TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ
Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin (k.s.) Rûhu’l-Beyân adlı muazzam eseri, tasavvufî ve işârî tefsir sahasının şâhikalarından biridir. Bu eserde müellif, âyetlerin zâhirî (dış) manalarını inkâr etmeden, o lafızların ardında yatan bâtınî (derûnî) ve ahlâkî manaları, yani “işâretleri” ortaya koyar.
Rûhu’l-Beyân, âyetlerin zâhirî tefsirini (rivâyet ve dirâyet yoluyla), kıraat farklarını, fıkhî hükümleri ve lügavî tahlilleri verdikten sonra, ekseriyetle “Nükteler” (Letâif) veya “İşâretler” başlığı altında o âyetin tasavvufî tefsirine geçer.
İşte Rûhu’l-Beyân’da lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Bursevî Hazretleri’nin onlara getirdiği işârî yorumlardan misaller:
1. Yûsuf Sûresi, 4. Âyet: Hz. Yûsuf’un Rüyâsı
Bu âyet ve yorumu, Rûhu’l-Beyân’ın işârî tefsir metodolojisinin en meşhur misallerinden biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Yûsuf, babasına demişti ki: ‘Babacığım! Ben (rüyâmda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm.'” (Yûsuf, 12/4)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
İsmail Hakkı Bursevî’ye göre bu âyetteki her bir unsur, insanın derûnî yapısındaki farklı bir kuvvete işâret eder:
* Hz. Yûsuf (a.s.): İnsanın “Kalbi”ni temsil eder. Kalb, mârifetullahın (Allah’ı bilmenin) ve ilâhî tecellîlerin merkezidir.
* On bir yıldız: İnsanda bulunan “havâss-ı zâhire” (beş dış duyu) ve “kuvâ-yı bâtına” (altı iç kuvvet/meleke; tefekkür, hafıza, hayal vb.) toplamını, yani on bir kuvveti temsil eder.
* Güneş: “Ruh”a işâret eder.
* Ay: “Nefs”e işâret eder.
Yorum (Secde):
Rüyâda bu unsurların Hz. Yûsuf’a secde etmesi şu derûnî hakîkate işâret eder:
İnsan-ı kâmil (olgun insan) olma yolundaki sâlik (manevî yolcu), seyr ü sülûkünü tamamlayıp “kalb”ini tasfiye ettiğinde (saflaştırdığında), onun hem bütün dış duyuları ve iç melekeleri (yıldızlar), hem nefsi (ay), hem de ruhu (güneş), kalbinin emrine girer. Hepsi, kalbde tecellî eden ilâhî irâdeye ve mârifete tâbi olur. Bu, insanın kendi varlığındaki “vahdet”e (birliğe) erişinin ve kalbin saltanatının tasviridir.
2. Kehf Sûresi: Hz. Mûsâ ve Hızır Kıssası
Bu kıssanın tamamı, tasavvuf ehli için zâhir (şerîat) ve bâtın (hakîkat) ilimlerinin münâsebetini gösteren temel bir meseldir. Bursevî, bu kıssayı bu açıdan derinlemesine şerh eder.
> Kıssa:
> Hz. Mûsâ’nın (a.s.), “ilm-i ledün” (Allah katından vasıtasız verilen gizli ilim) sahibi Hızır (a.s.) ile yaptığı yolculuk. (Kehf, 18/60-82)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
* Hz. Mûsâ (a.s.): Zâhirî ilmi, şerîatı, aklı ve peygamberlik mesûliyetini temsil eder. Onun ilmi, görünür sebeplere ve ilâhî emirlere dayanır.
* Hızır (a.s.): Bâtınî ilmi, hakîkati ve ilm-i ledünnü temsil eder. Onun fiilleri (gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı düzeltmesi), zâhirî akla ve şerîata aykırı görünse de, her birinin bâtında (perde arkasında) ilâhî bir hikmeti vardır.
Yorum:
Bursevî’ye göre bu kıssa, “sâlik”in (müridin) mürşid-i kâmil ile olan münâsebetine de işâret eder. Sâlik (Mûsâ), mürşidinin (Hızır) bazı fiillerinin zâhirî manasını anlayamasa bile, ona tam bir teslimiyetle tâbi olmalıdır. Zîrâ mürşid, bâtınî ve ledünnî ilimle hareket etmektedir. Bu kıssa, aklın ve zâhirî ilmin sınırlarının olduğunu, hakîkat ilminin ise ancak “sabır” ve “teslimiyet” ile öğrenilebileceğini gösterir.
3. Fâtiha Sûresi: “Âlemlerin Rabbi”
> Âyet-i Kerîme:
> “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.) (Fâtiha, 1/2)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, “Rabb” isminin “terbiye edici, kemâle erdirici” manası üzerinde durur.
* Âlemler (el-Âlemîn): Sadece dış dünyadaki (zâhirî) varlıklar değildir; aynı zamanda insanın kendi içindeki “âlem”lerdir. İnsan, “âlem-i sağîr” yani küçük kâinattır.
* Rabbu’l-Âlemîn: Allah, hem dış kâinatın hem de insanın iç kâinatının (kalb, ruh, nefs, sır, hafî, ahfâ gibi latîfelerin) Rabbidir.
Yorum:
Bu âyet, sâlik için bir seyr ü sülûk dersidir. Allah, sâliki manevî yolculukta mertebe mertebe terbiye eder. O, “nefs-i emmâre” (kötülüğü emreden nefs) mertebesindeki kulunu “Rab” ismiyle terbiye ederek “nefs-i mutmainne” (huzura eren nefs) mertebesine ulaştırır. Dolayısıyla bu âyeti okuyan sâlik, sadece dış âlemlerin terbiyesini değil, kendi derûnî âlemlerinin de Allah tarafından nasıl terbiye edildiğini tefekkür etmelidir.
4. Bakara Sûresi, 115. Âyet: Yönlerin Vahdeti
> Âyet-i Kerîme:
> “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (Zâtı’nın tecellîsi) oradadır. Şüphesiz Allah (rahmeti ve ilmi) geniş olandır, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bu âyetin zâhirî manası, kıble değişikliği veya nâfile namazlarda serbestiyet gibi konularla ilgili olsa da, Bursevî burada “vahdet-i şuhûd” (varlıkta tecellî birliğini görme) makamına işâret eder:
* Doğu ve Batı: Zıtlıkları, kesreti (çokluğu) ve mekân kayıtlarını temsil eder.
* Allah’ın Vechi: Allah’ın Zâtı’nın her yerde hâzır ve nâzır oluşu, O’nun tecellîleridir.
Yorum:
Manevî mertebelerde yükselmiş olan “ârif” (Allah’ı bilen) için artık “cihet” (yön) kaygısı kalmaz. O, kesrette vahdeti (çoklukta birliği) müşâhede eder. Baktığı her “şey”de, o şeyin ardındaki ilâhî tecellîyi görür. Bu âyet, “Kâbe”ye yönelmek olan zâhirî kıbleden, “her an Allah ile olma” makamı olan bâtınî kıbleye (kalbin kıblesine) geçişe bir işârettir. Ârif için her yer ve her an, “huzûr-ı ilâhî”dir.
Rûhu’l-Beyân, bu misallerde görüldüğü gibi, âyetleri sâlikin manevî terbiyesi, ahlâkî tekâmülü ve Allah’a vuslatı (kavuşması) açısından yorumlayan bir irfân hazinesidir.
~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~
İşte lafızların ötesine geçerek verdiği farklı ve derin manalara dâir başka misaller:
1. Nûr Sûresi, 35. Âyet: Âyetü’n-Nûr (Nûr Âyeti)
Bu âyet, tasavvufî tefsirlerin üzerinde en çok durduğu âyetlerden biridir ve Rûhu’l-Beyân’da çok geniş bir yer tutar.
> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûru’nun misâli, içinde lamba bulunan bir penceredir (Mişkât). O lamba bir sırça (Zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (Kevkeb) gibidir…” (Nûr, 24/35)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyetteki bütün teşbihleri (benzetmeleri) doğrudan “insan”ın manevî yapısına ve latîfelerine (derûnî merkezlerine) tatbîk eder:
* Mişkât (Pencere/Nîş): Bu, sâlikin (mânevî yolcunun) “sadrı” (göğsü) veya “cesedi”dir.
* Zücâce (Sırça/Cam): Bu, mü’minin “kalbi”dir. Kalb, hem şeffaftır (hakîkati yansıtır) hem de korunmuştur (günahlardan arındığında).
* Misbâh (Lamba): Kalbin içindeki “ruh”tur. Hayat ve idrâk ondan gelir.
* Yağ (Zeyt): Lambayı yakan yakıttır. Bu, “ilm-i ledün” (Allah katından gelen vasıtasız ilim), “mârifet” (Allah’ı bilme) veya “feyz-i ilâhî”dir (ilâhî feyiz).
* Mübârek Ağaç (Zeytin Ağacı): Bu ilim ve feyzin geldiği “asıl”dır (kaynaktır). Bu, “vahiy”, “Kur’an” veya “insan-ı kâmil”dir (mürşid).
* “Ne doğuya ne de batıya ait” (Lâ Şarkiyyetin ve Lâ Garbiyyetin): Bu mârifet kaynağının, maddî âlemin kayıtlarından (zaman, mekân, cihet) münezzeh (uzak) olduğunu gösterir. O, ilâhî ve ezelî bir kaynaktır.
Yorum:
Bu âyet, Allah’ın Nûru’nun kâinatta nasıl tecellî ettiğinden ziyade, o Nûr’un “mü’minin kalbinde” nasıl parladığının tasviridir. İnsanın manevî yolculuğu (seyr ü sülûk), bu “Mişkât” olan bedenini temizleyip, “Zücâce” olan kalbini saflaştırarak içindeki “Misbâh” olan ruhun, ilâhî feyiz “yağı” ile tam olarak parlamasını sağlamaktır.
2. Bakara Sûresi, 31. Âyet: Hz. Âdem ve Esmâ’nın Öğretilmesi
> Âyet-i Kerîme:
> “Ve Âdem’e bütün isimleri (Esmâ’yı) öğretti. Sonra onları meleklere arz edip ‘Eğer sâdıklardansanız, şunların isimlerini bana haber verin’ dedi.” (Bakara, 2/31)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî’ye göre bu âyet, insanın (İnsan-ı Kâmil’in) kâinattaki yerini ve hilâfetin (yeryüzünde halîfe olmanın) asıl sırrını açıklar.
* Esmâ (İsimler): Bunlar sadece eşyânın isimleri, yani kelimeler değildir. Bunlar, Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sı, yani O’nun sıfatlarının tecellîleridir.
* Âdem’e Öğretilmesi: Melekler, Allah’ın Esmâ’sından sadece bir kısmını (meselâ “Subbûh”, “Kuddûs” gibi celâlî isimlerini) biliyordu. Ancak Hz. Âdem, “küllî” bir istidâda (kabiliyete) sâhipti. Allah, Âdem’in (ve onun neslindeki kâmil insanların) “zâtına” (cevherine), bütün Esmâ’sının tecellîlerini bilme ve yansıtma kabiliyetini yerleştirdi.
* Hilâfetin Sebebi: Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesinin ve Âdem’in “Halîfe” olmasının sebebi, işte bu “câmiiyyet” (bütün Esmâ’yı kendinde toplama) özelliğidir. Âdem, Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamına “ayna” olmuştur.
Yorum:
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil), Allah’ın bütün isimlerinin göründüğü bir “özet” (Zübde-i Âlem) ve “küçük kâinat”tır (Âlem-i Sağîr). Tasavvuf yolculuğu, insanın içinde gizli olan bu “Esmâ” istidâdını ortaya çıkarma ve “halîfe” olmanın hakkını verme faaliyetidir.
3. Ankebût Sûresi, 69. Âyet: Mücâhede (Cihad)
> Âyet-i Kerîme:
> “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere (cihad edenlere) gelince, biz onları mutlaka yollarımıza (Sübülenâ) hidâyet ederiz. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle (iyilik edenlerle) beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
>
Zâhirî Manası:
Âyetin zâhirî manası, Allah yolunda savaşanlara veya din için gayret gösterenlere yardım edileceğidir.
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî ve diğer mutasavvıflar için bu âyet, “Cihâd-ı Ekber” (En Büyük Cihad) olan “nefs ile mücâdele”nin temel dayanağıdır.
* “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler”: Bu, kılıçla yapılan savaştan ziyade, kişinin kendi “nefs-i emmâre”sine (kötülüğü emreden nefsine), hevâ ve heveslerine, şeytanın vesveselerine ve dünyaya olan bağlılığına karşı verdiği derûnî savaştır.
* “Yollarımıza (Sübülenâ)”: Allah “yolumuza” (tekil) dememiş, “yollarımıza” (çoğul) demiştir. Bursevî’ye göre bu, Allah’a giden yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çok olduğuna işârettir.
* Yolların Çeşitliliği: Bu yollar; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi “letâif” yollarıdır; “mârifet” (bilme) ve “muhabbet” (sevme) yollarıdır; “riyâzet” ve “tasfiye” (nefsi arındırma) yollarıdır.
Yorum:
Kim nefsine karşı bu büyük cihadı başlatırsa, Allah da ona kendi içindeki bu “yolları” (Sübül) açar. Mânevî ilerleme (seyr ü sülûk), kulun mücâhedesi ile başlayan ve Allah’ın hidâyeti ile devam eden karşılıklı bir faaliyettir. Kul “cihad” eder, Allah “hidâyet” eder.
4. Bakara Sûresi, 7. Âyet: Kalblerin Mühürlenmesi
> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır…” (Bakara, 2/7)
>
Zâhirî Manası:
Kâfirlerin, hakîkati inatla reddetmeleri sebebiyle idrâk (anlayış) yollarının kapanması.
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyeti zâhirde kâfirler için ele alırken, işârî olarak “gâfil” Müslümanlar ve “yolda kalmış” sâlikler için de bir uyarı olarak yorumlar:
* Kalbin Mühürlenmesi (Hatm): Bu, sadece inkâr ile olmaz. Dünyaya aşırı muhabbet (Hubb-ı dünyâ), şehvetlere düşkünlük, gâflet ve sürekli günah işlemek de kalbi “mühürler”.
* Mühürlenme Nedir?: Kalbin “mârifetullah”ı (Allah’ı bilmeyi) ve ilâhî feyizleri kabul etme kabiliyetini kaybetmesidir. Kalb, ayna gibidir; günahlar onu paslandırır ve karartır. Mühürlenme, bu pasın artık kalıcı hâle gelmesidir.
* Gözdeki Perde (Gışâve): Bu, “zâhir”e (dış görünüşe) takılıp “bâtın”ı (iç manayı) görememektir. Kâinata bakıp Allah’ın sanatını (Sâni’i) görememek, âyetleri okuyup derûnî manasını anlayamamak bu “perde”nin eseridir.
Yorum:
Sâlik için en büyük tehlike, gâflete düşerek veya dünyevî meşgalelere dalarak kalbinin yeniden mühürlenmesi tehlikesidir. Rûhu’l-Beyân, bu âyeti bir “tehdit” ve “uyarı” olarak sunar; sâlikin sürekli “teyakkuz” (uyanıklık) hâlinde olması ve kalbini mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemesi gerektiğini hatırlatır.
Bu misaller, Rûhu’l-Beyân’ın Kur’ân’ı sadece bir “hüküm” veya “tarih” kitabı olarak değil, aynı zamanda sâlikin Allah’a ulaşma yolculuğundaki (seyr ü sülûk) her mertebesine hitap eden, yaşayan ve derûnî bir “rehber” olarak nasıl okuduğunu göstermektedir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧