SON MAKALELER-YOUTUBE’LERİM ve SON YAZILARIM

 

 

  1.  SON MAKALELER

  2. SON MAKALELER – 2 –

  3. DİJİTAL TEFEKKÜR – Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

  4.  

    SESLİ-VİDEO-ZENGİN İSLAM BİLGİ ARŞİVİ Uygulama indir 

   https://drive.google.com/file/d/1CTPZ5oSy006aSfsCh5-9BUVcUKRjbi12/view?usp=drivesdk

5– 6 ŞUBAT DEPREMİ: *DEPREMLE İMTİHANIMIZ DEVAM EDİYOR

6 YOUTUBE’LER VE TELEGRAMLAR

7GAZZE VE İSRAİL VAHŞETİ-YAHUDİLİK

8- Ahiret ahvali- Mehmet Özçelik’in kitabını özetler misin?

9Risale-i Nur Külliyatı’ndan Konularına Göre VECİZ SÖZLER- Mehmet Özçelik’in kitabını özetler misin?

10MİRAÇ HAKİKATI

11MAKALE VE VİDEOLARIM

12RAMAZAN ÜZERİNE

1323 MART BEDİÜZZAMAN HAFTASI

14- KURBAN ÜZERİNE

15RÂGIB el-İSFAHÂNÎ’DE ADALET KAVRAMI

16- JOHN CALVİN KADERCİLİK DOKTRİNİ VE KUR’AN’DAKİ AYETLER BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME – Sayfa 153 -de

 

WHATSAPP’TA TAKİP ET
İSLAM BİLGİ ARŞİVİ
https://whatsapp.com/channel/0029VaekzTeIyPtKQ2dbGh20

Radyo Mehmet Özçelik

www.mehmetözçelik.com.tr

 

       
 



ARŞİVİM ve NURLU HAKİKATLER APK-SI-

https://archive.org/details/@mozcelik02

*NURLU HAKİKATLER APK-SI-İNDİR-İZİN VER

https://cloud.degoo.com/share/5W5sX7_c8r8V7ip72skheQ 

 

 

 
 



TÜM YOUBE VİDEOLARI TEK BİR LİNKTE

MEHMET ÖZÇELİK- Tüm Eserleri

KUR’AN DENİZİNDEN DAMLALAR-TEFEKKÜR DÜNYASI-SESLİ ESERLER

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR-624 video

TEFEKKÜR –484 video

TEFEKKÜR-TEFSİR-KURAN-ALLAH-AHİRET-MUHTELİF KONULAR

NURLU HAKİKATLAR- 424 video




YOTUBEDEKİ KONULARINA GÖRE VİDEOLARIM-2-

TESBİTLER

KUR’AN-I KERİM VE TEFSİR

TEFSİR DERSLERİ

TEFEKKÜR DÜNYASI

KUR’AN-I KERİM VE TEFSİR- ARAPÇA CELALEYN ÜZERİNE

HAYATA DAİR-TEFEKKÜR DÜNYAMIZDAN




YOTUBEDEKİ KONULARINA GÖRE VİDEOLARIM

YOTUBEDEKİ KONULARINA GÖRE VİDEOLARIM

 

TEFEKKÜR DÜNYASI

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXVX9aw4IdwiusGEaSynljy

SESLİ İBRETLİ- DÜŞÜNDÜREN ESERLER

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX1WF4TPZhoDEhXYnYJgwiU

ARAPÇA CELALEYN TEFSİRİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSE4Wv7SC36FbTsfeJYQLL

 




TELEGRAM ARŞİVİ

ARŞİV-SESLİ ESERLER-MAKALELER
https://t.me/Tesbitler

https://t.me/tesbitler02

https://t.me/tesbitlerpdf

https://t.me/kddtefsir 

https://t.me/kurandenizindendamlalar   

https://t.me/radyosohbetlerimp3

https://t.me/tefekkurdunyasi 




MASAÜSTÜ RADYO PLAYER-İNDİR-BİLGİSAYARINDA DİNLE




TEFSİR VE SOHBET VİDEOLARI

KUR’AN DENİZİNDEN DAMLALAR-TEFEKKÜR DÜNYASI-SESLİ ESERLER

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUaKOcG2_ckoYyETBkd6M_P

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR-624 video

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQgK90GAEjg4Zl5B4qjz4kRWbolcb9Md

TEFSİR DERSLERİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQgK90GAEjjViGYF5mLMKNNOmA07Nlkg

CELALEYN ÜZERİNE

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQx5BUZ40juu5a3z8NPhFsv9e96x6oGgU

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWxzl9g1JrFTZbeoYJe_GVr

ARAPÇA CELALEYN TEFSİRİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSE4Wv7SC36FbTsfeJYQLL

SESLİ ÇANTAY MEALİ https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVU1guCMJYzeMrZKc2fxpcjj

TEFSİR DERSLERİ

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQgK90GAEjjViGYF5mLMKNNOmA07Nlkg

 




DEV ARŞİV-1-




PLAY STORE- DAKİ UYGULAMAM

https://goo.gl/tbJDWm




TÜM UYGULAMALARIM

TÜM UYGULAMALARIM

Play store uygulaması- NURLU HAKİKATLAR-indir-izin ver ve Yükle

https://cloud.degoo.com/share/5W5sX7_c8r8V7ip72skheQ

 




RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

Risale-i Nur Külliyatı’nın temel esası ve gayesi olan “Tevhid-i Hakikî”yi (Hakikî Tevhid) isbat etme yolunda pek mühim noktaları bir araya getirmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, Risale-i Nur’un “dükkanında Tevhid’den başka bir şey bulunmadığının” bir hülasası mahiyetindedir.

1. Kâinat: Bir Kitab-ı Samedânî ve Tevhid Mührü
“Bir kitabda yazılı bir harf…” cümlesi, Risale-i Nur mesleğinin esasını teşkil eden mana-yı harfî bakış açısını, yani eşyaya kendi namına değil (mana-yı ismî), Sâni’i namına (mana-yı harfî) bakmayı ders verir.
“(Alem de bir kitab olup…)” şeklinde izah edildiği gibi, kâinat, her bir mahluku bir “harf”, bir “kelime”, bir “cümle” ve her bir nevi bir “risale” olan muazzam bir Kitab-ı Kebir’dir. Bu kitabın her bir harfi, sadece kendi yapısını değil, asıl olarak Kâtib’ini, Nakkaş’ını ve Sâni’ini, yani Allah’ı (celle celâluhu) esmasıyla tarif eder.
Cenâb-ı Hak, bu kitabın her yerine kendi birliğinin mühürlerini vurmuştur:
• Sikke-i Mahsusa (Hususi Mühür): Her bir cüz’îde, mesela tek bir çiçekte veya bir sinekte görülen o şeye mahsus san’at, intizam ve hikmet, onun Sâni’inin hususi mührüdür.
• Hâtem-i Has (Özel Mühür): Bütün bir nev’in (mesela bütün sineklerin veya bütün çiçeklerin) aynı plan, aynı program ve aynı temel yapıda yaratılması, o nev’e vurulmuş özel bir mühürdür.
• Hâtem-i Vâhidiyet (Vâhidiyet Mührü): Bütün “aktar-ı semavat ve arzın” (göklerin ve yerin her tarafının) tek bir elden idare edilmesi, rızıklarının aynı kanunla verilmesi , bütün varlıkların birbiriyle tam bir tesanüd (dayanışma) içinde olması , bütün kâinatın tek bir Zât’ın idaresinde olduğunu gösteren Vâhidiyet mührüdür.
• Sikke-i Ehadiyet (Ehadiyet Mührü): Kâinatın bütününde tecelli eden isimlerin (mesela Hayy, Kayyûm, Alîm, Kadîr) aynı anda tek bir zerrede, tek bir hücrede veya tek bir insanda tecelli etmesi, o Zât’ın “her şeyin yanında hâzır ve nâzır” olduğunu ve “mekândan münezzeh” olduğunu gösteren Ehadiyet sikkesidir.
Bu mühürler o kadar açıktır ki, “Hebenneka” kıssasında olduğu gibi, en ahmak bir adam dahi kâinattaki bu intizamı gördüğünde Sâni’i inkâra gitmemelidir. Zira kâinattaki bu intizam ve san’at, Sâni’in varlığına öyle kuvvetli şehadet eder ki, O’nu inkâr etmek, kendi varlığını inkâr etmekten daha akıl dışıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ Suresi, 17:44)

2. Şirkin ve İnkârın Muhaliyeti (İmkansızlığı)
Tevhid’in isbatı kadar, zıddı olan şirkin ve inkârın (Allah’ı tanımamanın) aklen ne derece imkânsız ve muhal olduğunu isbat etmeye odaklanmıştır.
Risale-i Nur mesleği, imanı “kabul”den ziyade “isbat” üzerine kurar. İnkârı ise sadece “red” değil, “aklen imkânsızlığını” (muhaliyetini) gösterir.
• Her Zerreye İlahlık Vermek Mecburiyeti: Eğer kâinattaki zerreler (atomlar) Allah’ın “memur-u İlahî”si (ilahi memurları) olmasalar, o vakit her bir zerrenin gördüğü vazifeyi (mesela bir hava zerresinin hem bir çiçeğin bünyesinde çalışıp hem bir insanın nefesinde vazife görmesi) kendi başına yapabilmesi için, nihayetsiz bir ilme, hadsiz bir kudrete, her şeyi görür bir göze [sahip olması gerekir. Bu ise, “zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmek” demektir. Bir Vâcib-ül Vücud’u (varlığı zorunlu olan Allah’ı) kabul etmemek, sayısız muhal ilahları kabule mecbur eder.
• Esbabın (Sebeplerin) Acziyeti: “Varlıkların yaratılmalarındaki üç muhal” olarak sıralanan yollar (kendi kendine teşekkül, esbabın icadı, tabiatın iktizası) aklen batıldır. Zira sebepler (esbab), yaratmak için değil, sadece İlahi kudrete “perdedar” olmak için vaz edilmişlerdir. “terzilik san’atı” misaliyle bunu harika izah eder. En kabiliyetli insan dahi dikenli bir ağaca gömlek giydiremezken, Sâni’-i Hakîm’in her baharda “üç yüz binden fazla risaleleri” (yani nebatat ve hayvanat taifelerini) noksansız yaratması, sebeplerin ve tabiatın ne kadar âciz, Sâni’in ise ne kadar Kadîr olduğunu gösterir.
• Hâkimiyetin İştiraki Reddetmesi: “âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir.” Basit bir köyde iki muhtarın nizamı bozması gibi, kâinat gibi sonsuz derecede intizamlı bir saltanatta zerre kadar bir şirkin (ortaklığın) bulunması, o nizamı alt üst ederdi. Kâinattaki bu kusursuz nizam, Hâkim’in Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olduğunu isbat eder.
Kur’an-ı Kerim, bu şirk ve inkâr yolunun batıl olduğunu ve yaratmanın sadece Allah’a mahsus olduğunu şöyle beyan eder:
“İşte bu, Allah’ın yarattığıdır. Haydi, Allah’tan başkalarının ne yarattığını bana gösterin! Hayır, o zâlimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokmân Suresi, 31:11)
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr Suresi, 59:24)

3. Tevhid-i Âmî’den Tevhid-i Hakikî’ye Terakki
“Tevhid iki kısımdır” bahsi, marifetullahtaki (Allah’ı tanımadaki) mertebeleri gösterir:
• Tevhid-i Âmî (Genel Tevhid): Kâinata bir bütün olarak bakıp “Bütün bu âlem Allah’ındır” demektir. Bu, çarşıdaki bütün malların tek bir zâta ait olduğunu genel olarak bilmektir. Bu, “Heme Ost” (Her şey O’dur) diyen Vahdet-ül Vücud meşrebinin bir gölgesi değil, “Heme Ezost” (Her şey O’ndandır) hakikatinin avamî bir mertebesidir.
• Tevhid-i Hakikî (Hakikî Tevhid): Kâinatın bütününe “Allah’ındır” dedikten sonra, kâinattan çekilip her bir mahluka, her bir zerreye doğrudan nazar edip, o şeyin üzerindeki san’atı, isimlerin cilvesini ve Ehadiyet mührünü okuyabilmektir.
“Her denk üzerinde o zâta aid olduğunu okur ve bilir.” Bu, taklidden tahkike geçmektir.
Risale-i Nur’un gayesi, bu ikinci yol olan Tevhid-i Hakikî’yi, yani “Âlemde her bir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir” hakikatini isbat etmektir.

4. Marifet Yolları: İnnî ve Limmî / İmkân ve Hudûs
Tevhid’in isbatında kullanılan mantıkî bürhanlara (delillere) gelince:
• Bürhan-ı İnnî (Eserden Müessire): “dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale” denilmiştir. Bütün Risale-i Nur, bu bürhan üzerine bina edilmiştir. San’atlı bir esere (kâinata) bakarak Sâni’in (Allah’ın) varlığını, birliğini ve sıfatlarını isbat eder. Bu yol, “şübhelerden daha sâlimdir.”
• Delil-i İmkân (Contingency Argument): Bu delil, her mahlukun “mütesaviy-üt tarafeyn” (iki tarafı eşit) olduğunu, yani varlığı ile yokluğunun eşit ihtimalde olduğunu belirtir. Madem bir zerre, “gayr-ı mütenahî imkânlar, ihtimaller” arasından “muayyen bir yola sülûk eder” ve hikmetli bir vazife yapar; öyleyse onu “tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid” vardır. O da Vâcib-ül Vücud olan Allah’tır.

Hülâsa: Tevhid’in Sühuleti (Kolaylığı) ve Dalaletin Müşkilâtı
Netice olarak,
• Tevhid Yolu: “Suda, havada, ziyada yürümek” gibi kolaydır. Zira her şeyi Vâhid-i Ehad’e isnad ettiğinizde, bir karınca “Firavun’un sarayını başına yıkar”, bir mikrop “en cebbar bir zalimi kabre sokar.” Çünkü intisab (bağlılık) vardır. Bütün yükü Kadîr-i Mutlak’a bırakmak vardır.
• Şirk ve Dalalet Yolu: “Buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli” ve “nihayetsiz müşkilât” ile doludur. Zira Allah’ı tanımayan ve O’na tevekkül etmeyen insan, “kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir.”
O (cc), bize şah damarımızdan daha yakındır. Biz O’ndan uzağız. O’nun şiddet-i zuhurundan (görünmesinin şiddetinden) gizlenmesi , zıddı ve noksanı olmamasındandır.
Cenâb-ı Hak, bu hakikatleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle teyid eder:
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf Suresi, 50:16)

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-tevhide-dair-notlar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın kelamı olması hasebiyle, her harf ve kelimesinde derin hikmetler barındıran mu’cizevî bir kitaptır. O’nun üslûbu, sadece bir hükmü bildirmekle kalmaz, aynı zamanda o hükmün sebebini, gayesini ve ardındaki ilahî maksadı da beyan eder.
Bu noktada, “لِ” (Li) ve “لِمَ” (Lime) edatları, Kur’an’ın bu “gayeli” üslûbunu anlamada kilit bir faaliyete sahiptir. Bu edatlar, Arap dilbilgisinde “sebebiyet” , “gaye” ve “illet” bildirmek için kullanılır.
Kur’an’ın bu edatları kullanmasındaki temel hikmet; kâinatta hiçbir şeyin “abesten” (gayesiz, tesadüfî) yaratılmadığını, her emrin, her yasağın ve her hadisenin ilahî bir hikmete, bir gayeye mebnî (dayalı) olduğunu insana idrak ettirmektir.
İşte bu edatların ve müradiflerinin (eş anlamlılarının) Kur’an’daki kullanımı, verdikleri mesajlar ve hikmetleri:
1. “لِ” (Li) Edatı: Lâm-ı Ta’lîl (Sebep ve Gaye Bildiren ‘Li’)
Bu, Kur’an’da sebebiyet bildiren edatların en meşhurudur. Genellikle “için”, “diye”, “-sın diye”, “amacıyla” şeklinde tercüme edilir. Bir fiilin veya emrin “neden” yapıldığını, gayesinin ne olduğunu açıklar.
Hikmeti ve Mesajları:

* Yaratılışın Gayesini Bildirmek: Allah Teâlâ’nın kâinatı ve insanı neden yarattığını bu edatla açıklar. En küllî gaye budur.
* Hükümlerin Maslahatını (Faydasını) Göstermek: Farz kılınan ibadetlerin veya yasaklanan fiillerin ardındaki hikmeti, insana sağlayacağı faydayı veya koruyacağı zararı gösterir.
* Tefekküre Sevk Etmek: Kâinattaki nizamın ve hadiselerin “neden” o şekilde cereyan ettiğini beyan ederek, insanı aklını kullanmaya ve tefekküre davet eder.
* İmtihanın Aslını (Esasını) Belirtmek: Dünyadaki musibetlerin, nimetlerin veya hadiselerin birer “imtihan” gayesi taşıdığını vurgular.
Ayetlerden Misaller :
* En Küllî Gaye (İbadet):
> “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
> (Zâriyât, 51/56)
> Buradaki “li-ya’budûn” (لِيَعْبُدُونِ), yaratılışın gayesinin “kulluk” olduğunu açıkça bildirir.
>
* İmtihanın Gayesi:
> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”
> (Mülk, 67/2)
> Buradaki “li-yebluvekum” (لِيَبْلُوَكُمْ), hayat ve ölümün gayesinin “sınamak” (imtihan) olduğunu gösterir.
>
* Hükümlerin Hikmeti (Oruç):
> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınasınız diye oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”
> (Bakara, 2/183)
> Buradaki “le’allekum tettekûn” (لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ – …sakınasınız diye), orucun farz kılınmasındaki sebebin “takvaya erişmek” olduğunu beyan eder. (Bu ayette ‘Li’ yerine ‘Le’alle’ gelse de aynı gaye manasını taşır.)
>
* Hükümlerin Hikmeti (Kısas):
> “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (adam öldürmekten) sakınırsınız.”
> (Bakara, 2/179)
> Buradaki “fi’l-kısâsi hayâtun” (kısasta hayat vardır) ifadesi, hükmün gayesini (hayatı korumak) açıklar. Ayetin devamındaki “le’allekum tettekûn” (sakınasınız diye) yine gayeyi pekiştirir.
>
* Tefekkür ve Akletme Gayesi:
> “…Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki akıl erdiresiniz.”
> (Bakara, 2/242)
> Buradaki “le’allekum ta’kılûn” (لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ – …akıl erdiresiniz diye), ayetlerin açıklanma sebebinin “akletmek” olduğunu bildirir.
>
2. “لِمَ” (Lime) Edatı: Sual ve Tenkit (Sorgulama)
Bu edat, “Li” (için) ve “Mâ” (ne) kelimelerinin birleşimidir ve “Ne için?”, “Neden?”, “Niçin?” manasına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu edat, genellikle bir durumu sorgulamak, muhatabı tenkit etmek (eleştirmek) veya bir çelişkiyi (zıtlığı) ön plana çıkarmak için kullanılır.
Hikmeti ve Mesajları:
* Çelişkiyi (Zıtlığı) Göstermek: İnsanın sözü ile fiili arasındaki tutarsızlığı yüzüne vurmak için kullanılır.
* Tevbih ve Azarlama (Tenkit): Yapılan bir hatayı veya yanlışı sorgulayarak muhatabı kınamak ve uyarmak maksadı taşır.
* Hakikati İdrak Ettirme: Muhataba “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorarak, yaptığı fiilin manasızlığını veya yanlışlığını onun kendisinin idrak etmesini sağlamaktır.
Ayetlerden Misaller ( Meali ile):
* Söz ve Fiil Çelişkisi:
> “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”
> (Saf, 61/2)
> Buradaki “lime tekûlûn” (لِمَ تَقُولُونَ – Niçin söylüyorsunuz?), mü’minleri derinden sarsan bir tenkittir. Gaye, onları söz ve fiil birliğine davet etmektir.
>
* Nankörlüğü Sorgulama:
> “(İnsana) ‘Rabbinden sana ne (gibi bir zarar) geldi ki O’nun (emirlerine) karşı geldin?’ denildiği zaman (ne cevap verecek?)” [Bu ayet Tefsirî bir manadır, Saf Suresindeki daha sarihtir]
> Daha net bir misal: Hz. Zekeriya’nın (a.s.) durumunda:
> “Zekeriyyâ, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?’…” (Âl-i İmrân, 3/40). Burada “nasıl” (Ennâ) kullanılsa da, “Lime” (niçin) edatı da bu hayret ve sorgulama makamlarında kullanılır.
>
* Kâfirlerin İnadını Sorgulama:
> “…De ki: ‘O halde niçin (inanıyorsanız) daha önceki peygamberleri öldürüyordunuz?'”
> (Bakara, 2/91)
> Buradaki “fe-lime taktülûn” (فَلِمَ تَقْتُلُونَ – O halde niçin öldürüyordunuz?), onların iddialarındaki samimiyetsizliği ve çelişkiyi ortaya koyar.
>
3. Diğer Sebebiyet Bildiren Müradifler
Kur’an’da “Li” dışında, aynı gaye ve sebep manasını taşıyan başka edat ve terkipler de vardır:

A. “كَيْ” (Key)
“Li” gibi, “için”, “-sın diye” manasına gelir ve kuvvetli bir gaye bildirir.
* Misal:
> “…Tâ ki (o mal) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın…”
> (Haşr, 59/7)
> Buradaki “key lâ yekûne” (كَيْ لَا يَكُونَ – …olmasın diye), fey ve ganimet mallarının taksimindeki ilahî hikmeti (servetin tek elde toplanmasını engelleme) açıklar.
>
B. “حَتَّى” (Hattâ)
Asıl manası “kadar” (sona eriş) olsa da, çok sık olarak “sonucunda … olsun diye” şeklinde bir gaye manası taşır.
* Misal:
> “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…”
> (Bakara, 2/193)
> Buradaki “hattâ lâ tekûne fitnetun” (حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ – Fitne kalmayıncaya/yok oluncaya kadar/olsun diye), mücadelenin gayesini net olarak çizer.
>
C. “مِنْ أَجْلِ” (Min Ecli)
“Sebebiyle”, “…yüzünden”, “…uğruna” manasında, çok net bir sebebiyet bildirir.
* Misal:
> “Bu sebeple (Habil-Kabil kıssası) İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde (çıkardığı) bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur…”
> (Mâide, 5/32)
> Buradaki “min ecli zâlike” (مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ – Bu sebeple), konulan ağır hükmün sebebini, önceki kıssaya (ibretlik hadiseye) bağlar.
>
Özet ve Küllî Manalar
Kur’an-ı Kerim’in “Li”, “Key”, “Hattâ” gibi edatları kullanarak hükümleri ve hadiseleri “sebeplendirmesi”;
* Tesadüfün Reddi: Kâinatta hiçbir şeyin başıboş, gayesiz ve tesadüfî olmadığını, her şeyin bir “İllet-i Gâiye” (en yüce gaye) olan Allah’ın ilim ve hikmetine bağlı olduğunu ders verir.
* Aklî Bir Davet: İnsanı “Neden?” sorusunu sormaya ve cevaplarını Kur’an’da aramaya sevk eder. Bu, aklı iptal eden bir dogma (yanlış inanç) değil, aklı kullandıran hikmetli bir üslûptur.
* Tatmin Edici İman: Mü’minin, “Neden namaz kılıyorum?”, “Neden bu musibet başıma geldi?”, “Allah dünyayı neden yarattı?” gibi en temel suallerine cevap verir. Bu cevaplar, imanı taklitten tahkike (araştırmaya dayalı) çıkarır ve kalbi mutmain kılar.
* Hükümlerdeki Rubûbiyet: Allah’ın sadece “Yaratan” değil, aynı zamanda her şeye bir gaye ile “hükmeden” (Rab) olduğunu, O’nun emirlerinin insanın hem dünyası hem ahireti için en faydalı nizam olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

Risale-i Nur’un hakikati, “asrın hakikatıdır.” O, bu asrın idrakine, hususiyetle de fen ve felsefeden neş’et eden (kaynaklanan) şübehat (şüpheler) ve dalalet (sapıklık) cereyanlarına karşı Kur’an-ı Hakîm’in elmas bir kılıcı ve manevî bir tefsiridir.
Bu izahı, altı ana başlıkta tanzim edebiliriz:

1. Hakikati: Asrın İdrakine Kur’anî Bir Reçete Olması

“Risale-i nurlar asrın idrakine söylenmiş hakikatlardır” Bu, onun mahiyetinin temelidir.
Risale-i Nur, “hakaik-i imaniye”yi (iman hakikatleri) aklî, mantıkî ve hissî burhanlar (isbatlar, deliller) ile isbat eder. O, sadece nakle değil, akla da hitap eder. Bu asrın “akıl” ve “fen” ile meşgul olan idrakine, imanın “makul” (akla uygun) ve “mâkul” (anlaşılabilir) olduğunu gösterir.
• Müradifler (Hakikat): Gerçek, doğruluk, esas, temel, bâtılın zıddı.

Risale-i Nur’un menbaı (kaynağı) olan Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisi “hak”tır. Bu hakkın bu asra bakan cihetini izah eder.
• Ayet :
Ra’d 13:1
${Elif-lâm-mîm-râ. Bunlar, kitabın (Kur’an’ın) âyetleridir. Sana rabbinden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar.}$
“Risale-i nurlar küfrün tüm kalelerini herc-ü merc etmiştir” ifadesi, hakkın bâtıla galebesini (üstün gelmesini) ifade eder.

• Ayet :
Enbiyâ 21:18
${Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine atarız da o, bâtılın başını ezer. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. (Yalandan) Allah’a isnat ettiğiniz vasıflardan ötürü yazıklar olsun size!}$

2. Lisanı: Tahrif ve Sadeleştirmenin İlmî Cehd Gereği Reddi

En mühim noktalardan biri, “Tercümeler ile, sadeleştirme bahaneleri ile tahrif edilmemelidir” ve “Risalelerin sadece dini değil, dili de muhafazaya çalıştığını bilmemektedirler” ikazıdır.
Bu lisan, sıradan bir lisan değil, “Kur’anî ıstılahları” (terimleri) muhtevi (ihtiva eden) bir “ilmî lisan”dır. Kelimeler, manaların zarflarıdır; zarf yırtılırsa veya kabaca değiştirilirse, mazruf (içindeki muhteva) zayi olur veya en azından derûnî manası kaybolur. Risale-i Nur’daki “ene,” “zerre,” “tabiat,” “adem” gibi kelimeler, basit müradiflerle karşılanamayacak derecede derin ve tefsirî bir muhtevaya sahiptir.
• Müradifler (Tahrif): Bozma, değiştirme, aslından saptırma, manayı kaydırma.
Lisanın muhafazası, vahyin aslıyetinin muhafazasıyla doğrudan bağlantılıdır. Kur’an, lafzı ve manasıyla bir bütündür.
• Ayet :
Fussilet 41:3
${Bu, bilen bir toplum için âyetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.}$
Kur’an’ın bu “ayrıntılı” ve “belirli bir dilde” (Arapça) olması, o dilin ve o dilden neş’et eden İslâmî terminolojinin ehemmiyetini gösterir. Risale-i Nur, bu terminolojiyi muhafaza ederek dinin ruhunu da muhafaza etmeye çalışır.

3. Üslûbu: Muhatabı Seviyesine Çıkaran Tedris Metodu

“Risale-i Nurlar muhatabın seviyesine inmekten ziyade, muhatabını kendi seviyesine çıkarmaktadır” tesbiti, onun bir “tedris” (eğitim) ve “terbiye” (yetiştirme) metodu olduğunu gösterir.
Onu “günlük gazete” gibi görenler veya “ilmi çalışma içerisine girmeyenler,” bu eserin bir “tefekkür” ve “mütalaa” kitabı olduğunu idrak edememişlerdir. İlim, çaba (cehd) ve gayret ister. Risale-i Nur, okuyucusunu “avâm” (sıradan) seviyesinden “tahkik” (araştırma, derinleşme) seviyesine davet eder. Sizin “er mesabesindeki avama, rütbe takarak… ona rütbe takmaktadır” benzetmesi bu hakikati pek güzel tasvir eder.
• Müradifler (İlmî Çalışma): Tedkikat, mütalaa, tahsil, tefekkür, nazar-ı dikkat.
Bilgi ve idrak seviyesi, gayretle yükselir. Bilenle bilmeyen bir olmaz.
• Ayet :
Zümer 39:9
$(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve rabbinin rahmetini umarak ibadet eden kimse mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.}$

4. Menbaı: Kesbî Değil, Vehbî ve Kur’anî Olması

“Risale-i Nurlar kesbi değil tamamen vehbidirler” ifadesi, bu eserlerin beşerî bir düşünce veya “kesbî” (çalışmayla elde edilen) bir ilim olmadığını, doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden ve ilhamından süzüldüğünü belirtir.
Bu, Müellifinin (Bediüzzaman Said Nursi) sıkça vurguladığı gibi, “sünühat,” “ihtarât” ve “ilham” neticesidir. O, kendini bir “tercüman” olarak görür. Bu, felsefenin zıddına “hikmet”tir. Felsefe kesbîdir, hikmet ise ekseriyetle vehbîdir (Allah vergisidir).
• Müradifler (Vehbî): Allah vergisi, bağışlanmış, ilhama dayalı, çalışmayla kazanılmayan.
• Müradifler (Kesbî): Çalışarak elde edilen, kazanılmış, aklî çabaya dayalı.
“Risale-i Nurdaki her bir mesele 200 ayetin hülasa ve izahıdır” tesbiti de bu vehbî menbaı teyit eder. O, Kur’an’dan başka üstad kabul etmez.

• İktibas (Risale-i Nur):

“Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, ona sahip çıkayım? Belki, Kur’ân-ı Hakîm’in feyziyle, benim kalbime ve fikrime gelmiş. Ben de tanzim etmişim.”
Hikmetin “verilmesi” (vehbî oluşu) Kur’an’da şöyle ifade edilir:
• Ayet :
Bakara 2:269
${Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.}$

5. Neticesi: İstikamet, Teslimiyet ve Uhuvvet Kazandırması

Risale-i Nur’un nazari (teorik) hedefi “iman-ı tahkikî” (araştırmaya dayalı iman), amelî (pratik) neticesi ise “istikamet” ve “teslimiyet”tir.
“Risale-i nurun en büyük hususiyeti, kendisini okuyana istikamet ve teslimiyeti vermesidir.” Bu, imanın sadece bilgiden ibaret olmadığını, bir hayat nizamı olduğunu gösterir. Tahkikî iman, sarsılmaz bir “teslimiyet” (Allah’a boyun eğme) ve “istikamet” (dosdoğru yol üzere olma) doğurur.
• Müradifler (İstikamet): Doğru yol, dosdoğru olma, sırat-ı müstakim, ifrat ve tefritten (aşırılıklardan) uzak olma.
• Müradifler (Teslimiyet): Boyun eğme, kendini Allah’a verme, İslâm olma, rıza gösterme.
İslâmiyetin özü istikamet ve teslimiyettir.
• Ayet :
Hûd 11:112
${Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.}$
Ayrıca, “sadakat, sebat, uhuvvet, muhabbet, tesanüd” gibi ulvi kavramları kazandırması, Risale-i Nur’un sadece ferdî bir kurtuluş değil, aynı zamanda “içtimaî” (toplumsal) bir “ihya” (diriliş) projesi olduğunu da gösterir.
• Ayet :
Hucurât 49:10
${Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.}$

6. Kapsamı: Cihan Şümul (Evrensel) ve Küllî Bir Dava Olması

“Risale-i nurlar asırları aşan bir eserdir” ve “Dünyasına giremeyeceği ve fethedemeyeceği insan yoktur” ifadeleri, davasının “cihan şümul” (evrensel) olduğunu gösterir.
O, muayyen bir coğrafyaya veya zamana hapsedilemez. Çünkü o, imanın ve küfrün mücadelesi gibi “ezelî” ve “ebedî” bir davayı ele alır. “Umumül belva” (herkesin müptela olduğu yaygın musibet) haline gelen meselelere (tabiatçılık, tesadüf, şirkin modern suretleri) çözümler getirmesi, onun bu küllî ve cihan şümul yapısındandır.
• İktibas (Risale-i Nur):
“Risale-i Nur, bu asrı, belki gelecek asırları tenvir edecek (aydınlatacak) bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.”
Bu davanın cihan şümul olması, Kur’an’ın mesajının cihan şümul olmasından gelir:
• Ayet :
Furkân 25:1
${Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.}$

Hâtime (Sonuç):
Bu tesbitler, Risale-i Nur’un neden “anlaşılmak için yazıldığını,” neden “sadeleştirme” adı altında tahrife uğratılmaması gerektiğini ve neden muhatabından “ilmî bir gayret” ve “tefekkür” talep ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. O, vehbî bir Kur’an hazinesidir ve bu asrın manevî hastalıklarına karşı “istikamet” ve “teslimiyet” reçetesidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nurun-hakikati/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

Bu esaslar üç ana başlık altında ele alınacaktır:
• Hizmetin Kudsiyeti: İhlas ve Şahs-ı Manevi
• Cazibenin Sırrı: Asrın İdrakine Hitap ve Kapsayıcılık
• Temel Gaye: İmanı Kurtarmak ve Hayata İstikamet Vermek

1. Hizmetin Kudsiyeti: İhlas ve Şahs-ı Manevi
Hizmetin kudsiyetinin “başkalarının bu işe müdahalesini reddettiğini” ve “Üstad bile kendini devre dışı bırakmış” olduğunu ifade ediyor.
Bu tesbit, Risale-i Nur mesleğinin temel taşı olan ihlâs ve bu ihlâstan doğan şahs-ı manevi mefhumları ile doğrudan alakadardır.

İhlâs ve Rıza-yı İlahi:
Hizmetin kudsiyeti, fani şahıslara değil, bizzat Kur’an hakikatlerine ve Cenab-ı Hakk’ın rızasına dayanmasından ileri gelir. Bu hizmette maksat, şahsi kemalat veya dünyevi bir menfaat değil, sadece Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu noktada, “nefsi hesabına hizmette ahkam kesenler” veya “münferid bir hareket sonucu” ortaya çıkan enaniyetli tavırlar, hizmetin bu kudsî yapısıyla taban tabana zıttır.

Risale-i Nur Külliyatı’nda bu mana şöyle teyid edilir:
“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”
Bu sırra binaen, hizmette şahsi tasarruflar veya “mıymıntılı haller” ile hizmeti kendi kısır dairesine çekme gayretleri, ihlâsı zedeler.

Şahs-ı Manevi ve Enaniyetin Eriitilmesi:

“Tek yapılacak iş ise; bir buz parçası nevindeki enaniyeti o havuz içerisine atıp eritmektir” teşbihi, Risale-i Nur’daki şahs-ı manevi düsturunun en latif izahlarından biridir. Hizmet, şahısların dehasına değil, talebelerin ihlâs ile tesis ettiği o “havuza”, yani şahs-ı maneviye dayanır.
“Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”
Bu şahs-ı manevi, “Fani olan şahısların maneviyatını ve kemâlatını kendinde cem edip bâkileştiriyor” şeklinde ifade bulmuştur. Hizmetin “istifrağ etmesi” veya “dışarı atması” da, bu kolektif ruha, yani ihlâs düsturuna aykırı hareket eden ferdî enaniyetlerin o havuzda yer bulamamasının bir neticesidir.

Bu birlik ve ihlâsın Kur’an’daki temeli ise şu ayet-i kerimedir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz…”
(Âl-i İmrân Sûresi, 3:103)

2. Cazibenin Sırrı: Asrın İdrakine Hitap ve Kapsayıcılık
“Risale-i Nur her fıtrata uygun devayı sunuyor,” “Yüz kapılı bir saray olan insanın mutlaka bir kapısından dünyasına giriyor” ve “Çobanından eğitimcisine… bütün farklı kesimleri bir çatı altında topluyor” diyerek, eserin cihan şümul cazibesine işaret ediyor.

Asrın İdrakine Uygunluk:
Risale-i Nur’un cazibesi, bu asrın temel hastalığı olan tabiat ve tesadüf fikrine dayalı şüpheleri ve imansızlığı, aklı ikna ve kalbi tatmin ederek tedavi etmesidir. Sadece nakle veya hisse değil, aynı zamanda akla ve ilme dayalı deliller (bürhan) sunar. “Ehli bilim onda bilimsel hakikatları bulurken,” “Asrın idrakine söylüyor” ifadeleri bu hakikati tasdik eder.

“Risale-i Nur, sair telifat gibi, ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur.”

Bu eser, doğrudan Kur’an’dan beslendiği için, her fıtrata hitap eder. O, bir “manevi eczahane”dir. Kur’an-ı Kerim’in bu vasfı, onun tefsiri olan Risale-i Nur’da da tezahür eder:
“Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.”
(İsrâ Sûresi, 17:82)

Telfik ve Tevhid:
“14 asırdır süre gelen velayet yollarını ve ilim zincirlerini tek bir halkada ve havuzda bir araya getirip telfik ediyor”.
Risale-i Nur’un velayet-i kübra (büyük velayet) mesleği olduğunu gösterir. Bu meslek, tarikat gibi derûnî (iç) yolculuktan ziyade, doğrudan Kur’an hakikatlerine dayanarak imanı tahkik etme yoludur. Bu sebeple “ehli tasavvuf ve tarikat da onda zikri, ezkâr ve evradını buluyor” ancak asıl gaye, imandaki tevhidi hayata ve amele de yansıtmaktır.

3. Temel Gaye: İmanı Kurtarmak ve Hayata İstikamet Vermek

Risale-i Nur’un fonksiyonlarını ve nihai gayesini özetlemektedir: “Risale-i Nur problemlere çözüm üretiyor,” “Zulmetten nura çıkarıyor,” “İnsanı insan yapacak esasları gösteriyor” ve “Dinde ve de düşünce ve konuşmayı kısırlaştıran dilde tamirat yapıyor.”

Zulmetten Nura Çıkarmak:

Risale-i Nur’un temel vazifesi, bu asrın en büyük meselesi olan imanı kurtarmaktır. Diğer bütün vazifeler (ahlak, içtimai hayat, fikir istikameti) bu temel üzerine bina edilir. “Küfürde cehennemi, imanda cenneti gösteriyor” ifadesi, bu gayenin bir tezahürüdür.

“Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü, iman saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için…”

Bu vazife, Kur’an’ın “insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma” gayesinin bu asırdaki bir tecellisidir:
“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğûttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.”
(Bakara Sûresi, 2:257)

Müsbet Hareket ve Uhuvvet:

“Risale-i Nur kavgayı kaldırıyor,” “İnsanları kardeş yapıyor, dost yapıyor” .
Hizmetin “müsbet hareket” metodunu gösterir. Hizmetin esası tenkit veya tahrip değil, tamir ve imardır. Bu da ancak Müslümanlar arasındaki kardeşlik (uhuvvet) ruhunun tesisi ile mümkündür.
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”
Bu müsbet hareketin Kur’an’daki emri açıktır:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”
(Hucurât Sûresi, 49:10)

Netice

Risale-i Nur’un kudsiyeti; şahıslardan, makamlardan veya dünyevi alkışlardan değil, doğrudan doğruya Kur’an’a ve ihlâs ile rıza-yı İlahi’ye hizmet etmesinden kaynaklanır. Bu hizmet, ferdî enaniyetleri “şahs-ı manevi havuzunda” eritmeyi, asrın idrakine iman hakikatlerini sunmayı ve insanlığı “zulmetten nura” çıkarmayı gaye edinmiş cihan şümul bir Kur’an tefsiridir.

Bak:

https://tesbitler.com/2017/06/01/risale-i-nurun-kudsiyeti/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

Risale-i Nur’un eğitim sistemi, asrın idrakine ve ihtiyaçlarına cevap veren, hem aklı hem de kalbi tamir ve tatmin eden Kur’anî bir menhecdir (metottur).

1. Eğitimin Başlangıç Noktası: Nefsin Islahı (Tezkiye-i Nefs)
Eğitimin (terbiyenin) ilk ve en esaslı adımı, bizzat eğiticinin veya öğrencinin kendi nefsinden başlamasıdır.
“Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Bu, Kur’anî bir esastır. Nefs, yapısı itibarıyla kötülüğü (fena şeyleri) şiddetle arzu etme meylindedir. Buna Nefs-i Emmâre denir.
• Ayet (Nefs-i Emmâre): Hz. Yusuf’un (a.s.) diliyle bu hakikat şöyle ifade edilir:
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, rabbimin merhamet edip korudukları hariç, şiddetle kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûsuf 12/53)
Bu nefsin ıslah edilmesine ve arındırılmasına ise Tezkiye-i Nefs tabir edilir. Eğitim, bir cihette bu tezkiye yolculuğudur.

• Ayet (Tezkiye):
“Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 91/9-10)
Bediüzzaman’ın daima nefsini muhatap alması , bu tezkiye mücahedesinin bir tezahürüdür ve “başkasına nasihat etmeden evvel kendi nefsine nasihat etme” prensibinin fiilî bir isbatıdır.

2. Nasihatin Tesiri ve Usûlü: Lisan-ı Hal
Metninizde, nasihatin tesirsiz kalmasının üç sebebine işaret edilmektedir: İspat ve iknâ eksikliği, muvazenesizlik ve zamana (ilcaat-ı zamana) uygun konuşmamak.
Bu, eğitimin en mühim unsurlarından birinin Lisan-ı Hal olduğunu gösterir. Söz (lisan-ı kal), ancak fiil ve hal (lisan-ı hal) ile tasdik edildiğinde tesir eder.
• Ayet (Söz ve Fiil Uyumu):
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf 61/2-3)
Risale-i Nur’un tesirinin bir sebebi, müellifinin sözüyle halinin birbirini tasdik etmesidir. Eğitimde muvaffakiyet, mürebbînin (eğiticinin) anlattığı hakikatleri evvelâ kendi hayatında yaşamasıyla mümkündür.

3. Eğitimin Temel Ocağı: Aile ve Valideler
Eğitimin en kalıcı ve sarsılmaz temelleri ailede, hususan valide (anne) tarafından atılır.
“Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”
Bu ilk telkinat, insanın fıtratına atılan çekirdekler hükmündedir.
• Müradif Kavram: Fıtrat: İnsanın, İslâm’ı ve hakikati kabul etme kabiliyetiyle (fıtratullah) yaratılmasıdır. Anneden alınan ilk dersler, bu fıtratı ya muhafaza edip inkişaf ettirir ya da (Allah korusun) bozar.
• Ayet (Ailenin Korunması): Cenâb-ı Hak, ailenin bu merkezî rolüne ve mesuliyetine şöyle işaret eder:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm 66/6)
Bu koruma (vikâye), ancak iman ve fazilet esaslarına dayalı sahih bir terbiye ile mümkündür.

4. Eğitimin Medresesi: Akıl ve Kalbin İmtizacı
Bediüzzaman’ın eğitim modeli, Medresetü’z-Zehra projesinde de tasvir edildiği gibi , akıl ve kalbin beraber hareket etmesini esas alır. Tek kanatla uçuş (pervaz) mümkün değildir.
“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”
Bu imtizaç (bütünleşme), Kur’an’ın iki temel davetine icabettir: Tefekkür (akletme) ve Tezekkür (zikir ve anma).
• Müradif Kavramlar: Tefekkür ve Tezekkür:
• Tefekkür: Aklın, kâinattaki (tabiattaki) ayetlere (delillere) bakıp Sâni’i (Sanatkârı) bulmasıdır.
• Tezekkür: Kalbin, Kur’an ayetleriyle ve zikirle gafletten uyanıp Rabbini hatırlamasıdır.
Risale-i Nur eğitimi, bu ikisini birleştirir.
• Ayet (Akıl ve Kalp Beraberliği):
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (Tezekkür/Kalp). Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (Tefekkür/Akıl): ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!’ (derler).” (Âl-i İmrân 3/191)

5. Eğitimin Gayesi ve Ruhu: İman-ı Tahkikî
Eğitimin nihai gayesi, insanı insan yapmaktır. Bu da ancak iman ile mümkündür. “İman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder.”
Risale-i Nur’un hedeflediği eğitim, iman-ı taklidî (taklide dayalı iman) değil, iman-ı tahkikî (araştırmaya, isbata dayalı iman) kazandırmaktır.
• Ayet (İman ve İlim): İman, ilimle (tahkik ile) kuvvet bulur ve insanın derecesini yükseltir.
“…Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58/11)
Bu imanın hayata yansıması ise ibadetle olur. İmanın amele dönüşmüş en parlak tasviri namazdır. Namaz, eğitimi ve nefis terbiyesini destekleyen en büyük “oto-kontrol” mekanizmasıdır.
• Ayet (Namazın Terbiyevî Gücü):
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29/45)

6. Eğitimin Tahrik Unsuru: Âhiret Akidesi
İnsanı ve toplumu ayakta tutan, zulümden ve tecavüzden alıkoyan, hayatı manalı kılan en büyük hakikat âhirete imandır.
Onuncu Söz’de ,dört esaslı delil (çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatı), ahiret akidesinin içtimaî (toplumsal) hayatın temel taşı olduğunu isbat eder.
• Müradif Kavram: Mesuliyet (Sorumluluk) Şuuru: Ahirete iman, hesap verme şuurunu tesis eder. Bu şuur, eğitimin en güçlü dâhilî müeyyidesidir (yaptırımıdır).
• Ayet (Hesap Şuuru):
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl 99/7-8)
Bu ayet, en küçük bir fiilin dahi karşılıksız kalmayacağını bildirerek, insana cihan şümul bir mesuliyet yükler ve onu terbiye eder.

7. Eğitimin Mayası: Muhabbet
Kâinatın yaratılış mayası muhabbettir. Dolayısıyla, peygamberlerin yolu olan eğitimin esası da muhabbet olmalıdır; Firavunların yolu olan korku değil. Ancak bu muhabbet, fâni mahlûkata değil, Bâkî olan Hâlık-ı Zülcelâl’e tevcih edilmelidir.
• Müradif Kavram: Muhabbetullah ve Havfullah: İnsandaki havf (korku) ve muhabbet (sevgi) cihazları, halka (yaratılmışlara) değil, Hâlık’a (Yaratıcı’ya) yöneltilmelidir. Mahlukattan korkmak elim bir bela, onlara fâni cihetiyle muhabbet etmek belalı bir musibettir.
• Allah sevgisi (Muhabbetullah), O’nun azameti karşısında titremeyi (Havfullah) da beraberinde getirir. Bu korku, sevgiye zıt değil, hürmeti ve ciddiyeti temin eden bir fazilettir.
• Ayet (Karşılıklı Sevgi):
“…Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…” (Mâide 5/54)

8. Eğitimin Vasıtası: Temsil ve Kıssa
Risale-i Nur, en derin ve mücerred (soyut) imanî hakikatleri, temsiller vasıtasıyla muşahhas (somut) hale getirir. Bu, Kur’anî bir tarzdır. Temsiller ve kıssalar, hakikatlerin akla ve kalbe daha kolay yerleşmesini (teshîl) sağlar.
• Ayet (Misal/Temsil):
“Biz, insanlar düşünüp ibret alsınlar diye Kur’an’da onlara her türlü misali verdik.” (Zümer 39/27)
• Ayet (Kıssa):
“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır…” (Yûsuf 12/111)
Bu temsiller, hayalî hikâyeler değil, hakikatlerin dürbünle yaklaştırılmış tasvirleridir [29, 30].

9. Eğitimin Devamlılığı: Muhatabı Tanıma ve Tebliğ
İnsan “yüzer kapılı bir saray” gibidir. Eğitimci (mürebbî), muhatabının bütün kapılarının kapalı olduğunu zannetmemelidir. Mutlaka açık bir kapı, hususan fıtrat kapısı vardır.
Bu, tebliğde ve davette bıkkınlık göstermemeyi, muhataba hikmetle yaklaşmayı gerektirir.
• Ayet (Davet Usûlü):
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphesiz rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)
Bu ayet, eğitimin üç seviyesini gösterir:
• Hikmet: Aklî deliller ve iknâ yolu (ilim sahiplerine).
• Mev’ize-i Hasene (Güzel Öğüt): Kalbi yumuşatan, teşvik ve terhib (korkutma) yolu (avam tabakasına).
• Cidâl-i Ahsen (En Güzel Mücadele): Şüpheleri olanlarla en güzel ve muknî (ikna edici) tarzda konuşmak.

Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
Risale-i Nur’un eğitim sistemi,
• İnsanın kendi nefsinden başlayan (Tezkiye),
• Lisan-ı hal ile tesir eden,
• Ailede ve bilhassa validenin fıtrata ektiği çekirdeklerle temellenen,
• Akıl ve kalbin imtizacıyla (Tefekkür ve Tezekkür) Medrese-i Nuriyelerde inkişaf eden,
• İman-ı tahkikîyi ve namazı merkezine alan,
• Ahiret akidesi ile mesuliyet şuurunu tesis eden,
• Muhabbeti (Muhabbetullahı) esas alıp korkuyu değil hürmeti öğreten,
• Temsil ve kıssalarla en derin hakikatleri kolaylaştıran,
• Ve her insanın fıtrat kapısını bularak hikmetle davet etmeyi sürdüren cihan şümul ve Kur’anî bir terbiye yoludur.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nur-da-egitim/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, hususan Demokrat Parti (DP) iktidarı dönemindeki siyasî duruşunu ve bu duruşun ardındaki derûnî hikmetleri tasvir etmektedir. Bu hikmet, basit bir siyasî tarafgirlik değil, “ehven-i şer” (şerlerin daha hafifi) kaidesine dayanan, iman ve vatanın muhafazasını gaye edinen basiretli bir stratejidir:
1. Siyasî Duruşun Esası: “Ehven-i Şer” ve “Def’-i Mazarrat” Prensibi
Üstad Hazretlerinin Demokrat Parti’yi (DP) muhafazaya çalışmasının temel sebebi, onu “en iyi” olarak görmesinden ziyade, karşısındaki alternatifi “en kötü” olarak tesbit etmesidir.
• Tahlil: Bediüzzaman Hazretleri, o dönemde üç ana siyasî cereyan tesbit eder :
• Komünist, dinsizlik cereyanı: Bunu en dehşetli tehlike olarak görür.
• İfsad komitesi: Dinsizliği neşretmeye çalışan gizli bir yapı.
• Garplılaşmak (Batılılaşmak): Hristiyanlara benzemeyi esas alan siyasîler.
Üstad Hazretlerine göre, Halk Partisi (CHP) iktidara gelirse, “komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır” Bu, iman ve vatan için “zarar-ı azîm”dir (en büyük zarar). Demokrat Parti ise, meslek itibarıyla bu iki dehşetli cereyana (komünizm ve dinsizlik) muarızdır.
Her ne kadar DP içinde üçüncü cereyana (garplılaşma) meyledenler olsa da, bu “vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zarar” hükmündedir.
• Prensip (Müradifler): Bu duruş, fıkıh ve hikmetin mühim bir kaidesi olan “ehven-i şerri ihtiyar” (iki şerden daha hafif olanı seçmek) prensibidir. Bu, “celb-i menâfi”den (faydaları çekmekten) daha mühim olan “def’-i mazarrat” (zararları defetmek) kaidesinin bir icabıdır. “Vücudun gitmemesi için kolun kopması kabul edilmiş” ifadesi, bu prensibin tam bir tasviridir.
• Kur’anî Dayanak (Zaruret Hâli): Bu prensibin Kur’anî temeli, zaruret hâllerinde daha az haram olanın tercih edilmesine cevaz veren düsturlara dayanır.
${…فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَآ اِثْمَ عَلَيْهِ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ}$
“O, size yalnız ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü aşmamak üzere (bunlardan yemesinde) günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara Sûresi, 2:173)
Bu ayet, daha büyük bir zarardan (ölüm) kurtulmak için daha küçük bir zararın (haram olanı yemek) işlenebileceğini gösterir. Üstad’ın siyasî tavrı da, “imanın ve vatanın helâketi” gibi daha büyük bir zararı defetmek için, “dinde lâübali” bazı unsurları barındıran bir partiyi destekleme zaruretine dayanmaktadır.

2. Düşmanlığın Sebebi: Dinsizlik ve İstibdad-ı Mutlak
CHP zihniyetine karşı duruşun şahsî veya siyasî bir rekabet olmadığını, bilakis “dinsizlik” ve “istibdad-ı mutlak” (mutlak despotizm) tehlikesine dayandığını vurgulamaktadır.
• Tahlil: İktibaslar , CHP’nin “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri”ni ve “yirmi yedi yıldır perde altındaki… eşedd-i zulmü” temsil ettiğini belirtir. Risale-i Nur’a ve müellifine yapılan muameleler, bu zihniyetin “keyfî işler” olduğunu ve “tarihte emsali görülmemiş bir cinayet” seviyesine vardığını gösterir.
• Hedef: Tehlike sadece siyasî bir baskı değil, “bu asil Türk milleti”ni ve onun imanını hedef alan bir cereyandır. Üstad, “Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi… inat etse… mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir” diyerek tehlikenin manevî buudunu (boyutunu) ortaya koyar.

3. Fitne, Tefrika ve Irkçılık Tehlikesi
“C planı; Cemaatları birbirine düşürmek” ve “D planı;… çatışmalarını körüklemektir” tahlilleri, Risale-i Nur’daki ikazlarla tam bir mutabakat içindedir.
• Tahlil (Tefrika): Üstad Bediüzzaman, “Halk Partisinin müfrit dessasları”nın ve “müfrit şeytanlar”ın ana hedefinin, “Nur talebelerini Demokratlardan bu tarzda nefret ettirip hükûmeti yıkmaya” çalışmak olduğunu belirtir. Bu, tam olarak “ehli imanın arasına tefrika tohumları saçmak”tır.
• Tahlil (Irkçılık): Üstad, Millet Partisi açısından ve Adnan Menderes’e hitaben yazdığı mektupta , “ırkçılık” tehlikesine şiddetle dikkat çeker. Buna “Frenk illeti” (Avrupa hastalığı) der ve “Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış” tesbitini yapar. Irkçılığın, “hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin… aleyhine cephe almaya mecbur” edeceğini ve milleti böleceğini ifade eder.
• Kur’anî Dayanak (Tefrika ve Fitne): Kur’an-ı Kerim, tefrikayı ve fitneyi en büyük tehlikelerden biri olarak zikreder.
${وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَآءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناً وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ}$
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:103)
${وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَآءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ}$
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:105)

4. Adalet-i Mahza: “Birisinin Günahıyla Başkası Mes’ul Olmaz”
Bediüzzaman’ın mücadelesinin şahıslarla değil, “zihniyet” ve “cereyan”larla olduğunu isbat eder.
• Tahlil: Üstad Hazretleri, Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi olan “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz” düsturunu hem ırkçılığın (unsurculuk) reddine hem de CHP’ye karşı tutumuna esas alır.
• Irkçılığı reddeder, çünkü ırkçılık “bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini… öldürmekte kendini haklı zanneder” .
• Aynı adalet prensibiyle, CHP’ye mensup olan herkesi değil, o partinin “müstebid”, “müfrit” ve “dessas” olan, “İttihatçıların bozuk kısmı”ndan gelen zihniyetini hedef alır. Hatta “eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim” diyerek, meselenin şahsî olmadığını gösterir.
• Kur’anî Dayanak (Şahsî Mesuliyet): Bu düstur, Kur’an-ı Kerim’de defaatle vurgulanan “adalet-i mahza”nın (tam ve saf adaletin) temelidir.
${قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَباً وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ}$
“De ki: “O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir rab mı arayayım? Herkes günahı ancak kendi aleyhine kazanır. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”” (En’âm Sûresi, 6:164)

5. Nasihat, İhtar ve “Öz Tenkit”
“Suçu başkalarında aramak yerine,bir öz eleştiri yapmak gerekmez mi?” suali, Üstad’ın DP’ye olan tavrında açıkça görülmektedir. O’nun desteği körü körüne bir tasdik değil, “ihtar” (uyarı) ve “nasihat” dolu bir muhafazadır.
• Tahlil: Bediüzzaman, DP’lilerin “cinayetleri” başkalarına yüklemesini eleştirir ve onlara “hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz” diye seslenir.
• DP’nin tehlikelerden kurtulması ve “âlem-i İslâmın teveccühünü” kazanması için iki mühim reçete sunar:
• “Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.”
• “Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler.”
• Bu tavır, “dönüş yapıp, telafi ederek, geri adım atmak gerekmez mi?” çağrısıyla örtüşür. Üstad, DP’yi desteklerken bile onları “hakikat-i İslâmiyeye yapışınız!” diyerek ciddî bir surette ikaz etmiştir.
• Kur’anî Dayanak (Nasihat ve İhtar): Bu tavır, mü’minin mü’mine karşı “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) ve “nasihat” vazifesinin bir icabıdır.
${وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِن۪ينَ}$
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât Sûresi, 51:55)

Netice
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, hayat-ı içtimaiyeye (sosyal hayata) bakışının merkezinde “imanın muhafazası” olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde isbat etmektedir. O’nun CHP’ye karşı ve DP’ye lehdar olan tavrı, siyasî partilerin isimlerinden veya şahıslarından ziyade, o partilerin temsil ettiği “zihniyet”e ve “cereyan”lara karşıdır.
Bu duruş;
• Büyük zararı (dinsizlik, komünizm) defetmek için küçük zararı (bazı lâübalilikler) kabul eden “ehven-i şer” hikmetine,
• Milleti parçalayan “tefrika” ve “ırkçılık” fitnelerine karşı uyanık olmaya,
• Zulmü ve cinayeti kim yaparsa yapsın, Kur’an’ın “adalet-i mahza” ve “şahsî mesuliyet” prensibine,
• Dost ve müttefik dahi olsa, hakikati söylemekten, “ihtar” ve “nasihat” etmekten çekinmemeye dayanmaktadır.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nurlarda-cumhuriyet-halk-partisi/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




İSRAİL’İN KENDİ KAZDIĞI KUYU: HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞI

İSRAİL’İN KENDİ KAZDIĞI KUYU: HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bir millet vardır ki, tarihi boyunca zulmü kendine hak, merhameti zaaf sanmıştır.
Mazlumun gözyaşını silmek yerine, o gözyaşını ganimet saymıştır.
İşte o milletin adı, bugün yeryüzünün vicdanını kanatan İsrail’dir.
İnsanlık, Sde Teiman denen o karanlık hapishanede işlenen vahşeti öğrenince bir kez daha utandı insan olmaktan.
Ancak daha ibret verici olan, bu karanlığı ifşa eden bir kadının —eski Askerî Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi’nin— kendi milletinin eliyle susturulmaya çalışılmasıdır.
Zira hakikati söylemek, zulmün payandası olmuş bir devlette en büyük suçtur.
Bu olay, yalnız bir “intihar vakası” değil; çürümüş bir vicdanın çığlığıdır.
İsrail, kendi eliyle kendi ipini çekmektedir.
Zira tarih boyunca zulümle abat olan hiçbir millet, o zulmün altında ezilmeden varlığını sürdürememiştir.
Firavun, Musa’yı boğmak için denize girmişti; fakat deniz onu yuttu.
Nemrut, ateşle tehdit etti; ama ateş İbrahim’e serinlik, Nemrut’a helâk oldu.
Bugün de İsrail, mazlum Filistinliyi boğmaya çalışırken, kendi nefesini kesmektedir.
Zulümle abad olunmaz; çünkü zulüm, kendi celladını içinde taşır.
Yifat Tomer-Yerushalmi, bir milletin karanlık yüzüne ayna tutmuştu.
O aynada görülen yalnızca bir tecavüz vakası değil; aynı zamanda bir devletin ruhundaki çürümenin tasviriydi.
İsrail, bu aynayı kırmakla yüzünü aklayabileceğini sandı.
Hâlbuki kırılan ayna değil, kendi suretidir.
Tarih, bugünleri yazacaktır.
Nasıl ki geçmişte Engizisyon, Hitler, Mussolini zulümlerini unutmadıysa; yarın da İsrail’in Filistin’e ettiği zulmü unutmayacaktır.
Zira mazlumun ahı, arş-ı âlâya yükselir; zalimin saltanatı ise toprağa gömülür.
Kur’ân’da Rabbimiz şöyle buyurur:
“Zulmedenleri, yaptıkları haksızlıklardan dolayı nasıl bir akıbete uğradıklarını görmediler mi? Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş olanların yurduna yerleştiler; oysa Biz onları helâk ettik. Çünkü onların zulümleri vardı.”
(Yunus Sûresi, 39-40. Âyetler )
Bugün Filistin’in kanı, yalnız Gazze’nin toprağına değil, bütün insanlığın vicdanına damlamaktadır.
Fakat her kan damlası, bir gün adaletin tohumuna dönüşecektir.
Ve o tohum yeşerdiğinde, zulmün orduları değil; mazlumun duası galip gelecektir.
İsrail’in ipi pazara çıkmıştır.
Kendi kuyusunu kendi kazmıştır.
Zira hakikati gizlemek mümkün değildir.
Zulümle kurulan hiçbir saltanat, ebediyyen bâkî kalmamıştır.
Ve Allah, mazlumun yanındadır.

ÖZET:

İsrail’in Filistinli esirlere yaptığı zulüm, kendi içinden bir itirafla —eski Askerî Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi’nin ifşasıyla— açığa çıkmıştır. Bu olay, yalnız bir “intihar şüphesi” değil, hakikati susturmaya çalışan bir zihniyetin çöküşüdür. Tarih boyunca zulümle var olan her güç, sonunda o zulmün altında kalmıştır. İsrail de kendi kuyusunu kazmaktadır. Çünkü hakikat, er ya da geç ortaya çıkar; zulümse daima kendi sahibini yutar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘Kuşeyrî’nin Letâifü’l-İşârât’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İmâm Ebü’l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî Hazretleri’nin (ö. 465/1072) Letâifü’l-İşârât (İşâretlerin Lâtîf Manaları) adlı eseri, işârî tefsirin en mühim ve en köklü kaynaklarından biridir.
Kuşeyrî’nin metodu, İsmail Hakkı Bursevî’den (k.s.) farklı olarak, zâhirî (dış) manalara ve fıkhî tahlillere çok az yer verip, neredeyse tamamen âyetin sâlikin (mânevî yolcunun) “hâl”ine, “makâm”ına ve “kalb”ine bakan yönünü, yani “işâret”ini ele almaktır. Onun için Kur’ân, sâlikin seyr ü sülûk (mânevî yolculuk) esnasında yaşadığı her hâle doğrudan hitap eden derûnî bir rehberdir.
İşte Letâifü’l-İşârât’ta lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Kuşeyrî’nin onlara verdiği irfânî manalar:

1. Tâhâ Sûresi, 12. Âyet: Hz. Mûsâ’nın “Nalın”ları (Ayakkabıları)

Bu misal, işârî tefsirin en meşhur ve en çarpıcı yorumlarından biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Haydi, nalınlarını (ayakkabılarını) çıkar! Şüphesiz sen mukaddes vâdi Tuvâ’dasın.” (Tâhâ, 20/12)
>
Zâhirî Manası:
O mübârek mekâna hürmeten ve oranın feyzinden istifade için ayakkabılarını çıkarması emredilmiştir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu hitap, sadece Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şahsına değil, onun hâlinde olan her “sâlik”e yöneliktir. Huzûr-ı İlâhî’ye (Allah’ın mânevî huzuruna) girmek bir “vâdi”ye girmektir.
* Nalınlar (Na’leyn): Bu “iki nalın”, sâlikin Allah’tan gayrı bağlandığı “iki âlem”i temsil eder: Dünya ve Âhiret.
* “Nalınlarını Çıkar!” (Fahla’ Na’leyk): Bu emir, “Ey huzûruma gelmek isteyen sâlik! Kalbinden sadece ‘dünya sevgisini’ değil (birinci nalın), ‘âhiret beklentilerini’ (Cennet arzusu veya Cehennem korkusu gibi) dahi çıkar! (ikinci nalın)” manasındadır.

* Yorum: Vuslat (Allah’a kavuşma) makâmı, tam bir “tevhîd” makâmıdır. Sâlikin kalbinde Allah’tan (Mevlâ’dan) başka hiçbir şeyin arzusu kalmamalıdır. Kişi, ibâdeti Cennet için yapıyorsa, hâlâ “huzûr”da değil, “beklenti”dedir. Allah’a kavuşmak, Allah için ibâdet etmektir. Bu emir, sâlikin “mâsivâ”yı (Allah dışındaki her şeyi) kalbinden çıkarmasının işâretidir.

2. Bakara Sûresi, 60. Âyet: Taştan Pınarların Fışkırması

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti de biz, ‘Asân ile taşa vur!’ demiştik. O (taş)tan hemen on iki pınar fışkırmıştı…” (Bakara, 2/60)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu kıssayı tamamen sâlikin derûnî terbiyesine tatbik eder:
* Taş (Hacer): Bu, sâlikin (müridin) günahlar ve gâflet sebebiyle katılaşmış “kalbi”dir (Kalb-i Kâsî). Veya inad eden, katı “nefs”idir.
* Hz. Mûsâ (a.s.): Mürşid-i Kâmil’i (yol gösterici rehberi) veya “aklı” temsil eder.
* Asâ (Baston): Mürşidin “zikir” telkini, “riyâzet” (nefsi kırma) usûlleri veya “tevhîd” kelimesidir.
* Taşa Vurmak: Mürşidin, müridin katı kalbine zikir ve irşad ile müdâhale etmesidir.
* On İki Pınar: Bu katı kalbden akan “mârifet” ve “hikmet” pınarlarıdır. Veya “havâss-ı bâtına ve zâhire”nin (iç ve dış duyuların) veya on iki temel âzânın, bu mânevî terbiye ile “itaat” ve “hikmet” pınarlarına dönüşmesidir.

Yorum:
En katı, en gâfil kalp bile, hakîkî bir mürşidin (Mûsâ) elinde, “tevhîd” asâsının darbesiyle yumuşar ve içinden mârifet pınarları akmaya başlar. Bu, nefsin terbiyesinin ve kalbin tasfiyesinin (saflaştırılmasının) bir sembolüdür.

3. Fâtiha Sûresi, 5. Âyet: İbâdet ve Yardım Talebi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu âyeti “avâm” (halk) ve “havâs” (seçkinler, ârifler) arasındaki farkı göstermek için şerh eder.
* Avâmın Anlayışı: “Sana ibâdet ederiz (taat için) ve Senden yardım dileriz (dünyevî ihtiyaçlarımız için).”
* Havâssın (Âriflerin) Hâli:
* “İyyâke Na’büdü” (Ancak Sana ibâdet ederiz): Ârif için bu söz, “Biz, ‘senden gelen yardım ve tevfik ile’ sana ibâdet ederiz” demektir. Ârif, kendi ibâdetini görmez. İbâdeti yaptıranın da Allah olduğunu bilir (Tevhîd-i Ef’âl). “Ben ibâdet ettim” demek, “ene” (ego) ve “şirk-i hafî”dir (gizli ortak koşma). Gerçek kulluk, kulun kendi fiilini görmekten fânî (yok) olmasıdır.
* “İyyâke Nesta’în” (Ancak Senden yardım dileriz): Bu yardım talebi, ibâdetin üzerinde ve sonrasında da “istikâmet” (doğru yolda sâbit kalmak) içindir. Yani, “Yâ Rabbi, bizi bu kulluk hâlinde sâbit kıl, bizi nefsimize ve bu ibâdetimize güvenmeye terk etme!” demektir.

Yorum:
Bu âyet, sâlikin “acziyetini” tam olarak idrâk etmesi ve her fiilinde Fâil-i Mutlak’ı (gerçek fâilin Allah olduğunu) görmesi makâmıdır.

4. Hûd Sûresi, 112. Âyet: İstikâmet Emri
> Âyet-i Kerîme:
> “Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol (istikâmet üzere ol)…” (Hûd, 11/112)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Sûfîlerin “İstikâmet, kerâmetten üstündür” sözünün kaynağı bu âyetin işâretleridir. (Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” buyurduğu rivâyet edilir.)
* İstikâmet Nedir?: Kuşeyrî’ye göre istikâmet, “Emrolunduğun gibi” olmaktır; “kendi istediğin, kendi aklına göre” olmak değildir.
* Derûnî Manası: Zâhirî (dış) emirleri yerine getirmek işin başlangıcıdır. Hakîkî istikâmet, “bâtın”da (iç dünyada) bir an bile Allah’tan gâfil olmamak, O’nunla olan muâmelesinde “hâl” değişikliğine uğramamak, başlangıçta (bidâyet) nasıl bir ihlâs ve niyet üzereyse, sonda (nihâyet) da o hâli koruyabilmektir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre Peygamber Efendimizi (s.a.v.) “ihtiyarlatan” şey, bu âyetteki emrin ağırlığıdır. Çünkü “kerâmet” (olağanüstü hâl) kulun isteğiyle değil, Allah’ın lütfuyla anlık olarak gerçekleşir; ancak “istikâmet”, her nefeste, zâhir ve bâtında tam bir denge ve “huzûr” hâlini kesintisiz sürdürme emridir ki, bu, manevî terbiyenin en zor ve en yüksek mertebesidir.
Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât’ı, bu misallerde görüldüğü gibi, Kur’ân’ın her bir lafzının, sâlikin derûnî âlemine nasıl bir “işâret” verdiğini ve kalbî terbiyenin nasıl olması gerektiğini gösteren lâtîf bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İmâm Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât adlı eseri, onun (Kuşeyrî’nin) derûnî tecrübelerini ve tasavvufî hâlleri âyetlerle nasıl mezcettiğini (birleştirdiğini) gösteren nüktelerle doludur. O, âyetlerin zâhirî manasını temel alarak, sâlikin (mânevî yolcunun) kalbî yolculuğundaki her bir mertebeye işâret eden manalar çıkarır.
İşte önceki misallerin dışında, Kuşeyrî’nin getirdiği farklı ve derin işârî manalardan bazıları:

1. Âl-i İmrân Sûresi, 103. Âyet: Allah’ın İpine Sarılmak

> Âyet-i Kerîme:
> “Hep birlikte Allah’ın ipine (Hablillâh) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın…” (Âl-i İmrân, 3/103)
>
Zâhirî Manası:
Bu ip, Kur’ân, İslâm veya Müslümanların cemaati (birliği) olarak tefsir edilir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “ip” (Habl) kavramını sâlikin Allah ile olan “ahd”ine (sözleşmesine) ve O’na olan “vuslat” (kavuşma) yoluna bağlar:
* Hablillâh (Allah’ın İpi): Bu, “Tevhîd”in ta kendisidir. Allah’ın ipine sarılmak, kalbi tam bir tevhîd üzere sâbit kılmaktır.
* “Sımsıkı Sarılın” (İ’tisâm): Bu, sâlikin kendi güç ve irâdesinden vazgeçip (fenâ bulup), tamamen Allah’ın korumasına (ismet) ve O’nun varlığına (bekâ) sığınmasıdır. İp, kurtuluş için uzatılmıştır; sâlikin yapması gereken tek şey, kendi çabasına güvenmeyi bırakıp o ipe tutunmaktır.
* “Parçalanmayın” (Lâ Teferrakû): Zâhirde ümmetin parçalanmamasıdır. Bâtında (işârî olarak) ise, sâlikin kalbinin parçalanmamasıdır. Kalbin bir kısmını dünyaya, bir kısmını âhirete, bir kısmını nefse ayırmak “tefrika”dır (parçalanmadır). Tevhîd ipine sarılanın kalbi “cem” (toplu, birlik halinde) olur; bütün himmeti (gayreti) sadece Allah olur.

2. A’râf Sûresi, 172. Âyet: Ezelî Ahid (Elest Bezmi)

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Elestü bi-Rabbiküm?). Onlar da: ‘Evet (Belâ), şâhit olduk!’ demişlerdi…” (A’râf, 7/172)
>
Zâhirî Manası:
İnsan ruhlarının yaratıldığı ezelî mecliste Allah ile yapılan sözleşme, fıtrat.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu âyet, geçmişte olmuş bitmiş bir hâdise değil, “hâl” ehli olan âriflerin (Allah’ı bilenlerin) her an müşâhede ettikleri ezelî bir hitaptır:
* “Elestü bi-Rabbiküm?”: Bu hitap (sesleniş), sâlikin kulağından hiç gitmeyen ezelî bir nidâdır. Gâfiller bunu sadece bir kez duymuştur, ancak “huzûr” ehli olanlar bu hitabı her an, kâinattaki her bir zerrede yeniden duyarlar.
* “Belâ” (Evet!): Bu cevap, sâlikin “hâl”idir. Bu, sadece dil ile verilen bir cevap değil, kulun bütün varlığıyla, acziyetini ve O’nun Rabliğini tasdik etme hâlidir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre tasavvuf yolculuğu, o ezelî “Elest” hitabını yeniden duyabilme ve o “Belâ” cevabının hakkını verebilme çabasıdır. Dünyaya gelişimiz, o ezelî hitaptan “perdelenmemiz”dir (gaflete düşmemizdir). Zikir ve murâkabe ise, o perdeyi kaldırıp yeniden “Elest” hitabına muhatap olma faaliyetidir.

3. Ra’d Sûresi, 28. Âyet: Kalplerin Mutmain Olması (Huzur Bulması)

> Âyet-i Kerîme:
> “…Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri (anılması) ile mutmain olur (huzur bulur, yatışır).” (Ra’d, 13/28)
>
Zâhirî Manası:
Allah’ı anmak (Kur’ân okumak, tesbih çekmek) kalbe sükûnet verir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “zikir” ve “itmi’nân” (mutmain olma) hâlleri arasındaki derûnî ilişkiyi şöyle izah eder:
* Zikir: Zikir, sadece dilin faaliyeti değildir. Kuşeyrî’ye göre zikir, “Mezkûr”un (Zikredilen’in, yani Allah’ın) zâkirin (zikredenin) kalbine hâkim olmasıdır. Zâkirin, zikir esnasında kendinden fânî (yok) olup, sadece Zikredilen’in farkında olmasıdır.
* İtmi’nân (Mutmain olma): Bu, “sükûnet” veya “huzur”dan daha derindir. Bu, “yakîn” (kesin bilgi ve iman) hâlidir.
* Yorum: Kalp niçin mutmain olur? Çünkü kalp “asl”ını (kökünü) aramaktadır. Kalp, Allah’tan (mâsivâdan) başka neye yönelse, o şey “hâdis”tir (sonradan yaratılmıştır) ve fânîdir. Fânî olan, ebedî olan kalbe huzur vermez, onu daha da “muztarib” (çalkantılı) yapar. Kalp, ancak kendi “Asl”ı olan Allah’ı “bulduğunda” (O’nu zikrettiğinde ve O’nunla huzûr bulduğunda) çalkantısı durur ve yatışır (mutmain olur).

4. Alak Sûresi, 19. Âyet: Secde ve Yakınlık
> Âyet-i Kerîme:

> “…Hayır, ona (o engelleyene) itaat etme! Secde et ve yaklaş! (Vescüd vakterib)” (Alak, 96/19)
>
Zâhirî Manası:
Namaz kıl, secde et ve Allah’a yakın ol (Çünkü kulun Rabbine en yakın olduğu an secde anıdır).

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Bu âyet, sâlikin “kurbet” (yakınlık) makâmına nasıl erişeceğinin formülüdür:
* “Secde et”: Kuşeyrî’ye göre bu, sadece bedenin secde etmesi değildir. Bu, “nefsin secde etmesi”dir. Nefsin secde etmesi, “ene”nin (benliğin), enâniyetin (egoların) ve irâdenin terk edilmesidir. Sâlik, kendi varlığını “hiç” görmedikçe, “en yüksek” olan alnını “en alçak” olan toprağa sürmedikçe hakîkî secde olmaz.
* “Yaklaş!”: Yakınlık (Kurbet), bu “hiçliğin” (fenâ) hemen ardından gelen bir “netice”dir. Kul, kendi varlığından (nefsinden) ne kadar “uzaklaşırsa”, Allah’a o kadar “yaklaşır”.

* Yorum: Yakınlık, mekânsal bir yakınlık değildir. Kulun, kendi vehmî (varsayımsal) varlığını aradan çıkarıp, Allah’ın varlığı ile “vâki” olması hâlidir. Bu sebeple “secde”, zâhiren bir alçalış, bâtınen ise en yüce “yakınlık” makâmına yükseliştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧

 

 

 




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin (k.s.) Rûhu’l-Beyân adlı muazzam eseri, tasavvufî ve işârî tefsir sahasının şâhikalarından biridir. Bu eserde müellif, âyetlerin zâhirî (dış) manalarını inkâr etmeden, o lafızların ardında yatan bâtınî (derûnî) ve ahlâkî manaları, yani “işâretleri” ortaya koyar.
Rûhu’l-Beyân, âyetlerin zâhirî tefsirini (rivâyet ve dirâyet yoluyla), kıraat farklarını, fıkhî hükümleri ve lügavî tahlilleri verdikten sonra, ekseriyetle “Nükteler” (Letâif) veya “İşâretler” başlığı altında o âyetin tasavvufî tefsirine geçer.
İşte Rûhu’l-Beyân’da lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Bursevî Hazretleri’nin onlara getirdiği işârî yorumlardan misaller:

1. Yûsuf Sûresi, 4. Âyet: Hz. Yûsuf’un Rüyâsı

Bu âyet ve yorumu, Rûhu’l-Beyân’ın işârî tefsir metodolojisinin en meşhur misallerinden biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Yûsuf, babasına demişti ki: ‘Babacığım! Ben (rüyâmda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm.'” (Yûsuf, 12/4)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
İsmail Hakkı Bursevî’ye göre bu âyetteki her bir unsur, insanın derûnî yapısındaki farklı bir kuvvete işâret eder:
* Hz. Yûsuf (a.s.): İnsanın “Kalbi”ni temsil eder. Kalb, mârifetullahın (Allah’ı bilmenin) ve ilâhî tecellîlerin merkezidir.
* On bir yıldız: İnsanda bulunan “havâss-ı zâhire” (beş dış duyu) ve “kuvâ-yı bâtına” (altı iç kuvvet/meleke; tefekkür, hafıza, hayal vb.) toplamını, yani on bir kuvveti temsil eder.
* Güneş: “Ruh”a işâret eder.
* Ay: “Nefs”e işâret eder.

Yorum (Secde):
Rüyâda bu unsurların Hz. Yûsuf’a secde etmesi şu derûnî hakîkate işâret eder:
İnsan-ı kâmil (olgun insan) olma yolundaki sâlik (manevî yolcu), seyr ü sülûkünü tamamlayıp “kalb”ini tasfiye ettiğinde (saflaştırdığında), onun hem bütün dış duyuları ve iç melekeleri (yıldızlar), hem nefsi (ay), hem de ruhu (güneş), kalbinin emrine girer. Hepsi, kalbde tecellî eden ilâhî irâdeye ve mârifete tâbi olur. Bu, insanın kendi varlığındaki “vahdet”e (birliğe) erişinin ve kalbin saltanatının tasviridir.

2. Kehf Sûresi: Hz. Mûsâ ve Hızır Kıssası

Bu kıssanın tamamı, tasavvuf ehli için zâhir (şerîat) ve bâtın (hakîkat) ilimlerinin münâsebetini gösteren temel bir meseldir. Bursevî, bu kıssayı bu açıdan derinlemesine şerh eder.

> Kıssa:
> Hz. Mûsâ’nın (a.s.), “ilm-i ledün” (Allah katından vasıtasız verilen gizli ilim) sahibi Hızır (a.s.) ile yaptığı yolculuk. (Kehf, 18/60-82)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
* Hz. Mûsâ (a.s.): Zâhirî ilmi, şerîatı, aklı ve peygamberlik mesûliyetini temsil eder. Onun ilmi, görünür sebeplere ve ilâhî emirlere dayanır.
* Hızır (a.s.): Bâtınî ilmi, hakîkati ve ilm-i ledünnü temsil eder. Onun fiilleri (gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı düzeltmesi), zâhirî akla ve şerîata aykırı görünse de, her birinin bâtında (perde arkasında) ilâhî bir hikmeti vardır.

Yorum:
Bursevî’ye göre bu kıssa, “sâlik”in (müridin) mürşid-i kâmil ile olan münâsebetine de işâret eder. Sâlik (Mûsâ), mürşidinin (Hızır) bazı fiillerinin zâhirî manasını anlayamasa bile, ona tam bir teslimiyetle tâbi olmalıdır. Zîrâ mürşid, bâtınî ve ledünnî ilimle hareket etmektedir. Bu kıssa, aklın ve zâhirî ilmin sınırlarının olduğunu, hakîkat ilminin ise ancak “sabır” ve “teslimiyet” ile öğrenilebileceğini gösterir.

3. Fâtiha Sûresi: “Âlemlerin Rabbi”

> Âyet-i Kerîme:
> “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.) (Fâtiha, 1/2)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, “Rabb” isminin “terbiye edici, kemâle erdirici” manası üzerinde durur.
* Âlemler (el-Âlemîn): Sadece dış dünyadaki (zâhirî) varlıklar değildir; aynı zamanda insanın kendi içindeki “âlem”lerdir. İnsan, “âlem-i sağîr” yani küçük kâinattır.
* Rabbu’l-Âlemîn: Allah, hem dış kâinatın hem de insanın iç kâinatının (kalb, ruh, nefs, sır, hafî, ahfâ gibi latîfelerin) Rabbidir.

Yorum:
Bu âyet, sâlik için bir seyr ü sülûk dersidir. Allah, sâliki manevî yolculukta mertebe mertebe terbiye eder. O, “nefs-i emmâre” (kötülüğü emreden nefs) mertebesindeki kulunu “Rab” ismiyle terbiye ederek “nefs-i mutmainne” (huzura eren nefs) mertebesine ulaştırır. Dolayısıyla bu âyeti okuyan sâlik, sadece dış âlemlerin terbiyesini değil, kendi derûnî âlemlerinin de Allah tarafından nasıl terbiye edildiğini tefekkür etmelidir.

4. Bakara Sûresi, 115. Âyet: Yönlerin Vahdeti

> Âyet-i Kerîme:
> “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (Zâtı’nın tecellîsi) oradadır. Şüphesiz Allah (rahmeti ve ilmi) geniş olandır, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bu âyetin zâhirî manası, kıble değişikliği veya nâfile namazlarda serbestiyet gibi konularla ilgili olsa da, Bursevî burada “vahdet-i şuhûd” (varlıkta tecellî birliğini görme) makamına işâret eder:
* Doğu ve Batı: Zıtlıkları, kesreti (çokluğu) ve mekân kayıtlarını temsil eder.
* Allah’ın Vechi: Allah’ın Zâtı’nın her yerde hâzır ve nâzır oluşu, O’nun tecellîleridir.

Yorum:
Manevî mertebelerde yükselmiş olan “ârif” (Allah’ı bilen) için artık “cihet” (yön) kaygısı kalmaz. O, kesrette vahdeti (çoklukta birliği) müşâhede eder. Baktığı her “şey”de, o şeyin ardındaki ilâhî tecellîyi görür. Bu âyet, “Kâbe”ye yönelmek olan zâhirî kıbleden, “her an Allah ile olma” makamı olan bâtınî kıbleye (kalbin kıblesine) geçişe bir işârettir. Ârif için her yer ve her an, “huzûr-ı ilâhî”dir.
Rûhu’l-Beyân, bu misallerde görüldüğü gibi, âyetleri sâlikin manevî terbiyesi, ahlâkî tekâmülü ve Allah’a vuslatı (kavuşması) açısından yorumlayan bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İşte lafızların ötesine geçerek verdiği farklı ve derin manalara dâir başka misaller:

1. Nûr Sûresi, 35. Âyet: Âyetü’n-Nûr (Nûr Âyeti)

Bu âyet, tasavvufî tefsirlerin üzerinde en çok durduğu âyetlerden biridir ve Rûhu’l-Beyân’da çok geniş bir yer tutar.
> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûru’nun misâli, içinde lamba bulunan bir penceredir (Mişkât). O lamba bir sırça (Zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (Kevkeb) gibidir…” (Nûr, 24/35)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyetteki bütün teşbihleri (benzetmeleri) doğrudan “insan”ın manevî yapısına ve latîfelerine (derûnî merkezlerine) tatbîk eder:
* Mişkât (Pencere/Nîş): Bu, sâlikin (mânevî yolcunun) “sadrı” (göğsü) veya “cesedi”dir.
* Zücâce (Sırça/Cam): Bu, mü’minin “kalbi”dir. Kalb, hem şeffaftır (hakîkati yansıtır) hem de korunmuştur (günahlardan arındığında).
* Misbâh (Lamba): Kalbin içindeki “ruh”tur. Hayat ve idrâk ondan gelir.
* Yağ (Zeyt): Lambayı yakan yakıttır. Bu, “ilm-i ledün” (Allah katından gelen vasıtasız ilim), “mârifet” (Allah’ı bilme) veya “feyz-i ilâhî”dir (ilâhî feyiz).
* Mübârek Ağaç (Zeytin Ağacı): Bu ilim ve feyzin geldiği “asıl”dır (kaynaktır). Bu, “vahiy”, “Kur’an” veya “insan-ı kâmil”dir (mürşid).

* “Ne doğuya ne de batıya ait” (Lâ Şarkiyyetin ve Lâ Garbiyyetin): Bu mârifet kaynağının, maddî âlemin kayıtlarından (zaman, mekân, cihet) münezzeh (uzak) olduğunu gösterir. O, ilâhî ve ezelî bir kaynaktır.

Yorum:
Bu âyet, Allah’ın Nûru’nun kâinatta nasıl tecellî ettiğinden ziyade, o Nûr’un “mü’minin kalbinde” nasıl parladığının tasviridir. İnsanın manevî yolculuğu (seyr ü sülûk), bu “Mişkât” olan bedenini temizleyip, “Zücâce” olan kalbini saflaştırarak içindeki “Misbâh” olan ruhun, ilâhî feyiz “yağı” ile tam olarak parlamasını sağlamaktır.

2. Bakara Sûresi, 31. Âyet: Hz. Âdem ve Esmâ’nın Öğretilmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ve Âdem’e bütün isimleri (Esmâ’yı) öğretti. Sonra onları meleklere arz edip ‘Eğer sâdıklardansanız, şunların isimlerini bana haber verin’ dedi.” (Bakara, 2/31)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî’ye göre bu âyet, insanın (İnsan-ı Kâmil’in) kâinattaki yerini ve hilâfetin (yeryüzünde halîfe olmanın) asıl sırrını açıklar.
* Esmâ (İsimler): Bunlar sadece eşyânın isimleri, yani kelimeler değildir. Bunlar, Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sı, yani O’nun sıfatlarının tecellîleridir.
* Âdem’e Öğretilmesi: Melekler, Allah’ın Esmâ’sından sadece bir kısmını (meselâ “Subbûh”, “Kuddûs” gibi celâlî isimlerini) biliyordu. Ancak Hz. Âdem, “küllî” bir istidâda (kabiliyete) sâhipti. Allah, Âdem’in (ve onun neslindeki kâmil insanların) “zâtına” (cevherine), bütün Esmâ’sının tecellîlerini bilme ve yansıtma kabiliyetini yerleştirdi.

* Hilâfetin Sebebi: Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesinin ve Âdem’in “Halîfe” olmasının sebebi, işte bu “câmiiyyet” (bütün Esmâ’yı kendinde toplama) özelliğidir. Âdem, Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamına “ayna” olmuştur.

Yorum:
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil), Allah’ın bütün isimlerinin göründüğü bir “özet” (Zübde-i Âlem) ve “küçük kâinat”tır (Âlem-i Sağîr). Tasavvuf yolculuğu, insanın içinde gizli olan bu “Esmâ” istidâdını ortaya çıkarma ve “halîfe” olmanın hakkını verme faaliyetidir.

3. Ankebût Sûresi, 69. Âyet: Mücâhede (Cihad)

> Âyet-i Kerîme:
> “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere (cihad edenlere) gelince, biz onları mutlaka yollarımıza (Sübülenâ) hidâyet ederiz. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle (iyilik edenlerle) beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
>
Zâhirî Manası:
Âyetin zâhirî manası, Allah yolunda savaşanlara veya din için gayret gösterenlere yardım edileceğidir.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî ve diğer mutasavvıflar için bu âyet, “Cihâd-ı Ekber” (En Büyük Cihad) olan “nefs ile mücâdele”nin temel dayanağıdır.
* “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler”: Bu, kılıçla yapılan savaştan ziyade, kişinin kendi “nefs-i emmâre”sine (kötülüğü emreden nefsine), hevâ ve heveslerine, şeytanın vesveselerine ve dünyaya olan bağlılığına karşı verdiği derûnî savaştır.
* “Yollarımıza (Sübülenâ)”: Allah “yolumuza” (tekil) dememiş, “yollarımıza” (çoğul) demiştir. Bursevî’ye göre bu, Allah’a giden yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çok olduğuna işârettir.
* Yolların Çeşitliliği: Bu yollar; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi “letâif” yollarıdır; “mârifet” (bilme) ve “muhabbet” (sevme) yollarıdır; “riyâzet” ve “tasfiye” (nefsi arındırma) yollarıdır.

Yorum:
Kim nefsine karşı bu büyük cihadı başlatırsa, Allah da ona kendi içindeki bu “yolları” (Sübül) açar. Mânevî ilerleme (seyr ü sülûk), kulun mücâhedesi ile başlayan ve Allah’ın hidâyeti ile devam eden karşılıklı bir faaliyettir. Kul “cihad” eder, Allah “hidâyet” eder.

4. Bakara Sûresi, 7. Âyet: Kalblerin Mühürlenmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır…” (Bakara, 2/7)
>
Zâhirî Manası:
Kâfirlerin, hakîkati inatla reddetmeleri sebebiyle idrâk (anlayış) yollarının kapanması.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyeti zâhirde kâfirler için ele alırken, işârî olarak “gâfil” Müslümanlar ve “yolda kalmış” sâlikler için de bir uyarı olarak yorumlar:
* Kalbin Mühürlenmesi (Hatm): Bu, sadece inkâr ile olmaz. Dünyaya aşırı muhabbet (Hubb-ı dünyâ), şehvetlere düşkünlük, gâflet ve sürekli günah işlemek de kalbi “mühürler”.

* Mühürlenme Nedir?: Kalbin “mârifetullah”ı (Allah’ı bilmeyi) ve ilâhî feyizleri kabul etme kabiliyetini kaybetmesidir. Kalb, ayna gibidir; günahlar onu paslandırır ve karartır. Mühürlenme, bu pasın artık kalıcı hâle gelmesidir.

* Gözdeki Perde (Gışâve): Bu, “zâhir”e (dış görünüşe) takılıp “bâtın”ı (iç manayı) görememektir. Kâinata bakıp Allah’ın sanatını (Sâni’i) görememek, âyetleri okuyup derûnî manasını anlayamamak bu “perde”nin eseridir.

Yorum:
Sâlik için en büyük tehlike, gâflete düşerek veya dünyevî meşgalelere dalarak kalbinin yeniden mühürlenmesi tehlikesidir. Rûhu’l-Beyân, bu âyeti bir “tehdit” ve “uyarı” olarak sunar; sâlikin sürekli “teyakkuz” (uyanıklık) hâlinde olması ve kalbini mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemesi gerektiğini hatırlatır.
Bu misaller, Rûhu’l-Beyân’ın Kur’ân’ı sadece bir “hüküm” veya “tarih” kitabı olarak değil, aynı zamanda sâlikin Allah’a ulaşma yolculuğundaki (seyr ü sülûk) her mertebesine hitap eden, yaşayan ve derûnî bir “rehber” olarak nasıl okuduğunu göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧




RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin lafızlarında, harflerinde ve cümlelerinde mündemiç (saklı) olan derûnî manaların ve istikbale dair işaretlerin, “İlm-i Cifir” ve “Ebced Hesabı” vasıtasıyla, bilhassa “tevafuk” anahtarıyla nasıl anlaşılabileceği ve bu usûlün Risâle-i Nur’da nasıl istimal edildiği (kullanıldığı) teşkil etmektedir.

1. Temel Esas: Kur’an’ın İ’câzı (Mu’cize Oluşu) ve Harflerin Sırrı
Konunun temel dayanağı, Kur’an-ı Kerim’in sadece manasıyla değil, lafızları, nazmı (dizilimi) ve hatta harfleriyle de bir mu’cize (i’caz) taşıdığı hakikatidir.
“Her yönüyle mu’cize olan Kur’an-ın ayetlerinden geleceğe aid manaların çıkarılması,doğrudan doğruya Kur’an-a aid olan bir övgü ve üstünlüktür.”
Bu bakış açısına göre, Kur’an’daki hiçbir harf veya kelime tesadüfî ve gayesiz değildir. Her bir harfin, Arap alfabesindeki sırasına (Ebced) göre bir rakamsal (adedî) değeri vardır ve bu değerler, ayetin zahirî manasının ötesinde, işarî (işaret eden) bir mana katmanına da sahiptir.

Bu câmîiyete (kapsayıcılığa) dair Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“…Biz kitapta (Kur’an’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık…” (En’âm, 6:38’den bir bölüm, Meali)
Bu ayet, Kur’an’ın sadece dinî hükümleri değil, kâinata ve hayata dair temel hakikatleri de ya sarahaten (açıkça) ya da işareten ihtiva ettiğini gösterir.

2. İlm-i Cifir ve Ebced: Bir İlim mi, Bir Usûl mü?
“Ebced ve Cifir hesabı”nın İslâmiyet’ten önce de tatbik edilen, harflerin rakamsal değerleriyle “belli meselelere ışık tutmak, belli meselelerden ışıklar almak” için kullanılan bir usûl olduğu ifade edilmektedir.
• Ebced: Arap harflerine sayısal değerler atayan kadîm bir sistemdir.
• İlm-i Cifir: Bu sayısal değerleri kullanarak metinlerden (bilhassa kudsî metinlerden) derûnî manalar, sırlar ve geleceğe dair işaretler çıkarma ilmi veya sanatıdır.
Bu ilmin peygamberler için “mu’cize”, velîler ve âlimler için ise “keramet ve ilim” gösterme vasıtası olabileceğini belirtmektedir. Buradaki kilit nokta, bunun “niyet ve ihtiyar ile” elde edilen bir malûmat olmamasıdır.
“İstikbali olan gaybiyat,niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi;niyet ile de müdahale etmek,o yasağa karşı adem-i itaat-i işmam ediyor.”
Yani Cifir, gaybı zorla bilme teşebbüsü değil, daha ziyade Allah’ın ilhamıyla veya bir tevafuk neticesinde tezahür eden bir “keramet-i ilmiye” (ilmî bir ikram) olarak görülmektedir.

3. Risâle-i Nur’daki Metodoloji: Tevafuk

Bu usûl, “tevafuk” (denk gelme, uyum) üzerine kuruludur ve “zorlama ve zorlanma” olmadığının isbatıdır.
Bu metodoloji, bir hiyerarşiye (derecelendirmeye) tabidir:
• Hafî Bir İma (Gizli İma): Sadece bir tevafuk varsa, bu sadece bir imadır.
• Remiz (Alâmet): İki cihetle aynı meseleye tevafuk olursa, ima “remiz” derecesine çıkar.
• İşaret: İki-üç cihetle tevafuk olursa, bu “işaret” olur.
• Delalet (Delil Olma): Çok vecihle tevafuk, lafzın manasıyla ve harflerin işaretiyle münasip düşerse, bu “delalet” derecesine yükselir.
• Sarahat (Açıklık): Altı-yedi vecihle tevafuk, kelimelerin manası ve harflerin işaretiyle tam muvafık (uygun) ve mukteza-yı hâle (durumun gereğine) mutabık olursa, bu “sarahat” derecesinde bir açıklık kazanır.
Bu tasnif (sınıflandırma), bulunan sayısal değerin keyfî bir yorum olmadığını; bilakis, metnin lafzı, manası ve işaret ettiği hâl arasında kuvvetli, çok yönlü ve kasdî bir rabıta (bağ) olduğunu göstermeyi hedefler.

4. Bu usûlün Risâle-i Nur’da nasıl tatbik edildiğine dair pek çok misal sunmaktadır. Bu misaller, Cifir ilminin muhtelif sahalardaki (alanlardaki) işaretlerini göstermektedir:

A. Asrın Manevi Hastalıkları ve Risâle-i Nur’un Vazifesi
Bu asrın manevi buhranlarına işaret eden ayetleri ve Risâle-i Nur’un bu buhranlara karşı bir “Kur’anî ilaç” olduğunu Cifir yoluyla nasıl gösterdiğini belirtiyor.
• Misal : “Ve in küntüm merda” (Eğer hasta iseniz) cümlesinin makam-ı cifrisi (1500 küsur) ile “manevi hastalıkların kısm-ı âzamı”nın Risâlet-in Nur’un “Kur’an-i ilaçlarıyla” izale edileceğine işaret etmesi.
• Ayetin Tamamı (Meali): “Eğer hasta veya yolcu iseniz veya içinizden biri tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız, bu hallerde su bulamadığınız takdirde temiz bir toprağa yönelip (teyemmüm niyetiyle) onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Nisâ, 4:43’ten bir bölüm)
• İzah: Zahirî manası “su bulamayan hasta” olan bu ayetin, işarî manada “manevi hayat suyundan (imandan) mahrum kalmış bu asrın hasta ruhlarına” da baktığı ve cifrî değeriyle bu manevi hastalığın devasına (Risâle-i Nur’a) işaret ettiği belirtilmektedir.
• Misal : Asr Suresi’nin işaretleri.
• “İnnel insane lefi husr.” (Muhakkakki insanlar hüsrandadır) makam-ı cifrisi (1324) ile “hürriyet inkılabıyla başlayan” ve savaşlar, mağlubiyetler, musibetlerle devam eden “hasaret-i insaniye” (insanlığın zararı) devrine işaret etmesi.
• Devamındaki “İllellezine amenu ve amilus-sâlihati” (İman edip de sâlih amel işleyenler müstesna..) cümlesinin makam-ı cifrisi (1358) ile bu manevi hasaretten kurtuluşun “çare-i yeganesi”nin “iman ve a’mal-i sâliha” olduğuna ve Risâle-i Nur’un bu vazifeyi yaptığına işaret etmesi.
• Surenin Tamamı ( Meali): “1. Asra yemin olsun ki, 2. İnsan mutlaka ziyandadır. 3. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 103:1-3)

B. Siyasî, İçtimaî ve Tarihî Hadiselere İşaretler
Kur’an ve Hadislerdeki bazı ifadelerin, bu asırda meydana gelen büyük içtimaî değişimlere ve savaşlara tevafuk ettiğini göstermektedir.
• Misal : Dünyevîleşme tehlikesi.
• “Alel Ahireti”(Bile bile dünyayı ahirete tercih ederler.) ifadesinin cifir hesabıyla (1333 veya 1334) “eski harbi umumide İslamiyet düşmanları galebe çalmakla” başlayan ve “dünyayı dine tercih rejimi”nin mebdeine (başlangıcına) tevafuk etmesi.
• İlgili Ayet ( Meali): “Bunun sebebi, onların dünya hayatını âhirete tercih etmeleri ve Allah’ın da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesidir.” (Nahl, 16:107)
• Misal : Din ve vicdan hürriyetine yapılan müdahaleler.
• “La ikrahe fid-Dini gad Tebeyyene’r-Rüşd.” (Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapkınlıktan,hak batıldan ayrılıp belli olmuştur.) ayetinin cifrî değeriyle (1350 / 1934) “laiklik perdesi altında icbar ve ikrah” yani zorlamaların yapıldığı tarihe işaret ederek, cevabın “silahla değil, vicdan hürriyeti ile” ve “dinin hakikatlarını gözlere göstererek” verilmesi gerektiğine işaret etmesi.
• Ayetin Tamamı ( Meali): “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutuşmuştur. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2:256)
• Misal : Hz. Ali’nin (R.A.) kerametkârane ihbarı.
• “1347-de (1931) Arabi hurufunu terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslam içinde başlanacak” ve bunun “cebren” öğretileceğine dair ihbarı.

C. Ahirzaman Fitneleri ve Korunma Yolları
Bu asrın “dehşet asrı” olduğunu ve Kur’an’ın bu fitnelere karşı uyardığını belirtmektedir.
• Misal : Felak Suresi’nin işaretleri.
• Bu surenin, “kainatta adem alemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insi ve cinni şeytanlardan” korunmayı emrederek, “bu acib asrımıza daha ziyade” baktığı ve “Kur’an-ın hizmetkarlarını istiazeye (sığınmaya) davet” ettiği.
• Suredeki “şerrin dört defa tekrarı”nın “dört büyük şerre” (mesela 2. Dünya Savaşı ve diğer ideolojik fitnelere) işaret ettiğini özetlemektedir.
• Surenin Tamamı ( Meali): “1. De ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden, 2. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, 3. Düğümlere üfleyenlerin şerrinden, 4. Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım!”” (Felak, 113:1-5)

Hülâsa (Netice)

Bu izaha göre konu, basit bir fal veya kehanet meselesi değil; Kur’an’ın ve Hadislerin harf ve kelimelerinin, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmiyle, sadece nâzil oldukları (indikleri) döneme değil, “bu acib asra” ve istikbale dair mühim hadiselere de baktığını “tevafuk” anahtarıyla ve ilmî bir metodolojiyle isbat etme gayretidir. Bu gayretin hedefi, “manevi hasaretlerden kurtulmanın çare-i yeganesi” olan “iman ve a’mal-i sâliha” hakikatlerini bu asrın idrakine sunmaktır.

Bak:
https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nur-da-sirlar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

 

 




RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR- 2 –

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR- 2 –

Risale-i Nur Külliyatı’nda İstidat, Kabiliyet ve Duygular (Geniş İzah)
Risale-i Nur Külliyatı’nda insan, kâinatın en münevver (nurlu) meyvesi ve Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının en cami (toplayıcı) ayinesi olarak tasvir edilir. İnsanın bu müstesna makamının temeli, ona bahşedilen istidat, kabiliyet ve duygular (hissiyat/latifeler) ile atılmıştır. Bu cihazat, insanın yaratılış gayesi olan “marifetullah” (Allah’ı tanıma) ve “muhabbetullah” (Allah’ı sevme) vazifesini icra etmesi için verilmiş ilahi lütuflardır.
Bu kavramlar insanın kulluk vazifesinin temelini teşkil eder.

1. İstidat: Yaratılıştaki Derûnî Potansiyel (Çekirdek)
Tanımı:
İstidat, Cenab-ı Hakk’ın insanın mahiyetine (yapısına) dercettiği (yerleştirdiği) fıtrî (yaratılıştan gelen) potansiyel ve yatkınlıklardır. Bunlar, insanın manevi inkişafı için toprağa atılmış “çekirdekler” mesabesindedir. İnsanın mahiyetine ekilen bu tohumlar, onun hangi Esma-i İlahiye’ye (İlahi İsimlere) ne ölçüde ayinedarlık (aynalık) yapabileceğini tayin eden bir kabildir.

Risale-i Nur’daki İzahı:
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, insanın bu cami (kapsamlı) istidadını, “çekirdek” metaforuyla izah eder. İnsan, koca bir “şecere-i Tuba” (Cennet ağacı) olabilecek bir kabiliyeti, bir çekirdek halinde taşır.
Bu istidat, insanın “ahsen-i takvim”de (en güzel biçimde) yaratılmış olmasının sırrıdır.
Ayet-i Kerime (Ahsen-i Takvim):
Bu müstesna ve potansiyel yüklü yaratılış,
Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir:
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”
(Tîn Suresi, 4. Ayet)

Ayet-i Kerime (Fıtrat):
Bu istidat, Allah’ın (C.C.) insanı üzerine yarattığı “fıtrat”tır. Bu fıtrat, Tevhid’i (Allah’ın birliğini) kabul etmeye programlanmıştır:

1-“O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte2 doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Rûm Suresi, 30. Ayet)

2. Kabiliyet: İstidadın İnkişafı ve Fiili Beceri (Ağaç)
Tanımı:
Kabiliyet, fıtrattaki o istidat çekirdeğinin, videoda da ifade edildiği gibi, “iman ve İslâmiyet suyuyla” ve “ibadet ve tefekkür” ile sulanması neticesinde inkişaf etmesi (açığa çıkması), yani fiili bir beceri ve meleke haline gelmesidir. İstidat “kuvve” (potansiyel) ise, kabiliyet onun “fiil” (aktif) hale gelmesidir.

İmtihan Vesilesi (Emanet ve Hilafet):
İnsana verilen bu muazzam kabiliyetler, aynı zamanda büyük bir “emanet” ve “hilafet-i rû-yi zemin” (yeryüzü halifeliği) vazifesidir. İnsan, bu kabiliyetleri ile yeryüzünü imar etmekle ve Allah’ın isimlerini izhar etmekle mükelleftir.

Ayet-i Kerime (Halife):
İnsanın bu vazifesi, meleklerin sualine cevap olarak şöyle belirtilmiştir:
“Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.”
(Bakara Suresi, 30. Ayet)

Ayet-i Kerime (Emanet):
Bu ağır yük, insanın istidatlarının büyüklüğünü de gösterir:
“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.”
(Ahzâb Suresi, 72. Ayet)

Risale-i Nur’daki İzahı:
Risale-i Nur, bu emanetin ve istidatların iki ciheti olduğuna dikkat çeker. İman ve hidayetle bu kabiliyetler inkişaf ederse, insan Tîn Suresi’ndeki “âlâ-yı illiyyîn”e (en yükseklere) çıkar. Eğer küfür ve dalaletle bu istidatlar “dumura uğrarsa” (körelirse), insan “esfel-i sâfilîn”e (en aşağılara) düşer. (Bu hakikat 23. Söz’de izah edilir).

3. Duygular (Hissiyat ve Latifeler): Kabiliyetlerin Muharriki
Tanımı:
Duygular (hissiyat), Allah’ın (C.C.) insana verdiği binlerce latife ve cihazattır (akıl, kalp, ruh, sır, sevgi, korku, merak, hırs vb.). Bunlar, istidat ve kabiliyetleri harekete geçiren, onları hayra veya şerre sevk eden manevi motorlardır.
Bu duygular yaratılış gayesine gitmekte birer “kanat” ve “araçtır”.

Risale-i Nur’da Duyguların Tevcihi (Yönlendirilmesi):
Risale-i Nur, bu duyguların israf edilmemesi, fani (geçici) dünyaya değil, baki (kalıcı) olana, yani Cenab-ı Hakk’a ve rızasına yönlendirilmesi (“tevcih edilmesi”) gerektiğini ehemmiyetle vurgular.
Misaller:
• Akıl: Sadece dünya maişetini (geçimini) temin için değil, asıl vazifesi olan kainat kitabını “tefekkür” etmek (derin düşünmek) ve videodaki tabirle “Sanat eserlerine bakarak Sani’i (Sanatkarı) düşünmek” için kullanılmalıdır.
• Muhabbet (Sevgi): İnsanın sevme kabiliyeti sınırsızdır. Bu duygu, fani mahlukata (yaratılmışlara) “li-zatihi” (kendisi için) değil, “li-vechillah” (Allah namına) sarf edilmelidir. Yani mahlukat, Allah’ın esmasının tecellisi ve sanatı olduğu cihetle sevilmelidir. Asıl muhabbet, “Muhabbetullah”a (Allah sevgisine) hasredilmelidir.
• Havf (Korku): Başka varlıklardan değil, sadece Allah’ın “azamet” ve “celal” sıfatından korkulmalı (havfullah), O’nun emirlerine muhalefetten çekinilmelidir.
• Merak: Dünyevi malayani (boş) işlere değil, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” gibi hikmetli suallere ve ebedi hayatın (ahiretin) hakikatlerine yöneltilmelidir.

Tezkiye-i Nefs (Nefsi Arındırma):

Duyguların bu şekilde doğruya yöneltilmesi, Kur’an’ın emrettiği “tezkiye-i nefs”tir. İstidatlar, ancak tezkiye ile kabiliyete ve kemalata (olgunluğa) dönüşür.

Ayet-i Kerime (Tezkiye):
Cenab-ı Hak, nefse hem takvayı hem de fücuru (kötülük duygusunu) ilham ettiğini belirttikten sonra şöyle buyurur:
“(7) Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip, (8) Ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, (9) Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. (10) Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”
(Şems Suresi, 7-10. Ayetler)

4. Nihai Gaye: Marifet, Muhabbet ve Rıza Makamı

Tevhid Bağlantısı:
Risale-i Nur’da bütün bu istidat, kabiliyet ve duyguların inkişafındaki nihai gaye, “Tevhid”e, yani Allah’ın birliğini idrak etmeye vasıl olmaktır. İnsan, bu cihazatıyla Allah’ın Sıfat-ı Subutiyesine (Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelam) ayinedarlık eder.

İstikamet:
Bu cihazatın inkişafı, “sırat-ı müstakim” (dosdoğru yol) üzere olmalıdır. Bu yol, ifrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) olmayan “vasat” (orta) yoldur. Bu, o kadar mühim bir esastır ki, Peygamber Efendimiz (A.S.M.) hadis-i şerifinde, “Beni Hud Suresi ihtiyarlattı” buyurmuştur.

Ayet-i Kerime (İstikamet):
Bahsi geçen ayet-i kerime şöyledir:
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”
(Hûd Suresi, 112. Ayet)

Havf v8e Reca (Korku ve Ümit):

Mü’min, bu yolda daima “havf ve reca” (korku ve ümit) arasında olmalıdır. Allah’ın azametinden korkarken (Havf), O’nun rahmetinden asla ümidini kesmemelidir (Reca).

Ayet-i Kerime (Ümit):
“De ki (Allah şöyle buyuruyor): “Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.””
(Zümer Suresi, 53. Ayet)

Sonuç: Rıza-i İlahi:

İstidat çekirdeğini imanla ağaç yapan, kabiliyetlerini ibadetle meyvedar hale getiren ve duygularını Allah’a yönelten kul, “marifetullah” ve “muhabbetullah” mertebelerine çıkarak, en yüksek makam olan “Rıza-i İlahi”ye (Allah’ın rızası) mazhar olur.

Hülasa
Hülasa olarak, Risale-i Nur Külliyatı’nda istidat, kabiliyet ve duygular, insana Allah’ı (C.C.) tanıması, sevmesi ve O’na kulluk etmesi için verilmiş birer sermayedir.
• İstidat (çekirdek), “ahsen-i takvim” sırrıdır.
• Kabiliyet (ağaç), bu çekirdeğin iman ve ibadetle inkişafıdır ve “emanet”in yerine getirilmesidir.
• Duygular (motor/kanat), bu inkişafı sağlayan, ancak “istikamet” üzere yönlendirilmesi gereken muharrik kuvvetlerdir.
Bu sermayeyi zayi etmek “esfel-i sâfilîn”e düşmektir; iman, tefekkür ve ibadetle inkişaf ettirmek ise “ahsen-i takvim” sırrına mazhar olup “âlâ-yı illiyyîn”e çıkmaktır. Bütün bu yolculuğun sonunda ise dönüş sadece O’nadır.

Ayet-i Kerime (Dönüş):
“…Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.”
(Âl-i İmrân Suresi, 28. Ayet’ten bir kısım -Meali)

BAK: https://www.youtube.com/watch?v=W5yxu76U8iQ
https://tesbitler.com/2024/11/26/risale-i-nur-kulliyatinda-istidat-kabiliyet-ve-duygular/
https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0stidat

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




Bediüzzaman Said Nursi’nin Asarı Bediiyye adlı eseri ve Külliyatında KÜRTLER -2-

Bediüzzaman Said Nursi’nin Asarı Bediiyye adlı eseri ve Külliyatında KÜRTLER -2-

Bediüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı, ırkî bir tahlilden ziyade, temelini Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den alan “Uhuvvet-i İslamiye” (İslam Kardeşliği) ve “içtimaî adalet” prensipleri üzerine kurar. Onun nazarında Kürtler, İslam ümmetinin ayrılmaz, mühim ve kahraman bir cüz’üdür.
İşte bu bakış açısını tasvir eden ana başlıklar ve dayandığı esaslar:

1. Uhuvvet-i İslamiye (İslam Kardeşliği) ve Menfi Milliyetçiliğin Tenkidi
Bediüzzaman Said Nursi, ırkçılığı ve ayrılıkçı (menfi) milliyetçiliği “Asabiyet-i Cahiliye”nin bir tezahürü olarak görür ve şiddetle tenkit eder. Ona göre milliyet fikri iki kısımdır: “Müsbet Milliyet” ve “Menfi Milliyet”.
• Müsbet Milliyet: Hayat-ı içtimaiyenin (toplumsal hayatın) derûnî bir ihtiyacından kaynaklanır. Bu, tearüf (tanışma) ve teavün (yardımlaşma) esasına dayanır.
• Menfi Milliyet: Başka ırklara karşı adavet (düşmanlık) ve tenâkür (birbirini inkâr etme) üzerine kuruludur. Başkalarını yutmakla beslenir ve İslam kardeşliğine zıttır.
Bediüzzaman, Kürtler ve Türkler arasındaki bağı, ırk bağından çok daha kuvvetli olan İslamiyet bağıyla izah eder.

Dayandığı Ayet (Tearüf Prensibi):
Kur’an-ı Kerim, kavimlere ayrılmanın hikmetini şöyle beyan eder ( Meali):
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât Suresi, 13. Ayet)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• Tearüf: Birbirini tanıma, bilme. (Ayetin hedefi)
• Teavün: Yardımlaşma. (Tearüf’ün neticesi)
• Tenâkür: Birbirini inkâr etme, yok sayma. (Menfi milliyetçiliğin esası)
• Tahâsum: Düşmanlık etme. (Menfi milliyetçiliğin neticesi)
• Uhuvvet: Kardeşlik.
• Asabiyet: Kavmiyetçilik, ırkçılık.

Risale-i Nur’dan İktibas:
Bediüzzaman, bu ayeti Mektubat’ta tefsir ederken şöyle der:
“Fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, Hadîs-i Şerifte ferman etmiş: ‘İslâmiyette asabiyet-i cahiliye yoktur.’ … Diğer kısmı müspet milliyettir ki; hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı derûnîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesânüde sebeptir; uhuvvet-i İslâmiyeyi kuvvetlendirir… Zîrâ o müspet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim (hizmetkâr) olur, kal’a olur…”
(İktibas: Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Üçüncü Mebhas)

2. Teşhis ve Tedavi: Cehalet, Zaruret, İhtilaf ve “Medresetüz-Zehra” Projesi

Bediüzzaman, Eski Said döneminde, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Doğu vilayetlerinin içtimaî dertlerine bir teşhis koyar. Bu teşhis üç kelimeden ibarettir: “Cehalet, Zaruret (fakirlik), İhtilaf (ayrılık).”

Tedavi olarak da bu üç hastalığa karşı üç ilaç sunar: “Marifet (eğitim), Sanat (teknoloji/üretim), İttifak (birlik).”
Bu tedavinin merkezi ise onun en büyük hayali olan “Medresetüz-Zehra”dır. Bu, Doğu’da (Van’da) kurulmasını teklif ettiği, din ilimleri (ulum-u diniye) ile fen ilimlerinin (fünun-u medeniye) birlikte okutulacağı bir İslam Darü’l-Fünunu (Üniversitesi) projesidir.

Dayandığı Ayet (İlim ve Cehalet Farkı):
Eğitimin (marifetin) cehalete üstünlüğü, Kur’an’ın temel mesajlarındandır ( Meali):
…قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ…
“…(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer Suresi, 9. Ayet’ten bir bölüm)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• Marifet: İlim, eğitim, bilgi.
• Fünun-u Medeniye/Cedide: Fen bilimleri, modern bilimler.
• Ulum-u Diniye: Din ilimleri.
• Mezc: İki şeyi birbiriyle karıştırmak, kaynaştırmak.
• İhtilaf: Anlaşmazlık, ayrılık.
• İttifak: Birlik, uyuşma.

Risale-i Nur’dan İktibas (Üç Lisan Meselesi):
Bediüzzaman, Münazarat adlı eserinde bu üniversitenin eğitim diline dair meşhur tesbitini yapar. Bu tesbit, bölgenin gerçeklerine ve İslami kimliğe ne kadar ehemmiyet verdiğini gösterir:
“Sual: …Maksadını müphem bırakma, ne istersin?
Cevap: … Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.”
(İktibas: Münazarat)
Bu formülün izahı şöyledir:
• Arapça Vacip: Çünkü Kur’an’ın ve din ilimlerinin temel dilidir.
• Türkçe Lâzım: Çünkü devletin resmi dilidir, idari ve medeni ilimler için gereklidir.
• Kürtçe Caiz: “Caiz” kelimesi burada fıkhî manada “yapılabilir, meşrudur” anlamındadır. Yani, bölge halkının (Kürtlerin) ana dilde eğitim görmesinin (lisan-ı mahallî) doğal ve İslami bir hak olduğunu, bunun yasaklanamayacağını ifade eder.

3. İttihad-ı İslam (İslam Birliği) ve Tefrika Uyarısı
Bediüzzaman, Kürtlerin ve Türklerin bin yıldır İslam’ın bayraktarlığını yapmış iki kardeş unsur olduğunu ısrarla vurgular. Dış güçlerin (ecnebilerin) bu iki unsuru birbirine düşürmek için “menfi milliyetçilik” fikrini aşıladığını belirtir. Çözümün, ırkî bağlara değil, “Hablullah” (Allah’ın ipi) olan Kur’an’a sarılmak olduğunu söyler.

Dayandığı Ayet (Birliktelik Emri):
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ…
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasını6z.” (Âl-i İmrân Suresi, 103. Ayet)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• İ’tisam: Sımsıkı sarılmak.
• Hablullah: Allah’ın ipi (Kur’an, İslam).
• Tefrika: Bölünme, parçalanma.
• İttihad-ı İslam: İslam Birliği.

4. İçtimaî Adalet ve Hukukun Üstünlüğü
Bediüzzaman, Kürtlerin veya başka herhangi bir unsurun maruz kaldığı haksızlıklara karşı “adalet-i mahza”yı (mutlak adalet) savunur. Ona göre, bir mü’minin hakkı, kavmiyetine veya statüsüne bakılmaksızın korunmalıdır. Adaletin, ırkî veya siyasi mülahazalara feda edilmesine şiddetle karşı çıkar.

Dayandığı Ayet (Mutlak Adalet Emri):
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِما تَعْمَلُونَ خَب۪يراً
“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdard8ır.” (Nisâ Suresi, 135. Ayet)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• Adalet-i Mahza: Mutlak adalet (Suçun şahsiliği prensibi, masumların zarar görmemesi).
• Kıst: Adalet, hakkaniyet.
• Zulüm: Haksızlık, adaletsizlik.

Netice
Bediüzzaman Said Nursi’nin tesbitleri, Kürtleri ırki bir azınlık olarak değil, İslam ümmetinin temel ve asil bir unsuru olarak ele alır. Onların dinî, içtimaî ve maarif seviyelerinin yükselmesini, ümmetin genel selametinin bir parçası olarak görür. Çözümü ırkçılıkta (menfi milliyetçilikte) veya tefrikada değil, Kur’an’ın “uhuvvet” (kardeşlik), “tearüf” (tanışma), “adalet” ve “ilim” (marifet) prensiplerine sarılmakta bulur.

Bakınız:
https://tesbitler.com/2024/10/29/bediuzzaman-said-nursinin-asari-bediiyye-adli-eseri-ve-kulliyatinda-kurtler-ile-ilgili-ne-gibi-tesbitler-de-bulunmaktadir/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




BEDİÜZZAMAN VE RİSÂLE-İ NUR -2-

BEDİÜZZAMAN VE RİSÂLE-İ NUR -2-

Risale-i Nur’un asrımızdaki vazifesine, metodolojisine ve ihtiva ettiği temel esaslara dair derûnî ve mühim tesbitler ihtiva etmektedir.

1. Asrın İhtiyacına Cevap ve İmanın Keşfi

Risale-i Nur’un “gürültülü asırda” ihtilafları bir kenara bırakıp insanlık alemini “Tevhid ve İman” noktasında topladığı ifade edilmektedir. Bu, Risale-i Nur’un en esaslı vazifesi olan iman-ı tahkikî (tahkike dayalı iman) dersini vermesidir.
Asrımız, fen ve tabiat ilimlerinin ilerlemesiyle birlikte maddiyyun (materyalist) düşüncenin yaygınlaştığı, şüphelerin ve vesveselerin kalplere ve akıllara hücum ettiği bir devirdir. Bu “toz duman” içerisinde, eski devirlerdeki gibi iman-ı taklidî (taklide dayalı iman) kâfi gelmemekte, sarsılmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Kur’an denizindeki cevherleri çıkarmak” suretiyle yaptığı, Kur’an’ın iman hakikatlerini bu asrın fehmine (anlayışına) münasip bir tarzda, aklî ve mantıkî isbatlarla sunmaktır. Bu, “keşif içindeki bir keşif” olarak tasvir edilen hâdisedir. Yani, zaten mevcut olan Kur’an hakikatlerinin, bu asrın perdeleri altından yeniden keşfedilmesidir.
Bu noktada, imana davetin basiret üzere olması gerektiği vurgulanır. Risale-i Nur, “bakar körlükten kurtarma” vazifesini, kâinata mana-yı harfî (yaratıcısı hesabına bakış) ile bakmayı öğreterek yapar.
Müradif Mefhumlar: İman-ı Tahkikî, İman-ı Taklidî, Mana-yı Harfî, Mana-yı İsmî, Basiret, Tefekkür, Marifetullah.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“De ki: ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, basîretle Allah’a çağırırız. Allah’ı tenzih ederim. Ben ortak koşanlardan değilim.'”
(Yûsuf Sûresi, 108. Ayet)

2. İçtimaî Hayatın İki Esası: Ribâ ve Zekât Tenkidi
İçtimaî ihtilallerin iki ana kaynağı olarak “Sen çalış ben yiyeyim” (Ribâ/Faiz) ve “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” (Enaniyet ve Zekât’ın terki) tesbit edilmiştir.
Risale-i Nur, bilhassa İşârâtü’l-İ’câz ve Lem’alar gibi eserlerde, bu iki içtimaî hastalığın cihan şümul tehlikelerine dikkat çeker.
• Ribâ (Faiz) ve Menfi Neticeleri: “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi, emeğe hürmetsizliğin ve haksız kazancın temelidir. Bu, metinde “küçük bir azınlığın menfaati” olarak ifade edilen sermaye zulmünü doğurur. Kur’an, ribâyı şiddetle yasaklayarak, içtimaî sınıflar arasında adavet (düşmanlık) ve kin oluşmasını engellemek ister.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt gelir de (faizcilikten) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim de (faize) dönerse, işte onlar cehennemin sakinleridir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
(Bakara Sûresi, 275. Ayet)
• Zekât ve Müsbet Neticeleri: “Ben tok olduktan sonra…” şeklindeki enaniyet ve merhametsizlik, sosyalizmin ve benzeri fikirlerin palazlandığı zemin olan “açlık ve fakirlik” problemini derinleştirir. İslamiyet ise, “köprü görevi gören zekât müessesesi” olarak belirtildiği gibi, zengin ile fakir arasına merhamet, şefkat ve uhuvvet (kardeşlik) köprüsünü kurar. Zekât, servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç olmasını engeller.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın Peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, Peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (böyle hükmedilmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.”
(Haşr Sûresi, 7. Ayet)

3. Varlığın Şehadeti: Vâhidiyet ve Ehâdiyyet Tecellîleri
Risale-i Nur’un “Allah-ın varlığı her zerrede gösterilmiş” hakikatine ve Sâni-i Zülcelâl’in sanatı üzerindeki “Vâhidiyet” ve “Ehâdiyyet” tecellîlerine (görünümlerine) temas etmektedir.
Bu, Risale-i Nur’un tevhid isbatlarındaki temel metodudur:
• Vâhidiyet: Allah’ın (c.c.) birliğinin ve isimlerinin bütün kâinat üzerinde bir bütün olarak görünmesidir. “sanatkarın sanatı üzerindeki Vâhidiyet derecesindeki hakimiyeti” buna işaret eder. Mesela, “Hayy” (Diri) isminin bahar mevsiminde bütün yeryüzünü ihya etmesi (diriltmesi) bir Vâhidiyet tecellîsidir.
• Ehâdiyyet: O Vâhid (Bir) olan Zât’ın, birliğinin her bir zerrede, her bir varlıkta hususî olarak görünmesidir. Metindeki “münferiden Ehâdiyyet derecesinde de her bir ferdinde bu hakimiyeti göstermesi” (ressamın resimdeki hakimiyetini çizgilerde de göstermesi) bu noktadır. Mesela, o “Hayy” isminin, tek bir sineğin veya mikrobun yapısındaki mucizevî hayatta da görünmesi bir Ehâdiyyet tecellîsidir.
Risale-i Nur, kâinattaki bu nizamı (düzeni) ve sanatı göstererek, her şeyin tek bir Sâni’in elinden çıktığını, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir şeyin O’nun vukûfiyeti ve iradesi haricinde olamayacağını isbat eder.

Müradif Mefhumlar: Tevhid-i Hakikî, İsbât-ı Sâni, Sikke-i Vahdet (birlik mührü), Hâtem-i Ehâdiyyet (ferdîlik mührü), San’at-ı İlâhiyye.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 190. Ayet)

4. Varlıkların Vazifesi ve Mu’cizât-ı Enbiyâ’nın Sırrı
“Bütün varlıkların bir vazife ile vazifelendirildiği” ve insanın da “en şerefli bir rütbe ile tavzif edildiği” belirtilmektedir. Bu, kâinatın yaratılış gayesinin ubudiyet (kulluk) ve tefekkür olduğu hakikatidir. Risale-i Nur, her varlığın kendi lisan-ı haliyle (hal diliyle) Allah’ı tesbih ettiğini ve O’nun isimlerine ayinedarlık (aynalık) vazifesi gördüğünü izah eder. İnsanın en şerefli rütbesi ise, bu tesbihatı şuurla idrak eden halife-i arz (yeryüzünün halifesi) olmasıdır.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât Sûresi, 56. Ayet)
Ayrıca, “Peygamber kıssalarıyla, teknolojik gelişmelere… ışık tutmuştur” ifadesi, Risale-i Nur’un (hususan Yirminci Söz’de) mu’cizât-ı enbiyâ (peygamber mucizeleri) üzerine yaptığı izahlara dayanır. Buna göre, mucizeler sadece peygamberlerin nübüvvetini (peygamberliğini) isbat eden harikalar değil, aynı zamanda beşeriyetin (insanlığın) ulaşabileceği fennî (bilimsel) ve teknolojik terakkiyatın (gelişmelerin) manevî birer prototipi ve hedefidir.
• Mesela, Hz. İdris’in (a.s.) mucizesi olan terzilik, giyim sanayiine; Hz. Süleyman’ın (a.s.) rüzgâra hükmetmesi, hava nakliyatına ve tayyarelere (uçaklara) işaret eder.

Müradif Mefhumlar: Ubudiyet, Hilafet, Vazife-i Fıtrat (yaratılış vazifesi), Tesbih, Mu’cizât-ı Enbiyâ, Terakkiyat-ı Beşeriyye.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali – Hz. Dâvud’un mucizesi):
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tesbih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, (onları) dokumasında intizamı gözet’ diye demiri ona yumuşattık. (Ey Dâvûd ailesi!) Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla görmekteyim.”
(Sebe’ Sûresi, 10-11. Ayetler) [Bu ayet, demirin yumuşatılmasıyla zırh sanatına (teknolojisine) işaret eder.]

5. Tebliğ Metodu: Müsbet Hareket ve Akıl-Kalb İttihadı
Risale-i Nur’un irşad (doğru yolu gösterme) metodolojisine dair mühim esasları vurgulanmaktadır:
• Müsbeti Anlatmak: “Menfiyi değil, müsbeti anlatmak.” Bu, Risale-i Nur mesleğinin esası olan müsbet hareket prensibidir. Yani, yıkıcı tenkit (eleştiri) yerine yapıcı izahı, adavet (düşmanlık) yerine muhabbeti, tefrikayı (ayrılık) değil ittifakı esas almak. “İslâmiyeti değil, müslümanı anlatmalarından” dolayı tebliğin tesirsiz kalması tesbitiniz de bu noktadadır. İslamiyetin parlak hakikatleri yerine, Müslümanların kusurlarına odaklanmak, insanları dinden soğutur.

Müradif Mefhumlar: Müsbet Hareket, Tebliğ, İrşad, Üslûb, Muhabbet.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali – Güzel Sözün Tesiri):
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.”
(İbrâhîm Sûresi, 24-25. Ayetler)
• Akıl ve Kalb Muvazenesi (Düstur ve Destur): “Akıl düstur ister, kalb destur ister. Böylece akıl ile kalb barıştırılarak…” ifadeniz, Risale-i Nur’un hakikat mesleği olmasının sırrıdır.
• Bazı tasavvufî yollar (tarikatlar) daha ziyade kalb üzerine teksif olur (yoğunlaşır); burada “destur” (izin, manevî feyiz) esastır.
• Bazı kelâmî ve aklî yollar ise sadece akıl üzerine durur; burada “düstur” (kaide, mantıkî prensip) esastır.
• Risale-i Nur ise, bu asrın ihtiyacına binaen, aklın şüphelerini izale eden (gideren) düsturları (Kur’anî prensipleri ve mantıkî isbatları) sunarken, aynı zamanda kalbi tatmin eden, ruha destur ve feyiz veren imanî hakikatleri birlikte mezcetmiş (kaynaştırmıştır).
• En Kısa Yol: “Hakikata giden en kısa yol gösterilmiştir”
• Risale-i Nur, bu asırda velayet yollarının (tarikatların) uzun ve meşakkatli olması hasebiyle, doğrudan Kur’an’dan alınan ve acz, fakr, şefkat ve tefekkür esaslarına dayanan bir “velayet-i kübra” (büyük velayet) yolu olduğunu ifade eder. Bu, seyr-ü sülûk (manevî yolculuk) zahmetleri olmadan, iman hakikatleri üzerinde tefekkür ile hakikate ulaşmanın en kısa ve en selametli yoludur.

Netice
Risale-i Nur Külliyatı’nın imanî, içtimaî ve metodolojik esaslarını muhtasar (öz) fakat şümullü (kapsamlı) bir surette tasvir etmektedir. Bu izahlar, mezkûr eserin sadece bir imanî tefsir değil, aynı zamanda asrın içtimaî ve fikrî hastalıklarına reçeteler sunan cihan şümul bir hikmet hareketi olduğunu göstermektedir.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/01/bediuzzaman-ve-risale-i-nur/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




BEDİÜZZAMANDAN KESİTLER

BEDİÜZZAMANDAN KESİTLER

Bediüzzaman Hazretleri’nin manevî makamının ulviyeti ve meşrebinin tarikatlardan farklı ciheti (Veraset-i Nübüvvet), Risale-i Nur eserlerinin “ruh” ve “tasdik” ile olan derûnî irtibatı, şahsî duruşundaki ifrat ve tefritten müberra (uzak) istikamet ve Ehl-i Sünnet dairesindeki muhakkikane tavrıdır.

1. Manevî Makam: Veraset-i Nübüvvet ve Tarikatın FeVkindeki Meşrep

Bediüzzaman Hazretleri’nin manevî silsilesi ve feyiz aldığı kaynak hakkında mühim ipuçları bulunmaktadır.
Müradif Kavramlar: Veraset-i Nübüvvet, Meşreb-i Hakaik, Velâyet-i Kübra.
İzah:
Ladikli Ahmed Ağa’nın şehadeti, bu konudaki en net ifadelerden biridir. Ahmed Ağa, Üstad’ın “herhangi bir tarikat silsilesine bağlı olmadığını”, “ne Kutbü’l-Aktab’a, ne de herhangi bir kutuba bağlı” olmadığını belirtmiştir. En mühim tesbiti ise şudur: “O doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) feyiz alır, ona göre hareket eder.”
Bu, Bediüzzaman’ın meşrebinin temelini teşkil eden Veraset-i Nübüvvet makamına işarettir. Yani, araya başka manevî kutubları veya silsileleri vasıta kılmaksızın, doğrudan doğruya Nübüvvet kaynağından (Kur’an ve Sünnet) feyiz alarak hakikatleri ders verme yoludur. Bu, tarikat meşrebinden (ki o velâyet yoludur) farklı olarak, hakikat yoludur. Hızır (a.s.) ile olan hatırası dahi, onun manevî rical ile irtibatını, fakat vazifesinin (Eskişehir zelzelesi gibi umumî bir musibetin def’i) onlardan dahi ayrı bir ehemmiyet taşıdığını gösterir.
Aynı şekilde, Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah Hazretleri’nin, Üstad’ın babası Sofi Mirza Efendi’ye gösterdiği fevkalade hürmet ve “Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı tercih ederim!” sözü de, velâyet makamının (Gavslık) dahi, o veraset-i nübüvvet makamının (Müceddidiyet) yanında ne kadar yüksek bir paye olduğunu idrak ettiğini göstermektedir.

İlgili Ayet:

Alimler, peygamberlerin varisleridir. Bu varislerin vazifesi, Allah’ın mesajını tebliğ etmek ve O’ndan başkasından çekinmemektir.
$الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْNكَ وَأَحَدًا إِلَّا اللَّهَ ۗ وَكَفَىٰ بِاللَّهِ حَسِيبًا$
Meali: “O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 33/39)
Bu ayet, enbiya hakkında olsa da, onların vazifesini deruhte eden müceddidler ve varisler de, feyizlerini doğrudan Risalet’ten aldıkları için, tebliğlerinde yalnızca Allah’tan korkarlar.

2. Risale-i Nur’un Hususiyeti: “Ruh”, “Tasdik” ve “Kalbetmek”
İlk kesitte “tescilli, onaylı, icazetli” olma meselesi, Risale-i Nur’un sadece lafızdan ibaret bir metin olmadığını, bilakis müellifinin “tasdik”inden geçen manevî bir “ruh” taşıdığını ifade etmektedir.

İzah:
Abdulmecid Nursi merhumun tercümesinin “bazı yerleri eksik de olsa” Üstad’ın onayından (tasdikinden) geçmiş olması, ona “tükenmez manalar” ve bir “ruh” kazandırmıştır. Buna mukabil, lafız olarak daha kâmil görünen fakat bu manevî icazetten ve tasdikten mahrum tercümelerin “lafızdan ziyade pek mana vermeyen” eserler olarak hissedilmesi, meselenin lafız değil mana ve ruh olduğunu isbat eder.
Risale-i Nur’un kendisi ilhamî bir tefsirdir. Müellifinin vazifesi, bu ilham ile gelen manaları kaleme almaktır. Müellifin tasdiki, o metnin ilhamî aslına uygunluğunun mührüdür. Bu mühür, metne bir kuvvet ve ruh verir.
Bu ruh, hizmet meşrebinde de kendini gösterir.
“Risale-i nur şerri hayra kalbeder. Yok etmez. Tarikatte ise riyazetle nefis yok edilir” ifadesi, bu iki meşrep arasındaki farkı net olarak ortaya koyar. Tarikat, riyazet (nefsî arzuları kırma) ile ene (nefis) ve onun şerlerini yok etmeyi hedefler. Risale-i Nur ise tefekkür yoluyla, enenin mahiyetini bildirir, ona “vahid-i kıyasî” (kıyaslama birimi) vazifesini öğretir ve böylece şerri (kötülüğü) hayra (iyiliğe) kalbeder (dönüştürür). Bu, daha selametli ve Kur’anî bir metottur.

İlgili Ayetler:
Allah, vahyini bir “ruh” ile indirir. İlham da bu vahyin bir cilvesidir.
$يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَىٰ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ$
Meali: “O, ‘Benden başka ilâh yoktur, bana karşı gelmekten sakının’ diye (insanları) uyarmaları için emrinden olan ruh (vahiy) ile melekleri kullarından dilediğine indirir.” (Nahl, 16/2)
Şerrin hayra kalbedilmesi (dönüştürülmesi) ise, Allah’ın tevbe eden kullarına bir lütfudur ve bu, Risale-i Nur meşrebinin dayandığı bir Kur’anî hakikattir:
$…إِلَّا مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَٰئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا$
Meali: “…Ancak tövbe edip inanan ve salih amel işleyenler başka. İşte bunların, Allah kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkân, 25/70’den bir kısım)

3. Müstakim Duruş: İfrat ve Tefritten Uzak Tenkit ve Nazar
Üstad Bediüzzaman’ın hem ilmî tenkitlerinde hem de şahsî muamelelerinde Sırat-ı Müstakim üzere olduğunu göstermektedir.

İzah:
En bariz misal, “Bir suale cevap” başlıklı metindir. Burada Üstad, iki zıt kutbu (Mustafa Sabri ve Mûsâ Bekûf [Musa Carullah]) muhakeme etmektedir:
• Mustafa Sabri: “İfrat etmiş”, “tefrit ediyor.” Muhyiddin-i Arabi gibi “ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi” olan bir zatı tezyifte (küçümsemekte) haksızdır. Sebebi: “kavâid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle”.
• Mûsâ Bekûf: “Ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr” (modernizme ve çağdaşlığa fazla uyumlu) efkârıyla “ziyade ifrat ediyor.”
Bediüzzaman’ın burada yaptığı, itidal ve hakkaniyet üzere bir tenkittir. Muhyiddin-i Arabi’yi (k.s) toptan reddetmez; “kendisi hâdî ve makbuldür” der. Fakat eserlerinin tehlikesine de işaret eder: “her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor.” Özellikle Vahdetü’l-Vücud bahislerinin “bu zamanda… okumak zararlıdır” diyerek, Ehl-i Sünnet’in temel kaidelerini muhafaza eder. Bu, ne taassup ne de teceddüt ifratıdır; bu, hakikatin kendisidir.
Aynı müstakim duruşu, şahsî hadiselerde de görüyoruz:
• Sultan Abdülhamit Hadisesi : Doktorun, Sultan Abdülhamit Han aleyhine konuşması üzerine hiddetlenmesi ve “Ben ona veli nazarı ile bakıyorum” diyerek muayeneyi reddetmesi, onun şahsî menfaatini (rapor almak) değil, uhrevî bir hakikati (bir veliye hürmet) esas aldığını gösterir.
• Fevzi Çakmak Hadisesi: Üç kere tekrara rağmen “Ben o adama Allah rahmet etsin, diyemiyorum” demesi de, yine şahsî değil, dinî ve umumî hizmete verdiği zarara binaen, tavizsiz bir duruştur.

İlgili Ayet:
İslam ümmetinin vasfı, “vasat” (dengeli, orta yol) olmaktır. Bu denge, ifrat ve tefritten kaçınmayı gerektirir.
$وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا ۗ …$
Meali: “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık…” (Bakara, 2/143’ten bir kısım)

Netice ve Diğer Tesbitler

• Zekâ ve Hıfz (Molla Fethullah): Üstad’ın “zekâ ile hıfzın aşırı derecede bir arada bulunması” vasfı, ona tevdi edilen ağır ve kudsî vazifenin (Risale-i Nur’un te’lifi) altından kalkabilmesi için ihsan edilmiş fıtrî bir mucizedir.
• İsnadın Reddi (Mustafa Sabri’nin oğlu): “Er reddiyyetü…” eserinin Üstad aleyhine yazılmadığının teyidi, Ehl-i Sünnet alimleri arasındaki ihtilafı değil, usûldeki ittifakı arayanlara bir işarettir.
• Hizmetin Ruhu (Bekir Berk): “Olmayacaklarla değil, o olacaklarla meşguldür” sözü, Risale-i Nur hizmetinin müsbet hareket ettiğini, ye’se (ümitsizliğe) düşmediğini ve tevekkül ile “fırtınalı havada da olsa” vazifesine devam ettiğini gösterir.
• Hizmetin Devamı (Hutbe-i Şamiye): 1911’de Arapça yazılan bir eserin, 40 yıl sonra bizzat müellifi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmesi, mesajın cihan şümul (evrensel) olduğunu ve zamanın geçmesiyle eskimediğini, aksine daha da ehemmiyet kazandığını isbat eder.

Hülasa, bu kesitler; Bediüzzaman Hazretleri’nin makamının doğrudan Veraset-i Nübüvvet olduğunu, eserlerinin ruhunun müellifinin tasdikinden geldiğini ve meşrebinin ifrat ve tefritten uzak, Sırat-ı Müstakim üzere olduğunu müdakkik (araştıran) nazarlara göstermektedir.

Bak:

https://tesbitler.com/2016/01/01/bediuzzamandan-kesitler/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA ŞİRK MEFHUMUNUN TAHLİLİ

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA ŞİRK MEFHUMUNUN TAHLİLİ


Risale-i Nur Külliyatı, baştan sona bir tevhid tefsiridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, bütün mesaisi “iman” ve “tevhid” üzerine müessesdir. Bu sebeple, imanın zıddı olan “küfür” ve tevhidin zıddı olan “şirk”, Külliyat’ın en esaslı hedefidir. Risale-i Nur, şirkin her bir nevi’ni (türünü) aklen, mantıken ve vicdanen reddetmekle kalmaz, onun kâinat nizamı içinde “muhal” (imkânsız) ve “mümteni” (olması düşünülemez) olduğunu isbat eder.
İman yolu “nihayet derecede kolay” iken, şirk ve küfür yolu “binler muhal içinde” ve imkânsız bir meslektir.

1. Şirkin Mahiyeti: En Büyük Zulüm ve Cehalet
Risale-i Nur, şirki Kur’ân-ı Kerîm’in nazara verdiği gibi, “zulm-ü azîm” (en büyük zulüm) olarak tasvir eder.
Şirk, Allah Teâlâ’nın rububiyetine, hâkimiyetine ve mülküne karşı en büyük haksızlık, tecavüz ve iftiradır. Kâinatın yaratılış gayesi olan “şükür” ve “ubudiyet”e zıt bir hareket olduğu için, bütün mevcudatın hukukuna karşı da bir cinayettir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle ferman edilir:
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Şüphesiz ki şirk, elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân, 31/13)
Bediüzzaman Hazretleri, şirkin aynı zamanda tam bir “cehalet ve hamakat” olduğunu vurgular. Zira kâinattaki her bir zerre, lisan-ı haliyle Vâhid-i Ehad’i gösterirken, bu şehadeti görmezden gelmek, aklı kullanmamak demektir.

2. Kâinatın Şehadeti: Şirkin Muhaliyeti (İmkânsızlığı)
Risale-i Nur’un en kuvvetli bürhanı (delili), şirkin sadece “yanlış” değil, “imkânsız” olduğunu göstermesidir. Kâinat, birbiriyle kenetlenmiş, bölünmez bir bütündür; tam bir “vahdet” (birlik) sergiler.
• Nizam ve İntizam: “Sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış”. Eğer birden fazla müdebbir (idareci) olsaydı, nizam ve intizam bozulur, kâinat fesada uğrardı. Bu hakikat, ayetle sabittir:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
• Hâkimiyet ve İhata: Allah’ın hâkimiyeti mutlak, ilmi ve kudreti ihatalıdır. “İhata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz” Bir memlekette iki padişah, bir köyde iki muhtar olamayacağı gibi, bu muhteşem kâinat sarayında da birden fazla mutasarrıf (tasarruf sahibi) olamaz. “Rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez”.
• Zerreden Küreye Tevhid Mührü: Şirk yoluna gidildiğinde, kâinattaki her bir mevcudu, hattâ her bir zerreyi yaratmak için ya her birinin “ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi” olması ya da hadsiz manevî makinelerin o zerreye yerleştirilmesi gerekir. Bu ise binler defa muhaldir. Fakat her şey Vâhid-i Ehad’e isnad edildiğinde, bir zerre, O’nun memuru olarak, O’nun “intisab ve istinad sırrıyla”koca bir ordunun işini görür.

3. Şirkin Menşei: Enaniyet, Esbapperestlik ve Felsefe
Bediüzzaman Hazretleri, şirkin psikolojik ve derûnî menşeini (kaynağını) “ene” (benlik) mefhumuyla izah eder. Ene, insana Allah’ın sıfatlarını anlaması için verilmiş “vahid-i kıyasî” (kıyaslama birimi) olan “ince bir elif, bir tel, farazî bir hat” iken, mahiyeti bilinmezse ve felsefe tarafından beslenirse , tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur (gelişir).
Bu ene “koca bir ejderha gibi” vücudu yutar, “şeytan gibi” Allah’ın emirlerine karşı mübareze eder. Sonra da herkesi kendine kıyaslayıp “Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer”.
Bu süreç, Risale-i Nur’da şöyle derecelendirilir :
• Enaniyet: Benlik davası.
• Şirk-i Hafî (Gizli Şirk): Enaniyetin katılaşması.
• Esbab Şirki (Sebeplere Tapma): “Tesir-i hakikînin esbaba verilmesi”.
• Sebepleri müessir-i hakikî (gerçek tesir edici) zannetmek.
• Küfür (İnkâr): Sebeplerin arkasındaki Hâlık’ı (Yaratıcı’yı) inkâr etmek.
• Tatil (Ateizm/Nihilizm): Hâlıksızlık fikrine saplanmak.
Şirkin bir diğer menşei, Kur’ân’ın da şiddetle tenkit ettiği, nefsin hevasına (gelip geçici arzu ve isteklerine) tâbi olmaktır. “Kasden ve bizzât kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır”.
“Gördün mü o kimseyi ki, kendi arzusunu ilâh edinmiş, Allah da onu bir ilim üzere saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık Allah’tan başka ona kim hidayet verecektir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 45/23)

4. Şirkin Nevileri ve Fecaati
Risale-i Nur, şirkin muhtelif nevilerini nazara verir :
• Esbabperestî: Sebeplere (tabiat kanunları, madde vb.) hakiki tesir vermek.
• Nücumperestlik: Yıldızlara tesir ve ilahlık atfetmek.
• Sanemperestî: Putlara tapmak.
• Tabiatperestlik: Tabiatı (doğayı) yaratıcı kabul etmek.
• Tevellüd Şirki: Hz. İsa (a.s.), Üzeyr (a.s.) veya meleklere “Allah’ın evladı” demek.
Şirkin neticesi, dünyada ve ahirette felakettir.
• “Şirk ve dalaletin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor”.
• Ahirette ise “affedilmez büyük bir cezayı” gerektirmektedir. Zira iman, kâinat kadar büyük bir hakikat iken, şirk kâinatı tahkir eden bir cinayettir.
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.” (Nisâ, 4/116)
Kıyametin kopmasına sebebin şirk olması ve zeminin şirk-âlûd eserlerden büyük bir zelzele ile temizlenecek olması da bu cinayetin azametini gösterir.

5. Şirke Karşı İman ve İhlas Reçetesi

Risale-i Nur, şirkin bu dehşetli hastalığına karşı Kur’ânî bir reçete sunar:
• İhlas Suresi: İhlas Suresi şirki “6 vecihle reddeder”. Bu sure, Hû (O) ile ulaşılamaz bir Zât-ı Akdes’e işaret eder; Ahad ile kesreti (çokluğu) ve iştiraki reddeder; Samed ile her şeyin O’na muhtaç, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını bildirerek esbabın tesirini kırar; Lem yelid ve lem yûled ile tevellüd şirkini (doğurma ve doğrulma fikrini) kökünden keser; Ve lem yekün lehû küfüven ahad ile O’na denk, misil ve nazir (benzer) olmasını nefyeder.
• İhlasın Kendisi: “Şirkin her türlüsünü… kesip kişiyi kurtaran ihlastır” .
• Amelde rıza-yı İlahî’yi esas tutmak, şirk-i hafîden (gizli şirkten) kurtulmanın yegâne yoludur.
• Terk Mertebeleri: Kur’an, seyyiatı (kötülükleri) terk etmeyi üç mertebede zikreder : 1. Şirki terk, 2. Maasiyi (günahları) terk, 3. Masivaullahı (Allah’tan gayrı her şeyi) terk.
• Vesveseye Dikkat: Risale-i Nur, mühim bir nükteye de temas eder: Hayal veya fikir aynasında küfür ve şirkin akislerinin (yansımalarının) bulunması, itikadı bozmaz . Bu, şirkin tasavvuru ile tasdikinin (yani vesvese ile imanın) farkını ortaya koyan mühim bir tesellidir.

Hâtime (Netice)
Hulâsa, Risale-i Nur Külliyatı, “tesadüf, şirk ve tabiat”tan müteşekkil fesad şebekesinin âlem-i İslâm’dan ve akıllardan nefy ve ihracı (sürgün edilmesi) için verilmiş kararı, kuvvetli bürhanlarla infaz etmiştir. Şirkin hakikatinin olmadığını, yolunun kapalı olduğunu ve tevhidin kâinatın her zerresine nakşedilmiş zarurî bir hakikat olduğunu isbat etmiştir.

Bakınız
https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-sirk-konusu/

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
10/11/2025