BERCESTE VE İZAHI – 51 –

BERCESTE VE İZAHI – 51 –

1. : Vahid Mahtûmî’den Devlet ve Rahat Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
راحت رجال دولتی هیچ بیلمه‌مکده‌در
دولت رجالی راحتی هیچ بیلمه‌مکده‌در
Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir
Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir
Vahid Mahtûmî
Açıklama:
Rahat, makam-mevki sahibi insanlarla çok içli-dışlı olmamakla yani onlara ihtiyacını arz etmemekle olur. Devlet adamı olmak da rahat nedir hiç bilmemektir.
İzah ve Açıklama
Vahid Mahtûmî bu beytinde, “rahat” ve “devlet” kavramları arasında keskin ve karşılıklı bir ilişki kurar. Beyit, iki mısrada aynı kelimelerin yerlerini değiştirerek sanatlı bir şekilde iki farklı gerçeği ifade eder (kalb sanatı).
• Birinci Mısra: “Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir” (Rahat, devlet adamlarını hiç bilmemektedir/tanımamaktadır.)
Bu mısra, gerçek huzur ve rahatın, devletin ve iktidarın karmaşık, çetrefilli ve sorumluluk dolu dünyasından uzakta olduğunu ifade eder. Makam ve mevki sahibi insanlarla, yani “ricâl-i devlet” ile iç içe olmak, onlardan bir talepte bulunmak, onların dünyasına girmek, insanın rahatını kaçırır. Güç odaklarının etrafında her zaman bir gerilim, bir beklenti ve bir çıkar çatışması vardır. Kişi, bu alanın dışında kaldığı ölçüde kendi iç huzurunu koruyabilir.
• İkinci Mısra: “Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir” (Devlet adamları rahatı hiç bilmemektedir/tanımamaktadır.)
Bu mısra ise madalyonun diğer yüzünü gösterir. Devlet idaresinde görev alan, sorumluluk üstlenen kişiler, “rahat” kavramına yabancıdırlar. Onların omuzlarında milletin ve devletin yükü vardır. Gece gündüz demeden çalışmaları, sürekli teyakkuz halinde olmaları, sayısız iç ve dış meseleyle uğraşmaları gerekir. Bu nedenle kişisel rahatları, ailelerine ayıracakları vakitleri, kendilerine ait bir yaşamları neredeyse yoktur. Onlar için en büyük meşguliyet ve “rahatsızlık”, taşıdıkları ağır sorumluluğun kendisidir.
Beyit, gücün ve sorumluluğun getirdiği bedeli ve gerçek huzurun aslında sadelikte ve bu dünyanın karmaşasından uzakta olduğunu vurgular.
Makale: Tacın Ağırlığı ve Kulübenin Huzuru
Tarih boyunca insanoğlu, gücü ve iktidarı bir saadet ve rahatlık kaynağı olarak görme eğiliminde olmuştur. Sarayların parıltısı, tahtların görkemi ve sultanların emirlerinin tartışılmazlığı, dışarıdan bakanlar için mutlak bir huzurun ve erişilmez bir konforun simgesi gibi anlaşılmıştır. Oysa Vahid Mahtûmî’nin beytinde dile getirdiği gibi, bu parlak görüntünün ardında rahatın hiç uğramadığı bir dünya gizlidir. “Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir.”
Tarih, bu gerçeğin sayısız örneğiyle doludur. Büyük İskender, fethettiği topraklarda bir gün olsun durup dinlenememiş, sürekli yeni hedeflere koşarken genç yaşında hayata veda etmiştir. Roma İmparatoru Marcus Aurelius, bir filozof olmasına rağmen ömrünü cephelerde Cermen kabileleriyle savaşarak geçirmiş ve meşhur eseri “Kendime Düşünceler”i savaş çadırında, devletin bitmek tükenmek bilmeyen dertleriyle boğuşurken kaleme almıştır. O, bir düşünür olarak kütüphanesinin sessizliğini arzulamışken, bir imparator olarak savaş meydanlarının gürültüsünü yaşamak zorunda kalmıştır.
Osmanlı tarihinde de durum farksız değildir. Geceleri tebdil-i kıyafetle halkın arasına karışan padişahlar, aslında sadece tebaalarının durumunu kontrol etmiyor, aynı zamanda sarayın boğucu atmosferinden bir anlığına da olsa kaçarak nefes almaya çalışıyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” demesi, cihanı titreten bir padişahın bile en büyük zenginliği bir nefeslik “sıhhat” ve “rahat”ta gördüğünün en büyük isbatıdır. O, devletin en tepesindeyken, devletten daha kıymetli olanın bedeni ve ruhi rahatlık olduğunu itiraf etmiştir. Çünkü omuzlarındaki yük, sadece bir ülkenin değil, bir “cihan devleti”nin ve ümmetin sorumluluğuydu. Bu, uykuları kaçıran, en lezzetli yemekleri tatsız kılan bir ağırlıktır.
Beytin diğer mısrası ise sıradan insanın mutluluk formülünü verir: “Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir.” Gerçek huzur, güç sahiplerinin kapısını aşındırmamakla, onların gölgesine sığınmaya çalışmamakla, beklentilerden ve taleplerden uzak, kendi yağıyla kavrulan bir hayat sürmekle mümkündür. Çünkü güç merkezine yaklaşıldıkça, bireyin kendi hayatı üzerindeki kontrolü azalır. Entrikalar, rekabet, haset ve hayal kırıklıkları bu dünyanın ayrılmaz parçalarıdır. Oysa kendi küçük dünyasında, ailesiyle, işiyle, toprağıyla meşgul olan insan, büyük fırtınalardan uzakta, sakin bir limandadır.
Bu beyit, bize modern dünyada da yol gösterir. Sürekli daha fazlasını istemeye, daha yüksek mevkilere ulaşmaya, daha fazla güç ve tanınırlık elde etmeye programlanmış günümüz insanı, aslında huzurunu ve rahatını bu hedefler uğruna feda ettiğinin farkında değildir. Oysa gerçek zenginlik, ihtiyaçların azlığında ve beklentisizlikte gizlidir. Devlet adamının uykusuz gecelerinin bedeli, sıradan bir insanın deliksiz uykusunun huzurudur. Tacın ağırlığını bilmeyenler, onu takmayı hayal ederler. Ama onu takanlar, bazen başı ağrımayan bir köylünün yerinde olmayı her şeye tercih edebilirler.
Özet
Vahid Mahtûmî’nin beyti, rahat ve devlet (güç/iktidar) arasındaki zıtlığa dayalı bir ilişkiyi anlatır. Gerçek rahat ve huzur, güç odaklarından ve devlet adamlarından uzak durmakla mümkün olurken; devlet idaresinde sorumluluk alanlar ise taşıdıkları ağır yük nedeniyle rahat yüzü görmezler. Makale, tarih boyunca liderlerin yaşadığı bu zorluğa ve sıradan insanın sadelikte bulabileceği huzura dikkat çekerek, gücün getirdiği bedelleri ve gerçek zenginliğin beklentisizlikte olduğunu vurgulamaktadır.

2. : Fennî’den Baht ve Himmet Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
آچیلمش اللرڭ بختی بزمكی قاره قالمشدر
آنڭ ده انکشافی همت ابراره قالمشدر
Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır
Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır
Fennî
Açıklama:
Herkesin bahtı açılmış, işleri yolunda gidiyor. Bizim bahtımız ise kara kalmıştır. Bahtımızın açılması -Allah’ın izniyle- evliyaların himmetine, manevi yardımına kalmıştır.
İzah ve Açıklama
Fennî, bu beytinde derin bir karamsarlık ve çaresizlik içindeki bir ruh halini, tasavvufi bir umut kapısıyla birleştirerek sunar.
• Birinci Mısra: “Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır”
Şair, çevresindeki insanları gözlemlemektedir. “Elleri açılmış” tabiri, işleri yolunda giden, başarılı, talihli, dünyevi nimetlere kavuşmuş insanları ifade eder. Onların bahtı açıktır, yolları aydınlıktır. Bu parlak tablonun karşısında şair, kendi durumunu bir tezat olarak ortaya koyar: “bizimki kara kalmıştır.” Bu ifade, sadece şanssızlık değil, aynı zamanda bir terk edilmişlik, bir nasipsizlik ve derin bir kederi de içinde barındırır. Herkesin muradına erdiği bir dünyada, kendi payına sadece karanlığın ve umutsuzluğun düştüğünü hisseder.
• İkinci Mısra: “Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır”
Şair, bu karanlık durumdan çıkış için dünyevi çarelerin tükendiğini ima eder. “İnkişâf”, açılma, aydınlanma, ortaya çıkma demektir. Yani, bu kara bahtın aydınlanması, bu kapalı kapının açılması artık sıradan yollarla mümkün değildir. Çözüm, “himmet-i ebrâr”a, yani “iyilerin, salihlerin, Allah dostlarının (evliyaların) manevi yardımına, duasına ve ruhani desteğine” kalmıştır. Bu, tasavvufi bir teslimiyettir. Kişi, kendi çabasının ve aklının yetersiz kaldığı noktada, manevi bir güce, Allah’ın sevgili kullarının şefaatine ve duasına sığınır. Bu mısra, ilk mısradaki karamsarlığı bir umut ışığıyla deler. Çaresizlik, manevi bir kapıya yönelmekle son bulur.
Beyit, dünyevi başarısızlık ve hayal kırıklığı karşısında, insanın manevi sığınaklar arayışını ve Allah dostlarının yardımına olan inancını dile getirir.
Makale: Kara Bahtın Aydınlığı: Teslimiyet ve Himmet
İnsan hayatı, inişler ve çıkışlarla dolu bir yoldur. Bazen bu yolda her adımımız ileriye gider, her kapı kolayca açılır ve rüzgâr hep arkamızdan eser. Bazen ise ne yapsak olmaz; önümüzdeki tüm yollar kapanmış, sanki bütün cihan bize karşı birleşmiş gibi hissederiz. İşte şair Fennî, tam da bu ikinci anın fotoğrafını çeker: “Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır.” Bu, sadece bir şanssızlık anının tespiti değil, aynı zamanda insanın kendini çevresiyle kıyasladığında hissettiği o derin yalnızlığın ve geri kalmışlığın feryadıdır. Herkesin bayram ettiği bir köyde, tek başına yas tutan bir ev gibidir şairin kalbi.
Bu his, tarihin her döneminde ve her coğrafyada insanın en temel tecrübelerinden biri olmuştur. Başkalarının başarısını görmek, kendi başarısızlığımızı daha da ağırlaştırabilir. Sosyal medyanın gösterişli dünyasında, herkesin en mutlu, en başarılı, en “açılmış” anlarını sergilediği günümüz vitrinlerinde, kendi “kara bahtı” ile yüzleşen insan sayısı hiç de az değildir. Bu durum, kişiyi ya derin bir kıskançlık ve isyana ya da bir içe kapanış ve kabullenişe sürükler.
Fennî, bu yol ayrımında üçüncüsünü seçer: manevi bir teslimiyet. Dünyevi çareler tükendiğinde, aklın ve mantığın sınırlarına gelindiğinde, insan başka bir kapıyı çalmak zorunda kalır. “Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır.” Bu mısra, bir çaresizliğin itirafı olduğu kadar, sarsılmaz bir inancın da ilanıdır. “Ebrâr”, yani iyiler, salihler, Allah dostları, bu dünyada maddi gücün ötesinde, manevi bir etki alanına sahip olarak görülürler. Onların “himmeti”, yani duaları, manevi destekleri, kalbi yardımları, kilitli kapıları açan bir anahtar gibidir.
Bu anlayış, aslında kâinattaki her şeyin sadece görünen sebeplerle işlemediği inancına dayanır. Her olayın arkasında ilahi bir irade ve bu iradeye yakın kulların bir tesiri olduğu düşünülür. Bu, bir nevi “manevi yer çekimi” yasasıdır. Nasıl ki büyük kütleler küçük kütleleri çekerse, manevi olarak yoğunlaşmış, Allah’a yakınlaşmış kalplerin de çevrelerine bir feyz, bir bereket ve bir yardım enerjisi yaydığına inanılır. Şairin bu kapıya yönelmesi, pasif bir bekleyişten ziyade, aktif bir yöneliştir. Kendi aczini itiraf edip, kendisinden daha büyük bir manevi güce sığınmaktır.
Bu tavır, insana umudunu kaybettiği anda yeni bir perspektif sunar. Belki de “kara baht” olarak görünen şey, aslında kişiyi bu manevi kapıya yönelten bir imtihandır. Belki de dünyevi yolların kapanması, semavi yolların açılması için bir davettir. Fennî’nin beyti, bize en karanlık anlarda bile bir ışık olduğunu hatırlatır. O ışık, kendi çabalarımızın bittiği yerde, Allah’ın izniyle, O’nun sevgili kullarının temiz kalplerinden ve dualarından yansıyan “himmet” ışığıdır. Bu, karanlık tünelin ucunda görünen umuttur.
Özet
Fennî’nin beyti, hayatta işleri yolunda gitmeyen ve kendini başkalarıyla kıyaslayarak umutsuzluğa kapılan bir insanın ruh halini anlatır. Çevresindeki herkesin başarılı ve mutlu olduğunu görürken, kendi talihinin karanlık kaldığını hisseder. Ancak bu karamsarlıktan çıkış yolunu, dünyevi çarelerde değil, Allah dostlarının (evliyanın) manevi yardımında ve duasında, yani “himmet”te bulur. Makale, bu durumu modern insanın yaşadığı yetersizlik hissiyle paralelleştirerek, maddi çözümlerin tükendiği noktada manevi bir kapıya yönelmenin bir umut ve teslimiyet olduğunu, bazen başarısızlıkların kişiyi daha derin bir arayışa iten bir davet olabileceğini işlemektedir.

3. : Köprülüzâde Es’ad Paşa’dan Sükûtun Gücü Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
سپر انداز عجزه خصمی تیغ خون فشان چکمز
خموشان ادب اندیشه زخم زبان چکمز
Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez
Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez
Köprülüzâde Es’ad Paşa
Açıklama:
Ne kadar kuvvetli bir silâhşör olunursa olunsun karşısındaki kişi eğer âcizlik siperine çekilmişse ona kılıç çekilmez. Sükût etmek siperde olmak gibidir. Edebinden dolayı dilini tutan kişiler dil yarası korkusu çekmez. Ona kalbi kırılacak bir şey söylemezler.
İzah ve Açıklama
Köprülüzâde Es’ad Paşa, bu beytinde fiziksel ve sözel çatışmalarda savunmanın ve pasif direnişin gücünü iki çarpıcı örnekle anlatır.
• Birinci Mısra: “Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez”
“Acizlik kalkanını kuşanmış (siper-endâz-ı acze) kişiye, düşmanı (hasmı) kan saçan kılıcını (tîğ-ı hûn-feşân) çekmez.” Bu mısra, savaş ahlakındaki kadim bir kuralı hatırlatır. Güçlü bir savaşçı, kendisine karşı koymayan, teslim olan veya acizliğini belli eden bir düşmana saldırmaz. Bu, bir erdem ve şeref göstergesidir. Acizlik ve savunmasızlık, en güçlü saldırganı bile durduran bir tür görünmez kalkandır. Saldırganlık, karşısında bir direnç bulduğunda anlam kazanır; direnç ortadan kalktığında ise saldırının kendisi anlamsızlaşır ve bir zulme dönüşür.
• İkinci Mısra: “Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez”
“Edeb sahibi suskunlar (hamûşân-ı edeb), dil yarası (zahm-ı zebân) endişesi taşımazlar.” İlk mısradaki fiziksel mücadele, burada sözel ve sosyal alana taşınır. “Hamûşân-ı edeb”, sadece susanlar değil, edeplerinden, bilgeliklerinden dolayı susmayı tercih edenlerdir. Onlar, bir tartışmada veya gergin bir ortamda sükûtu seçerler. Bu sükût, bir acizlik değil, bir irade ve erdem göstergesidir. Böyle bir tavır karşısında, en keskin dilli, en kavgacı insanlar bile genellikle daha ileri gitmekten çekinirler. Çünkü edeple susan birine hakaret etmek veya dil uzatmak, bunu yapan kişiyi toplum nezdinde küçük düşürür. Dolayısıyla, sükût da tıpkı acizlik gibi, “dil yarasına” karşı en etkili kalkan olur.
Beyit, kaba kuvvete veya sözel saldırganlığa aynıyla karşılık vermek yerine, pasif ve erdemli bir duruş sergilemenin çok daha etkili bir savunma stratejisi olduğunu öğretir.
Makale: En Güçlü Kalkan: Edep ve Sükût
İnsanın en ilkel isteklerinden biri, saldırı anında karşı saldırıya geçmektir. Bir yumruk, bir başka yumruğu; bir hakaret, daha ağır bir hakareti davet eder. Bu, sonu gelmez bir şiddet ve nefret sarmalıdır. Ancak Köprülüzâde Es’ad Paşa, bize bu sarmalı kırmanın kadim sırrını fısıldar: Gerçek güç, saldırmakta değil, saldırıyı boşa çıkaran erdemli bir duruşta gizlidir. O, en keskin kılıçların bile kıramayacağı iki kalkandan bahseder: acizliğin ve sükûtun kalkanı.
“Acizlik kalkanını kuşanmış kişiye, düşmanı kan saçan kılıcını çekmez.” Bu söz, savaşın bile bir ahlakı olduğunu hatırlatır. Mert ve onurlu bir savaşçı, silahını bırakmış, yere diz çökmüş bir hasma kılıç kaldırmaz. Çünkü o an, savaş bitmiş, güç gösterisi bir zulme dönüşmüştür. Bu ilke, sadece savaş meydanlarında değil, hayatın her alanında geçerlidir. Bir tartışmada, haksızlığa uğradığınızda, karşınızdaki öfkeyle köpürürken sizin sakin kalmanız, teslimiyetiniz ve aczinizi (burada “haddini bilmek” anlamında) ortaya koymanız, karşınızdakinin öfke ateşine dökülen bir kova su gibidir. Ateş, yanacak odun bulamadığında söner. Saldırganlık da karşılık bulamadığında gücünü ve anlamını yitirir. Bu, Gandhi’nin “pasif direniş” felsefesinin de temelidir. Güce güçle değil, ahlaki bir üstünlükle karşı durmak, en zalim gücü bile zamanla etkisiz hale getirir.
Beytin ikinci mısrası ise bu ilkeyi sosyal ilişkilerin merkezine taşır: “Edebinden dolayı susanlar, dil yarası endişesi taşımazlar.” Sözlü saldırılar, çoğu zaman fiziksel saldırılardan daha derin yaralar açar. Dilin kemiği yoktur ama kırdığı kalp kolay onarılmaz. İşte bu “dil yarasına” karşı en etkili zırh, “edeple susmaktır.” Bu, korkakların veya söyleyecek sözü olmayanların sessizliği değildir. Bu, ortamın seviyesizliğine inmeyi reddeden, kelimelerin değerini bilen ve bir cahille tartışarak kendi değerini düşürmek istemeyen ariflerin sükûtudur.
Hz. Ali’ye atfedilen, “Cahille girdiğim her tartışmayı kaybettim,” sözü bu hikmetin bir özetidir. Edeple susan bir insanın karşısında, hakaret ve kötü söz sahibine geri döner. Çünkü o sessizlik, aslında çok güçlü bir mesaj verir: “Senin seviyene inmeyeceğim.” Bu asil duruş, saldırganı kendi çirkinliğiyle baş başa bırakır. Toplum vicdanı da genellikle edeple susandan yana olur. Sessizlik, kişiye bir ağırlık, bir vakar ve bir güvenilirlik kazandırır. Bağıran, çağıran, hakaret eden değil; dinleyen ve yerinde susan bilge kişi saygı uyandırır.
Sonuç olarak, Es’ad Paşa’nın beyti, bize modern dünyanın gürültüsü ve saldırganlığı içinde bir sığınak sunar. Her söze cevap vermek, her saldırıya karşılık vermek zorunda değiliz. Bazen en güçlü cevap, sessizliktir. En güvenli siper, tevazu ve edeptir. Çünkü hiçbir kılıç, teslim olmuş bir boyundan daha keskin değildir ve hiçbir hakaret, edeple susan birinin vakarı kadar ağır değildir.
Özet
Köprülüzâde Es’ad Paşa’nın beyti, hem fiziksel hem de sözel çatışmalarda en etkili savunma yönteminin pasif ve erdemli bir duruş olduğunu belirtir. İlk mısrada, acizliğini gösterip teslim olan bir düşmana kılıç çekilmeyeceği; ikinci mısrada ise edep ve bilgelikle susmayı tercih edenlerin, dil yarası almaktan ve hakarete uğramaktan korunacağı anlatılır. Makale, bu fikri “pasif direniş” felsefesiyle ve sosyal ilişkilerdeki yansımalarıyla ele alır. Saldırganlığa aynıyla karşılık vermek yerine sükût ve tevazu göstermenin, kişiyi ahlaken yücelten ve saldırıyı boşa çıkaran en güçlü kalkan olduğu vurgulanır.
4: Alvarlı Muhammed Lütfi’den Hakiki Devlet ve Nimet Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
دولت اولدر دو جهانده دستگیر اولسون سڭا
نعمت اولدر عشق حق روشن ضمیر اولسون سڭا
Vezin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Devlet oldur dü-cihânda dest-gîr olsun sana
Ni’met oldur aşk-ı Hak rûşen-zamîr olsun sana
Alvarlı Muhammed Lütfi
Görseldeki Açıklama:
Gerçek devlet senin hem dünyada hem de ahirette elinden tutacak, sana faydası dokunacak şeye ulaşmandır. Gerçek nimet ise Hak aşkının senin aydınlık gönlünde tecelli etmesidir.
İzah ve Açıklama
Erzurumlu bir mutasavvıf olan Alvarlı Muhammed Lütfi (Efe Hazretleri), bu beytinde tasavvufi bir bakış açısıyla “devlet” (talih, zenginlik, mutluluk) ve “nimet” kavramlarını yeniden tanımlar.
• Birinci Mısra: “Devlet oldur dü-cihânda dest-gîr olsun sana”
“Devlet (en büyük talih ve zenginlik) o şeydir ki, iki cihanda da (dünyada ve ahirette) sana elinden tutan (dest-gîr) olsun, yani yardım etsin.” Şair, dünyevi zenginliklerin, makamların ve geçici mutlulukların “devlet” olarak adlandırılamayacağını söyler. Çünkü bunlar sadece bu dünyada geçerlidir ve çoğu zaman sahibine ahirette bir fayda sağlamaz, hatta yük olabilir. Hakiki “devlet”, hem bu fani dünyada insana doğru yolu gösteren hem de ebedi olan ahiret hayatında onu kurtuluşa erdiren, ona yardımcı olan şeydir. Bu, ilahi bir lütuf, sarsılmaz bir iman veya salih bir amel olabilir.
• İkinci Mısra: “Ni’met oldur aşk-ı Hak rûşen-zamîr olsun sana”
“Nimet (en büyük lütuf ve ihsan) o şeydir ki, Allah aşkı (aşk-ı Hak) sana aydınlık bir vicdan (rûşen-zamîr) versin, yani vicdanını ve kalbini aydınlatsın.” Bu mısra, nimet kavramını maddi yiyecek, içecek veya mülk gibi şeylerden çok daha öteye taşır. En büyük nimet, bir insanın kalbinde Allah sevgisinin yerleşmesi ve bu sevginin onun vicdanını, iç dünyasını aydınlatmasıdır. Kalbi Allah aşkıyla aydınlanmış bir kişi, doğruyu yanlıştan ayırabilir, her şeyde O’nun bir tecellisini görür, ahlakı güzelleşir ve içi huzurla dolar. Bu, diğer tüm nimetlerin kaynağı ve özüdür.
Beyit, materyalist ve dünyevi değer ölçülerini reddederek, gerçek zenginliğin ve nimetin manevi ve kalbi değerlerde olduğunu vurgulayan derin bir tasavvufi hikmet ihtiva eder.
Makale: İki Cihan Saadeti: Gerçek Zenginlik Nedir?
İnsanoğlu, varoluşundan beri mutluluğu ve zenginliği aramaktadır. Bu arayışta çoğu zaman gözlerini dış dünyaya çevirmiş; zenginliği malda, mülkte, parada; mutluluğu ise makamda, şöhrette ve dünyevi hazlarda bulacağını sanmıştır. Oysa Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri gibi gönül sultanları, bize pusulayı tersine çevirmemizi ve hakiki hazinenin içimizde saklı olduğunu hatırlatır. O, “devlet” ve “nimet” gibi dünyevi davetleri güçlü iki kelimeyi alır ve onlara ebedi bir anlam yükler.
Ona göre “devlet”, yani insanın sahip olabileceği en büyük servet ve talih, “iki cihanda elinden tutacak” olandır. Bu tanım, modern insanın başarı ölçülerini temelden sarsar. Bugün “başarılı” veya “talihli” saydığımız bir insan, genellikle banka hesabındaki rakamlarla, oturduğu evin büyüklüğüyle veya sosyal statüsüyle ölçülür. Ancak bu değerlerin tamamı, hayat denilen kısa yolculuğun sonunda, mezar kapısında terk edilmeye mahkûmdur. Hiçbir servet, Azrail ile pazarlık edemez. Hiçbir makam, mahşer gününde bir imtiyaz sağlamaz. O halde, sadece bu dünyada geçerli olan bir para birimine yatırım yapmak ne kadar akıllıcadır? Alvarlı Efe, bize yatırımımızı “iki cihanda” da geçerli olan bir değere yapmamızı öğütler: İman, salih amel, güzel ahlak, Allah’ın rızası… İşte bunlar, hem dünyada insanın yolunu aydınlatan birer kandil, hem de ahirette ebedi kurtuluşuna vesile olacak sadık birer yardımcıdır.
Beytin ikinci kanadında ise “nimet” kavramı ele alınır. Nimet denince aklımıza sofralarımızı donatan yiyecekler, sağlığımız, konforumuz gelir. Bunlar şüphesiz Allah’ın lütuflarıdır ve şükrü gerektirir. Ancak Alvarlı Efe’ye göre tüm bu nimetlerin tacı, özü ve kaynağı, “Hak aşkının kalbi aydınlatmasıdır.” Kalpte Allah aşkı yoksa, en lezzetli yemekler sadece biyolojik bir ihtiyacı giderir, en lüks evler ruhu tatmin etmeyen birer hapishaneye dönüşür.
Kalbin Allah aşkıyla aydınlanması (“rûşen-zamîr olmak”), insana yeni bir bakış açısı kazandırır. O artık kâinata çıplak gözle değil, “iman” gözlüğüyle bakar. Yağmurun her damlasında rahmeti, çiçeğin her renginde sanatı, dostunun tebessümünde ilahi bir lütfu görür. Vicdanı aydınlanmıştır; artık harama ve yanlışa giden yollar ona karanlık ve itici gelirken, helale ve doğruya giden yollar aydınlık ve çekicidir. Bu, insanın iç dünyasında sahip olabileceği en büyük aydınlıktır ve bu aydınlığa sahip olan kişi, dünyanın en zengini ve en doymuşudur. Çünkü o, nimetin sahibine ulaşmıştır.
Son tahlilde, bu beyit bize modern hayatın dayattığı sahte zenginlik tanımlarını sorgulamamız için bir davetiye sunar. Gerçek devlet, bizi sonsuzlukta yalnız bırakmayacak bir dost; gerçek nimet ise kalbimizi o dostun sevgisiyle dolduracak ilahi bir nurdur. Geriye kalan her şey, bu ebedi yolculukta geride bırakacağımız birer gölgeden ibarettir.
Özet
Alvarlı Muhammed Lütfi, bu beytinde “devlet” (zenginlik/talih) ve “nimet” kavramlarına tasavvufi bir anlam yükler. Ona göre gerçek devlet, sadece bu dünyada değil, ahirette de insana yardımcı olacak, elinden tutacak manevi değerlerdir. En büyük nimet ise, insanın kalbinin Allah aşkıyla dolması ve bu aşkın kişinin vicdanını ve iç dünyasını aydınlatmasıdır. Makale, bu tanımları modern dünyanın materyalist başarı anlayışıyla karşılaştırarak, geçici dünyevi kazanımlar yerine kalıcı ve manevi değerlere yatırım yapmanın önemini vurgular. Hakiki zenginliğin ve mutluluğun, Allah’a olan sevgi ve yakınlıkta bulunduğu fikrini işler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025

AŞK VE MUHABBETİN HAKİKATİ

AŞK VE MUHABBETİN HAKİKATİ

🌿 1. Aşkın Türleri: Hayvânî, İnsânî ve İlâhî Aşk – 1 –

🐾 1. Hayvânî Aşk
• Bu aşk nefsânîdir, bedene ve şekle yöneliktir.
• Menfaate, şehvete veya cismanî güzelliğe dayanır.
• Devamı yoktur; beden ölünce, aşk da ölür.
• Bu tür aşk Kur’ân’da nefs-i emmâre derecesine yakın bir hâli ifade eder.
• Nefsin arzularından doğan sevgidir; “sevgi”nin en alt mertebesidir.
• Divan edebiyatında bu tür aşklar “mecazî” aşkın gölgesinde kalır. Leylâ ile Mecnûn, Ferhad ile Şirin hikâyeleri hep bu mecazî aşkın ilâhî aşka dönüşümünün bir sembolüdür.
🌸 Mecnûn’un Leylâ’sında Hakk’ı bulması, hayvânî olandan ulvî olana geçişin remzidir.

🕊 2. İnsânî Aşk

• Bu aşk, sadece bedene değil, ruha, ahlâka, fazilete ve güzelliğin manevî boyutuna yöneliktir.
• Karşılıklı sevgi, muhabbet ve vefayı barındırır.
• Aklın, kalbin ve ruhun müşterek sevgisidir.
• Bu aşk, insanın kalbini temizler, inceltir, Hakk’a açılan bir pencere hâline gelebilir.
• Tasavvufta bu tür aşk mecazdan hakikate köprü kabul edilir.
Mevlânâ der ki:
“Mecazî aşk, seni hakikate götürmüyorsa o aşk değildir, hevestir.”
Yani insanî aşk, eğer Hakk’a götüren bir merdiven olursa kıymetlidir; değilse nefsin süslenmiş bir tuzağına dönüşür.

3. İlâhî Aşk

• Bu, Allah sevgisidir.
• Kalpteki bütün sevgileri temizler, yakar, Allah için sevmeyi öğretir.
• Bu aşkta benlik yoktur; “ene” (ene, enaniyet) silinir, sadece “O” kalır.
• Tasavvufta “Fenâ fillah” yani Allah’ta yok olmak makamına kadar çıkar.
• Kur’ân’da bu aşk “muhabbetullah” olarak geçer:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”
(Mâide, 54 – TDV Meali)
• Bu sevgi sadece ibadetle değil, kalbin Allah’a yönelmesiyle, yani derûnî bir muhabbetle olur.
• Bu aşkta dünyevî unsurlar kalkar; vuslat, ruhî ve kalbî bir hâle gelir.

🌹 2. Divan Edebiyatında Aşkın Tasnifi

Divan şairleri aşkı üç mertebede işler:
Tür – Mahiyet – Hedef
Örnek Beyit / Sembol
Mecazî Aşk -Beşerî, dünyevî
Hakikî aşka köprü -Leylâ, Şirin, Züleyha
Hakikî Aşk -İlâhî, ruhanî
Allah’a vuslat – Mecnûn’un Leylâ’da Hakk’ı bulması
Aşk-ı Mutlak
Fenâ ve bekâ hâli – Allah’ın zatî muhabbeti
Mevlânâ’nın “Ben Hakk’a âşıkım” demesi
Divan şiirinde “sevgili” bazen Allah, bazen Peygamber, bazen de manevî hakikatin sembolüdür.
Züleyha’nın Yusuf’a olan aşkı da nefsî aşkın ilâhî aşka dönüşmesinin en kuvvetli örneğidir.

🌺 3. Kur’ân ve Hz. Yusuf – Züleyha Kıssası

📖 Yusuf Sûresi, Kur’ân’ın En Güzel Kıssası

“Biz sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle en güzel kıssayı anlatıyoruz.”
(Yusuf, 3 – TDV Meali)
Hz. Yusuf’un kıssası sadece tarihî bir olay değil; aşk, sabır, iffet, ihlâs ve Allah’a bağlılık dersidir.

🕊 Züleyha’nın Aşkı

• Züleyha’nın Yusuf’a olan sevgisi önce nefsânîdir, hayvânî bir arzudur.
• Fakat Yusuf’un iffeti, sabrı ve Allah’a olan teslimiyeti karşısında bu aşk tezkiye olur, arınır.
• Züleyha sonunda o aşkın mecaz olduğunu idrak eder ve Hakk’a yönelir.
• Rivayetlerde Züleyha’nın sonradan tevbe ettiği, hatta Hz. Yusuf’a ilâhî bir sevgiyle bağlandığı anlatılır.
🌸 “Kadın, onun nefsinden murad almak istedi. O da Rabbinin burhanını gördü.”
(Yusuf, 24 – TDV Meali)
Bu ayet aşkın üç mertebesini gösterir:
• Nefsânî çağrı (Züleyha’nın arzusu)
• İnsânî direnç (Yusuf’un iffeti)
• İlâhî yardım (Rabbinin burhanını görmesi)
Yani aşk, sınavdır. Nefs için bir imtihan; kalp için bir arınma; ruh için bir yükseliştir.

🌿 4. Verdiği Mesajlar ve Hatırlattıkları
• Aşk bir imtihandır.
Yusuf’un sabrı, iffeti, Allah’a bağlılığı aşkı kemale dönüştürür.
• Güzellik bir emanettir.
Yusuf’un güzelliği sadece dışta değil, içte de “nur”dur; bu güzellik ilâhîdir.
• Nefsânî aşk tezkiye edilirse ilâhî aşka dönüşür.
Züleyha’nın sevdası sonunda hakikî aşka dönüşmüştür.
• Sabır, iffet ve tevekkül aşkta kemalin yoludur.
Yusuf’un kuyudan saraya, zindandan saltanata yükselişi bu sabrın neticesidir.
• Aşk Hakk’a götürmeli, kulda durmamalıdır.
Eğer aşk “O’na” yaklaştırmıyorsa, o aşk yanılmadır.

🌷 Sonuç ve Hikmet

Aşkın üç mertebesi, insanın üç katmanına tekabül eder:
Katman – Aşk Türü -Tezahürü / Nefs -Hayvânî Arzu, şehvet
Kalp – İnsânî Muhabbet, sadâkat / Ruh İlâhî Aşkullah, vuslat

🌿 “Allah bir kulunu severse, onun kalbine kendi sevgisini koyar.”

*******

Hayvanî, İnsanî ve İlâhî Aşkın Ayrımları – 2 –

Bu üç aşk türü, kaynağı, hedefi ve mahiyeti bakımından birbirinden ayrılır.
* Hayvanî Aşk: Bu aşkın mahiyeti tamamen nefsanîdir ve tabiatî ihtiyaçlardan doğar. Cinsî çekim, şehvanî arzular ve bedeni istekler bu aşkın en bariz özellikleridir.
Hayvanî aşk, aklın ve kalbin değil, bedenin ve nefsin heveslerini esas alır. Geçicidir, fânidir ve nihayeti genellikle maddî bir tatmindir.
* İnsanî Aşk: Bu aşk, hayvanî aşktan daha yüksek bir seviyededir. Duygusal bağ, muhabbet, dostluk, saygı ve vefa gibi unsurları ihtiva eder. İnsanî aşkta ruhlar da temas kurar, sadece bedenler değil. Evlilik, aile ve dostluk gibi sosyal münasebetlerde görülen bu aşk, karşılıklı fedakârlık, muhabbet ve merhamet üzerine bina edilir. Fânî olmakla beraber, hayvanî aşka göre daha derin ve kalıcı bir iz bırakabilir.
* İlâhî Aşk (Aşk-ı Hakikî): Bu aşk, bütün mâsivânın (Allah’ın dışındaki her şeyin) ötesindedir. İlâhî bir kaynak olan Allah’a yöneliktir ve bu aşkta ene ortadan kalkar. Aşık, Maşuk’unda fani olur. Bu aşka tasavvufta “aşk-ı hakikî” denir. İlâhî aşkta maddî bir karşılık beklenmez, zira bizzat Cenâb-ı Hakk’a kavuşma ve O’nun cemâlini nazar etme arzusu vardır. Divan edebiyatında şairler, zahirde Leylâ ve Mecnun, Şirin ve Ferhad gibi beşerî aşkları tasvir etse de, batında bu hikâyeler hep ilâhî aşkı tasvir eder. Bu açıdan, tasavvufî düşünceye göre, insanın hakikî varlığına ulaşması ancak bu aşk ile mümkündür.
Yusuf Sûresindeki Kıssa ve Mealleri
Yusuf Aleyhisselâm ve Züleyha kıssası, Kur’an’ın en güzel ve ibretli kıssalarından biridir. Bu kıssada hayvanî aşkın nefsanî yanılmalarını, insanî aşkın derinliğini ve ilâhî aşkın en üstün mertebesini görmekteyiz. Kıssa, Yusuf Aleyhisselâm’ın güzelliği ile başlayan bir imtihanlar zinciridir.
Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a duyduğu başlangıçtaki aşk, hayvanî ve nefsanî bir aşktır. Kur’an’da bu durum şu şekilde ifade edilir:
Yusuf Sûresi, 23. Âyet:
> “Evinde bulunduğu kadın (onu kendine) arzu etmiş ve kapıları kilitleyerek, “Haydi gel!” demişti. Yusuf, “Allah’a sığınırım. Şüphesiz o benim Rabbimdir, bana güzel davrandı. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” dedi.” (TDV Meali)
>
Bu ayette Züleyha’nın arzusu, tamamen nefsanî ve maddî bir isteği ön plana çıkarmaktadır. Bu aşkın nihayeti, Yusuf Aleyhisselâm’ın kaçmasıyla engellenir ve Züleyha, bu gayrı meşru isteğini isbat edecek bir delil bulamaz.
Ancak kıssanın devamında Züleyha’nın bu nefsanî arzusunun, yıllar sonra ilâhî bir aşka dönüştüğü rivayet edilir. Yusuf Aleyhisselâm Mısır’a sultan olduktan sonra, Züleyha’nın artık o eski güzelliğini ve gücünü yitirdiği, dünya malından el çektiği ve sadece Yusuf Aleyhisselâm’ın Rabbine yöneldiği anlatılır. Onun bu dönüşümü, nefsin arzusundan kurtulup kalbin Allah’a yönelmesiyle gerçekleşir. Bu, zahirî bir aşkın, batınî bir hakikate ulaşmasının en güzel tasviridir. Bu dönüşümle, Züleyha’nın kalbinde yer eden nefsanî muhabbet, yerini Allah’ın sevgisine ve takvasına bırakmıştır.

Yusuf Aleyhisselâm Kıssasının Verdiği Mesajlar ve Hatırlattıkları

Yusuf Aleyhisselâm kıssası, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda pek çok mühim hikmet ve düşünceyi ihtiva eder.
* Sabır ve Takvanın Fazileti: Yusuf Aleyhisselâm, gençliğinde Züleyha’nın gayrı meşru isteği karşısında nefsine hâkim olmuş ve Allah’a sığınmıştır. Bu durumu Kur’an Yusuf Sûresi, 24. Âyet’te şöyle beyan eder: “Andolsun kadın onu arzulamıştı, eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da onu arzu ederdi. İşte biz, kötülüğü ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için böyle yaptık. Şüphesiz o, ihlâslı kullarımızdandı.” (TDV Meali) Bu ayet, takvanın ve ilâhî burhanın insanı her türlü kötülükten koruyacağının isbatıdır.

* Yanılmaların Dönüşümü: Züleyha’nın kıssası, nefsanî ve dünya sevgisine dayalı bir aşkın dahi, doğru bir bağlantı ve nazar ile ilâhî bir aşka dönüşebileceğini gösterir. Yanılmalar, tövbe ve sâdık bir kalp ile en büyük fazilete dönüşebilir. Bu, insanın tabiatının ne kadar aldatıcı olabileceğini ve hakikî hayatın ancak ilâhî aşkla elde edilebileceğini hatırlatır.
* İlâhî Takdir ve Tevhid: Kıssa, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu ve en zor imtihanlardan bile çıkış yollarının olduğunu vurgular. Yusuf Aleyhisselâm’ın kuyuya atılması, köle olması ve zindana düşmesi gibi zahiren kötü olan hadiselerin, nihayetinde onu Mısır’a sultan yapması, ilâhî takdirin en güzel tasviridir.
* Güzelin Hakikate Vesile Olması: Divan şiirinde ve tasavvufî düşüncede, zahirî güzellik, Allah’ın cemâlinin bir tecellisi olarak kabul edilir. Yusuf Aleyhisselâm’ın bu derece güzel olması, insanları O’na yöneltmiş, Züleyha’yı da evvela nefsanî bir sevgiye, sonra ise hakikî bir tevhid ve aşk-ı ilâhîye sevk etmiştir.
Bu doğrultuda, Yusuf Aleyhisselâm kıssası, nefsin zaaflarından kurtulup ruhun ve kalbin derinliklerine yönelmek için ilâhî aşka ve takvaya ihtiyacımız olduğunu hatırlatan cihanşümul bir mesaj taşır.

*****

🌹 I. Aşk ile Muhabbet Arasındaki Fark

🌺 1. Aşk
• “Aşk” kelimesi Arapçada “şiddetli sevgi” demektir.
• Lügatte “sarılıp saran sarmaşık” anlamındaki “aşaka” kelimesinden gelir; yani seveni sarar, kuşatır, yakar.
• Aşk çoğu zaman şiddetli bir muhabbetin neticesi olup fakat akıl ve iradeyi yakabilir.
🕊 “Aşk, muhabbetin ifrat derecesidir. Bazen aklı yakar.”

• Yani aşk, eğer mecazî (insana, bedene, fanîye) yönelmişse, o aşk yakıcı olur; çünkü fani bir varlığa sonsuzluk hissiyle bağlanmak, insanı perişan eder.
🌿 “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.
İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok.”(Bediüzzaman)
• Fani olan şey elden gidince, aşık da yanar, mahvolur.
Çünkü o sevgide ebedîlik yoktur.

🌷 2. Muhabbet
• Muhabbet ise kalbin temiz bir meyli, ölçülü sevgisidir.
• Aşk yakar, muhabbet ısıtır.
• Aşk yakıcı bir ateştir; muhabbet nurlu bir güneştir.
“Muhabbetin esası Cenâb-ı Hakk’ın cemâline, kemâline ve ihsanına karşı bir hayranlık, bir minnettarlık hissidir.”

• Muhabbet, Hakk’a yöneldiği zaman insana huzur verir, aşk ise fanide kaldıkça elem verir.
• Muhabbet kalbin en saf, en parlak kuvvetidir; yaratılışın özüdür.
🌸 “Muhabbet şu kâinatın bir rabıtasıdır. Kâinatı birbirine bağlayan bir nurdur.”

• Yani muhabbet, Allah’ın bütün mahlûkatı arasında kurduğu manevî bağdır.

🌼 II. Risale-i Nur’a Göre Aşkın Mertebeleri
Bediüzzaman, aşkın üç derecesinden bahseder:
• Mecazî Aşk:
Fânîye yönelmiş aşktır. Güzelliği kendi zatında zanneder.
“Fânîyi sevmek, ebedî bir azap doğurur.”
• Mecazdan Hakikate Geçen Aşk:
Seven, sevgilisinde Allah’ın cemâlini, güzelliğini fark eder.
“Mecazdan hakikate geçmeyen aşk, aşıkı ateşe atar.”
• Hakikî Aşk (Aşk-ı İlâhî):
Allah’ın cemâlini, kemâlini, rahmetini sever; O’na vuslat ister.
“Aşk-ı İlâhî, saadet-i ebediyenin anahtarıdır.”

🌹 III. Kur’ânî Dayanak – Muhabbet-i İlahiye

Kur’ân’da “aşk” kelimesi geçmez; fakat “muhabbet” kökü çok defa zikredilir:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”
(Mâide, 54 – TDV Meali)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”
(Âl-i İmrân, 31 – TDV Meali)

🌿 Aşk, Kur’ân’da medhedilmemiş; fakat muhabbet emredilmiştir. Çünkü muhabbet, itidali, ihlası, ubudiyeti netice verir. Aşk ise bazen aklı yakar, şeriatı unutturur.

🌸 IV. Hz. Yusuf Kıssası Açısından Aşk ve Muhabbet

Hz. Yusuf ve Züleyha kıssası bu farkın en parlak misalidir.
• Züleyha’nın ilk duygusu aşktır.
Bu aşk nefsânîdir, gözden doğmuştur, bedene yönelmiştir.
Onun için yakıcıdır, azap vericidir.
“Kadın onun nefsinden murad almak istedi…” (Yusuf, 24)
• Fakat Züleyha, Yusuf’un iffetini ve Allah’a bağlılığını gördükçe, o aşk tezkiye olur, muhabbete dönüşür.
Artık Yusuf’un yüzünde Hakk’ın cemâlini, güzelliğini görür.
Nefis yanarken, kalp arınır.

“Mecazî aşk, eğer Hakk’ın cemâline bir merdiven olsa, o vakit aşk-ı mecazîden aşk-ı hakikîye geçer, o da makbuldür.”

Yani Züleyha, bu merdivenden geçti; aşkı muhabbet oldu, muhabbeti marifet oldu.

🌿 V. Netice Cümlesi
🌸 “Aşk, fânîde kalırsa elem verir; Bâkî’ye dönerse lezzet verir.”

🌺 “Muhabbet, fânîde olursa bela olur; Bâkî’de olursa saadet olur.”

🌷 Özetle

Kavram – Mahiyet – Sonuç
Aşk -Şiddetli sevgi, yakıcı ateş
Fanide olursa elem; Hakk’a yönelirse nur
Muhabbet – Kalbin Hakk’a yönelen meyli, itidal – Huzur, ubudiyet, ebedî saadet

*****

🌹 I. MECÂZÎ AŞK NEDİR?

Mecazî aşk, insanın bir güzelliğe, bir varlığa, bir nimete, bir kişiye veya bir eşyaya yönelmiş şiddetli sevgisidir.
Fakat bu sevgi, çoğu zaman güzelliği o varlığın zatında zannetmek hatasından doğar.
🌿 “Aşk-ı mecazî, fânî mahbuba müteveccih olduğu vakit, daimi firak azabını netice verir.”

Yani fani bir varlığı, sonsuz bir sevgiyle sevmek imkânsız bir iştir. Çünkü o varlık fânîdir, elden gider.
O zaman kalp yanar, aşk azaba döner.
Ama bu hâl, aslında terbiye edici bir mekteptir.

🌸 II. MECÂZÎ AŞKIN İÇİNDEKİ HAKİKAT CÜZÜ

Her mecazî aşkın içinde, aslında ilâhî bir hakikatin gölgesi vardır.

“Mahlûkatın cemâlini, kemâlini seviyorsan, bil ki onlar Cenâb-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline işaret eden birer aynadır.”

Yani bir kimse bir güzelliği sevdiyse, o sevgi aslında Allah’ın cemâl sıfatına bir meyildir; farkında değildir, ama sevdiği şey O’nun güzelliğinin bir tecellisidir.
İşte bu farkındalık doğduğunda, aşk mecazdan hakikate geçmeye başlar.

🌷 III. MECÂZDAN HAKİKATE GEÇİŞİN AŞAMALARI

1. Perdenin Yırtılması – Güzelliğin Faniliğini Görmek

Aşık, sevdiği şeyin fanî olduğunu, elden gideceğini idrak eder.
Sevgi artık bir ızdırap kaynağı olur; bu da onu düşünmeye sevk eder.
🌿 “Fânî mahbublar, bâkî muhabbeti kabul etmezler.”

2. Güzelliğin Kaynağını Fark Etmek

Aşık anlar ki, o güzellik o varlığa ait değil;
onu güzelleştiren, Cemîl-i Zülcelâl’in (Allah’ın Güzelliği) bir yansımasıdır.
🌸 “Her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esma dahi, daimî ve sermedi oldukları için, daimî bir surette Zat-ı Akdes hesabına tezahür isterler.”(24. Mektub)
Bu idrak, mecazın perdesini yırtar, tecelliye ulaştırır.

3. Sevgiyi Aslî Kaynağına Yönlendirmek

Artık seven, o güzelliği değil, güzelliğin Sahibini sever.
Mahlûka değil, Hâlık’a yönelir.
🌺 Mahlûkatı sevmek, Hâlık için olmalı. Çünkü mahlûkatın cemâli fânidir; fakat Hâlık’ın cemâli bâkîdir.

4. Mahlûkta Hakk’ı Görmek

Bu mertebede seven kişi, her güzellikte Allah’ın cemâlini müşâhede eder.
Artık o sevgi ilâhî bir nazar hâline gelir.
🕊 “Ehl-i aşk, mecazî suretlerde Hakk’ın cemâlini temaşa eder.”

5. Muhabbete ve Marifete Dönüş

Aşk artık muhabbete, muhabbet de marifetullaha dönüşür.
Seven, Allah’ı tanımanın, bilmenin lezzetini tadar.
🌿 “Muhabbet, marifeti intac eder; marifet, muhabbeti ziyadeleştirir.”

Yani artık aşk bir ateş değil, bir nur olur.

🌹 IV. HZ. YUSUF VE ZÜLEYHA’DA BU SÜRECİN TEMSİLİ

Züleyha’nın hikâyesi, mecazdan hakikate geçişin sembolüdür.
• Başlangıçta Züleyha, Yusuf’un güzelliğine âşık olur.
Bu mecazî aşktır.
• Yusuf’un iffeti, sabrı ve Allah’a yönelişi karşısında Züleyha anlar ki:
“Bu güzellik, Allah’tan bir tecellidir.”
• Artık Yusuf’u değil, Yusuf’ta tecelli eden Cemîl-i Mutlak’ı sever.
Tasavvufta bu hâl şöyle özetlenir:
🌸 “Züleyha Yusuf’ta Yusuf’u değil, Yusuf’un Rabbini buldu.”
Bu, aşkın mecazdan hakikate yükselişidir.

🌿 V. Son Söz

“Aşk, mecazdan hakikate bir köprüdür. Mecazda kalırsa ateştir, hakikate geçerse nurdur.”

🌷 “Sevdiğin şeylerdeki lezzet, onların zatında değil, Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsan ettiği muhabbetin neticesidir.”

🕊 “Cemâl-i İlâhîye yol açan muhabbet, insanın en yüksek duygusudur. O duygu, mecazda boğulmasın; Hakk’a yönelsin.”

🌺 Özet

Mertebe – Aşkın Hâli – Sonucu
Mecazî Aşk – Fânîye yönelir, bedene bağlıdır.Yanma, hicran, elem
Tezkiyeli Aşk – Fânîdeki güzelliğin Hakk’tan geldiğini fark eder.Uyanış, tefekkür
Hakikî Aşk – Allah’ın cemâline yönelir.Huzur, nur, marifet

🌸 Netice:
Aşk, Hakk’a ulaşmazsa yakar;
Hakk’a ulaşırsa muhabbet olur.
Muhabbet, aşkın arınmış, nurlanmış hâlidir.
“Fânîyi sevmek muhabbet değil, gaflettir.
Bâkîyi sevmek, muhabbetin ta kendisidir.”

*****
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Tahlil ve beyanında fark şöyle izah ediliyor:
• “Yirmi Dördüncü Mektub’un İkinci Zeyli
Mi‘râc-ı Nebevî hakkındadır.
Mevlid-i Nebevînin Mi‘râciye kısmında “Beş Nükte” yi beyân edeceğiz.
Birinci Nükte: Cennetten getirilen Burâk’a dâir, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazîn bir aşk mâcerâsını beyân ediyor. O zât ehl-i velâyet olduğu ve rivâyete binâ ettiği için, elbette bir hakîkati o sûretle ifade ediyor.
Hakîkat şu olmak gerektir ki:
Âlem-i bekānın mahlûkları, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûruyla pek alâkadârdırlar. Çünkü onun getirdiği nûr iledir ki, cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı. Ve cennetin her nevi‘ mahlûkātından istifâdeye müsteid olan cin ve ins, cenneti şenlendirmeyeceklerdi. Bir cihette sâhibsiz, vîrâne kalacaktı. Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dalı’nda beyân edildiği gibi, nasıl ki bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, tâife-i hayvânâtın tâife-i nebâtâta derece-i aşka bâliğ olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanâtın erzâklarını taşıyan kāfile-i nebâtâta karşı i‘lân etmek için bir hatîb-i Rabbânî olarak, başta bülbül-ü gül ve her nevi‘den bir nev‘-i bülbül intihâb edilmiş. Ve onların nagamâtı dahi, nebâtâtın en güzellerinin başlarında hoş-âmedî nev‘inden tesbîhkârânebir hüsn-ü istikbâldir, bir alkışlamadır.
Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesîle-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn olan Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı, nasıl ki melâike nev‘inden Hazret-i Cebrâîl Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor.
• Melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a inkıyâd ve itâatini ve sırr-ı sücûdunu gösteriyor. Öyle de ehl-i cennetin, hatta cennetin hayvanât kısmının dahi o zâta karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyât-ı âşıkānesiyle ifade edilmiştir.
İkinci Nükte: Mi‘râc-ı Nebevîdeki mâcerâlardan birisi, Cenâb-ı Hakk’ın Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı muhabbet-i münezzehesi, “Sana âşık olmuşum” ta‘bîriyle ifade edilmiş. Şu ta‘bîrât, Vâcibü’l-Vücûd’un kudsiyetine ve istiğnâ-yı zâtîsine ma‘nâ-yı örfî ile münâsib düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin mevlidi, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle, o zât ehl-i velâyettir ve ehl-i hakîkattir, elbette irâe ettiği ma‘nâ sahîhtir. Ma‘nâ da budur ki:
Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinâtın aksamına inkısâm etmiş olan cemâl ve kemâlin bütün envâı, onun cemâl ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir.
İşte her halde cemâl ve kemâl sâhibi, bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever, elbette esmâsının cemâlini gösteren san‘atını sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline ayna olan masnûâtını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever, elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkātının mehâsinini sever. Bu beş nevi‘ muhabbete Kur’ân-ı Hakîm âyâtıyla işaret ediyor.
İşte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnûât içinde en mükemmel ferddir ve mahlûkāt içinde en mümtâz şahsiyettir.
Hem san‘at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbîh ile teşhîr ediyor ve istihsân ediyor. Hem esmâ-yı İlâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini lisân-ı Kur’ân ile açmıştır. Hem kâinâtın âyât-ı tekvîniyesinin Sâni‘inin kemâline delâletlerini, parlak ve kat‘î bir sûrette lisân-ı Kur’ânla beyân ediyor. Hem küllî ubûdiyetiyle, rubûbiyet-i İlâhiyeye aynadârlık ediyor.
Hem mâhiyetinin câmiiyetiyle, bütün esmâ-yı İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.
Elbette bunun için denilebilir ki: Cemîl-i Zülcelâl kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyîne-i zîşuûru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever.
• Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.
Hem san‘atını sevdiği için, elbette onun san‘atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinâtta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbîh ile i‘lân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve ona ittibâ‘ edenleri de sever.
Hem masnûâtını sevdiği için, o masnûâtın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuûru ve zîşuûrun en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifâk en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı elbette daha ziyâde sever.
Hem kendi mahlûkātının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifâk en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinâtı ihâta etmiş.
İşte o hadsiz mahbûblar içindeki mezkûr beş vechinin her bir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsûstur ki, “Habîbullâh” lakabı ona verilmiş.
İşte bu en yüksek makam-ı mahbûbiyeti Süleyman Efendi, “Ben sana âşık olmuşum” ta‘bîriyle beyân etmiştir. Şu ta‘bîr, bir mirsâd-ı tefekkürdür. Gayet uzaktan uzağa bu hakîkate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu ta‘bîr şe’n-i rubûbiyete münâsib olmayan ma‘nâyı hayâle getiriyor. En iyisi şu ta‘bîr yerine: “Ben senden râzı olmuşum” denilmeli.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025

Kalbin Gölgesi, Âlemin Aynası

Kalbin Gölgesi, Âlemin Aynası

“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Şu görünen umûmî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler umûmî âlemin aynıdırlar. Yalnız umûmî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemin merkezi ise, şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sâhibinde olup, letâifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü, kubhu, ziyâsı ve zulmeti, merkezleri olan eşhâsa tâbi‘dir. Evet, aynada irtisâm eden bir bahçe hareket, tagayyür ve sâir ahvâlinde aynaya tâbi‘ olduğu gibi; her şahsın âlemi de merkezi olan o şahsa tâbi‘dir. Gölge ve misâl gibi. Binâenaleyh cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünki kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”

*********

“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Şu görünen umûmî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır… Kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mesnevî-i Nuriye, RNK.)
İnsan küçük bir varlık değildir.
Zira insan, kâinatın bir misali, bir özeti, bir numunesidir.
Dışıyla madde âlemine, içiyle mânâ âlemine bağlıdır.
Kâinatın merkezinde güneş ne ise, insanın merkezinde kalp odur.
Kâinatın nuru güneşten gelir; insanın nuru kalpten yayılır.
Bediüzzaman bu hakikati şöyle tasvir eder:
Her insanın içinde, umûmî âlemin bir küçük misali vardır.
Her bir insan, kendi âleminin merkezidir.
O âlemin renkleri, ışığı, huzuru veya karanlığı, onun kalbinin haline göre şekillenir.

🌙 İnsanın Âlemi: Kalbin Aynasında Bir Kâinat

İnsanın kalbi, bir aynadır.
Bu ayna berraksa, onda güneşin nuru parlar.
Ama eğer o ayna kirlenmişse, paslanmışsa, kasvetle kaplanmışsa,
güneş orada doğsa bile, ışık yansımaz.
Bediüzzaman der ki:
“Kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”
Ne ince bir ölçü!
Bir kalp katılığı, bir günah gölgesi,
bir kibir, bir riya, bir nankörlük,
insanın iç dünyasındaki yıldızları söndürür.
İnsan, dışarıda parlak bir hayata sahip olsa bile,
içinde zifiri bir gece başlar.
İçinde nur olmayan, dış âlemde ışığı bulamaz.
Çünkü dış âlem, iç âlemin bir yansımasıdır.

🌞 Güneş Dışta Değil, İçtedir

Umûmî âlemin merkezinde güneş vardır.
Ama senin şahsî âleminin merkezinde kalp vardır.
Güneşin batmasıyla dış âlem kararır;
kalbin sönmesiyle, insanın bütün iç dünyası kararır.
Dünyayı karanlık sanırsın, oysa karanlık sensin.
Çünkü her şeyin rengi, nazarının rengine boyanır.
Eğer kalbin siyahsa, nur bile sana gece görünür.
Eğer kalbin saf ise, gecede bile yıldızların nûrunu görürsün.

🌿 Küçük Günah, Büyük Zulmet

Bediüzzaman’ın “Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme” ikazı,
insan için büyük bir uyarıdır.
Zira günah, sadece dışta işlenen bir fiil değil; kalbi karartan, âlemi bulandıran bir gölgedir.
Bir damla mürekkep, berrak suya düşse,
bütün kabı kirletir.
Bir kibrit, bir ormanı yakar.
Bir kasvet damlası, iç âleminin yıldızlarını söndürür.
Senin kalbindeki karanlık,
yalnız seni değil, senin nazarında bütün kâinatı da karartır.

🌸 Kalbini Temizle, Âlemin Güzelleşsin

Kâinatın güzelliği, senin kalbinin aynasındadır.
Kalp arınırsa, âlem nurlanır.
Kalp kasvetlenirse, her şey gölgelenir.
Ruhun kirlenirse, güneş bile sana karanlık görünür;
gözün bozulursa, sabahı gece sanırsın.
Onun için insanın en büyük işi,
dış âlemi değiştirmek değil, kendi kalbini temizlemektir.
Çünkü:
“Her şey, nazarına göre şekil alır.”
(Mesnevî-i Nuriye)
Kalbini nurlandır, bakışın değişsin;
bakışın değişsin, âlemin değişsin.
Bir karanlık kalp, bütün bir âlemi karanlık görür.
Bir aydın kalp, taşta bile Rahmet-i İlâhîyi okur.

🌺 İnsanın Âlemi: Bir Sorumluluk Sahası

Her insan kendi âleminin hükümdarıdır.
Kalbini ihmal eden, kendi ülkesini yıkar.
Nefsini terbiye eden, iç âleminde adalet kurar.
Her bir duygusu, o iç ülkenin bir vilayetidir.
Göz, kulağa; dil, kalbe tâbidir.
Kalbin yönü Hakk’a dönükse, bütün âlem Hakk’ı zikreder.
Kalbin yönü nefse dönükse, bütün varlık sana dar gelir.

🌷 Sonuç: Âlemi Değil, Kendini Islah Et

🌿 “Bir zerre kasvet, yıldızları söndürür.”
Bu cümle, kalp terbiyesinin en özlü ifadesidir.
İnsan, dış âlemi değil, kendi iç âlemini düzeltirse saadet bulur.
Çünkü dış âlem, iç âlemin aynasıdır.
İnsanın kurtuluşu, kalbinin safiyetindedir.
Kalbin nuru, imandır; parlatıcısı zikirdir; cilası muhabbettir.
İmanla parlayan kalp, bütün kâinatı nurlandırır.
Kasvetle kararan kalp, yıldızları bile söndürür.

🌞 Netice

Ey insan!
Kâinatın düzeni sana baktırır, seni konuşturur.
Sen, küçücük bir cisim içinde,
bütün bir âlemin nurunu da, zulmetini de taşıyorsun.
Unutma:
Dünya kalbine sığar; kalbin kararırsa, dünyan kararır.
Kalbin nurlanırsa, kâinat seninle parlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025

İNÂYET-İ SEB’A

İNÂYET-İ SEB’A

“İnayeti seb’a” (عِنَايَتِ سَبْعَة), yani “yedi inayet”, Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen derûnî ve hikmetli bir kavramdır. “İnayet” kelimesi Arapça “عناية” kökünden gelir; manası özel ilâhî yardım, koruma, lütuf, teveccüh demektir.
“Seb’a” ise yedi anlamındadır.
Dolayısıyla “inayeti seb’a”, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ihsan ettiği yedi türlü özel yardım ve himaye mertebesi demektir.
Bu tabir, özellikle Risale-i Nur’un talebelerine ve iman hizmetine dair bahislerde geçer.

📜 Manasıyla Beraber: “İnayeti Seb’a”nın Mertebeleri

1. İnâyet-i Rubûbiyet

Cenâb-ı Hakk’ın kulunu yaratması, rızkını vermesi, onu idare etmesi.
Yani her varlığın rabbi tarafından gözetilmesi ve ihtiyaçlarının temin edilmesi.
“Rabbinin inayetiyle sen delirmedin.”
(Tûr, 52/48 — TDV Meali)
Bu mertebe umumî inayettir; bütün mahlûkatı kapsar.

2. İnâyet-i Rahmâniyet

Cenâb-ı Hakk’ın kuluna şefkat, merhamet ve rahmet eliyle imdat etmesidir.
İnsanın en aciz zamanında Rahmân isminin bir cilvesiyle yardım bulmasıdır.
Bu, özel bir rahmet inayetidir.

3. İnâyet-i İlâhiyye

Cenâb-ı Hakk’ın kullarından sevdiklerine hususî olarak gösterdiği koruma ve hidayet inayetidir.
Kişi, gaflete düşse de ilâhî bir el onu kaldırır.
“Allah, müminlerin velîsidir; onları karanlıklardan nura çıkarır.”
(Bakara, 2/257)

4. İnâyet-i Kur’âniyye

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğiyle gelen inayettir.
İnsan kendi başına bulamayacağı hakikatlere Kur’ân’ın nuru sayesinde ulaşır.
Risale-i Nur’da bu mertebe çok vurgulanır:
“Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’ân’ın bir manevi mu’cizesidir.”

5. İnâyet-i Muhammediyye (aleyhissalâtü vesselâm)

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’in sünneti, duası ve ruhaniyetinin ümmetine olan teveccühüyle gelen inayettir.
Bu, ümmet-i Muhammediyye’ye has bir inayettir.
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn.”
(Enbiyâ, 21/107)
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”

6. İnâyet-i Nuriyye

İman nurunun kalbe yerleşmesi, şüphe ve dalâletten korunmak demektir.
Bu, özellikle Risale-i Nur’un hizmetinde tecelli eden inayettir.
Bediüzzaman bu mertebeye, “İman hizmetinde bulunanların korunması ve muvaffakiyeti” manasını verir.

7. İnâyet-i Sırr-ı İhlâsiyye

En yüksek mertebedir.
Kulun bütün amellerini yalnız Allah rızası için yapmasıyla gelen ihlâs ve sadakat inayetidir.
Üstad bu inayeti “Risale-i Nur talebelerinin arasında devam eden ihlâs sırrı” olarak açıklar:
Bu hizmette ihlâsı kıran, inayeti kaçırır.

🌸 Netice:

İnayeti seb’a, kulun hayatında rubûbiyetten ihlâsa kadar uzanan yedi dereceli bir ilâhî koruma zinciridir.
Her bir mertebe, bir üst mertebeye hazırlık gibidir.
Bu mertebeleri elde eden bir mü’min, artık nefsin, şeytanın, tabiatın ve hevânın esaretinden kurtulur, doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girer.

******

“İnâyet-i seb’a” (yani yedi inayet) tabiri Risale-i Nur Külliyatı’nda özellikle Mesnevî-i Nuriye ve Sözler gibi eserlerde yer alan, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna olan yedi türlü özel yardım, lütuf ve ihsanını ifade eden bir kavramdır.
Bu “inayetler”, kulun mânevî terakkî yolunda, nefsin, tabiatın ve şeytanın engelleri karşısında Allah’ın hususî yardımını temsil eder.

🌸 1. İnâyet Kavramı

İnâyet, Arapça “عناية” kelimesinden gelir;
manası “özel yardım, şefkatli koruma, ilahî lütuf ve teveccüh” demektir.
Yani Allah Teâlâ’nın kulunu, hususî bir şekilde gözetmesi, ona rahmet nazarıyla muamele etmesidir.
Kur’ân’da buna delalet eden çok ayet vardır. Meselâ:
وَاللّٰهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ
“Allah mü’minlerin dostudur.” (Âl-i İmrân, 3/68)
veya
إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَاءُ
“Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyi ince bir hikmetle idare eder.” (Yusuf, 12/100)
İşte bu Latîfiyet ve velâyet, kulun üzerine inâyet suretinde tecellî eder.

🌿 2. Risale-i Nur’da “İnâyet-i Seb’a”nın Mânâsı

Bediüzzaman Said Nursî, “inâyet-i seb’a” ifadesini birkaç yerde kullanır.
Özellikle Mesnevî-i Nuriye, Habbe ve Katre risalelerinde geçen bu tabir, Cenâb-ı Hakk’ın yedi mertebede kuluna uzattığı inayet elini anlatır.
Bu yedi inayet, kalbin terakkîsi, ruhun saflaşması, aklın nurlanması ve insanın nefisten kurtulup Hakk’a yönelmesi sürecinde tecellî eder.

🌺 3. İnâyet-i Seb’a’nın Muhtemel Yedi Mertebesi

Kaynaklarda açık şekilde tek tek sayılmasa da, Bediüzzaman’ın külliyatındaki manalar bütünleştirildiğinde bu yedi inayet şöyle özetlenebilir:

1️ İnâyet-i Rubûbiyet

Cenâb-ı Hak kulunu yaratır, terbiye eder, bütün hâl ve ihtiyacını idare eder.
Bu, varlık sahasına çıkarılan her varlığa yapılan umûmî inayettir.
“Rabbinin her şeyi hikmetle idare ettiğini görmüyor musun?”

2️ İnâyet-i Hıfz (Koruma İnayeti)

Kul günaha, tehlikeye veya sapmaya meyletse bile, Allah onu muhafaza eder.
Bu, “takvâ sahiplerini koruyan” rahmet elidir.
“Allah, takvâ sahiplerinin velisidir.”

3️ İnâyet-i Hidayet

Kulun kalbine bir nur, aklına bir idrak, yoluna bir işaret konur.
İnsanı doğruya yönelten ilahî bir sevktir.
“Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir.”

4️ İnâyet-i Fıtrat

İnsanın yaratılışında, onu Hakk’a götürecek işaretlerin bulunmasıdır.
Vicdan, merhamet, akıl gibi latîfeler bu inayetin yansımalarıdır.

5️ İnâyet-i Risâlet

Peygamberlerin gönderilmesi, Kur’ân’ın indirilmesi, rehberlerin varlığı,
hep birer ilahî inayettir.
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)

6️ İnâyet-i Velâyet

İnsan kendi nefsiyle cihad ederken, Allah ona manevî yardım eder;
kalbine ilhamlar gelir, yol gösterilir.
Bu, Allah dostlarının yaşadığı hususî bir inayettir.

7️ İnâyet-i Cemâl ve Muhabbet

Son mertebede kul, Allah’ın cemâline ve rızasına mazhar olur.
Aşk mecazdan hakikate geçer; artık kul Allah’ı sever, Allah da onu sever.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide, 54)

🌹 4. Aşkın Mecazdan Hakikate Geçişiyle Bağlantısı

İnâyet-i seb’a, aslında aşkın seyridir.
Yani insanın nefsî, beşerî sevgiden ilahî muhabbete yükselme yolculuğundaki ilahî yardımların basamaklarıdır.
Mecazî aşk, kalbi yakar; o yanış temizlenmeyi getirir;
temizlenen kalp inâyetle hakikî aşka yönelir.

🌼 5. Sonuç: İnâyet-i Seb’a’nın Hikmeti

İnâyet-i seb’a, Allah’ın kuluna olan rahmetinin mertebeli tecellîsidir.
Her kul, kendi istidâdı ölçüsünde bu yedi inâyetten pay alır.
Kimisi sadece hıfzda kalır, kimisi risâlet nurundan istifade eder,
kimisi velâyet ve muhabbet mertebesine erer.
Yani “İnâyet-i Seb’a”,
beşeriyetin zulmetinden ubûdiyetin nuruna uzanan yedi rahmet elidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025

DEF-İ ŞERRİN HİKMETİ: KAYBETMEMEYİ KAZANMAK

DEF-İ ŞERRİN HİKMETİ: KAYBETMEMEYİ KAZANMAK

Kazanmaya değil, kaybetmemeye odaklanmak.
Tıpkı hayrı celbetmek değil, şerri defetmektir.
Veya gündüzü getirmekten ziyade, geceyi götürmektir.
Çünkü geceyi götürmede sürekli bir gündüz hali yaşamak vardır.
Şerri götürmede de, hayrın sürekli kalıcılığı söz konusudur.
Zaten insanın en büyük kazancı, o kazancını kaybetmemesidir.
Onun için mecellenin esasıdır ;
Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.

*******

İnsanın hayat yolculuğu, kazanmaktan ziyade kazandığını muhafaza etme mücadelesidir. Çünkü her kazanılan şey, kaybetme ihtimaliyle imtihan edilir. Nice servetler, şöhretler, makamlar, hatta faziletler vardır ki, kazanılmış; fakat korunamamıştır. Onun için en büyük kazanç, kaybetmemektir. İşte bu hikmetli düstur, Mecelle’nin temel kaidelerinden biri olan şu kelamda ifadesini bulur:
“Def’-i şer, celb-i nef’a racihtir.”
Yani “Bir kötülüğü gidermek, bir faydayı kazanmaktan daha üstündür.”
Bu düstur, yalnız hukukta değil, hayatın bütün alanlarında geçerli bir hikmettir. Zira bazen kötülüğü bertaraf etmek, bin hayır kapısının açılmasına vesile olur. Nasıl ki geceyi kaldırmadan gündüzü getirmek mümkün değildir; şerri defetmeden de hayrın tam manasıyla zuhuru olmaz.
Kur’ân-ı Hakîm bu hakikati şöyle bildirir:
“Size iyilikten ne gelirse Allah’tandır; kötülükten de ne gelirse kendindendir.”
(Nisâ, 79 — TDV Meali)
Bu ayet, insanın kendi nefsinde ve hayatında meydana gelen musibetlerin, çoğu zaman kendi eliyle davet ettiği kötülüklerden doğduğunu haber verir. Yani, şer defedilmezse hayır kalıcı olmaz.
Tarih boyunca milletlerin çöküşü, genellikle kazançlarını koruyamamaktan, zaferlerinin ardından gelen gafletten olmuştur. Osmanlı’nın son asırlarında maddî fetihler yerini manevî zafiyetlere bıraktığında, kazandığını kaybetme devri başlamıştı. Zira düşman, kaleyi dışarıdan değil, içeriden fethetmeye başlamıştı.
Def’i şer, sadece kılıçla değil; nefisle, hırsla, enaniyetle mücadele etmektir. Zira en büyük düşman, insanın kendi içindedir. Nefsin şerre meyli bertaraf edilmedikçe, dış dünyanın bütün zaferleri birer serap olur. Hazret-i Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) bu derûnî cihadı şöyle ifade eder:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”
Sahabeler sordular: “Ya Resûlallah, büyük cihad nedir?”
Buyurdu ki: “Nefisle yapılan cihaddır.”
İşte bu, def’i şerrin en yüce mertebesidir: Nefsin şerrini defetmek.
Bir insan, hayrı celbetmek için uğraşabilir; mal, makam, itibar kazanabilir. Lakin şerri defetmezse, bütün kazançları bir anda elinden uçabilir. Tıpkı bir geminin içindeki suyu boşaltmadan hızla yol almaya çalışması gibi… O su boşaltılmadıkça, gemi ne kadar büyük olursa olsun, bir gün batmaya mahkûmdur.
Bu yüzden, def’i şer; korumak, muhafaza etmek, dengeyi sürdürmektir. Hayrı celb ise çoğu zaman genişletmektir. Fakat genişleyen bir alan, temeli sağlam değilse, bir rüzgârla yıkılabilir.
İmam Gazâlî der ki:
“Bir kötülükten sakınmak, bin iyilik işlemeye denktir. Çünkü kötülük, iyiliği iptal eder.”
Gündüzü getirmek değil, geceyi kaldırmaktır esas olan. Zira gece kalkınca, gündüz kendiliğinden doğar. Hayrı celbetmek için didinmeden önce, şerri defetmeyi öğrenmek gerekir. Kalpteki kin, haset, kibir, gaflet ve enaniyet defedilirse; kalbin güneşi olan iman, kendi nuruyla doğar.
O halde, insanın en büyük zaferi, kaybetmemek; en büyük kazancı, muhafazadır. Çünkü Rabbimiz, insana emaneti yüklemiş, onu yeryüzünde halife kılmıştır. Halifelik, kazanmak değil; emanetini korumaktır.
Netice olarak;
Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.
Çünkü şerri defetmek, hayrın devamına; hayrı celbetmek ise bazen gurura, gaflete kapı açar.
Bir milletin, bir insanın, bir kalbin saadeti; şerri defetme basiretinde gizlidir.
Zira hakiki kazanç, kaybetmemekte; hakiki zafer, kaybı engellemekte; hakiki nur, geceyi gidermekte saklıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025

YIKIMIN ARDINDAN PAZARIN KURULMASI: ŞEFFÂF BİR HEZİMET Mİ, SİNSİ BİR PLAN MI?

YIKIMIN ARDINDAN PAZARIN KURULMASI: ŞEFFÂF BİR HEZİMET Mİ, SİNSİ BİR PLAN MI?

İnsanlık tarihi; fetihlerle, yıkımlarla, inşâlarla ve yeniden inşâlarla doludur. Ne var ki bazen, savaş meydanındaki silâhların susmasından çok, o sessizlikten sonra yükselen molozların arasında kurulmak istenen pazardır tehlikeli olan. Zira yıkım bir ilk kapı açar; sonra içeride kimlerin dolaşacağı, kimlerin yeni malik olacağı büyük bir mücadeleyi doğurur.
Nitekim: “Koyun can derdinde, kasap et derdinde.” Yani halk, katliamla, acıyla boğuşurken; o büyük güçler, enkazın içinden kendileri için ticaret yolları, rant alanları, nüfuz bölgeleri çıkarma derdindedir. Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın, Yemen’in, Gazze’nin ve kısmen Ukrayna’nın hayatı nasıl yıkıldı; şimdi sırada inşa üzerine kurulmuş hırslar mı vardır?

Trump’ın “Gazze Riviera’sı” planı: Yeniden inşa mı, yeniden yerleşim mi?

Washington Post’ta yer alan habere göre Trump yönetiminin “savaş sonrası Gazze” planı, ABD denetiminde bir tatil ve teknoloji merkezi kurulmasını öngörmektedir. Bölge halkının “gönüllü” biçimde başka yerlere taşınması ve yeniden yerleşimi, planın temel unsurlarındandır.
Plan, büyük miktarda özel yatırım (public-private partnership) ile finanse edilmek üzere kurgulanmıştır; yerleşik hak sahiplerine, dijital tokenlar ya da yeni daireler karşılığı bir mübadele sunulması teklif edilir.
Fakat bu tür planlara tarihî deneyimler ışığında şüpheyle yaklaşmak gerekir. Zira bir toprak halkını yerinden etmek, mekânın sembolünü değiştirmek, ideolojik hegemonyayı kurmak için son derece etkili bir araç olabilir. Elbette teorik “gönüllülük” iddiası vardır; fakat “seçim” alanı daraltılmış, alternatifler sınırlandırılmışsa demokrasi söylemi kâğıt üstünde kalır.
“Jus post bellum” (savaştan sonra hakikat ve adalet) kavramı, savaşı bitirdikten sonra nasıl davranılması gerektiğini sorgular. Bir ülkeyi yeniden inşa etme sorumluluğu, teoride adaletle ve halkın iradesiyle yürütülmelidir. Lakin burada sözü edilen planlarda, restorasyon değil; yeniden mutasarrıflık (yönetme hakkı) kurulması gibi riskler göze çarpmaktadır.

Tarih, pazarı ve inşayı nasıl okur?

Tarih bize benzer örnekler sunar:
• II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa: Yıkımdan sonra Marshall Planı ile mali yardımlar ve altyapı inşası teşvik edildi. Ama bu, Almanya’yı yeniden ayağa kaldırmak için yapılan bir ekonomik plan idi; değilse Batı Almanya’nın yeniden ekonomik yükselişi, yerli potansiyel ve sanayi birikiminin desteklenmesiyle gerçekleşti.
• Basra Körfezi, Irak: 1990’larda savaş sonrası onarım faaliyetleri ile petrol altyapısının yeniden ele geçirilmesi; fakat halk refahının görece düşük kalması, restorasyonun adâletle yürütülemediğini gösterdi.
• Filistin tarihinde uzun zamandır toprakların el değişimi, mekanların yeniden tasarımı, göçlerin zorlanması, nüfus mühendisliği gibi stratejiler sıkça kullanılmıştır.
Bu örnekler göstermektedir ki yıkımdan sonra “inşa” iddiası, kolay bir meşruiyet örtüsü haline gelebilir. Ancak asıl sınav, inşanın kim için yapıldığı; yönetimin kimlerde olacağı; halkın orada kalıp kalamayacağıdır.

Ahlaki, iman ve uyanış yönünde bir çağrı

Bu topraklarda iman daima sorumluluk doğurmuştur. Bir Müslüman’ın tefekkür penceresinden bakarsak:
• Zulmü engellemek, sesi çıkmayanların sesi olmak bir vecibedir.
• Kökü olan halkları, mekânı olmayanlara dönüştürmek; mirası elinden alanlara meşruiyet vermek; zulüm kadar tehlikelidir.
• Uyanık olunmalıdır: Yıkım üzerinden pazara dönüştürülmeye çalışılan her projede gizli bir fikir, ideoloji, nüfuz savaşı vardır.
Sonuç olarak, kaygımız meşrudur. Bu yıkımlar bir “kapışma” değil; bir “yeniden şekillendirme” planıdır. Gözlerimizi kırpmadan takip etmeliyiz. Zulmü durdurmak, enkazda gömülü niyetleri görebilmek; bölge halkının onurunu, vekaletle değil doğrudan savunabilmek, asıl mücadeledir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 50 –

BERCESTE VE İZAHI – 50 –

1. :Mehmet Akif Ersoy’un Vatan ve Şehadet Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
اى بو طوپراقلر ایچون طوپراغه دوشمش عسكر
كوكدن اجداد اینه‌رك اوپسـه او پـاك آلنى دكر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer
Mehmet Akif Ersoy
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey bu mukaddes topraklar için gözünü hiç kırpmadan canını feda eden asker! Ataların gökten inerek senin o tertemiz alnını öpse, buna değer.
İzah ve Açıklama
İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, bu meşhur beytinde vatan sevgisinin ve bu uğurda yapılan fedakârlığın yüceliğini en veciz şekilde ifade eder. “Toprağa düşmek” deyimi, şehit olmak anlamına gelir. Şair, vatan topraklarını korumak için canını feda eden askere seslenir. Bu fedakârlık o kadar kutsal ve büyüktür ki, ancak manevi ve ilahi bir takdirle karşılık bulabilir. Bu takdiri somutlaştırmak için şair, mübalağa (abartma) sanatını kullanarak “ecdadın gökten inmesi” imgesini kullanır. Yani, bu vatanı kuran ve miras bırakan ataların ruhlarının bile bu büyük fedakârlık karşısında saygıyla eğileceğini, o şehidin “pâk” (tertemiz) alnından öpmek için göklerden ineceğini söyler. Bu öpücük, hem bir şükran, hem bir takdis, hem de “emanete sahip çıktın” demenin en ulvi ifadesidir. Şehidin alnının “pâk” olması, onun en temiz, en masum niyetlerle, sadece vatan için canını verdiğini simgeler.
Makale: Toprağa Düşen Alnın Ebedi Değeri
Vatan, sadece bir toprak parçası değildir; o, üzerinde yaşayan milletin tarihiyle, kültürüyle, hatıralarıyla ve en önemlisi kanıyla yoğrulmuş kutsal bir emanettir. Bu emanetin bedeli, çağlar boyunca canla ödenmiştir. Mehmet Akif Ersoy, milletin vicdanı olarak bu gerçeği en sarsıcı ve en yüceltici üslupla haykırır: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer”.
Bu iki mısra, bir şiir parçası olmanın çok ötesinde, bir milletin şehidine olan minnet borcunun ve ona atfettiği değerin manifestosudur. Akif, ilk mısrada yalın bir gerçekliği ifade eder: Bir asker, “bu topraklar için” “toprağa düşmüştür”. Bu ifade, fedakârlığın sebebini ve sonucunu net bir şekilde ortaya koyar. Vatan toprağının her bir zerresinin bekası için, bir can toprağa karışmıştır. Bu, bir yok oluş değil, toprağa can katma, vatanı vatan yapma eylemidir. Asker, toprağın altına düşerek, aslında üstündeki milyonları ayakta tutan temel taşı olmuştur.
Beytin asıl vurucu gücü ve edebi derinliği ikinci mısrada ortaya çıkar. Şehidin bu eşsiz fedakârlığına dünyevi hiçbir ödül, hiçbir makam denk olamaz. Onun değerini ancak manevi âlem takdir edebilir. Akif, bu takdiri somutlaştırmak için muazzam bir hayal kurar: “Ecdâd”. Yani bu toprakları bize vatan kılan Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları, Malazgirt’ten Çanakkale’ye isimsiz kahramanlar… Onların manevi varlıkları, “gökten inerek” bu yeni kahramanın önünde saygıyla eğilir. Bu durum, tarihi bir sürekliliğe işaret eder. Dün o toprakları kanıyla sulayan ecdat, bugün aynı idealler uğruna can veren torununu kutsamakta, onunla gurur duymaktadır.
“O pâk alnı öpmek” ise sembolik anlamlarla yüklüdür. Alın, insanın secdeye vardığı, en şerefli uzvudur. Şehidin alnı ise kurşunla, topla değil, imanla ve vatan sevgisiyle nurlanmış, tertemiz kalmış bir alın olduğu için “pâk”tır. Ecdadın o alnı öpmesi, “Sen bizden aldığın emaneti en güzel şekilde korudun, görevini layıkıyla yaptın, biz senden razıyız” demektir. Bu, bir nevi manevi bir rütbe, ebedi bir onurdur. Akif, bu muhteşem tabloyla, şehitliğin sadece bireysel bir kahramanlık değil, aynı zamanda kökleri mazide olan bir bayrak yarışının en şerefli durağı olduğunu anlatır.
Bu beyit, yazıldığı dönemin (Balkan Savaşları, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı) ruhunu yansıttığı kadar, bugün de vatan savunmasının ne anlama geldiğini idrak etmek isteyen her nesle bir ders niteliğindedir. Vatan, uğrunda ölenler olduğu için vatandır ve o fedakârlığın değeri, ancak gökleri ve yeri birleştiren böylesine ulvi bir hayalle ölçülebilir.
Özet
Mehmet Akif Ersoy’un “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” beyti, vatan için canını feda eden askerin (şehidin) fedakârlığının ne kadar yüce ve kutsal olduğunu anlatır. Bu fedakârlığın değeri o kadar büyüktür ki, bu vatanı kuran ataların bile manevi âlemden inip o şehidin tertemiz alnını öpmesinin bu değere denk düşeceğini ifade eder. Beyit, şehitliğin en büyük manevi takdiri hak ettiğini, tarihi bir devamlılığın en şerefli halkası olduğunu ve vatanın ancak bu tür fedakârlıklarla ayakta kalabileceğini vurgular.
2. : Fuzûlî’nin İlim ve Aşk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
علم كسبیله پایهٔ رفعت
آرزوسـی محـال ایمش آنجق
عشق ایمش هر نه وار عالمده
علم بر قیل و قال ایمش آنجق
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Fuzûlî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sadece ilim öğrenerek yüksek makamlar elde etme düşüncesi, ancak boş bir arzudur. Bu âlemde her ne varsa aşktan ibarettir. Aşkın büyüklüğü karşısında (insanı marifete götürmeyen) kuru bilgi, sadece bir dedikodudan ibarettir.
İzah ve Açıklama
• yüzyılın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvuf düşüncesinin temel ikilemlerinden birini, ilim (bilgi) ve aşk (ilahi aşk) karşıtlığını ele alır. Ona göre, sadece kitaplar okuyarak, medrese ilimleriyle meşgul olarak “pâye-i rif’at” yani manevi yücelik makamına ulaşma arzusu, “muhâl” yani imkânsız bir hayaldir. Çünkü varlık âleminin özünde, temelinde “aşk” vardır. Her şeyin yaratılış sebebi ve varoluş gayesi aşktır yani muhabbettir. Bu mutlak hakikat olan aşkın yanında, insanın kesbî (sonradan kazanılan) ilmi, eğer kişiyi hakikate, yani Allah’a ulaştırmıyorsa, sadece bir “kîl ü kâl” yani laf kalabalığı, dedikodudan ibarettir. Fuzûlî, burada kuru akılcılığı ve şekilciliği eleştirir; asıl bilginin, kalbin tecrübesi olan ilahi aşkla mümkün olacağını savunur.
Makale: Hakikatin İki Kapısı: Aşk ve “Kîl ü Kâl”
İnsan, varoluşundan bu yana hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta ona rehberlik etmesi için iki temel araç verilmiştir: Akıl ve kalp. Akıl, ilmin kapısını aralar; gözlemler, analiz eder, bilgi biriktirir ve sonuçlara varır. Kalp ise aşkın kapısını çalar; hisseder, tecrübe eder, sezgiyle kavrar ve teslim olur. İslam düşünce tarihinin ve edebiyatının en büyük dehalarından Fuzûlî, bu iki kapının değerini ve öncelik sırasını tartışmaya açar: “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”.
Fuzûlî’nin bu hükmü, ilmin toptan reddi anlamına gelmez. Aksine, ilme büyük değer veren bir kültürün içinden konuşur. Ancak onun hedefindeki ilim, sahibini kibre, gurura ve şekilciliğe sürükleyen, onu hakikatin özünden uzaklaştıran “kuru bilgi”dir. Ona göre, sadece kitapları ezberleyerek, felsefi tartışmalara girerek, medreselerde unvanlar alarak manevi bir yüceliğe (“pâye-i rif’at”) ulaşmayı hedeflemek, imkânsız bir şeyi arzulamaktır (“ârzû-yı muhâl”). Çünkü bu tür bir bilgi, ruhu beslemez, kalbi dönüştürmez. İnsanın dışını süslerken, içini boş ve anlamsız bırakır. İşte bu noktada Fuzûlî, bu ilmi “kîl ü kâl” olarak, yani “dedikodu”, “laf kalabalığı” olarak niteler. Hakikat şarabından bir yudum içememiş kişilerin, o şarabın rengi, kokusu ve mahiyeti üzerine sonsuz ama anlamsız tartışmaları gibidir bu.
Peki, hakikat nerededir? Fuzûlî’ye göre cevap nettir: “Aşk imiş her ne var âlemde”. Varlık, ilahi bir aşkın tecellisidir. Kâinat, Allah’ın kendi güzelliğini ve sevgisini görmek istemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla âlemi anlamanın, varoluşun sırrına ermenin yolu, onun mayasında olan “aşk”ı tatmaktan geçer. Aşk, sadece bir duygu değil, bir bilgi biçimidir; aklın sınırlarını aşan, insanı doğrudan doğruya hakikatle buluşturan bir “marifet” yoludur. Aşk, bilen ile bilinen arasındaki mesafeyi kaldırır. Âşık, sevdiğinde (Maşuk’ta) fani olur, onunla bir olur. Bu tecrübe, binlerce cildi dolduran kitabi bilgiden daha aydınlatıcı ve daha gerçektir.
Tarihsel olarak, Fuzûlî’nin bu sözleri, medrese (akıl, zahirî ilim) ile tekke (kalp, bâtınî ilim/aşk) arasındaki kadim gerilimin edebi bir yansımasıdır. Gazâlî gibi büyük düşünürler bu iki yolu birleştirmeye çalışsa da, tasavvuf ehli daima aşkın ve kalbî tecrübenin önceliğini vurgulamıştır. Fuzûlî, bu geleneğin en güçlü seslerinden biri olarak, bizi uyarır: Bilginin amacı, bilginin kendisi değil, o bilgiyle varılacak olan hakikattir. Eğer biriktirdiğimiz bilgiler bizi daha mütevazı, daha sevgi dolu, daha bilge insanlar yapmıyorsa, o bilgiler omuzlarımızda taşıdığımız bir yük, zihnimizde bir gürültüden, bir “kîl ü kâl”den başka bir şey değildir. Asıl yolculuk, zihinden kalbe yapılan yolculuktur ve bu yolculuğun azığı sadece aşktır.
Özet
Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyti, ilim ve aşk arasındaki ilişkiyi tasavvufi bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, insanı manevi olgunluğa ve hakikate ulaştırmayan, sadece akla dayalı kuru bilgi (“ilm”), anlamsız bir laf kalabalığından (“kîl ü kâl”) ibarettir. Âlemin ve varoluşun özünde ise ilahi “aşk” vardır. Bu nedenle gerçek bilgiye ve manevi yüceliğe ancak akıl yoluyla değil, kalbin tecrübesi olan aşk yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Beyit, şekilci ve kibirli bilginin eleştirisi ve ilahi aşkın mutlak üstünlüğünün bir ilanıdır.

3. Resim: Kul Nesimi’nin Vahdet ve Sorumluluk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای نسيمی جان نسيمی بيلكه حق عينكده در
جمله مخلوقـڭ وبالی علما بوينڭده در
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır
Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır
Kul Nesimi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey Nesimi! Can Nesimi! Bil ki Hak, bizzat kendinde, zatındadır. Yaratılmış olan bütün varlığın vebali alimlerin boynundadır.
İzah ve Açıklama
Halk şairlerinden Kul Nesimi (soyadı benzerliği olan 14. yüzyıl şairi Seyyid Nesimi ile karıştırılmamalıdır), bu beytinde tasavvufun iki temel ve cüretkâr temasını işler. İlk mısrada, “Vahdet-i Vücud” (Varlığın Birliği) inancının bir yansıması olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın “aynında” yani özünde, zatında olduğunu söyler. Bu, insanın basit bir varlık olmadığı, ilahi sırları taşıyan, kâinatın bir özeti (mikrokozmos) olduğu anlamına gelir. Şair, bu büyük hakikati önce kendisine (“Ey Nesîmî cân Nesîmî”) telkin eder. İkinci dizede ise bu büyük sırrı bilenlerin, yani “ulemânın” (alimlerin, ariflerin) taşıdığı ağır sorumluluğa dikkat çeker. Mademki insan bu kadar şerefli ve ilahi bir öze sahiptir, o halde onu yanlışa, cehalete ve günaha sürüklemek en büyük suçtur. Dolayısıyla, bütün yaratılmışların (cüml-i mahlûkun) sapkınlığının veya düştüğü kötü durumun vebali, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü olan alimlerin boynundadır.
Ancak bu sekir halinde söylenen sözün uyanık ve aklı başındaki hali ise;
Herşey Hemeost değil, Heme ezosttur.
Yani her şey O değil, her şey O’ndandır.

Makale: Aynadaki Sır ve Boyundaki Vebal
İnsan nedir? Etten ve kemikten ibaret, ölümlü bir varlık mı? Yoksa sonsuzluğun sırlarını taşıyan kutsal bir emanet mi? Bu soruya tasavvuf geleneğinin verdiği cevap, insanı evrenin merkezine koyan değişimci bir nitelik taşır. Şair Kul Nesimi, bu cevabı cesur bir nida ile dile getirir: “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır”. Bu, bir keşfin, bir idrakin ve bir aydınlanmanın haykırışıdır.
İlk mısra, insanın kendi hakikatine yaptığı bir çağrıdır. “Hak aynındadır” ifadesi, Allah’ı uzaklarda, göklerin ötesinde bir yerlerde aramak yerine, insanın kendi özüne, kalbine bakması gerektiği fikrini temel alır. Bu, “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadisiyle de ifade edilen derin bir felsefedir. İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kâmil tecelli ettiği varlık, bir nevi ilahi bir “ayna”dır. Bu aynaya bakan, sadece kendi fani suretini değil, o suretin ardındaki baki olanın izlerini görür. Şairin kendine “Ey Nesimi, can Nesimi” diye seslenmesi, bu bilginin sadece zihinsel bir kabul değil, canı, yani tüm varlığı sarsan bir tecrübe olması gerektiğini vurgular. Bu sırrı idrak etmek, insana hem sonsuz bir değer hem de baş döndürücü bir sorumluluk yükler.
İşte bu sorumluluk, beytin ikinci mısrasında bir adalet kılıcı gibi ortaya konur: “Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır”. “Ulemâ” kelimesi burada sadece medrese âlimlerini değil, daha geniş anlamda hakikati bilen, arif, kâmil insanları, yani toplumun manevi ve ahlaki önderlerini kapsar. Mademki hakikat insanın özünde gizlidir ve mademki bu âlimler bu sırrı bilmekle diğerlerinden ayrılmıştır, o halde onların görevi, diğer insanların da kendi özlerindeki bu ilahi cevheri keşfetmelerine rehberlik etmektir. Eğer toplumda cehalet, ahlaksızlık, adaletsizlik ve manevi bir çöküş varsa (“cüml-i mahlûkun vebâli”), bunun sorumlusu avam değil, onlara yol göstermeyen, bildiğiyle amel etmeyen veya bildiğini kendi çıkarı için kullanan “bilenler”dir.
Bu, tarihin her döneminde geçerli olan, sarsıcı ve ibretlik bir tespittir. Bir toplumun bozulması, balığın baştan kokması gibi, öncelikle o toplumun aydınlarının, âlimlerinin, liderlerinin bozulmasıyla başlar. Onlar hakikatin bekçileri olmaları gerekirken, onun üzerini örterlerse, halk karanlıkta kalır. Kul Nesimi, bu beytiyle sadece bir tasavvuf dersi vermez, aynı zamanda güçlü bir sosyal eleştiri yapar. Bilginin bir imtiyaz değil, ağır bir emanet olduğunu, bu emanete ihanet etmenin bütün bir yaratılışın vebalini yüklenmek anlamına geldiğini haykırır.
Sonuçta bu beyit, bizi iki yönlü bir tefekküre davet eder: Birincisi, kendi içimize dönerek oradaki ilahi “ayna”yı keşfetmeye; ikincisi ise dışımıza dönerek, bildiklerimizden ve sahip olduğumuz imkânlardan dolayı topluma karşı taşıdığımız ağır sorumluluğun farkına varmaya. Çünkü aynadaki sırrı görmek ne kadar aydınlatıcıysa, boyundaki vebali taşımak da o kadar ağırdır.
Özet
Kul Nesimi’nin “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır / Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır” beyti, iki temel mesaj ihtiva eder. Birincisi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücud anlayışına paralel olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın kendi özünde, zatında olduğu ve insanın bu ilahi sırrı taşıdığıdır. İkincisi ise bu sırrı bilen “ulemânın” yani alimlerin ve ariflerin büyük bir sorumluluk taşıdığıdır. Eğer toplumdaki insanlar manevi ve ahlaki olarak yoldan çıkarsa, bunun vebali, onlara rehberlik etme görevini yerine getirmeyen âlimlerin omuzlarındadır. Beyit, hem insanın değerini yüceltir hem de bilginin getirdiği ağır sorumluluğa dikkat çeker.

4. Resim: Nâbi’nin Aşk ve Tabiat Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
غنجه كولسون كول آچيلسون جوی فریاد ایلسین
سن طور اى بلبل براز كلشنده يارم سويلسين
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gonca gülsün, gül açılsın, ırmak da feryat eylesin. Ey bülbül! Sen biraz dur. Gül bahçesinde biraz da benim yarim konuşsun.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin ustası olarak bilinen Nâbi, bu beytinde lirik ve samimi bir ruh hali sergiler. Beyit, sevgilisiyle gül bahçesinde (gülşen) baş başa kalmak isteyen âşığın tabiata bir ricası, hatta emridir. İlk mısrada tabiatın tüm coşkusu resmedilir: Goncadan güle dönüşüm, açılmış güllerin güzelliği, akan suyun (cûy) çağıltısı… Bütün bunlar divan şiirinde güzelliğin ve coşkunun klasik unsurlarıdır. Ancak ikinci mısrada şair, bu coşkunluğun en önemli sesine, yani güle olan aşkıyla bilinen “bülbül”e seslenir ve ondan susmasını ister. Sebebi ise çok basittir: O kadar güzel ve ahenkli olan tabiatın seslerinin arasına bir de sevgilinin (yârim) sesinin katılmasını arzulamaktadır. Bülbülün nağmeleri ne kadar güzel olursa olsun, âşık için sevgilinin sözleri her şeyden daha üstündür. Bu beyit, sevgilinin varlığını ve sesini, tabiatın en güzel unsurlarının bile önüne koyan zarif bir aşk ifadesidir.
Makale: Bülbülü Susturan Ses: Sevgilinin Varlığı
Tabiat, şairler için her zaman en zengin ilham kaynağı olmuştur. Renkler, sesler, kokular; hepsi şairin hislerine tercüman olmak için adeta birer harfe, birer kelimeye dönüşür. Divan şiirinin gül bahçesi (gülşen), bu ilhamın en yoğun yaşandığı mekânlardan biridir. Orada gonca güler, gül açılır, ırmaklar (cûy) feryat eder ve elbette, güle olan ebedi aşkını nağmeleriyle haykıran bülbül hiç susmaz. Bu, mükemmel bir ahenk ve coşku tablosudur. Ancak büyük şair Nâbi, bu tabloya bir fırça darbesi daha atarak bütün perspektifi değiştirir: “Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin”.
Nâbi’nin bu beyti, âşığın önceliklerini ve değer hiyerarşisini ortaya koyan zarif bir manifestodur. İlk mısra, tabiatın en canlı, en hareketli anını tasvir eder. “Gonca gülsün, gül açılsın” ifadesi bir neşe ve hayata katılma çağrısıdır. “Cûy feryâd eylesin” dizesi, suyun şırıltısını bir “feryat” olarak niteleyerek, tabiatın da bir derdi, bir coşkusu, bir aşkı olduğunu ima eder. Bu dizede her şey olması gerektiği gibidir; hayat tüm canlılığıyla akmaktadır. Şairin bu coşkuya bir itirazı yoktur, hatta onu onaylar. Ancak onun için bu sahnede bir eksiklik, daha doğrusu henüz ortaya çıkmamış bir üstünlük vardır: Sevgilinin sesi.
İkinci mısra, bu üstünlüğü ilan etmek için sahneye çıkar. Şair, gül bahçesinin en meşhur, en dokunulmaz sanatçısına, yani bülbüle döner. Bülbül, aşkın, hasretin ve en güzel nağmelerin sembolüdür. Onun şakıması olmadan bir gül bahçesi düşünülemez. Fakat âşık, bu ezeli kuralı yıkmaya cüret eder: “Sen dur ey bülbül”. Bu, bülbülün sanatına bir hakaret değil, tam aksine ondan daha üstün bir sanatın, daha güzel bir nağmenin varlığını haber veren bir ricaldır. Neden mi susmalıdır bülbül? Çünkü “gülşende yârim söylesin”. Âşık, sevgilisinin sesini duymak istemektedir. Onun için sevgilinin bir tek kelimesi, bülbülün binlerce nağmesinden daha değerli, daha anlamlı ve daha güzeldir.
Bu beyit, aşkın bencilliğini değil, merkezciliğini gösterir. Âşık için kâinatın merkezi sevgilidir. Tabiatın tüm güzellikleri, ancak onunla bir anlam kazanır. Sevgilinin varlığı, renkleri daha parlak, kokuları daha keskin ve sesleri daha anlamlı kılar. Ama sevgilinin kendi sesi, diğer bütün sesleri susturacak, anlamsız bırakacak bir güce sahiptir. Nâbi, bu basit ama derin arzuyla, aşkın insanı nasıl yeniden programladığını, değer yargılarını nasıl altüst ettiğini gösterir. En güzel şiirler okunan bir mecliste, bir anne için en güzel ses, çocuğunun agulamasıdır. En görkemli senfonilerin çalındığı bir salonda, bir âşık için en muhteşem müzik, sevgilisinin fısıltısıdır.
Sonuç olarak Nâbi, tabiatın coşkusunu ve bülbülün eşsiz sanatını kabul etmekle birlikte, sevgilinin sesine mutlak bir öncelik tanır. Bu, aşkın, var olan her şeyi kendi objesi etrafında yeniden düzenleyen sihirli gücünün edebi bir isbatıdır. Gül bahçesindeki en güzel ses, bülbülün değil, “yâr”in sesidir.
Özet
Nâbi’nin “Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin / Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin” beyti, âşığın sevgilisine verdiği mutlak değeri ifade eder. Şair, gül bahçesindeki tüm doğal güzelliklerin ve seslerin (açan güller, çağıldayan ırmak) varlığını kabul eder, ancak bu ahengin en önemli parçası olan bülbülden susmasını rica eder. Bu ricanın sebebi, tabiatın en güzel seslerinin bile önüne koyduğu sevgilisinin sesini duyma arzusudur. Beyit, âşık için sevgilinin sözlerinin, bülbülün nağmeleri de dâhil olmak üzere diğer bütün seslerden daha üstün ve değerli olduğunu zarif bir dille anlatır.
Bu temsili beşeri sevgi ve muhabbetten ilahi aşka kapı açılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 14th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 49 –

BERCESTE VE İZAHI – 49 –

1. Makale: Fani Makamlar ve Baki Hakikatler Üzerine
İktibas
Tâlib-i mansıb-ı fânî ne-koned sâhib-i akl
Âkil anest ki endîşe koned pâyân-râ
Sa’di-i Şirâzî
Modern Türkçe ile:
Akıllı insan gelip geçici olan bir makama talip olmaz. Akıllı, sonunu düşünen kişidir.
İzah ve Açıklama
Büyük bilge ve şair Sa’di-i Şirâzî’nin bu beyiti, akıl ve hikmetin en temel ölçülerinden birini ortaya koyar. Beyitin ilk mısrası, “akıl sahibi” (sâhib-i akl) bir kimsenin, “geçici, sonlu bir makamın” (mansıb-ı fânî) peşine düşmeyeceğini (ne-koned) ifade eder. Buradaki “makam” sadece siyasi veya idari bir mevkii değil, aynı zamanda servet, şöhret, güzellik gibi dünyanın gelip geçici tüm cazibelerini kapsar. İkinci mısra ise aklın gerçek tanımını yapar: “Akıllı” (âkil), “sonu” (pâyân) düşünen, sonun endişesini (endîşe) taşıyan kişidir. Sa’di, aklı anlık heveslerden ziyade, nihai sonucu, yani her şeyin varacağı sonu idrak etme yeteneği olarak tanımlar.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

İnsanoğlu, varoluşu gereği bir arayış içindedir. Bu arayış, çoğu zaman kendini dünyevi kazanımlarla tatmin etme eğilimi gösterir. Makamlar, mevkiler, unvanlar ve servet, modern insanın mutluluk ve güvenlik arayışının somut hedefleri haline gelmiştir. Ancak Şeyh Sa’di, asırlar öncesinden bugüne seslenerek, bu hedeflerin “fani” yani aldatıcı ve geçici doğasına dikkat çeker. O, aklı, bu geçiciliğin farkına varan bir basiret olarak yüceltir.
Tarih, nice sultanların, nice zenginlerin ve nice şöhret sahiplerinin tahtlarını, servetlerini ve isimlerini geride bırakıp bir hiçlik perdesi arkasına çekildiğine şahittir. Piramitleri inşa ettiren firavunlar, dünyayı fetheden komutanlar, adlarına anıtlar dikilen imparatorlar… Hepsinin ortak kaderi, sahip oldukları her şeyin ellerinden kayıp gitmesi olmuştur. İşte akıllı insan, bu tarihi ve varoluş gerçeği görebilen kişidir. O, enerjisini ve ömrünü, bir gün mutlaka terk edeceği fani değerler üzerine değil, kendisiyle birlikte kalacak olan baki değerler üzerine inşa eder.
Bu beyit, bize “sonunu düşünme” eyleminin basit bir karamsarlık veya dünyadan el etek çekme çağrısı olmadığını öğretir. Aksine, bu, hayatı en doğru ve en anlamlı şekilde yaşama sanatıdır. Sonunu düşünen insan, eylemlerinin hesabını verir, adaletli olur, kibre kapılmaz ve alçakgönüllülüğü bir zırh gibi kuşanır. Çünkü bilir ki, en yüksek makam da en alçak mezar da topraktandır. Bu düşünce, insanı daha erdemli, daha merhametli ve daha bilge kılar. Fani olanın peşinde koşanlar, ellerindekini kaybetme korkusuyla yaşarken; akıllı insan, kalıcı olanın huzuruyla yaşar.
Özet
Sa’di-i Şirâzî bu beyitinde, gerçek aklın, dünyanın gelip geçici makamlarına ve cazibelerine aldanmamak olduğunu vurgular. Akıllı insanı, anlık heveslerin değil, her şeyin nihai sonunu ve eylemlerinin neticesini düşünen kişi olarak tanımlar. Bu düşünce, insanı dünyevi hırsların köleliğinden kurtararak erdemli, anlamlı ve bilgece bir yaşama yönelten bir kılavuzdur.

2. Makale: Aşkın Vadisinde Çekilen Çilelerin Anlamı
İktibas
Geh tegâfül geh sitem gâhî gazab gâhî itâb
Zahmsiz dönmek nasîb olmadı kûyundan senin
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Bazen anlamazlıktan, bilmezlikten gelme; bazen sitem, zulüm; bazen öfke, kızgınlık; bazen de azarlama, paylama. Ey sevgili! Senin mahallinden yara almadan dönmek nasip olmadı.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin büyük ustası Nâbi, bu beyitinde beşerî aşktan ilahi aşka uzanan geniş bir yelpazede, âşığın sevgilinin kapısında karşılaştığı halleri resmeder. Beyit, sevgilinin tavırlarının bir dökümüdür: Bazen “anlamazlıktan gelme” (tegâfül), bazen “eziyet ve zulüm” (sitem), bazen “öfke” (gazab) ve bazen de “azarlama” (itâb). Bu değişken tavırlar karşısında âşığın durumu ise nettir: Sevgilinin bulunduğu yerden, mahallesinden (“kûyundan”) yara almadan (“zahmsiz”) dönmek mümkün olmamıştır. “Yara”, burada sadece fiziksel bir acıyı değil, daha çok ruhta açılan derin izleri, kırgınlıkları ve ıstırapları ifade eder.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

Aşk, doğası gereği bir imtihanlar silsilesidir. Nâbi’nin tasvir ettiği sevgili, âşığını sürekli bir sınava tabi tutar. Bu sınavlar, âşığın sadakatini, sabrını ve sevgisinin derinliğini ölçmek içindir. Sevgilinin tegâfülü, âşığın varlığının ne denli farkında olduğunu; sitemi, ne kadar fedakârlık yapabileceğini; gazabı, öfke anında bile sevgiye tutunup tutunamayacağını; itâbı ise en ağır sözler karşısında bile bağlılığının sarsılıp sarsılmayacağını test eder.
Bu beyit, tasavvufi bir perspektiften okunduğunda daha derin bir anlam kazanır. “Sevgili”, Cenâb-ı Hak; “âşık”, O’na ulaşmaya çalışan kul (salik); “sevgilinin mahallesi” (kûy) ise hakikat yoludur. Bu yolda ilerleyen derviş, çeşitli çileler ve imtihanlarla karşılaşır. Bazen Allah’ın tecellilerini hissetmekte zorlanır (tegâfül), bazen başına gelen musibetlerle sınanır (sitem), bazen nefsini terbiye etmekte zorlanır (gazab ve itâb). Ancak bu yola baş koyan bilir ki, manevi olgunluğa erişmek, hamlıktan kurtulup pişmek, bu yaraları almadan mümkün değildir. Çekilen her çile, ruhta bir pencere açar ve âşığı sevgiliye bir adım daha yaklaştırır. Yara, bir zayıflık değil, hakikat yolunda ilerlediğinin bir nişanı, bir madalyası haline gelir.
Tarihte Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, Kerem’in Aslı için yanması, Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi… Bütün bu hikayeler, aşkın yarasız olmayacağının edebi isbatıdır. Seven, sevilenden gelen her şeyi, lütfu da kahrı da bir kabul etmek durumundadır. Çünkü bilir ki, sitem de, gazap da sevgidendir ve âşığı olgunlaştıran bir ateştir.
Özet
Nâbi, bu beytinde, aşk yolunun çileli ve meşakkatli doğasını anlatır. Sevgilinin kayıtsızlık, sitem, öfke ve azarlama gibi çeşitli tavırları karşısında âşığın mutlaka yara alacağını ifade eder. Bu “yaralar”, aslında âşığın sadakatini ve sevgisini ispatlayan, onu manevi olarak olgunlaştıran ve sevgiliye yakınlaştıran kıymetli nişanlardır. Beyit, aşkın ancak fedakârlık ve sabırla tecrübe edilebilecek yüce bir hal olduğunu öğretir.

3. Makale: Kutsal Mekânlarda Edeb Zırhını Kuşanmak
İktibas
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makām-ı Mustafâ’dır bu
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Sakın edebi elden bırakma, zira burası Allah’ın sevgilisi olan Hz. Peygamber’in semtidir. Burası Hakk’ın nazarına mazhar olmuş Muhammed Mustafa’nın makamıdır.
İzah ve Açıklama
Nâbi’nin, Medine-i Münevvere’ye yaklaştığı sırada söylediği rivayet edilen bu meşhur naat beyti, edebe dair en derinlikli uyarılardan birini ihtiva eder. İlk mısrada şair, “edebi terk etmekten sakın” diyerek kesin bir ikazda bulunur. Sebebini ise şöyle açıklar: Çünkü burası, “Allah’ın sevgilisinin” (mahbûb-ı Hudâ) yani Hz. Muhammed’in (sav) “mahallesidir” (kûy). İkinci mısra, bu mekânın kutsiyetini daha da pekiştirir: Burası sıradan bir yer değil, “Allah’ın nazar ettiği, baktığı yer” (nazargâh-ı ilâhî) ve “seçilmiş Muhammed’in makamı”dır (makām-ı Mustafâ). Beyit, mekânın değerinin, o mekânda bulunan veya o mekânla anılan zattan geldiğini ve bu değere uygun bir davranış biçimi olan “edebin” mutlak bir gereklilik olduğunu vurgular.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

Edeb, İslam medeniyetinin ve irfan geleneğinin temel taşıdır. Sadece belirli davranış kalıplarından ibaret değil, aynı zamanda bir varlık şuurudur; haddini bilmek, her şeye hak ettiği değeri vermek ve hürmet göstermektir. Nâbi’nin beyti, bu şuurun en yüksek seviyede gösterilmesi gereken yeri, Hz. Peygamber’in manevi huzurunu işaret eder.

Rivayete göre Nâbi, hac kafilesiyle Medine’ye yaklaşırken, bir devlet paşasının ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür ve bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bu beyti irticalen söyler. Bu olay, beytin sadece bir şiir değil, aynı zamanda yaşanmış bir anın içten yankısı olduğunu gösterir. Edeb, sadece fiziki davranışlarda değil, kalpte ve zihinde de başlar. Bir mekânın kutsiyeti, oranın taşından toprağından değil, manevi ikliminden ve temsil ettiği değerden gelir. Hz. Peygamber’in makamı, Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı bir yer olduğu için orada bulunan her zerrenin hürmete layık olduğuna inanılır.
Bu beyit, bize daha genel bir ilkeyi hatırlatır: Değerli olanın huzurunda edebli olmak. Bu, bir camide, bir ilim meclisinde, bir âlimin veya bir büyüğün yanında, hatta anne-babanın karşısında takınılması gereken bir tavırdır. Edebini terk eden, aslında kendi değerini yitirir. Çünkü edeb, insanın kendisini ve muhatabını doğru bir yere konumlandırmasını sağlayan manevi bir ölçüdür. Nâbi’nin uyarısı, sadece Ravza-i Mutahhara’ya gidenlere değil, hayatın her anında ve her mekanında ilahi bir nazargâh altında olduğunu idrak etmesi gereken tüm insanlara yapılmış evrensel bir çağrıdır. Hürmet etmeyen, hürmet görmez; edebi olmayanın ilmi ve makamı da kalıcı bir değer taşımaz.
Özet
Nâbi bu beyitinde, Hz. Peygamber’in manevi huzurunda edebi asla elden bırakmamak gerektiğini vurgular. Çünkü bu mekân, Allah’ın sevgilisinin makamı ve ilahi rahmetin tecelli ettiği bir nazargâhtır. Beyit, özelde Medine’ye gösterilmesi gereken hürmeti anlatırken, genelde ise bütün kutsal mekânlara, değerli şahsiyetlere ve ilahi değerlere karşı takınılması gereken edeb tavrının önemini anlatan ölümsüz bir ilkedir.

4. Makale: Mutlak Teslimiyet ve Aşkın Zahmetsiz Fedakârlığı
İktibas
Urmasın el hançer-i bürrâna zahmet olmasın
Cânı teslîm eyleriz cânâna zahmet olmasın
Neylî
Modern Türkçe ile:
Sevgili, keskin hançerine elini uzatıp kendisini yormasın. Biz sevdiğimize canımızı kendimiz teslim ederiz, ona zahmet olmasın.
İzah ve Açıklama
Divan şiirinin zarif şairlerinden Neylî, bu beyitinde aşkın en üst mertebelerinden birini, “mutlak teslimiyeti” dile getirir. Beytin ilk mısrası, sevgiliye yönelik bir ridadır: Sevgili, “keskin hançerine” (hançer-i bürrân) elini vurmasın, bu iş için yorulmasın, ona “zahmet olmasın.” İkinci mısra, bu ricanın ardındaki derin teslimiyeti açıklar: Âşık, canını “sevgiliye” (cânâna) bizzat kendisi teslim etmeye zaten hazırdır. Öyle ki, sevgilinin kendisini öldürmek için en ufak bir çaba sarf etmesine bile gönlü razı değildir. Bu, sevgilinin iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmenin ve onun rahatını kendi varlığından üstün tutmanın en şiirsel ifadesidir.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Bu beyit, fedakârlık kavramını alışılmışın ötesine taşıyan bir incelik ve derinlik barındırır. Aşk, genellikle âşığın sevgili uğruna çektiği çilelerle, katlandığı zorluklarla anlatılır. Ancak Neylî, bu zorlukları dahi sevgiliye yük etmeme arzusunu dile getirir. Âşığın tek derdi, canını vermek değil, bu eylem sırasında sevgiliye en ufak bir “zahmet” vermemektir. Bu, “ben”liğin tamamen ortadan kalktığı, âşığın iradesinin sevgilinin iradesinde eridiği bir fena halidir.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri ve tasavvuftaki “fena fi’l-aşk” (aşkta yok olma) mertebesi bu beytin arkasındaki ruhu anlamamıza yardımcı olur. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” derken kastettiği, kendi benliğinin ilahi varlıkta yok oluşuydu. O, canını cellada değil, hakikate teslim etmişti. Benzer şekilde, Neylî’nin âşığı da sevgilinin arzusunu kendi varlığının önüne koyar. Sevgilinin bir işareti, hançerini çekmesine gerek kalmadan canın teslim edilmesi için yeterlidir.
Bu beyit, insan ilişkilerinde de derin bir ibret taşır. Gerçek sevgi, sevdiğinin yükünü almak, onun omuzlarındaki ağırlığı hafifletmektir. Onu yormamak, incitmemek, ona zahmet vermemek için çaba göstermektir. Neylî’nin bu dizesi, sevgiyi bir talep etme aracı değil, mutlak bir adanmışlık ve sunuş olarak tanımlar. Bu, “Senin için ölürüm” demenin çok ötesinde, “Sen beni öldürmek için yorulma, ben zaten hazırım” diyen bir ruhun inceliğidir. Bu, aşkın en saf, en karşılıksız ve en fedakâr halidir. Sevgiliye sunulabilecek en büyük hediye, ona zahmet vermeden teslim edilen bir candır.
Özet
Neylî, bu beytiyle aşkta mutlak teslimiyet ve fedakârlığın zirvesini ifade eder. Âşık, canını vermeye o denli hazırdır ki, sevgilinin bu iş için keskin hançerine elini uzatıp yorulmasına bile razı değildir. Kendi canını, sevgiliye hiçbir zahmet vermeden bizzat teslim etmeyi arzular. Bu, benliğin aşk içinde tamamen eridiği ve sevginin karşılıksız adanmışlığının en zarif ve derinlikli anlatımıdır.
Bu ilahi sevgiyle kıyaslanmaktadır.

5. Makale: Kâinatla Hemhâl Olmak ve Bulutlara Sırrını Açmak
İktibas
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus Emre
Modern Türkçe ile:
Ey karlı dağların başında salkım salkım olan bulut! Yoksa benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlıyor musun?
İzah ve Açıklama
Büyük Türk mutasavvıfı ve halk şairi Yunus Emre, bu eşsiz beytinde doğa ile insan ruhu arasındaki derin ve gizemli bağı işler. Şair, heybetli ve yalnız “karlı dağların başındaki” buluta seslenir. Bulutun “salkım salkım” olması, onun yoğunluğunu, doluluğunu ve her an yağmaya hazır halini tasvir eder. İkinci mısra, bu doğa tasvirini şairin iç dünyasına bağlar. Yunus, buluta “Benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlar mısın?” diye sorar. “Saçın çözüp ağlamak”, eski Türk kültüründe büyük bir yası, derin bir kederi ifade eden bir imgedir. Şair, bulutun yağmur olup yağmasını, kendi derdine ortak olup onun için gözyaşı dökmesi olarak hayal eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Yunus Emre’nin şiirinde kâinat, Allah’ın tecellileriyle dolu canlı bir varlıktır. Dağlar, taşlar, kuşlar ve bulutlar, anlayan bir gönül için sırdaş ve yoldaştır. Bu beyit, modern insanın doğaya yabancılaşmasının tam zıddı bir bakış açısını yansıtır. Yunus, karlı dağların başındaki o yalnız bulutta kendi yalnızlığını, kendi kederini ve kendi içindeki fırtınaları görür. O, buluta sadece bir su buharı yığını olarak bakmaz; ona bir şahsiyet, bir duygu ve bir ruh atfeder.
Bu, “vahdet-i vücut” (varlığın birliği) inancının şiire yansımasıdır. Bu inanca göre, tüm varlıklar aynı kaynaktan geldiği için aralarında gizli bir bağ vardır. İnsanın derdi, dağın da derdidir; insanın gözyaşı, bulutun yağmurudur. Yunus, kendi derdini o kadar büyük ve evrensel görür ki, tabiatın en görkemli unsurlarından birinin bile bu derde ortak olmasını bekler. Bu, bir çaresizlikten ziyade, derin bir empatidir; kâinatla bir olma, onunla aynı dili konuşma arzusudur.
Tarih boyunca şairler, âşıklar ve arifler, dertlerini dağlara, rüzgârlara, yıldızlara anlatmışlardır. Bu, insanın kendi içindeki sıkışmışlığı aşma ve derdini paylaşarak hafifletme çabasının en saf halidir. Yunus’un buluta seslenişi, aynı zamanda bir duadır. Kendi acısına şahitlik edecek, onun için gözyaşı dökecek bir dost arayışıdır. Ve bu dostu, insanların gelip geçici ve vefasız dünyasında değil, dağların başındaki saf, yüce ve sessiz bulutta bulur. Bu beyit, bize, etrafımızdaki dünyaya baktığımızda sadece maddeyi değil, manayı da görmemiz gerektiğini, kâinatın sessizliğinde kendi ruhumuzun sesini duyabileceğimizi öğretir.
Özet
Yunus Emre bu beytinde, kendi derin kederini ve yalnızlığını, karlı dağların başındaki bir bulutun şahsında somutlaştırır. Buluta, kendi derdine ortak olup onun için yas tutarak ağlaması ricasında bulunur. Bu dizeler, insanın doğayla kurduğu derin empatik bağı, kâinattaki her şeyin birbiriyle gizli bir dille konuştuğunu ve varlığın birliği fikrini yansıtan, Yunus’un arı ve duru üslubunun en güzel örneklerinden biridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 14th, 2025

Her Yeni Gün, Yeni Bir Âlemin Kapısıdır

Her Yeni Gün, Yeni Bir Âlemin Kapısıdır

​İktibas: “Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi’dir.” – Sözler – 273

​Bu hikmetli söz, her geçen günün hayatımızdaki kıymetine ve bu kıymeti anlamlandırmanın yollarına dair derin bir bakış açısı sunmaktadır. Her yeni gün, yalnız takvimde değişen bir rakamdan ibaret değildir; bilakis, yeni bir başlangıç, yeni bir âlem ve yeni bir imtihan sahasıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu beyanı, bizi bu hakikate davet ederken, amellerimizin ve manevi hayatımızın bu yeni âlemi nasıl şekillendirdiğini de açıklıyor.
​Her gün, aslında hususi bir âlem-i misalî kendimiz icin hazırlarız. Bu âlemin nurlu, aydınlık ve mamur olması, kalbimizin ve amellerimizin hâline bağlıdır. Güneşin doğuşuyla birlikte açılan bu kapı, ya salih amellerle nurlanır, yahut gaflet ve günahlarla zulmetli bir hâl alır. Bu durumun en mühim mihenk taşı ise, beka ve hayatın direği olan namazdır. Namaz, yalnız bir kulluk borcu değil, aynı zamanda o günkü âlemimizin anahtarı ve feyz kaynağıdır. Namaz kılınmadığı takdirde, bu yeni günün âlemi karanlık ve perişan bir hâlde geçip, ahirette sahibinin aleyhine şahitlik edecektir. Bu, her birimizin yaşadığı her anın, bir cihan şümul hayatiyet taşıdığının en açık isbatıdır.
​Bu, bireyin manevi hayatı ile dış âleminin zahiri durumu arasındaki sıkı bağlantıyı da tasvir eder. Kalpteki iman, ibadet ve takva ne kadar sağlam olursa, o kişinin zahiri âlemi de o nispette düzen ve huzur bulur. Güneşin doğuşu ile yeniden başlayan hayat, müminin kalbinde doğan manevi bir güneşle aydınlanır ve bütün hayatına bu nuru yayar. Namaz, bu manevi güneşin bir yansımasıdır.

​Kâinatı Kadîr-i Rahîm’e Bırak

​İktibas: “Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak… Cefasını değil, safasını çek.” – Asa-yı Musa – 228

​Bu makalede bahsedilen fikir, insanın fani ve aciz tabiatına karşı, kâinatın sonsuz ve kudretli bir sahibi olduğu hakikatini vurgular. İnsan, kendi sınırlı gücüyle kâinatın bütün bozukluklarını düzeltmeye ve her şeye müdahale etmeye kalkıştığında büyük bir yorgunluk ve hayal kırıklığı yaşar. Bediüzzaman Hazretleri, bu zihnî yükten kurtulmanın yolunu gösteriyor: kâinatı, hakiki sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslim etmek.
​Hayatın zıt ve aykırı durumları, tabiatın zorlukları ve beşeriyetin perişan hâlleri karşısında aciz kalan insan, ancak bu teslimiyetle iç huzura erişebilir. Kâinatın zorluklarını omuzlarına yüklenmek yerine, her şeyin mutlak bir kudret ve rahmet ile idare edildiğine inanmak, insanın safa bulmasını sağlar. Bu teslimiyet, bir miskinlik veya pasiflik değil, aksine, sorumluluklarını idrak ettikten sonra acziyetini bilerek Allah’a tevekkül etme faziletidir.
​Bu beyit, aynı zamanda, “Pürsevdâ bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir” cümlesiyle bütünleşir. Kalbin manevi kuvveti ve huzuru, ancak Yaratıcı’ya yönelişle ve O’nun sonsuz kudretine sığınmakla mümkün olur. Bu, dua ve ibadetin, kalbi besleyen ve onu tabiatın zorluklarına karşı koruyan bir kalkan olduğunu gösterir. Teslimiyet, aynı zamanda bir ibadettir; kendi irademizi ve gücümüzü sonsuz bir irade ve kudretle birleştirme çabasıdır.

​İyilerle Beraberlik ve Düşündürücü Hikmetler

​İktibas: “İyilerle berabersen köpek de olsan cennete gidersin. Kötülerle berabersen Peygamber oğlu da olsan cehenneme gidersin.” –

​Bu söz, manevi hayatımızda dostluk ve beraberliğin ne denli mühim olduğunu çarpıcı bir şekilde tasvir eder. Nuh Aleyhisselam’ın tufandan kurtulamayan oğlu ve Ashab-ı Kehf’in Cennet’le müjdelenen köpeği, iki farklı misal olarak bu hikmeti destekler.
​İlk misalde, peygamberin oğlu bile olsa, doğru yoldan ayrılıp kötü bir bağlantı kurmak ve hakikate sırtını dönmek, kişiyi helake götürür. Soyun ve aile bağlarının, kişisel tercihlerden ve amelden üstün olmadığını bu hadise isbat eder. İkinci misalde ise, hayvan dahi olsa, salihlerle beraber olmak, onlara tabi olmak, o kutlu beraberliğin bereketiyle Cennete mazhar olunur. Ashab-ı Kehf’in köpeği, bu beraberliğin ne kadar değerli olduğunun bir nişanesidir.
​Bu söz, aynı zamanda, insanın hayatındaki en mühim etkenlerden birinin çevre ve bağlantı olduğunu nazara verir. Kişinin şahsi faziletleri ne kadar yüksek olursa olsun, kötü bir çevrenin etkisi altında kalması, o faziletleri zedeleyebilir ve yanlış yollara sürükleyebilir. Bunun aksine, salih insanlarla beraber olmak, onların manevi havasından istifade etmek, kişiyi doğru yolda tutar ve onu daha iyi bir insan olmaya teşvik eder. Bu, kişisel ahlak ve tercihlerimizin yanı sıra, kiminle yürüdüğümüzün de ahiretteki konumumuzu belirleyebileceği hakikatini kuvvetle vurgular.

​Ecel ve Kabir, Cennet ve Cehennem

​İktibas: “Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözetliyor.” – [Risale-i Nur Külliyatı’ndan]

​Bu ibretli söz, hayatın fani yönüne ve ahiretin baki hakikatlerine dair derin bir bakış sunar. Her canlının mutlak sonu olan ecel ve kabir, bizim kaçınılmaz misafirlerimizdir. Ancak bu söz, bizi bu düşüncenin ötesine taşıyarak, ahiret hayatının da bizleri beklediğini, adeta bizi gözlemlediğini anlatır.
​Bu tasvir, yalnız bir son değil, aynı zamanda bir karşılıklar âlemi olduğunu vurgular. Hayatımızdaki her fiilin, her düşüncenin ve her amelin, ahirette bir neticesi olacaktır. Cennet, iman ve salih amel sahiplerini beklerken, Cehennem de inkâr ve isyan içinde olanları beklemektedir. Bu, hayatın yalnızca bu fani dünyadan ibaret olmadığı, bilakis, asıl hayata hazırlık olduğu düşüncesini güçlendirir.
​Ecel ve kabrin, hayatın nihayeti gibi görünmesi, aslında bir kapıdır. Bu kapıdan geçtikten sonra Cennetin ve Cehennemin bizi beklediği bilgisi, hayatımızı daha anlamlı kılmak, daha dikkatli yaşamak ve daha faziletli ameller işlemek için bir teşviktir. Bu, insanın her anının bir imtihan olduğu ve bu imtihanın neticesinin sonsuz bir hayatı belirleyeceği gerçeğini hatırlatır. Dolayısıyla, ecel ve kabir korkutucu birer son değil, aksine, bizi ahiretteki ebedî saadete ulaştıran birer eşik olmalıdır.

​Ümid-i Kavî ve Âlem-i İslâm’ın Teceddüdü

​İktibas: “Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.” – Tarihçe-i Hayat – 77

​Bu söz, zor zamanlarda dahi ümidin asla kaybolmaması gerektiğini anlatan kuvvetli bir beyittir. İslam âleminin yaşadığı zorluklar, perişanlıklar ve zulümler karşısında, masum ve mazlumların kalbinden yükselen hüzün ve kederin, boşa gitmeyeceği hikmetini ihtiva eder. Onların kederleri, Allah katında bir rahmet bulutu hâline gelecektir. Bu, Allah’ın masumların dualarını ve kederlerini görmezden gelmediğinin bir isbatıdır.
​Bu beyit, tarihî ve güncel bir bağlantıyı da ihtiva eder. Bediüzzaman Hazretleri, bu rahmet bulutunun, İslam dünyasında teşekkül etmeye başlayan yeni devletlerle birlikte görünür hâle geldiğini ifade eder. Bu, ümidin yalnızca bir his değil, aynı zamanda tarihî bir gerçekliğe dönüşebileceğinin bir tasviridir. Bu yeni devletlerin kuruluşu, İslam dünyasının yeniden dirilişi ve manevi bir uyanışın habercisi olabilir.
​Bu, bir nevi ilahi bir adalet ve rahmet tecellisidir. Zulüm ve hüzün ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin daha büyük olduğu hakikati, bu beyitte manevi bir teselli ve güç olarak sunulur. Mazlumların ahı, zalimin saltanatını yıkacak ve Allah’ın izniyle bir kurtuluş ve yenilenme bulutu olarak tecelli edecektir. Bu söz, her ne kadar zorlu bir dönemde yaşasak da, ilahi adaletin ve rahmetin bir gün tecelli edeceğine dair sağlam bir ümidi kalbimize yerleştirir.

​Makalenin Özeti

​Bu makalede ele alınan beş ana fikir, İslam düşüncesi ve hikmetinin temel taşlarını oluşturmaktadır. İlk olarak, her yeni günün, insanın kalbi ve amelleriyle şekillenen özel bir âlem olduğu ve bu âlemin namazla nurlanacağı beyan edilmiştir. İkinci olarak, kâinatın derdini omuzlamaya çalışan insanın, ancak her şeyin sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslimiyetle huzur bulacağı ifade edilmiştir. Üçüncü olarak, kişinin çevresinin ve beraberliğinin manevi hayatı üzerindeki büyük etkisi, peygamberin oğlu ve Ashab-ı Kehf’in köpeği misalleriyle açıklanmıştır. Dördüncü olarak, ecel ve kabirin, hayatın sonu değil, ahiretteki ebedî hayatın başlangıcı olduğu ve Cennet ile Cehennemin bizi beklediği vurgulanmıştır. Son olarak ise, İslam dünyasının yaşadığı zulüm ve kederin, ilahi rahmetle birleşerek yeni bir dirilişin habercisi olacağına dair sağlam bir ümit aşılanmıştır. Bu düşünceler, bireysel ve sosyal hayatın her anında, manevi bir uyanış ve bilinçli bir yaşam sürmenin yollarını gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 14th, 2025

SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?

SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?

Tarih, sahada kazananların masada kaybettirildiği ibret levhalarıyla doludur.
Zaferin teri kurumadan, şehitlerin kanı toprağa karışmadan, masalarda kurulan tuzaklarla nice zaferler ziyan edilmiştir.
Bugün de benzeri bir oyun, Gazze’nin kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş topraklarında sahneleniyor.

Sahada Direnen, Masada Tuzaklanan Bir İrade

Hamas, sadece bir direniş değil; ümmetin onurunu, izzetini, “iman varsa imkân da vardır” hakikatini temsil ediyor.
Bombaların, açlığın, zulmün içinde secdesini terk etmeyen, sabrını yitirmeyen bir milletin adıdır Gazze.
Fakat şimdi, o sahadaki izzetli direnişin önüne bir masa konulmak isteniyor.
Masada ise; kurt postuna bürünmüş çakallar, elinde neşter tutan kasap doktorlar, vicdan yerine menfaatle hareket eden devletler var.
Bir yanda Netanyahu gibi eli kanlı bir zalim; öte yanda mazlumun sesini kısmaya çalışan, “barış” perdesi ardında yeni zulümleri meşrulaştıran sahte arabulucular.
Mısır’da toplanacak masa, zahirde “barış masası”, hakikatte ise “oyun masası” olma tehlikesini de içinde barındırıyor.
Çünkü bu masada, koyunun kaderini kurt, tilki, domuz ve çakal birlikte konuşuyor.
Ve her biri, koyunun etinden bir parça koparmanın hesabında.

Kanı 7 Okyanus Bile Temizleyemez

Zulmün üstünü diplomasiyle örtmeye çalışanlar şunu bilmelidir:
Gazze’de dökülen kan, yedi okyanusa karışsa dahi temizlenmez.
Zira o kan, mazlumların feryadının, yetimlerin gözyaşının, bir ümmetin izzet mücadelesinin sembolüdür.
Hiçbir masa, hiçbir imza, hiçbir anlaşma o kanın hesabını silemez.
Çünkü Allah, mazlumun duasını arşa yükselten, zalimin hesabını unutmayan Adl ve Kahhâr olandır.

Tarih Tekerrür Ediyor: Masalar Hep Tuzaktı
O Halde Dikkat!

Osmanlı’nın yıkılışına giden süreçteki Sevr masası, Filistin topraklarının bölüşüldüğü Balfour masası, Irak’ın işgalini meşrulaştıran Bush-Blair masası…
Her birinde masa, hakikati örtmek, zulmü hukuk kılıfına sokmak, direnişi suç gibi göstermek için kurulmuştu.
Bugün de benzer bir masa hazırlanıyor.
Ve bu masanın ayakları, İngiliz aklıyla, Amerikan menfaatiyle, İsrail korkusuyla, Arap zilletiyle yoğrulmuş durumda.
Blair planı yeniden sahada…
Yani aynı eski plan: Mazlumu sustur, zalimi meşrulaştır, direnişi “terör” diye damgala, sonra “barış” de!
Ama artık eskisi gibi değil.
Ümmet uyanıyor, dünya uyanıyor, vicdanlar diriliyor.
Gazze, sadece bir şehir değil; insanlığın vicdanıdır.
O vicdan ölmedikçe, hiçbir masa zulmü temize çıkaramayacak.
Herkeste bir tedirginlik var.
Dünya adeta ateş üzerinde.
Acaba bir ihanet çıkarmı, olur mu?

Gazze: Komadaki Ümmetin Kalbi

Gazze bugün, ümmetin kalbidir.
Evet, şu an o kalp komada, nefesi zayıf; ama hâlâ atıyor.
Ve başında toplanan doktorlar farklı:
Kimi gerçekten şifa istiyor, kimi ise “öldürmeden süründürme” derdinde.
Ama ümmetin duaları, direnenlerin sabrı, mazlumların gözyaşı o kalbe yeniden hayat verecek.
Çünkü “Allah, zalimlerin tuzaklarını kendi başlarına çevirendir.”

Türkiye’nin Umut Işığı ve Duâ Ordusu

Bugün Türkiye, bu tablo içinde hâlâ ümmetin vicdanı olma vasfını taşımaktadır.
Evet, yeterli değil; ama samimiyet ve gayret niyeti var.
Gazze’ye uzatılan el, sadece yardım değil; ümmetin yeniden ayağa kalkma işaretidir.
Dua orduları, her gece secdede Gazze için gözyaşı döküyor.
Rüzgârın yönünü değiştirecek olan da bu samimi dualardır.

Son Söz: Masalar Değil, Secdeler Belirler

Unutmayalım:
Zafer, masada değil, secdede kazanılır.
Tarih boyunca sahada kazananları masada kaybettirenler oldu;
ama Allah’ın hükmüyle zafer, sonunda yine hakka verildi.
Firavun denizde, Nemrut sinekte, Karun malında boğuldu.
Zalimler tarih oldu; mazlumlar destan yazdı.
Bugün de öyle olacak.
İnşallah.
Çünkü Gazze sadece bir toprak değil; bir imtihan, bir izzet, bir direniş sembolüdür.
Masanın değil, secdenin kazandırdığı bir dava bu.
Dualarımız Gazze ve Gazzelilerle.
Allah mazlumun yanında, zalimin karşısındadır.
Ve unutmayalım:
“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bilecekler.” (Şuarâ, 227)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 14th, 2025

MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ

MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ

Tarih, yalnız zaferlerin değil, ihanete uğramış ümitlerin de şahididir.
Zira hak ve bâtılın mücadelesi, bazen meydanlarda silahla, bazen de masalarda kalemle yürütülür.
Ancak kalem her zaman adalet için değil; kimi zaman zulmü temize çıkarmak, katili kahraman göstermek için oynatılır.
Mısır’ın darbe ile devrilen meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin hikâyesi de işte bu acı hakikatin bir yansımasıdır.

Mısırın Umudu ve İsrail’in Korkusu İdi: Mursî

Mursî, özellikle Mısır’ın gönlünde bir umut filizi idi. Halkın reyleriyle başa geldi; adaleti, hürriyeti, İslâm’ın izzetini temsil ediyordu.
Ancak ne yazık ki, onun en yakınındaki eller, birer birer ihanetin tuzağına düşmüş, “dost” görünen düşmanlar tarafından kullanılmıştı.
O eli öpülen, o üniformaya sarılan asker; bir gece ansızın tankıyla halkının üzerine yürüdü.
Sisi adıyla tarihe geçen o darbeci, Mısır’ın semalarına bir karanlık perde çekti.
Ve o günden sonra Mısır, yalnız zindanlarla değil, zilletle de çevrildi.
Mursi olsaydı muhtemelen İsrail Gazze’de bu soykırımı yapamaz ve kolay başarıp sürdüremezdi.

Darbelerin Arkasındaki El

Darbeler, tesadüf değildir.
Her darbenin arkasında menfaatini ümmetin kanında gören bir el, bir masa, bir plan vardır.
Bu el, kimi zaman “demokrasi” perdesiyle, kimi zaman “barış” bahanesiyle çıkar ortaya.
Fakat maksadı hep aynıdır:
İslâm coğrafyasının izzetini kırmak, İsrail’in güvenliğini sağlamak, ümmeti kendi içinden vurmak.
Tarihe bakınız:
Hangi darbede mazlumlar kazanmış, hangi masada hakikat yer bulmuştur?
Ne yazık ki yüz yıldır masalar, hep aynı odakların, aynı karanlık aklın kontrolündedir.
Kimi zaman Washington’da, kimi zaman Tel Aviv’de kurulur o masa;
ama uygulaması Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Tahran’da, İstanbul’da yapılır.

Sisi’nin Kirli Masası

13 Ekim 2025’te Mısır’da toplanan “ateşkes” masası da aynı aklın ürünüdür.
İki yıl süren Gazze işgalinde yüz binlerce masumun kanına giren,
çocukları, kadınları, camileri, hastaneleri hedef alan Netanyahu,
o masaya “barış” elçisi olarak çağrıldı!
Ve ne acıdır ki bu daveti yapan, kendi halkını darbeyle susturan Sisi idi.
Bu masa, kanı durdurmak için değil, kanı unutturmak içindi.
Bu toplantı, barış için değil, zulmü aklamak için kurulmuştu.
Tarih, böyle kirli bir tiyatroya az şahit olmuştur.

Bir Direniş Sesi: Türkiye

Ne var ki, karanlık sahnelerde bazen bir ses yükselir;
O ses, mazlumların yüreğine umut, zalimlerin kalbine korku salan bir sestir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uçağı havada iken gelen bu habere verdiği tepki, işte o sesti.
“Böyle bir oyunun parçası olmayız.” diyerek yaptığı ani dönüş,
yalnız diplomatik bir hamle değil, bir izzet manifestosu idi.
Zira bazen bir duruş, bin ordudan daha tesirli olur.

İbret: Masalarda Kaybedilen Zaferler

Bugün ümmetin en büyük kaybı, savaş meydanında değil, müzakere masasında yaşanıyor.
Zira masada dost görünen düşmanlar, düşman gibi davranan dostlardan daha tehlikelidir.
Kur’ân, “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar…” (Mâide, 51)
buyurarak bu hakikati asırlar öncesinden bildirmiştir.
İşte Sisi ve benzerleri, ümmetin bağrına saplanmış bir hançerdir.
Kendi koltuğunu korumak için ümmetin izzetini satan,
İsrail’in güvenliği için Mısır’ın vakarını ayaklar altına alan birer figürandır.

Son Söz: Masaları Değil, Kalpleri Temizleyin

Barış, zalimle aynı masaya oturmakla gelmez.
Barış, adaletle, hakikatle ve tevbe ile gelir.
Kirli sicilleri, kanlı elleri masalar değil, ancak mahkeme-i kübrâ temizleyebilir.
Mursî zindanda öldü ama hür gitti.
Sisi sarayda yaşıyor ama mahkûm.
Zira zulüm ile abad olan, adaletle berbat olur.
Ve unutmayalım:
“Oyunlar hep masada kuruluyor, ama kader masası her şeyin üstündedir.”
Allah’ın hükmü gelince, ne Sisi kalır, ne Netanyahu, ne de onları koruyan güçler.
Zira Allah, zalimleri mühletle imtihan eder;
ama asla ihmal etmez.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 14th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 48 –

BERCESTE VE İZAHI – 48 –

1.: Nâbi ve İlim Okyanusu
İktibas
علم بر لجهٔ بى ساحلدر
آنده عالم کچينن جاهلدر
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
İlm bir lücce-i bî-sâhildir
Anda âlim geçinen câhildir
Nâbî
İlim, sahili olmayan bir deniz gibidir. Orada âlim geçinen, ancak cahildir.
İzah ve Açıklama
Büyük divan şairi Nâbî, bu veciz beytinde ilmin sonsuzluğunu ve bu sonsuzluk karşısında insanın acziyetini dile getirir. Beytin ilk mısrasında ilim, “lücce-i bî-sâhil” yani “sahilsiz bir engin deniz” olarak tasvir edilir. Bu metafor, ilmin sınırlarının olmadığını, insan ömrünün bu denizin tamamını kuşatmaya asla yetmeyeceğini vurgular. İkinci mısra ise bu tespitten ahlaki bir sonuç çıkarır: Mademki ilim sonsuz bir okyanustur, o halde bu okyanusta “Ben âlimim,” diye ortaya çıkan, her şeyi bildiğini iddia eden kişi, aslında kendi cehaletini ilan etmektedir. Gerçek âlim, bildiklerinin, bilmediklerinin yanında bir damla dahi olmadığını idrak eden kişidir. Bu beyit, bilginin kendisinden daha çok, bilgiye karşı takınılması gereken tevazu ve had bilme erdemini yüceltir.
Makale: Sahilsiz Denizde Haddini Bilmek
İnsanlık tarihi, birikimli bir anlama ve keşfetme serüvenidir. Mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden, evrenin derinliklerini araştıran uzay teleskoplarına kadar uzanan bu macera, adına “ilim” dediğimiz o sahilsiz denizde yolculuk yapma arzusundan başka bir şey değildir. Nâbî’nin asırlar öncesinden fısıldadığı gibi, bu denizin bir kıyısı, bir sonu yoktur. Her keşif, yeni bilinmezlerin kapısını aralar; her cevap, zihinlerde onlarca yeni soru doğurur. İlim, fethedilecek bir kale değil, içinde kaybolunacak bir deryadır.
Tarih, bu deryada kendini kaptan sananların trajedileriyle doludur. Orta Çağ’da dünyanın evrenin merkezi olduğunu iddia eden ve bu “bilgiyi” sarsılmaz bir yanlış inanç haline getirenler, aslında cehaletlerinin karanlık adasında hüküm sürüyorlardı. Galileo, okyanusta küçük bir ada daha keşfettiğinde, onu aforoz edenler, kendi sığ sularının dışına çıkmaktan korkanlardı. Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” sözü, Nâbî’nin beytiyle aynı hikmet pınarından beslenir. Gerçek bilgelik, bilginin büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü kabul etmekle başlar. Bir insanın zihninde biriken malumat, okyanustan bir avuç sudan ibarettir. Avucundaki suya bakıp okyanusu anladığını zannetmek, en büyük yanılgıdır.
Bu durum, sadece bilim tarihi için değil, manevi ve irfani gelenekler için de geçerlidir. Tasavvufta dervişin yolculuğu, bir “seyr-ü sülûk” yani “gidiş ve intisap etme” sürecidir. Bu yolun yolcusu, her menzilde ne kadar az bildiğini, ne kadar eksik olduğunu fark eder. Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi, bir ayağı sabit (inanç ve teslimiyet) dururken, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti gezen arif, aslında kendi hiçliğinin etrafında dönmektedir. “Biliyorum” demek, bu yolculuğu bitirir; “Anlamaya çalışıyorum” demek ise yolculuğun kendisidir.
Günümüzün bilgi çağında bu beyit daha da anlamlı hale gelmiştir. İnternet sayesinde parmaklarımızın ucundaki sınırsız malumat, bize sahte bir “bilme” hissi veriyor. Her konuda fikir sahibi olan, her tartışmada son sözü söyleme iddiası taşıyan “âlim geçinen cahiller”, sosyal medyanın sığ sularında yüzmektedir. Oysa ilim, bir diplomayla, ezberlenmiş birkaç formülle veya okunmuş yüz kitapla ölçülemez. İlim, bir ahlaktır, bir duruştur. O duruşun adı tevazudur, hayrettir ve bitmeyen bir merak duygusudur. İlim denizinin kıyısında oynayan bir çocuk olduğumuzu kabul ettiğimizde, o denizin sonsuzluğu bize korku değil, ilham vermeye başlar.
Özet
Nâbî’nin “İlm bir lücce-i bî-sâhildir / Anda âlim geçinen câhildir” beyti, ilmin sonsuz bir okyanus olduğunu ve bu okyanusta “bilgin” olduğunu iddia etmenin en büyük cehalet olduğunu ifade eder. Makale, bu fikirden yola çıkarak tarih boyunca bilginin kibirle birleştiğinde nasıl yanlış inançlara yol açtığını, gerçek bilgeliğin ise Sokrates’ten Mevlânâ’ya kadar pek çok düşünürün vurguladığı gibi haddini ve acziyetini bilmekle başladığını anlatmaktadır. Günümüz bilgi çağında, malumat yığınlarının oluşturduğu sahte bilme hissine karşı, ilmin bir ahlak ve tevazu meselesi olduğu vurgulanarak, gerçek ilmin bitmeyen bir merak ve hayret duygusuyla mümkün olacağı sonucuna varılmaktadır.
2. : Hz. Mevlânâ ve Nefs Hicabı
İktibas
کر صيد خدا شوی، ز غم رسته شوی
کر در صفت خويش روی، بسته شوی
می دان که وجود تو، حجاب ره تست
با خود منشين، که هر زمان خسته شوی
Mef’ûlü Mefâ’îlün Mefâ’îlü Fe’ûl
Ger seyd-i Hodâ şevî, zi-gam reste şevî
Ger der-sıfet-i hîş revî, beste şevî
Mî-dân ki vucûd-ı to, hicâb-ı reh-i tost
Bâ-hod me-nişîn, ki her zemân heste şevî1
Hz. Mevlânâ2
Allah’a av olursan, gamdan, tasadan azade olursun. Fakat nefsin isteklerine uyarsan, bağlanır kalırsın. Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır. Kendinle kalma, nefsini yen; yoksa her zaman yaralanırsın.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ, bu rubaisinde tasavvufun temel meselelerinden biri olan “nefs” ve “vuslat” (kavuşma) konusunu işler. İlk mısra, “Allah’a av olmak” tabiriyle ilahi iradeye tam bir teslimiyeti ifade eder. Av, avcının iradesine tabidir. İnsan, kendi iradesini Hakk’ın iradesinde eritebilirse, gam ve tasadan kurtulur, özgürleşir. İkinci mısra bunun zıddını söyler: Eğer kendi “sıfatlarına”, yani nefsanî arzularına, benliğine uyarsan, o zaman “beste” yani bağlanmış, esir olursun. Üçüncü mısra, bu esaretin sebebini açıklar: Senin maddi varlığın, benliğin, Allah’a giden yoldaki en büyük perdedir (“hicâb”). Son mısra ise bir öğütle biter: “Kendinle oturma,” yani nefsinle, benliğinle baş başa kalma. Çünkü bu hal, sürekli bir “heste” yani yaralanma, zayıflama halidir. Kısacası rubai, kurtuluşun benliği terk edip Hakk’a teslim olmaktan, esaretin ise nefse uymaktan geçtiğini anlatır.
Makale: Varlığın En Büyük Perdedir
İnsanoğlu, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren bir “ben” duygusuyla var olur. Bu benlik, hayatta kalmanın, kendini korumanın ve dünyayla ilişki kurmanın temel aracıdır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca, hatta bir puta dönüşebilir. Hz. Mevlânâ’nın “Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır” deyişi, tam da bu trajik dönüşüme işaret eder. İnsanın hakikate, huzura, Yaratıcı’ya ulaşmasının önündeki en büyük engel, dışarıdaki düşmanlar veya zorluklar değil, bizzat kendi varlığı, yani şişirilmiş egosu, bitmek bilmeyen arzuları ve “ben” zindanının kalın duvarlarıdır.
Tarih boyunca bütün manevi öğretiler, bu zindandan kurtulmanın yollarını aramıştır. Budist felsefede “Nirvana”ya ulaşmak, arzulardan ve benlik yanılmasından kurtulmakla mümkündür. Hristiyan mistisizminde “kendini inkâr etmek”, Tanrı’nın iradesine tabi olmanın ilk adımıdır. Tasavvufta ise bu mesele “nefsi tezkiye etmek” (temizlemek) ve “fenafillah” (Allah’ta yok olmak) mertebesine ulaşmak olarak formüle edilir. Mevlânâ’nın “Allah’a av ol” daveti, bu yok oluşa yapılan bir çağrıdır. Bu, bir zayıflık veya kimliksizleşme değil, aksine damlanın okyanusa karışarak sonsuzlaşmasıdır. İnsan, kendi küçük ve sınırlı iradesinden vazgeçtiği an, kendisinden daha büyük bir iradenin parçası olur ve asıl özgürlüğe kavuşur. Gam ve tasa, bu küçük “ben”in beklentileri ve korkularından doğar. “Ben” ortadan kalkınca, gam da yok olur.
“Kendinle kalma, yoksa her zaman yaralanırsın” uyarısı, modern psikolojinin de altını çizdiği bir gerçeği yansıtır. Sürekli kendi düşünceleriyle, kaygılarıyla, hırslarıyla baş başa kalan insan, bir ruminasyon (zihinsel geviş getirme) sarmalına girer. Ego, sürekli kendini haklı çıkarmak, kendini korumak ve kendini yüceltmek için savaşır. Bu bitmeyen iç savaş, insanı yorgun, yaralı ve “heste” bırakır. Kendinden çıkmanın yolu ise hizmet etmek, sevmek, sanata yönelmek, tefekkür etmek gibi eylemlerle “ben”i aşmaktır. Bir başkasının derdiyle dertlenmek, bir sanat eseri karşısında hayranlık duymak veya bir çiçeğin açılışını tefekkür etmek, insanı kendi küçük dünyasının dışına taşıran ve o büyük perdenin aralanmasını sağlayan anlardır.
Nefse uymak, sürekli rüzgâra karşı kürek çekmek gibidir; insanı yorar ve olduğu yere bağlar. Teslimiyet ise yelkenleri ilahi rüzgârla doldurup akışa güvenmektir. Bu, pasif bir bekleyiş değil, aksine en bilgece eylemdir. Varlığımız bir hediye olduğu kadar, bir imtihan ve bir perdedir. O perdeyi aralamanın yolu, “ben” demeyi bırakıp, daha büyük bir bütünün parçası olduğumuzu idrak etmekten geçer.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın rubaisi, insanın en büyük engelinin kendi nefsi ve benliği olduğunu anlatır. Makale, bu ana fikri merkeze alarak, “ben” duygusunun nasıl bir zindana dönüşebileceğini ve tarih boyunca manevi geleneklerin bu zindandan kurtulmak için “benliği aşma”yı öğütlediğini inceler. “Allah’a av olmak” metaforu, ilahi iradeye teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşmayı simgelerken, “kendinle kalmak” ise egonun bitmeyen savaşları yüzünden sürekli yaralanmayı ifade eder. Modern psikolojinin de benzer sonuçlara vardığı belirtilerek, kurtuluşun “ben” merkezli bir hayattan çıkıp sevgi, hizmet ve tefekkür yoluyla varlık perdesini aralamakta olduğu vurgulanır.

3. : İzzet Molla ve Dünyanın Elemi
İktibas
بلبل آغلار کل جکرخون لاله پر داغ محن
ذوقنى بيلمم بو دار محنتك کیمدر سورن
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bülbül ağlar gül ciğer-hûn lâle pür-dâğ-ı mihen
Zevkini bilmem bu dâr-ı mihnetin kimdir süren
Keçecizâde İzzet Molla
Bülbül ağlıyor, gül kan kusuyor, lâleninse çektiği sıkıntılardan dolayı bağrı yanık. Sıkıntılar yurdu olan bu dünyanın zevkini acaba kim sürüyor?
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının estetik ve melankolik dünyasını yansıtan bu beyitte şair Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın geçiciliği ve özündeki kederi işler. Beyit, divan şiirinin klasik mazmunları (kalıplaşmış imgeler) üzerine kuruludur. “Bülbül”, âşığı simgeler ve sevgilisi olan “gül”e kavuşamadığı için sürekli ağlar. “Gül”, hem güzelliği hem de dikenleriyle sevgilinin lütuf ve kahrını temsil eder; burada “ciğer-hûn” yani “ciğeri kan içinde” olarak tasvir edilerek onun da acı çektiği ima edilir. “Lâle” ise ortasındaki siyahlık nedeniyle bağrı yanık, dertli bir âşığa benzetilir (“pür-dâğ-ı mihen” – mihnetlerle dolu, dağlanmış). Şair, doğadaki bu en güzel varlıkların bile acı içinde olduğunu gözlemledikten sonra, retorik bir soru sorar: Eğer bülbül, gül ve lale bile mutlu değilse, “dâr-ı mihnet” yani “sıkıntı ve eziyet yurdu” olan bu dünyanın zevkini süren kim olabilir? Beyit, dünyanın aldatıcı zevklerine karşı bir uyarı ve varoluş bir hüzün barındırır.

Makale: Mihnet Yurdunda Bir Anlık Zevk

Edebiyat, insanın dünyaya dair en kadim sorusunu sormanın en estetik yoludur: “Neden buradayız ve bu acı neden?” Keçecizâde İzzet Molla, bu evrensel soruyu bülbülün feryadına, gülün kanayan bağrına ve lalenin yanık kalbine yükleyerek sorar. Baktığı her yerde, güzelliğin en saf tezahürlerinde bile bir keder, bir eksiklik, bir “mihnet” görür. Bu bakış, pesimist bir karamsarlıktan ziyade, derin bir farkındalığın ürünüdür. Bu dünya, tabiatı gereği bir “karar yurdu” değil, bir “imtihan yurdu”dur. Her zevkin içinde bir ayrılık tohumu, her vuslatın ardında bir firak endişesi gizlidir.
Bu “dâr-ı mihnet” algısı, pek çok felsefi ve dini geleneğin ortak paydasıdır. Budizm’in ilk temel ilkesi, “Hayat, ızdıraptır (Dukkha)” der. Bu, hayatın tamamen acıdan ibaret olduğu anlamına gelmez; daha çok, geçiciliğe ve beklentilere dayalı her türlü dünyevi deneyimin özünde bir tatminsizlik ve kırılganlık barındırdığını ifade eder. İnsan, fani olanı ebedi kılmaya çalıştığında, kaçınılmaz olarak hüsrana uğrar. Şairin sorusu da tam bu noktada anlam kazanır: Dünyanın zevkini sürmeye çalışanlar, aslında geçici bir gölgeyi yakalamaya çalışanlardır. Zevk sandıkları şey, acının bir anlık yokluğundan veya bir sonraki acının habercisinden başka bir şey değildir.
Divan şiiri, bu trajik farkındalığı estetik bir zevke dönüştürme sanatıdır. Acıdan şikâyet ederken bile bunu en güzel kelimelerle, en ahenkli vezinlerle yapar. Bülbülün ağlayışı, bir isyan değil, bir yakarıştır. Lalenin bağrındaki siyahlık, bir kusur değil, derin bir sevdanın nişanıdır. Bu, acıyı kutsallaştırmak değil, onu anlamlandırma çabasıdır. Şairler, bu mihnet yurdunda kalıcı bir mutluluk aramanın beyhudeliğini anladıkları için, mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta aramışlardır. Dünyanın zevkinden değil, İlahi Cemâl’i fark edebilmektedir. İşte o zaman acı, vuslata giden yolun bir parçası haline gelir. Diken, gülün değerini artırır.
İzzet Molla’nın sorusu bugün de geçerlidir. Modern insan, teknoloji ve refahla bu “mihnet”i ortadan kaldırabileceğini sandı. Ancak depresyon, anksiyete ve varoluş boşluk, modern dünyanın en yaygın hastalıkları haline geldi. Çünkü dünyanın tabiatı değişmedi. Hâlâ bülbüller ağlıyor, güller soluyor ve insanlar sevdiklerini kaybediyor. Belki de soruyu değiştirmek gerekir: “Bu dünyanın zevkini kim sürüyor?” yerine, “Bu mihnet yurdunda gerçek zevk ve huzur nasıl bulunur?” Belki de cevap, şairin işaret ettiği gibi, dünyanın kendisinde değil, ona yüklediğimiz anlamda ve bakış açımızda saklıdır.
Özet
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bülbül, gül ve lale gibi güzellik simgelerinin bile acı çektiği bu dünyanın, bir “mihnet yurdu” olduğunu ve kalıcı bir zevk sunamayacağını ifade eder. Makale, bu temanın sadece divan şiirine özgü olmadığını, Budizm gibi pek çok felsefi sistemde de “hayatın ızdırap olduğu” fikriyle paralellik gösterdiğini anlatır. Dünyevi zevklerin geçiciliği ve aldatıcılığı vurgulanırken, divan şairlerinin acıyı estetik bir dille anlamlandırma ve mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta arama çabasına dikkat çekilir. Modern insanın teknolojiye rağmen yaşadığı varoluş boşluğun, bu kadim gerçeği göz ardı etmesinden kaynaklandığı belirtilerek, gerçek huzurun dünyaya bakış açısını değiştirmekte yattığı sonucuna varılır.

4. : Selimî (?) ve Feleğin Cilvesi
İktibas
مردم ديدمه بيلمم نه فسون ایتدی فلك
كريه‌مى قيلدى فزون اشکمى خون ایتدی فلك
شیرلر پنجهٔ قهرمده اولوركن لرزان
بنى بر كوزلرى آهويه زبون ایتدی فلك
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etdi felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etdi felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek
Selimî (?)
Felek, gözbebeğime nasıl bir büyü etti bilmiyorum. O füsûnun etkisiyle gözyaşlarım öylesine çok arttı ki artık kan şeklinde akmaya başladı. Benim kahreden pençemin gücünün korkusundan arslanlar bile titrerken; felek, beni bir ceylân gözlü güzele düşkün, esir etti.
İzah ve Açıklama
Bu beyitlerde şair, kaderin ve aşkın karşı konulmaz gücü karşısındaki çaresizliğini dile getirir. İlk mısrada şair, “felek” yani kader veya talih, gözbebeğine anlaşılmaz bir “füsûn” (büyü) yapmıştır. Bu büyü sonucunda, ikinci mısrada belirtildiği gibi, ağlaması artmış ve gözyaşları kana dönmüştür. Bu, çektiği acının derinliğini gösteren bir mübalağa sanatıdır. Üçüncü mısrada şair, aşk tuzağına düşmeden önceki gücünü ve heybetini anlatır: “Kahreden pençesinin” korkusundan aslanlar bile titremektedir. Bu mısra, sonraki mısranın etkisini artırmak için bir tezat (tezat) sanatı oluşturur. Son mısrada ise bu güçlü ve kudretli adamın, “felek” tarafından “gözleri âhûya” yani ceylan gözlü bir güzele “zebûn” yani esir, düşkün ve aciz bırakıldığı anlatılır. Beyitler, feleğin (kaderin) en güçlü insanları bile aşk yoluyla nasıl dize getirebildiğini dramatik bir şekilde ortaya koyar.
Makale: Aslanları Titreten Pençeyi Esir Eden Ceylan Gözler
İnsan, aklıyla doğayı anladığını, iradesiyle dünyaya hükmettiğini düşünür. Gücünü, statüsünü ve başarılarını bir zırh gibi kuşanır, yenilmez olduğuna inanır. Divan şairi Selimî, bu insani kibrin ne kadar kırılgan olduğunu, kaderin ve aşkın bir cilvesiyle nasıl tuzla buz olabildiğini haykırır. “Benim kahreden pençemden aslanlar titrerken,” der şair. Bu, sadece fiziksel bir güç değil, aynı zamanda bir irade, bir otorite, bir ego beyanıdır. O, kendi dünyasının hükümdarıdır. Ancak bu hükümdarlığın sınırları vardır ve bu sınırları “felek” çizer.
“Felek,” divan şiirinde sıkça kullanılan, modern insanın “kader,” “talih” veya “hayatın sillesi” dediği o soyut gücün kişileştirilmiş halidir. Felek, bazen zalim, bazen keyfi davranan, insanın planlarını altüst eden bir güçtür. Şairin gözüne yaptığı “füsûn” (büyü), bu gücün akıl ve mantıkla anlaşılamayacağını ima eder. Aşk, feleğin en etkili büyüsüdür. Mantığın bütün kalelerini bir anda yıkar, iradenin bütün zincirlerini bir anda kırar. Aslanları titreten o kudretli adam, şimdi bir “ceylan gözlü” güzelin esiridir. “Âhû” (ceylan), divan şiirinde masumiyetin, zarafetin ve ürkekliğin simgesidir. En vahşi gücün, en zarif güzellik karşısındaki mutlak yenilgisidir bu. Güç, güzelliğe boyun eğer.
Bu beyitler, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda bir dönüşüm hikâyesini anlatır. Aşk, şairin kibrini kırmış, onu acziyetle tanıştırmıştır. Gözyaşlarının kana dönmesi, sadece bir acı ifadesi değil, aynı zamanda bir arınma sürecidir. O kanlı yaşlar, eski “ben”in ölümünü ve yeni, daha hassas, daha insani bir “ben”in doğumunu simgeler. Artık o, gücüyle değil, acısıyla vardır. Bu, tasavvufi bir okumayla, kibrin kırılıp kulun kendi hiçliğini idrak etme sürecine de benzetilebilir. O ceylan gözler, aslında ilahi güzelliğin dünyadaki bir yansımasıdır ve âşığın kahrı, aslında o mutlak güzelliğe ulaşma arzusunun bir ateşidir.
Tarihte ve efsanelerde bu durumun sayısız örneği vardır. Orduları dize getiren komutanlar, bir güzelin bakışıyla esir olmuş; ülkeler yöneten hükümdarlar, bir aşk uğruna tahtını terk etmiştir. Bu hikâyeler, bize gücün ve iktidarın ne kadar geçici, aşkın ve güzelliğin ise ne kadar ezici bir kudrete sahip olduğunu hatırlatır. Selimî’nin beyti, insanın en güçlü anında bile aslında ne kadar zayıf, en kontrol sahibi göründüğü anda bile kaderin ve tutkularının bir oyuncağı olabileceğini edebi bir dille yüzümüze vurur. En büyük kahramanlık, aslanları yenmek değil, bir ceylan gözlüye esir olduğunda o esareti onurla taşıyabilmektir.
Özet
Selimî’ye atfedilen beyitler, “felek” (kader) ve aşkın, en güçlü insanı bile nasıl aciz bırakabildiğini anlatır. Makale, bu temayı işleyerek, insanın güç ve iradesine olan kibrinin ne kadar kırılgan olduğunu vurgular. “Aslanları titreten pençe” imgesi, insanın dünyevi gücünü ve egosunu temsil ederken, “ceylan gözlü güzel” ise bu gücü bir anda yıkan aşkın ve güzelliğin karşı konulmaz kudretini simgeler. Aşk, feleğin akılla anlaşılamayan bir büyüsü olarak tasvir edilir. Bu durumun, sadece bir acı değil, aynı zamanda kibrin kırılarak insanın kendi acziyetini tanıdığı bir dönüşüm süreci olduğu belirtilir. Tarihten ve efsanelerden örneklerle, gücün güzellik karşısındaki kaçınılmaz yenilgisi anlatılarak, en büyük kahramanlığın bu yenilgiyi kabul etmek olduğu sonucuna varılır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 13th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 47 –

BERCESTE VE İZAHI – 47 –

1. Şeyh Gâlib’in Beyti: İnsanın Değeri ve Özündeki İlahi Sır

Bu beyit, Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’e aittir ve insanın kendi hakikatini unutarak kederlere boğulmasını sorgularken, ona kim olduğunu hatırlatan derin bir düşünce sunar.
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای دل ای دل نیه بو رتبه‌ده پرغم‍س‍ی‍ن سن
کرچه ویرانه ایسه‌ك کنج مُطَلسَم‍س‍ی‍ن سن
سجده فرمای ملك ذاتِ مُكرّم‍س‍ی‍ن سن
بیلدیکك کی دکل جمله‏دن اقدم‍س‍ی‍ن سن
روحسن نَفخهء جبرئیل ایله توأم‍س‍ی‍ن سن
سِرّ حق‍س‍ی‍ن مَثَل عیسی مریم‍س‍ی‍ن سن
خواجه باق ذاتڭه کم زبدهء عالم‍س‍ی‍ن سن
مردم دیدهء اکوان اولان آدم‍س‍ی‍ن سن
Latin Harfleriyle Metin:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefhâ-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Gâlib
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönül, ey gönül! Neden bu kadar gamla dolusun?
Her ne kadar yıkık, kırık dökük bir hâlde olsan da sen tılsımlı bir hazinesin.
Meleklerin kendisine secde etmeleri emredilen, kadri yüceltilmiş bir varlıksın.
Bildiğin gibi değil, yaratılmış bütün varlıklardan daha olgun, daha ilerisin.
Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruhun ikizi olan bir ruh taşıyorsun.
Sen Allah’ın bir sırrısın. Hz. Meryem’in oğlu Hz. İsa gibisin.
Kendine hoşça bir bak, sen alemin özüsün.
Yaratılmış olan varlıkların gözbebeği olan insansın.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale

İnsanın Kırılganlığındaki Kutsal Hazine

Şeyh Gâlib, bu muhteşem sekiz mısralık eserinde, modern psikolojinin ve varoluş düşüncenin yüzyıllar sonra ele alacağı temel bir insanlık durumuna parmak basar: insanın kendi değerini unutarak, dış görünüşünün viraneliğine aldanıp keder içinde kaybolması. Şair, doğrudan “gönül”e seslenerek aslında her bir okurun, her bir insanın kalbine hitap eder. Bu hitap, bir sitem değil, şefkatli bir hatırlatmadır.
İlk mısra, “Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen,” yani “Ey gönül, neden bu kadar kederlisin?” sorusuyla başlar. Bu, insanın iç dünyasındaki o bitmeyen melankolinin, anlamsızlık hissinin ve kederin evrensel bir sorgulamasıdır. Şair, bu durumu reddetmez, kabul eder. Evet, gönül viranedir, dünya hayatının sarsıntılarıyla, kayıplarla, hayal kırıklıklarıyla yıkık dökük bir hale gelmiştir. “Gerçi vîrâne isen…” diyerek bu gerçeği teslim eder. Ancak hemen ardından, bu viraneliğin ardındaki sırrı ifşa eder: “…genc-i mutalsamsın sen.” Sen, bu yıkıntıların altında saklı, tılsımlı, eşsiz bir hazinesin. Dışarıdan bakıldığında görünen enkaz, aslında içindeki defineyi koruyan bir kabuktur.
Şair, bu hazinenin ne olduğunu mısralar ilerledikçe katman katman açar. İnsanın değeri, onun yaratılışındaki ilahi özden gelir. O, meleklerin secde etmekle emrolunduğu “zât-ı mükerrem,” yani şerefli ve yüce bir varlıktır. Bu, Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Âdem’in yaratılış kıssasına doğrudan bir göndermedir (telmih). İnsan, basit bir varlık değildir; o, meleklerden üstün kılınmış, ilahi bir onura sahip olandır.
Gâlib, daha da derine inerek insanın ruhani boyutunu Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruha (nefha) benzetir. Bu, insanın içinde taşıdığı ruhun, doğrudan ilahi bir nefes olduğunu ve bu ruhun onu Hz. İsa gibi mucizevi kıldığını anlatır. Hz. İsa, babasız dünyaya gelerek biyolojik kanunların ötesinde bir varoluş sergilemiştir; insan da kendi içindeki bu ilahi sır ile maddi dünyanın sınırlamalarını aşabilecek bir potansiyele sahiptir.
Sonuç olarak Şeyh Gâlib, insanın kendine “hoşça bakmasını” öğütler. Bu bakış, aynadaki fiziki yansımaya değil, varlığın derinliklerine, öze yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuğun sonunda insan, kendisinin “zübde-i âlem” (âlemin özü, esansı) ve “merdüm-i dîde-i ekvân” (varlıkların gözbebeği) olduğunu idrak eder. Kâinat dev bir göze benzetilirse, insan o gözün tam ortasındaki, her şeyi anlamlı kılan bebektir.
Bu beyit, bireye, içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun, özündeki değeri ve potansiyeli hatırlaması için yapılmış en güçlü çağrılardan biridir. O, sadece bir şiir değil, aynı zamanda bir terapi, bir manevi yol haritasıdır.
Özet
Şeyh Gâlib bu şiirinde, insanın dış olarak ne kadar viran ve kederli görünürse görünsün, özünde ilahi bir sır ve tılsımlı bir hazine taşıdığını vurgular. Meleklerin secde ettiği şerefli bir varlık, âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olduğunu hatırlatarak, insana kendini hor görmemesi ve içindeki yüce potansiyeli keşfetmesi için ilham verir. Bu, insanın kırılganlığı ile kutsallığı arasındaki muhteşem dengeyi anlatan ölümsüz bir eserdir.

2. Hâzık’ın Beyti: Yüksek Himmet ve Dünyevi Makamların Aldatıcılığı

Bu beyit, şair Hâzık’a aittir ve karakterin yüceliği ile dünyevi makamlar arasındaki çoğu zaman ters orantılı ilişkiyi keskin bir dille ifade eder.
İktibas
Osmanlıca Metin:
تنزّل ایلمز عالی همم چرکاب دنیایه
آنڭچون ذروهء جاهه چیقان اکثرادانیدر
Latin Harfleriyle Metin:
Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya
Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir
Hâzık
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Himmeti yüksek olan yüce gönüllü insanlar dünyanın çirkinliklerine tenezzül etmez.
Ondan dolayı yüksek makamlara çıkanlar genellikle bayağı, sıradan insanlardır.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Erdemin Sessizliği ve Mevkinin Gürültüsü
Hâzık’ın bu beyti, toplumların ve medeniyetlerin kadim bir paradoksunu iki mısra gibi kısa bir alanda ustalıkla özetler: Gerçek liyakat ve erdem sahipleri neden genellikle gözden uzak ve mütevazı bir hayat sürerken, en yüksek mevkiler ehil olmayanların eline geçer? Bu beyit, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir ahlak ve toplum eleştirisidir.
İlk mısra, “Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya,” bir ilkeyi ortaya koyar. “Âlî-himem,” himmeti, gayesi, idealleri yüce olan kişi demektir. Bu insanlar, karakter sahibi, onurlu, bilge ve erdemli şahsiyetlerdir. Onlar için gaye, para, şöhret veya makam değil, daha ulvi değerlerdir: adalet, hakikat, ilim, irfan. Şair, dünyayı ve onun getirdiği makam kavgalarını, entrikaları, yalanları “çirk-âb” yani “kirli, pis su” olarak tasvir eder. Yüce ruhlar, bu kirli suya girmeyi, bu çamurla kendilerini lekelemeyi onurlarına yediremezler, yani “tenezzül etmezler.” Onlar için ilkesizlik yaparak bir mevki kazanmaktansa, ilkeleriyle birlikte köşede kalmak daha evladır.
İkinci mısra, bu ilkenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan acı gerçeği yüzümüze vurur: “Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir.” Yani, “İşte bu yüzden, makam ve mevki zirvesine çıkanların çoğu ‘edânî’ yani alçak, bayağı, sıradan kimselerdir.” Yüce ruhlar o kirli suya girmekten imtina edince, meydan kimlere kalır? O suda yüzmekten, o çamura bulanmaktan çekinmeyen, hatta bundan zevk alan, makam için her türlü ilkesizliği göze alabilen kişilere. Onlar, yükselmek için başkalarının omuzlarına basmaktan, yalan söylemekten, dalkavukluk yapmaktan imtina etmezler. Bu yüzden, bir toplumda en tepedeki insanların niteliğine bakarak o toplumun ahlaki seviyesi hakkında bir fikir edinmek mümkündür.
Bu beyit, tarih boyunca pek çok bilge ve filozofun dile getirdiği bir hakikati yansıtır. Platon’un “Devlet” adlı eserinde ideal yöneticilerin yönetime isteksiz olan bilgeler olması gerektiğini söylemesi de aynı kapıya çıkar. Çünkü gücü arzulayanlar, genellikle onu kötüye kullanma potansiyeli en yüksek olanlardır. Hâzık, bu felsefi derinliği, divan şiirinin estetiği içinde veciz bir şekilde sunar.
Beyit, günümüz dünyası için de son derece geçerli ve ibretlik bir mesaj taşır. Siyasette, iş dünyasında veya sosyal hayatta, liyakatin değil, sadakatin veya kurnazlığın prim yaptığı her yerde, “zirve-i câh” yani makamların zirvesi, “edânî”ler tarafından işgal edilmeye mahkumdur. Bu durum, toplumun genel kalitesini düşürür ve adaletsizliği artırır. Hâzık’ın bu sözü, bize mevkilerin parlaklığına aldanmamamız, asıl değeri ve erdemi, gözden uzak kalmayı tercih eden “âlî-himem” şahsiyetlerde aramamız gerektiğini hatırlatan bir bilgelik feneridir.
Özet
Hâzık bu beytinde, yüce ideallere sahip onurlu insanların, dünyanın kirli ve entrikalarla dolu makam kavgalarına tenezzül etmeyeceğini belirtir. Bunun doğal bir sonucu olarak da en yüksek mevkilere ulaşanların genellikle bu tür çirkinliklerden çekinmeyen, karakteri zayıf ve bayağı kimseler olduğunu ifade eder. Beyit, gerçek değerin makamda değil, şahsiyette olduğu ve liyakatin genellikle mütevazı bir sessizlik içinde bulunduğu gerçeğini vurgulayan güçlü bir toplum eleştirisidir.

3. Fennî’nin Beyti: İlahi Bilginin Huzurunda derûnî Saflık

Bu beyit, şair Fennî’ye aittir ve dış dünyanın, özellikle de çıkarcı insanların eleştirileri ve değiştirme çabaları karşısında, insanın iç huzurunu ve gücünü Allah’ın her şeyi bilen adaletine sığınarak nasıl koruyabileceğini anlatır.
İktibas
Osmanlıca Metin:
مداهنلر بنی تغییره خواهشگرسه ایتسونلر
خلوص بالمی هر حالی الله بیلمز می
Latin Harfleriyle Metin:
Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler
Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi
Fennî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Dünyevi bir menfaat için dalkavukluk yapan insanlar eğer beni değiştirmeyi arzuluyorlarsa bir zararı yok. Benim kalbimin hâlisliğini, temizliğini Allah bilmiyor mu?
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Kalbin Sığınağı: Allah’ın Şahitliği
Fennî’nin bu beyti, samimiyetin ve iç bütünlüğün, dış baskılar ve riyakârlıklar karşısındaki sarsılmaz duruşunu anlatan bir iman manifestosudur. Şair, etrafını saran ve onu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek isteyen bir güruha karşı dimdik durur ve gücünü maddi bir otoriteden değil, manevi bir teslimiyetten alır.
İlk mısra, “Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler,” durumu net bir şekilde ortaya koyar. “Müdâhinler,” yüze gülen, dalkavukluk yapan, kendi menfaatleri için başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmeye çalışan ikiyüzlü kimselerdir. Bu insanlar, şairi “tağyîr” etmek, yani onu değiştirmek, kendi kalıplarına sokmak, özünden koparmak istemektedirler. Şairin bu duruma tepkisi ise tam bir özgüven ve aldırmazlık ihtiva eder: “etsinler.” Bu kelime, basit bir “yapsınlar” demek değildir; içinde “ne yaparlarsa yapsınlar, çabaları boşunadır” anlamını barındıran bir meydan okumadır.
Bu meydan okumanın kaynağı nedir? Şair, gücünü nereden almaktadır? Cevap, ikinci mısrada gizlidir ve bu beyti ölümsüz kılan da bu cevaptır: “Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi?” Bu bir soru değil, en güçlü teyit ifadesidir. “Hulûs-ı bâl,” kalbin, zihnin, niyetin en saf, en arı, en samimi halidir. Şair diyor ki: “Bu dalkavuklar benim dışımı değiştirmeye çalışabilir, hakkımda yanlış dedikodular yayabilir, beni olmadığım biri gibi göstermeye çabalayabilirler. Ama benim kalbimin içini, niyetimin saflığını, ‘hulûs’umu bilen birisi var: Allah.”
Bu mısra, insanın en büyük mahkemesinin kendi vicdanı ve Allah’ın bilgisi olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü, sizi nasıl yargıladığı geçici ve çoğu zaman yanıltıcıdır. Onlar sadece dış görünüşe, sözlere ve eylemlere bakarak hüküm verirler. Oysa asıl olan, kalplerin derinliğinde yatan niyettir. Ve o niyeti, o “hulûs”u bilen tek merci, her şeyi kuşatan ilahi bilgidir.
Bu beyit, özellikle dürüstlüğü ve samimiyeti yüzünden dışlanan, yanlış anlaşılan veya değiştirilmeye zorlanan her insan için bir teselli ve güç kaynağıdır. Sosyal baskının, mahalle baskısının veya popülizmin dayatmaları karşısında “kendin olarak kalabilme” erdemini yüceltir. Şair, “Onlar istediklerini yapsınlar, benim kalbimin temizliğini ve her halimi bilen Allah bana yeter” diyerek, en büyük onayı ve huzuru başkalarının takdirinde değil, Allah’ın şahitliğinde bulur. Bu, kişiyi dünyevi kaygılardan özgürleştiren ve ona sarsılmaz bir iç kale inşa eden derin bir tevekkül halidir.
Özet
Fennî, bu beytinde, çıkarcı ve ikiyüzlü insanların kendisini değiştirme çabalarına karşı kayıtsız kaldığını, çünkü asıl değerin ve gerçeğin Allah tarafından bilindiğine inandığını ifade eder. İnsanların dış yargılarına ve baskılarına karşı, kalbinin saflığını ve niyetinin temizliğini bilen Allah’ın şahitliğini bir kalkan olarak kullanır. Bu, dünyevi eleştiriler karşısında manevi bir sığınak bularak iç bütünlüğü korumanın hikmetli bir ifadesidir.

4. Me’âlî’nin Beyti: Kederin Gücü ve Tevekkülün Dayanağı
Divan şairlerinden Me’âlî’ye ait bu beyit, gönüle seslenerek, çektiği acıların ve döktüğü gözyaşlarının birer dayanak olabileceği fikrini, derin bir tevekkül ve teslimiyet içinde işler.
İktibas
Osmanlıca Metin:
اشك و واهه كوكل اینانیرسیڭ
یله اویوب صویه طیانیرسیڭ
Latin Harfleriyle Metin:
Eşk ü vâha gönül inanırsın
Yele uyup suya dayanırsın
Me’âlî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönlüm! Gözümden akan yaşlara ve ağzımdan çıkan âhlara inanıyorsun. Sen yele uyup, suya dayanıyorsun.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Gözyaşı ve Ah İle Ayakta Kalmak
Me’âlî’nin bu beyti, ilk bakışta bir çaresizlik ifadesi gibi görünse de, derinliğine inildiğinde acıyı bir güç kaynağına dönüştüren sofistike bir tevekkül anlayışını barındırır. Şair, yine Divan şiirinin merkezindeki “gönül”e seslenir ve onun içinde bulunduğu durumu tasvir eder.
İlk mısra, “Eşk ü vâha gönül inanırsın,” gönlün sığındığı iki temel unsuru belirtir: “eşk” (gözyaşı) ve “vâh” (ah, feryat). Gönül, çektiği ıstıraplar karşısında gözyaşına ve ah etmeye “inanır.” Bu inanmak, sadece bu eylemleri gerçekleştirmek değil, aynı zamanda onlardan bir medet ummak, acısını bu yollarla dışa vurarak bir nevi teselli bulmaktır. Gözyaşı dökmek ve ah çekmek, kederin en somut, en fiziksel tezahürleridir. Gönül, bu somut eylemlere tutunarak acısını yaşar ve anlamlandırır.
İkinci mısra, bu durumu muhteşem bir metaforla açıklar: “Yele uyup suya dayanırsın.” Bu mısra iki şekilde yorumlanabilir ve her iki yorum da beytin anlamını zenginleştirir:
• Görünürdeki Anlam (Çaresizlik): “Ah” (vâh), ağızdan çıkan bir nefestir ve “yel”e, yani rüzgâra benzer. “Gözyaşı” (eşk) ise “su”dur. Bu yoruma göre şair, gönlüne şöyle seslenmektedir: “Ey gönül! Sen, rüzgâr gibi geçici ve boş olan ahlara uyuyor, su gibi akıp giden ve bir dayanak olamayacak gözyaşlarına güveniyorsun.” Bu, bir çaresizlik ve boşluğa tutunma halidir. Dayanılan şeyler, doğaları gereği istikrarsız ve güvenilmezdir.
• Derin Anlam (Tevekkül ve Güç): Bu yorum, beytin hikmetli yönünü ortaya çıkarır. “Ah” rüzgârdır, “gözyaşı” sudur. Rüzgâr ve su, doğanın en güçlü ve şekil verici unsurlarındandır. Rüzgâr dağları aşındırır, su en sert kayaları deler. Bu açıdan bakıldığında şair, gönlüne şunu söylüyor olabilir: “Ey gönül! Sen zayıf gibi görünen ahını ve gözyaşını birer güç kaynağına dönüştürüyorsun. Rüzgârın gücüne uyum sağlıyor, suyun sabrına ve akışkan gücüne dayanıyorsun.” Bu, acının kendisini bir direniş aracına çevirmektir. Gönül, ah ederek içindeki zehri dışarı atar, gözyaşı dökerek arınır ve bu doğal akışa teslim olarak ayakta kalır. Tıpkı Hz. Eyyûb’un (Peygamber Eyüp) sabırla her türlü derde dayanması gibi, âşığın gönlü de kendi kederinin unsurlarına dayanarak sabreder.
Bu ikinci yorum, beytin edebi ve manevi değerini yükseltir. Me’âlî, bize acıdan kaçmak yerine, onu olduğu gibi kabul edip, onun doğal ön planları olan gözyaşı ve ah ile birlikte akmayı öğretir. Bu, bir nevi pasif direniştir. Gönül, savaşarak değil, uyum sağlayarak ve akışa teslim olarak en büyük fırtınalara bile dayanır. Bu, doğanın bilgeliğini insanın iç dünyasına taşıyan, son derece düşündürücü ve ibretlik bir bakış açısıdır.
Özet
Me’âlî bu beytinde, acı çeken gönlün, teselliyi gözyaşlarında (“eşk”) ve ah etmelerde (“vâh”) bulduğunu ifade eder. Bu durumu, “yele uyup suya dayanmak” olarak tasvirler. Bu ifade, bir yandan rüzgâr ve su gibi dayanıksız şeylere güvenmenin çaresizliğini anlatırken, daha derin bir anlamda ise rüzgârın ve suyun doğal gücüne teslim olarak acıya dayanma ve onunla birlikte akma bilgeliğini simgeler. Beyit, acının kaçınılacak bir şey değil, doğru yaşandığında bir dayanıklılık ve arınma vesilesi olabileceğini düşündürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 13th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 46 –

BERCESTE VE İZAHI – 46 –

1. Beyit: Zâtî’den Aşk, Rakip ve Değersizlik Üzerine Bir Feryat
İktibas
Osmanlıca Metin:
رقيبﻪ صدر كوسترﻙ ددڭ اول فتنه‌يه اولو
بنم بر ايت قدر وه وه قاپڭده اعتبارم يوق
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu
Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok
Şair:
Zâtî
Açıklama:
O fitneci rakibe şerefli bir insan diyerek baş köşeyi gösterdin. (O fitneci rakibe baş köşeyi gösterdin ve ona ulumasını söyledin.) Vah vah! Ne yazık ki senin kapında benim bir it kadar bile değerim yok.
İzah ve Makale
Divan şiiri, beşerî aşktan ilahi aşka uzanan yolda insan ruhunun en çalkantılı, en hassas ve en derin hislerine tercüman olmuş bir edebiyat geleneğidir. Bu geleneğin en temel sacayaklarından biri “âşık-maşuk-rakip” (seven-sevilen-rakip) üçgenidir. Zâtî’nin bu feryat dolu beyti, bu üçgenin en acı verici köşesinde duran âşığın, sevdiği tarafından hiçe sayılmasının ve rakibinin baş tacı edilmesinin trajedisini dile getirir.
Aşk Arenasında Değerler Çatışması
Beytin ilk mısrası, âşığın gözünden yaşanan acı bir sahneyi tasvir eder: “Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu”. Sevgili, âşığın can düşmanı olan rakibe “sadr”, yani en şerefli yeri, baş köşeyi göstermiştir. Bu, sadece fiziki bir yer gösterme eylemi değildir; bu, rakibe değer, önem ve üstünlük atfetmektir. Sevgili, bununla da kalmaz, o rakibe “ulu” diye hitap eder. Âşığın gözünde bir “fitne”, yani bir ara bozucu, bir kargaşa unsuru olan rakip, sevgilinin nazarında “ulu” yani yüce bir varlığa dönüşmüştür. Bu durum, âşığın değer yargılarının ve dünyasının altüst olması demektir. Kendi sadakatini, sevgisini ve fedakârlığını hiçe sayan sevgilinin, bir “fitneciyi” yüceltmesi, âşığın kalbine saplanmış bir hançerdir. Bu, sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir ihanettir.

Vefanın Değersizliği ve “İt” Metaforu

İkinci mısra, bu trajedinin âşığın iç dünyasındaki yansımasını ve ulaştığı son noktayı gösterir: “Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok”. Divan şiirinde “it” (köpek) metaforu, genellikle sadakatin ve kapıdan ayrılmamanın sembolü olarak kullanılır. Köpek, ne kadar hor görülse de sahibinin kapısını bekler, ona sadakatle bağlıdır. Âşık da kendini bu sadık bekleyici olarak görür. Ancak bu beyitte durum daha da vahimdir. Âşık, bu en sadık varlık olan köpek kadar bile itibarının kalmadığını “veh veh” (vah vah, eyvahlar olsun) nidalarıyla haykırır. Sevgilinin kapısı, âşık için bir Kâbe kutsallığındadır; o kapıdan ayrılmamak en büyük erdemdir. Fakat şimdi o kapıda, bir köpeğe gösterilen asgari değer bile ona gösterilmemektedir. Sadakati, vefası ve bitmek bilmeyen sevgisi, “fitneci” bir rakibin yüceltilmesi karşısında tamamen anlamsızlaşmış ve görünmez kılınmıştır.

Tarihi ve Edebi Derinlik
Zâtî, 16. yüzyılın en önemli şairlerinden biridir ve Bâkî gibi sultan şairlere hocalık yapmıştır. Onun şiiri, samimi, lirik ve halk söyleyişlerine yakın bir üslup barındırır. Bu beyit, Zâtî’nin bu samimi üslubunun ve insan psikolojisini anlama konusundaki ustalığının bir isbatıdır. Aşk acısını, kıskançlığı ve değersizlik hissini bu kadar yalın ve aynı zamanda bu kadar güçlü imgelerle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır. Bu feryat, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda liyakatin ve sadakatin göz ardı edildiği, değersiz olanın baş tacı edildiği her türlü sosyal ve insani duruma dair ibretlik bir tenkittir. İnsan, hak ettiğine inandığı değeri göremediğinde ve kendi yerini bir başkasının, özellikle de hak etmediğini düşündüğü birinin aldığını gördüğünde, Zâtî’nin yüzlerce yıl önce döktüğü bu mısralardaki acıyı derinden hisseder.
Özet
Zâtî’nin bu beyti, aşk üçgenindeki âşığın çektiği derin ıstırabı konu alır. Sevgilinin, âşığın gözünde bir “fitneci” olan rakibe en değerli yeri verip onu yüceltmesi karşısında, âşık kendi sadakatinin ve varlığının ne kadar değersizleştirildiğini fark eder. Kendisini, sevgilinin kapısındaki en sadık varlık olan bir köpekten bile daha itibarsız gördüğünü acı bir feryatla dile getirir. Beyit, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda vefanın ve liyakatin hiçe sayıldığı durumlarda insanın hissettiği evrensel hayal kırıklığını ve değersizlik duygusunu etkileyici bir dille anlatır.

2. Beyit: Süleyman Çelebi’den Zikir ve Teslimiyetin Hikmeti
İktibas
Osmanlıca Metin:
هر نفسده الله آدڭ دی مدام
الله آدیله اولور هر ایش تمام
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Her nefesde Allâh adın de müdâm
Allâh adıyla olur her iş tamâm
Şair:
Süleyman Çelebi
Açıklama:
Her nefes alışında sürekli Allah’ı zikret. Bütün işler Allah’ın adını anınca tamam olur.
İzah ve Makale
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız işe başlar, hedefler koyar ve bu hedeflere ulaşmak için çabalar. Ancak bu çabanın ortasında unuttuğu en temel hakikat, kendi gücünün ve iradesinin sınırlı olduğudur. Mevlid-i Şerif’in yazarı olarak gönüllerde taht kuran Süleyman Çelebi, bu ölümsüz beytinde insana bu temel hakikati hatırlatır: gerçek kudretin kaynağına bağlanmadan hiçbir işin tamama ermeyeceği gerçeği.
“Her Nefesde Allâh Adın De Müdâm”: Zikrin Hayata Yayılması
Beytin ilk mısrası, bir tavsiye ve bir yaşam biçimi önerisidir. “Her nefesde Allâh adın de müdâm” yani “Sürekli olarak, her nefes alışverişinde Allah’ın adını an.” Bu, sadece dil ile yapılan bir tekrar eylemi değildir. “Nefes”, hayatın en temel birimidir; hayatın kendisidir. Dolayısıyla her nefeste Allah’ı anmak, hayatın her anını, her eylemini, her düşüncesini Allah bilinciyle yaşamaktır. Bu, tasavvuftaki “dâimî zikir” halidir. Zikir, sadece belli zamanlarda yapılan bir ibadet olmaktan çıkar, insanın varoluşunun ritmi haline gelir. Bu bilinç hali, insana acizliğini ve bir Yaratıcı’ya muhtaç olduğunu hatırlatır. Kibrini kırar, onu daha mütevazı ve daha bilinçli bir varlık yapar. Yaptığı her işe başlarken, o işin sadece kendi çabasıyla değil, ilahi bir izin ve yardımla mümkün olacağını idrak eder.
“Allâh Adıyla Olur Her İş Tamâm”: Tevekkül ve Sonucun Kaynağı
İkinci mısra, bu hayat biçiminin getireceği sonucu, bir ilahi kanunu dile getirir: “Allâh adıyla olur her iş tamâm”. Yani, “Her iş, ancak Allah’ın adıyla, O’nun izni ve yardımıyla tamama erer, kemale ulaşır.” Bu, halk arasında “Besmelenin sırrı” olarak bilinen hikmetin şiirsel bir ifadesidir. Bir işe “Bismillah” diyerek başlamak, “Ben bu işe kendi gücümle değil, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, O’ndan yardım dileyerek başlıyorum” demektir. Bu, eylemin başlangıcına bir bereket ve bir niyet mührü vurmaktır. Süleyman Çelebi, bu mısra ile sonucun da ancak bu başlangıçla mümkün olacağını vurgular. İnsan elinden gelen tüm çabayı gösterir, sebeplere yapışır; ancak işin neticesini, tamamlanmasını ve hayırla sonuçlanmasını Allah’tan bekler. Bu, teslimiyetin ve tevekkülün en saf halidir. İnsan, kendi çabasının okyanusta bir damla olduğunu, asıl sonucu yaratacak olanın ilahi kudret olduğunu anladığında, başarısızlık korkusundan ve başarı kibrinden kurtulur.

Tarihi ve Kültürel Miras
Süleyman Çelebi’nin bu beyti, kendisinin en meşhur eseri olan Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş Vesilesi) yani Mevlid’in de ruhunu özetler. Eser, baştan sona Allah’a hamd, Peygamber’e salât ve selam ile örülmüştür ve her bölümü bir tevhid ve teslimiyet bilinciyle yazılmıştır. Bu beyit, yüzyıllardır Anadolu insanının dilinde bir dua, bir düstur olmuştur. Bir işe başlarken, bir zorlukla karşılaşıldığında veya bir iş başarıyla tamamlandığında bu beyit hatırlanır. O, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir milletin kolektif bilincine işlemiş bir inanç manifestosudur. Bize, modern dünyanın unutturmaya çalıştığı bir gerçeği fısıldar: Teknolojimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, planlarımız ne kadar kusursuz olursa olsun, her işin tamamlanması, her nefesin alınıp verilmesi O’nun iznine tabidir.
Özet
Süleyman Çelebi’nin bu hikmet dolu beyti, insana hayatının her anını Allah bilinciyle (“zikir”) yaşamasını ve her işine O’nun adıyla başlamasını öğütler. İlk mısra, “her nefeste zikir” ile hayatı anlamlandırmayı, ikinci mısra ise “Allah’ın adıyla her işin tamamlanacağı” gerçeğiyle tevekkül ve teslimiyeti anlatır. Beyit, insanın kendi acizliğini kabul edip gerçek kudret sahibi olan Allah’a yöneldiğinde, işlerinin bereketli ve kâmil bir sonuca ulaşacağı evrensel ilkesini vurgular. Bu, hem bir hayat düşüncesi hem de bir inanç düsturudur.

3. Beyit: Osman Hulûsi-i Darendevî’den Aşkın Dönüştürücü Doğası
İktibas
Osmanlıca Metin:
سنك سوداڭه يانمق غيری سودادن اوصانمقـدر
سنی سودم دمك حالڭه رنككه بويايانمقـدر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Senin sevdâna yanmak gayrı sevdâdan usanmaktır
Seni sevdim demek hâline rengine boyanmaktır
Şair:
Osman Hulûsi-i Darendevî
Açıklama:
Ey sevgili! Senin sevdana yanmak, sana sevdalanmak diğer bütün sevgilerden vazgeçmekle olur. Bir insanın seni sevdim diyebilmesi için her hâli ve her tavrıyla senin rengine boyanması, senin gibi olması gerekir.
İzah ve Makale
Aşk, tarihin her döneminde şairlere, düşünürlere ve sanatkârlara ilham vermiş en kadim ve en güçlü duygudur. Ancak aşk, sadece bir his veya bir beyandan ibaret midir? 20. yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden Osman Hulûsi-i Darendevî, bu derinlikli beytinde aşkın ne olmadığını ve gerçekte ne olduğunu, onun dönüştürücü ve başkalaştırıcı tabiatını ortaya koyarak açıklar.
“Senin Sevdâna Yanmak Gayrı Sevdâdan Usanmaktır”: Aşkın Tekliği ve Dışlayıcılığı
Beytin ilk mısrası, gerçek aşkın en temel şartını ortaya koyar: teklik ve münhasırlık. “Senin sevdâna yanmak”, sadece bir sevgiye tutulmak değil, o sevginin ateşinde varlığını eritmektir. Bu “yanma” eylemi, beraberinde bir “usanmayı” yani diğer her şeyden yüz çevirmeyi, bıkmayı getirir. Kalp, bir saray gibidir ve o saraya sadece bir sultan sığabilir. Bir kalpte aynı anda iki hakiki sevda barınamaz. İlahi aşk açısından bu, Allah aşkına tutulan bir kalbin, masivadan, yani Allah dışındaki her türlü dünyevi hevesten, sevgiden ve bağlılıktan kopması demektir. Beşerî aşkta ise bu, sevilene tam bir sadakatle bağlanıp, gözünü ve gönlünü ondan başkasına kapatmaktır. Dolayısıyla sevmek, bir tercih değil, bir vazgeçiştir. Bir şeyi “her şey” yapabilmek için, diğer “her şeyden” vazgeçmek gerekir. Hulûsi Efendi, aşkın bu dışlayıcı ve merkezileştirici yapısını “usanmak” kelimesiyle güçlü bir şekilde ifade eder. Diğer sevdalar artık çekiciliğini yitirmiş, tatsız ve anlamsız hale gelmiştir.
“Seni Sevdim Demek Hâline Rengine Boyanmaktır”: Aşkın İspatı ve Dönüşüm
İkinci mısra, aşkın sadece bir iddia veya sözden ibaret olamayacağını, onun fiili bir ispat gerektirdiğini vurgular. “Seni sevdim demek”, kuru bir cümleden çok daha fazlasıdır; o, sevenin sevgilinin “hâline” ve “rengine boyanmasıdır”. Bu, tasavvuftaki “sıbgatullah” (Allah’ın boyasıyla boyanmak) kavramının bir yansımasıdır. Sevmek, sevilene benzemeye çalışmaktır. Onun ahlakıyla ahlaklanmak, onun sevdiğini sevmek, onun sevmediğinden uzak durmaktır. Sevgilinin hali ne ise o hale bürünmek, onun rengi ne ise o renge girmektir. Bu, âşığın kendi benliğinden, egolarından, eski alışkanlıklarından soyunup, sevgilinin varlığında yeniden doğmasıdır. Bu bir taklit değil, aşkın ateşiyle pişen ruhun doğal bir dönüşümüdür. Tıpkı bir demirin ateşe girip, ateşin rengini ve özelliğini alarak kor haline gelmesi gibi, âşık da maşukun manevi iklimine girerek onun sıfatlarıyla bezenir. İşte o zaman “Seni sevdim” sözü, hakikat kazanır. Aksi takdirde, bu söz, içi boş bir iddiadan öteye geçemez.

İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Osman Hulûsi Efendi’nin bu beyti, günümüzün yüzeysel ve tüketim odaklı ilişkiler anlayışına derin bir tenkit sunar. Aşkın bir fedakârlık, bir adanmışlık ve bir dönüşüm süreci olduğunu hatırlatır. Bize şu soruları sordurur: Sevdiğimizi söylerken, gerçekten diğer her şeyden vazgeçebiliyor muyuz? Sevdiğimiz uğruna değişmeye, dönüşmeye, onun ahlakıyla güzelleşmeye ne kadar hazırız? Yoksa “aşk” dediğimiz şey, sadece kendi benliğimizi ve arzularımızı tatmin etme aracı mıdır? Bu beyit, aşkın en yüce formunun, sevenin kendi benliğini sevilenin potasında eriterek “biz” olabilme sanatı olduğunu düşündüren hikmetli bir rehberdir.
Özet
Osman Hulûsi-i Darendevî’nin beyti, gerçek aşkın iki temel özelliğini tanımlar. Birincisi, hakiki bir sevgiye bağlanmanın, diğer bütün sevgilerden ve bağlılıklardan vazgeçmeyi gerektirmesidir. İkincisi ise, “seni seviyorum” demenin ispatının, sadece sözle değil, sevenin kendisini tamamen değiştirerek sevilenin haliyle hallenmesi, onun rengine bürünmesi, yani ona benzemesiyle mümkün olduğudur. Beyit, aşkın bir iddia değil, köklü bir dönüşüm ve tam bir adanmışlık hali olduğunu veciz bir şekilde ortaya koyar.

4. Beyit: Fuzûlî’den Aşkın Özü ve Bencillik Üzerine Bir Tahlil
İktibas
Osmanlıca Metin:
جانى كيم جانانى ايچون سوسه جانانين سور
جانى ايچون كيمكه جانانين سور جانين سور
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever
Şair:
Fuzûlî
Açıklama:
Eğer bir kimse kendi canını cananı için severse aslında cananını seviyor demektir. Kendi canı için cananını seven kişi ise hakikatte sadece kendini seviyor demektir.
İzah ve Makale
Aşk ve ıstırap şairi olarak bilinen büyük usta Fuzûlî, şiirlerinde insan ruhunun en karmaşık ve en derinlikli analizlerini yapar. Onun bu beyti, basit bir kelime oyunu gibi görünse de aslında aşkın yapisina, samimiyetine ve bencillikle olan hassas çizgisine dair yapılmış en keskin hikmetli tahlillerden biridir. Fuzûlî, “sevmek” eyleminin ardındaki niyeti sorgulayarak gerçek aşk ile sahte aşkı birbirinden ayırır.
Gerçek Aşk: Cânı Cânân İçin Sevmek
Beytin ilk mısrası, fedakârlığın ve gerçek sevginin tanımını yapar: “Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever”. Yani, “Kim ki kendi canını (varlığını, hayatını) sevgilisi (cânân) uğruna, ona hizmet etmek, onun yanında olmak için severse, işte o kişi gerçekten sevgilisini seviyordur.” Bu bakış açısı, ilk başta zıt gibi görünebilir. Ancak Fuzûlî burada, “kendini sevme” eylemine yüklenen niyete dikkat çeker. Âşık, kendi canını neden sever? Eğer bu sevginin sebebi, o canın sevgiliye feda edilecek, onun yolunda harcanacak bir sermaye olması ise, bu sevgi, bencillikten arınmış, tamamen sevgiliye yönelmiş bir sevgidir. Âşık, sağlıklı olmak ister; çünkü sevgilisine daha iyi hizmet etmek ister. Hayatta kalmak ister; çünkü sevgilisinin cemalini bir an daha fazla görmek ister. Bu durumda kendi varlığı, amaç değil, sevgiliye ulaşmada bir araçtır. Bu, sevginin en diğerkâm, en başka halidir. Merkezde “ben” değil, “o” vardır.
Bencil Aşk: Cânânı Cân İçin Sevmek
İkinci mısra, madalyonun diğer yüzünü, yani bencilliğin ve sahte sevginin tanımını yapar: “Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever”. Yani, “Kim ki sevgilisini kendi canı (nefsi, çıkarları, mutluluğu) için severse, o kişi aslında sevgilisini değil, kendi canını seviyordur.” Bu, sevginin bir araç haline getirildiği en yaygın ve en tehlikeli durumdur. Kişi, sevgiliyi sever çünkü sevgili ona kendini iyi hissettirir, yalnızlığını giderir, statü kazandırır veya ona haz verir. Sevgili, âşığın kendi benliğini tatmin etmek için kullandığı bir nesneye dönüşür. Sevginin merkezinde sevgilinin varlığı ve mutluluğu değil, âşığın kendi tatmini vardır. Sevgili, bu tatmini sağlamadığı anda, o “aşk” da kolayca buharlaşabilir. Fuzûlî, bu ince ama derin ayrımı ortaya koyarak, sayısız ilişkinin ve “aşk” diye nitelenen duygunun aslında gizli bir narsisizm ve bencillik olduğunu yüzümüze çarpar.
Fuzûlî’nin Edebi Dehası
Bu beyitteki deha, sadece felsefi derinliğinde değil, aynı zamanda “cân” ve “cânân” kelimelerinin ustaca, bir satranç ustası gibi yer değiştirilerek kullanılmasında yatar. Aynı kelimelerle, sadece yerlerini ve aradaki “içün” edatının yönünü değiştirerek, birbirine tamamen zıt iki anlam dünyası kurar. Bu, onun dile ne kadar hâkim olduğunun ve en karmaşık fikirleri en veciz şekilde nasıl ifade edebildiğinin bir isbatıdır. Bu beyit, okuyucuyu durup düşünmeye sevk eder: Benim sevgimin arkasındaki niyet ne? Seviyor muyum, yoksa sevilmenin getirdiği hisleri mi seviyorum? Karşımdakini bir amaç olarak mı görüyorum, yoksa kendi mutluluğum için bir araç olarak mı? Fuzûlî’nin asırlar önce sorduğu bu sorular, bugün de geçerliliğini ve yakıcılığını korumaktadır.
Özet
Fuzûlî’nin bu deha ürünü beyti, gerçek aşk ile bencil sevgi arasındaki temel farkı ortaya koyar. Gerçek aşk, kişinin kendi varlığını (“cân”), sevgilisine (“cânân”) hizmet etmek ve onun uğruna feda etmek için sevmesidir; bu durumda merkezde sevgili vardır. Bencil sevgi ise, kişinin sevgiliyi kendi nefsinin tatmini, mutluluğu ve çıkarları (“cânı”) için sevmesidir; bu durumda sevgi bir araç, kişi ise aslında kendisinin âşığıdır. Beyit, sevginin ardındaki niyeti sorgulatarak, okuyucuyu derin bir öz eleştiriye davet eder.

5. Beyit: Nâbî’den Haddini Bilmenin Erdemi ve Güvenliği
İktibas
Osmanlıca Metin:
فدای تيغ اولور حدّن تجاوز ايلين مولر
جفای تيغدن آسوده‌در مژگان و ابرولر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Fedâ-yı tîğ olur haddin tecâvüz eyleyen mûlar
Cefâ-yı tîğdan âsûdedir müjgân u ebrûlar
Şair:
Nâbî
Açıklama:
Gereğinden fazla uzayan, haddini aşan kıllar kesilmeye lâyık bir hâle gelirler. Kirpikler ve kaşlar hadlerini bildikleri ve uzamadıkları için kılıçtan, yani kesilmekten kurtulurlar.
İzah ve Makale
• yüzyılın büyük “hikemî” yani hikmet ve öğüt şairi Nâbî, şiiri sadece estetik bir zevk aracı olarak görmemiş, onu aynı zamanda toplumu ve bireyi eğiten, onlara yol gösteren bir vasıta olarak kullanmıştır. Nâbî’nin bu beyti, onun bu didaktik üslubunun en güzel örneklerinden biridir. Gündelik hayattan, insan vücudundan aldığı basit bir gözlemle, haddini bilmenin evrensel erdemi ve bilgeliği üzerine derin bir ders verir.
“Fedâ-yı Tîğ Olur Haddin Tecâvüz Eyleyen Mûlar”: Haddini Aşmanın Sonu
Beytin ilk mısrası, bir tespiti ve bir kanunu ortaya koyar. “Mûlar”, yani saçlar ve sakallar gibi uzayan kıllar, “haddin tecâvüz eylediğinde”, yani belirlenmiş sınırı aştığında, uzaması gereken ölçüyü geçtiğinde, “fedâ-yı tîğ olur”; yani kılıcın (veya makasın, bıçağın) kurbanı olur, kesilirler. Burada “tîğ” (kılıç), sadece bir kesme aleti değil, aynı zamanda düzeni sağlayan, sınırı aşanı cezalandıran bir otoriteyi, bir ilahi veya toplumsal kanunu simgeler. Nâbî, bu basit bakış üzerinden şu mesajı verir: Hayatta her varlık ve her insan için belirlenmiş bir sınır, bir ölçü, bir makam vardır. Bu sınırı aşan, haddini bilmeyen, kibre kapılıp boyundan büyük işlere kalkışan veya ait olmadığı bir konuma göz diken herkes, eninde sonunda düzenin “kılıcı” tarafından cezalandırılır, haddi bildirilir ve bulunduğu yerden indirilir. Bu, hem fiziksel hem de sosyal bir kanundur. Aşırılık, her zaman tehlikeyi ve yıkımı beraberinde getirir.
“Cefâ-yı Tîğdan Âsûdedir Müjgân u Ebrûlar”: Sınırını Bilmenin Huzuru
İkinci mısra, bu kanunun istisnasını ve kurtuluşun reçetesini sunar. “Müjgân u ebrûlar”, yani kirpikler ve kaşlar, “cefâ-yı tîğdan âsûdedir”; yani kılıcın eziyetinden, kesilme derdinden uzaktır, güvendedir, huzur içindedir. Neden? Çünkü onlar hadlerini bilirler. Belli bir uzunluğa erişince dururlar, daha fazla uzayarak ait oldukları yerin (gözün) düzenini bozmazlar. Onların bu “kendi sınırını bilme” durumu, onlara bir dokunulmazlık ve bir güvenlik sağlar. Nâbî, bu zarif metaforla şu hikmeti dile getirir: Gerçek huzur ve güvenlik, ihtirasta ve sınırı aşmakta değil, kendi yerini, haddini ve kapasitesini bilmekte ve buna rıza göstermektedir. Kendi fıtratına uygun yaşayan, tevazu sahibi olan, başkasının hakkına ve makamına göz dikmeyen kişi, hayatın ve toplumun sarsıcı “kılıçlarından”, yani çatışmalardan, hayal kırıklıklarından ve cezalardan kendini korumuş olur. Bu, bir pasiflik veya miskinlik çağrısı değil, bir öz-bilinç ve bilgelik davetidir.

Nâbî Ekolü ve İbretlik Ders
Bu beyit, Nâbî’nin temsil ettiği hikemî şiir anlayışının özünü yansıtır. Aşkın ıstırapları veya tabiatın güzellikleri yerine, insana ve topluma dair pratik, ahlaki ve felsefi dersler verir. Beyit, her çağın insanına hitap eden evrensel bir ibret barındırır. Kariyer hırsıyla her yolu mübah gören bir yöneticiden, kapasitesini aşan projelere girişen bir girişimciye; sosyal medyada haddini aşan yorumlar yapan bir bireyden, komşusunun sınırını ihlal eden bir devlete kadar herkes için bu beyitte bir ders vardır. Haddini bilmek, bir küçüklük veya zayıflık değil, aksine en büyük erdem ve en sağlam güvenlik kalkanıdır. Huzur, aşırılıkta değil, dengede ve ölçüde gizlidir.
Özet
Nâbî, bu didaktik beytinde, insan vücudundan aldığı bir metaforla evrensel bir ahlak dersi verir. Gereğinden fazla uzayarak haddini aşan saç ve sakal gibi kılların kesilerek cezalandırıldığını; buna karşılık, kendi doğal sınırlarını bilip daha fazla uzamayan kaş ve kirpiklerin ise bu kesilme eziyetinden güvende ve huzur içinde olduğunu belirtir. Bu yolla şair, hayatta kendi sınırlarını bilen, tevazu gösteren ve aşırılıktan kaçınan bireylerin huzur ve güvenlik içinde olacağını, haddini aşıp kibre kapılanların ise eninde sonunda bunun cezasını çekeceğini hikmetli bir dille anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 13th, 2025

İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları

İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları

Bediüzzaman Said Nursî’ye ait olan vecizeler, hayatın muhtelif veçhelerini ve bu veçhelerin temelinde yatan ilahî hakikatleri derinlemesine idrak etmemize vesile olmaktadır. Her bir vecize, ayrı bir ilahî sıfatın veya kâinattaki bir kanunun izahını sunarak, bizleri tefekkür deryasına sevk etmektedir. Bu metinde, bu derin hakikatleri Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin de ışığında geniş bir şekilde ele alacağız.

Allah’ın Ehad ve Samed Oluşu ve Kâinata Hükmetmesi

İhlâs Sûresi’nin ilk iki ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ﴿١﴾ اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ ﴿٢﴾” (De ki: O, Allah birdir. Allah Samed’dir.) mealindeki ayetlerin yanı sıra, Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir İktibas yer almaktadır. Bu İktibas, Cenâb-ı Hakk’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellisine işaret etmektedir.
> “Hâlık-ı âlem birdir; Ehad’dir, Samed’dir. Hem, herşeyin Hâlık’ı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor; bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.” (Sözler, 32. Söz)
>
Bu vecize, Allah’ın bir ve tek (Ehad) olduğunu, tüm ihtiyaçların mercii (Samed) olduğunu ve tüm varlık âleminin doğrudan doğruya O’nun tasarrufunda bulunduğunu vurgular. Her bir varlığın dizgininin O’nun elinde olması, hiçbir şeyin O’nun ilim, irade ve kudreti dışında hareket edemeyeceği hakikatini ortaya koymaktadır. Bu hakikat, Kur’ân’ın birçok yerinde ifade edilmektedir. Misâl olarak, En’âm Sûresi’nin 102 . ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
> “İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeye vekil ve her şeyin koruyucusudur.”
>
Bu ayet, her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın aynı zamanda vekil ve koruyucu olduğunu, yani her şeyin idaresini bizzat elinde tuttuğunu teyit eder. Bu muhteşem intizam ve kudret tecellisi, akıl sahipleri için büyük bir tefekkür vesilesidir.

Fırak ve Aşk-ı Bekâ

Lem’alar Külliyatı’ndan iktibas edilen “Bütün fıraklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” (Lem’alar, 3. Lem’a) vecizesi, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden bir hakikati dile getirmektedir. Fırak (ayrılık), bu dünyada yaşanan her türlü ayrılığı, sevdiklerimizden, vatanımızdan ve sahip olduğumuz her şeyden ayrılışı ihtiva eder. Bu ayrılıkların insanda meydana getirdiği hüzün ve keder, aslında ruhun ebedîlik özleminin bir yansımasıdır.
İnsan fıtrî olarak bâkî kalmak ve sevdikleriyle birlikte olmak ister. Fânî olan bu dünyada yaşadığı her ayrılık, bu derin özlemi ve aşk-ı bekâyı (ebedîlik aşkını) açığa çıkarır. Bu duygu, sadece dünyevî bir üzüntüden ibaret değildir; bilakis, insanı asıl vatanına, yani ebedî olan Cennet’e ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşma arzusuna sevk eder. Bu hakikat, A’lâ Sûresi’nin 16 ve 17. ayetlerinde şöyle ifade edilmektedir:
> “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
>
Bu ayetler, fânî olan dünya hayatına yönelmenin aksine, bâkî olan ahiret yurduna yönelmenin daha hayırlı olduğunu beyan ederek, insanın fıtrî olarak sahip olduğu bekâ arzusunun asıl karşılığının ahiret yurdunda olduğunu hatırlatır.

Zâlimlerin Akıbeti ve Mazlumların Müdafaası

Diğer farklı İktibaslarda, adaletin tecellîsine ve zâlimin cezasız kalmayacağına dair ilahî bir güvenceyi ele almaktadır.
> “Yarın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” (Barla, 207)
> “Masum ve mazlumların muhafızı Cenâb-ı Hak’tır.” (Tarihçe-i Hayat, 542)
> “Mazlumun âhı, tâ arşa kadar gider.” (Şualar, 290)
> “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil.” (Sözler, 65)
> “Zâlimler için yaşasın Cehennem” (Şualar, 449)
>
Bu vecizeler, dünyada zâlimlerin yaptığı zulümlerin karşılıksız kalmayacağını ve mazlumların dertlerinin Cenâb-ı Hak tarafından bizzat müdafaa edildiğini ifade eder. Zâlimin bu dünyada ceza görmemesi, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmez; bilakis, bu büyük bir Mahkeme-i Kübrâya (en büyük mahkemeye), yani ahirete ertelenmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, zâlimlerin akıbetine dair pek çok ayet ihtiva eder. Meselâ, İbrâhîm Sûresi’nin 42. ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır:
> “Sakın, Allah’ı, zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, onların cezalarını, gözlerin korkudan donup kalacağı bir güne erteliyor.”
>
Bu ayet, Allah’ın zâlimlerin yaptıklarından gafil olmadığını, ancak cezalarını belirli bir vakte ertelediğini açıkça beyan eder. Bu durum, Müminler için büyük bir teselli, zâlimler için ise kaçınılmaz bir tehdit ve uyarıdır.

Bela ve Musibetlerin Hikmeti

Bir Hadîs-i şerîf ve Risale-i Nur’dan bir İktibas yer almaktadır ki:
> “Hadîs-i sahihte vardır ki: ‘اشد الناس بلاء الانبیاء ثم الاولیاء فالامثل فالامثل’ yani: ‘En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.’ ” (Lem’alar, 213)
>
Bu hadîs, en büyük musibetlerin peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra derecelerine göre diğer insanlara geldiğini belirtir. Bu durum, belaların bir ceza değil, bilakis bir imtihan, bir ibadet ve bir terakki vesilesi olduğunu gösterir. Bu hakikat ise:
> “Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler.” (Lem’alar, 213)
>
Bu vecize, Allah’ın rahmetinden gelen musibetlerin, bir nevi “ameliyat-ı cerrahiye” (cerrahî operasyon) gibi olduğunu ve ruhu olgunlaştırdığını izah eder. Allah’ın el-Hakîm ve er-Rahîm isimlerinin bir tecellisidir. Bu hakikate işaret eden birçok ayet mevcuttur. Bakara Sûresi’nin 155. ayetin mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
>
Bu ayet, musibetlerin birer imtihan vesilesi olduğunu ve bu imtihanlara sabredenlere Allah tarafından büyük mükâfatlar verileceğini beyan eder.

Cennet ve İlâhî Vaad

Allah’ın vaadinin muhakkak yerine geleceği müjdesini verir:
> “Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslisi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.” (Asa-yı Musa, 231)
>
Bu vecize, Allah’ın Kadîr (her şeye gücü yeten), Hakîm (her şeyi hikmetle yapan) ve Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) isimlerinin tecellîsi olarak, O’nun ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceğini ifade eder. Cennet, insanlığın atası olan Âdem’in asıl vatanı olarak tarif edilir ve Allah’ın bu vatanı, iman sahiplerine yeniden açacağı müjdelenir.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın vaadine ve Müminler için hazırlanan Cennet’e dair pek çok ayet ihtiva eder. Ra’d Sûresi’nin 20. ayet mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve antlaşmayı bozmayanlardır.”
>
Bu ayet, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren Müminlerin, Allah’ın da onlara olan vaadini yerine getireceğini ima eder.
Yûnus Sûresi’nin 10. ayetinde ise Cennet ehlinin şükrü şöyle ifade edilir:
> “Onların orada duaları, ‘Sübhâneke, Allâhümme’ (Allah’ım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz), aralarındaki selâmlaşmaları, ‘Selâm’ (esenlik size) ve dualarının sonu da ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn’ (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) şeklindedir.”
>
Makale Özeti
Bu makale, iktibas edilen Risale-i Nur vecizeleri ve ilgili Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ekseninde hayatın derin hakikatlerini incelemektedir.
İlk olarak, Allah’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellîsi ve her şeyin O’nun mutlak kudretinde olduğu izah edilmektedir.
İkinci olarak, dünyevî ayrılıkların (fırak) insan ruhundaki ebedîlik aşkını (aşk-ı bekâ) nasıl ortaya çıkardığı ve bu aşkın asıl maksadının ahiret yurdu olduğu vurgulanmaktadır.
Üçüncü olarak, zâlimlerin bu dünyada cezalandırılmamasının, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmediği, bilakis bunun ahiretteki en büyük mahkemeye ertelendiği anlatılmaktadır.
Dördüncü olarak, musibetlerin birer imtihan ve ruhani terakki vesilesi olduğu ve sabredenler için büyük müjdeler ihtiva ettiği açıklanmaktadır.
Son olarak, Allah’ın Kadîr, Hakîm ve Rahîm isimlerinin gereği olarak, iman edenler için ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceği ve Cennet’in Müminlerin asıl yurdu olduğu ifade edilmektedir. Bu vecizeler, fânî dünya hayatının ötesinde, bâkî hakikatlere işaret ederek, insanı derin bir tefekküre davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 13th, 2025