıssalarında saklı psikolojik, sosyolojik ve ahlaki mesajları ele alacağız.
Psikolojik Mesajlar: Korkunun Terbiyesi ve Sabır Eğitimi
Hz. Musa’nın hayatı, korku ile cesaretin, yılgınlık ile direnişin psikolojik boyutlarını gözler önüne serer. Firavun’un sarayında büyüyen Musa, bir hata sonucu Mısır’dan kaçmak zorunda kalmış, sonra peygamberlikle görevlendirilerek tekrar oraya dönmüştür. Bu süreçte yaşadığı dahili dönüşüm, bireyin korkularını imanla aşabileceğini gösterir.
> “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi bana kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâhâ, 25-28)
Bu dua, insanın dahili dünyasında yaşadığı kaygılarla başa çıkmasında ilahi yardımın ne kadar önemli olduğunu ifade eder. Musa (as), psikolojik zorluklara karşı sabır, dua ve tevekkül ile direnmenin örneğidir.
Sosyolojik Mesajlar: Adaletin İnşası ve Toplumsal Direniş
Hz. Musa’nın Firavun düzenine karşı yürüttüğü tebliğ, sadece bireysel değil, toplumsal bir inkılâbı hedefler. Firavun’un tanrılık iddiası altında ezilen halkın özgürlük mücadelesi, zulme karşı bir halk uyanışıdır.
> “Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı, halkını zümrelere ayırdı. Onlardan bir kesimi zayıflatıyor, erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı.” (Kasas, 4)
Bu ayet, adaletin sosyolojik temelini sunar: Zulmün sistemi toplumu bölerek hâkim olur, ama hakikatin sistemi toplumu birleştirerek adaleti inşa eder. Musa (as), bu parçalanmış yapıya karşı, kavmine kimlik kazandırmış ve onları kolektif bir direnişe yöneltmiştir.
Ahlaki Mesajlar: Şükür, Sadakat ve İsyana Karşı İkaz
Hz. Musa’nın kıssalarında İsrailoğulları’nın tutumları üzerinden önemli ahlaki mesajlar verilir. Defalarca mucize görmelerine rağmen şükürsüzlükleri, sabırsızlıkları ve dünyevileşmeleri, insan nefsinin zaaflarını gösterir:
Bu olay, insanın ilahi nimetleri nasıl kolayca unutabileceğini ve nefsine mağlup olduğunda nasıl büyük hatalara düşebileceğini gösterir. Musa Peygamber’in sabrı, onları affa ve doğruya çağırması ise affediciliğin ve ilahi merhametin bir yansımasıdır.
Tarihî ve Evrensel İbret: Her Çağın Firavunları ve Musaları
Firavun, yalnızca bir tarihî şahsiyet değildir; o, her çağın içinde yeniden doğan zulüm sistemlerinin sembolüdür. Hz. Musa ise her çağda ortaya çıkan direniş önderlerini temsil eder. Kur’ân bu kıssayı kıyamete kadar geçerli bir uyarı olarak sunar:
> “Gerçekten onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yûsuf, 111)
Bu açıdan bakıldığında, Hz. Musa’nın kıssası; zalimlere karşı boyun eğmeyen, halkını uyandıran, hakikati haykıran öncülerin asırlar üstü rol modelidir.
Sonuç
Hz. Musa’nın kıssaları sadece geçmişin hatırası değil, bugünün aynasıdır. Psikolojik olarak bireyin sabrı, sosyolojik olarak toplumun direnişi, ahlaki olarak da ümmetin sadakati bu kıssalarda işlenmiştir. Her Müslüman, içindeki Firavunları tanımalı, Musa’nın izinde yürümelidir. Bu kıssa, imanın zafere, sabrın özgürlüğe, tebliğin dirilişe dönüşmesinin hikâyesidir.
Özet
Bu makalede, Kur’an’da Hz. Musa’nın kıssalarında yer alan psikolojik, sosyolojik ve ahlaki mesajlar ele alındı. Psikolojik olarak korkuya karşı iman ve sabrın önemi vurgulanırken; sosyolojik olarak Firavun düzenine karşı halkı örgütleyen bir adalet mücadelesi işlendi. Ahlaki açıdan ise şükürsüzlük, isyan ve dünyevileşmeye karşı verilen uyarılar ön plandadır. Hz. Musa’nın kıssası, her çağda zulme karşı direnen hakikatin sesi olarak kıyamete dek ibret vesilesi olmaya devam edecektir.
“Ve seni kendi katımdan bir sevgiyle sevdim, tâ ki gözetim altında yetiştirilesin.” (Tâhâ Sûresi, 39)
Kur’ân-ı Kerîm’in en çok adı geçen peygamberi olan Hz. Mûsâ, sadece bir kavmin kurtarıcısı değil, aynı zamanda bir önder, muallim, sabır timsali ve insan psikolojisinin en derin örneklerinden biridir. Onun kıssası, Kur’ân’ın hemen her bölümüne dağılmıştır. Bu da bize bir hakikati fısıldar: Hz. Mûsâ’nın hayatı, zamana ve mekâna değil, insanlığın hikmet yolculuğuna aittir.
Kur’ân, onun doğumundan vefatına, kavmiyle mücadelesinden Allah’la münâcâtına kadar birçok safhayı anlatır. Bu anlatım, kronolojik değil, tematik ve hikmet merkezlidir. Zira Hz. Mûsâ’nın hayatı, zamanlar üstü bir ahlâkî haritadır.
Doğum ve İlâhî Koruma: Kaderin Sessiz Eli (Kasas 7–13, Tâhâ 39–40)
Hz. Mûsâ, bir bebek olarak dünyaya geldiğinde zulmün en karanlık dönemine doğmuştur. Firavun, erkek çocukları öldürmektedir. Annesine ilham edilir:
> “Onu suya bırak, korkma, üzülme.” Bu sahne, tevvekkülün ve ilâhî korumanın en çarpıcı örneğidir. Bir annenin çaresizliğiyle Allah’ın kudreti birleşince, bebek nehirde değil, kaderde yürür.
Medyen Yılları: Tevazu ve Hizmet Eğitimi (Kasas 22–28)
Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Mûsâ, istemeden bir adam öldürünce Medyen’e sığınır. Orada bir çoban olur. Zenginlikten yokluğa, saraydan çöle… Fakat Medyen, onun nefsini eğittiği ve hizmet ahlâkını öğrendiği bir mekteptir. Hz. Şuayb’ın yanında geçirdiği bu yıllar, ileride bir ümmeti taşıyacak omuzları kuvvetlendirir.
Tur Dağı ve Nübüvvet: Kelîmullah Olmak (Tâhâ 9–48, Kasas 29–35)
Allah, ona “Tur” dağında seslenir. Asa mucizesi, yedi beyza, Firavun’a gönderilişi…
> “Gidin Firavun’a, çünkü o azdı!” Bu davet, sadece Firavun’a değil, zulmün her şekline karşı ebedî bir çağrıdır. Hz. Mûsâ, bir peygamber olarak önce kendi korkusunu yener, sonra kavmini karanlıktan aydınlığa taşır.
Firavun’un inkârı, sihirbazlarla yüzleşme, denizin yarılması gibi sahneler, hak ile batılın çarpışmasını temsil eder. Hz. Mûsâ, zalime karşı konuşurken bile Rabbinin öğüdüne uyar:
> “Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır.” Kur’ân burada bize öğretir ki: Hakikat, kibirle değil, sabırla ve yumuşaklıkla taşınır.
Hz. Mûsâ’nın kıssasında en acı taraflardan biri, kendi kavminin nankörlüğüdür. Onlara deniz yarılır, kudret helvası iner, susuzlukta taş delinerek su fışkırır; yine de inkâr ve isyan eksik olmaz. Bu, bir önderin yalnızlığıdır. Hz. Mûsâ bazen dua eder, bazen öfkelenir, bazen sitem eder. Ama hiçbir zaman ümmetini terk etmez.
Hızır ile Yolculuk: Beşer Bilgisinin Sınırı (Kehf 60–82)
Hz. Mûsâ, Hızır ile yaptığı üç olaylık yolculukta kendi bilgisine sınır çizer. Kur’ân bu kıssa ile der ki:
> “Sadece bildiğine dayanma; her bilginin üstünde bir bilen vardır.” Hz. Mûsâ’nın bu kıssadaki hali, bilginin tevazu ile birleşmezse nasıl eksik kaldığını gösterir. Bu sahne, onun beşerî yönünü ve öğrenmeye açık kalbini vurgular.
Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın Genel Yeri: İnsani ve İlâhî Arasında Bir Köprü
Hz. Mûsâ’nın ismi Kur’ân’da 136 kez geçer. Onun kıssası sadece tarihî bir olay değil, bir ahlâk ve iman atlasıdır. O, hem ilâhî kudretin bir delili, hem de insani zaafların aynasıdır. Kur’ân onu bir kez değil, birçok surede, farklı bağlamlarda anlatır. Çünkü onun hayatı, farklı hâller için örnekler sunar: Zorbalığa karşı duruş, sabır, dua, gayret, öfke, tövbe, liderlik…
SONUÇ: BİR PEYGAMBERİN AYDINLIĞINDA YÜRÜMEK
Hz. Mûsâ, Kur’ân’da sadece bir kişilik değil, bir ahlâk okuludur. O, zalime karşı bir cesaret, kavmine karşı bir şefkat, hakikate karşı bir sadakat örneğidir. Onun kıssası bize şunu öğretir: Allah yolunda yürümek, mucize aramak değil; sabır, gayret ve teslimiyetle yürümektir.
Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın çokça zikredilmesi, onun peygamberlik hikmetinin sadece geçmişe değil, bugüne ve geleceğe de ışık tutması içindir. Her Firavun’a karşı bir Mûsâ, her karanlığa karşı bir Tur ışığı gereklidir.
ÖZET
Hz. Mûsâ, Kur’ân-ı Kerîm’in en çok adı geçen peygamberidir. Kıssası doğumundan vefatına dek birçok surede farklı boyutlarıyla ele alınır. Allah’ın koruması altında büyür, Medyen’de hizmet eğitimi alır, Tur’da vahiy alır, Firavun’a karşı mücadele eder, kavminin nankörlüğüyle sınanır ve Hızır’la yolculuğunda beşerî sınırlılığı öğrenir. Onun kıssası, zulme karşı direniş, ilme karşı tevazu ve kulluğa dair teslimiyet dersleriyle doludur. Kur’ân’da bu kadar geniş yer bulması, onun sadece tarihî değil, evrensel bir örnek oluşundandır. Hz. Mûsâ, hem bir öğretmen, hem bir yol gösterici, hem de insanın Rabbine doğru yürüyüşünde bir rehberdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Medih ve Zem İfadeleri: Hakikati Gösteren İki Ayna
Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ibadet rehberi değil; aynı zamanda insanın iç dünyasını şekillendiren bir eğitim ve terbiye kitabıdır. Bu ilahî kitap, insanı kemale erdirmek için hem medih (övme) hem de zem (yerme) ifadeleri kullanır. Medih ile insanın hangi davranış ve vasıflarla yüceleceğini, zem ile ise hangi hâl ve huylarla aşağıların aşağısına düşeceğini bildirir. Böylece insanın yol haritası çizilir; aydınlık ve karanlık, hak ve bâtıl ayrıştırılır.
Medih: Faziletin Yankısı
Kur’ân’da medhedilen kimseler, ahlaki kemâlata erişmiş, Allah’ın rızasına uygun bir hayat süren kimselerdir. Bu övgüler, insanı yüceltmekten ziyade bir örnekliği temsil eder.
Müminlerin özellikleri: “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler…” (Mü’minûn, 23/2) gibi ayetlerde iman ehlinin davranışları överek sunulur.
Sabredenler, sadıklar, mütevaziler, infak edenler, bağışlayanlar gibi birçok grup övgüyle anılır. Bu medihler, bir teşvik metodudur.
Muradifler (anlam benzerliği olan ifadeler):
Hamid (övülmüş), muhsin (güzel davranan), salih (iyi işler yapan), muttaki (takva sahibi) gibi kelimeler medih yüklü anlamlar taşır.
Zem: Hakikati Göstermek İçin Ayna
Zem ifadeleri ise insanı küçük düşürmek için değil, onun uyanmasına vesile olmak için kullanılır. Allah Teâlâ, Kur’ân’da bazı davranışları sert ifadelerle yermiştir.
Münafıklar: “Şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadır.” (Nisâ, 4/145)
Kibirlenenler, alay edenler, zalimler, yalanlayanlar hep zemmedilmiş; bu vasıflardan sakınmamız istenmiştir.
Muradifler:
Fâsık (yoldan çıkan), zâlim (haksızlık yapan), mütekebbir (büyüklenen), kezzâb (çok yalan söyleyen) gibi kelimeler zem yüklü terimlerdir.
Hikmet: Medih ve Zem’in Terbiye Edici Yönü
Kur’ân’ın bu iki yönlü hitabı, bir muvazene (denge) kurar. Sadece medih olsaydı, insan gaflete düşer; sadece zem olsaydı, ümidi kaybederdi. Lütuf ve azap, ödül ve ceza, teşvik ve tehdit birlikte zikredilir. Bu da insanın fıtratına hitap eden ilahi bir eğitim metodudur.
İbretlik Misaller
Firavun kibriyle zemmedilirken, Yusuf (a.s) iffetiyle medhedilir.
Ashab-ı Kehf, genç yaşta hakka bağlılıklarıyla anılır; Bel’am bin Bâurâ ilmiyle saptığı için ibretle anlatılır.
Bu örnekler bize şunu öğretir: Allah nazarında değer, şekle değil niyete ve ahlaka bağlıdır.
Sonuç ve Özet
Kur’ân-ı Kerîm’de medih ve zem, sadece ödül-ceza sistemi değil, aynı zamanda insanın neye yönelirse yükselip neye saparsa düşeceğini gösteren ilahi bir terbiye metodudur. Medih, bir model sunar; zem, bir uyarı taşır. Her biri birer ayna gibidir: biri bize ne olabileceğimizi, diğeri ne olmamamız gerektiğini gösterir. Bu dualite, insanın hakikate yönelişi ve ahlaken olgunlaşması için vazgeçilmezdir. Kur’ân’ın bu dengeli hitabını anlayan bir kalp, hem ümidi hem de korkuyu dengede tutarak sırat-ı müstakîm üzere yürür.
Makale Özeti:
Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan medih (övme) ve zem (yerme) ifadeleri ile bunların muradifleri incelenmiştir. Medih ifadeleri insanı yücelten ahlaki örnekleri teşvik ederken, zem ifadeleri kötü huy ve davranışlardan sakındırmayı hedefler. Her iki ifade biçimi de insanın ahlaki tekâmülünü sağlamayı amaçlayan bir ilahi terbiye yöntemidir. Kur’ân, bu yöntemle insanın iç dünyasını şekillendirir, ona doğru ile yanlışı gösteren bir ayna tutar.
İnsanoğlu, kendisine verilen nimetlerin sarhoşluğunda çoğu zaman kaynağı unutur. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, tekrar tekrar nankörlüğü (küfrân-ı nimet) büyük bir ahlâkî bozukluk olarak tanımlar ve bu davranışın dünyevî ve uhrevî sonuçlarına dikkat çeker. Nankörlük, sadece bir kalp hastalığı değil, aynı zamanda bir varoluş sapmasıdır.
Kur’ân’da Nankörlük ve Muradifleri
Kur’an’da nankörlük, doğrudan “küfr” (örtmek, inkâr etmek) kelimesiyle ifade edilir. Çünkü kişi, nimetin üzerini örter; onu veren Zât’ı inkâr edercesine unutur. Bazı ayetlerde “küfrân”, “cehûd”, “kezzeb”, “nasiye (unutma)” gibi kelimeler bu mânayı tamamlar.
Öne çıkan ayetlerden bazıları:
İbrahim Suresi, 7: “Eğer şükrederseniz elbette (nimetimi) artırırım; ama nankörlük ederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”
Nahl Suresi, 112: “Allah bir şehri misal verdi: Güvenli ve huzur dolu idi. Her yerden bolca rızık gelirdi. Ama onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah da açlık ve korku elbisesini onlara giydirdi.”
İnsân Suresi, 3: “Gerçekten biz ona yolu gösterdik; ister şükreder ister nankörlük eder.”
Adiyat Suresi, 6: “İnsan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.”
Bu ayetlerde görüldüğü gibi nankörlük, sadece dil ile yapılan bir hata değil; bir yaşam biçimi, bir tercihtir.
Nankörlüğün Tezahürleri ve Hikmetleri
Nankör insan, kendini merkeze koyar. Sahip olduğu her şeyi kendi çabasıyla kazandığını sanır. Oysa her nimet, bir emanettir; her başarı, bir imtihandır.
Kur’an’da Karun’un kıssası bu gerçeği çarpıcı biçimde anlatır. Karun, “Bu servet bana, bendeki bilgi sayesinde verildi” demişti (Kasas 28/78). Yani nimeti sahiplenmiş, onu veren Rabbi inkâr etmişti. Neticede yeri yarıldı ve Karun hazineleriyle birlikte yerin dibine geçti. İşte nankörlüğün sonu budur: Kendisini yutan bir çöküş.
Nankörlük sadece Allah’a karşı değil, insana karşı da olabilir. Ebeveyne, eşe, topluma karşı vefasızlık; yapılan iyiliği görmezden gelme; nimeti hak edilmiş gibi görme… Bunlar da Kur’an’ın kınadığı nankörlük çeşitlerindendir.
Nankörlükten Şükre Yolculuk
Kur’an’da nankörlüğün zıddı olarak şükür kavramı öne çıkar. Şükür, sadece “teşekkür” değil; nimeti veren Zât’ı tanımak, nimeti yerli yerince kullanmak, onu başkalarıyla paylaşmaktır. Şükür, insanı yüceltir; nankörlük ise alçaltır.
Lokman Suresi, 12: “Biz Lokman’a hikmet verdik: ‘Allah’a şükret!’ Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.”
Bu ayet, şükrün bir yük değil, insanın kendine yaptığı bir iyilik olduğunu gösterir. Şükürle insan, hem Rabbinin rızasını kazanır hem de nimetleri kalıcı hâle getirir.
İbretli Bir Hikaye: Unutan Adam
Bir adam yıllarca dua etmiş, sonunda bir evlat sahibi olmuştu. Çocuğu büyüyünce onu putperest yapmamak için dua eden adam, zamanla çocuğuna duyduğu aşırı sevgiden dolayı ibadetlerini terk etmeye başladı. Gün geldi, “Allah bana bu çocuğu verdi ama ben kazandım” demeye başladı. Sonunda çocuk onu terk etti; adam evlatsız ve yalnız kaldı.
Bu adamın hikayesi, modern çağın bir özeti gibidir. Ev, araba, kariyer, çocuk… Hepsi nimet. Ama bunlar kalbi Allah’tan uzaklaştırıyorsa, o nimetler aslında imtihan kılığında belalardır.
Makale Özeti:
Kur’an-ı Kerîm, nankörlüğü hem bireysel hem toplumsal bir bozulma olarak tanımlar. Nankörlük, nimeti veren Zât’ı unutmak, onu inkâr etmek ve nimeti amaç hâline getirmektir. Bu tavır insanı azaba götürürken; onun zıddı olan şükür, nimetleri çoğaltır, insanı yüceltir. Karun gibi nankörlerin kıssasıyla bu hakikat gösterilmiş; Lokman gibi şükredenlerle de hikmetin yolu öğretilmiştir. Netice olarak Kur’an, nimetin değil, nimeti verenin peşinden gitmemizi ister.
Tarihin dönüm noktaları sadece ordularla, krallarla değil; hakikati tanıyan, onu tasdik eden ve uğruna söz söyleyen sessiz şahitlerle yazılır. Varaka bin Nevfel işte o şahitlerden biridir.
Varaka Kimdir?
Varaka bin Nevfel, Hz. Hatice’nin amcasının oğludur. Mekke’de yaşayan, okuma yazma bilen ve Tevrat ile İncil’i incelemiş nadir insanlardandır. O, cahiliye çağında bile hak dini arayan ve Hristiyan olmuş, Hanif inanç üzere yaşamış bir kişidir. Allah’a şirk koşmayan, tevhide bağlı kalan, halk arasında bilgeliğiyle tanınan bir zattır.
Peygamber Efendimiz ile Olan Münevver Buluşma
Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk vahiy, Hira Mağarası’nda geldiğinde derin bir sarsıntı yaşamış ve titreyerek eve dönmüştü. Bu esnada onu en iyi anlayacak kişi, Hz. Hatice’nin tavsiyesiyle Varaka bin Nevfel olmuştu. Hatice validemiz onu Varaka’ya götürdüğünde, yaşananları dikkatle dinleyen Varaka, şöyle demişti:
> “Bu gelen, Musa’ya gelen Namus-u Ekber’dir (Cebrâil’dir). Keşke senin kavmin seni çıkarırken ben genç olsaydım.”
Resûlullah (s.a.v.) şaşkınlıkla sordu: “Onlar beni mi çıkaracak?” Varaka: “Evet! Zira senin getirdiğini getiren kimseye düşmanlık edilmiştir. Eğer o günlere yetişirsem, sana destek olurum.”
Ancak çok geçmeden Varaka vefat etti ve Peygamberimiz, onun için: “Onu cennette beyaz giysiler içinde gördüm.” buyurdu.
Varaka’nın İlmi ve Derinliği
Varaka, Hristiyanlığı hurafelerden arındırarak öğrenmiş, tahrife uğramış kitaplardan bile hakikatin izini sürebilmişti. Tevrat ve İncil’de müjdelenen “son peygamber”in sıfatlarını tanıyordu. Bu yüzden, gelen ilk vahyin mahiyetini anlayabilecek yegâne kişi oydu. Onun ilmi, sadece bilgi yığını değil; basiretli bir iman arayışının meyvesiydi.
Hikmet ve İbret: İlk Tasdik, İlk Şahitlik
Varaka bin Nevfel, Resûlullah’a ilk iman eden ve peygamberliğini tasdik eden kişilerdendir. Henüz açık bir tebliğ yokken, vahyin henüz ürkek ilk adımları atılırken, o karanlıkta ışığı görebilen bir basiret sahibiydi.
O, ne büyük servetler kazandı, ne uzun uzun yaşadı; ama tarihin en büyük hakikatine ilk şahitlik etme şerefine nail oldu. Bugün bizlerin imanla kavradığı hakikate, o daha ilk anda iman etmişti.
Sessiz Kahramanların Sesi
Varaka, gölgede kalmış ama hakikatin parlayan yıldızlarından biridir. Onun hayatı, bize şunu hatırlatır:
> İlim, hakikati tanımak içindir. Hakikati tanıyanlar ise her çağda ve her coğrafyada, sessiz ama derin izler bırakırlar.
Özet:
Varaka bin Nevfel, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu olup, Tevrat ve İncil’i bilen, hak dini arayan ve tevhide bağlı yaşayan bir hanifti. Peygamber Efendimiz’e ilk vahiy geldiğinde onu ilk tasdik edenlerden oldu. Cebrâil’i tanıdı, peygamberliği anladı ve destek vermek istedi. Kısa süre sonra vefat etti. Hadislerde onun cennet ehli olduğu bildirildi. İlmiyle, basiretiyle ve sadakatiyle hakikatin ilk şahitlerinden biri olarak örnek bir şahsiyet olarak tarihe geçti.
BİR HAKİKATİN TANIĞI: BUHEYRA-İ RAHİB VE SON NEBİ’NİN GELİŞİ
Tarih bazen bir insanın kalbinde saklanır. Bir hakikatin yankısı ise, uzak dağlardan değil, sessiz bir manastırdan yükselir. Buheyra, işte o yankının ilk tanığıdır.
Buheyra Kimdir?
Buheyra, Şam civarında Busra kasabasında yaşayan bir Hristiyan rahibidir. Gerçek isminin “Sergius” veya “Georges” olduğu bazı kaynaklarda geçer. “Buheyra” ismi, Arapçadaki “küçük deniz” anlamına gelen “buhayra” kelimesinden türemiştir; lakap olarak kullanılmıştır. Rahip Buheyra, zühd ve takva sahibi, İncil’i iyi bilen ve gelecek peygamberin vasıflarını kitaplardan tahkik etmiş bir âlimdir.
Bir Kervan, Bir Çocuk ve Bir Tanıklık
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) 12 yaşındayken, amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam taraflarına ticaret amacıyla bir yolculuğa çıkar. Kervan, Busra yakınlarına geldiğinde Buheyra’nın dikkatini çeken olağanüstü bir durum yaşanır: Bulut, küçük bir çocuğu gölgelemektedir. Ve kervan konakladığında, bir ağacın gölgesi adeta çocuğa doğru eğilir. Buheyra, kalbindeki işareti anlar; aradığı “son peygamber”in alametlerini görmek üzeredir.
Rahip, kervandakilere yemek ikram eder ve özellikle çocukla konuşmak ister. Peygamberimizle yaptığı konuşmalar neticesinde, sırtındaki “nübüvvet mührünü” de görür. Ardından amcası Ebû Tâlib’e şu sözleri söyler:
> “Bu çocuk büyük bir geleceğe sahiptir. O, beklenen peygamberdir. Yahudiler onun gelişini biliyorlar. Şayet fark ederlerse zarar verebilirler. Bu yüzden onu hemen geri götürmelisin.”
Bu uyarı üzerine Ebû Tâlib, Peygamber Efendimiz’i Şam’a varmadan geri döndürür.
Buheyra’nın İlmi ve Hakkı Teslimi
Buheyra, Hristiyan bir âlimdi. Ancak diğer din âlimlerinden farkı, kalbini hakikate kapatmamasıydı. Onun için kavim, ırk, din değil; gerçek ve gelen vahiy önemliydi. Tevrat ve İncil’deki işaretlerden hareketle, beklenen peygamberin sıfatlarını tanıyacak kadar derin bir ilme sahipti. O, Resûlullah’ı görünce hiç tereddüt etmeden tanıdı, iman etti. Rivayetlerin çoğu, onun içten içe iman ettiğini, ama açıklamadığını bildirir. Bazı kaynaklarda sonradan imanını açıkladığına dair zayıf bilgiler de bulunur.
Hikmet ve İbret: Hakkı Tanıyan Bir Kalbin Sessizliğidir
Buheyra’nın hikayesi, sessiz ama derin bir tanıklık hikayesidir. O, görünüşte sahneye çıkmadı, uzun konuşmalar yapmadı, büyük şehirlerde davetler vermedi. Ama onun kalbinde saklanan ilim ve teslimiyet, Resûl-i Ekrem’in daha çocukken korunmasına vesile oldu.
İbret şudur: Bir kişi bile, eğer kalbini hakikate kapatmamışsa, Rabbinden gelen nuru görebilir. Buheyra, hem o nuru gördü, hem tanıdı, hem de zarar gelmemesi için elinden geleni yaptı.
Sonuç ve Mesaj
Buheyra-i Rahib, kitap ehli bir âlim olarak, sadece bilgisiyle değil, basiret ve takvasıyla da tarihe geçti. Onun gözünden süzülen bu tanıklık, Kur’an’ın “Ehli Kitap’tan bir kısmı vardır ki, hakikati bilir ve saklamaz” mealindeki ayetlerinin de canlı bir delilidir.
Bugün bizler için de mesaj açık: Bilgi, ancak kalp ile birleştiğinde basirete dönüşür. Ve o basiret, bazen bir çocuğu tanımak, bazen de tarihin seyrini değiştirmek kadar büyüktür.
Özet:
Buheyra-i Rahib, Şam yakınlarındaki Busra’da yaşayan bir Hristiyan âlimidir. İncil’den öğrendiği bilgilerle, beklenen peygamberin vasıflarını biliyordu. Peygamberimiz 12 yaşındayken karşılaştığında onu tanıdı, sırtındaki nübüvvet mührünü gördü ve onu korumak için amcasını uyardı. İman ettiği rivayet edilen Buheyra, hakikati tanıyan bir kalbin sessiz ama derin tanıklığını temsil eder. Onun hikâyesi, hakikatin peşinde olanlar için bir örnek, gaflet içinde olanlar için bir uyarıdır.
“Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın! (Evet) Allah’a itaatsizlikten sakının; şüphesiz Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır. Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten yoldan çıkmışlardır. Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Muratlarına erecek olanlar ancak cennetliklerdir.” ( Haşir. 18-20 )
*********
“Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşir, 59/19)
İnsan, hafızasıyla değil, hatırladıklarıyla yaşar. Unutmak ise bazen bir nimet, bazen büyük bir imtihandır. Fakat en korkunç unutuş, insanın Rabbini unutmasıdır. Zira Allah’ı unutan bir kimse, zamanla kendi hakikatini, yaratılış gayesini, ruhunun ihtiyaçlarını ve ebedî yolculuğunu da unutur. Bu yüzden Kur’ân bize şu ibretli uyarıyı yapar: Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!
Peki, “Allah’ın kendilerini unutturduğu” ne demektir?
Bu ifadedeki incelikli mânâ, Allah’ın o kişilere kendilerini tanıma, anlamlandırma ve sorumluluklarını idrak etme melekesini kaybettirmesidir. Kalpleri mühürlenmiş, vicdanları körelmiş, hayatı sadece dünya menfaatinden ibaret sanan bir hâle gelirler. Onlar artık sadece nefislerinin emrindedir; fıtratları ile irtibatları kesilmiş, iç dünyalarında bir çöküş başlamıştır. Böylece kendi hakikatlerinden uzaklaşırlar. Beden olarak yaşarlar ama ruhen ölüdürler.
İnsanın Kendini Unutması Ne Demektir?
Kendini unutmak, insanın Allah ile olan bağını koparmasıyla başlar. Oysa insan, Allah’ın esmâsının bir aynası, İlâhî bir sanat eseri, ruhunda sırlar taşıyan bir emanettir. Allah’ı unutan kişi, bu ilâhî emaneti tanımaz. Ne için yaratıldığını, kim olduğunu, nereye gittiğini sorgulamaz. Kendini sadece bir “et ve kemik yığını” sanır; nefsinin esiri olur, heveslerini hayatının pusulası zanneder. Bu da onu varlık gayesinden uzaklaştırır.
İnsanın kalbi, Allah’ın zikriyle hayat bulur. Kalp bu zikri kaybettiğinde ise yönünü şaşırır. Nefis, kibir, tamah, şehvet ve gaflet gibi karanlıklar kalbi sarar. Böyle bir insan, artık kendi iç sesini dahi duyamaz hâle gelir. Vicdanı konuşmaz, ruhu feryat eder ama o işitmez. Çünkü artık kendini unutmuştur; asıl benliğini, ruhunun derinliğini, İlâhî çizgisini kaybetmiştir.
Tarihten Bir Misal: Karun’un Unutuşu
Karun, bir zamanlar ilimle tanınan biriyken, servete boğulunca Rabbini unuttu. “Bu bana ilmim sayesinde verildi” dedi. O kadar kendini unuttu ki, nihayetinde servetiyle birlikte yerin dibine gömüldü. Allah’ı unutmanın ve bunun sonucu olarak benliğini yitirmiş olmanın ibretli bir misalidir Karun. Kendini unutmuş, kendini sahip zannetmiş ve ebedî hüsrana uğramıştır.
Kurtuluş Nerededir?
Kurtuluş, Allah’ı hatırlamakta, O’na yönelmekte ve kendi hakikatimize dönmektedir. Zikir, tefekkür, ibadet, dua ve Kur’ân ile beslenen bir hayat, insanın kendini unutmamasını sağlar. Kendi ruhunu tanıyan insan, başkalarına da ışık olur. Çünkü Allah’ı bilen kendini bilir; kendini bilen de ne için yaratıldığını idrak eder.
Sonuç Olarak…
Kendini unutan insan, sadece dünya hayatını kaybetmez; ebediyetini de kaybeder. Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. Allah’ı unutmak, karanlığa yürümektir. O karanlıkta insan, kendini bile göremez hâle gelir. İşte bu yüzden Rabbimiz, bizi en derin felâketten uyarıyor: Allah’ı unutmayın ki, kendinizi unutmayasınız!
—
Özet:
Haşir Suresi 19. ayetinde geçen “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler” ifadesi, kişinin Rabbine yabancılaştıkça kendi hakikatinden uzaklaşmasını ifade eder. Böyle bir insan, yaratılış gayesini, iç dünyasını, sorumluluğunu ve ebedî hayatını unutur. Bu hâl, ruhun körleşmesi, kalbin kararması ve vicdanın susturulmasıdır. Kurtuluş ise Allah’ı hatırlamak, zikretmek ve kendini O’nun nuruyla tanımaktır.
YÜKSELEN SÖZLER VE AMELLER: KALPTEN ARŞA GİDEN YOLCULUK
“Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki, izzetin tamamı Allah’a aittir. Güzel sözler (kelime-i tayyibe) O’na yükselir, salih amel ise onu yükseltir. Kötü işler çevirenlere ise çetin bir azap vardır; onların tuzağı boşa çıkar.” (Fatır, 35/10)
İnsan izzet arar, şeref ister, yücelik peşindedir. Fakat çoğu zaman bu izzeti makamda, parada, güçte ya da alkışta arar. Oysa Kur’ân, asıl izzetin kaynağını apaçık ilan eder: İzzetin tamamı Allah’a aittir! Ve bu ilâhî izzete ulaşmanın yolu da yalnızca iki şeyden geçer: Kelime-i Tayyibe ve Salih Amel.
Peki nedir bu “kelime-i tayyibe” ve onu yükselten “salih amel”? Bu iki kavram neden bu kadar kıymetlidir? Ve nasıl “yükselir”?
Kelime-i Tayyibe Nedir?
Kelime-i Tayyibe, özü doğru, niyeti halis, manası temiz, kalpten çıkan ve Allah’a yönelen sözlerdir. En yücesi La ilahe illallah olan bu güzel söz, bir ruh gibidir. Tevhid, zikir, dua, hamd, şükür, tesbih, istiğfar ve bütün güzel sözler bu kategoriye girer. Ama sadece söz olarak değil; samimiyetle, ihlasla söylenirse değer kazanır.
Kur’ân’da bu güzel söz, kökü sabit, dalları göğe ulaşan bereketli bir ağaca benzetilir. Çünkü bu söz, insanın kalbine kök salar; niyetini arındırır, yönünü belirler. Fakat her kelime-i tayyibe Allah’a ulaşmaz. Zira kelimenin yükselişi, ancak onunla birlikte yükselen salih amel ile mümkündür.
Salih Amel Onu Nasıl Yükseltir?
Bir sözün Allah katına ulaşması için, kalpten çıkması ve davranışlarla desteklenmesi gerekir. Yani salih amel, kelime-i tayyibenin kanadıdır. İhlâsla yapılan namaz, sadaka, yardım, dürüstlük, merhamet, sabır ve her türlü hayır; güzel sözü göğe taşıyan bir asansör gibidir.
Bir insan günde yüz defa “Allah’ım seni seviyorum” dese ama davranışları tam tersini gösterse, bu söz Allah katında bir değer ifade etmez. Ama bir başka kişi az konuşur, çokça ihlasla amel ederse, onun az sözü çok kıymet kazanır. Çünkü söz, ancak amel ile kemale erer.
Yükselişin Yolu: Kalpten Arş’a
Kur’ân’ın bu ayeti, bizlere dua, zikir ve tevhidin ne kadar değerli olduğunu öğretirken, bir yandan da sadece sözle yetinmenin yetersizliğini gösterir. “Benim kalbim temiz” demekle temiz kalınmaz. Temizlik, amel ile isbatlanır. Dillerde dönen güzel sözler, eğer ihlasla, gayretle, güzel fiillerle desteklenmezse yerinde sayar. Ama amel ile desteklenirse, o söz arşa kadar yükselir. İşte bu, bir insanın Allah katında değer kazanmasının en sade ama en derin yoludur.
Tuzağı Bozulanlar: Kötülük Peşindekiler
Ayetin sonunda, kötülükle hile kuranların akıbetine de dikkat çekilir. Onlar, Allah’a karşı mücadele edercesine bir hayat kurarlar. Planları kötülük üzerinedir. Fakat bu tuzaklar, sonunda kendi başlarına döner. Çünkü Allah, hakikati gözetir. Hakikate karşı kurulan her plan, Allah’ın adaletiyle yerle bir olur. Güzel söz ve amel yükselirken, hile ve günah çöker.
Sonuç: İzzet ve Yücelik Arayanlar İçin Rehber
Her insan bir izzet peşindedir. Kimi yanlış yolda arar, kimi doğru yolda. Kur’ân bize bu izzeti kazanmanın şaşmaz yolunu gösterir: Güzel söz + Salih amel = İlâhî yükseliş.
Allah katında yükselmek, kalbin temizliğiyle ve amelin doğruluğuyla olur. Zira Allah, sadece sözlere değil, niyetlere ve gayretlere de bakar. O hâlde biz de dilimizi güzel sözlerle süsleyelim, hayatımızı da o sözlerin şahidi olan salih amellerle donatalım.
Özet:
Fatır Suresi 10. ayet, gerçek izzetin yalnızca Allah’a ait olduğunu, bu izzete ulaşmanın yolunun ise kelime-i tayyibe (güzel söz) ve salih amelden geçtiğini bildirir. Güzel sözler tek başına değil, amel ile desteklenirse Allah katına yükselir. Samimiyetsiz sözler ise değer kazanmaz. Ayet ayrıca, kötü planlar kuranların tuzaklarının bozulacağını ve ağır bir azaba uğrayacaklarını haber verir. İzzet arayan insan için bu ayet, hem bir uyarı hem de bir kurtuluş reçetesidir.
İZZETİN KAYNAĞI: KUR’ÂN’DA İZZET KAVRAMI VE HİKMETİ
“İzzet yalnızca Allah’a, Peygamberine ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmezler.” (Münâfikûn, 8)
İnsanlık tarihi boyunca izzet, yani onur, şeref, yücelik ve saygınlık, aranan en kıymetli değerlerden biri olmuştur. Kimileri bu değeri tahtta, servette, makamda aramış; kimileri hakikatte, kullukta, sadakatta bulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, izzetin mahiyetini, gerçek kaynağını ve izzeti arayanların izlemesi gereken yolu belirler. Bu kavram, sadece dünyevî bir şeref değil, aynı zamanda uhrevî bir değer, Allah katında bir mevki ifadesidir.
İzzet Nedir? Kur’ânî Anlamı ve Muradifleri
İzzet (عِزَّة) kelimesi Arapça asıllı olup sözlükte; “güç, onur, yücelik, üstünlük, başkalarına galebe çalma ve karşı konulmazlık” anlamlarına gelir. Kur’ân’da “izzet” kelimesi türevleriyle birlikte yaklaşık 17 yerde geçer. Genellikle şu anlamlara gelir:
Yücelik ve Üstünlük
Şeref ve Saygınlık
Güç ve Kuvvet
Mağlubiyeti reddetme, zilleti kabul etmeme
Muradifleri (eşanlamlıları) arasında şunlar yer alır:
Şeref (كرامة)
Celâl (جلال)
Kuvvet (قوة)
Saltanat (ملك)
Heybet (رهبة)
Ancak “izzet” bu kelimelerden farklı olarak hem kalbî bir vakar, hem de dıştan görülen bir otorite ifadesidir. En önemlisi de, izzet “özde” bir değerdir; görüntüde değil.
Kur’ân’da İzzetin Kaynakları
Kur’ân-ı Kerîm izzeti üç temel kaynağa bağlar:
Allah’a Ait İzzet
> “İzzet bütünüyle Allah’a aittir.” (Fâtır, 10)
Allah izzetin asıl ve mutlak kaynağıdır. Her izzetli varlık O’nun izniyle izzet bulur. O’nun izni olmadan hiç kimse ne gerçek şerefe ne de ebedî bir güce sahip olabilir.
Peygamber ve Mü’minlere Ait İzzet
> “Oysa izzet Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerindir.” (Münâfikûn, 8)
Gerçek izzet, Allah’a bağlılıkta ve Resûl’e ittibâda gizlidir. Bir mümin, toplumun gözünde zayıf, fakir veya mazlum olabilir ama Kur’ân ona izzet sahibi der. Çünkü onun izzeti, Hakk’a dayanır.
Dünyevî İzzet Arayışı ve Aldanış
> “Onlar müşrikleri dost edinerek izzet mi arıyorlar? Oysa izzet tümüyle Allah’a aittir.” (Nisâ, 139)
Allah’tan başkasında izzet aramak, aslında zillete kapı açmaktır. Zira insanlar ne kadar güçlü olursa olsun, Allah dilemedikçe bir sineğe bile galip gelemezler.
İzzet ve Zillet Arasındaki İnce Çizgi
Kur’ân’da “izzet” genellikle “zillet” (aşağılık, horluk) zıddıyla birlikte düşünülür. İzzet, kendini büyük görmek değil; Allah karşısında boyun eğip kullar karşısında izzeti muhafaza etmektir. Hz. Ömer’in meşhur sözü bu hakikati vecizce anlatır:
> “Biz izzeti İslam’da bulduk. Başka bir şeyde izzet ararsak, Allah bizi zelil eder.”
İzzeti Kaybedenler: Şekile yönelik Gurur, Özde Zillet
Kur’ân’da Firavun, Karun ve Ebu Cehil gibiler, izzeti güce, mala ve kibre dayandırmışlardır. Ama bu izzet zannedilen şey, sahte bir kibir perdesinden ibarettir. En sonunda bu sahte izzetleriyle birlikte zillete gömülmüşlerdir.
Bugün de dünyada geçici makamlar, güçler, şanlar izzet gibi görünse de, hakiki izzeti ancak Allah’a kul olanlar kazanır. Çünkü izzetin özü, bağlılıkta ve sadakatte gizlidir.
İzzetli Bir Kul Olmak: Şerefli Bir Yolculuk
Gerçek izzet, kişinin Allah’a olan itimadıyla başlar. Kalbinde iman taşıyan bir mümin, insanlardan değil Allah’tan korkar. İnsanların övgüsüne değil, Allah’ın rızasına taliptir. Bu hal, ona vakar, sükûnet, cesaret ve özgüven verir. O kişi artık ne makamla büyür, ne de düşmekten korkar. Çünkü bilir ki izzetin kaynağı halk değil, Hakk’tır.
Sonuç: Hakiki İzzet Nerededir?
İzzet ne diplomanın, ne servetin, ne de şöhretin içindedir. O, yalnızca Allah’ın huzurunda baş eğen kalplerin içindedir. Kur’ân bize bu hakikati fısıldar: Allah’a yönelin; izzet oradadır. Resûl’e bağlanın; şeref ondadır. Salih müminlerle olun; yücelik oradadır.
Zira kim Allah’ın izzetiyle yücelirse, artık düşmez. Kim Allah’tan başkasında izzet ararsa, eninde sonunda zelil olur.
Özet:
Kur’ân’da “izzet”, onur, yücelik ve güç anlamına gelir. Bu kavram, yaklaşık 17 yerde geçer ve temel anlamıyla sadece Allah’a ait olduğu vurgulanır. Mü’minler izzeti yalnızca Allah’ta aramalı; dünya malı, makam veya insanlardan değil, iman ve sadakatten güç almalıdır. İzzet; hem dünyada vakar, hem de ahirette yüceliktir. Allah’a kul olan izzet bulur, kuldan medet uman ise zillete düşer.
SÖMÜRÜNÜN İNCE ZİNCİRİ: FAİZİN HARAM KILINIŞINDAKİ HİKMET
“Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı.”
(Bakara, 275)
İnsanlık, tarih boyunca alışveriş ve kazanç yollarıyla geçimini sağlamış; karşılıklı rızaya dayalı ticaret medeniyetleri ayağa kaldırmıştır. Ancak bu medenî sistemin içine sinsi bir ur gibi giren bir uygulama, bireyi ve toplumu zehirlemiştir: faiz… Kur’ân, faizi yasaklarken sadece ekonomik bir işlemden değil, insan onuruna karşı işlenen bir cürümler zincirinden bahseder. Faiz, görünürde basit bir “fazlalık” gibi dursa da, aslında bir zulmün, sömürünün ve ahlaki çöküşün simgesidir.
Faiz Nedir? Neden Haram Kılınmıştır?
Faiz (Ribâ): Aynı cins malların, misli misline ve zamanla artarak, karşılıksız biçimde fazlasıyla geri alınmasıdır. Klasik fıkıhta bu, özellikle cinsi cinsine ve misli misline olan mallarda (altın-altın, buğday-buğday, para-para gibi) artışla yasaklanmıştır.
Faizin haram oluşundaki temel neden, haksız kazanç olmasıdır. Faizli işlemde, biri hiçbir emek ve risk üstlenmeden kazanç sağlarken, diğeri sadece borçlandığı için artan yük altına girer. Bu, İslam’ın temel değerlerine –adalet, merhamet, kardeşlik ve yardımlaşma– aykırıdır.
Kur’ân bu konuda çok net ve ağır ifadeler kullanır:
> “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve faizin kalanını terk edin… Böyle yapmazsanız, Allah ve Resûlü tarafından size açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara, 278-279)
Misli Misline ve Cinsi Cinsine Artışın Hikmeti
İslâm’ın faiz yasağı, sadece sonuca değil, sebebe ve yapıya da bakar. Misli misline artış; ticaretin karşılıklı fayda esasını bozar. Cinsi cinsine artışta ise, eşit gibi görünen mallar, içten içe dengesiz bir sistem kurar. Bu durum, özellikle temel ihtiyaç maddeleri üzerinde spekülatif kazançlar doğurur. Bir örnekle açıklayalım:
Bir kişi, 100 birim buğdayı borç verir, bir ay sonra 110 buğday geri alırsa; bu emeksiz bir artıştır.
Oysa ticarette, bir malı satarken fiyat farklılığı olabilir; çünkü risk, emek, zaman, maliyet devrededir. Ama faizde, sadece zamanla gelen bir kazanç vardır. Bu zaman, faizci için bir “bekleyiş”, borçlu içinse “batış” sürecidir.
Faizin Toplumsal ve Ahlaki Yıkımı
Zenginle fakir arasındaki uçurumu artırır.
Faiz, zaten parası olanın, olmayan üzerinden kazanmasıdır. Bu sistemde zengin sürekli büyür, fakir ezilir. Zenginlik ve fakirlik sabitlenir, adalet yok olur.
İnfak ve yardımlaşma ruhunu öldürür.
Faizci, parayı muhtaç olana vermek için değil, kazanmak için verir. Bu, zekâtı, sadakayı ve gönül bağlarını çökertir.
Merhameti çıkarcılığa çevirir.
İnsanlar birbirine “yardım etmek” için değil, “kazanç sağlamak” için yaklaşır. Kalpler karışır, toplum robotlaşır.
Ekonomiyi sahte büyümeye iter.
Faize dayalı sistemler balon gibi şişer ama içi boştur. Küresel krizlerin temelinde hep faizli kredi balonları yatar.
İslam’ın Alternatifi: Karz-ı Hasen ve Paylaşım Ekonomisi
İslam, faizin yerine “karz-ı hasen” yani güzel borç verme anlayışını koyar. Bu borç, geri alınmak üzere verilir ama fazlası istenmez. Bu, Allah için yapılan bir iyiliktir ve karşılığı Allah’tan beklenir.
Ayrıca İslam ekonomisi; ortaklık (mudarabe, muşaraka), zekât, sadaka ve vakıf gibi birçok adil dağılım mekanizması ile kapitalist sömürüye karşı vicdana dayalı bir denge sunar.
Faizle Kazanç Mı, Kayıp Mı?
Dışarıdan bakıldığında faiz, “garanti kazanç” gibi görünür. Ama Kur’ân bu kazancı “Allah katında yok edilmiş bir artış” olarak nitelendirir:
> “Allah faizi mahveder, sadakaları ise bereketlendirir.” (Bakara, 276)
Yani faizle gelen para, bereketsizdir; huzursuzluk getirir. Sadaka ile verilen ise az da olsa bereketlidir, kalbi ferahlatır.
Bugünün Dünyasında Faizin Sonuçları
Günümüzde bireyler, devletler hatta ülkeler faiz zinciriyle bağlanmış durumdadır. Yoksul ülkeler, borç aldıkça daha da yoksullaşmakta; bireyler kredi kartı, ihtiyaç kredisi gibi sistemlerle hayat boyu borç ödemektedir. İnsanlar “yaşamak için borçlanmak” zorunda bırakılmıştır.
İşte İslam, bu zinciri kırmak ister. Faizi yasaklamakla yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir değişim yapar.
Sonuç: İzzetli Kazanç, Zulümsüz Ekonomi
Faiz, görünürde kolay ve kazançlı bir yol gibi durur; ama hakikatte bir başka insanın teri üzerinden servet üretmektir. Oysa İslam, kazancı; alın terine, riske, emeğe ve ticaretin hakkaniyetli esaslarına bağlar. İzzetli bir kazanç için yol; faizden değil, sadakatten, emekten ve infaktan geçer.
Özet:
Faiz, aynı cins ve misli mallar üzerinde haksız artış sağlayan bir işlemdir. Kur’ân, bu artışı zulüm sayarak faizi haram kılmıştır. Çünkü faiz, emeği olmayan bir kazanç, yardımlaşma yerine sömürü, bereket yerine kriz getirir. İslam, faizin yerine karz-ı hasen ve paylaşım esaslı sistemler koyar. Faizli kazanç, görünüşte büyüme ama hakikatte çöküştür. Gerçek kazanç; ahlaka, adalete ve Allah’a kul olmaya dayalı olan kazançtır.
KAYBETMEDEN ANLAYAMADIĞIMIZ NİMETLER: YA OLMASAYDI?
Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini kaybettigimizde veya kaybedenleri gördüğümüzde anlıyoruz. Birde pek bir ücret ödemeyip kolay gibi sahip olduğumuzdan pek kıymetlerini anlıyamamaktayız. Peki ya bunlar olmasaydı? Mesela, Gözlerimizin olmadığı bir dünya, Kulaklarımızın olmadığı bir alem, Konuşma ve tat alma duygusunun olmadığı bir insan ve insanlık nasıl olurdu? Böyle bir dünya ve alem tasavvur edilebilir mi? Düşünülmesi bile ürpertiyor, değil mi?
*******
“Ve sizi işitme, görme ve kalpler ile donattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (Secde, 9)
İnsan, çoğu zaman sahip olduğu nimetlerin farkına varmaz. Ta ki ya onları kaybeder, ya da onları hiç tadamayanlarla karşılaşır. İşte o zaman başlar iç hesaplaşma… “Ne büyük bir nimetin içindeymişim de farkında değilmişim!” cümlesi, en çok geç kalan fark edişlerin feryadıdır.
Bugün, her sabah gözünü açabilen, kuşların sesini duyabilen, sevdikleriyle konuşup gülebilen bir insan, aslında sayısız nimetin içindedir. Fakat bunların çoğu ona karşılıksız, çabasız, bedelsiz verilmiştir. Ne görme duygusu için sınavdan geçmiştir, ne konuşma kabiliyeti için bedel ödemiştir. Bu sebeple, sahip olduklarının kıymetini çoğu zaman idrak edemez.
Ya Gözlerimiz Olmasaydı?
Düşünün… Gözleriniz yok. Sabah olduğunda güneşi göremiyorsunuz. Sevdiklerinizin yüzü, çiçeklerin renkleri, bir kitabın harfleri sizin için yok. Karanlık bir dünyadasınız. Hayat, yalnızca seslerden ve dokunuşlardan ibaret.
Görmek, hayatı okumaktır. Renklerin diliyle konuşan bir âlemdir dünya. Ve bu dili çözebilenlere, Rabbini gösteren bir delildir her şey. Gözlerimiz, Allah’ın “Basîr” isminin tecellisidir. Gözsüz bir dünya, hayretin, güzelliğin ve hikmetin üstünü örten bir karanlık olurdu.
Ya Kulaklarımız Olmasaydı?
Ya hiç duymamış olsaydık? Bir annenin ninnisi, Kur’ân’ın sedası, yağmurun sesi, ezan, kuş cıvıltısı… Hepsi bir hiç. İnsan, bir çığlık atsa bile kendi sesini bile duyamayacak.
Kulak, kelimelerin kalbe ulaştığı kapıdır. Müzik, konuşma, bilgi ve dostluk hep buradan geçer. Ve duymayan bir kalp, dış dünyayla arasına görünmeyen bir duvar örer. İşte bu yüzden, işitme duyusu sadece fiziksel değil, manevî bir bağın da aracısıdır.
Ya Konuşamasaydık?
Düşünceleriniz var ama anlatamıyorsunuz. Sevdiklerinizle dertleşemiyor, duygularınızı ifade edemiyor, bir derdinizi söyleyemiyorsunuz. İçinize akıtılmış bir hapislik…
Konuşmak, sadece kelimeleri dizmek değil; iletişim, teselli, nasihat ve muhabbet demektir. “Dil bir nimettir” derken sadece iletişimi değil, gönülleri birbirine bağlayan köprüyü kastediyoruz. Konuşmamak, yalnızlığın içinde sesini kaybetmektir.
Ya Tat Alma Duyumuz Olmasaydı?
Sadece açlığı bastırmak için yemek yediğinizi düşünün. Tat, lezzet, aroma, hepsi yok. Bal ile sirkenin farkı kalmamış. Bayram şekeriyle ilaç eşit hale gelmiş. Hayatın renklerinden biri daha silinmiş…
Tat almak, sadece damakta değil; şükürde, neşede ve sofrada gizlidir. Lezzet, sadece mideyi değil, kalbi de besler. Tat alma nimeti olmadan dünya daha “boş”, daha “yavan” olurdu.
Neden Fark Edemiyoruz?
Çünkü kolayca sahip olduk. Çünkü elimizden alınmadı. Çünkü alıştık. Ama alışmak, unutmak olmamalı.
İşte bu yüzden Kur’ân tekrar tekrar “Az da olsa şükredin” der. Çünkü insan, şükretmedikçe kaybetmeye başlar. Gafletin karanlığı, nimetleri gözden siler. Oysa bir an olsun gözlerimiz görmese, kulaklarımız duymasa, dilimiz konuşmasa… işte o zaman ne büyük hazineleri yitirdiğimizi anlayacağız. Ama o zaman, belki de geç olacak.
Sonuç: Her Gün Bir Teşekkür Borcu
Sahip olduğumuz her nimet, bize verilmiş bir emanet. Göz, kulak, dil ve tat duyusu… Hepsi bize verilmiş ama bizden bir şükür, bir farkındalık ve bir tevazu bekliyor. Her sabah gözümüzü açtığımızda, bir çocuğun sesiyle tebessüm ettiğimizde, sevdiklerimize “seni seviyorum” diyebildiğimizde içimizden “Elhamdülillah” diyelim.
Çünkü bu nimetler olmasaydı, sadece hayat değil; biz de eksik kalırdık.
Özet:
İnsan, sahip olduğu göz, kulak, konuşma ve tat alma gibi nimetlerin kıymetini çoğu zaman onları kaybedince anlar. Çünkü bu nimetler kolay ve bedelsiz verilmiştir. Gözsüz bir dünya karanlık, kulaksız bir âlem sessizlik, dilsiz bir insan içe hapsolmuşluk, tatsız bir hayat renksizliktir. Bu nimetlerin yokluğu, varlıklarının ne kadar büyük olduğunu gösterir. Bu yüzden her gün, bize verilen bu değerli hediyeler için şükretmek gerekir.
Secdeye Layık Olanlar ve Fesada Saplananlar: İki Kutbun Hikâyesi
Melekler insana değil, Hz. Ademe secde etmişlerdir Allah’ın meleklere emrettiği insan, insanlığın babası olan Hz. Ademdir. O halde hangi insanlar bu kapsamdadır? Veya hangileri değildir? Elbette yer yüzünde fesad çıkaracak ve kan dökecekler değildir. İşte dünya bu iki farklı kutbun ayrıştırıldığı yerdir. Secde edilenler ve fesad çıkarıp kan dökenler.
********
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bir sahne vardır ki, insanlık tarihindeki en kritik ayrımı içinde barındırır. Allah, meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emreder. Bu secde, elbette tapınma değil, bir tazim ve takdir ifadesidir. Çünkü Âdem, insanlığın özü, Allah’ın ilimle donattığı halifesidir. Melekler bu ilâhî emre boyun eğer; yalnızca şeytan isyan eder ve secdeden kaçar.
Buradaki derin sır şudur: Meleklerin secde ettiği “insan” sıradan bir varlık değil, yeryüzünde Allah’ın halifesi olacak ilim ve hikmetle donanmış, ruhuna ilâhî nefha üflenmiş, fıtratı tertemiz olan bir modeldir. Yani, secde edilen insanlık; yaratılışındaki yüceliği muhafaza eden, kendini bozmayan ve nefsine teslim olmayan insandır. Yani Rabbimizin;“Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” (Bakara. 30)
Ama meleklere bu emrin verildiği anda onlar bir soru sorar: “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” Bu sual, insanlığın iki yönünü ifşa eder: Yüceliğe lâyık olan yönü ve alçaklığa sapabilecek olan tarafı.
Yeryüzünde insanlık, işte bu iki zıt kutup arasında ayrılır: Secdeye layık olanlar ve fesat çıkaranlar.
Birinci grupta olanlar, Hz. Âdem’in mirasına sahip çıkanlardır. Onlar bilgiyle amel eden, adaletle hükmeden, merhametiyle yaşayan, emanetin hakkını veren ve Allah’a kulluğu hayatının merkezine koyanlardır. Onlar, meleklerin secde ettiği o asli insanlığın devamıdır. Çünkü onların iç dünyasında ilâhî bir nur yanar.
İkinci grupta olanlar ise; yaratılışındaki hikmeti unutan, nefsinin arzularını putlaştıran, dünya hırsı uğruna fesat çıkaran, hak ve hukuk tanımadan kan döken kimselerdir. Onlar, meleklerin kaygısında haklılık payı oluşturanlardır. Allah’ın secdeyi emrettiği insanlık modeliyle hiçbir bağları kalmamıştır. Yeryüzünü kana bulayan zalimler, halkları sömüren despotlar, güç uğruna insanları ezen diktatörler bu zümrenin içinde yer alır.
Bu dünya, secde edilenlerle secdeden kaçanların; Allah’a kulluk edenlerle kendini ilahlaştıranların; yeryüzünde ıslahı amaçlayanlarla fesadı hedefleyenlerin ayrıştırıldığı bir imtihan meydanıdır.
Secdeye layık bir insan olmak, yaratılış şerefini taşımakla değil, onu koruyup geliştirmekle mümkündür. İnsana verilen ilim, irade ve vicdan; onu ya meleklerin takdirine mazhar kılar ya da şeytanın isyan yoluna sürükler.
Ve son soru şudur: Bugün biz kimiz? Meleklerin secde ettiği çizgide miyiz, yoksa secdeye layık olmayanlardan mıyız?
Özet:
Allah, meleklere insanlığın atası olan Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmiş, bu da insanın yaratılıştaki yüceliğine işaret etmiştir. Ancak melekler, insandaki potansiyel kötülüğü de sormuştur: fesat ve kan dökme. Bu iki yön, insanlığı iki kutba ayırır: Secdeye layık olanlar (ahlâklı, adil, kulluk şuuru taşıyanlar) ve secdeden uzak olanlar (fesat çıkaran, zulmeden, nefsine esir olanlar). Dünya, bu iki grubun ayrıştırıldığı bir imtihan alanıdır. Her insan, günlük tercihleriyle bu iki yoldan birine yönelir.
A’lâ-yı İlliyyîn’den Esfel-i Sâfilîn’e: İnsanın Tercihleriyle Yazdığı Kader
İnsan, yaratılışı itibariyle yeryüzünün halifesi, kâinatın özeti, esmâ-i ilâhiyenin bir aynasıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle “Ahsen-i takvîm” üzere yaratılmıştır. Bu ise en güzel kıvam, en yüksek donanım, en mükemmel yapı demektir. Ne var ki, bu yücelik mutlak ve garanti değildir. Çünkü insan, irade sahibi bir varlıktır. Onun yükselmesi de, alçalması da kendi elindedir.
A’lâ-yı İlliyyîn; meleklerin bile erişemediği bir mânevî yüceliktir. Bu makam, insanın kullukta, ahlakta, ihlâsta zirveye çıkmasıyla elde edilir. Hazret-i Ebu Bekir’in sadakati, Hazret-i Ömer’in adaleti, Hazret-i Osman’ın hayâsı, Hazret-i Ali’nin ilmi bu yüceliğin nümuneleridir. Aynı zamanda peygamberlerin ve salihlerin izini sürenlerin menzili, bu makama doğru bir yürüyüştür.
Ancak Esfel-i Sâfilîn, bu yüksek yaratılışa rağmen insanın kendi kendini değersizleştirdiği, fıtratını inkâr ettiği, heva ve hevesin peşinden sürüklendiği uçurumdur. Bu hâl, sadece günahlarla değil; zulümle, kibirle, gafletle, nankörlükle derinleşir. İnsan, Rabbine sırt çevirip nefsinin kölesi olduğunda, en aşağıların da aşağısına düşer. Firavun’un azgınlığı, Nemrud’un ilahlık iddiası, Karun’un şımarıklığı bu çöküşün tarihteki örnekleridir.
İnsan, meleklerin secde ettiği bir varlık iken, şeytanın yolundan giderek hayvanlardan da aşağı bir duruma düşebilir. Zira hayvan, fıtraten acizdir; kötülüğü bilmez, irade ile seçmez. Ama insan bilir, tanır ve yine de inkâr ederse işte o zaman sorumluluğun yükü altında ezilir.
Bu makamlardan birine yükselmek ya da düşmek, insanın her gün yaptığı tercihlerle şekillenir. Her sabah, kalbin bir yönü seçer: ya Rabbine yaklaşan bir yolculuk başlar ya da nefsin peşinde bir savruluş. İman, ibadet, tevazu, merhamet, sabır, tefekkür insanı yükseltirken; küfür, gaflet, zulüm, isyan ve benlik insanı aşağıya çeker.
İnsan, adeta bir merdivenin başında durur. Her düşünce, bir adım yukarı ya da aşağı götürür. Her davranış, ya A’lâ-yı İlliyyîn’e bir yaklaşma ya da Esfel-i Sâfilîn’e bir düşüştür. Bu sebeple insan, daima kendi iç âlemini gözetmeli, kalbini kontrol etmeli ve nefsini sorgulamalıdır.
Sonuç olarak, yücelik de alçalış da insanın içindedir. Allah insanı, bir cevher gibi yaratmıştır. Bu cevheri işleyip mücevhere dönüştürmek ya da onu çamura gömmek yine insanın tercihidir. Bu dünyada kim olduğunu değil, kim olmak istediğini seçen insan; ahirette de kendi yazdığı kaderin meyvesini yiyecektir.
Özet:
İnsan, yaratılış itibariyle en yüksek makama layık bir varlıktır (A’lâ-yı İlliyyîn); ancak iradesiyle bu yüceliği kaybedip en aşağı derekeye (Esfel-i Sâfilîn) düşebilir. Bu iniş ya da çıkış, günlük tercihlerle şekillenir. Allah’ın verdiği cevheri, iman ve güzel ahlâk ile işleyen insan yücelirken; nefsine uyan, gaflete dalan insan düşer. Yücelik de çöküş de insanın içindedir ve bu, onun imtihanının tam merkezindedir.