image_pdfimage_print

İstidracın Mahiyeti ve Günümüzdeki Tezahürleri

image_pdfimage_print

İstidracın Mahiyeti ve Günümüzdeki Tezahürleri


(Nimet Görünümlü Azap, Gaflet Elbisesi İçinde Gelen İlâhî İkaz)

1. İstidrac Nedir?
“İstidrac (اِسْتِدْرَاج)”, lügat olarak “derece derece aşağıya çekmek, yavaş yavaş helake götürmek” demektir.
Kur’an’da bu kavram doğrudan geçmez; ancak fiil şekliyle şu ayette ifade edilmiştir:
“Onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız.”
(A‘râf, 7/182 )
Yani Allah, bazen kulun günahına hemen ceza vermez; bilakis ona nimet, servet, makam, kudret verir.
Kul, bu nimetleri ilâhî rızanın işareti sanır; halbuki bunlar yavaş yavaş gelen bir azabın öncüleridir.

2. İstidracın Hikmeti: Mühlet Görünümlü İkaz

Allah Teâlâ, kulunu hemen cezalandırmaz.
Çünkü cezayı erteler, ta ki kul dönsün, tevbe etsin.
Ancak kişi, bu ertelemeden gafletle kibir doğurursa, o vakit nimet azaba dönüşür.
“Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır; farkında değiller.”
(Mü’minûn, 23/55–56 )
Zalim, refah içinde yaşadıkça kendini güvende zanneder.
Hâlbuki bu, ilâhî tuzağın sessiz bir hazırlığıdır.

3. Nimetin Azaba Dönüşmesi: Manevî Kanun

Bir nimetin şükrü kesilirse, nimetin kendisi azabın aleti olur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.”
Yani insan, nimetin sahibini unutunca, o nimet artık rahmet değil, bela olur.
İstidracın en derin tehlikesi de budur:
İnsan, nimet içinde azabı hissetmez; ama her gün, azaba biraz daha yaklaşır.

4. İstidracın Psikolojik ve Ahlakî Görünümü

İstidraca uğrayan insanlarda şu hâller görülür:
• Kibir: “Ben haklıyım, Allah beni sevmeseydi böyle olmazdı.”
• Gaflet: “Demek ki yaptıklarım yanlış olsa Allah beni cezalandırırdı.”
• Riya: “Halk beni alkışlıyor, demek doğru yoldayım.”
• Nankörlük: Nimetin sahibini değil, kendini öne çıkarır.
Bu hâllerin tamamı, manevî çöküşün basamaklarıdır.
Kulun kalbi kararır, farkında olmadan karanlığa adım adım iner.

5. Tarihten Misaller: İstidracla Gelen Helâk

🔹 Firavun’un Kudreti
Mısır’ın en güçlü hükümdarıydı.
Nehirleri kendine boyun eğdirmişti.
Ama ilâhî adalet ona mühlet verdi — tâ ki deniz, onun kabri olsun.

🔹 Kârûn’un Serveti
Malıyla övünüyordu; “Bu servet bana ilmimle verildi” diyordu.
Lakin Kur’an buyurur:
“Biz de onu ve sarayını yerin dibine geçirdik.”
(Kasas, 28/81 )
Kârûn’un zenginliği bir rahmet değil, istidracın son perdesiydi.

🔹 Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in Makamı
Mekke’nin ileri gelenleriydi.
Ama o makamlar, bedbaht bir akıbetin zeminine dönüştü.
Kısa bir refah, ebedî bir felaket doğurdu.

6. Günümüzde İstidracın Tezahürleri
Bugün de istidrac; sadece bireylerde değil, toplumlarda ve devletlerde de görülür.

🔸 İktidar ve Güç Sarhoşluğu
Bir yönetici zulüm yapar, menfaat uğruna adaleti unutur.
Ama Allah hemen cezalandırmaz; tam tersine, o kişiye güç verir.
Bu, nimet değil, istidracın hazırlığıdır.
“Allah kimi şaşırtır ve saptırırsa, artık onu koruyup doğru yola iletecek bir dostu olmaz. Böyle zâlimlerin, azapla karşılaştıklarında: “Eyvâh! Dünyaya geri dönmenin bir yolu yok mu acaba?” diye feryat ettiklerini göreceksin.”
(Şûrâ, 42/44 )

🔸 Refah İçinde Çürüyen Toplumlar
Bazı milletler, teknolojide ve servette ilerler ama ahlakta ve maneviyatta çökerler.
Görünürde huzurludurlar, ama ruhen boşlukta, ahlaken bataktadırlar.
Bu hâl, medeniyet istidracıdır — nimetin azap hâline dönüşmesidir.

🔸 Bireysel Hayatta
Kişi günah işler, hiçbir şey olmuyor sanır.
Fakat bu, cezasızlık değil, uyarısız azaptır.
Kalbin katılaşması, tevbenin nasip olmaması, en ağır cezadır.
“Kalplerimiz katılaştı” dediler; hayır! Allah, küfürleri sebebiyle kalplerini mühürledi.
(Nisâ, 4/155 )

7. İstidracın İlâhî Denge İçindeki Yeri
İstidrac, ilâhî adaletin “görünmez yüzü”dür.
Zira Allah sadece cezalandırmaz; aynı zamanda kendi sünnetiyle insanı kendine bırakır.
Bu bırakılış, en ağır ilâhî cezalardandır.
“Kim Allah’ı unutursa, Allah da ona kendisini unutturur.”
(Haşr, 59/19 )
İşte bu unutuluş, manevî ölümün başlangıcıdır.
Kul, artık gafletin içinde yaşar; nimetin içindeki azabı fark edemez.

8. Kurtuluş Yolu: Şükür, Tevbe ve Uyanıklık
İstidrac’tan kurtuluşun yolu, nimetin şükrünü bilmek ve tevbe ile uyanmaktır.
Çünkü Allah’ın kapısı, iman edenler için daima açıktır.
“Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.”
(Zümer, 39/53 )
Şükür, nimeti rahmete çevirir;
tevbe, azabı rahmetle değiştirir.
Zira Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.

9. Netice: Nimetin Şükrü, İstidracı Bozar
İstidrac, gafletle büyür; şükürle biter.
Allah bazen zalime mühlet verir, mazluma sabır.
Ama her mühletin sonu, mutlak bir hesap günüdür.
“Rabbin asla unutmaz.”
(Meryem, 19/64 )
O hâlde, nimet içinde gaflete düşen değil;
nimet içinde şükreden kurtulur.

Özet
• İstidrac, kulun nimet içinde helake sürüklenmesidir.
• Bu hâl, ilâhî adaletin gecikmesi değil, hikmetle tecellisidir.
• Nimetin şükrü kesildiğinde, nimet azap olur.
• Güç, servet, refah; şükürsüz olursa, istidraca dönüşür.
• Günümüzde birey, toplum ve devletler; nimet imtihanıyla sınanmaktadır.
• Kurtuluş, şükür, tevbe ve uyanıklıkla mümkündür.
• Allah imhal eder, ama ihmal etmez; mühlet verir, fakat hesabı mutlaka görür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

Allah İmhal Eder, Lâkin İhmal Etmez

image_pdfimage_print

Allah İmhal Eder, Lâkin İhmal Etmez


(İlâhî Adaletin Gecikmesi, Gözden Kaçmayan Bir Hikmettir)

Giriş: Sessizlik, Zulmün Zaferi Değil; İmtihanın Süresidir

Zaman zaman insan, zalimlerin dünyada el üstünde tutulduğunu, haksızların rahat yaşadığını, masumların ise çile çektiğini görür.
İlk bakışta bu manzara, “adalet nerededir?” sualini doğurur.
Fakat bu görünen sükût, ilâhî adaletin yokluğu değil, tecellisinin ertelenmesidir.
Kur’ân buyurur:
“Sakın Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!
O, ancak onları öyle bir güne erteliyor ki, gözler dehşetten donakalacaktır.”
(İbrahim Sûresi, 14/42 )
Bu ayet, “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez” düsturunun Kur’anî aslıdır.
Yani Allah mühlet verir; lakin bu mühlet, gaflet için değil, hikmet içindir.

1. Allah’ın Sabûr ve Ğaffâr İsimlerinin Tecellisi
Allah Teâlâ’nın Sabûr ismi, acele etmeden, kullarına mühlet vererek, onların pişmanlıkla dönmesini beklemesidir.
Yine Ğaffâr ve Tevvâb isimleriyle, günahkâra tevbe kapısını son ana kadar açık tutar.
“Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı.
Fakat onları belli bir süreye kadar erteliyor.”
(Nahl, 16/61 )
Bu erteleniş, affın ve rahmetin tezahürüdür.
Zira Allah, intikamla değil, ıslahla muamele eder.

2. İmtihanın Gereği: İçtekilerin Ortaya Çıkması

Cenâb-ı Hak, insanı imtihanla sınar.
Bu imtihan, sadece bilgi değil, kalbin içindekilerin fiile dökülmesi içindir.
“Allah, müminleri içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir.
Ta ki murdarı temizden ayırıncaya kadar.”
(Âl-i İmrân, 3/179 )
İmtihan, niyetlerin amele dönüşmesidir.
Bir kimsenin içinde gizlediği nifak, hırs, enaniyet veya ihanet; vakti gelince fiil hâline dökülür.
İşte Allah’ın mühlet vermesi, bu iç yüzlerin açığa çıkması içindir.

3. İstidrac: Gecikmiş Adaletin Gizli Azabı

Bazı zalimler, işledikleri kötülüklere rağmen refah içinde yaşarlar.
Oysa bu hâl, ilâhî rahmet değil, istidractır; yani azabın yavaş yavaş gelmesidir.
“Kâfirler için, bilmedikleri yerden azap yavaş yavaş gelir.”
(A‘râf, 7/182 )
İstidrac, imtihan süsüyle gelen bir ilâhî tuzaktır.
Kişi, yaptıklarıyla gururlanır; ama aslında azaba doğru yürür.
Zira Allah bazen cezayı, dünyevî refah perdesi altında verir.

4. İlâhî Hesabın Boyutu: Zamanla Değil, Ebediyetle Ölçülür

İnsan zamana bağlıdır, acelecidir.
Allah ise ebediyetin sahibidir; hesabı da ebed boyutundadır.
“Kâfirler sandılar ki, mühlet vermemiz onlar için hayırlıdır; hayır, sadece günahlarını arttırır.”
(Âl-i İmrân, 3/178 )
Zalim için geciken her nefes, biriken bir borçtur.
O borç, dünyada da, ahirette de ödenecektir.
Zira Allah, “Hesap görenlerin en süratlisidir.” (En‘âm, 6/62)

5. Tarihten İbretler: İlâhî Adaletin Tecellileri

Firavun, Musa’ya (a.s.) zulmettiğinde yıllarca tahtında kaldı;
ama sonunda denizde boğulurken “inandım” dedi, ve bu imanı kabul edilmedi.
Nemrud, İbrahim’i (a.s.) ateşe attı;
ama küçücük bir sineğin burnundan girip beynine inmesiyle helâk oldu.
Ebu Cehil, Mekke’nin efendisiydi;
ama Bedir’de bir kölenin kılıcıyla yere serildi.
Tarih şahitlik eder:
Zulüm uzun sürse de, sonu helâktir.
Zira “zulüm payidar olmaz.”

6. Sosyal ve Ahlakî Boyut: İlâhî Adaletin Toplumsal Yansıması

Bir toplumda adalet zayıflar, zulüm artarsa;
Allah o topluma fırsat verir, ama ihmal etmez.
“Bir beldeyi helâk etmek istediğimizde, oranın varlıklılarına emrederiz; onlar orada bozgunculuk yaparlar.
Böylece o belde üzerine hüküm hak olur ve biz onu yerle bir ederiz.”
(İsrâ, 17/16 )
İlâhî sünnet böyledir:
Toplum, adaleti yitirip zulmü normalleştirince, çöküş mukadder olur.
Fakat o çöküş, her zaman bir tufanla değil, bir gafletle gelir.

7. Günümüzde: Sabrın ve Umudun Hikmeti

Bugün zulmün, haksızlığın, yolsuzluğun, inkârın arttığını gören mü’min, ümitsiz olmamalıdır.
Çünkü Allah, adaleti erteleyebilir, ama terk etmez.
Zira Sabûr olan Allah, her şeyin hesabını en ince zerresine kadar görür.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür,
kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 99/7-8 )
İşte bu iki ayet, ilâhî adaletin nihai garantisidir.

🌾 Sonuç: Sessizlik İmtihan, Hesap Kesindir

Allah Teâlâ’nın gecikmesi, unutması değildir;
mühleti, fırsattır; sabrı, hikmettir; cezayı ertelemesi, tevbeye kapı bırakmaktır.
Ama o kapı kapanınca, adalet mutlak tecelli eder.
Zira “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez.”

Özet
• İmhal, Allah’ın mühlet vermesidir; ihmal, cezayı tamamen terk etmesidir — ki Allah hiçbir şeyi ihmal etmez.
• Allah’ın Sabûr, Tevvâb, Ğaffâr, Adl isimleri, bu mühletin hikmetli bir rahmet olduğunu gösterir.
• İmtihanın sırrı, insanın içindekinin ortaya çıkmasıdır.
• İstidrac, görünüşte nimet, hakikatte azaptır.
• Tarih boyunca Firavun, Nemrud, Ebu Cehil gibi örnekler, ilâhî adaletin gecikmediğini isbat eder.
• Toplumların çöküşü, zulmün normalleştiği an başlar.
• Allah’ın hesabı ebedîdir, ve adalet mutlaka tecelli eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

image_pdfimage_print

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.” Mektûbât. 209

*”Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”Hutbe-i Şamiye.146.

*”Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.” Sözler.32.
*”Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”Sözler.63.
“Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.”sözler.323.

*******

Risale-i Nur’un en temel meselelerinden birini teşkil eden derin bir mevzu. İnsanın yaratılış gayesi (fıtratı) ile dünyaya bakan ciheti (hissiyâtı) arasındaki temel zıtlığı ve bu zıtlığın nasıl bir rehbere (Peygambere ve Kur’an’a) zaruret kıldığını izah ediyor.

1. Mektûbât’taki Tâbirlerin Açıklaması:
(Mektûbât, 209)

İnsanın üç temel vasfı zikredilir:
* “Vüs’at-i İstidad” (İstidad Genişliği): İnsan, “âlemin meyvesi” olarak yaratılmıştır. Nasıl ki bir meyvenin çekirdeği, bütün bir ağacın programını, esaslarını ve âdetâ ruhunu içinde barındırır; insan da kâinat ağacının en son, en câmi’ (kapsamlı) meyvesi olarak, bütün âlemi idrak edecek, tartacak ve içine alacak bir “istidad genişliğine” sahiptir. Aklı kâinatı düşünür, hafızası âdetâ kâinatın bir arşividir, kalbi sonsuz bir muhabbete kabiliyetlidir. Bu, insanın donanımının (hardware) enginliğidir.

* “Ubûdiyet-i Külliyeye Müheyyâ” (Küllî/Bütüncül Kulluğa Hazırlanmış):
İnsanın “istidadı” bu kadar geniş olunca, ondan beklenen “faaliyet” de o nispette küllî, yani bütüncül ve cihan şümul olmalıdır. İnsan, sadece kendi namına değil, bütün varlıkların (mevcûdat) namına bir kulluk yapmak için “müheyya” kılınmıştır. Diğer varlıkların tesbihâtını, hamdlerini, kâinattaki nizamı ve sanatı idrak ederek, “Bütün bu varlıklar namına Sana şükrediyorum, Senin sanatını takdir ediyorum” diyebilen tek varlıktır. Bu, onun “müheyya” kılındığı, yani hazırlandığı ve donatıldığı aslî vazifesidir.

* “Hissiyâtça Kesrete ve Dünyaya Müptela” (Hisler Cihetiyle Çokluğa ve Dünyaya Düşkün): Bu, insanın imtihanıdır. İnsanın donanımı (istidadı) “Vahdet”e (Birliğe) ve “Bâkî” olana yönelmek için verilmişken; onun zahirî hisleri (göz, kulak, el, mide, hevesler) dünyaya, yani “Kesret”e (çokluğa) ve “fânî” olan şeylere bakar. Gözü güzel manzaralara, kulağı hoş seslere, nefsi lezzetlere “müptela”dır, yani tutkundur, düşkündür, bağımlıdır.

2. “Müheyya” ve “Müptela” Hallerinin Tahlili
Bu iki kelime, insanın derûnî (iç) potansiyeli ile zahirî (dış) meyli arasındaki çatışmayı tasvir eder.

A. “Müheyya” Olma Hali: İlâhî Donanım ve Fıtrî Gaye
“Müheyya” (هَيَّأَ fiilinden) kelimesi, “hazırlanmış, donatılmış, bir gayeye uygun hale getirilmiş, teçhiz edilmiş” manalarına gelir. Bu, insanın aslî fıtratıdır; Allah’ın onu yaratırken içine yerleştirdiği gayedir.
Verilen iktibaslar, insanın “ne için” müheyya kılındığını gösterir:
* İman, Marifet ve Muhabbet İçin (Hutbe-i Şamiye, 146):
> “Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”
>
Burada net bir ayrım vardır. Kalbin “bâtını” yani derûnî merkezi, çekirdeği, asıl gayesi; Allah’a iman etmek, O’nu tanımak (marifet) ve O’nu sevmektir (muhabbet). İnsanın aslı bu ulvî gayeler için “müheyya” kılınmıştır.

* Küllî Kulluk İçin (Sözler, 63 / Mektûbât, 209):
> “…istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp…”
>
İnsanın potansiyeli (istidadı), sadece şahsî değil, bütün kâinat namına yapılacak bir kulluk vazifesi için teçhiz edilmiştir.
* Ebedî Saadete ve Mürşid-i Rabbânî Olmaya (Sözler, 32):
> “Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa… akıl… sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.”
>
Akıl, doğru kullanılırsa, sahibini sonsuz saadete “hazırlayan” (müheyya eden) Rabbânî bir rehber olur. Yani akıl, bu yüksek gayeye ulaşmak için bir vasıta olarak “müheyya” edilmiştir.
* Ebedî İhsanlara ve Cennete (Sözler, 323):
> “…senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni… sana müheyyâ eden…”
>
İnsanın sadece kalbi ve ruhu değil, “cismânî hevesâtı” dahi ihmal edilmemiştir. Allah, insanın bütün derûnî ve zahirî latîfelerinin (ruh, kalp, sır, akıl) ve hatta cismanî arzularının tatmin edileceği Cenneti ve ebedî ihsanları onun için “müheyya” etmiştir (hazırlamıştır).

Netice-i Müheyya: “Müheyya” olma hali, insanın fabrikasyon ayarlarıdır. O, Vahdet’e, Bâkî’ye, marifete, muhabbete ve ebedî saadete ulaşmaya tam donanımlı ve hazır bir halde yaratılmıştır.

B. “Müptela” Olma Hali: Zahirî Düşkünlük ve İmtihan
“Müptela” (بَلاَء kökünden) kelimesi, “tutkun, düşkün, tiryaki olmuş, belâsını bulmuş, bir şeye aşırı derecede bağlanmış” demektir. Bu, insanın fıtratındaki aslî gayeden sapma halidir; donanımın yanlış kullanılma riskidir.
* Kesrete ve Dünyaya Müptela Olmak (Mektûbât, 209 / Sözler, 63):
> “Hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela…” / “…şuurca kesrete mübtelâ…”
>
İnsan, “müheyya” olduğu Vahdet’i (Allah’ın birliğini) unutup, “müptela” olduğu “kesret”e (varlıkların çokluğuna, sebeplere) takılır.
* Sebebi (Hutbe-i Şamiye, 146):
> “Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”
>
İnsanın “müheyya” olduğu aslî gaye kalbin bâtınında (derûnî merkezinde) iken, kalbin zahiri (dış yüzü, dünyaya bakan ciheti) ve hissiyâtı, “sair şeylere” yani dünyevî işlere, lezzetlere ve sebeplere bakmak için hazırlanmıştır. İmtihan da buradadır: İnsan, kalbinin zahirini ve hissiyâtını, bâtındaki aslî gayenin “hizmetkârı” mı yapacak, yoksa o zahirî şeylere “müptela” olup aslî gayeyi mi unutacak?
Misal: Göz, Allah’ın sanatını (marifet) görmek için “müheyya” kılınmıştır (aslî gaye). Ancak aynı göz, fânî güzelliklere bakmaya da “müheyya”dır (zahiri faaliyet). Eğer göz, fânî güzelliklere “müptela” olur ve onlarda takılıp kalırsa, aslî gayesini unutur.

3. İki Halin Neticesi: Rehber İhtiyacı
İşte ilk iktibastaki (Mektûbât, 209) hikmet burada ortaya çıkar:
İnsan;
* Potansiyel olarak: Ebediyet için (Ubûdiyet-i Külliyeye Müheyyâ)
* Fiilî olarak: Fânîliğe (Kesrete ve Dünyaya Müptela)
yaratılmıştır.
Bu müthiş zıtlık ve çatışma, insanın kendi başına yolunu bulamayacağını gösterir. Bir “rehbere” muhtaçtır. Bu rehberin vazifesi, insanın yüzünü “müptela” olduğu fânî kesretten, “müheyya” kılındığı Bâkî Vahdet’e çevirmektir.
Bu vazifeyi de “en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette” yapan, Kur’ân vâsıtasıyla Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

YAPAY ZEKA İLE NURLU HAKİKATLER

image_pdfimage_print

YAPAY ZEKA İLE NURLU HAKİKATLER

1-SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

2-SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

3-SÖZLER’DEN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

4-LEM’ALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

5-KUR’AN-IN KIRK VECHİ İ’CAZI

6-DECCAL VE SÜFYAN

7-SÜNUHAT’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

8-ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

9-A H İ R E T A H V A L İ – HÜLASASI

10-MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

11-RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA ŞİRK MEFHUMUNUN TAHLİLİ

12-BEDİÜZZAMANDAN KESİTLER

13-BEDİÜZZAMAN VE RİSÂLE-İ NUR -2-

14-Bediüzzaman Said Nursi’nin Asarı Bediiyye adlı eseri ve Külliyatında KÜRTLER -2-

15-RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR- 2 –

16-RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

image_pdfimage_print

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.” Mektûbât. 209

*”Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”Hutbe-i Şamiye.146.

*”Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.” Sözler.32.
*”Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”Sözler.63.
“Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.”sözler.323.

*******

🔹 1. “Müheyyâ” kelimesi
Lügat mânâsı:
Arapça “هَيَّأَ / heyye’e” kökünden gelir.
Mânâsı: Hazırlamak, uygun hâle getirmek, istidat kazandırmak, liyakatli kılmak.
Yani “müheyyâ” demek;
“Hazır, kabiliyetli, yaratılışça uygun, Allah tarafından istidatça donatılmış” demektir.

Risale-i Nur’da kullanılışı ve mânâ dairesi:
“Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ”
İnsan, bütün kâinatın ibadetini temsil edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır.
Yani bütün esmâya ayna olacak istidatlara hazırlanmıştır.
İnsan sadece secde eden bir varlık değil; düşünen, hisseden, hayran olan, ağlayan, anlayan, nazar eden bir “Cem’iyyet-i ubûdiyet” taşıyor.
İşte bu yüzden “ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ”dır; yani bütün ibadet nevilerini yapmaya istidatlıdır.

“Saadet-i ebediyeye müheyyâ eden mürşid-i Rabbânî”
Akıl, eğer Allah hesabına kullanılırsa, insanı ebedî saadete hazırlayan bir anahtar olur.
Yani insanın aklı o hedefe uygun tarzda hazırlanmıştır.

“Cenneti sana müheyyâ eden Rahman-ı Rahîm”
Yani insanın kalbî, ruhî, cismanî arzularına cevap verecek bir âlemi önceden senin için hazırlamıştır.
Müheyyâ burada hem insanın istidadı hem de Allah’ın hazırladığı nimeti anlatır.

“Kalbin zahirini sair şeylere müheyyâ etmiştir.”
Yani kalbin dış yüzünü, dünyevî ilgilere, fânî alâkalara meyilli şekilde yaratmıştır.
Fakat bâtınını iman, mârifet ve muhabbet için yaratmıştır.
Bu, insanın iki yönlü bir müheyyâ oluşunu gösterir:
Zâhir: dünyevî idraklere,
Bâtın: İlâhî tefekküre hazırlanmıştır.

🔹 2. “Müptelâ” kelimesi
Lügat mânâsı:
Arapça “ابتلى / ibtelâ” kökünden gelir.
Mânâsı: Bela, imtihan, tutkuyla bağlanmak, alışkanlıkla meyletmek.
Buradaki açıdan:
“Hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ” — yani insan, his itibariyle çokluk âlemine, duyuların cazibesine meyilli, bağımlı, mübtelâ yaratılmıştır.

🔹 3. “Vüs’at-i istidad” ile bağlantı
“Vüs’at” genişlik, geniş kabiliyet demektir.
“Vüs’at-i istidat” ise insanın kabiliyetlerinin genişliği, yani her şeye yönelme ve her şeyi anlayabilme potansiyelidir.
Bu genişlik iki yöne de açılabilir:
Eğer nefsin ve hissiyatın tesirine girerse: kesrete müptelâ olur.
(Yani her şeye dağılır, fanide boğulur.)
Eğer vahdete, marifete yönelirse: ubûdiyet-i külliyeye yükselir.
(Yani Allah’a döner, bütün mahlukat hesabına şükreder.)

🔹 4. Mektubat’taki cümle bağlamında:
“Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan…”
Burada üç temel çizgi vardır:
Vüs’at-i istidad:
İnsan, küçük bir kâinat gibidir; her şey onda numune olarak vardır.
Bu yüzden bütün esmâ tecellîlerini idrak etmeye müsaittir.
Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ:
Bu kabiliyet, Allah’a küllî manada kulluk edebilmek içindir.
İnsan, “bütün mahlûkatın diliyle” ibadet edebilir — bu, Hazırlanmış bir istidattır.
Hissiyâtça kesrete müptelâ:
Fakat aynı insanın duyguları çokluk âlemine, zevke, dünyaya, hisse meyillidir.
Bu da imtihanın sebebidir.

🔹 5. “Müheyyâ” olmanın hikmeti:
Risale-i Nur’un tefekkür çizgisine göre “müheyyâ” olmak iki manayı birlikte taşır:
İlâhî hazırlık:
Allah, insanın mahiyetini, büyük bir vazife için hazırlamıştır.
Bu, yaratılış gayesidir.
(Meselâ aklı marifete, kalbi muhabbet ve ibadete müheyyâ etmiştir.)
İstidad yönlendirmesi:
O kabiliyetlerin nereye sarf edileceği insana bırakılmıştır.
Eğer bu istidatlar, fâni şeylere yönelirse: “müptelâlık” olur.
Eğer Bâkî Zât’a yönelirse: “küllî ubûdiyet” olur.

🔹 6. İki yönlü insan yapısı
İnsan yönü / Müheyyâ olduğu alan / Meyli / İmtihanı
Kalbin bâtını / İman, mârifet, muhabbet / Hakikate yönelme /
Kalbin zâhiri /Dünyevî ilgiler / Dikkati dağılma, kesrete meyil
Akıl / Marifetullah’a anahtar
Eğer nefse çalışırsa, vesvese olur.
Hissiyat /Şefkat, merhamet, muhabbet
Aşırı hisle fanide boğulma
Ruh / Ebediyete meyilli
Fânide huzur ararsa ıstırap çeker

🔹 7. Sonuç – Derûnî Mana:
İnsan öyle bir varlıktır ki;
İstidatça bütün kâinatı kuşatacak kadar geniş,
Ubûdiyetçe bütün mahlûkat adına secdeye ehil,
Fakat hissiyatça dünyaya ve kesrete müptelâdır.
Bu hâl, imtihanın sırrıdır.
İşte bu yüzden Allah, o insana bir “rehber” (yani Peygamber ve Kur’an) gönderir ki,
müptelâ olunan kesretten, müheyyâ olunan vahdete yönelsin.

🔹 8. Kısaca:
Kelime Manası / Risale-i Nur’da tecellisi Vüs’at-i istidad / Geniş kabiliyet, bütün esmâya ayna olabilme
“Meyve-i âlem olan insan”
Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ
Bütün ibadet nevilerine ehil
“Küllî ubûdiyet” kabiliyeti
Hissiyâtça kesrete müptelâ / His yönünden faniliğe, çokluğa düşkün
“İmtihanın sebebi, rehbere ihtiyaç”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 29th, 2025

İLİMDE USÛL

image_pdfimage_print

İLİMDE USÛL

🌿 1. İlim ve Usûl-i İlim Nedir?
İlim (العلم)
İlim, “bir şeyi hakikati üzere bilmek” demektir. Yani eşyanın, hadiselerin, hükümlerin ve manaların nasıl olduğunu, neye dayandığını bilmektir.
Kur’ân, “اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُا”
“Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler korkar.”
(Fâtır, 35/28 )
buyurarak, ilmi, takvâ ve marifetle doğrudan irtibatlandırır.

Usûl (الأصول)
Usûl kelimesi, “asıl, temel, kök, dayanak” mânâsındadır.
Usûl ilmi, herhangi bir ilmin nasıl öğrenileceğini, delillerinin nasıl değerlendirileceğini, hükümlerin nasıl çıkarılacağını gösteren disiplindir.
Yani usûl, ilme giden yolun ilmidir.

🌿 2. Hadis, Tefsir, Fıkıh ve Kelâm İlimleri
İlmin Adı / Konusu / Gayesi /Dayanağı /Hadis :Resûlullah’ın (asm) söz, fiil, takrir ve sıfatları
Sünneti tespit ve muhafaza
Rivayet ve sened
Tefsir: Kur’ân’ın mânâsıİlâhî maksadı anlamak
Kur’ân, Sünnet, Arap dili
Fıkıh :Şer’î amellerin hükümleri
Allah’ın emir ve nehiylerini bilmek
Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas
Kelâm :İnanç esasları (itikad)
Allah’a iman ve tevhidi aklen isbat
Akıl ve nakil

🌿 3. Usûlü’l-Hadis, Usûlü’t-Tefsir, Usûlü’l-Fıkıh, Usûlü’l-Kelâm Nedir?
Bu dört usûl, ilmin metodolojisidir. Yani o ilmi nasıl anlayacağımızı, delili nasıl tartacağımızı, sahih ile zayıfı nasıl ayıracağımızı öğretir.

🔹 Usûlü’l-Hadis
• Rivayetlerin sahih, hasen, zayıf, mevzû oluşunu belirler.
• Sened (raviler zinciri) ve metin (lafız) tenkidini öğretir.
• Yani “hadis doğru mudur?” sorusuna cevap verir.
Olmasa, din adına birçok zayıf ve uydurma söz “hadis” diye dolaşırdı; dinin temelleri karışırdı.
🔹 Usûlü’t-Tefsir

• Kur’ân’ın lafız, siyak-sibak (öncesi-sonrası), nüzul sebebi, mekkî-medenî gibi yönlerini inceler.
• Nasıl tefsir edilir, hangi kaynakla yorum yapılır, ne kadar ictihad câizdir gibi sorulara cevap verir.
Olmasa, Kur’ân herkesin kendi anlayışına göre yorumladığı bir kitap hâline gelirdi.
“Kur’an bana göre şöyle der” sözü, dinin birliğini zedelerdi.

🔹 Usûlü’l-Fıkıh

• Hüküm çıkarma (istinbat) metodunu öğretir.
• Delillerin hiyerarşisini (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) belirler.
• Lafızların mânâlarını, emir-nehiy, umum-husus, nasih-mensuh gibi kuralları açıklar.
Olmasa, herkes kendi zevkine göre hüküm çıkarır, “bana göre helâldir” derdi.
Bu da dinde anarşi doğururdu.

🔹 Usûlü’l-Kelâm

• İtikadî meselelerde delil ve istidlal yöntemini belirler.
• Akıl ile nakli nasıl uzlaştıracağını, Allah’ın sıfatlarını nasıl anlayacağını öğretir.
Olmasa, iman meselelerinde “yanlış inançlar (dogmalar)” yayılır,
sahih akide zayıflar, bid‘at fırkalar çoğalırdı.

🌿 4. Usûl İlmi Neden Ortaya Çıktı?

Başlangıçta, sahabe devrinde usûl ilmine ayrı bir ihtiyaç yoktu. Çünkü onlar:
• Kur’ân’ı nüzul bağlamında biliyorlardı,
• Hadisi doğrudan Resûlullah’tan işitiyorlardı,
• Arap dili ve kültürü içinde yaşıyorlardı.
Fakat:
• İslâm coğrafyası genişleyince,
• Arap olmayan kavimler Müslüman olunca,
• Mezhepler, fırkalar, yanlış anlayışlar ortaya çıkınca,
• İlimlerin dallanıp budaklanmasıyla birlikte,
Usûl ilimleri zaruret hâlini aldı.
Yani usûl ilimleri, İslâm ilimlerinin korunması için bir zırh ve mihenk olarak doğdu.

🌿 5. Olmasıyla Olmaması Arasındaki Fark

Durum / Sonuç /
Usûl varsa :İlim sağlam, delil geçerli, hüküm isabetlidir. Din korunur.
Usûl yoksa : Kişisel yorumlar, bid‘atler, zayıf rivayetler, yanlış tefsirler artar.
Din bozulur.
Usûl, ilimde adalet terazisidir.
Delilsiz söz, usûlsüz görüş, ölçüsüz hüküm “zulüm” olur.

🌿 6. Hasılı :

Usûlsüz vukuf, vukufsuz usûl gibidir; her ikisi de hatadır.
Yani usûl bilmeden ilim iddiası, temelsiz bina gibidir.
Usûl, ilmin mizânı ve istikametidir.

🌿 7. Sonuç (Hikmetli Bir Özet)

• İlim, hakikatin bilgisidir.
• Usûl, o hakikate giden doğru yoldur.
• Usûlsüz ilim, ışığı olmayan göz gibidir.
• İlmin usûlü, dinin korunması, düşüncenin selâmeti ve ümmetin birliği için zaruridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

KISKAÇ: İhanetin Kökü ve Milletin Direnişi

image_pdfimage_print

KISKAÇ: İhanetin Kökü ve Milletin Direnişi

Üst düzey bir Türk yetkili meslektaşı Abd’liye sorar;
Sizler devletine ihanet eden hainleri ne yapıyorsunuz?
Cevap nettir;
Bizden olursa öldürüyoruz, başkaları olursa besliyoruz.

Osmanlıda ecdad farklı ırk ve dinden insanla, insan gibi yaşadı.
Tek tük arızalar olsa, hain bulunsa da…
Son yüz ve yüz elli yılda olan kadar olmadı.
İçimizdeki azınlıkların Rum, ermeni,yunan, Yahudi,Hristiyan ve kripto azınlıklar.
Ayrı baş çekince, başlık teklif edilince bir kısmı ya kafa tutmaya veya ihanet etmeye başladı.
Bu milleti ve devleti kıskacı altına almaya ve azınlık hakimiyeti kurmaya başladılar.
Elbette sözüm hepsi için değil, ihanete ortak olanlar için.
Mileli sadıka yani sadık millet olan bir kısım ermeni ihanete ortak oldu ve hatta ortaya Pkk çıktı.
500 yıl önce İspanyadan kovulan yahudilere kucak açtık, kucağımıza pisledi.
Selanikten gelenler Türkiye’nin kaymağını yemeye başladı.
Rumlar İstanbul ve izmirin en güzel yerlerine yerleşti.
Vs…vs….
Oysa bu insanlar kendi devletlerinden görmedikleri rahatlıkları bizde gördüler.
Ticaretleriyle ve ibadetleriyle….
1453 fethinde Bizans saflarında yer alan Lukas Notaras’ın söylediği meşhur sözde; “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim” diyordu.
Ne oldu da böyle oldu?
Bu hale geldi?
İhanet edip, ihanete ortak olundu?
Hala da devam ediyor.
Ahtapot gibi.
Bir ur.
Adeta kanser hücresi gibi…

**********

Tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı, adalet terazisini elinde tutarken, farklı ırk ve dinlerden 77 milleti bir arada yaşatmayı başarmıştı. Çünkü o nizâm, “insan”ı, yaratılmışların en şereflisi olarak görürdü. Gayrimüslimiyle, Türk’üyle, Arnavut’u, Kürt’ü, Boşnak’ı, Ermeni’siyle; herkes bu adalet çadırının gölgesinde nefes alırdı.
Ne zaman ki adalet terazisi dış tesirlerle sarsıldı, işte o vakit “kıskaç” yavaş yavaş kapanmaya başladı.
Sadıktan Hain Doğanlar
Osmanlı’da “Millet-i Sâdıka” diye bilinen bazı topluluklar, bir vakit sonra “millet-i hâin” sıfatını aldı. Oysa ki onların dedeleri, Osmanlı’nın sinesinde huzur bulmuş, malı, ırzı, ibadeti emin kalmıştı.
Ne zaman ki dış güçlerin eli içeriden uzandı, o vakit ihanet tohumu serpildi.
Bir vakit dost görünen azınlıklar, menfaat uğruna silahını efendisine çevirdi. Bu ihanet, yalnız bir kurşun değil; milletin kalbine saplanan bir hançerdi.
Neyzen Tevfik’in dediği gibi:
“Geldikleri gibi gitmediler;
kimi itini bıraktı, kimi bitini,
kimi de piçini bıraktı!..
Yoksa bu kadar şerefsizin bizden olması mümkün değil!”
Bu mısralar bir öfkenin değil, bir hakikatin çığlığıdır.
Çünkü ihanet, kanla değil, karakterle bulaşır.
Ve bu karaktersizlik, yüzyıllar boyu sürmüş bir virüs gibi, bünyemize sızmıştır.
Kıskaç Daralıyor
Bugün de aynı senaryolar, yalnız sahnesi değişmiş şekilde oynanıyor.
Kimi medya eliyle, kimi ekonomi, kimi kültür, kimi inanç üzerinden…
Milletin damarlarına sızan bu “ur”, bünyeyi içten içe kemiriyor.
Her ihanetten sonra millet biraz daha uyanıyor, biraz daha silkeleniyor;
ama düşman da her defasında, yeni bir yüzle, yeni bir isimle çıkıyor karşımıza.
Tarihte Roma çöktü, çünkü içten çürüdü.
Endülüs yıkıldı, çünkü kardeş kavgasına düşürüldü.
Osmanlı zayıfladı, çünkü kıskaç içeriden kapatıldı.
Bugün de o kıskaç aynı.
Yalnız eller değişti, niyet değişmedi.
İhanetin Bedeli, Sadakatin Şerefi
Bu milletin evlatları, ecdadının mirası olan sadakati yeniden diriltmek zorundadır.
İhanet edenin ırkı, dini, rengi değil; kalbinde neyi taşıdığı önemlidir.
Bir kimse bu devlete ve millete ihanet ediyorsa, o kimliğini kaybetmiş demektir.
Bir başkası, bu milletin derdiyle dertleniyorsa, o bizdendir.
Çünkü sadakat, kanla değil, imanla taşınır.
Bu milletin bekası, işte o sadakat zincirine bağlıdır.
Ahtapotun Kolları
Evet, ihanet bir ahtapot gibi.
Bir kolu siyasette, bir kolu medyada, bir kolu ekonomide, bir kolu inançta…
Ama unuttukları bir şey var:
Ahtapotun kolları çoktur ama kalbi yoktur.
Bizimse bir tek kalbimiz var; o da imanla, sadakatle, vatan sevgisiyle atar.
Son Söz
Osmanlı yıkıldı, ama onun maneviyatı hâlâ yaşıyor.
Ecdadın duası, bu milletin damarlarında dolaşmaya devam ediyor.
Kıskaç kapanabilir, ama imanın ve sadakatin eli, o kıskacı kıracak kudrettedir.
Bu millet nice ihanetler gördü, nice darbeler, nice entrikalar…
Ama her defasında küllerinden doğdu.
Çünkü bu milletin mayasında sadakat, sabır ve iman vardır.
Ve unutulmasın:
“İhanetin en büyüğü, sadakate ihanet etmektir.”
Özet:
Bu makale, Osmanlı’dan günümüze kadar süregelen ihanetlerin tarihî ve içtimaî köklerini ele alır.
Osmanlı’nın farklı milletleri adalet içinde yaşattığı, ancak son yüzyılda içeriden gelen ihanetlerin devleti zayıflattığı vurgulanır.
Neyzen Tevfik’in sözleri üzerinden, bugünkü sosyal ve siyasî yapıya ibretle bakılır.
Makale, “kıskaç” metaforu üzerinden; ihanetin bir ur gibi yayıldığını, fakat sadakatin bu milleti ayakta tuttuğunu anlatır.
Sonuçta şu hakikat öne çıkar:
İhanet süreklidir ama sadakat ebedîdir.
Ve bu milletin bekası, o ebedî sadakate bağlıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

image_pdfimage_print

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

Bismillâhirrahmânirrahîm.
İslâm tarihinde “Sahabi” (çoğulu Sahâbe veya Ashâb), Hazret-i Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) mü’min olarak gören ve mü’min olarak vefat eden kimselere verilen isimdir. Hepsi birbirinden kıymetli olmakla beraber, bazıları yaptıkları hizmetler, İslâm’a giriş öncelikleri veya bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından nâil oldukları hususi iltifatlar ile öne çıkmışlardır.

1. Cennetle Müjdelenen Sahabiler (Aşere-i Mübeşşere)
“Aşere-i Mübeşşere” tabiri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından, henüz hayatta iken isimleri tek bir hadis-i şerifte zikredilerek Cennet’e girecekleri müjdelenen on büyük sahabiyi ifade eder.
Bu on mübarek zat şunlardır:

• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Cennetle Müjdelenen On Sahabi (Aşere-i Mübeşşere):
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Bu kutlu serimizin ilk misafiri, bu listenin zirvesinde yer alan, Peygamberimizin en sevdiği dostu, “Sıddîk” lakabıyla şereflenen Hz. Ebû Bekir (r.a.) olacaktır.

Sadakatin Zirvesi: Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
1. Mekke’nin Saygın Taciri: “Atîk”
Güneşin kavurduğu Mekke topraklarında, Kureyş’in Teymoğulları kabilesinden soylu bir tüccar yaşardı. Asıl adı Abdullah bin Ebî Kuhâfe idi. İnsanlar onu güler yüzü, yumuşak huylu, dürüst ve cömert karakteri sebebiyle çok severdi. O, cahiliye döneminin karanlık adetlerine hiç bulaşmamıştı. Ne ömründe bir puta tapmış, ne de ağzına bir damla içki koymuştu. Yüzü o kadar nurlu ve güzeldi ki, ona “ateşten azad edilmiş, kurtulmuş” manasına gelen “Atîk” derlerdi.
Bu saygın tüccar, Mekke’nin en sevilen gençlerinden biri olan Hz. Muhammed (s.a.v.) ile derin bir dostluk kurmuştu. Onlar, henüz peygamberlik gelmeden önce bile birbirlerinin en yakın sırdaşı, en samimi arkadaşıydılar. Birlikte ticaret yapar, uzun sohbetlere dalarlardı. Aralarındaki bu bağ, alemlere rahmet olacak o büyük vazifeden sonra, tarihin en büyük sadakat bağına dönüşecekti.

2. Tereddütsüz İman: “Sıddîk” Lakabı
Bir gün, en yakın dostu Hz. Muhammed (s.a.v.), Hira Dağı’ndan ilahî bir nurla döndü. “Ben Allah’ın elçisiyim!” dedi. O günlerde Mekke’de bu sözü söylemek, en büyük tehlikeleri göze almak demekti.
Hz. Ebû Bekir, bu daveti duyar duymaz, bir an bile tereddüt etmedi. Ne bir delil istedi, ne de “Bir düşüneyim” dedi. Dostunun mübarek yüzüne baktı ve “Eğer o söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” diyerek iman etti. O, hür erkekler arasında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk iman eden kişi oldu.
Onun bu sarsılmaz bağlılığı, en büyük imtihanla zirveye ulaştı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mescid-i Aksâ’ya ve oradan da göklerin ötesine yükseldiği “İsrâ ve Miraç” mucizesini yaşadığı gecenin sabahıydı. Mekke müşrikleri alay ederek haberi Hz. Ebû Bekir’e koştular: “Senin arkadaşın, bir gecede Kudüs’e gidip göklere çıktığını iddia ediyor. Buna da inanacak mısın?”
Hz. Ebû Bekir’in cevabı, tarihe altın harflerle yazılacaktı: “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, doğrudur! Ben O’nun sabahtan akşama gökten haber aldığına (vahye) inanıyorum da, bir gecede Kudüs’e gidip gelmesine mi inanmayacağım?”
Bu tereddütsüz teslimiyeti üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ona “çok sadık, hep doğrulayan” manasına gelen “es-Sıddîk” lakabını verdi.

3. Fedakârlık ve Hicret: “Üzülme, Allah Bizimledir!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), sadece diliyle değil, malıyla ve canıyla da İslam’a hizmet etti. Zengin bir tüccardı. Bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmedi. Müşriklerin ağır işkenceleri altında inleyen köle müminleri satın alıp azad etti. Bunların en meşhuru, “Ehad! Ehad!” (Allah birdir!) diyen Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.) idi.
İşkenceler dayanılmaz hale geldiğinde, Allah Teâlâ müminlere Medine’ye hicret etme izni verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hicret için Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) seçti. Bu, “can yoldaşlığı” idi.
Müşrikler peşlerindeyken, izlerini kaybettirmek için Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya sığındılar. Tam üç gün orada kaldılar. Bir ara, peşlerindekiler mağaranın ağzına kadar geldiler. O anda Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bir zarar gelecek diye çok endişelendi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sevgili dostunun kalbini yatıştırmak için o meşhur sözünü söyledi: “Üzülme, Allah bizimledir.” Bu an, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ölümsüzleştirilmiştir:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağaradaydılar. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Tevbe Suresi, 40. Ayet )
Bu mağarada yaşanan bir başka menkıbede ise, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.), mağaradaki bir deliği, içeriden bir şey çıkıp Efendimiz’e (s.a.v.) zarar vermesin diye ayağıyla tıkadığı, oradan çıkan bir yılanın (veya akrebin) onu ısırdığı, ancak o acıya rağmen sırf Peygamberimiz (s.a.v.) uyanmasın diye sesini çıkarmadığı rivayet edilir.

4. Medine’nin Sütunu ve İlk Halife
Medine’de yeni bir devlet kuruluyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni devletin hem maddi hem de manevi direğiydi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve diğer bütün savaşlarda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından bir an bile ayrılmadı. Tebük Seferi için ordunun donatılması gerektiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yardım istedi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmiş, “Bugün Ebû Bekir’i geçeceğim” diye düşünmüştü. Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.) evindeki her şeyi, ne var ne yoksa hepsini getirip ortaya koydu. Efendimiz (s.a.v.) ona sordu: “Ey Ebâ Bekir, ailene ne bıraktın?”
Cevabı yine sadakatinin ispatıydı: “Onlara Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım!”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde, Medine’yi büyük bir keder ve şaşkınlık kaplamıştı. Hz. Ömer (r.a.) bile kılıcını çekmiş, “Kim Muhammed öldü derse, başını uçururum!” diyordu.
İşte o an, metanetini koruyan tek kişi Hz. Ebû Bekir’di (r.a.). Mescid’e girdi, mübarek naaşın üzerini açıp Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) alnından öptü ve ağlayarak dedi ki: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Hayatın da güzeldi, ölümün de güzel…”
Sonra dışarı çıkıp o tarihi konuşmasını yaptı:
“Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür. Ama kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah Hayy’dır (diridir) ve asla ölmez!”
Bu sözler, dağılmak üzere olan toplumu bir araya getirdi. Müslümanlar onu ilk halife olarak seçtiler.

5. Kargaşayı Bitiren Kararlılık ve En Büyük Miras
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halifelik dönemi (yaklaşık 2 yıl 3 ay) çok kısa sürdü ama İslam tarihinin en kritik dönemlerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatını fırsat bilen bazı kabileler devlete isyan ettiler, “Namazı kılarız ama zekâtı vermeyiz” dediler veya yalancı peygamberler ortaya çıktı.
Bu duruma “Ridde” (dinden dönme) olayları denir. Hz. Ömer (r.a.) bile bu isyancılara karşı daha yumuşak davranılmasını telkin ederken, Hz. Ebû Bekir (r.a.) o yumuşak huylu karakterinin altında yatan çelik gibi bir iradeyi gösterdi:
“Vallahi! Resûlullah’a verdikleri bir yuları (deve ipini) bile benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!”
Bu kararlılığı sayesinde İslam devleti parçalanmaktan kurtuldu.
Onun en büyük hizmeti ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i toplaması (cem etmesi) idi. Yemâme Savaşı’nda birçok hafız (Kur’an’ı ezbere bilen) sahabi şehit düşünce, Hz. Ömer (r.a.) endişelendi ve Kur’an’ın kaybolabileceği tehlikesine karşı Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) başvurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu iş için vahiy kâtibi Zeyd bin Sâbit’i (r.a.) görevlendirdi. Dağınık haldeki Kur’an sayfaları titiz bir çalışmayla toplandı ve iki kapak arasında bir “Mushaf” haline getirildi. Bugün okuduğumuz Kur’an’ı, ilk halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) borçluyuz.

6. Vefatı ve Sevgiliye Kavuşma
İki yılı aşkın halifeliğinin ardından hastalandı. Vefat edeceğini anlayınca, yerine Hz. Ömer’in (r.a.) geçmesini vasiyet etti. Müslümanlara son kez seslendi: “Ey insanlar! Size Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…”
Hicret’in 13. yılında, 63 yaşında, tıpkı en sevgili dostu Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi 63 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, en sevdiği dostunun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanına, O’nun omuz hizasına defnedildi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Eğer dünyada bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i edinirdim” dediği; peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı kabul edilen, sadakati, cömertliği ve tereddütsüz imanıyla İslam’ın ilk ve en sağlam sütunlarından biri olan mübarek bir sahabiydi.

************

• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Hakkın Kılıcı, Adaletin Timsâli: Emîru’l-Mü’minîn Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, Kureyş’in soylu kabilelerinden Adiyyoğulları arasında, heybetiyle ve celâdetiyle nam salmış bir adam yaşardı. Bu adam, Ömer bin Hattâb idi. Uzun boyu, güçlü yapısı ve keskin zekâsıyla insanlar arasında derhal fark edilir, sözü dinlenir, kararlarından çekinilirdi. Cahiliye devrinde dahi sahip olduğu şahsiyet, onun ileride cihan tarihine yön verecek bir lider olacağının sanki bir habercisiydi.
Ancak o vakitler, bu heybetli adamın kalbi, yeni filizlenen İslâm nuruna karşı katı idi. Müslümanlara karşı şiddetli bir muhalefet gösteriyor, onların sayısının artmasından büyük bir endişe duyuyordu.

Bölüm 1: Hidayet Kılıcı Keskinleştiriyor
Bir gün, Müslümanların kökünü kazımak gibi korkunç bir niyetle, kılıcını kuşanmış halde yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullah (r.a.) ile karşılaştı. Nuaym, onun bu hiddetli halini görünce sordu: “Nereye böyle yâ Ömer?”
Ömer, niyetini gizlemeden cevap verdi: “Atalarının dinini terk eden, toplumu bölen Muhammed’in (s.a.v.) işini bitirmeye gidiyorum!”
Nuaym, onu bu kararından vazgeçirmek için cüretkâr bir hamle yaptı: “Sen kendi ailene bak! Enişten Said bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma da o dine girdiler.”
Bu haberi duyan Hz. Ömer (r.a.), öfkesi iki kat artmış bir halde yönünü derhal kız kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden Kur’an okuyan bir ses duyuluyordu. Kapıyı şiddetle çaldı. İçeride, Habbâb bin Eret (r.a.) onlara Tâhâ Sûresi’ni talim ettiriyordu. Ömer’in sesini duyunca Habbâb (r.a.) saklandı, Fâtıma (r.a.) ise Kur’an sayfalarını (sahîfeleri) gizledi.
Ömer içeri girer girmez sordu: “O duyduğum ses neydi?”
“Aramızda konuştuğumuz sıradan sözlerdi” cevabını alsalar da tatmin olmadı. Eniştesinin üzerine yürüdü. Kız kardeşi Fâtıma (r.a.), eşini korumak için araya girince, Ömer’in şiddetli bir darbesiyle mübarek yüzü kan içinde kaldı.
İşte o an, bir mucize gerçekleşti. Kardeşinin yüzündeki kanı gören Ömer’in derûnî dünyasında bir sarsıntı oldu. Yaptığına pişman oldu, kalbi yumuşadı. Ama daha mühimi, kız kardeşinin o halde bile gösterdiği imânî metanetti:
“Evet yâ Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resûlü’ne iman ettik. Başımızı da kessen, bu dinden dönmeyiz!”
Bu sarsılmaz iman karşısında duraksayan Ömer, mahcup bir edayla dedi ki: “Getirin o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım.”
Kız kardeşi, “Sen müşriksin, temizlenmeden ona dokunamazsın” diyerek imanın izzetini gösterdi. Hz. Ömer (r.a.) kalkıp guslettikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri eline aldı. Okumaya başladı:
“Tâ-hâ. Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik…”
Ayetler devam ettikçe, Ömer’in kalbindeki buzlar çözüldü. Bu kelâmın bir beşer sözü olamayacağını idrak etti. “Ne kadar ulvî, ne kadar şerefli bir kelâm!” dedi.
Hemen sordu: “Resûlullah (s.a.v.) nerededir?”
Gizlendikleri Dâru’l-Erkâm’ı öğrendi. Kılıcı hâlâ belindeydi. Oraya doğru yürüdü. Sahabeler, Ömer’in geldiğini görünce endişelendiler, zira onun şiddetini biliyorlardı. Ancak Hz. Hamza (r.a.), “Bırakın gelsin. İyi niyetle geldiyse ne âlâ. Kötü niyetle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz” diyerek cesaretlerini topladı.
Kapı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), heybetle ayağa kalktı ve Ömer’in yakasından tutarak sarsdı: “Ne zamana kadar bu inadın sürecek yâ Ömer? Allah’ın sana da bir hidayet vermesinin vakti gelmedi mi?”
Hz. Ömer (r.a.), büyük bir teslimiyet ve edeple cevap verdi: “Yâ Resûlallah! Allah’a, Resûlü’ne ve onun getirdiklerine iman etmeye geldim.”
Bu sözler üzerine Dâru’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. O gün, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) duası kabul olmuştu: “Allah’ım! Bu dini iki Ömer’den (Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm/Ebû Cehil) biriyle aziz kıl!”

Bölüm 2: El-Fârûk: Hak ile Bâtılı Ayıran
Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olması, İslâm tarihinde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar gizli gizli ibadet eden Müslümanlar, onun katılımıyla büyük bir cesaret buldular.
İman ettikten sonraki ilk sözü şu oldu: “Yâ Resûlallah! Biz hak yolda değil miyiz? Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gidip imanımızı haykıracağız!”
Ve öyle de oldu. Müslümanlar, iki saf halinde, birinin başında Hz. Hamza (r.a.), diğerinin başında Hz. Ömer (r.a.) olduğu halde, cesaretle Kâbe’ye yürüdüler ve orada alenen namaz kıldılar. Müşrikler, Ömer ve Hamza’nın heybeti karşısında seslerini çıkaramadılar.
İşte o gün, Resûlullah (s.a.v.) ona “el-Fârûk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını verdi.
Hicret vakti geldiğinde, Müslümanların çoğu Mekke’den gizlice ayrılırken, Fârûk Ömer (r.a.) yine farklılığını gösterdi. Kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’yi tavaf etti. Sonra orada toplanmış olan Kureyş ulularına meydan okudu:
“İşte ben de hicret ediyorum! Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimse bu meydan okumaya cevap vermeye cesaret edemedi. O, imanını ve hicretini böylece ilan ederek Medine’nin yolunu tuttu.

Bölüm 3: Halifelik ve Adaletin Cihan Şümul Saltanatı
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde onun en büyük yardımcısı oldu. Hz. Ebû Bekir’in vefatıyla birlikte, “Emîru’l-Mü’minîn” (Mü’minlerin Emiri) unvanıyla İslâm Devleti’nin ikinci halifesi oldu.
Onun 10 yıllık hilafet dönemi, fetihlerin ve daha da önemlisi, cihan şümul bir adaletin tesis edildiği altın bir çağ oldu. O, sadece insanlara değil, yönettiği topraklardaki her canlıya karşı kendini sorumlu hissederdi. Şu sözü, onun adalet ve mesuliyet anlayışının isbatıdır:
“Fırat kenarında bir kurt bir koyunu kapsa (çalsa), korkarım ki Allah onun hesabını Kıyamet günü Ömer’den sorar.”
Onun döneminde İslâm orduları; İran (Sasanî), Suriye, Filistin ve Mısır’ı fethetti. Ancak onun için fetih, toprak kazanmaktan ziyade, ilâhî adaleti o topraklara ulaştırmaktı.
Kudüs’ün fethi bunun en parlak misalidir. Şehir, kan dökülmeden teslim oldu. Patrik Sophronius, şehrin anahtarlarını sadece Halife’ye teslim edeceğini bildirdi. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den yola çıktı. Yanında sadece bir hizmetçisi ve bir deve vardı. Deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e yaklaştıklarında, sıra hizmetçisindeydi. Hizmetçisi deveye binmiş, Halife Ömer ise devenin yularını tutmuş, mütevazı ve yamalı elbisesiyle şehre yürüyordu.
Onu karşılayanlar, bu manzarayı görünce hayretler içinde kaldılar. Patrik, “İşte” dedi, “Kitaplarımızda yazan, bu şehri teslim alacak olan zatın vasıfları bunlardır. Şatafat değil, tevazu ve adalet.”
Hz. Ömer (r.a.), meşhur “Ömer Emannâmesi”ni yazarak, şehirdeki Hristiyanların canlarına, mallarına ve mabetlerine dokunulmayacağına dair teminat verdi.

Bölüm 4: Gecelerin Bekçisi, Yetimlerin Babası
Hz. Ömer (r.a.), gündüzleri devleti idare eder, geceleri ise tebdil-i kıyafet (kıyafet değiştirerek) Medine sokaklarında dolaşır, halkın halini bizzat nazar eder (gözlemlerdi).
Bir gece yine dolaşırken, bir çadırdan ağlayan çocuk sesleri duydu. Yaklaştı. Bir kadın, ateşin başındaki bir tencereyi karıştırıyor, ağlayan çocuklarını “Şimdi yemek pişecek, sabredin” diye avutuyordu.
Hz. Ömer (r.a.) selam verip sordu: “Bu çocuklar neden ağlar?”
Kadın, Halife’yi tanımadan dert yandı: “Açlıktan. Sabah yola çıktık, yiyeceğimiz bitti.”
Halife sordu: “Peki, tencerede ne var?”
Kadın acı acı cevap verdi: “Su ve çakıl taşları. Yemek pişiyor zannetsinler de ağlamayı bırakıp uykuya dalsınlar diye onları avutuyorum. Benim bu halimden haberi olmayan Halife Ömer ile hesabımızı Allah divanında göreceğiz!”
Bu sözleri duyan Fârûk Ömer (r.a.), sarsıldı. Ağlayarak oradan ayrıldı ve koşarak Beytü’l-Mal’e (devlet hazinesi) gitti. Sırtına bir çuval un, bir miktar yağ ve hurma yükledi. Hizmetçisi “Ben taşıyayım Efendim” dediyse de kabul etmedi:
“Kıyamet günü benim yükümü sen mi taşıyacaksın?”
Çuvalı sırtında o kadının çadırına getirdi. Kendi elleriyle ateşin başına geçti, yemeği pişirdi ve çocuklara yedirdi. Çocukların karnı doyup gülüşmeye başladıklarında, kadına bir miktar da erzak bıraktı ve dedi ki: “Sabah Halife’ye gel, hakkını al. Ömer’i orada bulacaksın.”
Sabah huzuruna gelen kadın, gece evine un taşıyan kişinin Halife’nin bizzat kendisi olduğunu anlayınca büyük bir mahcubiyet yaşadı.
Onun adaleti o kadar kesindi ki, Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümleri, henüz ayet nazil olmadan (inmeden) önce onun görüşü (nazar ve düşüncesi) istikametinde tecelli etmiştir. Bu duruma “Muvâfakat-ı Ömer” (Ömer’in [ilâhî iradeye] denk düşen görüşleri) denir.
Allah Teâlâ’nın şu emri, sanki onun hayatının bir tasviri gibidir:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide Sûresi, 5/8 )

Bölüm 5: Şehadetle Gelen Vuslat
Hz. Ömer (r.a.), hayatının sonlarına doğru hep şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Bana kendi yolunda şehit olmayı ve Resûlü’nün şehrinde (Medine’de) ölmeyi nasip et.”
Bu dua, Hicret’in 23. yılında, bir sabah namazında kabul oldu. Emîru’l-Mü’minîn, Mescid-i Nebevî’de sabah namazını kıldırmak için mihraba geçtiğinde, Ebû Lü’lüe adında bir köle tarafından zehirli bir hançerle saldırıya uğradı.
Ağır yaralıyken bile sorduğu ilk şey, “Beni vuran kimdir?” oldu. “Mecûsî bir köle” cevabını alınca, “Beni vuranın Müslüman bir kimse olmamasından dolayı Allah’a hamdolsun” diyerek Rabbine şükretti.
Vefat etmeden evvel, yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra (istişare heyeti) belirledi. Oğlu Abdullah’ı da çağırdı ve ondan son bir ricada bulundu:
“Hz. Aişe (r.a.) validemize git. ‘Ömer’in sana selamı var, iki arkadaşının (Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.)) yanına defnedilmek için izin istiyor’ de.”
Hz. Aişe (r.a.) validemiz, aslında orayı kendisi için ayırmıştı. Ancak Fârûk’un bu isteği karşısında gözyaşlarıyla şöyle dedi: “Vallahi, Ömer’i kendime tercih ederim.”
İzin haberi gelince, Hz. Ömer (r.a.) rahatladı. Ve bu büyük Halife, adaletin, tevazunun ve Allah korkusunun en büyük timsâli olarak ruhunu Rabbine teslim etti.
Hz. Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından henüz hayattayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biridir. O, kılıcını İslâm için çekmiş, kalbini İslâm’a açmış, adaletini tüm cihana yaymış ve hayatını İslâm uğruna şehadetle taçlandırmış bir iman kahramanıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**********

• Hz. Osman bin Affân (r.a.)

Hayâ ve Cömertlik Timsali: Hz. Osman bin Affân (r.a.)
Güneşin doğduğu mübarek şehir Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve zengin ailelerinden olan Ümeyyeoğulları (Benî Ümeyye) kabilesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Osman koydular. O, daha ilk gençlik yıllarından itibaren Mekke’nin diğer gençlerinden farklıydı. Ne putlara tapar ne de o dönemin kötü alışkanlıklarına bulaşırdı. Zengin bir tâcirdi ama kalbi temizdi. En belirgin vasfı ise, görenleri hayran bırakan derin “hayâ” duygusuydu. Öyle ki, insanlar onun bu nezaket ve utangaçlığından bahsederken, “Meleklerin bile hayâ ettiği adam” derlerdi.

İki Nur ile Aydınlanan Gönül
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) peygamberlik vazifesi verildiğinde, Mekke’de ilk Müslüman olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Hz. Osman’ın en yakın dostlarından biri, imanda ilklerin ilki olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Bir gün Hz. Ebû Bekir, bu nazik dostuna İslâm’ı anlattı. Hz. Osman’ın zaten hakikati arayan temiz kalbi, bu daveti duyar duymaz hemen ısındı. Vakit kaybetmeden Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna çıktı ve Kelime-i Şehâdet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Bu karar, onun için zorlu günlerin başlangıcı demekti. Kendi ailesi, özellikle amcası Hakem bin Ebi’l-Âs, ona Müslüman olduğu için eziyet etti. Ama Hz. Osman, imanından bir an bile taviz vermedi.
Resûlullah (s.a.v.), bu değerli sahabisine o kadar çok değer veriyordu ki, sevgili kızı Hz. Rugiyye (r.a.) ile onu evlendirdi. Artık Hz. Osman, sadece bir sahabi değil, aynı zamanda Peygamber Efendimizin damadıydı.
Hicretler ve “Zinnûreyn” (İki Nur Sahibi) Unvanı
Mekke’de müşriklerin zulmü dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müslümanların bir kısmına Habeşistan’a hicret etmeleri için izin verdi. Habeşistan’a giden bu ilk kafileye liderlik eden, Hz. Osman ve zevcesi Hz. Rugiyye idi. Peygamber Efendimiz onların arkasından, “Onlar, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’tan sonra Allah yolunda hicret eden ilk ailedir,” buyurmuştu.
Daha sonra Medine’ye hicret başladı. Hz. Osman da tüm servetini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti. Ancak Medine’de onu hüzünlü bir imtihan bekliyordu. Müslümanların kaderini belirleyecek Bedir Savaşı hazırlıkları yapılırken, zevcesi Hz. Rugiyye ağır hastalandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Osman’a Medine’de kalıp zevcesiyle ilgilenmesini emretti. Hz. Osman, bu emre itaat ederek Bedir’e katılamadı, ancak Resûlullah ona hem Bedir’e katılmış sevabını hem de ganimetten payını verdi. Ne var ki, zafer haberi Medine’ye ulaştığı gün, Hz. Rugiyye vefat etti.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ciğerparesi vefat etmişti ve Hz. Osman bu duruma çok üzülüyordu. Resûlullah (s.a.v.), hayâ timsali damadının bu üzüntüsünü ve onunla olan bağının kopmasını istemedi. Bir mucize olarak, diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü (r.a.) de Hz. Osman’a nikahladı.
İnsanlık tarihinde hiçbir kimseye nasip olmamış bir şeref! Bir peygamberin iki kızıyla evlenmek… Bu sebeple Hz. Osman’a, “Zinnûreyn” yani “İki Nur Sahibi” unvanı verildi.

Cenneti Satın Alan Cömertlik
Hz. Osman’ın hayâsı kadar meşhur olan diğer vasfı da cömertliğiydi. O, servetini Allah yolunda harcamak için bir an bile tereddüt etmezdi.
• Rûme Kuyusu: Medine’ye hicret edildiğinde Müslümanların içme suyu sıkıntısı vardı. Şehirdeki tek tatlı su kuyusu (Rûme Kuyusu) bir Yahudi’ye aitti ve suyunu fahiş fiyata satıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kim Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine sunarsa, ona cennette bir pınar vardır,” buyurdu. Bu müjdeyi duyan Hz. Osman, derhal kuyunun sahibine gitti. Sahibi tamamını satmak istemeyince, Hz. Osman kuyunun yarısını (suyu bir gün Yahudi, bir gün Hz. Osman alacak şekilde) çok yüksek bir meblağa satın aldı. Kendi gününde suyu tüm Müslümanlara bedava dağıttı. İnsanlar bedava suyu alınca, Yahudi diğer gün suyunu satamaz oldu ve mecburen kuyunun diğer yarısını da Hz. Osman’a sattı. Böylece Hz. Osman, bu kuyuyu Müslümanlara vakfederek cennetteki pınarın sahibi oldu.
• Tebük Seferi (Zorluk Ordusu): Müslümanlar Bizans’a karşı zorlu Tebük Seferi’ne hazırlanıyordu. Mevsim kurak, yol uzun, düşman çok güçlüydü. Orduya “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) denmişti. Resûlullah (s.a.v.) minbere çıkıp yardım istedi. Hz. Osman kalktı ve “Ya Resûlallah! Üzerindeki çuluna, semerine kadar yüz deveyi ben veriyorum,” dedi. Peygamberimiz biraz daha yardım istedi. Hz. Osman yine kalktı, “Yüz deve daha veriyorum,” dedi. Peygamberimiz tekrar yardım istedi. Hz. Osman bir kez daha kalktı, “Ya Resûlallah! Yüz deve daha veriyorum!” dedi. Bununla da kalmadı, ordunun tüm ihtiyacını karşılayacak bizzat bin dinar (altın) getirip Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kucağına döktü. Resûlullah (s.a.v.), o altınları mübarek elleriyle evirip çevirirken sevincinden şöyle buyurdu: “Bugünden sonra Osman’a yaptıklarının hiçbir zararı dokunmaz!”
• Mescid-i Nebevî’nin Genişletilmesi: Müslümanların sayısı artınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mescidin yanındaki arsayı kimin cennet karşılığında satın alıp bağışlayacağını sordu. Bu görevi de Hz. Osman (r.a.) üstlendi.
Bey’atü’r-Rıdvân ve Peygamberin Eli
Müslümanlar Hudeybiye’de umre için konakladıklarında, Resûlullah (s.a.v.) Mekkelilerle görüşmek üzere bir elçiye ihtiyaç duydu. Bu tehlikeli görev için Hz. Osman’ı seçti. Çünkü Hz. Osman, Mekke’de güçlü bir kabileye (Ümeyyeoğulları) mensuptu ve ona dokunamazlardı.
Hz. Osman Mekke’ye gitti ve görüşmeleri yaptı. Ancak dönüşü gecikti. Bu sırada “Osman öldürüldü!” diye bir haber yayıldı. Bu haberi duyan Resûlullah (s.a.v.) çok hiddetlendi ve “Osman’ın kanını dökmeden buradan ayrılmayacağız!” dedi. Bütün sahabeyi oradaki bir ağacın (Semûre ağacı) altına topladı ve onlardan “ölümüne biat” aldı. Sahabeler tek tek biat ettiler. Sıra Hz. Osman’a gelince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sol elini kaldırıp, “Bu benim yerine koydu ve onun adına biat etti.
Allah Teâlâ, bu biattan o kadar razı oldu ki, Kur’ân-ı Kerîm’de (Fetih Sûresi, 18. ayet) şöyle buyurdu: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur…” Bu sebeple bu biata “Bey’atü’r-Rıdvân” (Allah’ın Rızâsının Kazanıldığı Biat) denildi.
Hilâfeti ve Kur’ân-ı Kerîm’in Çoğaltılması
Hz. Ömer’in (r.a.) şehadetinden sonra, onun belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu), Hz. Osman’ı (r.a.) üçüncü halife olarak seçti.
Onun hilâfet dönemi (12 yıl), fetihlerin devam ettiği bir refah dönemi oldu. Kuzey Afrika’nın fethi tamamlandı, Kıbrıs adası fethedildi ve ilk İslâm donanması (deniz gücü) onun zamanında kuruldu.
Fakat Hz. Osman’ın halifeliğinin en büyük, en paha biçilmez hizmeti, şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i bir araya getirip çoğaltmasıdır. İslâm coğrafyası genişledikçe, farklı bölgelerde Kur’ân okuyuşlarında (kıraat) küçük farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu durumun gelecekte bir fitneye (anlaşmazlığa) yol açmasından endişe edildi.
Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan ve Hz. Hafsa’nın (r.a.) yanında bulunan ana Mushaf’ı (Mushaf-ı İmam) getirdi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında bir heyet kurdu. Bu ana Mushaf’ı esas alarak 6 veya 7 nüsha daha çoğalttırdı. Bu yeni nüshaları İslâm beldelerinin merkezlerine (Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Mısır gibi) gönderdi ve diğer tüm şahsî nüshaların yakılmasını emretti.
Bu muazzam hizmeti sayesinde, Kur’ân-ı Kerîm, indiği günkü saflığıyla, hiçbir harfi değişmeden tek bir metin olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bütün İslâm ümmeti, bu konuda Hz. Osman’a ebediyen minnettardır.

Şehâdeti: Sabır ve Teslimiyet Zirvesi
Hz. Osman, son derece yumuşak huylu (halîm), merhametli ve barışçıl bir idareciydi. Ancak hilâfetinin son yıllarında, İslâm devleti içindeki bazı art niyetli kişiler, onun bu yumuşaklığını kullanarak fitne ateşini yaktılar. Çeşitli eyaletlerden topladıkları asilerle Medine’ye gelip Halife’nin evini kuşattılar.
Hz. Osman (r.a.), 80 yaşını geçmiş mübarek bir ihtiyardı. Evinin etrafı sarıldığında, başta Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) olmak üzere birçok sahabi onu korumak için kılıçlarını çekti. Ancak Hz. Osman, “Benim yüzümden Medine sokaklarında bir damla Müslüman kanı dökülmesini istemem,” diyerek onların savaşmasına kesinlikle izin vermedi. O, fitnenin büyümemesi için kendini feda etmeyi seçti.
Kuşatma günlerce sürdü, evine su bile verilmedi. Şehit edilmeden bir gece önce rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gördü. Resûlullah (s.a.v.) ona, “Ey Osman! Bu akşam iftarı bizimle beraber açacaksın,” buyurdu.
Hz. Osman sabah uyandığında oruçluydu ve artık şehit olacağını biliyordu. Mushaf’ını açtı ve Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladı. O mübarek Cuma günü, asiler evine girdiler ve onu Kur’ân okurken şehit ettiler. Mübarek kanı, okumakta olduğu Mushaf’ın üzerine, Bakara Sûresi’ndeki “Allah, onlara karşı sana yetecektir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 137) ayetine damladı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) müjdelediği gibi cenneti kazanmış, meleklerin hayâ ettiği İki Nur Sahibi, cömertlik denizi, Kur’ân’ın koruyucusu ve fitneyi önlemek için canını feda eden sabır abidesi bir şehit olarak Rabbine kavuştu.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun hayâsından, cömertliğinden ve Kur’ân’a olan hizmetinden hisseler almaya muvaffak kılsın. O’ndan ve bütün sahabeden ebediyen razı olsun. Amin.

******************

• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)

Esedullah (Allah’ın Aslanı): Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
1. Kâbe’nin İçinde Doğan Nur
Her şey, peygamberliğin güneş gibi doğmasından yaklaşık on yıl önce, mukaddes şehir Mekke’de başladı. Bütün Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i Muazzama, o günlerde bile hürmet gören bir mekândı. İşte bu mübarek mekânın içinde, tarihte eşine az rastlanır bir hâdise yaşandı: Fâtıma binti Esed, doğum sancıları başladığında Kâbe’ye sığınmış ve orada bir erkek evlat dünyaya getirmişti.
Bu çocuk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Ali idi.
Hz. Ali (r.a.), gözlerini dünyaya açtığında, kendini adeta peygamberliğin kucağında buldu. O sıralar Mekke’de bir kıtlık baş göstermişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisini himaye eden vefakâr amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için, küçük Ali’yi kendi himayesine, kendi evine aldı.
Böylece Hz. Ali, çocukluğunu sıradan bir evde değil, vahyin ineceği, ahlâkın zirvesi olan Hâtemü’l-Enbiyâ’nın (s.a.v.) hanesinde geçirme şerefine erişti. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) dizinin dibinde büyüdü, O’nun eşsiz ahlâkıyla yoğruldu ve O’nun terbiyesinden geçti.

2. Genç Bir Mü’min ve Sarsılmaz Sadakat
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahiy gelip de “İkra!” (Oku!) emriyle peygamberlik vazifesi başladığında, Hz. Ali henüz on yaşlarında bir çocuktu. Bir gün, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) ve O’nun zevcesi Hz. Hatice’yi (r.anha) gizlice namaz kılarken gördü. Bu, daha önce hiç şahit olmadığı bir ibadetti. Hayretle sordu: “Bu nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’na Allah’ın birliğini (Tevhid) ve kendi peygamberliğini anlattı. Hz. Ali’nin temiz fıtratı bu daveti hemen kabul etti. Böylece o, çocuklar arasında İslam’ı ilk kabul eden, o nurlu kervana katılan ilk genç yiğit oldu.
Mekke’nin müşrikleri Müslümanlara eziyet ederken, o küçük yaşına rağmen Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı.
3. Hicret Gecesi’ndeki Fedakârlık
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâle gelmiş, müşrikler Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) öldürme kararı almışlardı. Hicret emri geldi. O gece, Resûlullah’ın (s.a.v.) evi katiller tarafından kuşatılmıştı.
İşte o an, sadakatin ve cesaretin en büyük imtihanlarından biri yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Bu gece benim yatağımda yat. Hırkamı üzerine ört. Korkma, sana hiçbir zarar gelmeyecektir.”
Hz. Ali (r.a.), bir an bile tereddüt etmedi. Ölümün kol gezdiği bir yatağa, sırf Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumak için, O’nun kılıç darbelerine hedef olmak pahasına yattı. Bu, O’nun canını Peygamber’in canına siper ettiğinin en büyük isbatıydı. Sabah olup da yatakta Hz. Ali’yi bulan müşrikler neye uğradıklarını şaşırdılar.
Hz. Ali, bu tehlikeli vazifeyi tamamladıktan sonra, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kendisine bıraktığı emanetleri Mekke’deki sahiplerine teslim etti ve o da Medine’ye hicret etti.

4. “Sen Benim Kardeşimsin”
Medine’de, Resûlullah (s.a.v.), Muhacirler (Mekke’den gelenler) ile Ensâr (Medineli yardımcılar) arasında bir “kardeşlik” (Muâhât) tesis etti. Herkes birbiriyle kardeş ilan edilirken, Hz. Ali bir kenarda kalmıştı. Üzülerek Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldi: “Ey Allah’ın Resûlü, herkesi kardeş yaptın, beni kimseyle kardeş yapmadın?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve o tarihî sözünü söyledi: “Sen, benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.”
Kısa bir süre sonra, bu kardeşlik bir bağ ile daha taçlandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), canından çok sevdiği kızı, “Cennet kadınlarının efendisi” Hz. Fâtıma’yı (r.anha), Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdi. Bu evlilikten, Peygamber neslini devam ettirecek olan “Cennet gençlerinin efendileri” Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) dünyaya geldi. Onların evi, zengin bir ev değildi; hurma lifinden bir yatakları vardı ama evleri maneviyat, takvâ ve sevgi ile doluydu.
5. “Zülfikâr”ın Sahibi, “Haydar-ı Kerrâr”
Hz. Ali (r.a.), sadece bir ilim adamı değil, aynı zamanda eşsiz bir kahramandı. Ona “Esedullah” (Allah’ın Aslanı) ve “Haydar-ı Kerrâr” (Döne döne saldıran yiğit) denirdi.
Bedir Savaşı’nda, henüz yirmili yaşlarındayken, müşriklerin en azılı savaşçılarıyla teke tek çarpıştı ve onları mağlup etti.
Uhud Savaşı’nda, Müslümanların zor anlar yaşadığı, Resûlullah’ın (s.a.v.) yaralandığı o dehşet anında, Peygamber’i korumak için kendi vücudunu siper eden bir avuç kahramandan biriydi. Aldığı sayısız kılıç ve mızrak yarasına rağmen bir an bile geri adım atmadı.
Hendek Savaşı’nda, koca bir ordunun geçmeye cesaret edemediği hendeği, Arap yarımadasının en kibirli ve en güçlü savaşçılarından Amr bin Abdivüdd, atıyla tek başına geçti ve “Karşıma çıkacak kimse yok mu?” diye meydan okudu. Herkesin çekindiği o anda, Hz. Ali (r.a.) ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona kendi kılıcı Zülfikâr’ı verdi ve başına sarığını sardı. İman, kibir karşısındaydı. Hz. Ali, bu azılı düşmanı mağlup ederek savaşın seyrini değiştirdi.
Hayber’in Fethi ise O’nun cesaretinin zirvesidir. Günlerdir fethedilemeyen, Yahudilerin en müstahkem kalesi Hayber için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) o meşhur müjdeyi verdi:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o, Allah’ı ve Resûlü’nü sever; Allah ve Resûlü de onu sever.”
Bütün sahabeler o gece, “Acaba bu şerefli kişi kim olacak?” diye heyecanla bekledi. Sabah olduğunda Resûlullah (s.a.v.) sordu: “Ali nerede?”
“Gözleri ağrıyor, ya Resûlallah” dediler.
Hz. Ali (r.a.) getirildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mübarek tükürüğünden O’nun ağrıyan gözlerine sürdü. Gözleri o an şifa buldu. Sancağı ona verdi ve Hayber’in fethi, “Allah’ın Aslanı”nın eliyle müyesser oldu.

6. “Ben İlmin Şehriyim, Ali de Onun Kapısıdır”
Hz. Ali (r.a.), sadece kılıcıyla değil, ilmi ve hikmetiyle de benzersizdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu vasfını şöyle övmüştü:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim isterse, kapıdan gelsin.”
O, “yaşayan Kur’an” idi. Ayetlerin nerede, ne zaman ve ne sebeple indiğini (nüzul sebebini) en iyi bilenlerdendi.
Özellikle adalet ve hukuk (fıkıh) konusunda bir dâhiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’nu Yemen’e kadı (hâkim) olarak gönderirken, Hz. Ali genç olduğunu belirterek çekinmişti. Resûlullah (s.a.v.) elini O’nun göğsüne koyup, “Allah’ım, onun kalbine hidayet ver ve dilini sabit kıl” diye dua etti. Hz. Ali (r.a.) daha sonra, “O duadan sonra, iki kişi arasında hüküm verirken asla tereddüt etmedim” demiştir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) dönemlerindeki hilâfetlerinde, Hz. Ali (r.a.) her zaman en baş danışman oldu. Özellikle Hz. Ömer (r.a.), çözülmesi zor adlî meselelerle karşılaştığında mutlaka O’na danışır ve “Ali olmasaydı, Ömer helâk olmuştu” diyerek O’nun ferâsetini ve ilmini takdir ederdi.

7. Hilâfet Yılları ve Büyük İmtihanlar
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından, İslam toplumu büyük bir fitne (kargaşa) ateşinin içine düşmüştü. Sahabenin önde gelenleri, bu yangını ancak O’nun durdurabileceğine inanarak Hz. Ali’ye (r.a.) halifelik için ısrarla biat ettiler.
O, halifeliği çok zor bir dönemde, tam bir kargaşanın ortasında kabul etti. Hilâfeti boyunca, devletin bozulan nizamını yeniden tesis etmeye, adaleti hâkim kılmaya ve fitneyi durdurmaya çalıştı.
Ancak bu dönem, Müslümanların kendi aralarında mücadele ettiği Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı gibi çok acı hadiselere sahne oldu. Hz. Ali (r.a.) için en zor olan, kılıcını bir zamanlar omuz omuza savaştığı diğer sahabelere karşı kullanmak zorunda kalma ihtimaliydi. O, son ana kadar barış için uğraştı, kan dökülmemesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu fitne yılları, O’nun sabrının ve metanetinin en büyük imtihanı oldu.

8. İlim Kapısının Şehâdeti
Fitne dönemi, Hâricîler denilen, aşırı ve katı görüşlü bir grubun ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu grup, Hz. Ali’yi (r.a.) de kendilerine düşman ilan etmişti.
Hicretin 40. yılı, Ramazan ayının 19. günüydü. Hz. Ali (r.a.), Kûfe mescidinde sabah namazını kıldırmak için evinden çıkmıştı. İbn Mülcem adında Hâricî bir hain, zehirli bir hançerle Allah’ın Aslanı’na saldırdı.
Ağır yaralanan Hz. Ali (r.a.), iki gün daha yaşadı. Bu son anlarında bile adaletten ve hikmetten ayrılmadı. Çocuklarına ve etrafındakilere şu vasiyette bulundu:
“Size Allah’tan korkmanızı (takvâyı), dünyalık peşinde koşmamanızı, Allah’a ve ahiret gününe inanmanızı tavsiye ederim. Her zaman doğruyu söyleyin. Yetimlere merhamet edin. Zâlime düşman, mazluma yardımcı olun. Namaza devam edin, Allah yolunda cihaddan geri durmayın…”
Kendisini yaralayan katili hakkında ise, “Eğer yaşarsam, ne yapacağıma kendim karar veririm. Eğer ölürsem, kısas haktır. Ancak sakın haddi aşmayın. Zira Allah haddi aşanları sevmez” diyerek, son nefesinde bile adaletin nasıl olması gerektiğini öğretti.
İki gün sonra, Ramazan ayının 21. gününde, Cennetle müjdelenen o mübarek sahabe, ilmin kapısı, Peygamber’in kardeşi ve damadı, şehâdet şerbetini içerek Rabbine kavuştu.

Mirası ve Fazileti
Hz. Ali (r.a.), cesaretiyle bir orduya bedel, ilmiyle bir ümmete rehberdi. O, dünyalığa zerre kadar kıymet vermeyen bir zâhid idi. Halife olduğu dönemde bile yamalı elbiseler giyer, kuru ekmekle doyardı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Allah’ı ve Resûlü’nü seven” ve “Allah ve Resûlü tarafından sevilen” bir kahramandı.
O, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi iki mübarek reyhanın babasıydı.
Ve o, bu dünyadayken Cennetle müjdelenmiş bahtiyar bir kuldu. Hayatı, imanın, cesaretin, fedakârlığın, ilmin ve adaletin nasıl yaşanacağının en güzel hikâyelerinden biridir.
Allah O’ndan ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)

Yaşayan Şehit: Cennetle Müjdelenen Kahraman Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, hidayet güneşi henüz yeni doğmaya başlamıştı. Şehir, asırlık putların gölgesinde, derin bir gaflet uykusundaydı. İşte böyle bir zamanda, Mekke’nin en saygın ve zengin kabilelerinden biri olan Teymoğulları’na mensup, zeki, dürüst ve cömert bir genç adam vardı: Talha bin Ubeydullah.
O, ticaretle uğraşan, keskin bir zekâya ve temiz bir fıtrata sahip, öne çıkan bir gençti. Hayatın manasını arıyor, kâinatın bu muazzam düzeninin basit putlarla izah edilemeyeceğinin farkındaydı.
Hidayetle Şereflenmesi
Bir gün, ticaret için bulunduğu Busra (Suriye) panayırında, zamanın âbidlerinden bir rahiple karşılaştı. Rahip, ona Mekke’den “Ahmed” isminde bir Peygamberin çıkıp çıkmadığını sordu. Bu, beklenen son Peygamber’in zamanıydı. Talha’nın yüreği bu haberle çarptı. Mekke’ye döndüğünde, duyduklarının doğruluğunu araştırdı ve en yakın dostlarından Hz. Ebubekir’in (r.a.) tereddütsüz bir şekilde Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tabi olduğunu öğrendi.
Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebubekir’in (r.a.) yanına koştu. Hz. Ebubekir, onu Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna götürdü. Hz. Talha, Peygamber Efendimizin nurani yüzünü görür görmez, kalbindeki son şüphe kırıntıları da dağıldı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek İslam’la şereflendi. O, “Sâbikûn-el-Evvelûn” denilen, İslam’ı ilk kabul eden sekiz mübarek insandan biri olma faziletine erişti.

“Hayırlı Talha” ve “Cömert Talha”
Hz. Talha’nın (r.a.) Müslüman olması, onun için çileli bir hayatın da başlangıcı oldu. Mekkeli müşrikler, bu kadar itibarlı bir gencin atalarının dinini terk etmesini hazmedemedi. Başta kendi akrabaları olmak üzere, ağır işkencelere maruz kaldı. Kureyş’in azılı müşriklerinden Nevfel bin Huveylid, Hz. Talha ile Hz. Ebubekir’i aynı ipe bağlayıp işkence ettiği için bu iki yakı dost “Karîneyn” (İki Yakın Dost/Birbirine Bağlı) olarak anıldılar.
Ancak ne işkenceler ne de tehditler, onun derûnî imanını sarsabildi. O, bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmeyen eşsiz bir cömertliğe sahipti. O kadar cömertti ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona “Talha’tül Hayr” (Hayırlı Talha) ve “Talha’tül Feyyâd” (Cömert Talha) lakaplarını vermişti.
O, Medine’ye hicret ettikten sonra da bu cömertliğine devam etti. Bir defasında büyük bir kervandan elde ettiği yüz binlerce dirhemlik kazancın tamamını, bir gecede Medine’nin fakirlerine ve muhtaçlarına dağıtmıştı. Kendisine ve ailesine bir dirhem dahi ayırmamıştı. O, “borçluların kefili” olarak bilinir, kimin borcu olsa Hz. Talha’ya gelir, o da hiç tereddüt etmeden o borcu öderdi. O, malın, mülkün bir emanet olduğuna ve asıl zenginliğin Allah yolunda infak etmek olduğuna kâmil manada iman etmişti.

Uhud Günü: “Yaşayan Şehit”
Hz. Talha’nın (r.a.) hayatındaki en parlak, en destansı an, Uhud Gazvesi’nde yaşanmıştır.
Bedir Gazvesi’ne, Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği özel bir vazife (Şam kervanını takip) sebebiyle katılamamış, ancak Efendimiz ona hem ganimetten pay vermiş hem de Bedir’e katılmış gibi sevap alacağını müjdelemişti. Fakat Uhud, onun kahramanlığının zirvesi olacaktı.
Savaşın en kritik anında, Okçular Tepesi’ndeki bazı sahabilerin yerlerini terk etmesiyle İslam ordusu bir anda dağılmış, müşrikler Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu merkeze doğru hücuma geçmişti. O an, tam bir kargaşa ve panik anıydı. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı.
İşte o an Hz. Talha, bir aslan gibi kükreyerek müşrik saflarını yardı ve kendini Resûlullah’ın (s.a.v.) önüne attı. Efendimizi (s.a.v.) korumak için adeta çelikten bir kalkan olmuştu.
Müşrikler, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ok yağdırıyordu. Hz. Talha, gelen okları, kılıç darbelerini ve mızrakları kendi vücuduyla karşılıyordu. Bir ara, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek yüzüne doğru gelen bir oku fark etti. Kalkanı o an elinde değildi. Hiç tereddüt etmeden elini oka doğru uzattı. Ok, avucunu delip geçti ve kemiğine saplandı. O mübarek eli, o günden sonra “çolak” kaldı, parmakları işlevini yitirdi. Fakat o, acıdan “ah” bile demedi; çünkü onun “ah” demesinin, Resûlullah’ın (s.a.v.) dikkatini dağıtmasından ve Efendimizin bir darbe almasından korkuyordu.
Savaşın o en dehşetli anında, üzerine yetmişten fazla kılıç, mızrak ve ok yarası almıştı. Kan revan içinde kalmasına rağmen ayakta duruyor, bir yandan kılıcıyla düşmanları uzaklaştırıyor, bir yandan da vücuduyla Efendimizi (s.a.v.) siper ediyordu.
Nihayet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yaralanıp bir çukura düştüğünde, onu düştüğü yerden çıkaran ve sırtına alarak Uhud Kayalıkları’na taşıyan yine Hz. Talha (r.a.) olmuştu.
O gün, Hz. Talha’nın (r.a.) bu eşsiz fedakârlığını gören Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Talha, Cenneti hak etti (vacip oldu).”
Ve yine buyurdular ki:
“Yeryüzünde gezen (hayatta olan) bir şehit görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!”
İşte o günden sonra Hz. Talha (r.a.), “Yaşayan Şehit” olarak anıldı. O, Cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi.

Şehadete Yürüyüş
Hz. Talha (r.a.), Uhud’dan sonra Hendek, Hayber, Mekke’nin Fethi ve Tebük başta olmak üzere tüm gazvelerde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı. Özellikle Tebük Seferi için orduya yaptığı muazzam maddi yardım, onun “Feyyâd” (Cömert) lakabını ne kadar hak ettiğini bir kez daha isbatlamıştı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde devlete müşavirlik yaptı. Hz. Osman (r.a.) devrinde de ümmetin birliği için çalıştı.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesiyle başlayan o karanlık “fitne” günleri, İslam tarihinin en acı sayfalarını açtı. Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.) ile birlikte, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunup cezalandırılması fikrindeydi. Bu sebeple, Hz. Aişe (r.a.) validemizin safında yer alarak, o dönemde halife olan Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya geldiler.
Tarihe “Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak geçen bu elim hadisede, iki Müslüman ordu Basra yakınlarında karşılaştı. Savaş başlamadan önce Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslenerek onlara Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bazı hadislerini hatırlattı.
Bu hatırlatma üzerine hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.), Müslüman kanı dökmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu anladılar. Derin bir pişmanlık içinde savaş meydanından çekilmeye karar verdiler.
Ancak fitne bir kere başlamıştı. Hz. Talha (r.a.), savaş alanını terk ederken, Mervan bin Hakem (veya başka bir rivayete göre bir fitneci) tarafından atılan zehirli bir okla dizinden vuruldu.
“Yaşayan Şehit,” Uhud’da alamadığı şehadet şerbetini, yıllar sonra, Müslümanlar arasındaki bir fitne savaşında içiyordu. Kan kaybından şehit olduğunda 60 yaşının üzerindeydi.
Hz. Ali’nin (r.a.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Hz. Ali (r.a.), savaş meydanını gezerken, can dostu ve din kardeşi Hz. Talha’nın (r.a.) cansız bedeniyle karşılaştı. Gördüğü manzara karşısında gözyaşlarına boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp, mübarek kardeşinin yüzündeki tozları sildi ve hıçkırarak şöyle dedi:
“Ey Ebu Muhammed (Talha)! Seni böyle, göğün yıldızları altında (açıkta) toprağa serilmiş olarak görmek bana ne kadar ağır geliyor!”
Sonra ellerini açıp Allah’a dua etti ve şu ayeti okudu:
“Biz, onların (cennette) gönüllerindeki kini söküp attık; onlar köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 15/47 )
Hz. Ali (r.a.), hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.) için cenaze namazı kıldırdı ve onların Cennetlik olduklarına dair Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müjdesini oradakilere tekrar hatırlattı.
Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.), hayatını imana, cömertliğe ve Peygamber (s.a.v.) sevgisine adamış, Uhud’da sadakatin zirvesine çıkmış ve Resûlullah’ın (s.a.v.) “Cennetlik” ve “Yaşayan Şehit” müjdelerine nail olmuş büyük bir kahramandır. Onun hayatı, bizlere fedakârlığın, cömertliğin ve imanın ne demek olduğunu en güzel şekilde öğretmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)

Resûlullah’ın Havarisi: Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
Mekke’nin ilk günleriydi. Güneşin en yakıcı olduğu, cehaletin ise kalpleri en çok kararttığı bir dönemde, iman nuru seçkin kalplere birer birer düşmeye başlamıştı. İşte bu seçkin kalplerden biri, henüz 12-15 yaşlarında gencecik bir fidana aitti. Bu fidanın adı Zübeyr’di.
O, sıradan bir çocuk değildi. Soylu bir ağacın dalıydı. Babası Avvâm, annesi ise Allah Resûlü’nün (sas) halası, Hz. Hamza’nın kız kardeşi olan cesur yürekli Safiyye bint Abdülmuttalib idi. Yani o, Peygamber Efendimizin hem halasının oğlu, hem de en yakın dostlarından biri olacaktı.
Hz. Zübeyr, İslâm’ı ilk kabul edenlerin, o “ilklerin” arasındaydı. Tevbe Sûresi’nde övülen “Sâbikûn-ı Evvelûn” yani “ilkler ve öncüler” kervanına katılmıştı:
“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da O’ndan razıdırlar. Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/100)
Genç Zübeyr, bu büyük kurtuluşa adını ilk yazdıranlardandı.
1. Genç Bir Yürekte Sarsılmaz İman
Müslüman olduğunu açıkladığında, amcası Nevfel bin Huveylid öfkeyle üzerine yürüdü. Bu genç yeğeninin atalarının dinini terk etmesini kabullenemiyordu. Zübeyr’i (r.a.) bir hasıra sardı ve onu iple bağladı. Sonra hasırı ateşe vererek dumanıyla ona işkence etmeye başladı. “Eski dinine dön!” diye bağırıyordu.
Ateşin dumanı genzini yakarken, o genç fidanın cevabı netti:
“Hayır! Asla! Ebediyen küfre dönmem!”
Daha o gün, imanın onun kalbinde ne kadar köklü olduğunu göstermişti. Bu sarsılmazlık, onun bütün hayatının özeti olacaktı.

2. Allah Yolunda Çekilen İlk Kılıç
Hz. Zübeyr’in cesareti, imanından hemen sonra kendini gösterdi. Bir gün Mekke’de, “Resûlullah (sas) müşrikler tarafından yakalandı ve öldürüldü!” diye korkunç bir söylenti yayıldı.
Bu haberi duyan genç Zübeyr, bir an bile tereddüt etmedi. Kılıcını kaptığı gibi Mekke sokaklarına fırladı. O anda aklında tek bir şey vardı: Allah Resûlü’nü (sas) korumak, eğer şehit edildiyse intikamını almak! Öfkeyle ve gözü kara bir şekilde koşarken, Mekke’nin yukarı taraflarında bizzat Peygamber Efendimiz (sas) ile karşılaştı.
Resûlullah (sas) onu bu telaşlı ve kılıçlı halde görünce sordu:
“Neyin var, Zübeyr?”
Genç Zübeyr nefes nefese cevap verdi:
“Yâ Resûlallah! Sizin öldürüldüğünüzü duydum!”
Peygamber Efendimiz (sas) tebessüm etti. Bu genç yiğidin kendisine olan bağlılığı ve imanı için gösterdiği bu pervasız cesaret, onu çok memnun etmişti. Onun için hayır duada bulundu.
Tarihçiler, bu kılıcın “Allah yolunda çekilen ilk kılıç” olduğunu söylerler. Hz. Zübeyr (r.a.), daha gencecik yaşında, canını Allah Resûlü’nün canına siper etmekten çekinmeyen bir kahramandı.

3. Uhud’un Kahramanı ve Bedir’in Sarı Sancaktarı
Yıllar geçti, Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Hz. Zübeyr, en yakın dostu ve Peygamberimizin kayınpederi olan Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kızı Hz. Esmâ ile evlenmişti. Bu evlilikten, Medine’de doğan ilk muhacir çocuğu olan Abdullah bin Zübeyr dünyaya geldi.
Savaş meydanları, Hz. Zübeyr’in yiğitliğinin parladığı yerlerdi.
Bedir’de, başında sarı bir sarık vardı. Onun bu heybetli duruşu, müşriklerin kalbine korku salmıştı. Rivayet edilir ki, o gün melekler de Müslümanlara yardıma gelirken, Hz. Zübeyr’in sarığına benzer sarı sarıklar giymişlerdi. O, Bedir’in sembol isimlerinden biriydi.
Uhud’da ise savaşın en kritik anında, Müslümanların dağılmaya başladığı, “Peygamber öldü!” söylentisinin yayıldığı o korkunç anda, bir avuç sahabiyle birlikte Resûlullah’ın (sas) etrafında bir etten duvar örenlerden biriydi. Vücudu, Efendimize (sas) gelen oklara ve kılıçlara kalkan olmuştu. Savaş bittiğinde, vücudunda sayısız yara izi vardı. O gün, Uhud Dağı’nın eteklerinde sadakatin ne demek olduğunu canıyla göstermişti.

4. “Benim Havarim!”
Hz. Zübeyr’in (r.a.) aldığı en büyük unvan, bizzat Peygamber Efendimizin (sas) dilinden dökülen “Havari” kelimesiydi. Havari, bir peygamberin en sadık, en yakın yardımcısı demekti.
Hendek Savaşı günleriydi. Medine kuşatma altındaydı. Müşrik ordusu dışarıda, hainlik yapan Benî Kureyza Yahudileri ise içerideydi. İçerideki düşmanın ne yapacağını bilmek hayati önem taşıyordu.
Peygamber Efendimiz (sas) sahabelerine döndü ve sordu:
“Kim gidip Benî Kureyza’nın durumunu öğrenip bana haber getirir?”
Ortalık buz gibi bir sessizliğe büründü. Düşman hatlarını aşıp, kalenin içine sızıp geri dönmek, ölümle dans etmek demekti.
Sessizliği bozan tek bir ses duyuldu. Bu, Hz. Zübeyr’in sesiydi:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) sorusunu tekrarladı. Cevap yine aynıydı:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) üçüncü kez sordu. Cevap yine tereddütsüzdü:
“Ben, yâ Resûlallah!”
İşte o an, Peygamber Efendimiz (sas) bu eşsiz bağlılık ve cesaret karşısında mübarek sözünü söyledi:
“Her peygamberin bir havarisi (sadık yardımcısı) vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir! Anam babam sana feda olsun!”
Bu söz, Hz. Zübeyr (r.a.) için cennet müjdesinden daha az değerli değildi.

5. Zenginlik, Cömertlik ve Tevekkül
Hz. Zübeyr (r.a.) sadece bir savaş kahramanı değildi. Aynı zamanda çok başarılı ve zengin bir tüccardı. Ama bu zenginlik onun kalbine asla girmedi. O, servetini Allah yolunda harcamak için kazandı. Cömertliği dillere destandı.
Onun tevekkülü ise bambaşkaydı. Vefatına yakın bir zamanda, oğlu Abdullah (r.a.) yanına gelip borçlarını sordu. Hz. Zübeyr, muazzam miktarda olan borçlarını tek tek saydı. Abdullah (r.a.) bu borçların nasıl ödeneceğini düşünürken, Hz. Zübeyr (r.a.) oğluna şu muhteşem tavsiyede bulundu:
“Oğlum, borcum hakkında başın dara düşerse, bir sıkıntıya uğrarsan, de ki: ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı (Efendisi), onun borcunu öde!'”
Yıllar sonra Abdullah bin Zübeyr (r.a.) şöyle diyecekti: “Vallahi, babamın borcu yüzünden ne zaman bir sıkıntıya düşsem, ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı, onun borcunu öde!’ dedim, Allah da (c.c.) o sıkıntıyı mutlaka giderdi.”
O, “Mevlâ” derken, bütün varlığını borçlu olduğu, güvendiği ve sığındığı Rabb’i olan Allah’ı (c.c.) kastediyordu.

6. Hüzünlü Bir Veda: Cemel
Hz. Zübeyr (r.a.), dünyadayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi. Ancak hayatının sonu, İslâm tarihinin en hüzünlü sayfalarından birine denk geldi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra yaşanan karışıklık döneminde (fitne), Hz. Ali (r.a.) halife seçilmişti. Ancak bir grup sahabi, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunması gerektiği düşüncesindeydi. Bu grup içinde Hz. Aişe (r.anha), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.) de vardı.
İki büyük sahabi ordusu, Cemel Vak’ası’nda karşı karşıya geldi. Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Zübeyr (r.a.), savaş başlamadan önce iki ordunun arasında buluştular. İkisi de birbirinin kardeşi, dostuydu.
Hz. Ali (r.a.), Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslendi:
“Ey Zübeyr! Hatırlar mısın? Bir gün Resûlullah (sas) sana, ‘Ali’yi sever misin?’ diye sormuştu. Sen de ‘Evet’ demiştin. Bunun üzerine Efendimiz (sas), ‘Bir gün gelecek, onunla savaşacaksın ve o gün sen haksız (zalim) tarafta olacaksın’ buyurmuştu.”
Hz. Zübeyr (r.a.) bu sözü duyunca donakaldı. Unuttuğu bu hadis-i şerifi hatırlamıştı. “Evet, vallahi hatırladım!” dedi.
Bu hatırlayış, onun için bir dönüm noktası oldu. Peygamberinin bir uyarısını hatırlamışken, asla O’nun damadı ve “İlmin Kapısı” olan Hz. Ali’ye kılıç çekemezdi. Haksız tarafta olmaktan Allah’a sığındı.
Derhal atını çevirdi ve savaş meydanını terk etti. Oğlu Abdullah ona “Baba, korktun mu?” dese de, o kararını vermişti. Fitnenin bir parçası olmayacaktı.

7. Şehadet ve “Havari’nin Kılıcı”
Hz. Zübeyr (r.a.), savaş alanından uzaklaşıp Vâdi’s-Sibâ’ (Yırtıcılar Vadisi) denilen bir yere çekildi. Namaz kılmak için atından indi ve tekbir alıp secdeye vardı.
Ancak Amr bin Cermûz adında bir adam, onu takip etmişti. Hz. Zübeyr (r.a.) tam secdede, Rabbine en yakın olduğu anda, bu adam tarafından haince şehit edildi.
Katil, bir ödül alacağını umarak Hz. Zübeyr’in (r.a.) kılıcını ve zırhını alıp Hz. Ali’nin (r.a.) huzuruna çıktı. Hz. Ali, Peygamberin havarisinin şehit edildiğini öğrenince gözyaşlarına boğuldu. Katile öfkeyle baktı ve Resûlullah’tan (sas) duyduğu şu sözü haykırdı:
“Zübeyr’in katilini cehennemle müjdele!”
Katil, ödül beklerken cehennemle müjdelenince dehşet içinde kaldı.
Hz. Ali (r.a.), eline dostu Zübeyr’in kılıcını aldı. Kılıcı öptü, kokladı ve ağlayarak şöyle dedi:
“Bu kılıç… Vallahi bu kılıç, nice defalar Resûlullah’ın (sas) yüzünden sıkıntıyı ve kederi gidermiştir!”
İşte Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.) buydu…
Cesaretiyle Allah yolunda ilk kılıcı çeken, sadakatiyle Peygamberin “Havarim” dediği, Uhud’da vücudunu siper eden, cömertliğiyle servetini Allah’a adayan ve bir hadisi hatırlayınca fitneden yüz çevirip secdede Rabbine kavuşan büyük bir kahraman. O, yeryüzünde yürüyen bir cennet ehliydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*********************

• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Zengin: Abdurrahman bin Avf (r.a.)
1. Mekke’nin Asil Taciri
Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara taptığı bir zamanda, şehrin en itibarlı kabilelerinden biri olan Zühreoğulları’na mensup, yakışıklı, zeki ve dürüst bir genç yaşardı. Adı, o zamanlar “Abdülkâbe” (Kâbe’nin kulu) idi. O, Mekke’nin en başarılı tacirlerinden biriydi. Güzel konuşur, insanları kırmaz, ticaretinde asla hileye başvurmazdı. Bu yüzden herkes onu sever ve ona güvenirdi.
Fakat bu gencin derûnî dünyasında bir arayış vardı. Kalbi, taştan ve tahtadan yontulmuş putların ilah olamayacağını fısıldıyordu.
Bir gün, en yakın dostlarından biri olan, “Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Hz. Ebû Bekir (r.a.) yanına geldi. Yüzünde farklı bir nur, sözlerinde bambaşka bir heyecan vardı. Ona, Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiğini, tek olan Allah’a ibadete davet ettiğini anlattı.
Abdurrahman’ın kalbi zaten bu hakikate hazırdı. Hz. Ebû Bekir’in davetiyle hiç tereddüt etmeden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Efendimiz’in mübarek lisanından dökülen Tevhid kelimelerini duyduğunda, ruhu yıllardır aradığı pınara kavuşmuş gibi hissetti. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Resûlullah (s.a.v.), onun “Abdülkâbe” olan ismini beğenmedi. “Sen, bundan sonra ‘Abdurrahman’sın (Rahmân’ın kulusun)” buyurdu. İşte o gün, İslâm tarihinin en parlak yıldızlarından biri olan Abdurrahman bin Avf (r.a.) doğmuş oldu.

2. Hicret ve Kardeşlik: “Bana Çarşının Yolunu Göster”
Müslüman olmak, Mekke’de ateşten bir gömlek giymek gibiydi. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da diğer müminler gibi eziyet gördü, işkenceye maruz kaldı. Ama imanı bir an bile sarsılmadı. Önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ederek her şeyini, o büyük servetini, evini, barkını Mekke’de bıraktı.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) eşsiz bir kardeşlik (Muâhât) tesis etti. Mekkeli muhacirler ile Medineli Ensar’ı birbirine kardeş ilan etti. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) da Medine’nin en zengin ve cömert adamlarından olan Sa’d bin Rebî (r.a.) ile kardeş yaptı.
Sa’d bin Rebî, kardeşlik hukukunun ne demek olduğunu dünyaya gösterecek şu muhteşem teklifi yaptı:
“Kardeşim Abdurrahman! Ben Medine’nin en zengin adamıyım. Malımın yarısı senindir. İki tane bahçem var, beğen birini sana vereyim. İki hanımım var, bak hangisinden ayrılmamı istersen onu boşayayım, iddeti (bekleme süresi) dolunca sen onunla evlen.”
Bu teklif karşısında Abdurrahman bin Avf (r.a.), gözleri dolarak gülümsedi. O, bir asilzadeydi; kimseye yük olmak istemezdi. İslâm’ın izzetini ve bir müminin vakur duruşunu tasvir eden şu tarihi cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah senin malını, mülkünü ve aileni sana mübarek kılsın. Sen bana sadece çarşının yolunu göster.”

3. Bereketin Sırrı: “Taşı Kaldırsam Altın Bulurum”
Hz. Abdurrahman (r.a.), ertesi sabah Medine çarşısına gitti. O, ticaretin ustasıydı. Alnının teriyle kazanmanın ne demek olduğunu iyi bilirdi. Az bir sermaye ile alım satıma başladı. Dürüstlüğü, zekâsı ve Allah’ın ona bahşettiği inanılmaz bereket ile kısa zamanda yine Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Öyle ki, yıllar sonra kendisi bu durumu şöyle anlatacaktı: “Sanki hangi taşı kaldırsam, altında bir altın veya gümüş bulacak gibiydim.”
O, dünyaya esir olmadı; dünyayı ahiretine hizmetkâr eyledi. Kazandıkça şımarmadı, aksine daha çok şükretti ve daha çok dağıttı.

4. Allah Yolunda Bir Nefer
Hz. Abdurrahman (r.a.), sadece bir tacir değil, aynı zamanda korkusuz bir kahramandı. Bedir Savaşı’nda müşriklerin en azılılarından birini bizzat o etkisiz hale getirmişti.
Uhud Savaşı ise onun isbat ettiği sadakatin zirvesidir. Savaşın en kritik anında, Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafındaki koruma kalkanı daraldığında, Hz. Abdurrahman (r.a.) kendini Efendimiz’e siper eden bir avuç kahramandan biriydi. O gün yirmiden fazla yara aldı. Öyle ki, bazı yaraları ömür boyu iyileşmedi ve bu şerefli gazi, hayatının geri kalanını hafif topallayarak geçirdi. Bu topallama, onun için bir utanç değil, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumanın şeref madalyasıydı.
Tebük Seferi’nde ise eşine az rastlanır bir hadise yaşandı. Sefer hazırlığı için Efendimiz (s.a.v.) yardım istediğinde, Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise tamamını. Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da o gün servetinin yarısı olan tam dört bin dirhem gümüş getirerek ordunun en büyük ihtiyaçlarından birini karşıladı.
Yine bu sefer sırasında, bir sabah namazında Resûlullah (s.a.v.) bir mazereti sebebiyle namaza gecikti. Cemaat, imam olarak Hz. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) öne geçirdi. O, namaza durduktan bir rekât sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yetişti ve Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) arkasında namaza durdu. Bir peygamberin, ümmetinden birinin arkasında namaz kılması ne büyük bir şerefti! Efendimiz (s.a.v.), namazdan sonra onun bu yaptığını tasvip ederek, “Çok iyi yaptınız” buyurdu.

5. Cennete “Emekleyerek” Girmekten Korkan Cömertlik
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), “infak” yani Allah yolunda harcama denilince akla gelen ilk isimdir. O, kazandığı servetin bir imtihan olduğunu bilir, bu imtihanı kaybetmekten çok korkardı.
Bir gün, Medine ufuklarını toz duman kapladı. Şehre muazzam bir gürültü yayıldı. Tam 700 deveden oluşan dev bir ticaret kervanı Medine’ye giriyordu. Bu, o zamana kadar görülmüş en büyük kervandı ve tamamı Abdurrahman bin Avf’a (r.a.) aitti.
Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.), bu gürültüyü duyunca sordu. “Bu nedir?” Dediler ki: “Abdurrahman’ın kervanı.”
Hz. Aişe (r.a.) bunun üzerine, Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadis-i şerifi hatırlattı:
“Ben, Abdurrahman bin Avf’ı Cennet’e emekleyerek (veya sürünerek) girerken gördüm.”
Bu sözün manası şuydu: Helal bile olsa, bu kadar büyük bir servetin hesabını vermek çok uzun sürecek, bu da onun Cennet’e süratle girmesine mani olacaktı.
Bu hadis-i şerif, yıldırım gibi Hz. Abdurrahman’ın (r.a.) kulağına ulaştı. Haberi duyduğu an dizlerinin bağı çözüldü. O, Cennet’le müjdelenmişti ama “emekleyerek” girmek istemiyordu. Koşarak, hatta uçarak girmek istiyordu.
Hemen Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna vardı ve dedi ki:
“Ey Müminlerin Annesi! Şahit ol ki, bu 700 develik kervanın tamamını, üzerindeki yükleriyle birlikte Allah yolunda tasadduk ettim (sadaka olarak verdim)!”
Bir el hareketiyle, bugün bile hesaplanması zor bir serveti, sırf ahiret hesabını kolaylaştırmak için gözünü kırpmadan bağışlamıştı. O, hayatı boyunca binlerce köleyi azat etti, savaşlara hazırlanan orduları defalarca tek başına donattı ve Medine’nin fakirlerine o kadar çok yardım etti ki, “Medine halkının üçte biri Abdurrahman’ın servetine ortaktı” denildi.

6. Ümmetin Emanetçisi
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), sadece cömert bir zengin değil, aynı zamanda derin bir âlim ve bilge bir devlet adamıydı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) en yakın danışmanlardan oldu.
Hz. Ömer (r.a.) şehit edilmeden önce, kendisinden sonraki halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûrâ (danışma kurulu) belirlemişti. Bu altı kişi, Cennet’le müjdelenen sahâbîlerdendi ve biri de Abdurrahman bin Avf’tı (r.a.).
Hz. Abdurrahman (r.a.), ümmetin birliğini her şeyin üstünde tuttu. Kendisinin halife olma hakkı varken, fitne çıkmaması için bu hakkından feragat etti. Diğer adaylarla tek tek görüştü, Medine halkının nabzını tuttu ve yaptığı istişareler sonucunda Hz. Osman’ın (r.a.) halife seçilmesinde kilit rol oynadı. Kendi enaniyetini (egosunu) değil, ümmetin maslahatını ön plana çıkardı.

7. Cennet’teki Yerine Yürüyüş
Ömrünü İslâm’a adayan bu mübarek sahâbî, Hz. Osman (r.a.) devrinde, 70 yaşını geçmişken Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırdı. Kabre indirilirken, Hz. Ali (r.a.) ve Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) gibi yüce sahâbîler ona hizmet etti.
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), dünyada zenginliğin esiri olmayan, bilakis zenginliği ahiretine sermaye yapan bir fazilet âbidesiydi. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu müjdesine mazhar olan 10 kişiden biriydi:
“Ebû Bekir Cennetliktir, Ömer Cennetliktir, Osman Cennetliktir, Ali Cennetliktir, Talha Cennetliktir, Zübeyr Cennetliktir, Abdurrahman bin Avf Cennetliktir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennetliktir, Saîd bin Zeyd Cennetliktir, Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennetliktir.” (Tirmizî)
Allah ondan ve bütün sahâbîlerden ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Kahraman: Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Mekke’nin en asil ailelerinden birine mensup, zeki ve çevik bir genç adam düşünün. O, henüz gencecik yaşında, kalbinde bir hakikat arayışı taşıyordu. Bu genç adam, Sa’d bin Ebî Vakkâs idi. O, sadece bir kahraman değil, aynı zamanda yeryüzünde yürürken cennetin kokusunu alan mübarek bir ruhtu.
İşte o büyük sahabi, “Aşere-i Mübeşşere” yani hayattayken cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hz. Sa’d’ın (r.a.) ibret dolu hayat hikayesi.

Bölüm 1: Hidayet Güneşi ve Bir Annenin Direnişi
Hz. Sa’d, Kureyş’in Zühreoğulları kolundandı. Bu kol, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) muhterem annesi Hz. Amine’nin de kabilesiydi. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.), Hz. Sa’d’ı gördüğünde ona olan sevgisini “İşte benim dayım! Böyle dayısı olan varsa göstersin!” diyerek iltifat ederdi.
Sa’d (r.a.), Mekke’de İslam davetinin başladığı ilk günlerde, henüz 17 yaşındayken bu nurlu halkaya katıldı. O, ilk Müslümanlardan, “Sâbikûn-el-Evvelûn”dan olma şerefine erişti.
Ancak bu karar, onun için büyük bir imtihanın kapısını araladı. Annesi Hamne bint Süfyan, oğlunun atalarının dinini terk ettiğini öğrendiğinde deliye döndü. Oğlunu bu yeni dinden vazgeçirmek için o güne kadar görülmemiş bir yola başvurdu. Dedi ki: “Ey Sa’d! Bu yaptığın nedir? Ya bu yeni dinini terk edersin ya da ben açlık grevine başlarım. Yemem, içmem ve senin yüzünden ölürüm. İnsanlar da seni ‘annesinin katili’ diye kınarlar!”
Annesi dediğini yaptı. Günlerce yemedi, içmedi. Hz. Sa’d, annesinin bu haline çok üzülüyordu. Annesine olan sevgisi ile Allah’a ve Resûlü’ne olan imanı arasında kalmıştı. Fakat onun kalbindeki iman sarsılmazdı. Annesinin yanına gitti ve o meşhur, imanın zirvesini gösteren şu sözleri söyledi:
“Anneciğim! Allah’a yemin ederim ki, bilesin: Yüz tane canın olsa ve her biri teker teker çıksa, ben yine de bu dinimden asla dönmem! İster ye, ister yeme!”
Bu sarsılmaz kararlılık karşısında annesi direnmekten vazgeçti. Bu hadise o kadar mühimdi ki, bizzat Cenâb-ı Hak, bu konuda bir ayet indirerek imanın, anne-baba hakkından bile önce geldiğini, ancak onlara (Allah’a şirk koşma emri dışında) iyi davranmak gerektiğini bildirdi.
Lokmân Suresi 15. ayette şöyle buyrulur:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle çekişirlerse, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber veririm.”

Bölüm 2: İslam Uğruna Akıtılan İlk Kan ve “Okların Efendisi”
Mekke yılları, Müslümanlar için çok çetindi. İbadetlerini gizli yapmak zorundaydılar. Bir gün Hz. Sa’d ve birkaç arkadaşı, bir dağ eteğinde namaz kılarken müşriklerden bir grup onlara sataştı, ibadetleriyle alay etti.
Müslümanlar, ibadetlerini savunmak zorunda kaldılar. Çıkan arbedede Hz. Sa’d (r.a.), eline geçirdiği bir deve kemiği ile saldıranlardan birini yaraladı. Bu hadise, İslam uğruna müşrik kanının akıtıldığı ilk hadise olarak tarihe geçti.
O, aynı zamanda “Allah yolunda ilk ok atan kişi” unvanına da sahiptir. Resûlullah (s.a.v.), onu bir seriyyenin (askeri birlik) başına getirmiş ve düşmana karşı bir ok atarak İslam ordularının okçuluk geleneğini o başlatmıştı.

Bölüm 3: “At Yâ Sa’d! Anam Babam Sana Feda Olsun!”
Hz. Sa’d’ın hayatı, cesaret ve kahramanlık tablolarıyla doludur. Bedir Savaşı’nda, o günün en korkulan savaşçılarından Saîd bin Âs’ı mağlup ederek büyük bir kahramanlık gösterdi.
Ancak onun yıldızının parladığı asıl yer Uhud Savaşı’ydı.
Uhud’da, savaşın en kritik anında, Müslümanların dağıldığı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek dişinin kırıldığı o dehşet anında, Peygamberimizin yanında kalan bir avuç sahabiden biri Hz. Sa’d idi.
Hz. Sa’d, bir kaya gibi Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durmuş, ok çantasındaki (sadak) bütün okları müşriklerin üzerine bir yağmur gibi yağdırıyordu. O kadar isabetli atıyordu ki, attığı her ok hedefini buluyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onun bu fedakârlığı ve mahareti karşısında o kadar memnun oldu ki, oklarını ona bizzat uzatıyor ve onu şu tarihi cümleyle teşvik ediyordu:
“At yâ Sa’d! Anam babam sana feda olsun!”
Hz. Ali (r.a.) yıllar sonra bu anı hatırlayarak, “Resûlullah’ın (s.a.v.), Sa’d’dan başka hiç kimse için ‘anam babam sana feda olsun’ dediğini duymadım” diyecektir. Bu, bir sahabinin alabileceği en büyük iltifat ve en yüce şeref madalyasıydı.

Bölüm 4: Duası Makbul Kılınan Sahabi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın bir diğer eşsiz özelliği, “duası makbul” bir kul olmasıydı. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona şöyle dua etmişti:
“Allah’ım! Sa’d sana dua ettiği zaman onun duasını kabul et!”
Bu duadan sonra, Hz. Sa’d’ın ellerini açıp da Rabbinden istediği hiçbir şey geri çevrilmedi. O, hem heybetiyle hem de duasıyla korkulan bir sahabi oldu. Hayatı boyunca kimseye beddua etmemeye gayret etti. Ancak adaletsizlik gördüğünde ve zulümle karşılaştığında, onun duası zalimler için bir kılıç gibiydi.
Bir defasında, Kûfe valisiyken bazıları onu Hz. Ömer’e (r.a.) şikâyet etmiş, “Sa’d namazı bile doğru kıldırmıyor” diye iftira atmışlardı. Hz. Ömer onu teftiş için geri çağırdı. Hz. Sa’d, tüm camileri dolaşarak halka nasıl namaz kıldırdığını sordu. Herkes ondan övgüyle bahsetti. Ancak bir adam kalkıp, “Madem soruyorsunuz söyleyeyim. Sa’d, ordunun başına geçip sefere çıkmaz, ganimeti adil dağıtmaz ve hükümde adaletli davranmaz!” dedi.
Bu ağır iftira karşısında sabrı taşan Hz. Sa’d (r.a.) ellerini kaldırdı ve o meşhur duasını yaptı:
“Allah’ım! Eğer bu kulun, yalan yere, sırf gösteriş ve şöhret için kalkıp bana bu iftiraları atıyorsa, onun ömrünü uzat, fakirliğini artır ve onu fitnelere düşür!”
Yıllar sonra o adamı görenler, yaşlılıktan kaşları gözlerinin üzerine düşmüş, fakirlikten perişan halde ve yollarda genç kızlara sataşırken buldular. Ona “Bu halin nedir?” dediklerinde, “Ne yapayım! Sa’d’ın duasına uğradım!” diye cevap verirdi.

Bölüm 5: İran Fatihi ve Kadisiye Kumandanı
Hz. Sa’d’ın (r.a.) İslam tarihindeki en büyük askeri başarısı, şüphesiz devasa Sasanî (İran) İmparatorluğu’na son veren Kadisiye Savaşı’nın başkumandanı olmasıdır.
Halife Hz. Ömer (r.a.), İran’ın fethi için orduyu kime emanet edeceğini istişare ettiğinde, herkes “İslam’ın okçusu, Resûlullah’ın dayısı Sa’d bin Ebî Vakkâs” isminde birleşti.
Hz. Sa’d, 30 bin kişilik İslam ordusunun başında, 120 bin kişilik (fillerle desteklenmiş) devasa Sasani ordusunun karşısına çıktı. Savaş başlamadan hemen önce, Hz. Sa’d şiddetli bir hastalığa (siyatik) yakalandı, atına binemez haldeydi. Ancak bu durum onun kumandanlık yapmasına engel olmadı.
Savaş meydanını gören yüksek bir köşkün üzerine çıktı ve oradan orduyu sevk ve idare etti. Bazıları bunu eleştirse de, onun stratejisi ve askerlerinin imanı, üç gün süren kanlı savaşın sonunda İslam ordusuna muazzam bir zafer getirdi. İran ordusu dağıldı, başkumandanları Rüstem öldürüldü ve İran’ın kapıları Müslümanlara açıldı.
Bu zaferden sonra Hz. Sa’d, Sasani’nin başkenti Medâin’e (Ctesiphon) girdi. Kisra’nın hazinelerini ve muazzam sarayını gördüğünde, bir fatih gururuyla değil, Allah’ın vaadinin gerçekleştiğini gören mütevazı bir mümin olarak şu ayeti okuyordu:
“Onlar geride nice bahçeler, nice pınarlar bıraktılar…” (Duhân, 25)
Hz. Sa’d (r.a.) aynı zamanda bugünkü Kûfe şehrinin de kurucusudur.

Bölüm 6: Fitne Zamanında Uzlet
Hz. Sa’d (r.a.), halifeliği boyunca Hz. Ömer’in (r.a.) en güvendiği devlet adamlarından biri oldu. Hz. Ömer, vefatından önce halife seçimi için belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu) heyetine onu da dâhil etti.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne (iç karışıklık) döneminde, Hz. Sa’d (r.a.) çok hikmetli bir duruş sergiledi. O, Müslüman kanı dökülmesine şiddetle karşıydı. Ne Hz. Ali’nin (r.a.) ne de karşı tarafın yanında savaşa girmeyip uzleti (toplumdan çekilme) tercih etti.
Oğulları onu savaşa girmeye ikna etmeye çalıştığında onlara şu tarihi nasihati verdi:
“Oğlum! Fitne zamanında oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan hayırlıdır. Bana ‘şu kâfirdir, bu mümindir’ diye ayırabilen iki gözlü bir kılıç getirin, o zaman savaşırım.”
O, kılıcını sadece Allah düşmanlarına karşı kullanmış, Müslümanlara yöneltmekten titizlikle kaçınmıştır.

Bölüm 7: Veda Vakti ve Bedir Cübbesi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Cennetle müjdelenen on sahabinin vefat edeni olarak en son o kaldı. Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde hastalandı. Vefat edeceğini anladığında yanında eski, yün bir cübbe getirilmesini istedi.
Ailesi bu eski cübbenin ne olduğunu sorduğunda, gözleri parlayarak şöyle dedi:
“Bedir Savaşı’nda müşriklerle çarpışırken üzerimde bu cübbe vardı. Onu bugüne kadar sakladım. Beni bu cübbeyle kefenleyin. Rabbimin huzuruna bu cübbeyle çıkmak istiyorum.”
Vefat ettiğinde, Medine’de hayatta olan sahabeler ve Tabiin’in büyükleri onun cenazesini omuzlarda taşıdı. Cennetle müjdelenen bu son yolcuyu, Peygamber hanımları (müminlerin anneleri) bile mescitteki odalarından gözyaşlarıyla uğurladılar.
Hz. Sa’d (r.a.), bize sarsılmaz bir imanın, annesine olan saygının, Allah yolunda cesaretin, duanın gücünün ve fitne zamanında nasıl bir duruş sergilemek gerektiğinin en güzel misallerini bırakan, İslam semasının en parlak yıldızlarından biri olarak ebediyete intikal etti.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Yiğit: Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
Giriş: Hakikati Arayan Bir Babanın Oğlu
Güneşin Mekke’yi kavurduğu, cehaletin ve putperestliğin kalpleri kararttığı bir dönemde, bu karanlığın içinde bile tek bir Yaratıcı’yı arayan, kalbi temiz kalmış insanlar vardı. Bu nadir insanlardan biri de Zeyd bin Amr bin Nüfeyl idi.
Zeyd, Kâbe’nin duvarına yaslanır, putlara tapan kavmine bakar ve iç geçirirdi: “Siz yanlış yoldasınız. Ben, İbrahim’in (a.s.) Rabbine iman ediyorum.” O, Hanîf dinine mensuptu; yani daha Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğe başlamadan önce bile Allah’ın birliğine inanan bir muvahhiddi.
İşte bizim hikayemizin kahramanı Saîd, böyle mübarek bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açtı. O, putlara secde etmenin anlamsızlığını daha babasının dizinin dibinde öğrenmişti. Kalbi, doğuştan gelen bir saflıkla hakikati aramaya meyilliydi. Babası Zeyd, aradığı peygamberi göremeden vefat etmiş olsa da, arkasında hakikate susamış bir evlat bırakmıştı.

Bölüm 1: Nur ile İlk Tanışma
Mekke semaları, Hira Dağı’ndan yayılan “Oku!” emriyle aydınlanmaya başladığında, Hz. Saîd (r.a.) delikanlılık çağlarındaydı. Bu yeni davetin merkezinde, kavminin en güvenilir insanı olan Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.) vardı.
Hz. Saîd, babasından miras aldığı o temiz fıtratla bu sese kulak verdi. Daveti duyduğu an, kalbinde en ufak bir şüphe duymadı. Bu, babasının ömrü boyunca aradığı hakikatin ta kendisiydi.
Aynı sıralarda, Mekke’nin en güçlü ailelerinden birine mensup olan Hz. Ömer’in (r.a.) kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb ile evliydi. Hz. Fâtıma da en az eşi kadar cesur ve hakikate açıktı. Karı-koca, birlikte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna çıktılar ve ilk Müslümanlar arasına katıldılar.
Mekke’de Müslüman olmak, ateşi elde tutmak gibiydi. İşkence, hakaret ve dışlanma her yerdeydi. Özellikle de Hz. Fâtıma’nın ağabeyi Ömer bin Hattâb, Müslümanlara karşı en sert ve öfkeli olanlardandı. Hz. Saîd ve Hz. Fâtıma, imanlarını, özellikle de Ömer’den gizlemek zorundaydılar. Evlerinde gizlice Kur’an okuyor, ibadetlerini saklı saklı yapıyorlardı.

Bölüm 2: İslam Tarihini Değiştiren Ev
Bir gün, Mekke sokakları Ömer’in öfkesiyle yankılanıyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, “Bu işi bitirecek biri yok mu?” diye sormuş, Ömer kılıcını kuşanmış ve “Ben bu işi bitireceğim!” diyerek Peygamber Efendimizi (s.a.v.) öldürmek üzere yola çıkmıştı.
Yolda karşılaştığı bir sahabi (Nuaym bin Abdullah), onun bu tehlikeli niyetini anlayınca, onu durdurmak için zekice bir hamle yaptı: “Sen önce kendi ailene bak, Ömer! Kız kardeşin Fâtıma ve enişten Saîd de Muhammed’in dinine girdi!”
Ömer, duyduklarıyla deliye döndü. Yönünü derhal kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden gelen o güne kadar duymadığı, ulvi bir ses duydu. Bu, Tâhâ Sûresi’nin ayetleriydi. Yanlarında bulunan Habbâb bin Eret (r.a.), onlara Kur’an öğretiyordu.
Ömer’in kapıyı yumruklamasıyla içeride bir telaş başladı. Hz. Habbâb saklandı, Hz. Fâtıma Kur’an sahifelerini gizlemeye çalıştı. Ömer hışımla içeri girdi: “Duyduğum o sesler neydi?”
Hz. Saîd cesaretle öne atıldı, fakat Ömer’in öfkesi o kadar büyüktü ki, eniştesini yakalayıp yere vurdu. Kardeşi Fâtıma, eşini korumak için araya girdiğinde, Ömer’in sert tokadı onun yüzünü kanattı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşinin yüzünden akan kanı gören Hz. Fâtıma, bütün korkusunu yenerek haykırdı:
“Evet, ey Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resulü’ne iman ettik. Elinden geleni ardına koyma!”
Bu beklenmedik cesaret, bu iman gücü ve kardeşinin kanı, Ömer’in kalbindeki katılığı bir anda çatlattı. Yaptığından pişman oldu. Duruldu ve “Okuduğunuz o şeyi bana verin,” dedi.
Hz. Fâtıma’nın şartını (temizlenmesini) yerine getirdikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahifeleri eline aldı. Okumaya başladı: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından indirilmiştir…” (Tâhâ, 1-4)
Ayetler Ömer’in kalbine bir ok gibi saplandı. Gözyaşları içinde, “Bu ne kadar güzel, ne kadar yüce bir kelam! Beni hemen Muhammed’e (s.a.v.) götürün,” dedi.
Hz. Saîd bin Zeyd ve eşi Hz. Fâtıma’nın evinde yaşanan bu hadise, “Şiddetli” Ömer’in, “Adil Halife” Hz. Ömer (r.a.) olmasına vesile oldu.

Bölüm 3: Savaş Meydanlarının Cesur Süvarisi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), Medine’ye hicret ettikten sonra Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, yiğit bir savaşçıydı.
Bedir Savaşı’na fiilen katılamamıştı. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu ve Hz. Talha’yı (r.a.), Kureyş kervanının durumu hakkında bilgi toplamaları için keşif görevine göndermişti. Onlar Medine’ye döndüklerinde, İslam ordusu Bedir’de zaferi çoktan kazanmıştı. Ancak Resûlullah (s.a.v.), görev başında oldukları için her ikisine de hem ganimetten pay verdi hem de savaşa katılmış gibi ecir alacaklarını müjdeledi.
Uhud Savaşı’nda ise en zorlu anlarda Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında kenetlenen, O’nu canları pahasına koruyan bir avuç kahramandan biriydi. Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin Fethi’nde ve Huneyn’de hep en ön saflardaydı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatından sonra da cihad aşkı sönmedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde Suriye (Şam) cephesinde İslam ordularının en önemli komutanlarından biri oldu. Özellikle Yermük Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık dillere destandı. Ordunun süvari birliklerinin başındaydı ve askerlerini cesaretlendirirken adeta kükreyen bir aslan gibiydi. Şam’ın (Dımeşk) fethinde bizzat bulundu ve şehir teslim olduğunda, şehrin kapılarından birini teslim alan komutan oydu.

Bölüm 4: Duası Kabul Olan Sahabi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), sadece kılıcıyla değil, duasıyla da meşhur bir sahabiydi. O, “Mustacabu’d-Da’ve” idi; yani duası Allah katında hemen kabul görenlerdendi. Bununla ilgili yaşanan şu hadise çok meşhurdur:
Medine’de yaşadığı dönemde, Ervâ bint Üveys adında bir kadın, komşusu olan Hz. Saîd’i haksız yere valiye şikâyet etti. Kadın, “Saîd benim arazimin bir kısmını gasp etti, kendi arazisine kattı!” diye iftira attı.
Bu haksız itham, cennetle müjdelenmiş bu mübarek sahabinin kalbini çok kırdı. O ki, bütün hayatını hak ve adalet için adamıştı. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle dua etti:
“Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözlerini kör et! Ve o haksız yere sahiplendiği toprağı ona mezar eyle (yani o arazide canını al)!”
Aradan çok zaman geçmedi. Medine halkı, Ervâ adındaki o kadının gözlerinin kör olduğuna şahit oldu. Kadın, kör olduktan sonra bir gün yine o tartıştıkları arazide dolaşırken, oradaki eski bir kuyuya veya çukura düştü ve orada can verdi.
Bu hadise, haksız yere iftira atmanın ne kadar tehlikeli olduğunu ve duası makbul kulların ahından sakınmak gerektiğini herkese gösteren ibretlik bir olay olarak tarihe geçti.

Bölüm 5: “O, Cennetliktir!”
Hz. Saîd bin Zeyd’in (r.a.) bu dünyadaki en büyük şerefi ve en büyük mutluluğu, bir gün bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek dilinden ismini duymasıydı.
Resûlullah (s.a.v.), bir gün ashabıyla otururken şöyle buyurdu:
“Ebû Bekir cennetliktir. Ömer cennetliktir. Osman cennetliktir. Ali cennetliktir. Talha cennetliktir. Zübeyr cennetliktir. Abdurrahman bin Avf cennetliktir. Sa’d bin Ebî Vakkâs cennetliktir. Saîd bin Zeyd cennetliktir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh cennetliktir.” (Aşere-i Mübeşşere)
Düşünebiliyor musunuz? Henüz hayattayken, ayaklarınız yeryüzünde gezerken, adınızın cennet ehlinden olarak ilan edilmesi ne büyük bir bahtiyarlıktır!
Vefatı ve Mirası
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Özellikle Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne olaylarına hiç karışmadı. Uzlete çekilmeyi, Müslümanlar arasında kargaşaya taraf olmamayı seçti.
Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde, yaklaşık 70 yaşlarındayken (Hicri 51 civarı) vefat etti. Onun cenazesini yıkama ve kabre indirme şerefi, Aşere-i Mübeşşere’den hayatta kalan son isimlerden olan Sa’d bin Ebî Vakkâs’a (r.a.) nasip oldu. Cenaze namazını ise Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer (r.a.) kıldırdı. Medine’nin büyük sahabileri, bu cennetle müjdelenmiş kardeşlerini gözyaşlarıyla Bâki Kabristanı’na defnettiler.
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), bizlere babasından aldığı hakikat aşkını, eşiyle birlikte gösterdiği iman cesaretini, Hz. Ömer gibi bir devin hidayetine vesile olmanın şerefini, savaş meydanlarındaki yiğitliğini ve duası makbul bir kul olmanın nasıl bir fazilet olduğunu miras bıraktı.
O, adını cennete yazdıran sessiz, ama imanı sarsılmaz kahramanlardan biriydi. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)

Ümmetin Emini: Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Mekke’nin Güvenilir Genci
Güneşin Mekke’nin taş evlerini yaktığı, cehaletin ve putperestliğin kalplere gölge düşürdüğü bir zamanda, Kureyş’in Fihr koluna mensup, asil bir genç adam yaşardı. Adı Âmir bin Abdillâh bin el-Cerrâh idi. Fakat o, daha çok künyesiyle, yani Ebû Ubeyde olarak tanınacaktı.
Ebû Ubeyde (r.a.), İslam’dan önce de Mekke’nin en seçkin simalarından biriydi. Uzun boylu, zarif yapılı, nazik yüzlü ve vakur bir duruşa sahipti. Onu herkes “güvenilir” olarak bilirdi. Söz verdiğinde tutar, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet etmezdi. Yüksek ahlâkı ve mütevazı (alçakgönüllü) yapısıyla herkesin sevgisini kazanmıştı.
Bir gün, Mekke’de “emin” olarak bilinen bir başka ses, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanları tek bir Allah’a (c.c.) imana davet etmeye başladı. Bu yeni daveti duyanların kimisi öfkelendi, kimisi alay etti. Fakat kalbi temiz olanlar için bu ses, uzun zamandır bekledikleri bir müjdeydi.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) en yakın dostlarından biri, Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni nuru kabul eder etmez, güvendiği dostlarına koştu. Ebû Ubeyde’yi (r.a.), Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.), Osman bin Maz’ûn’u (r.a.) ve Erkam bin Ebî Erkam’ı (r.a.) alıp doğruca Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna götürdü.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) dinlediğinde, kalbinde hiç tereddüt kalmadı. Bu sözlerin, bu davetin hakikat olduğunu derûnî bir sezişle anladı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan, yani Sâbikûn-ı Evvelûn’dan olma şerefine erişti.

İmanın En Ağır İmtihanı: Bedir
Mekke’de Müslümanlara yapılan zulümler artınca, Peygamberimiz (s.a.v.) önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret izni verdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), her iki hicrete de katıldı; dinini yaşamak için malını, mülkünü, ailesini geride bırakmaktan çekinmedi.
Medine’de yeni bir hayat kurulmuştu. Ancak Mekkeli müşrikler Müslümanların peşini bırakmaya niyetli değildi. Takvimler Hicret’in ikinci yılını gösterdiğinde, Müslümanlar ile müşrikler Bedir kuyularının başında karşı karşıya geldiler. Bu, hak ile batılın ilk büyük savaşıydı.
Savaş meydanında, kılıç sesleri ve nidalar birbirine karışmıştı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir aslan gibi cesaretle savaşırken, gözüne sürekli bir kişi takılıyordu: Müşrik ordusunun saflarındaki babası Abdullah bin Cerrâh.
Babası, oğlunun iman ettiğini biliyordu ve onu karşısında gördükçe öfkesi kabarıyordu. Savaş boyunca kasten oğlunu aradı, onu hedef aldı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) ise babasıyla çarpışmamak için sürekli yer değiştirdi, ondan kaçındı. Ne de olsa o babasıydı.
Fakat Abdullah bin Cerrâh, oğlunun peşini bırakmadı. Onu öldürmeye yeminli gibiydi. En sonunda, Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) başka kaçacak yeri kalmadı. Babası, kılıcını çekmiş, tam üzerine geliyordu.
İşte o an, tarihin durduğu anlardan biriydi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) için imtihanların en büyüğü gelip çatmıştı. Bir yanda babalık hakkı, diğer yanda Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) olan imanı vardı. O, tercihini imandan yana kullanmak mecburiyetinde kaldı. Gözlerini kapadı ve babasının karşısına dikildi. İki kılıç birbirine çarptı ve babası yere yığıldı.
Bu, bir evlat için tahammülü çok zor bir imtihandı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Allah (c.c.) sevgisini, kan bağının önüne koymuştu. Pek çok müfessir, bu hadise üzerine Mücâdele Suresi’nin 22. ayet-i kerimesinin nâzil olduğunu belirtir. Bu ayet, imanın ne demek olduğunu en veciz şekilde tasvir ediyordu:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücâdele 58/22 )

Resûlullah’a (s.a.v.) Emsalsiz Sadakat: Uhud
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan sevgisi ve bağlılığı ise Uhud Savaşı’nda destanlaşmıştır.
Uhud’da savaşın seyri bir anlığına değişmiş, Müslümanlar zor durumda kalmıştı. Müşrikler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafındaki korumayı yarmayı başarmıştı. Atılan bir taş, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dudağını yaralamış, mübarek dişlerinden birini kırmıştı. Dahası, giydiği zırhın (miğferin) iki halkası, mübarek yanağına saplanmıştı.
Kanlar içinde kalan Resûlullah’ın (s.a.v.) hali, sahabelerin yüreğini dağlıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve diğerleri ona siper olmuştu. O sırada Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir ok gibi fırladı. Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüne saplanan miğfer halkalarını gördü.
Bazı sahabeler halkaları bir aletle çekmeyi denedi, ancak başaramadılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), “Sakın!” dedi. Bir alet kullanırsa, halkaların daha derine batmasından veya Resûlullah’ın (s.a.v.) canını daha çok yakmaktan korktu.
Öne atıldı ve mübarek yanağa saplanan ilk halkayı dişleriyle kavradı. Halkayı çekerken, kendi ön dişlerinden biri kökünden kırıldı ve yere düştü. Ama o, acısını hissetmiyordu bile. Gözü sadece Efendimiz’in (s.a.v.) yüzündeydi. Hemen ikinci halkaya uzandı, onu da dişleriyle sımsıkı yakaladı. O halkayı da çekerken, bir dişi daha kırıldı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yüzü temizlenmişti ama Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) iki ön dişi kırılmıştı. O günden sonra ona “el-Ehtem” (dişleri kırık olan) denildi. Fakat sahabeler, “Onun bu hali, en güzel süsünden daha güzeldi,” derlerdi. Çünkü bu, Resûlullah’a (s.a.v.) olan emsalsiz sevginin ve fedakârlığın bir nişanıydı.
“Bu Ümmetin Emini”
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) hayatındaki dönüm noktası, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ona verdiği o mübarek unvandı.
Bir gün, Yemen’in Necran bölgesinden bir Hristiyan heyeti Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz’le (s.a.v.) görüştüler ve İslam hakkında bilgi aldılar. Kendi aralarındaki bazı mali meselelerin çözümü ve dinlerini öğrenmek için güvenilir birini istediler. Dediler ki: “Ey Ebü’l-Kâsım! Bize aranızdan güvendiğin, emin birini gönder.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Elbette,” buyurdu. “Size tam manasıyla emin (güvenilir) birini göndereceğim.”
Bu sözü duyan bütün sahabeler heyecanlandı. Hz. Ömer (r.a.) o anı şöyle anlatır: “Hayatımda emirlik (liderlik) makamını o günkü kadar hiç arzu etmemiştim. Resûlullah’ın (s.a.v.) beni seçeceğini ümit ederek sürekli öne doğru atıldım, kendimi göstermeye çalıştım.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mesciddeki sahabelere mübarek nazarlarıyla baktı. Sessizliği bozarak buyurdu ki:
“Kalk, ey Ebû Ubeyde bin Cerrâh!”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), sükûnetle ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu heyete takdim ederken, şu cihan şümul sözü söyledi:
“Her ümmetin bir emini (en güvenilir kişisi) vardır. Ey ümmetim! Bizim eminimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır.”
O günden sonra onun adı “Emînü’l-Ümme” (Ümmetin Emini) olarak anıldı.
Tevazu Sahibi Komutan
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde de İslam ordularının en mühim komutanlarından biri oldu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Suriye’ye gönderilen orduların komutanıydı. Hz. Ömer (r.a.) halife olduğunda, Yermük Savaşı gibi çok kritik bir savaşın ortasında, ordunun başkomutanı olan “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) Halid bin Velid’i (r.a.) görevden aldı ve yerine Hz. Ebû Ubeyde’yi (r.a.) tayin etti.
Bu, çok hassas bir karardı. Hz. Ömer (r.a.), zaferlerin Halid bin Velid’in (r.a.) dehasına bağlanmasından ve insanların Allah’ı (c.c.) unutmasından endişe etmiş, yumuşak huylu, mütevazı ve Allah’tan (c.c.) çok korkan Ebû Ubeyde’yi (r.a.) başa getirmişti.
İşte bu iki büyük sahabinin ahlâkı burada parladı:
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), halifenin emrini alınca, savaşın ortasında moraller bozulmasın diye bunu hemen açıklamadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi Hz. Halid’e (r.a.) danışmaya, onun askeri tecrübesinden istifade etmeye devam etti.
Hz. Halid bin Velid (r.a.) ise emri öğrendiğinde, zerre kadar enaniyet göstermedi. “Ben Ömer için değil, Allah (c.c.) için savaşıyorum,” diyerek hemen emre itaat etti ve Ümmetin Emini’nin komutası altında bir nefer gibi cesaretle savaşmaya devam etti.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) komutasında Şam (Dımaşk) ve Humus fethedildi. Sıra Kudüs’e gelmişti. Kudüs halkı, şehri ancak bizzat Halife Hz. Ömer’in (r.a.) gelip teslim alması şartıyla barış yapacaklarını bildirdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’ye mektup yazdı. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den kalkıp o meşhur yolculuğuyla Kudüs’e geldi ve şehrin anahtarlarını, komutanı Ebû Ubeyde’nin (r.a.) yanında teslim aldı.
Dünya Malına Değer Vermeyen Vali
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Suriye bölgesinin genel valisi olmuştu. Zengin toprakları, büyük şehirleri yönetiyordu.
Bir gün Halife Hz. Ömer (r.a.), Suriye’ye onu teftişe geldi. Şehre girince, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sordu. Onu buldular. Hz. Ömer (r.a.), “Kardeşim, bizi evine götür, biraz dinlenelim,” dedi.
Ebû Ubeyde (r.a.), biraz mahcup oldu. “Ey Mü’minlerin Emiri! Benim evimde ne yapacaksın? Orada gözyaşı dökmekten başka bir şey bulamayacaksın,” dedi.
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Vali ve Başkomutan olan Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’yi “evim” dediği basit bir çadıra götürdü. Çadırın içinde, duvarda asılı bir kılıç, bir kalkan ve bir su tulumundan başka hiçbir eşya yoktu. Oturmak için yere serilmiş bir post ve yemek için bir tahta çanaktan başka bir şeyi yoktu.
Hz. Ömer (r.a.), “Ey Ebû Ubeyde! İnsanların envai çeşit eşyaları var. Sen koskoca valisin! Bu halin nedir?” diye sordu.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), o mübarek tevazusuyla cevap verdi: “Ey Mü’minlerin Emiri! Bunlar beni kabre ulaştırıncaya kadar yeter de artar bile.”
Hz. Ömer (r.a.), bu manzaraya ve bu cevaba daha fazla dayanamadı. Ağlamaya başladı. Kardeşine sarıldı ve dedi ki: “Ey kardeşim! Dünya herkesi değiştirdi, ama seni, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından ayrıldığım günkü gibi buldum. Seni değiştiremedi!”

Son İmtihan: Veba ve Teslimiyet
Hicretin 18. yılıydı. Suriye’de, “Tâûn-ı Amvâs” (Amvas Vebası) denilen korkunç bir veba salgını başladı. Salgın, Müslüman ordusunun içinde hızla yayılıyor, pek çok büyük sahabiyi bir bir alıyordu.
Medine’deki Halife Hz. Ömer (r.a.), Ümmetin Emini’nin hayatından endişe ediyordu. Ona hemen bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: “Sana mühim bir ihtiyacım hâsıl oldu. Bu mektubu alır almaz, sakın elinden bırakma ve derhal Medine’ye yola çık.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), mektubu okudu. Halife’nin maksadını anladı. Onu vebadan kurtarmak istiyordu. Gülümsedi ve kâtibini çağırıp şu cevabı yazdırdı:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Size olan ihtiyacınızı anladım. Fakat ben, Müslüman askerlerimden sadece biriyim. Onlarla birlikteyim. Onlara isabet eden bu musibetten kaçarak kendimi kurtarmak istemem. Ben, Allah’ın (c.c.) benim hakkımdaki kaderinden kaçamam. Lütfen, beni bu vazifemden affedin ve burada kalmama müsaade edin.”
Hz. Ömer (r.a.), mektubu okuduğunda hıçkırıklara boğuldu. Etrafındakiler şaşırdı: “Yoksa Ebû Ubeyde vefat mı etti?”
Hz. Ömer (r.a.), gözyaşları içinde cevap verdi: “Hayır, vefat etmedi. Ama… vefat etmek üzere.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), ordusunun başında kaldı. Hastalık ona da bulaştı. Ateşi yükseldiğinde, askerlerini topladı ve onlara son bir vasiyette bulundu: “Size vasiyetim şudur: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin. Amirlerinize itaat edin ve onlara hile yapmayın. Dünya sizi aldatmasın…”
Sonra Rabbine döndü. “Ey Allah’ım! Bu musibeti rahmetin olarak gönderdin. Bu rahmetten Ebû Ubeyde’ye de payını ver…”
Ümmetin Emini, Cennetle müjdelenen o büyük sahabi, askerlerinin arasında, vazifesinin başında ruhunu Rabbine teslim etti. Cenazesini en yakın dostları Muaz bin Cebel (r.a.) ve Amr bin el-Âs (r.a.) yıkadı. Bugün kabri, adını verdiği topraklarda, Ürdün’dedir.
O, arkasında ne bir saray ne de bir hazine bıraktı. O, arkasında sadece sarsılmaz bir iman, emsalsiz bir emanet (güvenilirlik) ve “Ümmetin Emini” olma şerefini bıraktı. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “cennettedir” dediği on kişiden biriydi.
Allah (c.c.) ondan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun şefaatine nâil eylesin. Âmin.

****************

2. Öne Çıkan Diğer Mühim Sahabiler

Aşere-i Mübeşşere’nin tamamı “öne çıkan” sahabilerin başında gelse de, onlar dışında İslâm tarihindeki yerleri, ilimleri, kahramanlıkları veya Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yakınlıkları ile bilinen pek çok büyük sahabi daha vardır.

Bu mübarek zatlardan bazıları şunlardır:
Ehl-i Beyt’ten Öne Çıkanlardan
• Hz. Hatice binti Huveylid (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi, ilk mü’min ve en büyük destekçisi.
·
·        TÂHİRE: Mekke’nin En Asil Ruhu, Mü’minlerin İlk Annesi Hz. Hatice (r.anhâ)
·        Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, cehaletin ve kibrin sokaklarda kol gezdiği bir zamanda, Kâbe’nin gölgesinde bir kadın yaşardı. O, sıradan bir kadın değildi. Kureyş’in en soylu kabilelerinden birine mensuptu. Zenginliği dillere destan, aklı ve feraseti ise en tecrübeli tüccarlara parmak ısırtırdı. Fakat onu asıl yücelten ne serveti ne de soyu idi; onu emsalsiz kılan, o karanlık devirde bile sahip olduğu tertemiz ahlâkı, iffeti ve vakarıydı. Bu yüzden Mekkeliler ona “Tâhire” derlerdi; yani “Pâk, Tertemiz Kadın.”
·        Bu mübarek hanımefendi, Hz. Hatice bint-i Huveylid idi.

·        1. Bölüm: Tâhire’nin Kervanı ve “el-Emîn” ile Tanışma
·        Hz. Hatice (r.anhâ), daha evvel iki evlilik yapmış, eşlerini kaybetmiş, asil ve zengin bir hanımefendi olarak ticaretle meşgul oluyordu. Mekke’nin en büyük kervanlarından bazıları ona aitti. Güvendiği adamları vasıtasıyla mallarını Şam’a, Busra’ya gönderir, büyük kazançlar elde ederdi. Lakin onun için kazançtan daha mühim olan bir şey vardı: Güven, dürüstlük ve güzel ahlâk.
·        Yine böyle bir ticaret seferi için hazırlık yaparken, kulağına bir isim fısıldanmıştı. Bu isim, Mekke’de herkesin dilindeydi: “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed). Henüz 25 yaşında olan bu genç adam, yetim büyümesine rağmen, hayatında bir kez olsun yalan söylememiş, kimsenin hakkına girmemiş, dürüstlüğü ve asaletiyle herkesin takdirini kazanmıştı.
·        Hz. Hatice, bu vasıfları duyduğunda kalbinde bir itimat (güven) belirdi. Bu genç adam, onun kervanını yönetmek için biçilmiş kaftandı. Ona haber gönderdi ve kervanının idaresini teklif etti. Diğer tüccarlara verdiğinden daha fazlasını vereceğini de vaat etti.
·        Peygamber Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’in de teşvikiyle bu teklifi kabul etti. Hz. Hatice, kervana güvendiği hizmetkârı Meysere’yi de dâhil etti ve ona, Muhammedü’l-Emîn’i (s.a.v.) dikkatle nazar etmesini (gözlemlemesini) tembihledi.
·        Kervan yola çıktı. Meysere, yolculuk boyunca hayret verici hadiselere şahit oldu. Güneşin en yakıcı olduğu anlarda bir bulutun kervanın üzerinde, özellikle de Efendimiz’in (s.a.v.) üzerinde dolaşarak ona gölge yaptığını gördü. Busra’da bir manastırın yakınında konakladıklarında, oradaki bir rahibin Meysere’ye gelip, “Şu ağacın altında konaklayan zat kimdir?” diye sorduğunu, Meysere “Mekkeli, Harem ehlinden bir adamdır” deyince, rahibin, “O ağacın altına peygamberlerden başkası oturmamıştır” dediğini hayretle işitti.
·        Dahası, Efendimiz’in (s.a.v.) ticaretteki bereketi, dürüstlüğü, kimseyi kırmaması ve muazzam ahlâkı, kervanın o güne dek görülmemiş bir kârla dönmesini sağladı.
·        Meysere, Mekke’ye döner dönmez, gördüğü her şeyi, hem yoldaki harikulade halleri hem de Efendimiz’in (s.a.v.) yüce ahlâkını bir bir Hz. Hatice’ye anlattı.

·        2. Bölüm: İki Nurun Buluşması (Evlilik)
·        Hz. Hatice (r.anhâ), 40 yaşında, olgun, zeki ve Tâhire lakabına sahip bir hanımefendiydi. Mekke’nin nice zenginleri ve kabile reisleri onunla evlenmek istemiş, lakin o hepsini reddetmişti. Meysere’nin anlattıkları ve bizzat gördüğü o yüce karakter, onun kalbinde bambaşka bir muhabbet ve hürmet uyandırmıştı.
·        Bu genç adamda, sıradan insanlarda olmayan bir nur, bir ulviyet (yücelik) vardı. Hz. Hatice, aradığı o emîn (güvenilir) limanı bulduğunu hissetti. O devrin âdetlerinin aksine, cesur bir adım attı. Güvendiği arkadaşı Nefîse binti Münye aracılığıyla Efendimiz’e (s.a.v.) evlilik teklifini iletti.
·        Efendimiz (s.a.v.), kendisinden 15 yaş büyük olan, Tâhire lakaplı bu asil kadının teklifi karşısında önce şaşırdı, lakin durumu amcalarıyla görüştü. Herkes bu izdivaca razı oldu.
·        Bu evlilik, Mekke’nin en mübarek evliliği oldu. Bu, sadece iki insanın değil, yeryüzünün en büyük davasına zemin hazırlayacak iki mübarek ruhun birleşmesiydi. Onların evi, sevgi, merhamet ve huzurun merkezi oldu.
·        Kur’an-ı Kerim, yıllar sonra, bu evliliğin sırrını sanki şöyle tasvir edecekti:
·        “Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranıza bir sevgi ve merhamet vermesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 30:21)
·        Bu evlilikten Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tâhir) dünyaya geldi. Erkek evlatları küçük yaşta vefat etse de, bu ev, Ehl-i Beyt’in mübarek neslinin de kaynağı olacaktı.

·        3. Bölüm: Hira’dan Gelen Titreyiş ve İlk İman
·        Yıllar birbirini kovaladı. Efendimiz (s.a.v.) 40 yaşına yaklaştığında, içinde bir yalnızlık ve tefekkür arzusu belirdi. Mekke’nin putperest yaşantısından uzaklaşmak için sık sık Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmeye başladı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ), eşinin bu halini derin bir anlayışla karşılıyordu. Ona azığını hazırlar, onu sabırla beklerdi.
·        Ve bir Ramazan gecesi… O beklenen an geldi. Cebrail (a.s.), “Oku!” emriyle ilk vahyi getirdi. Efendimiz (s.a.v.), okuma bilmediğini söyledi. Meleğin onu sıkıp bırakmasının ardından ilk ayetler nâzil oldu. Yaşadığı hadisenin ağırlığıyla, kalbi titreyerek mağaradan indi.
·        Evine koştu. Yüzü sapsarı, mübarek bedeni titriyordu. Tek sığınağı, vefalı zevcesi Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!) dedi.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) telaşlanmadı. Paniklemedi. O, Tâhire idi. O, vefanın ta kendisiydi. Eşinin üzerine örtüyü serdi, titremesi geçinceye kadar bekledi. Efendimiz (s.a.v.) sükûnet bulduğunda, başından geçenleri anlattı ve “Kendimden korktum, Hatice!” dedi.
·        İşte tam o anda, Hz. Hatice (r.anhâ), tarihin seyrini değiştiren, imanın ve teslimiyetin en büyük isbatı olan şu sözleri söyledi:
·        “Korkma! Allah’a yemin ederim ki, O, seni hiçbir zaman utandırmaz (mahcup etmez). Çünkü sen, akraba bağını gözetirsin, sözün doğrusunu söylersin, muhtacın yükünü taşırsın (âcize yardım edersin), fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlar ve hak yolunda olanlara, başlarına gelen felaketlerde destek olursun.”
·        Bu sözler, bir peygamberin alabileceği ilk ve en büyük dünyevi destekti. Bu, sadece bir eşin tesellisi değil, bir mü’minin imanıydı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) bununla kalmadı. Eşini alıp, bilgisine güvendiği amcaoğlu Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka, olanları dinleyince heyecanla tasdik etti: “Bu, Allah’ın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Cebrail’dir). Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkardığı zaman sana yardım edebilseydim!”
·        Hz. Hatice’nin kalbi mutmain olmuştu. Tereddüt etmeden, şüphe duymadan, sorgulamadan, “Âmentü” (İman ettim) dedi.
·        Böylece Hz. Hatice (r.anhâ); bu ümmetin ilk Müslümanı, ilk iman eden şahsiyeti olma şerefine erişti. O, sadece Peygamber’in zevcesi değil, aynı zamanda onun davasının ilk ortağı oldu.

·        4. Bölüm: Dava Yükü, Boykot Yılları ve Vefa
·        İslam’ın ilk yılları çetin geçti. Müslümanlar az, düşmanlar çok ve acımasızdı. İşte bu zorlu yolda Hz. Hatice, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi oldu.
·        O, Mekke’nin en zengin kadınıydı. Bütün servetini, malını mülkünü İslam davası için, fakir Müslümanlar için, kölelerin azad edilmesi için tereddütsüz harcadı. O, servetini “infak” eden ilk kişiydi.
·        Efendimiz (s.a.v.), dışarıda müşriklerin eziyetine, hakaretine, alaylarına maruz kalıp yorulduğunda, evine, Hz. Hatice’sinin yanına dönerdi. Onun şefkatli bakışları, iman dolu sözleri ve sarsılmaz desteği, Efendimiz’in (s.a.v.) bütün yorgunluğunu alır, ona güç verirdi.
·        Müşrikler, İslam’ın yayılmasını engelleyemeyince, son çare olarak Müslümanları ve onlara destek olan Haşimoğullarını boykota (mukâtaa) tabi tuttular. Onları Ebû Tâlib Mahallesine hapsettiler. Kimse onlarla konuşmayacak, alışveriş yapmayacak, kız alıp vermeyecekti.
·        Bu boykot tam üç yıl sürdü. Asil ve zengin bir hayat sürmüş olan Hz. Hatice Vâlidemiz, o günlerde 60 yaşını geçmişti. Buna rağmen, o mahallede açlığı, susuzluğu, yokluğu genç Müslümanlarla beraber, en küçük bir şikâyet etmeden yaşadı. Çocukların açlıktan ağlama seslerinin vadiyi çınlattığı o günlerde, o, servetini değil, imanını ve sabrını konuşturdu. Varlığa şükrettiği gibi, yokluğa da sabretti.

·        5. Bölüm: Hüzün Yılı ve Ebedî Vuslat
·        Üç yıllık çileli boykot sona erdiğinde, Müslümanlar nefes almıştı ama bu zorlu yıllar, iki mübarek bedeni çok yıpratmıştı.
·        Önce, Efendimiz’in (s.a.v.) “kalkanı” olan amcası Ebû Tâlib vefat etti. Bu acı henüz çok tazeyken, sadece üç gün sonra, Efendimiz’in (s.a.v.) “sığınağı”, vefalı yâri, ilk mü’mini, çocuklarının annesi Hz. Hatice (r.anhâ) hastalandı.
·        65 yaşındaydı. 25 yıl süren mübarek evliliğin, iman ve cihad dolu bir hayatın sonuna gelmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat döşeğindeki zevcesinin başucundaydı.
·        Vefat ettiğinde, Efendimiz’in (s.a.v.) hüznü sonsuzdu. O yıl, İslam tarihinde “Hüzün Yılı” (Senetü’l-Hüzün) olarak anıldı. Çünkü Peygamber (s.a.v.), hem koruyucu amcasını hem de en büyük destekçisi olan zevcesini kaybetmişti.
·        Onu kendi mübarek elleriyle Mekke’deki Hacûn Kabristanı’na defnetti. O gün henüz cenaze namazı farz kılınmamıştı.

·        Hatice’nin (r.anhâ) Ardından Kalan Sevgi
·        Hz. Hatice Vâlidemizin vefatından sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu asla unutmadı. Onu her andığında gözleri dolar, “O, bana iman etti; herkes beni inkâr ederken… O, beni tasdik etti; herkes beni yalanlarken… O, malıyla bana destek oldu; herkes beni mahrum bırakırken… Ve Allah, bana ondan evlatlar nasip etti” derdi.
·        O kadar vefalıydı ki, evde bir kurban kesildiğinde, etinden mutlaka Hz. Hatice’nin hayattaki arkadaşlarına ve akrabalarına pay gönderirdi.
·        Bir gün Hz. Aişe (r.anhâ) Vâlidemiz, Efendimiz’in (s.a.v.) onu bu kadar sık anmasına şaşırmış, “Allah sana ondan daha hayırlısını (daha gencini) vermedi mi?” diye sormuştu. Efendimiz’in (s.a.v.) cevabı net ve sarsılmazdı:
·        “Vallahi, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi!”
·        Ve bir defasında şöyle buyurmuştu: “Bana onun sevgisi rızık olarak verildi.”
·        Hz. Hatice (r.anhâ); sadakatin, vefanın, imanın, teslimiyetin ve desteğin timsalidir. O, sadece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi değil, aynı zamanda Hz. Fâtıma’nın annesi, Ehl-i Beyt’in temel direği ve bütün Mü’minlerin Tâhire annesidir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Âişe binti Ebî Bekir (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi, “Mü’minlerin Annesi” ve en mühim hadis râvilerinden ve âlimlerinden biri.

Mü’minlerin Annesi, İlim ve Hikmet Pınarı: Hz. Âişe (r.anhâ)
Giriş: Sıddîk’ın Evinde Doğan Ay
Mekke’nin henüz iman nuruyla yeni yeni aydınlanmaya başladığı bir zamanda, şehrin en emin, en dürüst ve en sadık adamının, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) hanesinde bir kız çocuğu dünyaya gözlerini açtı. Adını Âişe koydular. Bu, “huzurlu ve rahat yaşayan” manasına geliyordu.
Hz. Âişe, sıradan bir çocuk değildi. O, gözünü açtığı hanenin, İslâm’ın ilk kalesi olduğunu görerek büyüdü. Babası, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu, “mağara arkadaşı” idi. Evleri, Kâbe’nin hemen yanında, iman hakikatlerinin fısıldandığı, müşriklerin eziyetlerine karşı sabrın kuşanıldığı bir mektepti. Hz. Âişe, bu mektebin ilk talebelerindendi.
Daha küçücük bir çocukken bile, hafızasının kuvveti ve keskin zekâsıyla dikkat çekiyordu. Olan biten her şeyi bir sünger gibi emiyor, duyduğu her ayeti, her hadisi zihnine nakşediyordu. Onun derûnî dünyası, küfrün karanlığından tamamen uzakta, vahyin ışığıyla şekilleniyordu.

Bölüm 1: Hâne-i Saadet’e Adım ve Bir Mektebin Kuruluşu
Mü’minlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) vefatı, Resûlullah’ı (s.a.v.) derin bir hüzne boğmuştu. Bu hüzünlü günlerin ardından, Allah Teâlâ, Peygamberi’ne (s.a.v.) Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Âişe ile evlenmesini bildirdi. Bu evlilik, sadece iki insanı değil, Nübüvvet ile Sıddîkıyyeti (Peygamberlik ile Sadakati) ebediyen perçinleyen semavî bir bağdı.
Hicret’ten sonra Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edildiğinde, hemen bitişiğine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için mütevazı odalar (hücreler) yapıldı. İşte bu odalardan biri, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) “Hücre-i Saadet”i, yani mutluluk yuvası oldu.
Bu oda, duvarları kerpiçten, tavanı hurma dallarından yapılmış, bir insanın ancak sığabileceği kadar küçük bir yerdi. Fakat bu küçük mekân, dünyaya ilim ve hikmet saçacak bir mektebin merkezi olacaktı. Çünkü bu odanın sakini, sadece bir zevce değil, aynı zamanda Nübüvvet mektebinin en dikkatli, en zeki talebesiydi.

Bölüm 2: Peygamber Ocağında Bir Talebe: “Soru Soran Akıl”
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) en belirgin vasfı, merakı ve sorgulayan aklıydı. O, Resûlullah’a (s.a.v.) en yakın insandı. Vahyin pek çoğu, o hanede nazil oluyordu. Hz. Âişe, duyduğu her şeyi sadece ezberlemez, manasının derinliklerine inmek isterdi.
Anlamadığı bir nokta olduğunda, hemen Resûlullah’a (s.a.v.) sorardı. “Yâ Resûlallah, şu ayette murad edilen nedir?”, “Yâ Resûlallah, bu hükmün hikmeti nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de onun bu ilim aşkından pek memnun olur, ona en ince teferruatına kadar cevap verirdi. Bu sayede, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) aile hayatı, gece ibadetleri, ahlâkı ve en mahrem sünnetleri, Hz. Âişe validemiz vasıtasıyla ümmete eksiksiz bir şekilde intikal etti.
O, sadece bir nakilci (râvi) değil, aynı zamanda bir müctehid, bir fakîh (İslâm hukukçusu) idi. Diğer sahabelerin anlayamadığı zor meseleleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine ve Kur’an’ın ruhuna olan derin vukûfiyeti sayesinde hallederdi.

Bölüm 3: Büyük İmtihan: İfk Hadisesi ve Semâvî Şahitlik
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) parlak hayatı, çok ağır bir imtihanla sınandı. Benî Müstalik Gazvesi’nden dönerken, bir mola yerinde, ihtiyacı için kafileden kısa bir anlığına ayrılmıştı. Döndüğünde, içinde bulunduğu “hevdec”in (deve üzerindeki kapalı koltuk) devesi götürülmüş, kafile hareket etmişti.
Tek başına kalan validemiz, “Nasıl olsa geri dönerler” diye beklerken uyuyakalmıştı. Kafileden geri kalan bir sahabe (Safvân bin Muattal r.a.), onu görünce devesine bindirmiş ve edeple, tek kelime konuşmadan kafileye yetiştirmişti.
Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übey bin Selûl, bu hadiseyi fırsat bilerek, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) namusuna, Mü’minlerin Annesi’ne karşı en ağır iftirayı, “İfk”i ortaya attı.
Bu iftira, bir ay boyunca Medine’yi çalkaladı. Hz. Âişe (r.anhâ) hastalandı, kederinden eridi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) derin bir sükût içindeydi, zira o, vahiy bekliyordu. Hz. Âişe’nin babası Hz. Ebû Bekir ve annesi, çaresizlik içinde gözyaşı döküyordu.
Hz. Âişe, o günleri anlatırken, “Gözyaşlarım hiç dinmedi, geceleri uyku nedir bilmedim” der. Tam bir ay sonra, Resûlullah (s.a.v.) onun yanına geldiğinde, üzerine vahiy hali geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek müjdeyi verdi: “Müjde yâ Âişe! Allah senin temizliğini isbat etti!”
Hz. Âişe, masumiyetinin bizzat Allah Teâlâ tarafından tasdik edilmesini bekliyordu ama kendi hakkında Kur’an ayetleri ineceğini hiç düşünmemişti. O anki sevincini tasvir etmek mümkün değildir. Allah Teâlâ, Nûr Sûresi’nde on ayet birden indirerek, bu çirkin iftirayı atanları şiddetle kınadı ve Hz. Âişe’nin (r.anhâ) iffetini ve temizliğini kıyamete kadar okunacak ayetlerle ilan etti.
Nûr Sûresi 11. Ayet şöyledir:
“O ağır iftirayı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın; aksine o, sizin için bir hayırdır. O gruptan her birinin, işlediği günahın cezası vardır. Onlardan günahın büyüğünü üstlenene ise büyük bir azap vardır.”}
(Nûr 24:11)
Bu hadise, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) Allah katındaki değerini ve faziletini bütün cihana gösterdi.

Bölüm 4: Bir Sebep-i Rahmet: Teyemmümün Meşrû Kılınışı
Hz. Âişe validemiz, ümmet için bir bereket ve rahmet vesilesiydi. Bir başka seferde, yine kafilesiyle birlikteyken gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığı aramak için kafile durdu. Ancak bulundukları yerde su yoktu ve namaz vakti yaklaşmıştı.
Sahabeler telaşlandılar, hatta bazıları Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) gidip sitem ettiler: “Bak, kızın Âişe yine bütün orduyu alıkoydu, ne su var ne de abdest alacak imkân!” Hz. Ebû Bekir (r.a.), kızına sitem etmek için geldiğinde, Resûlullah (s.a.v.) Hz. Âişe’nin (r.anhâ) dizinde uyuyakalmıştı.
İşte tam o anda, Allah Teâlâ ümmete büyük bir kolaylık bahşeden “teyemmüm” ayetini indirdi (Mâide 5:6). Artık su bulunmadığında veya kullanılamadığında, temiz toprakla teyemmüm alarak namaz kılınabilecekti.
Bunu gören sahabeler, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) dönüp şöyle dediler: “Ey Ebû Bekir ailesi! Bu sizin ilk bereketiniz değil. Siz bu ümmet için ne kadar mübarek bir ailesiniz!”

Bölüm 5: Vahyin Gölgesindeki Son Günler ve Ebedî Veda
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatının en mühim anları, Resûlullah’ın (s.a.v.) son günlerinde yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat hastalığı ağırlaştığında, diğer zevcelerinden izin alarak son günlerini Hz. Âişe’nin (r.anhâ) odasında geçirmek istedi.
Bu, onun ilmine, sevgisine ve şefkatine olan itimadının en büyük göstergesiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek başı Hz. Âişe’nin (r.anhâ) göğsünde dayalıyken, son nefesini verdi.
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle der: “Allah’ın bana lütuflarından biri de, Resûlullah’ın (s.a.v.) benim odamda, benim nöbet günümde ve benim göğsümde (kucağımda) vefat etmesidir.”
Ve en büyük lütuf… Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat ettiği yere, yani Hz. Âişe’nin (r.anhâ) o mütevazı hücresine defnedildi. O küçük oda, kıyamete kadar ziyaret edilecek olan “Ravza-i Mutahhara”nın (tertemiz bahçenin) bir parçası oldu.

Bölüm 6: “Ümmetin Muallimesi” (Öğretmeni)
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Âişe (r.anhâ) yaklaşık 47 yıl daha yaşadı. Bu uzun hayat, artık ümmete öğretmenlik yapmakla geçti. O, “yaşayan bir sünnet” idi. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, içinden çıkamadıkları fıkhî meseleleri, hadislerin inceliklerini ve Kur’an’ın derin manalarını sormak için onun kapısına gelirlerdi.
Perdesinin ardından sordukları sorulara, o keskin zekâsı, güçlü hafızası ve Peygamber mektebinde aldığı eşsiz eğitimle öyle cevaplar verirdi ki, herkes hayran kalırdı. O, 2210 hadis rivayet ederek, en çok hadis rivayet eden dördüncü sahabe (Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer ve Enes bin Mâlik’ten sonra) ve kadınlar arasında birincisi oldu.
O, sadece nakletmedi; aynı zamanda tenkit etti, ictihad yaptı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sözlerinin hangi bağlantıda (bağlamda) söylendiğini en iyi o biliyordu. Bu yüzden onun ilmi, İslâm düşüncesinin ve fıkhının temel taşlarından biri oldu.

Bölüm 7: Bir İctihad ve Hüzün: Cemel Vak’ası
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatında, İfk hadisesi kadar acı olan bir başka nokta da Cemel Vak’ası’dır. Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne (kargaşa) döneminde, Hz. Âişe (r.anhâ), katillerin bir an önce bulunup cezalandırılması gerektiği yönünde ictihad etti.
Bu ictihadı, onu Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya getirdi. Niyeti asla savaşmak, kan dökmek veya hilafete karşı çıkmak değildi; tek arzusu adaletin yerini bulmasıydı. Ancak fitne ateşini körükleyenler, iki Müslüman ordusunu Basra yakınlarında karşı karşıya getirdi.
“Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak tarihe geçen bu elim hadisede binlerce Müslüman şehit oldu. Hz. Âişe (r.anhâ), devesinin üzerindeyken savaşı durdurmak için çok gayret ettiyse de muvaffak olamadı.
Savaş, Hz. Ali’nin (r.a.) galibiyetiyle sonuçlandığında, Hz. Ali, Mü’minlerin Annesi’ne gereken hürmeti ziyadesiyle gösterdi ve onu muhafızlar eşliğinde Medine’ye gönderdi.
Hz. Âişe (r.anhâ), hayatının sonuna kadar bu hadisenin derin üzüntüsünü yaşadı. O günleri hatırladıkça, “Keşke o gün gelmeden yirmi yıl önce ölseydim de bu hadiseyi görmeseydim” diyerek ağlardı. Bu, onun ne kadar hassas bir kalbe sahip olduğunu ve fitneden ne kadar nefret ettiğini gösteren acı bir hatıra olarak kaldı.
Sonuç: Ufukta Sönmeyen Kandil
Hz. Âişe (r.anhâ), Hicret’in 58. yılında, 66 yaşındayken Medine’de vefat etti. Vasiyeti üzerine, gece vakti Cennetü’l-Bakî kabristanlığına defnedildi.
Geride, paha biçilmez bir ilim hazinesi ve cihan şümul bir fazilet örneği bıraktı. O, “Sıddîk’ın kızı Sıddîka,” “Peygamber’in sevgilisi Habîbe,” “Ümmetin Muallimesi” ve her şeyden öte “Mü’minlerin Annesi” idi.
Onun hayatı, bir kadının ilimde, hikmette, siyasette (ictihadıyla) ve ahlâkta nasıl zirveye çıkabileceğinin en parlak isbatıdır. O küçük hücresinden yayılan ilim ışığı, asırlardır olduğu gibi, bugün de yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

***************

• Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kerîmesi (kızı) ve Ehl-i Beyt’in annesi.

Cennetin Reyhanı: Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ)
Güneşin Mekke ufuklarını henüz tam olarak aydınlatmadığı, Kâbe’nin yeniden inşâ edildiği günlerde, kutlu bir evde bir sevinç yankılandı. Burası, âlemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun en büyük destekçisi, müminlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) eviydi. Dünyaya gelen bu son kız evladı, eve bir nur, bir ışık gibi doğmuştu.
Ona “Fâtıma” adını verdiler. Fâtıma, “sütten kesilmiş” manasına gelse de, aynı zamanda onun ve neslinin Cehennem ateşinden uzak ve korunmuş olacağına bir işaretti. Daha sonra ona, yüzünün parlaklığı ve nuru sebebiyle “Zehra” (parlayan, ışık saçan) ve dünyadan yüz çevirip kendini ibadete verdiği için “Betül” (iffetli, her şeyden kesilip Allah’a yönelen) lakapları verilecekti.
Babasının Annesi: Mekke Yılları
Fâtıma’nın (r.anhâ) çocukluğu, sıradan bir çocuğun oyun ve neşesinden farklı geçti. O, gözlerini dünyanın en çetin mücadelesinin içine açmıştı. Babası, Allah’ın Elçisi olmuş, tek başına bütün bir şehre ve dünyaya “Bir olan Allah’a (c.c.) iman edin!” diye haykırıyordu.
Küçük Fâtıma, bu kutlu davanın en yakın şahidiydi. Babasının Müşrikler tarafından nasıl horlandığını, üzerine nasıl eziyetler yağdırıldığını görüyordu.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde secdeye varmıştı. O, Rabbiyle baş başayken, kalpleri kinle dolu müşrikler, bir devenin işkembesini getirip Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sırtına attılar. Efendimiz (s.a.v.) secdeden kalkamıyordu. Bu manzarayı gören küçük Fâtıma, yaşından beklenmeyen bir cesaretle koşarak geldi. O kirli ağırlığı babasının üzerinden titreyen küçük elleriyle attı ve bunu yapanlara karşı öfkeyle haykırdı.
Babası secdeden doğrulduğunda, gözlerinde hem hüzün hem de kızı için bir şefkat vardı. O gün Fâtıma, sadece bir evlat değil, aynı zamanda babasının koruyucusu, onun dert ortağı olmuştu. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.) ona sık sık, “Ümmü Ebîhâ” yani “Babasının annesi” derdi. Çünkü o, annesi Hz. Hatice’nin vefatından sonra babasına bir anne şefkatiyle yaklaşmıştı.
“Hüzün Yılı” geldiğinde, Fâtıma (r.anhâ) önce şefkatli annesi Hz. Hatice’yi, kısa bir süre sonra da babasının koruyucusu amcası Ebû Tâlib’i kaybetti. Bu iki büyük kayıp, onu daha da olgunlaştırdı ve babasına daha sıkı sarılmasına sebep oldu.
Medine’ye Hicret ve Yeni Bir Hayat
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâl alınca, Medine’ye hicret emri geldi. Hz. Fâtıma da, babasının ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ardından Medine’ye hicret edenler arasındaydı.
Medine, onun için yeni bir hayatın başlangıcıydı. Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki mütevazı odalardan birinde babasıyla birlikte kalıyordu. Artık genç bir hanımefendi olmuştu. Yürüyüşü, konuşması, oturuşu, kalkışı ve heybetiyle babası Resûlullah’a (s.a.v.) o kadar çok benzerdi ki, Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz bunu şöyle tasvir edecekti: “Konuşma tarzı ve edası bakımından Resûlullah’a Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini görmedim.”
Babası onu gördüğünde sevinçle ayağa kalkar, “Hoş geldin kızım!” der, elini tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Fâtıma (r.anhâ) da babasına aynı hürmet ve sevgiyle mukabele ederdi.

İki Denizin Buluşması: Hz. Ali ile Evliliği
Hz. Fâtıma (r.anhâ) evlilik çağına geldiğinde, Ashâb’ın en önde gelenleri onunla evlenmek istediler. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi büyük sahabeler Resûlullah’a (s.a.v.) bu taleplerini ilettiler. Fakat Efendimiz (s.a.v.) bu taleplere karşı sükût etti ve “Onun hakkında Allah’ın emrini bekliyorum,” buyurdu.
Sonra bir gün, Peygamberimizin (s.a.v.) amcasının oğlu, çocukluğundan beri O’nun yanında büyüyen, ilk Müslüman gençlerden olan “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali (r.a.) geldi. Hz. Ali, büyük bir hayâ içinde Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. O kadar mahcuptu ki, başını yerden kaldıramıyor ve meramını anlatamıyordu.
Resûlullah (s.a.v.), onun geliş sebebini anlayarak tebessüm etti ve sordu: “Ey Ali, bir ihtiyacın mı var?”
Hz. Ali (r.a.) kekeleyerek, “Ey Allah’ın Elçisi… Fâtıma’yı…” diyebildi.
Efendimiz (s.a.v.) sevinçle, “Mehir (evlilik bedeli) olarak verecek bir şeyin var mı?” diye sordu.
Hz. Ali (r.a.), “Ey Allah’ın Elçisi, bir kılıcım, bir kalkanım (zırhım) ve bir de devemden başka bir şeyim yok,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), “Kılıcın sana cihad için lazım, deven de su taşımak için. Ama zırhını satabilirsin,” buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) “Hutamiyye” denilen zırhını satarak parasını getirdi. Bu para ile tarihin en mütevazı, en sade ama en mübarek düğün hazırlıkları yapıldı. Çeyizleri, bir yatak, bir su testisi, bir el değirmeni ve birkaç basit ev eşyasından ibaretti.
Bu evlilik, sadece iki insanın değil, “iki denizin buluşması” gibiydi. Bu evlilikten, Cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ve İslam tarihinin kahraman kadınları Hz. Zeynep (r.anhâ) ile Hz. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) dünyaya gelecekti. Peygamber nesli (Ehl-i Beyt), bu mübarek evlilikle devam edecekti.

Sabır ve Cömertlik Timsali (Betül)
Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.) hayatı, büyük bir zenginlik içinde değil, derin bir sabır ve tevekkül içinde geçti. Hz. Fâtıma, ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Su taşımaktan omuzları, el değirmeninde buğday öğütmekten elleri nasır bağlamıştı.
Bir gün, bu meşakkat artık zor gelmeye başlamıştı. Babasına savaş esirleri geldiğini duyunca, bir yardımcı istemek için Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna vardı. Ancak o an babasının meşgul olduğunu görünce utandı ve bir şey söyleyemeden geri döndü.
Akşam olduğunda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kızı Fâtıma’nın evine geldi. “Kızım, bir ihtiyacın için gelmiştin, nedir o?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.) durumu anlattı. Efendimiz (s.a.v.) onları dinledikten sonra şöyle buyurdu:
“Size, istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi? Yatağınıza girdiğinizde 33 defa ‘Sübhanallâh’, 33 defa ‘Elhamdülillâh’ ve 34 defa ‘Allahu Ekber’ deyin. Bu, sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.”
O günden sonra Fâtıma ve Ali (r.anhümâ), bu tesbihatı hiç terk etmediler. Onlar, dünyanın geçici zorluklarına, ahiretin ebedi mükafatını tercih etmişlerdi.
Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) cömertliği (îsâr) ise dillere destandı. Bir defasında evde yiyecek azdı. Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve çocukları oruçluydular. İftar vakti geldiğinde, kapılarına bir fakir geldi. Evdeki tek yiyeceği o fakire verdiler ve su ile iftar ettiler. İkinci gün bir yetim geldi, yine yiyeceklerini verdiler. Üçüncü gün bir esir geldi, yine ellerindekini verdiler. Onların bu hâli üzerine, İnsan Sûresi’ndeki şu ayetlerin nâzil olduğu rivayet edilir:
“Onlar, kendileri (yemek) istedikleri halde yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından) dolayı Rabbimizden korkarız’ (derler). Allah da onları o günün fenalığından korur, yüzlerine parlaklık ve (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan, 8-11)
“Fâtıma Benden Bir Parçadır”
Resûlullah’ın (s.a.v.) Fâtıma’ya (r.anhâ) olan sevgisi, bir babanın kızına olan sevgisinin çok ötesindeydi. O, Fâtıma’da kendi neslinin devamını ve Ehl-i Beyt’in temelini görüyordu.
Bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Fâtıma benden bir parçadır (Fâtımetü bid’atün minnî). Kim onu sevindirirse beni sevindirmiş olur. Kim de onu incitirse beni incitmiş olur.”
Bu söz, Hz. Fâtıma’nın şahsında, Peygamber (s.a.v.) ailesine ve onun nesline gösterilmesi gereken hürmetin cihan şümul bir ölçüsü oldu.
En Hüzünlü Veda ve En Sevinçli Müjde
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Veda Haccı”ndan döndükten sonra hastalandı. Bu hastalık, O’nun vefat hastalığıydı. Kızı Fâtıma (r.anhâ), babasının başından bir an bile ayrılmadı.
Efendimiz (s.a.v.) son anlarında, kızı Fâtıma’yı yanına çağırdı. Kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) hıçkırarak ağlamaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar işaret etti, bir daha kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) bu defa gülümsedi.
Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz, bu garip hâli merak edip sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) “Babamın sırrını açıklayamam,” dedi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Aişe (r.anhâ) tekrar sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) o gün yaşananları şöyle anlattı:
“Babam bana önce, ‘Bu hastalıktan kurtulamayarak vefat edeceğini’ söyledi. Bunun üzerine ağladım. Sonra bana, ‘Ehl-i Beyt’imden bana ilk kavuşacak olanın sen olacağını ve Cennet kadınlarının efendisi olacağını’ müjdeledi. Bunun üzerine de tebessüm ettim.”
Babaya Kavuşma (Vuslat)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatı, Hz. Fâtıma (r.anhâ) için bu dünyadaki en büyük imtihandı. Babasına olan hasreti o kadar büyüktü ki, vefattan sonra bir daha kimse onu gülerken görmedi. Dünyayla bağını kesti, vaktini ibadetle ve babasının hasretiyle geçirdi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği müjde çok geçmeden gerçekleşti. Babasının vefatından sadece altı ay sonra, Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ) hastalandı. Vefat edeceğini anlamıştı. Eşi Hz. Ali’ye (r.a.) vasiyetini yaptı.
Onun vasiyeti bile, hayâsının (iffetinin) ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. O güne kadar vefat eden kadınların cenazelerinin üzerinin bir tabutla örtülmemesinden rahatsızdı. “Vefat ettiğimde, cenazemin üzerini örtün ki, namahrem gözler vücut hatlarımı görmesin. Ve beni gece defnedin,” diye vasiyet etti.
Ramazan ayının bir gecesinde, henüz yirmi sekiz yaşındayken, babasının müjdelediği gibi, O’na kavuşmak üzere ruhunu teslim etti.
Vasiyeti üzerine, eşi Hz. Ali (r.a.), onu gece vakti, sadece en yakınlarının katıldığı bir cenaze namazıyla Medine’de, Cennetü’l-Bâkî mezarlığına defnetti.
Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ), geride bıraktığı kısa ama nurlu hayatıyla; bir evlat olarak itaatin, bir eş olarak sadakatin, bir anne olarak şefkatin ve bir kul olarak sabrın en güzel örneği oldu. O, “Zehra” idi; karanlık dünyamızı aydınlatan parlak bir ışık ve “Betül” idi; dünyevi her şeyden kesilip yalnızca Allah’a yönelen mübarek bir hanımefendi olarak Ehl-i Beyt’in annesi ve müminlerin gönlünde taht kuran “Cennetin Reyhanı” oldu.

*************

• Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) torunları ve “Cennet gençlerinin efendileri”.

Cennet Gençlerinin İki Efendisi: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)
Giriş: Nübüvvet Hanedanının İki Reyhanı
Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başında, dünyanın en mübarek hanesi bulunuyordu. Burası, Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) kızı, “kadınların efendisi” Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın (r.a.) ve “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali’nin (r.a.) yuvasıydı. Bu hane, maddî olarak sade, fakat manevî olarak kâinatın gıpta ettiği bir nur ile doluydu.
İşte bu nurlu yuvaya, hicretin üçüncü ve dördüncü yıllarında, gökten inen iki hediye gibi, iki mübarek torun geldi. Onlar, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “dünyadaki iki reyhanım (güzel kokulu çiçeğim)” diye sevdiği, “Cennet gençlerinin efendileri” olarak müjdelediği Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) idi.
Onların hayat hikâyesi, sadece bir soyağacının değil, bir mektebin, bir ahlâkın ve bir davanın hikâyesidir.
Nübüvvet Bahçesinin İki Gülü: Çocukluk Yılları
Hicretin üçüncü yılı, Ramazan ayının ortalarıydı. Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın (r.a.) hanesinde bir bayram sevinci yaşanıyordu. İlk torun haberi, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştığında, mübarek yüzleri sevincçle parladı. Hemen kızının evine geldi, nur topu gibi torununu kucağına aldı. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu.
Bu çocuğa ne isim verilecekti? Hz. Ali (r.a.), “Harb” (Savaş) ismini düşünmüştü, fakat Resûlullah (s.a.v.), “Hayır,” buyurdu, “Onun adı Hasan’dır.” Bu isim, daha evvel pek bilinmeyen, “güzel, iyilik sahibi” manalarına gelen bir isimdi. Efendimiz (s.a.v.), torunu için akîka kurbanı kestirdi ve saçları ağırlığınca gümüşü sadaka olarak dağıttı.
Bundan yaklaşık bir sene sonra, hicretin dördüncü yılı Şaban ayında, bu hane ikinci bir nurla daha aydınlandı. Efendimiz (s.a.v.) yine teşrif etti, ikinci torununu kucağına aldı, ezan ve kamet okudu. Hz. Ali (r.a.) yine aynı ismi düşünmüştü, ancak Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek, “Onun adı Hüseyin’dir” buyurdu. Hasan “güzel” demekti, Hüseyin ise “küçük güzel, güzellik” manasındaydı. Bu isimler dahi, onların kaderlerinin nasıl bir güzellik ve fazilet üzerine kurulacağını haber veriyordu.
Bu iki kardeş, sıradan çocuklar gibi büyümediler. Onların oyun alanı, Mescid-i Nebevî’ydi; en sevdikleri yer ise dedeleri Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek omuzları ve sırtıydı.
Bir gün Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) namaz kıldırırken, secdeyi alışılmışın dışında uzun tuttu. Ashâb-ı Kirâm, “Yâ Resûlallah, vahiy mi geldi, yoksa bir emir mi aldınız?” diye merak ettiler. Namaz bitince Efendimiz (s.a.v.) durumu şöyle izah etti: “Hayır, öyle bir şey olmadı. Lâkin oğlum (torunum Hüseyin) sırtıma çıkmıştı. O, hevesini alıp ininceye kadar secdeden kalkmayı aceleye getirmek istemedim.”
Yine bir gün Efendimiz (s.a.v.) minberde hutbe irad ediyordu. O esnada, küçük Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlekler, mescidin kapısından girdiler. Henüz küçük adımlarla yürüyor, düşe kalka dedelerine doğru ilerliyorlardı. Onların bu halini gören Rahmet Peygamberi (s.a.v.), sözünü kesti, minberden indi, torunlarını kucağına aldı ve tekrar minbere çıktı. Ashâbına dönerek şöyle buyurdu: “Allah, ‘Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için bir imtihandır’ (Enfâl, 8/28) buyururken ne kadar doğru söylemiş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini görünce dayanamadım, sözümü kesip onları kucağıma aldım.”
Onların sevgisi, Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî sevgisi olmanın ötesinde, imanî bir meseleydi. Buyurdular ki: “Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.” ve “Allah’ım, ben bunları seviyorum, Sen de sev. Bunları seveni de sev!”
Ehl-i Beyt’in Fazileti ve İlâhî Tasdik
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, “Ehl-i Beyt” yani Peygamber hanedanının en mühim rükünleriydi. Onların bu hususiyeti, bizzat Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle de tasdik edilmiştir.

1. Tathîr (Temizlenme) Ayeti:
Bir gün Efendimiz (s.a.v.), kızı Hz. Fatıma’nın (r.a.) evindeydi. Üzerindeki abayı (hırkayı) çıkardı; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (Allah onlardan razı olsun) bu abanın altına aldı. Sonra ellerini kaldırıp dua etti ve şu ayet-i kerîmenin ilgili kısmını okudu:
“…Ey Peygamber’in ev halkı! (Ehl-i beyt!) Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzâb, 33/33)
Bu hadise, onların manevî temizliğinin ve seçilmişliğinin bir isbatı oldu.

2. Mübâhele (Lânetleşme) Ayeti:
Necran’dan Hristiyan bir heyet gelip, Hz. İsa (a.s.) hakkında Efendimiz (s.a.v.) ile münakaşaya girişmişti. Hakikat apaçık ortada olduğu halde inkârda direttiklerinde, Allah Teâlâ şu ayeti indirdi:
“Sana bu ilim geldikten sonra, seninle bu konuda çekişenlere de ki: ‘Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.'” (Âl-i İmrân, 3/61)
Mübâhele (karşılıklı lânetleşme) vakti geldiğinde, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), “kendimiz” yerine Hz. Ali’yi, “kadınlarımız” yerine Hz. Fatıma’yı ve “oğullarımız” yerine Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak meydana çıktı. Bu manzarayı gören Necranlılar, “Biz öyle yüzler görüyoruz ki, bunlar dua etse dağlar yerinden oynar” diyerek lânetleşmekten korktular ve cizye ödemeyi kabul ettiler.
Bu hadise, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in, Efendimiz’in (s.a.v.) “oğulları” mesabesinde olduğunu tasdik eden Kur’ânî bir delil oldu.

İki Mübarek Sîret: Hilm ve İzzet
Bu iki kardeş, Nübüvvet mektebinde yetişmiş olsalar da, tabiatları (yapıları) farklıydı. Hz. Hasan (r.a.), dedesine (s.a.v.) bedenen çok benzerdi; yumuşak huylu (halîm), cömert, barış yanlısı ve son derece vakurdu. Hz. Hüseyin (r.a.) ise daha çok babası Hz. Ali’ye (r.a.) benzerdi; cesur (şecî), onurlu (izzetli), haksızlığa boyun eğmeyen ve celâlli bir yapıya sahipti.
Ancak bu iki farklı tabiat, aynı gayeye hizmet ediyordu: İslâm’ın izzetini ve ümmetin birliğini korumak.
Onlar, dedelerinin vefatından sonra, ilk üç halife döneminde (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman – r.a.) Medine’de ilim ve ibadetle meşgul oldular. Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliğinin son günlerinde evi âsîler tarafından kuşatıldığında, babaları Hz. Ali (r.a.), “Gidin, amcanız Osman’ı koruyun!” diyerek Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) evin kapısına nöbetçi olarak göndermişti. Onlar bu vazifede yaralanmayı göze alarak halifeyi müdafaa etmeye çalıştılar.
Babaları Hz. Ali (r.a.) halife olduğunda ise, Cemel ve Sıffîn gibi fitne savaşlarında babalarının yanında yer aldılar, ancak hep kan dökülmemesi için gayret gösterdiler.

Hz. Hasan (r.a.): Sulhun Efendisi ve “Yevmü’l-Cemâa”
Babaları Hz. Ali’nin (r.a.) bir Hâricî tarafından şehit edilmesinden sonra, Kûfe halkı Hz. Hasan’a (r.a.) biat etti. Böylece İslâm’ın beşinci halifesi oldu. Aynı anda Şam’da ise Hz. Muâviye (r.a.), valilikten halifelik iddiasına geçmişti. İki büyük İslâm ordusu karşı karşıya gelme tehlikesiyle yüz yüzeydi.
Hz. Hasan (r.a.), dedesinin şu müjdesini hatırlıyordu. Efendimiz (s.a.v.), bir gün torunu Hasan’ı (r.a.) yanına oturtmuş ve şöyle buyurmuştu: “Bu benim oğlum seyyiddir (efendidir). Umulur ki Allah, onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunun arasını birleştirir.” (Buhârî)
Hz. Hasan (r.a.), halifeliğinin altıncı ayında, İslâm tarihinde eşine az rastlanır bir fazilet örneği gösterdi. Ümmetin kanının dökülmemesi, fitnenin sona ermesi ve birliğin sağlanması için, bazı şartlarla halifelik hakkından Hz. Muâviye (r.a.) lehine feragat etti.
Bu, bir zafiyet değil, dedesinin müjdesini gerçekleştiren bir “hilm” (yumuşak huyluluk ve sabır) ve hikmet hareketiydi. Müslümanlar o kadar sevindiler ki, o yıla “Yevmü’l-Cemâa” (Birlik Yılı) adı verildi.
Hz. Hasan (r.a.), bu kararından sonra Medine’ye çekildi. Hayatının kalan kısmını ilim, ibadet ve cömertlikle geçirdi. Malının yarısını birkaç defa Allah yolunda infak edecek kadar cömertti. Hicretin 50. yılında, Medine’de, rivayetlere göre zehirlenerek şehit edildi ve Cennetü’l-Bakî’ye, annesinin yanına defnedildi. O, kanı değil, barışı seçerek İslâm’a en büyük hizmetlerden birini yapmıştı.

Hz. Hüseyin (r.a.): Şehitlerin Serdarı ve Kerbelâ
Hz. Hasan’ın (r.a.) vefatından sonra, ümmetin Ehl-i Beyt’e olan sevgisi, Hz. Hüseyin (r.a.) üzerinde yoğunlaştı. O, Medine’de ilim ve ibadetiyle meşgul, son derece saygı duyulan bir şahsiyetti.
Hz. Muâviye’nin (r.a.) vefatından evvel, İslâm’ın şûra (istişare) esasına dayalı yönetim şeklini değiştirerek, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi, ümmet içinde büyük bir rahatsızlığa sebep oldu. Yezid, İslâmî hassasiyetleri zayıf, hilâfete lâyık görülmeyen bir kimseydi.
Hz. Muâviye (r.a.) vefat edip Yezid idareyi ele alınca, Medine valisinden derhal Hz. Hüseyin’den (r.a.) biat (bağlılık yemini) almasını istedi.
İşte burada, Hz. Hüseyin’in (r.a.) tabiatı ve davası ortaya çıktı. O, Yezid gibi birine biat etmenin, dedesinin kurduğu nizamın bozulmasına rıza göstermek olduğunu biliyordu. Tarihe geçen şu sözü söyledi: “Benim gibi (Peygamber torunu) biri, onun (Yezid) gibi (fâsık) birine biat etmez.”
Hz. Hüseyin (r.a.), bir isyan veya savaş başlatmak için yola çıkmadı. Yezid’in zulmünden kaçarak önce Mekke’ye sığındı. Bu esnada, babasının eski merkezi olan Kûfe’den binlerce mektup aldı. Kûfeliler, “Bize gel, seni halife tanıyalım, Yezid’in zulmünden bizi kurtar” diyorlardı.
Hz. Hüseyin (r.a.), bu davetlerin samimiyetini ölçmek için amcasının oğlu Müslim bin Akîl’i (r.a.) gönderdi. İlk haberler olumluydu. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (r.a.), ailesi ve az sayıdaki yakınıyla (yaklaşık 70 kişi) Kûfe’ye doğru yola çıktı. Niyeti, kan dökmek değil, mektup yazan Kûfelilerin davetine icabet etmek ve İslâmî idareyi yeniden tesis etmekti.
Ancak yolda acı haber geldi: Yezid’in valisi, Kûfe’ye girmiş, Müslim bin Akîl’i (r.a.) şehit etmiş ve halkı korkutarak sindirmişti. Gelen mektupların sahipleri, Hz. Hüseyin’i (r.a.) yalnız bırakmıştı.
Artık geri dönmek için çok geçti. Yezid’in binlerce kişilik ordusu, Fırat Nehri kenarındaki Kerbelâ denilen çölde, Hz. Hüseyin’in (r.a.) ve ailesinin etrafını sardı.
Hz. Hüseyin’e (r.a.) iki seçenek sunuldu: Ya Yezid’e biat edip zilleti kabul etmek, ya da savaşmak.
O, dedesinin torununa yakışan izzeti seçti. Hicretin 61. yılı, 10 Muharrem günü, insanlık tarihinin en acı hadiselerinden biri yaşandı. Hz. Hüseyin (r.a.) ve yanındaki kahraman Ehl-i Beyt mensupları, sayıca çok üstün bir orduya karşı, susuz bırakılmalarına rağmen, İslâm’ın izzetini ve Peygamber ahlâkını korumak için kahramanca savaştılar.
Hz. Hüseyin (r.a.), ailesinin gözleri önünde şehit edildiğinde, mübarek başı kesilerek Şam’a, Yezid’e gönderildi. O gün, sadece Peygamber torunu değil, İslâm’ın izzeti, onuru ve haksızlığa karşı duruşu şehit olmuştu.

Hatime: İki Yol, Tek Hakikat
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.); ikisi de “Cennet gençlerinin efendisi”, ikisi de Resûlullah’ın (s.a.v.) reyhanıydı. Onların kaderleri, ümmete iki farklı durumda nasıl davranılması gerektiğini öğreten birer hikmet dersidir:
• Hz. Hasan (r.a.), ümmetin birliğinin (ittihadının) tehlikeye girdiği, fitnenin Müslüman kanı döktüğü bir zamanda, şahsî hakkından feragat ederek sulh (barış) yolunu seçmiş ve ümmeti birleştirmiştir.
• Hz. Hüseyin (r.a.), dinin temel esaslarının (hak ve adaletin) tehlikeye girdiği, zulmün ve fıskın idareyi ele geçirdiği bir zamanda, izzeti ve onuru seçerek kıyam (hakkı ayağa kaldırma) ve şehadet yolunu seçmiştir.
Biri, hilâfeti bırakarak faziletin zirvesine çıkmış; diğeri, hilâfetin bozulmasına karşı durarak şehadetin zirvesine ulaşmıştır.
Onların mübarek nesilleri, “Seyyid” ve “Şerif” unvanlarıyla kıyamete kadar devam edecek, İslâm âlemine manevî rehberler olmaya devam edecektir. Onların hikâyesi, sevginin, faziletin, barışın ve izzetin hikâyesidir.
Allah’ın, Resûlü’nün, meleklerin ve bütün müminlerin salât ve selâmı, o mübarek Ehl-i Beyt’in, Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in üzerine olsun. (Âmin.)

****************

• Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası.
Kahramanlıkları ve Hizmetleriyle Bilinenler

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamber Sancağının Gölgesinde Bir Kalkan: Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.)
Güneşin Mekke’nin taştan evlerini yaktığı, ticaretin ve şiirin zirvede olduğu, ancak cehaletin de gönülleri kararttığı bir zamanda, Kâbe’nin hizmetkârları arasında bir adam öne çıkardı. Bu adam, heybetli duruşu, gür ve tesirli sesi, cömertliği ve Kureyş içindeki itibarıyla tanınan Abbas bin Abdülmuttalib’di. O, sıradan biri değildi; Haşimoğulları’nın reisi Abdülmuttalib’in oğlu ve alemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öz amcasıydı.
Hz. Abbas ile Efendimiz (s.a.v.) arasında sadece birkaç yaş fark vardı. Birlikte büyümüşler, aynı avluda oynamışlardı. Hz. Abbas, yeğeninin emsalsiz ahlakına, dürüstlüğüne ve hikmetine çocukluğundan beri şahitti. O, yeğenini sadece bir akraba olarak değil, Haşimoğulları’nın en kıymetli mücevheri olarak görür ve severdi.

Bölüm 1: Akabe Gecesi ve Gizli Kalkan
İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hz. Abbas’ın durumu nazikti. O, Mekke’nin ileri gelenlerindendi, Kâbe’nin sikâye (hacılara su temini) ve rifâde (hacıları ağırlama) gibi mühim vazifelerini yürütüyordu. Zahiren (dıştan) eski düzene bağlı görünse de, kalbi yeğeninin getirdiği nurdan habersiz değildi. Hanımı Ümmü’l-Fadl (r.anha), Mekke’de ilk Müslüman olan hanımlardandı ve evi, İslam’ın ilk filizlendiği yuvalardan biri haline gelmişti.
Hz. Abbas’ın derûnî (içsel) bağlılığının ve koruyuculuğunun ilk büyük işareti, “İkinci Akabe Biatı”nda ortaya çıktı. Medineli Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) şehirlerine davet etmek için gizlice Mekke’ye gelmişlerdi. Gece yarısı, Akabe denilen vadide buluştular. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında, o gün henüz zahiren Müslüman olduğunu ilan etmemiş olan amcası Hz. Abbas da vardı.
Hz. Abbas, orada bir Müslüman olarak değil, ailesinin bir ferdini koruyan bir Haşimoğlu reisi olarak söz aldı. Gür sesiyle Medinelilere (Ensar’a) seslendi:
“Ey Hazrec topluluğu! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Onu şimdiye kadar kavmimizden koruduk. O, kavmi içinde izzetli ve koruma altındadır. Ama o, size katılmak ve sizin yurdunuza gelmek istiyor. Eğer onu sonuna kadar koruyacağınıza ve ona muhalefet edeceklerle savaşacağınıza inanıyorsanız, bu ağır yükün altına girin. Yok eğer, onu alıp götürdükten sonra yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçin!”
Bu konuşma, bir amcanın, yeğeninin hayatını ne pahasına olursa olsun koruma kararlılığının bir isbatıydı. O gece, Hz. Abbas, henüz imanını açıklamasa da, İslam’ın Medine’ye hicret yolunu açan o tarihi anlaşmanın en mühim şahidi ve garantörü oldu.

Bölüm 2: Bedir’in Zor İmtihanı ve Gizlenen İman
Hicret gerçekleşti, ancak Hz. Abbas Mekke’de kaldı. Kureyş’in ileri gelenlerinden olduğu için müşrikler, onu Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşmaya zorladılar. Bu, onun hayatındaki en çetin imtihanlardan biriydi. Kalbi Medine’de, yeğeninin yanındaydı ama bedeni Kureyş ordusundaydı.
Savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve Hz. Abbas, diğer birçok Kureyşli gibi esir düştü. Esirler arasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası da vardı. O gece Allah Resûlü (s.a.v.) uyuyamadı. Esirlerin bağlandığı yerden gelen iniltileri duyuyordu. Sahabeler, “Ya Resûlallah, neden uyumuyorsunuz?” diye sorduklarında, “Amcam Abbas’ın iniltilerini duyuyorum, bağları sıkı mı?” buyurdu. Sahabeler hemen gidip onun bağlarını gevşettiler.
Esirler için fidye ödenmesi kararlaştırıldı. Hz. Abbas zengin bir adamdı. Efendimiz (s.a.v.) ondan hem kendisi hem de yeğenleri (Akil bin Ebî Tâlib ve Nevfel bin Hâris) için fidye ödemesini istedi. Hz. Abbas, “Ama ben zaten Müslüman’dım, onlar beni zorla getirdi. Yanımdaki şu kadar altını da benden aldılar, onu fidyeme say” dediyse de Efendimiz (s.a.v.) kabul etmedi: “Senin zahirî (görünen) durumun bize karşıydı. O dediğin altınları da savaşta kaybettin, bizden almadılar.”
Hz. Abbas, “Beni Kureyş’e el açacak halde mi bırakacaksın?” deyince, Efendimiz (s.a.v.) o ilahî sırrı açıkladı: “Hani Mekke’den çıkarken hanımın Ümmü’l-Fadl’a gizlice verdiğin ve ‘Başıma bir iş gelirse bu altınlar senindir, oğullarımındır’ diye tembihlediğin altınlar nerede?”
Hz. Abbas donakaldı. Bu sırrı hanımından başka kimse bilmiyordu. Hemen haykırdı: “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve sen O’nun Resûlü’sün! Bunu Allah’tan başkası bilemezdi.”
O, aslında çok önceden Müslüman olmuştu, ancak imanını Mekke’de gizliyordu. Bu hadise üzerine şu ayet-i kerimenin nazil olduğu rivayet edilir (TDV Meali):
“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: ‘Eğer Allah kalplerinizde bir hayır (iman) olduğunu bilirse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Enfâl, 8/70)
Allah Teâlâ, sözünü tuttu. Hz. Abbas, Mekke’ye döndükten sonra o kadar zenginleşti ki, “Allah bana o fidyeden kat kat fazlasını ve en mühimi olan mağfireti nasip etti” derdi.

Bölüm 3: Mekke’deki Göz ve Kulak
Hz. Abbas, Bedir’den sonra Mekke’ye döndü. Artık o, Medine’deki İslam devletinin Mekke’deki gizli gözü ve kulağıydı. Kureyş’in tüm planlarını, hazırlıklarını ve hareketlerini gizlice mektuplar yazarak Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştırıyordu. Uhud Savaşı öncesinde ve sonrasında, Hendek Savaşı hazırlıklarında hep onun gönderdiği istihbarat, Müslümanların tedbir almasında hayati bir rol oynadı. O, Mekke’de kalarak hicret edenler kadar büyük bir hizmette bulunuyordu.

Bölüm 4: Fethin Müjdecisi ve Ebu Süfyan’ın Kurtuluşu
Mekke’nin Fethi için on bin kişilik muazzam İslam ordusu yola çıktığında, Hz. Abbas artık Mekke’de duramadı. Ailesini alıp Medine’ye doğru yola çıktı ve orduyla Cuhfe’de buluştu. Bu onun resmi hicretiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu görünce çok sevindi ve “Muhacirlerin sonuncusu, amcam Abbas’tır” buyurarak onu taltif etti.
Ordu Mekke’ye yaklaştığında, Hz. Abbas, bu fethin kansız olmasını çok arzuluyordu. Yeğeninin doğduğu şehre savaşsız girmesini istiyordu. Efendimiz’in (s.a.v.) katırı Düldül’e binerek Mekke’ye doğru ilerledi ve Kureyş’in reisi Ebu Süfyan ile karşılaştı. Ebu Süfyan, İslam ordusunun büyüklüğü karşısında dehşete kapılmıştı.
Hz. Abbas, eski dostunu ve Kureyş’in liderini koruması altına aldı. Onu katırının terkisine bindirerek Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdi. Ebu Süfyan’ın iman etmesine vesile oldu. Ertesi gün, Ebu Süfyan’ı ordunun geçit yaptığı bir tepeye çıkardı. Kabileler sancaklarıyla geçerken Ebu Süfyan, “Bugün büyük bir savaş olacak” deyince, Hz. Abbas onu düzeltti: “Hayır, bugün Allah’ın Kâbe’yi yücelteceği büyük bir merhamet günüdür.”
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’ye girerken kan dökülmemesi için amcasının ve Ebu Süfyan’ın itibarını kullandı. Şu meşhur emân (güvence) ilan edildi:
“Kim Kâbe’ye sığınırsa güvendedir. Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa güvendedir. Kim kendi evine kapanırsa güvendedir.”
Bazı rivayetlerde, “Kim Abbas’ın evine sığınırsa güvendedir” güvencesi de verilmişti. Hz. Abbas, fethin barışla tamamlanmasında kilit rol oynamıştı.

Bölüm 5: Huneyn’in Kahramanı: “O Gür Ses”
Hz. Abbas’ın kahramanlığının zirveye çıktığı yer ise Huneyn Savaşı’dır. Mekke’nin fethinden hemen sonra, Hevâzin ve Sakîf kabileleri büyük bir ordu toplamıştı. Müslüman ordusu, sayıca çok olmalarına (12.000 kişi) güvenerek bir vadiye girdi. Düşman pusu kurmuştu.
Aniden başlayan ok yağmuru ve saldırı, orduda büyük bir panik başlattı. Askerlerin çoğu geriye doğru kaçışmaya başladı. Savaş meydanında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı. Efendimiz (s.a.v.) ise sarsılmaz bir imanla, “Ben Peygamberim, yalan değil! Ben Abdülmuttalib’in oğluyum!” diye haykırıyordu.
İşte o an, bozgun zafere dönüştü. Efendimiz (s.a.v.), gür ve tesirli sesiyle meşhur olan amcası Hz. Abbas’a döndü ve emretti:
“Ey Abbas! Seslen o kaçanlara! Ey Semure Ağacı’nın (Hudeybiye’de biat edenlerin) yoldaşları! Ey Bakara Sûresi erleri!”
Hz. Abbas (r.a.), Allah vergisi o muazzam sesiyle tüm vadiyi inletircesine haykırdı:
“Yâ Ma’şere’l-Ensâr! Yâ Ashâbe’s-Semura!”
Bu sesi duyan sahabeler, sanki bir mıknatısa çekilir gibi duraksadılar. Kaçarken duydukları bu ses, onlara Akabe’deki, Bedir’deki, Uhud’daki ve Hudeybiye’deki yeminlerini hatırlattı. “Lebbeyk! (Buyur!)” diye haykırarak geri döndüler. Öyle bir dönüşle saldırdılar ki, savaşın seyri bir anda değişti ve büyük bir zafer kazanıldı. Hz. Abbas’ın sesi, dağılmış bir orduyu toplayan ilahî bir nida olmuştu.
Bölüm 6: Peygamber Amcasının Hürmeti ve “Yağmur Duası”
Hz. Abbas (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra da Müslümanlar arasında büyük bir saygı gördü. Halifeler ona “Peygamber’in amcası” hürmetiyle davranır, fikirlerine danışırlardı.
Hz. Ömer (r.a.) devrinde büyük bir kıtlık ve kuraklık yaşandı. İnsanlar perişan haldeydi. Hz. Ömer, halkı topladı ve yağmur duasına (istiskâ) çıktı. Ancak bu duada farklı bir tevessül (vesile kılma) vardı.
Hz. Ömer (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat etmiş olmasının hüznüyle, hayattaki en kıymetli akrabası olan Hz. Abbas’ın elini tuttu. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle niyaz etti:
“Allah’ım! Bizler daha önce kuraklıkta Peygamberimiz’i (s.a.v.) vesile kılarak Sana yalvarırdık, Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılarak Sana yalvarıyoruz. Onun hürmetine bize yağmur ver!”
Daha dua bitmeden gökyüzü bulutlarla kaplandı ve öyle bir yağmur yağdı ki, yer gök bereketle doldu. Sahabeler, Hz. Abbas’ın yanına koşup onu tebrik ettiler ve “Ey Peygamber’in amcası, ey Haramain’in (Mekke ve Medine’nin) sakisi!” diyerek ona olan sevgilerini gösterdiler.
Kıssadan Hisse
Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.), hayatı boyunca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem kan bağıyla yakını hem de davasının sâdık bir hizmetkârı oldu. O, imanını gerektiğinde gizleyerek İslam’a Mekke’den hizmet eden bir stratejist; fetihte kan dökülmemesi için çalışan bir barış elçisi; Huneyn’de dağılan orduyu sesiyle toplayan bir kahraman ve Hz. Ömer devrinde hürmetine yağmurlar yağan mübarek bir ihtiyardı.
Onun hayatı bizlere, Allah’a ve Resûlü’ne olan sadakatin farklı yollarla gösterilebileceğini, bazen sabırla beklemenin, bazen de gür bir sesle haykırmanın “hizmet” olduğunu öğretir. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “amcası” olmanın şerefini, İslam’ın “kahramanı” olmanın faziletiyle birleştiren müstesna bir sahabiydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Hamza bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası, “Allah’ın Arslanı” ve “Şehîdü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).

Allah’ın Arslanı ve Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza (r.a.)
Mekke’nin kavurucu güneşinin altında, Kâbe’nin gölgesinde bir adam yürürdü. Heybetiyle yeri titreten, bakışlarıyla en cesur yüreklere bile korku salan bir adam… Bu, Kureyş’in en yiğit savaşçısı, en usta avcısı, Abdülmuttalib’in oğlu Hamza idi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem amcası hem de süt kardeşiydi. Aralarında sadece birkaç yaş fark vardı ve birlikte büyümüşlerdi.
Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin sosyal hayatının merkezindeydi. Güçlüydü, sözü dinlenirdi ve kabile asabiyeti (bağlılığı) çok kuvvetliydi. Yeğeni Muhammed’ül-Emîn’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiği ilk günlerde, o bu yeni davete pek alâka göstermemişti. Onun dünyası avcılık, yiğitlik ve Kureyş’in meseleleri üzerine kuruluydu.
Ancak kader, bu büyük kahramanı, “Allah’ın Arslanı” yapacak bir an için hazırlıyordu.
Hidayete Varılan Öfke
Peygamberliğin altıncı yılıydı. Müslümanlar sayıca az, güçsüz ve müşriklerin şiddetli eziyetleri altındaydı. Bir gün, Kureyş’in azılı İslâm düşmanlarından Ebû Cehil, Safâ tepesi civarında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) rastladı. O mübarek insana en ağır hakaretleri etti, hatta mübarek başına taş atarak onu yaraladı. Resûlullah (s.a.v.), bu eziyete sabırla mukabele etti ve evine çekildi.
O sırada, Abdullah bin Cüd’ân’ın cariyesi (hizmetçisi) bu alçakça manzarayı görmüştü.
Akşama doğru, Hz. Hamza (r.a.) her zamanki gibi avdan dönüyordu. Omuzunda yayı, belinde kılıcı, heybetle Mekke’ye girerken o cariye karşısına çıktı. Yüzünde bir öfke ve keder vardı:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz önce burada olup biteni görseydin! Kardeşinin oğlu Muhammed’e (s.a.v.) Ebû Cehil’in neler yaptığını, ona nasıl hakaretler edip nasıl yaraladığını bir görseydin! O ise tek bir cevap bile vermeden evine gitti.”
Bu sözler, Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kanı kaynattı. Bu, henüz iman ettiği için değil, kabile onuru, yani hamiyet-i cahiliye denilen soyluluk gururu içindi. Onun yeğenine, o yokken kimse dokunamazdı!
Yolunu değiştirmedi, avdan döndüğü gibi toz toprak içinde, yayını omuzundan indirmeden doğruca Kâbe’ye yürüdü. Ebû Cehil, Kureyş’in diğer ileri gelenleriyle birlikte oturmuş, yaptığıyla övünüyordu. Hz. Hamza (r.a.), gürleyen bir sesle kükredi:
“Benim yeğenime, ben onun dinindeyken, nasıl hakaret edersin?”
Ebû Cehil neye uğradığını şaşırmıştı. Cevap vermeye cüret edemeden, Hz. Hamza (r.a.) elindeki sert yayını Ebû Cehil’in başına bütün gücüyle indirdi. Ebû Cehil’in başı fena halde yarılmıştı. Ebû Cehil’in kabilesi olan Benî Mahzûm’dan adamlar ayağa kalktı, kılıçlar çekildi. Fakat Ebû Cehil, karşısındakinin Hamza olduğunu bilerek ve daha büyük bir fitneden korkarak adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi! Ben gerçekten onun yeğenine çok kötü hakaretler ettim.”
Hz. Hamza (r.a.), Kâbe’de o heybetiyle durdu ve bütün müşriklere meydan okudu:
“İşte ben de onun dinindeyim! Gücü yeten varsa, bana mâni olsun!”
İmandan Gelen Metanet
Bu büyük hadiseden sonra Hz. Hamza (r.a.) evine gitti. Lâkin o gece ona uyku haramdı. Öfkeyle “Ben onun dinindeyim” demişti ama kalbi bir muhasebe içindeydi. Bu, anlık bir öfke miydi, yoksa derûnî (içsel) bir hakikat miydi?
Bütün gece düşündü, tefekkür etti. Yeğeni Muhammed’in (s.a.v.) hayatını, onun dürüstlüğünü, onun getirdiği mesajın yüceliğini düşündü. O, putlara tapan atalarının yolundan gitmenin artık bir manası olmadığını idrak etti. Kalbi, hidayet nuruyla aydınlandı. Allah’a şöyle dua etti: “Allah’ım! Eğer bu tuttuğum yol doğruysa, kalbime imanı yerleştir. Bu şüpheyi benden gider.”
Sabah olduğunda, kalbinde zerre şüphe kalmamıştı. Doğruca Dârü’l-Erkâm’a, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve diğer Müslümanların gizlice toplandığı o mübarek eve gitti. Kapıyı çaldı.
İçeridekiler, Hz. Ömer (r.a.) henüz Müslüman olmadığı için, Hamza’nın (r.a.) gelişinden endişelendi. Acaba bir kötülük mü yapacaktı? Fakat Efendimiz (s.a.v.), “Açın kapıyı,” buyurdu. “Eğer hayırla geldiyse hoş geldi. Eğer şerle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz.”
Hz. Hamza (r.a.) içeri girdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durdu ve gür sesiyle Kelime-i Şehadet getirdi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enneke Resûlullah! (Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün!)”
Dârü’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. Bu, zayıf Müslümanlar için muazzam bir moral, müşrikler için ise büyük bir darbe oldu. Artık Müslümanların iki büyük koruyucusu vardı: Hz. Hamza (r.a.) ve kısa bir süre sonra Müslüman olacak olan Hz. Ömer (r.a.).
Hz. Hamza (r.a.) Müslüman olduktan sonra, o cahiliye dönemindeki öfkesi ve sertliği, İslâm’ın vakarına ve metanetine dönüştü. Artık o, gücünü kabile şerefi için değil, Allah yolunda kullanıyordu.
Bedir’in Kahramanı
Medine’ye hicret edildiğinde, Hz. Hamza (r.a.) en öndeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu, azatlı kölesi Zeyd bin Hârise (r.a.) ile kardeş ilan etti.
Bedir Savaşı’nda, o artık “Allah’ın Arslanı” olarak kükrüyordu. Savaş öncesi yapılan teke tek mücadelelerde (mübâreze), müşriklerin en azılı savaşçıları meydana çıktı. Hz. Hamza (r.a.), göğsüne taktığı devekuşu kanadıyla meydana atıldı. Karşısına çıkan Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa’yı (veya bazı rivayetlerde kardeşi Şeybe’yi) bir kılıç darbesiyle yere serdi. Savaş boyunca bir arslan gibi müşrik ordusunun saflarını yardı, geçti. Bedir zaferinin en büyük kahramanlarından biriydi.
Şehitlerin Efendisi: Uhud
Bedir’in acı intikamını almak isteyen müşrikler, bir yıl sonra Uhud’da toplandılar. Müşrik ordusunda biri vardı ki, onun tek bir vazifesi vardı: Hz. Hamza’yı (r.a.) şehit etmek.
Bu kişi, Habeşli bir köle olan Vahşî bin Harb idi. Mızrak (harbe) atmakta çok ustaydı. Efendisi Cübeyr bin Mut’im, “Amcamı Bedir’de öldüren Hamza’yı öldürürsen hürsün!” demişti. Ayrıca, Bedir’de babasını ve kardeşlerini kaybeden Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, Vahşî’ye büyük vaatlerde bulunmuştu.
Uhud Savaşı başladığında, Hz. Hamza (r.a.) yine en öndeydi. İki kılıçla savaştığı, önündeki düşmanları ekin biçer gibi devirdiği rivayet edilir. Savaşın en kızıştığı anda, Vahşî bir kayanın arkasına gizlenmiş, sadece “Allah’ın Arslanı”na nazarını (bakışını) kilitlemişti.
Hz. Hamza (r.a.), müşrik ordusunun merkezine doğru ilerlerken, Vahşî o meş’um mızrağını fırlattı. Mızrak, o mübarek bedene saplandı. Hz. Hamza (r.a.), Vahşî’nin üzerine yürümek istedi ama takati kalmamıştı. Yere düşerken son nefesiyle şehadet getirdi ve o mübarek ruhunu Rabbine teslim etti.
Savaşın seyri değişip Müslümanlar zor duruma düşünce, müşrikler şehitlerin naaşlarına müsle (uzuvlarını kesme) vahşetini uyguladılar. Hind, Vahşî’nin yanına gelerek Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşına hakaret etti.
Peygamberimizin (s.a.v.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşıyordu. En sevdiği amcası, süt kardeşi, İslâm’ın kahramanı Hamza’yı (r.a.) aradı.
Onu bulduğunda gördüğü manzara, O’nun (s.a.v.) mübarek kalbini dağladı. Amcası tanınmaz haldeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hayatındaki en büyük acılardan birini o gün yaşadı. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle buyurdu:
“Ey Allah’ın Resûlü’nün amcası! Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Sen ki, akrabalık bağlarını en çok gözeten ve hayırları en çok işleyendin.”
Efendimiz’in (s.a.v.) acısı o kadar büyüktü ki, bir an için intikam yemini etmek istedi. Lâkin Cebrail (a.s.) hemen şu ayet-i kerimeyi getirdi (Nahl Suresi, 126. Ayet):
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) yemininden vazgeçti ve sabretti.
Hz. Hamza (r.a.) ve diğer Uhud şehitleri için cenaze namazı kılındı. Rivayetlere göre Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hamza’nın (r.a.) cenaze namazını, diğer şehitlerle birlikte defalarca kıldırmış, ona olan sevgisini ve hürmetini göstermiştir.
Ve o gün, Resûlullah (s.a.v.) sevgili amcasına kıyamete kadar anılacak o yüce unvanı verdi:
“Seyyidü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).
Hz. Hamza’nın (r.a.) hayatı, kabilecilik onurundan imanın izzetine, dünyevi cesaretten “Allah’ın Arslanı” olmaya yükselişin muhteşem bir isbatıdır. O, sadakatin, kahramanlığın ve Allah yolunda canını feda etmenin en büyük timsallerinden biri olarak müminlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

****************

• Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.): “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) lakabıyla bilinen büyük kumandan.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Seyfullah: Allah’ın Kılıcı Hz. Hâlid bin Velîd (radıyallahu anh)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Keskin Kılıcı
Güneşin çölü kavurduğu Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve en zengin kabilelerinden biri olan Mahzumoğulları arasında bir genç yetişiyordu. Adı Hâlid’di. Babası, Kureyş’in en nüfuzlu isimlerinden Velîd bin Muğîre idi. Hâlid, doğuştan bir savaşçıydı. Daha genç yaşta ata binmesi, kılıç kullanması ve mızrak atışındaki mahareti dillere destandı. O, sadece güçlü değil, aynı zamanda emsalsiz bir zekâya sahipti. Bir ordunun nerede zayıf olduğunu, düşmanın bir sonraki hamlesinin ne olacağını sezebilen keskin bir nazarı (bakışı) vardı.

İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hâlid’in ailesi bu yeni dine şiddetle karşı çıkanların başındaydı. Hâlid de, atalarının yolunu takip ederek bu yeni davetin karşısında durdu. Bedir Savaşı’nda bulunmasa da, Uhud Savaşı’nda Kureyş ordusunun sağ kanat süvari birliğinin kumandanıydı.
Uhud’da savaşın seyri Müslümanların lehine dönmüş, Kureyş ordusu dağılmaya başlamıştı. Fakat Hâlid’in keskin gözleri, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ne olursa olsun yerinizden ayrılmayın!” diye emrettiği Ayneyn tepesindeki okçuların, ganimet almak için yerlerini terk ettiğini fark etti. Bu, bir askeri deha için kaçırılmayacak bir fırsattı. Hâlid, bir kartal gibi süvarileriyle tepenin arkasından dolaştı ve İslam ordusunu arkadan çevirdi. Bu ani ve dâhiyane hamle, savaşın seyrini Müslümanların aleyhine çevirdi ve o gün, Hz. Hamza (r.a.) başta olmak üzere pek çok güzide sahabe şehadet şerbetini içti.
Hâlid, Hendek Savaşı’nda da Müslümanları zorlayan süvari hücumlarını yönetti. O, Mekke’nin müşrikler elindeki en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Kalbin Fethi ve Medine Yolculuğu
Yıllar geçti. Hudeybiye Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma, Mekkelilerin zannettiğinin aksine, İslam’ın yayılmasına büyük bir kapı açtı. Hâlid bin Velîd gibi dâhiler, artık kaba kuvvetle bu nurun söndürülemeyeceğini idrak etmeye başlamıştı.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hâlid’in Müslüman olan kardeşi Velîd’e (r.a.) sordu: “Hâlid nerede? Onun gibi bir zekâ ve kabiliyetin İslam’dan uzak kalması ne kadar yazık! Keşke gelse de, bu kabiliyetini Müslümanların safında kullansa…”
Bu sözler, Velîd (r.a.) tarafından bir mektupla Hâlid’e ulaştırıldı. Hâlid zaten bir arayış içindeydi. Gördüğü rüyalar, kalbindeki tereddütler onu hakikate doğru çekiyordu. Bu mektup, son davet oldu. Kureyş’in bir diğer dâhisi olan Amr bin Âs (r.a.) ile gizlice anlaştılar. İkisi birlikte, İslam’ın başkenti Medine’ye doğru yola çıktılar.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki büyük dehanın gelişine çok sevindi. Hâlid, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Büyük bir mahcubiyet içindeydi. Uhud’da yaptıkları aklına geldikçe eziliyordu.
“Yâ Resûlallah,” dedi. “Ben, Allah yolundan alıkoymak için pek çok savaşa katıldım. Benim için Allah’a istiğfar et, beni bağışlaması için dua et.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek o müjdeyi verdi:
“Ey Hâlid! Bilmez misin ki, İslam, kendinden önceki bütün günahları siler, yok eder.”
O an, Hâlid bin Velîd (r.a.), kalbini ve kılıcını Allah ve Resûlü’ne teslim etti. Mekke’nin kılıcı, artık İslam’ın hizmetkârıydı.

Üçüncü Bölüm: “Seyfullah” Lakabının Doğuşu (Mute Savaşı)
Hz. Hâlid’in Müslüman oluşunun üzerinden çok kısa bir zaman geçmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Bizans İmparatorluğu’na bağlı Gassanîlere gönderdiği elçinin şehit edilmesi üzerine 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun karşısında ise 100.000 (bazı rivayetlerde 200.000) kişilik devasa bir Bizans ordusu vardı.
Efendimiz (s.a.v.), sancağı Zeyd bin Hârise’ye (r.a.) verdi ve buyurdu: “Zeyd şehit düşerse sancağı Ca’fer (bin Ebî Tâlib) alsın. Ca’fer şehit düşerse Abdullah bin Revâha alsın. O da şehit düşerse, Müslümanlar aralarından birini komutan seçsin.”
Hz. Hâlid de bu orduda bir nefer olarak bulunuyordu.
Savaş, Mute denilen yerde başladı. 3.000 kişi, kendilerinden katbekat üstün bir orduya karşı kahramanca çarpışıyordu. Çok geçmeden, Resûlullah’ın (s.a.v.) bildirdiği gibi Hz. Zeyd şehit düştü. Sancağı Hz. Ca’fer aldı. O da savaşırken iki kolunu kaybetti ve sancağı dişleriyle tutarken şehit düştü. Sancağı Hz. Abdullah bin Revâha aldı ve o da şehadet şerbetini içti.
İslam ordusu komutansız kalmış, dağılmak üzereydi. İşte o an, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.) ileri atıldı ve sancağı kaptığı gibi havaya kaldırdı. Ordunun dağılmasını engelledi. O gün güneş batana kadar kahramanca savaştı.
Kendi ifadesiyle, “O gün Mute’de elimde tam dokuz kılıç parçalandı. Elimde sadece Yemen işi enli bir kılıç kaldı.”
Hâlid (r.a.), gece olunca askeri dehasını konuşturdu. Bu ordunun buradan kurtulmasının tek yolu, düşmanı şaşırtmaktı. Gece vakti, ordunun sağ kanadını sola, sol kanadını sağa; öncüleri artçılara, artçıları öncülere kaydırdı. Sabah olduğunda, Bizans ordusu karşılarında farklı sancaklar ve farklı yüzler görünce, “Müslümanlara Medine’den yardım kuvveti gelmiş!” zannettiler.
Hz. Hâlid, bu şaşkınlıktan istifade ederek “Saht-ı Ric’at” denilen dâhiyane bir çekilme taktiği uyguladı. Düşmana ağır kayıplar verdirerek ve kendi ordusunu büyük bir felaketten kurtararak Medine’ye geri döndürdü.
Aynı anda Medine’de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gözyaşları içinde Mute’de olanları ashabına anlatıyordu: “Sancağı Zeyd aldı, şehit düştü. Ca’fer aldı, şehit düştü. İbn Revâha aldı, o da şehit düştü…” Ashab hüzün içindeydi. Efendimiz (s.a.v.) devam etti:
“…Nihayet sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç (Seyfullah) aldı ve Allah onlara fethi müyesser kıldı.”
İşte o gün, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından “Allah’ın Kılıcı” (Seyfullah) lakabıyla şereflendirildi.

Dördüncü Bölüm: İrtidat (Dinden Dönme) Yangınını Söndüren Kılıç
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Arap yarımadasında büyük bir yangın başladı. Pek çok kabile, “Biz Muhammed’e (s.a.v.) itaat ediyorduk, O vefat etti, artık zekât vermeyiz” diyerek dinden döndü (irtidat etti). Yalancı peygamberler türedi. Bunların en tehlikelisi, Yemâme’deki Müseylemetü’l-Kezzâb idi.
Medine, ateşle çevrilmiş gibiydi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), halife olarak dimdik durdu. “Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah’a (s.a.v.) verdikleri bir keçi yavrusunu dahi benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!” dedi ve orduları hazırladı.
Bu irtidat yangınını söndürecek kişi, Seyfullah’tan başkası değildi.
Hz. Hâlid (r.a.), önce Tuleyha’yı, ardından Secah’ı (diğer yalancı peygamberler) bertaraf etti. Sonra en zorlu düşman olan Müseylime’nin üzerine, Yemâme’ye yürüdü. Yemâme Savaşı, İslam tarihinin en çetin savaşlarından biri oldu. Müseylime’nin 40.000 kişilik ordusuna karşı Müslümanlar zor anlar yaşadı. Pek çok hafız sahabe bu savaşta şehit düştü.
Hz. Hâlid (r.a.), ordunun sarsıldığını görünce gürledi: “Ey Kur’an ehli! Kur’an’ı amellerinizle süsleyin!” Askerleri kabile kabile ayırarak tanzim etti. Müthiş bir hücumla Müseylime’nin ordusunu “Hadîkatü’r-Rahmân” (Rahman’ın Bahçesi) denilen bir bahçeye sıkıştırdı. Bu bahçe, o gün Müslümanların kanıyla sulandığı için “Hadîkatü’l-Mevt” (Ölüm Bahçesi) adını aldı. Sonunda Hz. Vahşî (r.a.), Müseylime’yi öldürdü ve bu büyük fitne ateşi söndü.
Beşinci Bölüm: İki Cihan İmparatorluğuna Karşı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) dönemi, fitneler bastırıldıktan sonra fetihlerin başladığı dönem oldu. Hz. Hâlid (r.a.), önce o dönemin süper güçlerinden biri olan Sasani (İran) İmparatorluğu’nun üzerine, Irak cephesine gönderildi. Zâtü’s-Selâsil (Zincirler) Savaşı başta olmak üzere girdiği hiçbir savaşta yenilmedi. Sasani ordularını perişan ederek Hîre’ye kadar ulaştı.
Tam bu sırada, diğer süper güç olan Bizans (Rum) İmparatorluğu, Suriye cephesinde Müslümanlara karşı büyük bir ordu toplamıştı. Halife Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) acil bir ferman geldi: “Irak’ı bırak, derhal Suriye’deki ordunun başına geç!”
Hz. Hâlid’in (r.a.) Irak’tan Suriye’ye geçişi, askeri tarihin en dâhiyane ve en cüretkâr hamlelerinden biridir. Normal kervan yolları aylarca sürerdi ve Bizans pusularıyla doluydu. Hz. Hâlid, kimsenin geçmeye cesaret edemediği, susuz ve kavurucu çölden geçmeye karar verdi. Ordusundaki develere günlerce su içirdi, bazılarının dudaklarını bağlayarak suyu midelerinde tutmalarını sağladı. Çölde susuzluktan kırılma noktasına geldiklerinde bu develeri keserek içlerindeki suyu kullandılar ve mucizevi bir şekilde Bizans ordusunun beklemediği bir anda Suriye’de ortaya çıktılar.

Altıncı Bölüm: Yermük Meydan Muharebesi ve En Büyük İmtihan
Suriye’deki dağınık İslam ordularını birleştiren Hz. Hâlid (r.a.), Bizans İmparatoru Heraklius’un gönderdiği 240.000 kişilik devasa orduyu Yermük vadisinde karşıladı. Müslümanlar ise sadece 40.000 kişiydi.
Bu sırada Medine’de Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat etmiş, yerine Hz. Ömer (r.a.) geçmişti. Hz. Ömer (r.a.), halife olur olmaz, Hz. Hâlid’i (r.a.) başkomutanlıktan azledip, yerine “Ümmetin Emini” lakaplı Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı (r.a.) tayin eden bir mektup gönderdi.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), büyük bir feraset sahibiydi. Yermük gibi dehşetli bir savaşın tam ortasında bu mektubu almasına rağmen, ordunun maneviyatı bozulmasın diye mektubu gizledi ve savaşı Hz. Hâlid’in (r.a.) yönetmesini rica etti.
Hz. Hâlid (r.a.), Yermük’te yine askeri dehasını gösterdi. 40 bin kişilik orduyu 36-40 adet küçük, hareketli tabura (Kürdûs) ayırdı. Bu taburlar, Bizans’ın ağır ve hantal ordusunun kanatlarına sürekli vur-kaç yaparak düşmanın nizamını bozdu. Kadınlar bile savaşın gerisinde durup kaçmak isteyen Müslümanlara “Bizi Rumlara mı bırakacaksınız!” diye haykırarak onları cepheye geri döndürdü. Muazzam bir zafer kazanıldı ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı.
Zaferden sonra, Hz. Hâlid (r.a.) azledildiğini öğrendi. Herkes onun isyan etmesini bekliyordu. O ise, tarihe geçecek o muazzam teslimiyetini gösterdi:
“Ben, Ömer için savaşmıyordum. Ben, Ömer’in Rabbi olan Allah için savaşıyordum. Komutan değişse de, Allah bâkidir.”
Hemen Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) emrine girdi ve bir nefer olarak savaşmaya devam etti. Hz. Ömer’in (r.a.) onu neden azlettiği sorulduğunda, Halife şöyle cevap vermişti: “Hâlid’i bir eksikliğinden dolayı azletmedim. Ancak insanlar zaferleri ondan bilmeye başladılar. Ben, zaferleri verenin sadece Allah olduğunu bilsinler diye Hâlid’i azlettim.”
Bu, hem Hâlid (r.a.) için hem de ümmet için büyük bir tevhid dersiydi.

Yedinci Bölüm: Kılıcın Kınına Girişi ve Vefatı
Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), hayatı boyunca yüzden fazla savaşa (büyük-küçük) katılmıştı. Girdiği hiçbir meydan muharebesini kaybetmemişti.
Ömrünün son demlerini Humus’ta geçirdi. Artık kılıcı kınındaydı. Yatağında, vefat döşeğindeydi. Yanında silah arkadaşları ağlıyordu. Hz. Hâlid (r.a.), üzerindeki örtüyü kaldırdı ve vücudunu gösterdi.
“Bakın,” dedi. “Vücudumda bir kılıç darbesi, bir mızrak yarası veya bir ok izi olmayan bir karış yer var mı? Bütün hayatım at sırtında, cihad meydanlarında geçti. Hep şehit olmayı arzuladım. Ama görün ki, şimdi bir deve nasıl yatağında ölürse, ben de öyle ölüyorum…”
Sonra o meşhur sözünü söyledi:
“Korkakların gözüne uyku girmesin!”
Allah’ın Kılıcı, Mekke’nin Uhud’daki mağrur komutanıyken İslam’ın Mute’deki kahramanı, Yermük’teki dâhisi ve son nefesinde bir nefer teslimiyetiyle Rabbine kavuşan mübarek bir sahabe olarak 642 yılında Humus’ta vefat etti.
Onun mirası, sadece askeri deha değil, aynı zamanda hidayete eriş, imana teslimiyet ve Allah’ın emrine (Halife’nin emri dahil) tam bir itaat mirasıdır.
Cenâb-ı Hak, o büyük kumandandan ebediyen razı olsun. Şefaatine nâil eylesin. Amin.

******************

• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.): İslâm’ın ilk müezzini ve İslâm uğruna büyük işkencelere sabreden sahabi.

Ebedî Sese Giden Yol: Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)

1. Bölüm: Mekke Ufkunda Bir Garip Köle
Güneşin Arabistan çöllerini yakıp kavurduğu bir zamanda, Mekke şehri, putların gölgesinde yaşayan bir topluluğa ev sahipliği yapıyordu. İnsanların değerinin, tenlerinin rengiyle, soylarının asilliğiyle veya sahip oldukları servetle ölçüldüğü karanlık bir dönemdi.
İşte bu şehirde, Habeşistan asıllı, teni gece gibi siyah, fakat kalbi aydınlık bir inci tanesi gibi temiz bir köle yaşardı: Bilâl bin Ebî Rebâh.
Bilâl, Mekke’nin en güçlü, en zengin ama aynı zamanda en katı kalpli efendilerinden biri olan Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Onun hayatı, efendisinin emirlerine harfiyen uymakla geçiyordu. O günün anlayışına göre, Bilâl’in bir “değeri” yoktu; o, alınıp satılan bir eşyadan farksızdı. Fakat Bilâl’in derûnunda, bu adaletsiz düzeni sorgulayan, hakikati arayan asil bir ruh gizliydi.
Bir gün Mekke’de, daha önce hiç duyulmamış bir fısıltı dolaşmaya başladı. “Emin” (Güvenilir) lakabıyla bilinen Muhammed (s.a.v.), “Tek bir Allah vardır. Putlar ilah değildir. İnsanlar eşittir.” diyordu.
Bu ses, Mekke’nin köhne düzenini temelinden sarsan bir sesti. Bu ses, köle ile efendiyi, zengin ile fakiri, siyah ile beyazı “takvâ” (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) dışında eşitleyen bir davetti.

2. Bölüm: İmanın Kalbe Düşüşü: “Ehad! Ehad!”
Bu yeni davet, Hz. Bilâl’in (r.a.) arayış içinde olan ruhuna bir şimşek gibi çarptı. O, Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna gizlice vardı ve o nurun halkasına dâhil oldu. Kelime-i Şehâdet getirerek, zincirlerini değil belki ama ruhunu özgürleştirdi. Artık o, bedeni köle olsa da ruhu hür bir Müslümandı.
Ancak Mekke’de imanını açıklamak, ateşe atlamaktan farksızdı.
Çok geçmeden, Ümeyye bin Halef, kölesi Bilâl’in bu “yeni dine” girdiğini öğrendi. Efendisinin kibri ve öfkesi korkunçtu. Kendi kölesinin, atalarının taptığı Lât ve Uzzâ putlarını inkâr edip, “Tek Bir Allah”a iman etmesini hazmedemiyordu.
Ve İslâm tarihinin en acı, ama en şerefli sabır imtihanlarından biri başladı.
Ümeyye, öğle vaktinin en kızgın anında, güneşin gökyüzünde bir ateş topu gibi durduğu saatlerde, Hz. Bilâl’i (r.a.) Mekke’nin kızgın kumlarına yatırırdı. Yetmezmiş gibi, birkaç kişinin zorla kaldırabildiği dev bir kayayı göğsünün üzerine koydururdu.
Nefesi kesilen, kemikleri ezilen Bilâl’in dudaklarından sadece iki kelime dökülürdü:
“Ehad! Ehad!” (Allah Birdir! Birdir!)
Ümeyye çılgına dönerdi: “Muhammed’in Rabbini inkâr et! Lât ve Uzzâ’ya döndüğünü söyle, seni bırakayım!”
Ama o kayanın altındaki sarsılmaz iman, şu cevabı verirdi: “Dilim dönmüyor… Ehad! Ehad!”
Ona işkence ederler, boynuna ip takıp Mekke sokaklarında çocuklara çektirirlerdi. Ama Hz. Bilâl’in (r.a.) kalbindeki tevhid nurunu söküp atamazlardı. O, bu işkencelerle alay edercesine “Ehad! Ehad!” demeye devam etti. Onun bu direnişi, Mekke’deki bütün müşriklere karşı tek başına kazanılmış bir zaferdi.

3. Bölüm: Hürriyete Kanat Çırpış
Hz. Bilâl’in (r.a.) bu kahramanca sabrı, Müslümanların yüreğini dağlıyordu. Bir gün, o yine işkence altındayken, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en sadık dostu, “Sıddîk” lakaplı Hz. Ebû Bekir (r.a.) oradan geçiyordu.
Bu manzaraya daha fazla dayanamayan Hz. Ebû Bekir (r.a.), hemen Ümeyye’ye gitti ve ona bir teklifte bulundu. Hz. Bilâl’i (r.a.) satın almak istiyordu. Ümeyye, zaten işkence etmekten yorulduğu ve “işe yaramaz” hâle geldiğini düşündüğü kölesi için bu teklifi kârlı buldu ve kabul etti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Bilâl’i (r.a.) satın alır almaz, “Sen artık hürsün Bilâl! Allah için hürsün!” dedi.
Bu, sadece bir kölenin âzat edilmesi değil; bu, İslâm’ın insan onuruna verdiği değerin, ırkçılığı ve sınıf ayrımını ayaklar altına alışının ilk ve en güçlü ilanıydı. Hz. Bilâl (r.a.), artık sadece hür bir insan değil, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en yakın dostlarından, “Bilâl-i Habeşî” idi.

4. Bölüm: Medine’nin Sesi ve İlk Ezan
Müslümanlar için Mekke’de hayat çekilmez olunca, Allah’ın izniyle Medine’ye hicret başladı. Hz. Bilâl (r.a.) de bu kutlu yolculuğa katıldı.
Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edilmiş, İslâm devleti kurulmuştu. Artık Müslümanlar bir araya gelip cemaatle namaz kılıyorlardı. Fakat bir sorun vardı: İnsanları namaz vaktinde nasıl bir araya toplamalı? Kimi “Çan çalalım” dedi, kimi “Boru öttürelim,” kimi “Ateş yakalım” dedi. Fakat bunların hepsi başka dinlerin âdetleriydi.
Bir gece, sahâbîlerden Abdullah bin Zeyd (r.a.) manalı bir rüya gördü. Rüyasında yeşil elbiseli bir zat, ona namaza nasıl çağırılacağını, yani Ezan’ın mübarek sözlerini öğretti: “Allahu Ekber, Allahu Ekber…”
Sabah hemen Peygamber Efendimize (s.a.v.) koştu ve rüyasını anlattı. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ettiler ve “Bu, şüphesiz hak bir rüyadır” buyurdular.
Sonra o tarihî emri verdiler: “Hemen Bilâl’e git ve duyduklarını ona öğret. O, bunları yüksek sesle okusun. Çünkü onun sesi, seninkinden çok daha gür ve dokunaklıdır.”
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin en yüksek yerine çıktı. Mekke’de “Ehad! Ehad!” diye inleyen o mübarek insan, şimdi Medine semalarında şu sedâyı yükseltiyordu:
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!…”
Bu ses, Medine’nin tüm sokaklarında yankılandı. Bu, İslâm’ın ilk Ezanı’ydı. Müslümanlar gözyaşları içinde mescide koştular. Dün üzerine kaya konulan o göğüs, bugün İslâm’ın çağrısını tüm cihana haykırıyordu. O günden sonra Hz. Bilâl (r.a.), “Müezzinü’r-Resûl” (Peygamberin Müezzini) unvanını aldı.

5. Bölüm: Zaferin Zirvesi: Kâbe’nin Üstünde Bir Müezzin
Yıllar geçti. Müslümanlar güçlendi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te büyük mücadeleler verildi. Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. Bedir Savaşı’nda, kendisine o zulümleri yapan eski efendisi Ümeyye bin Halef’in hak ettiği cezayı buluşuna şahit oldu.
Ve nihayet, hicretin 8. yılı… Mekke Fethi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), muzaffer bir komutan olarak, ama başı tevazu ile eğik bir şekilde Mekke’ye giriyordu. Yanında, dün köle olarak hor görülen Bilâl (r.a.) vardı.
Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’yi putlardan temizletti. İnsanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri yaşanıyordu. Öğle vakti geldiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanındaki Bilâl’e (r.a.) döndü ve ona, Kâbe’nin üzerine çıkıp Ezan okumasını emretti.
Bu, inanılmaz bir manzaraydı.
Mekke’nin kibirli soyluları, dün “köle” diye hakaret ettikleri, işkence ettikleri o Habeşli adamın, şimdi ayaklarının altındaki putları çiğneyerek Kâbe’nin damına çıkışını izliyorlardı.
Ve Hz. Bilâl’in (r.a.) gür sesi, fethedilen Mekke semalarında yankılandı: “Allâhu Ekber!… Eşhedü en lâ ilâhe illallâh…”
Bu Ezan, sadece bir namaz çağrısı değildi. Bu Ezan, ırkçılığın, kibrin, zulmün bittiğinin; üstünlüğün ancak takvâ ile olduğunun ilanıydı. Dün “Ehad” diyen ses, bugün “Allahu Ekber” diyerek zaferi taçlandırıyordu.

6. Bölüm: En Büyük Ayrılık ve Son Ezan
Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatına kadar O’nun müezzinliğini yaptı. Efendimizin (s.a.v.) vefatı, onun için dayanılmaz bir acıydı. O kadar üzüldü ki, artık Medine sokakları ona dar gelmeye başladı. Peygamberinin olmadığı bir şehirde Ezan okumak, ona çok ağır geliyordu.
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Elçisidir) cümlesine geldiğinde sesi titriyor, boğazı düğümleniyor, gözyaşlarına boğuluyordu.
Artık dayanamadı. Halife olan Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) izin isteyerek Medine’den ayrıldı ve Şam (Suriye) taraflarına, Allah yolunda cihad etmek için gitti.
Yıllar geçmişti. Hz. Ömer (r.a.) halife olmuştu. Bir gün Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sevgili torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), dedelerinin müezzinini çok özlemişlerdi. Hz. Bilâl’in (r.a.) Medine’ye gelmesini rica ettiler.
Yaşlanmış olan Hz. Bilâl (r.a.), bu daveti kıramadı ve Medine’ye geldi. Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ondan bir kez daha, sadece bir kez daha Medine’de Ezan okumasını istediler.
Hz. Bilâl (r.a.), sevgili torunları kıramadı. Sabah namazı için yıllar sonra Mescid-i Nebevî’nin minaresine çıktı.
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!”
Medine halkı bu sesi tanımıştı! Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) sesiydi! Peygamber zamanındaki o mübarek Ezan’dı!
Hz. Bilâl (r.a.) “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh” dedi…
Ve “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dediği anda…
Sadece o değil, bütün Medine ağlıyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi hatırlayarak sokaklara dökülmüş, hıçkırıklarla ağlıyorlardı. O gün, Medine’nin en hüzünlü ve en nurlu günlerinden biri olarak tarihe geçti.

Miras
Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.), bu son ziyaretinden sonra Şam’a döndü ve orada vefat etti.
O, geride sadece güzel bir ses bırakmadı. O, imanın köleliği de, ırkçılığı da, zulmü de yeneceğinin canlı bir ispatı oldu. O, sabrın, sadakatin ve ihlasın sembolü oldu. O, Mekke’nin kızgın kumlarından Kâbe’nin zirvesine yükselen mübarek bir davetçi olarak mü’minlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.): Medine’ye gönderilen ilk muallim (öğretmen) ve Uhud Savaşı’nın sancaktarı ve şehidi.

Mekke’nin İncisinden Uhud’un Sancağına: Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Parlayan Genci
Gözlerinizi bir an kapatın ve eski Mekke sokaklarında dolaştığınızı hayal edin. Öyle bir genç adam düşünün ki, o yürüdüğünde ardında adeta bir koku seli bırakır; en güzel Yemen kumaşlarından ipek elbiseler giyer, en nadide ayakkabıları eskitirdi. Saçları özenle taranmış, siması ay gibi parlaktı. Bu genç, Mekke’nin en zengin ve en asil ailelerinden birinin, Abdüddâroğulları’nın göz bebeğiydi: Mus’ab bin Umeyr.
Annesi Hunnâs bint Mâlik, oğluna o kadar düşkündü ki, Mekke’de ne kadar lüks, ne kadar kıymetli eşya varsa önüne sererdi. Mus’ab, Mekke’nin “en güzel giyineni”, “en yakışıklısı” ve “en zengini” olarak anılırdı. Onun bu zahirî (dışsal) parıltısı, herkesin dilindeydi. O, Mekke hayatının bütün imkânlarına sahip bir prensti adeta.
Fakat bu parıltılı hayatın derinliklerinde, Mus’ab’ın derûnî (içsel) dünyasında bir arayış vardı. Mekke’de yeni bir ses, daha önce hiç duyulmamış bir davet yankılanmaya başlamıştı. Bu ses, “Bir olan Allah’a iman edin” diyordu. Bu, Kureyş’in yetimi olarak bilinen, fakat “el-Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Muhammedü’l-Emîn’in (s.a.v.) sesiydi.

İkinci Bölüm: Kalbe Düşen Nur
Bu yeni davet, Mekke’nin ileri gelenlerinin hışmını çekmişti. İman edenler, putları reddedenler, gizlice Erkam’ın Evinde (Dârü’l-Erkam) toplanıyorlardı. Mus’ab bin Umeyr, bu daveti merak etti. Bir gün, bütün o şatafatlı hayatını ardında bırakarak gizlice Erkam’ın evinin kapısını çaldı.
İçeri girdiğinde, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) ashabına Kur’an okurken buldu. O mısralar, o beyitler, Mus’ab’ın kalbine bir nur gibi işledi. Duydukları, bildiği hiçbir şeye benzemiyordu. O an, o lüks içinde yaşayan genç adam, hayatının en mühim kararını verdi. O da Kelime-i Şehadet getirerek Müslümanların arasına katıldı.
Artık Mus’ab, iki farklı hayat yaşıyordu. Zahirde Mekke’nin zengin genci, derûnî dünyasında ise Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuş bir mümindi. Bu durumu bir müddet ailesinden, özellikle de çok sevdiği ama bir o kadar da sert mizaçlı olan annesinden gizledi.

Üçüncü Bölüm: İman Bedel İster
Ancak hakikatin güneşi, bulutların ardında sonsuza dek kalmaz. Osman bin Talha, Mus’ab’ı gizlice namaz kılarken gördü ve hemen ailesine haber verdi.
Haber, annesi Hunnâs’a ulaştığında kıyamet koptu. Oğlunu bu kadar seven, üzerine titreyen anne, evlâdının “atalarının dinini” terk etmesini kabullenemedi. Mus’ab’ı çağırdı. Önce tatlı dille, sonra tehditle onu vazgeçirmeye çalıştı. Ona sunduğu bütün zenginlikleri geri almakla korkuttu.
Fakat Mus’ab’ın kalbine iman nuru bir kere yerleşmişti. Annesine ve ailesine karşı büyük bir edep ve saygıyla, fakat kararından asla dönmeyeceğini bildiren bir sebat ile cevap verdi.
“Ey anneciğim,” dedi. “Ben sana ancak nasihat ettim. Senin iyiliğini istiyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik et.”
Annesinin öfkesi daha da kabardı. Bu asil genci aldılar, evlerinin bir köşesine hapsettiler ve dininden dönmesi için işkenceye başladılar. Mekke’nin o nazlı prensi, şimdi kendi ailesinin esiri olmuştu.
Bir yolunu bulup Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katıldı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye geri döndü. Ancak ailesinin tavrı değişmemişti. Annesi, onu son kez vazgeçirmeye çalıştı. Mus’ab (r.a.) imanında direndi. Annesi çaresizce, “Git! Artık senin annen değilim!” dedi ve onu evinden kovdu. Mus’ab ise annesine son bir nazar (bakış) ile baktı ve “Anneciğim, ben sana hayırdan başkasını dilemem” diyerek oradan ayrıldı.
Artık Mus’ab için yepyeni bir hayat başlamıştı. O ipek elbiseler gitmiş, yerine vücudunu zorlukla örten, yamalı, eski bir hırka gelmişti. O güzel kokular yerini açlığa ve yokluğa bırakmıştı. Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.), Mus’ab’ı bu halde gördü. Eski günlerini bildiği Mus’ab’ın bu perişan ama vakur hali, Peygamber Efendimizin gözlerini yaşarttı. Ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“Şu zâta bakın! Allah, onun kalbini nasıl da nurlandırmış! Onu annesiyle babasının yanında, Mekke’de en güzel yiyecek ve içeceklerle beslenirken görmüştüm. Allah ve Resûlü’nün sevgisi, onu gördüğünüz bu hale getirdi.”

Dördüncü Bölüm: Medine’nin İlk Muallimi
Mekke’de Müslümanlar için hayat giderek zorlaşırken, Yesrib (Medine) şehrinden bir grup insan, Akabe mevkiinde Peygamberimiz (s.a.v.) ile gizlice buluştu. Bu ilk buluşmaya “Birinci Akabe Biatı” denir. Medineli Müslümanlar, Efendimizden kendilerine İslam’ı ve Kur’an’ı öğretecek bir muallim istediler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu mukaddes vazife için kime güvendi dersiniz? Mekke’nin eski zengini, şimdinin iman kahramanı olan Mus’ab bin Umeyr’e…
Mus’ab (r.a.), “ilk muallim” ve “ilk hicret eden” unvanıyla Medine’ye doğru yola çıktı. Medine’de Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Onun vazifesi çok zordu. Medine’de henüz İslam’ı bilmeyen, hatta ona düşman olan pek çok kabile reisi vardı. Ama Mus’ab’ın elinde kılıç değil, dilinde Kur’an ve kalbinde iman vardı. O, hikmetle, güzel sözle ve sabırla insanları davet etti.
En meşhur hadiselerden biri, Medine’nin en güçlü reislerinden ikisi olan Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr ile karşılaşmasıdır.
Useyd bin Hudayr, öfkeyle mızrağını sallayarak Mus’ab’ın (r.a.) yanına geldi. “Siz buraya bizim zayıflarımızı kandırmaya mı geldiniz? Hayatınıza kastım yoksa derhal burayı terk edin!” diye bağırdı.
Hz. Mus’ab, o mızrağın karşısında zerre kadar korkmadı. Sadece tebessüm etti ve o yumuşak üslubuyla şöyle dedi:
“Ey kabilenin reisi! Biraz oturup dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Şayet hoşuna gitmeyen bir şey olursa, biz de kalkar gideriz.”
Bu teklif, Useyd’in hoşuna gitti. “Doğru söyledin” diyerek mızrağını yere sapladı ve oturdu. Hz. Mus’ab, ona Kur’an okumaya ve İslam’ın güzelliklerini anlatmaya başladı. Kur’an’ın ayetleri okundukça, Useyd’in sert yüzü yumuşadı, kalbi ısındı. Anlatılanlar bittiğinde, “Bu ne güzel bir söz! Bu dine girmek için ne yapmak gerekir?” diye sordu. O gün orada iman etti.
Ardından aynı taktiği Sa’d bin Muâz’a uyguladı. Hz. Mus’ab’ın hikmetli daveti sayesinde Sa’d bin Muâz da Müslüman oldu. Ve Sa’d, kendi kabilesi olan Abdüleşheloğulları’na gidip, “Bana iman etmeyen erkek ve kadına konuşmak haram olsun!” dedi. O gün, bütün bir kabile topluca İslam’ı kabul etti.
Hz. Mus’ab’ın bu gayretiyle, bir yıl içinde Medine’de İslam’ın girmediği, Kur’an’ın okunmadığı ev kalmamıştı. O, Medine’yi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hicretine hazırlayan “ilk öğretmen” olmuştu.

Beşinci Bölüm: Uhud’un Sancağı ve Şehadet
Bedir Savaşı’na katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud Savaşı geldiğinde ise, Allah Resûlü (s.a.v.) ona en mühim vazifelerden birini verdi: Muhacirlerin sancağını taşıma şerefini.
Uhud Savaşı çetin başladı. Bir ara Müslümanlar üstünlüğü ele geçirse de, Ayneyn Tepesi’ndeki okçuların yerlerini terk etmesiyle savaşın seyri bir anda değişti. Müşrikler, Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Büyük bir kargaşa başladı.
Herkesin dağıldığı, paniğe kapıldığı o anda, bir kişi sancağı bir an bile elinden düşürmedi: Mus’ab bin Umeyr!
O, sancağı sımsıkı tutuyor ve Allah Resûlü’nün (s.a.v.) etrafında bir kalkan gibi dönüyordu. Müşriklerin tek hedefi vardı: Peygamber Efendimizi (s.a.v.) şehit etmek. Hz. Mus’ab, fiziken de Peygamberimize benzediği için, müşrikler onu Efendimiz zannetti.
Müşriklerden İbn Kamî’a adında biri, kılıcıyla Hz. Mus’ab’a saldırdı. Bir darbeyle sancağı tutan sağ kolunu kesti.
Mus’ab (r.a.) sancağı hemen sol eline aldı. Yıkılmadı. Düşman, bu kez sol koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sol kolu da koptu.
O mübarek sahabi, sancağı yere düşürmemek için, iki kolunun kalan parçalarıyla sancağın direğini göğsüne bastırdı. Diliyle de şu ayeti okuyordu: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
Artık ayakta duracak gücü kalmamıştı. İbn Kamî’a, son darbeyi bir mızrakla vurdu. Hz. Mus’ab, sancağını bırakmadan yere yığıldı ve şehadet şerbetini içti.
Onun şehit olmasıyla, müşrikler “Muhammed’i öldürdük!” diye bağırmaya başladılar. Ancak Mus’ab, canını vererek Peygamber Efendimize (s.a.v.) vakit kazandırmış ve sancağı son nefesine kadar dalgalandırmıştı.

Altıncı Bölüm: En Zengin Şehit
Savaş bittikten sonra Allah Resûlü (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşırken Mus’ab’ın (r.a.) naaşının başına geldi. Bir zamanlar Mekke’nin en zengini olan, ipek elbiseler giyen bu kahramanın haline baktı. Üzerinde, onu kefenlemeye yetecek bir örtü dahi yoktu.
Yanındaki sahabiler, ellerindeki kısa hırkayı getirdiler. Başını örttüklerinde ayakları açılıyor, ayaklarını örttüklerinde ise mübarek başı açık kalıyordu.
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) gözleri yine yaşlarla doldu. Şöyle buyurdu: “Başını örtün, ayaklarının üzerine de izhir (güzel kokulu bir ot) koyun.”
Sonra, o mübarek şehidine ve diğer Uhud şehitlerine bakarak şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23)
Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.), Mekke’nin bütün zenginliğini elinin tersiyle itip, imanını seçen; Medine’yi hikmeti ve ilmiyle fetheden ilk muallim; Uhud’da ise canını ve kollarını feda ederek sancağı düşürmeyen büyük bir şehittir. Onun hayatı, imanın dünyevi her şeyden daha kıymetli olduğunun en parlak isbatıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

******************

• Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.): Hakikati arayışı uzun bir yolculukla İslâm’da son bulan, Hendek Savaşı’nda hendek kazılmasını teklif eden sahabi.

Hakikat Güneşinin Peşindeki Yolcu: Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)

1. Bölüm: Sönmeyen Ateşin Koruyucusu
İran’ın İsfahan şehrinin Ceyy köyünde, asırlar önce zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. O zamanlar adı Rûzbeh idi. Babası, köyünün “dihkân”ı, yani reisi ve en büyük Mecûsî (ateşe tapan) rahibiydi. Babasının gözbebeğiydi ve onu kendisinden sonra yerini alacak kişi olarak görüyordu.
Rûzbeh’in en mühim vazifesi, tapınaklarındaki “kutsal ateş”in hiç sönmemesini sağlamaktı. Gece gündüz o ateşin başında bekler, sönmeye yüz tuttuğunda onu tekrar harlardı. Fakat genç Rûzbeh’in içinde, o ateşin aydınlatamadığı bir boşluk vardı. Kalbi, bu donuk ve anlamsız ibadetten daha fazlasını, daha ulvi bir gerçeği arıyordu. Babasının dini ona tatmin vermiyor, aklındaki suallere cevap bulamıyordu. “Bu ateş,” diye düşünürdü, “benim onu beslediğim gibi, o da bana muhtaç. Kendine bile faydası olmayan bir şey, nasıl yaratıcı olabilir?”

2. Bölüm: Arayışın İlk Kıvılcımı
Bir gün babası, onu malikânelerindeki işleri takip etmesi için gönderdi. Yolda, Rûzbeh’in kulağına daha önce hiç duymadığı, farklı bir melodi çalındı. Bir binadan, toplu halde dua eden insanların sesleri geliyordu. Merakla içeri girdi. Burası bir Hristiyan (Nasrânî) kilisesiydi.
Onları izledi. İbadetleri, babasının ateşine tapmaktan çok daha manalı gelmişti. Onların huşû içinde, görünmeyen ama kudretli bir Yaratıcı’ya yönelmeleri Rûzbeh’i derinden etkiledi. Akşama kadar orada kaldı. “Bu din,” dedi, “bizimkinden daha hayırlı.”
Eve döndüğünde her şeyi babasına anlattı. Babası, oğlunun dinini terk etmesinden korkarak öfkelendi. Onu evde bir odaya kilitledi ve ayaklarına zincir vurdu. Fakat Rûzbeh’in kalbine “hakikat arayışı” ateşi bir kere düşmüştü. Bu ateş, tapınaktaki sahte ateşten çok daha güçlüydü.

3. Bölüm: Uzun ve Meşakkatli Yolculuk
Rûzbeh, bir yolunu bulup esaretten kurtuldu. Kilisidekilere, bu dinin merkezinin neresi olduğunu sormuştu. “Şam” dediler. Gizlice bir kervana katıldı ve doğduğu toprakları, zenginliği ve ailesini geride bırakarak meçhule doğru yola çıktı.
Şam’a vardığında, oradaki en büyük piskoposu buldu ve onun hizmetine girdi. Fakat bu adam, göründüğü gibi biri değildi. İnsanlardan “sadaka” adı altında topladığı altınları biriktirip fakirlere vermiyor, bir küpte saklıyordu. Piskopos öldüğünde Rûzbeh, onun bu hilesini halka gösterdi.
Yerine geçen yeni piskopos ise iyi kalpli, ibadetine düşkün (zâhid) bir zattı. Rûzbeh, ona büyük bir sadakatle hizmet etti. O da vefat edeceği zaman, Rûzbeh’e Musul’daki salih bir zâta gitmesini vasiyet etti.
Rûzbeh’in çileli yolculuğu böylece devam etti. Ömrünü, hakikati öğretecek salih insanların hizmetinde geçirmeye adamıştı. Şam’dan Musul’a, Musul’dan Nusaybin’e, Nusaybin’den de Bizans toprağındaki Ammûriye’ye (Amorium) gitti. Her defasında, hizmet ettiği âlim vefat ederken, ona bir sonrakini tavsiye ediyordu.

4. Bölüm: Son Peygamberin Müjdesi
Ammûriye’deki son hocası, artık iyice yaşlanmıştı. Vefat döşeğindeyken Rûzbeh (Selmân), gözyaşları içinde sordu: “Efendim, siz de gidiyorsunuz. Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersiniz? Yeryüzünde sizin gibi hak din üzere olan kimse kaldı mı?”
Yaşlı âlim, derin bir nefes aldı ve tarihe geçecek şu sözleri söyledi: “Oğlum, artık yeryüzünde bizim yolumuzu takip eden kimseyi tanımıyorum. Lakin, bir Peygamberin gelmesi çok yakındır. O, İbrahim’in (a.s.) dini (Hanîf dini) üzere gönderilecektir. Arapların yaşadığı topraklardan çıkacak ve iki ‘harra’ (siyah, volkanik taşlık arazi) arasındaki hurmalık bir yere (Medine’yi tarif ediyordu) hicret edecektir.”
Selmân heyecanla sordu: “Onu nasıl tanırım? Alâmetleri nelerdir?”
Yaşlı âlim cevap verdi: “Onun apaçık üç alâmeti vardır:
• O, kendisine verilen sadakayı yemez.
• Lakin hediyeyi kabul eder ve yer.
• İki omuzu arasında ‘Nübüvvet Mührü’ (Peygamberlik Mührü) vardır.”
Bu vasiyet, Selmân’ın kalbindeki arayış ateşini yeniden alevlendirmişti. Yıllar süren hizmetleri karşılığında biriktirdiği birkaç sığır ve koyunu yanına alıp, tarif edilen o hurmalık diyara gidecek bir kervan beklemeye başladı.

5. Bölüm: Kölelikten Medine’ye
Nihayet, Arap yarımadasına giden bir kervan buldu. Onlara tüm mal varlığını vererek kendisini o topraklara götürmelerini istedi. Kervancılar kabul etti. Fakat yolda, Vâdi’l-Kurâ denilen yere geldiklerinde, bu vicdansız adamlar ona ihanet ettiler. Onu bir köle olarak sattılar.
Selmân, elinden hiçbir şey gelmeden, efendiden efendiye satıldı. Hakikati ararken düştüğü bu durum çok acıydı. En sonunda, Medineli (o zamanki adıyla Yesribli) bir Yahudi onu satın aldı ve Yesrib’e getirdi.
Selmân şehri görür görmez, kalbi hızla çarpmaya başladı. Burası, hocasının tarif ettiği yerdi! İki siyah taşlık arazi (harra) arasında, hurma bahçeleriyle dolu bir vaha… “Burası olmalı!” dedi. Artık tek yapması gereken, o müjdelenen Peygamber’i beklemekti.

6. Bölüm: Büyük Buluşma ve Üç Mühür
Selmân, efendisinin hurma bahçesinde köle olarak çalışırken yıllar geçti. Bir gün, bir hurma ağacının tepesindeyken, efendisinin bir akrabasının telaşla geldiğini duydu. Adam şöyle bağırıyordu: “Allah kahretsin şu Evs ve Hazrec’i! Mekke’den gelen bir adamın etrafında toplanmışlar, ‘Peygamber’ diyorlar!”
Selmân bu sözleri duyar duymaz, ağacın tepesinde titremeye başladı. Neredeyse aşağı düşecekti. Hızla indi ve adamın karşısına dikilip, “Ne dedin? Ne dedin?” diye sordu. Efendisi bu duruma çok kızdı, Selmân’a sert bir tokat atarak “Sana ne! İşine dön!” diye bağırdı.
O gün Selmân için bekleyiş bitmişti. Akşam olunca, biriktirdiği az miktarda hurmayı aldı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) konakladığı Kuba’ya gitti.
Huzuruna vardı ve dedi ki: “Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanınızda muhtaç arkadaşlarınız da varmış. Bu, size getirdiğim bir sadakadır.”
Allah Resûlü (s.a.v.), hurmaları aldı ve yanındaki Ashabına dönerek, “Buyurun, yiyin” dedi. Fakat kendisi mübarek ağzına bir tane dahi koymadı.
Selmân kendi kendine dedi: “Bu, birincisi!”
İkinci gün, yine hurma alıp bu kez Medine’de, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldi. “Dün sadakayı yemediğinizi gördüm. Bu ise size olan sevgimden bir hediyedir,” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gülümsedi, “Bismillah” dedi ve hem kendisi yedi hem de Ashabına ikram etti.
Selmân’ın kalbi sevinçle doldu: “Bu da ikincisi!”
Artık geriye tek bir alâmet kalmıştı: Nübüvvet Mührü. Selmân, bu mührü görmek için bir fırsat kolluyordu. Birkaç gün sonra, Efendimiz’i (s.a.v.) Bakî’ Kabristanı’nda bir cenazeyi defnederken buldu. Selmân, mübarek sırtına bakabilmek için etrafında dolaşmaya başladı.
İnsanların kalbini okuyan, alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), Selmân’ın ne aradığını anladı. Üzerindeki hırkasını hafifçe sıyırdı. Selmân, Peygamber Efendimiz’in iki kürek kemiği arasında, hocasının tarif ettiği güvercin yumurtası büyüklüğündeki, üzerinde tüyler olan o mührü gördü.
Gördüğü anda kendini tutamadı. Yılların hasreti, çilesi ve arayışı son bulmuştu. Ağlayarak mührün üzerine kapandı, öptü ve “Şehadet ederim ki sen, Allah’ın Resûlü’sün!” diyerek Müslüman oldu.

7. Bölüm: Özgürlük ve “Bizdendir” Şerefi
Selmân artık hakikati bulmuştu ama bedeni hâlâ köleydi. Resûlullah (s.a.v.), ona efendisiyle “mükâtebe” (anlaşmalı olarak özgürlüğünü satın alma) yapmasını söyledi. Efendisi, özgürlüğü için akıl almaz bir bedel istedi: “Üç yüz hurma fidanı dikeceksin, hepsi meyve verecek ve bana kırk ukiyye (yaklaşık 1.6 kg) altın ödeyeceksin.”
Bu, bir kölenin asla başaramayacağı bir işti. Efendimiz (s.a.v.), Ashabına “Kardeşinize yardım edin” buyurdu. Sahabeler fidanları topladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o üç yüz fidanın tamamını mübarek elleriyle teker teker dikti. O yıl, Allah’ın bir mucizesi olarak, fidanların hepsi meyve verdi.
Sıra altına gelmişti. Resûlullah’a (s.a.v.) ceviz büyüklüğünde bir altın parçası getirildi. Efendimiz (s.a.v.) altını Selmân’a verdi ve borcunu ödemesini söyledi. Selmân, “Yâ Resûlallah, bu küçücük parça o borcu nasıl öder?” dese de, Efendimiz’in emriyle tartıya koydu. Mucize eseri, altın tam olarak 40 ukiyye geldi.
Selmân artık özgürdü. O, ne Mekkeli bir Muhacir ne de Medineli bir Ensâr’dı. O, “Selmân-ı Fârisî” (İranlı Selmân) idi.

8. Bölüm: Hendek Fatihi ve Ehl-i Beyt’ten Biri
Selmân’ın (r.a.) İslam’a en büyük katkılarından biri, Hendek Savaşı’nda (Ahzâb) oldu. Mekkeli müşrikler, tüm Arap kabilelerini birleştirip 10.000 kişilik dev bir orduyla Medine’ye yürümüştü. Müslümanlar ise sadece 3.000 kişiydi ve şehrin içinde sıkışıp kalmışlardı.
Yapılan savaş meclisinde herkes bir fikir sundu. İşte o an, uzun boylu, bilge adam Selmân söz aldı: “Yâ Resûlallah! Bizim memleketimizde (İran’da), düşman süvarilerinin saldırısından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına hendek kazarak savunma yapardık.”
Bu, Arapların daha önce hiç bilmediği, dâhiyane bir savunma taktiğiydi. Resûlullah (s.a.v.) bu teklifi derhal kabul etti.
Hendek kazılırken, Muhacirler “Selmân bizdendir!” diyor, Ensâr ise “Hayır, Selmân bizdendir!” diyerek onu kendi gruarına dahil etmek istiyordu. Bu tatlı çekişmeyi duyan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Selmân’a (r.a.) bir insanın ulaşabileceği en büyük şereflerden birini bahşederek şöyle buyurdu:
“Selmân bizdendir; Ehl-i Beyt’tendir!” (Selmân, benim ailemdendir!)
Kazılan hendek, düşman süvarilerini durdurdu. Savaş, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve bu zaferin mimarı, hakikat yolcusu Hz. Selmân oldu.
Sonsöz: Vali Selmân
Hz. Selmân (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra da İslam’a hizmete devam etti. Bilgeliği sebebiyle “Selmânü’l-Hakîm” (Bilge Selmân) olarak anıldı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde, fethedilen İran topraklarındaki Medâin şehrine vali olarak atandı. Fakat o, bir vali gibi değil, bir derviş gibi yaşadı. Valilik maaşını alır almaz tamamını fakirlere dağıtır, kendi el emeğiyle sepet örer, sattıklarının parasıyla geçinirdi.
Zengin bir asilzade olarak başladığı hayatını, hakikati arayarak, köleliği tadarak, imanın zirvesine ulaşarak ve nihayetinde Peygamber’in (s.a.v.) “ailesinden biri” olma şerefine ererek tamamladı. Onun hayatı, kim olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin, samimiyetle hakikati arayan herkesin, eninde sonunda İslam’ın aydınlık güneşine kavuşacağının en parlak ispatıdır.

************************

İlim ve Rivayetleriyle Öne Çıkanlar
• Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcasının oğlu, “Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’an’ın Tercümanı) ve “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi) lakaplarıyla bilinen büyük müfessir.

Bismillahirrahmânirrahîm
Ümmetin Âlimi, Kur’ân’ın Tercümanı: Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)

Mekke’nin, henüz tam manasıyla sükûnete kavuşmadığı, Müslümanların “Şi’b-i Ebî Tâlib” denilen mahallede müşriklerin boykotu altında zorlu bir imtihandan geçtiği günlerde, Haşimoğulları hanesinde bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Bu çocuk, Kâinatın Efendisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) pek sevdiği amcası Hz. Abbas’ın (r.a.) oğluydu. Adını “Abdullah” koydular.
Bu küçük Abdullah, sıradan bir çocuk değildi. O, peygamberlik güneşinin hanesinden hiç eksik olmadığı bir evde büyüyecekti. Zira halası Hz. Meymûne (r.a.), müminlerin annesi, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesiydi.
Peygamber Hanesinde Yeşeren Fidan
Abdullah (r.a.), daha küçücük bir çocukken bile akranlarından farklıydı. Gözleri birer inci tanesi gibi parlar, gördüğü her şeyi derin bir nazarla süzer, duyduğu her kelimeyi aklının en kıymetli köşesine nakşederdi. En büyük saâdeti, teyzesi Hz. Meymûne’nin (r.a.) evinde kalmak ve Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) hizmet etmekti.
Gecelerden bir gece… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teheccüd namazı için kalktığında, abdest alacağı suyun hazır bir şekilde leğende durduğunu gördü. Hayret etti. Bu vakitte kim, onun bu ihtiyacını düşünüp hazırlamış olabilirdi?
“Bunu kim hazırladı?” diye sordu.
Hz. Meymûne (r.a.) validemiz, “Abdullah (r.a.)” diye cevap verdi.
Kâinatın Efendisi (s.a.v.), bu küçük çocuğun edep, firaset ve hizmet aşkı karşısında o kadar memnun oldu ki, mübarek ellerini semâya kaldırdı. O küçük fidanın, gelecekte nasıl bir âlimler âlimi, nasıl bir hikmet pınarı olacağını sanki o an görmüştü. Dudaklarından, asırlara mühür vuran şu dua döküldü:
“Allah’ım! Onu dinde fakih kıl (dinin inceliklerini derinlemesine anlayan biri yap) ve ona Kitab’ın te’vilini (Kur’ân’ın derin manalarını ve tefsirini) öğret!”
Bu dua, bir tohumdu. Ve bu tohum, yeryüzünün en bereketli toprağına, yani Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) pâk kalbine ve zihnine ekilmişti.
“İlmin Peşinde Bir Gölge Gibi”
Abdullah (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefat ettiği gün, henüz 13-15 yaşlarında bir gençti. Peygamberlik güneşi zahiren aralarından ayrılmıştı. Lakin onun nurunu taşıyan yıldızlar, yani Ashâb-ı Kirâm hayattaydı.
Abdullah (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatıyla ilmin bittiğini değil, aksine ilmi toplama vazifesinin yeni başladığını anlamıştı. Bir gün Ensar’dan bir arkadaşına dedi ki:
“Gel, Resûlullah’ın (s.a.v.) Ashâbı henüz aramızdayken onlara gidelim ve bilmediklerimizi sorup öğrenelim. Onlar da bu dünyadan göçerse, ilim kaybolur.”
Arkadaşı hayretle baktı: “Ey Abbas’ın oğlu! İnsanlar sana mı ihtiyaç duyacak? Baksana, etraf nice büyük sahâbî ile dolu.”
Fakat Abdullah (r.a.) kararlıydı. O, “bana ihtiyaç duyulsun” diye değil, Allah’ın Kitabı’nı ve Resûl’ünün (s.a.v.) sünnetini en doğru şekilde öğrenmek için yola çıkmıştı.
Ev ev dolaşmaya başladı.
Duyduğu bir hadîsi teyit etmek için kilometrelerce yol yürürdü. Bir sahâbînin kapısına varır, onun öğle uykusunda (kaylûle) olduğunu öğrenirdi. Kapıyı çalmaya, onu rahatsız etmeye haya ederdi. Hırkasını (ridasın) başına çeker, kapının eşiğine, o sıcak çöl güneşinin ve esen rüzgârın altında kıvrılır, beklerdi.
Ev sahibi sahâbî dışarı çıktığında, kapısının önünde Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlunu toz toprak içinde görünce mahcup olurdu:
“Ey Resûlullah’ın kuzeni! Neden haber göndermedin? Ben senin ayağına gelirdim!”
Hz. Abdullah’ın (r.a.) verdiği cevap, ilim yolcularına kıyamete kadar ders olacak bir levha gibidir:
“Hayır! İlim, ayağa gidilendir. İlme gelinir; ilim (başkalarının ayağına) gitmez. Ben ilim talibiyim, siz ise muallimsiniz.”
O, Hz. Ebû Bekir’den (r.a.), Hz. Ömer’den (r.a.), Hz. Ali’den (r.a.), Hz. Ubey bin Ka’b’dan (r.a.) ve daha nice büyük sahâbîden bıkmadan, usanmadan ilim tahsil etti.
Hz. Ömer’in (r.a.) Meclisindeki Genç Âlim
Hz. Ömer (r.a.), hilâfeti döneminde, Bedir Gazvesi’ne katılmış en kıdemli sahâbîlerle istişare meclisleri kurardı. Bu meclise, o koca koca sahâbîlerin arasına, gencecik Abdullah bin Abbas’ı (r.a.) da davet ederdi.
Bazı yaşlı sahâbîler bu durumdan hoşnut olmadılar. “Ey Müminlerin Emîri! Bizim de onun yaşında evlatlarımız var. Neden özellikle onu çağırıyorsun?” dediler.
Hz. Ömer (r.a.), onlara Abdullah’ın (r.a.) farkını göstermek istiyordu. Bir gün meclis toplandığında sordu:
“Nasr Sûresi (İzâ câe nasrullâhi ve’l-feth…) hakkında ne dersiniz?”
Çoğunluk, ayetin zahirî manasını söyledi: “Bu, Allah’ın bize fethi ve yardımı müjdelediği, bu yüzden Allah’a hamd edip istiğfar etmemizi istediği bir sûredir.”
Hz. Ömer (r.a.) sustu ve meclisin en gencine, İbn Abbas’a (r.a.) döndü:
“Sen ne dersin, ey Abbas’ın oğlu?”
Hz. Abdullah (r.a.), Peygamber duasının tecellî ettiği o derin firasetiyle cevap verdi:
“Ey Müminlerin Emîri! Bu sûre, fetih müjdesi olduğu kadar, Resûlullah’ın (s.a.v.) ecelinin yaklaştığının da haberidir. Allah, ona vazifesinin tamamlandığını, artık Rabbine kavuşma vaktinin geldiğini bildirmiştir.”
Hz. Ömer’in (r.a.) gözleri doldu. Başını salladı ve meclise dönerek dedi ki:
“Vallahi, ben de bu sûreden bundan başka bir mana bilmiyorum.”
Artık kimse, bu gencin neden o mecliste oturduğunu sorgulamadı. O, yaşıyla değil, taşıdığı ilimle büyüktü.
“Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi)
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.), ilimde o kadar derinleşti ki, adı artık “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi/Mürekkebi) olmuştu. Mekke’deki evi, bir ilim merkezi, bir üniversite gibiydi.
Gelenlerin ardı arkası kesilmezdi. İşlerini kolaylaştırmak için günleri konulara ayırmıştı:
Bir gün sadece Kur’ân tefsiri,
Bir gün fıkıh (İslam hukuku),
Bir gün helal ve haramlar,
Bir gün İslâm tarihi ve siyer,
Bir gün Arap dili ve şiiri…
Neden şiir? Çünkü o, Kur’ân’ın Tercümanı’ydı. Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını en iyi şekilde anlamak için, o lafızların kullanıldığı Arap edebiyatına ve şiirine hâkim olmak gerektiğini bilirdi. Biri ona Kur’ân’dan anlaşılması zor bir kelime sorduğunda, o kelimenin manasını eski Arap şairlerinin mısralarından deliller (isbatlar) getirerek izah ederdi.
“Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Tercümanı)
Onun asıl sahası tefsirdi. O, sadece ayetin ne dediğini değil, neden dediğini, hangi hâdise üzerine indiğini (sebeb-i nüzûl), hangi manalara gelebileceğini (vücûh) ve hangi hükümleri ihtiva ettiğini (ahkâm) bilirdi.
O, Kur’ân’ı yaşayan bir tefsirdi. Geceleri kalkar, uzun uzun namaz kılar ve ağlardı. Özellikle şu ayete geldiğinde hıçkırıklara boğulurdu:
“Derken, ölüm sarhoşluğu bir hakikat olarak (insanın karşısına) geliverdi. (Ey insan!) İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.” (Kâf Sûresi, 19 – TDV Meali)
O, ilmiyle kibirlenen değil, ilmi arttıkça Allah’a karşı haşyeti (korku ve saygısı) artan bir âlimdi.
Hayatının sonlarına doğru gözleri görmez oldu. Bu ağır imtihan karşısında bile asla şikâyet etmedi. Ona, “Gözlerin için dua etsen?” dediklerinde, o büyük âlim şöyle derdi: “Rabbimin benim için takdir ettiğine razı olmak, gözlerimin görmesinden daha sevimlidir.”
Yetmiş yaşını biraz geçmişken, Tâif’te bu fani dünyaya veda etti. Cenaze namazını kıldıran Hz. Muhammed bin Hanefiyye (r.a.), onu kabre koyarken şöyle sesleniyordu:
“Bugün, bu ümmetin Rabbani âlimi vefat etti…”
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.); Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir duası olarak başladı, azimli bir talebe olarak devam etti ve nihayetinde “Kur’ân’ın Tercümanı” ve “Ümmetin Âlimi” olarak ebedîleşti. Onun açtığı tefsir caddesi, kıyamete kadar gelecek bütün müfessirlere ışık tutmaya devam edecektir.
Allah ondan, hocalarından ve talebelerinden ebediyen razı olsun. Âmin.

******************

• Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.): İlk Müslümanlardan, Kur’an-ı Kerim’i Kâbe’de açıktan okuyan ilk sahabi ve büyük fıkıh âlimi.

KÂBE’DE YANKILANAN SES: HZ. ABDULLAH BİN MES’ÛD (R.A.)

Giriş: Mekke Ufuklarında Bir Çoban
Mekke… Şehirlerin anası… O günlerde, henüz putların gölgesinde, ticaretin ve kibrin merkeziydi. Bu şehrin dışında, sarp kayalıkların ve cılız otlakların arasında, küçük, cılız bir çocuk, Ukbe bin Ebî Muayt adında zengin bir Kureyşlinin koyunlarını güderdi. Adı Abdullah, künyesi İbn Ümmü Abd idi.
O, Mekke’nin güçlü ve soylu ailelerinden birine mensup değildi. Zayıf bedeni ve kısa boyu, kibirli Mekke ileri gelenlerinin nazarında onu ehemmiyetsiz kılardı. Abdullah, tabiatın sessizliği içinde, derûnî bir tefekkürle meşgul, dürüst ve güvenilir (emin) bir gençti. Fakat henüz bilmiyordu ki, o zayıf omuzlar, bir gün Uhud Dağı’ndan daha ağır bir manevi yükü taşıyacak ve o cılız ses, Kâbe’nin ortasında küfrün suratına hakikati haykıracaktı.

Bölüm 1: Nur ile Mülâkat (Karşılaşma) ve Sütün Mucizesi
Bir gün, her zamanki gibi sürüsünü otlatırken, uzaktan iki vakur şahsiyetin kendisine doğru geldiğini gördü. Bunlar, henüz davasını yeni yeni fısıldayan Allah Resûlü (s.a.v.) ve O’nun sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Müşriklerin eziyetlerinden bunalmış, susuz ve yorgun bir halde Mekke’nin dışına çıkmışlardı.
Genç çobana yaklaştılar ve “Delikanlı, bize biraz süt ikram edebilir misin?” diye sordular.
Abdullah bin Mes’ûd, emanet bilinciyle başını salladı: “Veremem,” dedi. “Çünkü bu sürü bana ait değil, ben sadece bir emanetçiyim.”
Bu cevap, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek yüzünde bir tebessüm oluşturdu. Zira bu genç, daha ilk imtihanda “emin” olduğunu ispat etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Öyleyse bana, henüz hiç koç yüzü görmemiş (kısır) ve süt vermeyen bir keçi gösterir misin?” diye sordu.
Abdullah, sürünün en zayıf, hiç süt vermemiş bir keçisini gösterdi. Allah Resûlü (s.a.v.), keçiye yaklaştı, Bismillah diyerek mübarek eliyle memelerini meshetti (sıvazladı) ve dua etti. Göz açıp kapayıncaya kadar, o kısır hayvanın memeleri sütle dolup taştı. Getirilen bir kaba önce Resûlullah (s.a.v.), sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve en son da hayretler içindeki genç çoban içti.
Abdullah bin Mes’ûd, bunun sıradan bir hâdise olmadığını anlamıştı. Bu, bir sihirbazlık değil, bir hikmet ve mucizeydi. Kalbi, daha önce hiç tatmadığı bir heyecanla doldu. “Bana da bu sözlerden öğretir misin?” diye yalvardı.
Allah Resûlü (s.a.v.), onun temiz fıtratını görmüştü. Mübarek başını okşayarak, “Sen, muallim (öğretilmiş) bir gençsin,” buyurdu.
İşte o an, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’la şereflenen altıncı veya yedinci kişi oldu. O günden sonra o artık sadece bir çoban değil, “Resûlullah’ın talebesi” idi.

Bölüm 2: Kâbe’nin Kalbinde Okunan Rahman Sûresi
Müslümanlar, Mekke’de henüz çok az ve zayıftı. İmanlarını gizliyor, ibadetlerini dağ kovuklarında yapıyorlardı. Bir gün Dârü’l-Erkam’da toplandılar ve “Bu Kureyş, Allah’ın kelamını hiç açıktan duymadı. Kim gidip Kâbe’nin yanında onlara Kur’an okuyabilir?” diye konuştular.
Ortalığa bir sessizlik çöktü. Bu, intihar demekti. Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin ve Kureyş’in diğer zalimlerinin önünde bunu yapmak, ateşe yürümekti.
O esnada, o cılız ve zayıf bedenine zıt bir cüretle Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) ayağa kalktı: “Ben yaparım, yâ Resûlallah!”
Diğer sahabeler endişelendi: “Ey Abdullah, biz senin için korkarız. Senin, seni koruyacak bir aşiretin, bir kabilen yok. Biz, kabilesi güçlü birini istiyoruz ki, ona saldırdıklarında akrabaları onu korusun.”
Ancak İbn Mes’ûd (r.a.) kararlıydı: “Beni Allah korur!”
Ertesi gün, kuşluk vakti, Kureyş’in tüm ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında, Dârü’n-Nedve’de toplanmışken, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) tek başına Makam-ı İbrahim’in yanına dikildi. Derin bir nefes aldı ve o güne kadar kimsenin cüret edemediği şeyi yaptı. Yüksek ve net bir sesle okumaya başladı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Er-Rahmân. Allemel-Kur’ân. Halakal-insân. Allemehu’l-beyân…” (Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.) (Rahmân, 1-4)
Putperestler önce donakaldılar. Bu cılız adam, Muhammed’in (s.a.v.) getirdiğini iddia ettiği sözleri, onların kutsal mekânının tam ortasında nasıl okurdu? Şaşkınlıkları, yerini korkunç bir öfkeye bıraktı. “Bu da neyin nesi!” diye bağırarak üzerine çullandılar.
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) okumaya devam etti. Yüzüne, başına inen yumruklara, tekmelere aldırmadı. Kan revan içinde kalıncaya kadar dövüldü. Artık ayakta duramayacak hâle gelince, arkadaşları onu zorlukla oradan alıp bir eve sığındırdılar.
Yüzü gözü şişmiş, her yeri yara bere içindeydi. Sahabeler ona acıyarak bakarken, o, imanından aldığı cüretle gülümsedi ve tarihe geçen şu sözü söyledi:
“Vallahi, Allah düşmanları, gözümde hiçbir zaman bugünkünden daha âciz ve değersiz olmamıştı. Eğer isterseniz, yarın yine gider, aynısını yaparım!”
O gün, Kâbe’de Kur’an’ı açıktan okuyan ilk sahabi unvanını aldı. Bedeni zayıftı ama imanı, Kureyş’in tüm ordularından daha güçlüydü.

Bölüm 3: “Sahib-i Sivâk ve Na’leyn” (Misvak ve Ayakkabı Sahibi)
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’a girdikten sonra hayatını tamamen Resûlullah’a (s.a.v.) adadı. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın hizmetkârı oldu. O kadar yakınıydı ki, “Sahib-i Sivâk” (Efendimiz’in misvağını taşıyan), “Sahib-i Na’leyn” (ayakkabılarını taşıyan) ve “Sahib-i Visâde” (minderini taşıyan) lakaplarını aldı.
Resûlullah (s.a.v.) bir yere gideceği zaman ayakkabılarını giydirir, meclisten kalkacağı zaman ayakkabılarını eline alır, koluna asardı. Efendimiz (s.a.v.) istirahat edeceği zaman misvağını verir, abdest alacağı zaman suyunu hazırlar, oturacağı zaman minderini sererdi.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) evine, hususi odalarına bile izinsiz girme müsaadesi olan nadir sahabelerdendi. Bu yüzden sahabeler, onun Ehl-i Beyt’ten (Peygamber ailesinden) olduğunu zannederlerdi. Bu yakınlık, ona paha biçilmez bir fazilet kazandırdı: Vahyin büyük bir kısmına, ilk ağızdan, doğrudan Resûlullah’ın (s.a.v.) fem-i mübareğinden (mübarek ağzından) şahit oldu.

Bölüm 4: Uhud Dağı’ndan Daha Ağır Bacaklar
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Bedir, Uhud, Hendek başta olmak üzere tüm gazalara katıldı. Bedir’de, küfrün başı Ebû Cehil’in son nefesini vermesine o vesile oldu.
Bununla birlikte, onun zahirî yapısı (fiziksel görünüşü) hep zayıf ve ince idi. Özellikle bacakları çok inceydi. Bir gün, sahabelerle otururken, Resûlullah (s.a.v.) için misvak getirmek üzere bir ağaca tırmandı. Esen rüzgâr, elbisesini açtı ve incecik bacakları göründü. Mecliste bulunan bazı sahabeler, bu görüntü karşısında gülüştüler.
Onların bu hâlini gören Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yüzü ciddileşti. Bu gülüşmeler, zahirî olana takılıp, derûnî kıymeti görememenin bir işaretiydi. Efendimiz (s.a.v.) onları şöyle tenkit etti:
“Neye gülüyorsunuz? Abdullah’ın bacaklarının inceliğine mi? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o iki bacak, Kıyamet günü mizanda Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecektir!”
Bu hadise, İslam’ın insana bakış açısının cihan şümul bir isbatıdır: Allah katında değer, fiziksel güçle veya zahirî güzellikle değil, imanın ve amelin ağırlığıyladır.

Bölüm 5: “Yaşayan Kur’an” ve Kûfe Muallimi
Hz. İbn Mes’ûd’un (r.a.) asıl büyüklüğü, ilim sahasındaydı. O, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemekle kalmamış, onun manasını ve hikmetini de Resûlullah’tan (s.a.v.) öğrenmişti. Yetmişten fazla sûreyi doğrudan Efendimiz’in (s.a.v.) ağzından dinlemişti.
Sesi o kadar güzeldi ki, Resûlullah (s.a.v.) sık sık ondan Kur’an okumasını isterdi. Bir defasında İbn Mes’ûd (r.a.), “Yâ Resûlallah, Kur’an size nâzil olmuşken ben mi size okuyayım?” deyince, Efendimiz (s.a.v.), “Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi de severim,” buyurmuştu. İbn Mes’ûd (r.a.) Nisâ Sûresi’ni okumaya başladı. Şu ayete geldiğinde:
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!” (Nisâ, 41)
Resûlullah (s.a.v.), “Şimdilik yeter, yâ Abdullah!” buyurdu. İbn Mes’ûd (r.a.) başını kaldırdığında, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek gözlerinden yaşlar aktığını gördü.
Onun Kur’an ilmindeki derinliğini bizzat Resûlullah (s.a.v.) şöyle tasdik etmiştir:
“Kim Kur’an’ı nâzil olduğu günkü tazeliğiyle okumak isterse, İbn Ümmü Abd’in (İbn Mes’ûd’un) kıraati üzere okusun.”
Ve yine: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes’ûd, Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe, Muâz bin Cebel ve Übey bin Kâ’b.” (Efendimiz, ilk sıraya onu koymuştu).
Bu ilim, onu Hz. Ömer (r.a.) devrinde İslam dünyasının en mühim ilim merkezlerinden birinin başına geçirecekti.

Bölüm 6: Bir Ekolün Kurucusu
Hz. Ömer (r.a.), yeni fethedilen Kûfe şehrine bir muallim ve idareci göndermek istedi. Kûfe, farklı kültürlerin buluştuğu, ilme aç bir şehirdi. Bu mühim vazife için gözünü kırpmadan Abdullah bin Mes’ûd’u (r.a.) seçti.
Kûfelilere yazdığı mektup, Hz. Ömer’in (r.a.) ona verdiği değeri gösterir: “Ey Kûfeliler! Ammar bin Yâsir’i size vali, Abdullah bin Mes’ûd’u da muallim ve vezir olarak gönderiyorum. Vallahi, Abdullah’ı size göndermekle, sizi kendime tercih ettim (Ona Medine’de daha çok ihtiyacım vardı ama onu sizden esirgemedim). Gidin ve ondan ilim öğrenin.”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Kûfe’de bir ilim meclisi kurdu. O, sadece ayetleri ve hadisleri ezberleten bir hoca değildi; aynı zamanda bu naslardan (delillerden) nasıl hüküm çıkarılacağını, aklı (rey) ve hikmeti kullanarak meselelerin nasıl çözüleceğini öğreten bir fıkıh âlimiydi.
Onun yetiştirdiği talebeler (Alkame, Esved gibi), daha sonra İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin hocaları oldu. Böylece Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), bugün milyonlarca Müslümanın tabi olduğu Hanefî mezhebinin fıkhî temelini atan “büyük âlim” olarak tarihe geçti.
Hâtime: “Benden Sonra O İkisine Uyun”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), hayatı boyunca ilmiyle amel eden, son derece mütevazı (alçakgönüllü) ve Allah korkusu (havf) derûnî olan bir zattı. Çok az hadis rivayet etmeye çalışır, “Resûlullah şöyle buyurdu” derken hata yapmaktan korktuğu için titrerdi.
Hz. Osman (r.a.) devrinde Medine’ye döndü ve burada vefat etti. O vefat ettiğinde geride bıraktığı miras, dağlarca altın veya gümüş değil, dağlardan daha ağır bir ilim ve takva mirasıydı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) övgüsü, onun şahsiyetinin en güzel tasviridir: “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyun. Ammar’ın yolunu tutun. Ve Abdullah bin Mes’ûd’un ahdine (sözüne ve ilmine) sımsıkı sarılın.”
İşte o zayıf ve cılız çoban Abdullah; emanete sadakatiyle Resûlullah’ın (s.a.v.) mucizesine, imandaki cüretiyle Kâbe’de Kur’an’ı ilk haykıran kahramana, hizmetteki sadakatiyle “Ehl-i Beyt’ten zannedilen” yakın dosta, ilimdeki derinliğiyle de “Kûfe Ekolü”nün kurucu âlimine dönüşmüştür. Onun hayatı, zahirî görüntünün değil, derûnî imanın ve ilmin faziletinin en parlak isbatıdır. Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Ebû Hureyre (r.a.): En çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi.

İlim Hafızı: Hz. Ebû Hureyre (r.a.)

Güneşin sıcak topraklara cömertçe gülümsediği Yemen’de, Devs kabilesi arasında bir genç yaşardı. O zamanlar adı henüz “Ebû Hureyre” değildi. Kendi kavminin inançlarına göre ona, “Güneşin Kulu” manasına gelen “Abdüişems” derlerdi. Lakin onun fıtratı, kalbi, güneş gibi batan ve kaybolan varlıklara değil, ebedî olana meftundu.
Kalbi, çölde su arayan bir yolcu gibi hakikati arıyordu.
Bu arayış devam ederken, kabilesinin reisi Tufeyl bin Amr ed-Devsî (r.a.), Mekke’ye gitmiş ve bambaşka bir insan olarak dönmüştü. Gönlü iman nuruyla dolmuş, dili artık bir olan Allah’ı (c.c.) ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) anlatıyordu. Abdüişems, bu yeni daveti duyar duymaz tereddüt etmedi. Kalbinde yıllardır aradığı pınarın bu olduğunu anladı ve hemen iman etti.
Ancak bir derdi vardı; iman ettiği Peygamber’i (s.a.v.) henüz görmemişti.
Medine Yolcusu ve “Kedicik Babası”
Hicretin yedinci yılıydı. Hayber Kalesi’nin fethedildiği günlerdi. Abdüişems, kabilesinden iman eden bir grupla beraber o uzun ve meşakkatli çöl yolculuğunu göze aldı. Tek bir gayesi vardı: Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşmak.
Medine’ye vardığında, Peygamber Efendimiz ve ordusu henüz Hayber’deydi. O ve arkadaşları, sabah namazında Mescid-i Nebevî’ye ulaştılar. Namazı kıldıran zata, Peygamber Efendimiz’in nerede olduğunu sordular. “Hayber’de” cevabını alınca, yorgunluklarını unutup hemen o tarafa yöneldiler.
Nihayet Hayber önlerine vardılar ve o mübarek yüzü gördüler. Efendimiz (s.a.v.), Yemen’den gelen bu yeni Müslümanları görünce çok sevindi ve onları Hayber’in ganimetlerinden pay sahibi yaptı.
İşte o gün, Abdüişems için yeni bir hayat başladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onun “Güneşin Kulu” olan ismini beğenmedi. “Sen ‘Rahman’ın Kulu’ ol” buyurdu ve ona “Abdurrahman” adını verdi.
Peki, “Ebû Hureyre” ismi nereden geliyordu?
Abdurrahman (r.a.), hayvanlara karşı çok merhametliydi. Özellikle kedileri çok severdi. Küçük bir kediciği (hureyre) vardı; onu yanından ayırmaz, hatta bazen elbisesinin yeninde (kol ağzında) taşırdı. Bunu gören dostları ve bizzat Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), ona “Kedicik Babası” manasında “Ebû Hureyre” diye hitap etmeye başladılar. Bu latif isim, onun asıl isminden daha meşhur oldu ve o, bu isimle anılmaktan büyük bir mutluluk duydu.
Suffe Ashabı ve İlim Açlığı
Ebû Hureyre’nin (r.a.) Medine’de ne evi, ne bağı-bahçesi, ne de ticaret yapacak bir sermayesi vardı. Onun sığınağı, Mescid-i Nebevî’nin gölgesindeki “Suffe” idi.
Suffe, İslam’ın ilk üniversitesiydi. Orada kalanlara “Ashâb-ı Suffe” denirdi. Bu insanlar, dünyadan tamamen yüz çevirmiş, bütün vakitlerini Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dizinin dibinde ilim öğrenmeye adamışlardı. Çoğu zaman karınlarını doyuracak bir hurmaları bile olmazdı.
Ebû Hureyre, bu ilim meclisinin en gayretli talebesiydi.
Bazen açlıktan kıvranır, karnına taş bağlar, hatta açlığın şiddetinden bayılıp mescidin zeminine düşerdi. Bazı sahabeler onun düştüğünü görünce, sara nöbeti geçirdiğini sanıp ayağıyla boynuna basarlardı (o dönemde böyle bir tedavi usulü vardı). O ise ayıldığında tebessüm eder, “Benim hastalığım saradan değil, açlıktandır” derdi.
Bir gün yine çok açtı. Yolda Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) rastladı. Belki beni evine davet eder ümidiyle ona Kur’an’dan bir ayet sordu. Hz. Ebû Bekir ayeti açıkladı ve yoluna devam etti. Sonra Hz. Ömer’e (r.a.) rastladı, aynı ümitle ona da bir soru sordu. O da cevapladı ve yoluna devam etti.
Ebû Hureyre tam ümidini kesmişken, arkasından o en merhametli sesi duydu: “Ebû Hureyre!”
Bu, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) onun halini yüzünden anlamıştı. “Gel!” buyurdu ve onu evine götürdü. Evde, Efendimiz’e hediye edilmiş bir kâse süt vardı. Efendimiz (s.a.v.), Ebû Hureyre’ye, “Git, diğer Suffe ehlini de çağır” buyurdu.
Ebû Hureyre şaşırdı. Zaten açlıktan bitap haldeydi ve bu bir kâse süt onlarca kişiye nasıl yetecekti? Ama emre itaat etti. Tüm Suffe ehlini topladı. Efendimiz (s.a.v.) süt kâsesini Ebû Hureyre’nin eline verdi ve “Onlara ikram et” buyurdu.
Ebû Hureyre (r.a.) kâseyi dolaştırmaya başladı. Herkes o sütten içti ve doydu. Kâse tekrar Ebû Hureyre’ye geldiğinde, süt hâlâ doluydu. Bu, bir peygamber mucizesiydi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek Ebû Hureyre’ye baktı: “Şimdi ikimiz kaldık, otur ve iç.”
Ebû Hureyre içti.
“Bir daha iç.”
İçti.
“Bir daha iç.”
İçmeye devam etti. Sonunda, “Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı!” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) “Elhamdülillah” diyerek kâsede kalanı kendisi içti.
Ebû Hureyre (r.a.) açlığa sabrediyordu, çünkü onun doymazlığı ilme karşıydı.
İlim Hazinesi ve Unutmayan Hafıza
Ensar (Medineli Müslümanlar) bağ ve bahçeleriyle meşguldü. Muhacirler (Mekke’den gelenler) ise çarşıda, pazarda ticaretle uğraşırlardı. Ebû Hureyre’nin ise ne bahçesi ne de pazarı vardı. Onun bütün sermayesi, bütün meşguliyeti Resûlullah (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) nereye gitse o yanındaydı. Efendimiz (s.a.v.) ne söylese o ezberliyordu. Diğer sahabeler evlerine ve işlerine dağıldığında bile o, Mescid-i Nebevî’de kalır, Efendimiz’in (s.a.v.) özel sohbetlerini, aile hayatındaki hallerini, başkalarının duymadığı hikmetli sözlerini dinlerdi.
Bir gün Resûlullah’a (s.a.v.) içini döktü:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben sizden çok mübarek sözler (hadis-i şerif) işitiyorum ama bazen unutuyorum.”
Efendimiz (s.a.v.) ona buyurdu ki:
“Hırkanı (ridânı) ser!”
Ebû Hureyre (r.a.) hemen üzerindeki hırkayı çıkardı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) önüne serdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübarek elleriyle havadan bir şey avuçluyormuş gibi yaptı ve hırkanın içine boşalttı. Sonra buyurdu:
“Şimdi onu topla ve göğsüne bastır.”
Ebû Hureyre (r.a.) hırkayı topladı ve sıkıca göğsüne bastırdı.
O mübarek sahabi, o anı şöyle anlatır: “Allah’a yemin ederim ki, o günden sonra Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğum hiçbir şeyi bir daha unutmadım.”
Bu, Peygamber mucizesiyle desteklenmiş bir ilim aşkıydı. Bu yüzden Ebû Hureyre (r.a.), dört yıl gibi (diğer büyük sahabelere göre) kısa bir süre Efendimiz’le (s.a.v.) beraber olmasına rağmen, O’ndan en çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi oldu. 5374 hadis-i şerifi hafızasına nakşederek İslam ümmetine paha biçilmez bir hazine bıraktı.
Bir Annenin Hidayeti
Ebû Hureyre’nin (r.a.) yüreğini yakan bir derdi daha vardı: Çok sevdiği annesi Müşrike idi. Oğlunun iman etmesini bir türlü kabullenemiyor, hatta bazen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında incitici sözler söylüyordu.
Ebû Hureyre (r.a.) her gün bıkmadan usanmadan annesine İslam’ı anlatır, ama her seferinde ret cevabı alırdı. Bir gün yine annesini imana davet ettiğinde, annesi Resûlullah (s.a.v.) hakkında o kadar ağır konuştu ki, Ebû Hureyre’nin (r.a.) kalbi parçalandı.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak doğruca Efendimiz’in (s.a.v.) yanına koştu.
“Ey Allah’ın Resûlü! Anneme dua edin! Annem için Allah’a yalvarın da ona hidayet versin!” diye yalvardı.
Onun bu samimi gözyaşları ve evlat sevgisi karşısında merhamet peygamberi Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ebû Hureyre’nin annesine hidayet nasip eyle!”
Ebû Hureyre (r.a.), bu duanın kabul olacağına o kadar emindi ki, sevinçle evine doğru koşmaya başladı. Kapıya geldiğinde, içeriden su dökünme sesleri duydu. Kapıyı çaldı.
Annesi içeriden seslendi: “Dur, bekle!”
Annesi gusül abdestini almış, temiz elbiselerini giymişti. Kapıyı açtığında, Ebû Hureyre’ye (r.a.) baktı ve o mucize kelimeleri söyledi:
“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”
Ebû Hureyre (r.a.), bu sefer sevinç gözyaşları içinde tekrar Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına koştu. Müjdeyi verdi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Ne olur, bir dua daha edin. Allah’ım, bu kulunu (Ebû Hureyre’yi) ve annesini bütün müminlere sevdir ve bütün müminleri de onlara sevdir, diye dua edin” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve bu duayı da yaptı. İşte bu yüzden, Ebû Hureyre’yi (r.a.) ve annesini sevmek, mümin olmanın bir işareti sayılmıştır.
Miras: Peygamber Sözleri
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettikten sonra, Ebû Hureyre’nin (r.a.) omuzlarındaki yük daha da arttı. O artık sadece bir talebe değil, Peygamber (s.a.v.) sözlerinin canlı bir hafızası, yürüyen bir kütüphanesiydi.
Hz. Ömer (r.a.) döneminde bir süre Bahreyn’de valilik yaptıysa da onun asıl vazifesi ilimdi. Medine’de Mescid-i Nebevî’de ders halkaları kurdu. Tâbiîn neslinin (sahabeleri gören nesil) büyük âlimleri, ondan hadis öğrenmek için etrafında pervane oldular.
O, bu hazineyi aktarırken çok titizdi. Hadis rivayet etmeyi, ateş üzerinde yürümekten daha tehlikeli görürdü. Bir harfi bile yanlış söylemekten korkar, “Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu” derken sesi titrerdi.
80 yaşına yaklaştığında Medine’de hastalandı. Ziyaretine gelenler onun ağladığını gördüler. “Neden ağlıyorsun? Yoksa dünyadan ayrılacağına mı üzülüyorsun?” dediler.
O mübarek ilim hafızı şu manidar cevabı verdi:
“Hayır! Dünyanıza üzüldüğümden ağlamıyorum. Ben, yolculuğun uzaklığına ve azığımın azlığına ağlıyorum.”
Hayatını Peygamber (s.a.v.) sevgisine ve O’nun sözlerini ezberlemeye adayan bu büyük sahabi, Hicret’in 57. veya 59. yılında Medine’de vefat etti ve Cennetü’l-Bakî kabristanına defnedildi.
Bugün elimizdeki binlerce hadis-i şerif, onun o mübarek hafızasının ve ilim uğruna katlandığı açlığın bir sadakasıdır. Hz. Ebû Hureyre (r.a.), sadece kediciklerin babası değil, aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.v.) sözlerinin ümmete emanet edildiği büyük bir hafızaydı.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Enes bin Mâlik (r.a.): Genç yaşından itibaren on sene Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) hizmet eden ve çok sayıda hadis rivayet eden sahabi.

Peygamber’in Gönlündeki Hizmetkâr: Hz. Enes bin Mâlik (r.a.)

Gözlerinizi bir an kapatın ve 1400 yıl öncesine, Medine şehrine gidin. Şehir, Mekke’den gelen en değerli misafirini, Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ağırlamanın heyecanı içindedir. Herkes, O’na en değerli varlığını sunmak için adeta birbiriyle yarışmaktadır. Kimi evini açar, kimi malını bağışlar, kimi de kılıcını O’nun yoluna adar.
İşte bu kutlu şehirde, imanı kalbine güneş gibi doğmuş bir hanımefendi vardı: Rumeysa bint Milhan, ya da daha çok bilinen adıyla Ümmü Süleym. Kocası Mâlik, henüz iman etmemişti ve bu yüzden araları açıktı. Ümmü Süleym’in ise Mâlik’ten olma, zeki ve aydınlık yüzlü küçük bir oğlu vardı: Enes.
Allah Resûlü (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde Enes, henüz sekiz ila on yaşları arasında bir çocuktu. Ümmü Süleym, “Acaba ben Allah’ın Elçisi’ne ne hediye edebilirim?” diye düşündü. Malı mülkü çok değildi. Ama en kıymetli varlığı, gözünün nuru olan küçük Enes’i vardı.
Bir gün, küçük Enes’in elinden tuttuğu gibi doğruca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Heyecanla ve büyük bir edeple dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Bütün Ensar (Medineli Müslümanlar) erkek-kadın size hediyeler sundular. Benim ise size hediye edecek bu küçük oğlumdan başka bir şeyim yok. Ne olur, onu kabul buyurun. Size hizmet etsin, sizin yanınızda büyüsün, ilminizden ve ahlakınızdan nasiplensin.”
Düşünün… Bir annenin, evladını, dünyanın en şerefli okuluna, “Peygamber Ocağına” kaydettirme anıydı bu.
Rahmet Peygamberi (s.a.v.), bu samimi teklif karşısında tebessüm etti. Küçük Enes’in başını okşadı ve bu masum “hediyeyi” büyük bir memnuniyetle kabul etti.
İşte o gün, Hz. Enes’in (r.a.) tam on yıl sürecek mübarek hizmeti ve şahitliği başladı.
On Yıllık “Peygamber Okulu”
Hz. Enes, o günden itibaren Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, artık sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda o evin bir ferdi, bir evladı gibiydi.
Peki, neler yapardı? Efendimiz’in (s.a.v.) abdest suyunu hazırlar, ayakkabılarını (nalınlarını) çevirir, misvağını getirir, bir yere gideceği zaman O’nunla birlikte gider, sofrasına yardım eder, bir ihtiyacı olduğunda hemen koşardı.
Ama bu hizmet, bildiğimiz efendi-hizmetkâr ilişkisine hiç benzemiyordu. Hz. Enes, yıllar sonra bu on yılı anlatırken, tüm insanlığa ders olacak şu muhteşem tespiti yapacaktı:
“Allah Resûlü’ne (s.a.v.) tam on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir defa bile ‘Öf!’ demedi. Yaptığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yaptın?’ veya yapmadığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yapmadın?’ diye beni asla azarlamadı.”
Bir çocuk düşünün; on yıl boyunca (yani çocukluğundan yirmili yaşlarına kadar) bir insanın yanında kalıyor ve bir kez bile azar işitmiyor! İşte bu, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ne kadar şefkatli, ne kadar merhametli ve ne kadar yüce bir ahlaka sahip olduğunun en canlı ispatıydı.
Hz. Enes, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Babacığım” (Yâ Ebâ) diye hitap eder, Efendimiz de ona bazen “Oğulcuğum” (Yâ Büneyye) diye seslenir, bazen de sevgisinden dolayı kulağını hafifçe tutarak “İki kulaklıcık!” (Yâ Üzüneyn) diye takılırdı.
Bu on yıl, Hz. Enes için eşsiz bir eğitim süreciydi. O, sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda canlı bir kayıt cihazı gibiydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ev halini, ailesiyle ilişkilerini, gece ibadetini, misafir ağırlamasını, savaş anındaki kararlılığını ve barış anındaki nezaketini hep birinci elden gördü ve ezberledi.
Peygamber’in (s.a.v.) Hayat Değiştiren Duası
Hz. Enes’in annesi Ümmü Süleym, oğlunun bu şerefli hizmetinden o kadar memnundu ki, bir gün tekrar Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı:
“Yâ Resûlallah! Şu küçük hizmetkârınız Enes’e bir dua etseniz?”
Bu isteği kırmayan Rahmet Peygamberi, mübarek ellerini kaldırdı ve hizmetkârı, öğrencisi, “oğulcuğu” Enes için tarihe geçecek şu duayı yaptı:
“Allah’ım! Onun malını ve evladını çoğalt. Ona verdiğin nimetleri bereketli kıl ve ömrünü uzun eyle!” (Bazı rivayetlerde “ve onu cennete koy” ilavesi de vardır.)
Bu dua, bir Peygamber duasıydı. Ve Allah katında anında kabul görmüştü. Hz. Enes’in hayatının geri kalanı, bu duanın nasıl tecelli ettiğinin, nasıl gerçekleştiğinin adeta bir filmi gibi oldu.
Duanın Tecellisi: Bereketli Bir Hayat
On yıl dolduğunda, Hz. Enes (r.a.) yirmi yaşına gelmişti. Ve o en zor gün geldi… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat etti. Hz. Enes, o günü “Medine’ye O’nun geldiği günden daha aydınlık bir gün görmedim. O’nun vefat ettiği günden daha karanlık ve kasvetli bir gün de yaşamadım” diye anlatacaktı.
Efendisi’nden ayrılmıştı ama O’nun duası ve hatıraları hep yanındaydı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Enes, Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde kısa bir süre Bahreyn’de zekât memurluğu yaptı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde ise Basra şehrine yerleşti. Artık o, Medine’deki o küçük çocuk değildi; Peygamber Okulu’ndan mezun olmuş büyük bir âlimdi. Basra’da bir ilim merkezi kurdu ve binlerce öğrenci yetiştirdi.
Peki ya o dua? İşte bakın nasıl gerçekleşti:
• “Malını çoğalt…”: Hz. Enes, Basra’nın en zengin insanlarından biri oldu. Öyle büyük bahçeleri vardı ki, Basra’daki diğer bahçeler yılda bir kez ürün verirken, Hz. Enes’in bahçesi (Peygamber duasının bereketiyle) yılda iki kez ürün verirdi. Bahçesinde özel bir reyhan çiçeği yetişir, kokusu misk gibi etrafa yayılırdı.
• “Evladını çoğalt…”: Hz. Enes (r.a.), çok kalabalık bir aileye sahip oldu. Rivayetlere göre, kendi vefat ettiğinde hayatta olan çocukları ve torunlarının sayısı 100’ü (bazı kaynaklara göre 120’yi) bulmuştu. Bu, o dönem için olağanüstü bir rakamdı.
• “Ömrünü uzun eyle…”: Hz. Enes, tam 100 yılı aşan (103, 107 diyen rivayetler vardır) uzun ve bereketli bir ömür sürdü. O, Basra’da vefat eden son sahabe olarak tarihe geçti.

Hadis Hazinesi ve Son Vasiyet
Hz. Enes (r.a.), uzun ömrünü sadece malı ve evlatlarıyla değil, ilimle geçirdi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanında geçirdiği on yılın her anını hafızasına kazımıştı. Bu sayede, en çok hadis rivayet eden sahabeler (Mukthirûn) arasında üçüncü sırayı aldı. 2286 hadis rivayet ederek, bizlere Peygamber ahlakını ve sünnetini taşıyan en önemli köprülerden biri oldu.
Ömrünün son günlerinde artık çok yaşlanmıştı. Sık sık ağlar, “Ah, keşke Resûlullah’ı (s.a.v.) rüyamda görsem” diye hasret çekerdi. Yanındakilere şöyle derdi: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bana bir gün şöyle nasihat etmişti: ‘Oğulcuğum! Kalbinde kimseye karşı bir kin, bir aldatma veya düşmanlık olmadan sabahlayabilir ve akşamlayabilirsen, bunu yapmaya çalış. Oğulcuğum, işte bu, benim sünnetimdir (yolumdur). Benim sünnetimi yaşayan, beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur.'”
Hz. Enes, bu nasihati bir ömür boyu tuttu.
Vefatı yaklaştığında, yanında küçük bir kutu sakladığı görüldü. Ailesine vasiyet etti:
“Bu kutunun içinde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek terinden damlalar ve saçından teller vardır. Ben vefat ettiğimde, bunları kefenime, dilimin altına ve gözlerimin üzerine koyun. Umarım Rabbimin huzuruna bu mübarek emanetlerle çıkarım.”
Ve “Peygamber’in Hizmetkârı” (Hâdimü’n-Nebî) unvanını en büyük şeref madalyası olarak taşıyan Hz. Enes bin Mâlik (r.a.), yüz yaşını aşkınken, Peygamber duasıyla bereketlenmiş bir ömrün ardından Basra’da vefat etti.
Onun hayatı, bizlere ihlasla yapılan küçük bir hizmetin Allah katında ne kadar büyüyeceğinin, bir annenin salih niyetinin nesilleri nasıl kurtaracağının ve en önemlisi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir çocuğa bile nasıl davranılması gerektiğini öğreten eşsiz ahlakının en güzel hikayesidir.

*****************

• Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.): Vahiy kâtiplerinin önde gelenlerinden ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Kur’an-ı Kerim’in cem edilmesinde (toplanmasında) vazifeli heyetin başkanı.

Allah’ın Kelâmının Muhafızı: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.)

Birinci Bölüm: Medine’nin Yetim Dehası
Güneşin, Yesrib’in hurma bahçelerini ısıttığı günlerden birinde, Neccâroğulları arasında yetim bir çocuk büyüyordu. Babası Sâbit, daha Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine’ye hicret etmeden evvel kabileler arası vuku bulan Buâs Harbi’nde vefat etmişti. Bu zeki çocuğun adı Zeyd idi. Zeyd bin Sâbit.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Zeyd henüz on bir yaşındaydı. Medine, “Peygamber Şehri” olmanın heyecanıyla çalkalanırken, bu genç kalp de iman nuruyla dolup taşmıştı. Okuma yazma biliyordu ve hafızası fevkalade kuvvetliydi.
İman etmenin heyecanıyla, o da diğer Müslümanlar gibi Allah yolunda bir şeyler yapmak istiyordu. Bedir Gazvesi vakti geldiğinde, Zeyd henüz on üç yaşındaydı. Yaşıtları gibi o da kılıcını kuşanıp Resûlullah’ın (s.a.v.) ordusuna katılmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.), bu küçük mücahidi sevgiyle süzdü ve yaşının harp için küçük olduğunu belirterek onu Medine’ye geri gönderdi.
Zeyd’in kalbi mahzundu, ancak onun cihadı kılıçla değil, kalemle olacaktı.

İkinci Bölüm: Peygamberin (s.a.v.) Tercümanı ve Kâtibi
Zeyd’in (r.a.) okuma yazma kabiliyeti ve dillere olan yatkınlığı, Medine’de hemen fark edildi. Onu Resûlullah’a (s.a.v.) takdim ettiler ve “Ya Resûlallah! Bu genç, Kur’an’dan on yedi sûreyi ezbere biliyor ve çok güzel okuyor.” dediler. Efendimiz (s.a.v.) onun okuyuşunu dinledi ve çok memnun kaldı.
Bir müddet sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu genç dehaya hususi bir vazife verdi. Buyurdular ki:
“Yâ Zeyd! Bana farklı lisanlarda, hususiyetle Yahudilerin dili olan İbranice’de mektuplar geliyor. Ben, o mektupları bana tercüme edenlere tam olarak itimat edemiyorum. Sen, İbraniceyi (ve bazı rivayetlere göre Süryaniceyi) öğren.”
Bu emir, Zeyd (r.a.) için bir şerefti. Öyle bir zekâya sahipti ki, İbraniceyi rivayetlere göre on beş gün gibi mucizevî bir sürede okuyup yazacak seviyede öğrendi. Artık Resûlullah’ın (s.a.v.) hususi tercümanı ve mektuplarını yazan kâtibi olmuştu.
Ancak onun asıl şerefi “Vahiy Kâtipliği” idi.
Cebrail (a.s.) ne zaman yeni bir ayet-i kerime getirse, Efendimiz (s.a.v.) hemen güvendiği kâtiplerini çağırırdı. Bu kâtiplerin başında Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.) gelirdi. Efendimiz (s.a.v.) okur, Zeyd (r.a.) ise büyük bir titizlikle, o an ne buldularsa; hurma yaprakları, yassı taşlar (lihâf), deri parçaları veya kürek kemikleri üzerine Allah’ın (c.c.) kelâmını kaydederdi.
O, inen ayetlerin ilk şahitlerinden, ilk yazıcılarındandı. Bu vazife, onun omuzlarına genç yaşta büyük bir mesuliyet yüklemişti.

Üçüncü Bölüm: En Ağır Emanet (Kur’an’ın Cemi)
Seneler geçti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Refîk-i A’lâ’ya vasıl olmuş, halifelik vazifesi Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) geçmişti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde, dinden dönenlerle ve yalancı peygamberlerle (Müseylemetü’l-Kezzâb gibi) çok şiddetli harpler yapıldı. Bu harplerin en çetini olan “Yemâme Savaşı”nda, Kur’an’ı baştan sona ezbere bilen (hâfız) sahabelerin pek çoğu şehadet şerbetini içti.
Bu durum, Hz. Ömer’i (r.a.) derinden endişelendirdi. Kur’an ayetleri dağınık halde (taşlar, deriler, yapraklar üzerinde) bulunuyor ve en büyük güvencesi olan hâfızlar bir bir şehid oluyordu.
Hz. Ömer (r.a.) derhal Halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) koştu ve dedi ki:
“Yâ Halifete Resûlillah! Yemâme’de kurrâ (hâfızlar) arasında şehidlik çoğaldı. Eğer böyle devam ederse, Kur’an’ın bir kısmının hâfızların şehadetiyle zayi olmasından (kaybolmasından) endişe ediyorum. Muhakkak Kur’an’ın bir araya getirilmesini (cem edilmesini) emretmelisin!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir işi yapmaktan evvela çekindi:
“Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?”
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Bunun bir bid’at değil, dinin aslını muhafaza için bir zaruret olduğunu anlattı. Nihayet Allah (c.c.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kalbini bu işe yatırdı.
Peki, bu mukaddes ve ağır vazifeyi kim yapacaktı?
Akıllara tek bir isim geldi: Resûlullah’ın (s.a.v.) vahiy kâtibi, Medine’nin en zeki âlimi: Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Zeyd’i (r.a.) çağırdı. Hz. Ömer (r.a.) de oradaydı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) durumu izah etti ve dedi ki:
“Sen genç, akıllı bir adamsın. Hakkında hiçbir töhmet (kötü zan) işitmedik. Sen Resûlullah’a (s.a.v.) vahiy kâtipliği yapıyordun. Şimdi Kur’an’ın ayetlerini araştır ve onları bir araya topla!”
Bu teklif karşısında Hz. Zeyd (r.a.) dehşete kapıldı. Omuzlarına yüklenen mesuliyetin ağırlığını o an anlamıştı. Yıllar sonra o anı şöyle tasvir edecekti:
“Vallahi! Eğer bana dağlardan bir dağı yerinden kaldırmamı teklif etselerdi, Kur’an’ı toplama vazifesinden daha ağır gelmezdi!”
Hz. Zeyd (r.a.) de evvela tereddüt etti: “Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığını nasıl yaparsınız?”
Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) onu ikna ettiler.
Hz. Zeyd (r.a.) derhal bir heyet kurdu ve bu heyetin başına geçti. İnanılmaz titiz bir çalışma başlattı. Sadece kendi hafızasına veya başkalarının hafızasına güvenmedi. Medine’de “elinde Resûlullah’tan (s.a.v.) duyulup yazılmış ayet olan herkes getirsin” diye ilan etti.
Bir ayeti Mushaf’a kaydetmek için çok mühim bir usûl belirledi:
• Getirilen ayetin, mutlaka Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda yazılmış olması.
• Buna dair iki âdil şahidin şehadette bulunması.
Böylece Mescid-i Nebevî’de, insanların getirdiği hurma yapraklarını, deri parçalarını ve kemik tabletlerini incelemeye başladı. Her ayeti, hâfızların ezberleriyle ve yazılı şahitlerle karşılaştırdı.
Bu meşakkatli çalışmanın sonunda, Tevbe Sûresi’nin son iki ayeti hariç hepsini bu titizlikle topladı. O son iki ayeti ise sadece sahabi Hz. Huzeyme bin Sâbit’in (r.a.) yanında yazılı olarak buldu. (Resûlullah (s.a.v.), Hz. Huzeyme’nin şahitliğini iki şahit yerine saydığı için, bu ayetler de Mushaf’a dâhil edildi.)
Hz. Zeyd (r.a.) ve heyeti, Kur’an-ı Kerim’i eksiksiz olarak iki kapak arasında “Suhuf” (Sayfalar) halinde topladı. Allah’ın (c.c.) şu vaadi, onun elleriyle tecelli ediyordu:
“Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9 )
Bu ilk Mushaf, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) teslim edildi. Vefatından sonra Hz. Ömer’e (r.a.), ondan da kızı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi olan Hz. Hafsa’ya (r.anha) intikal etti.

Dördüncü Bölüm: Ümmeti Birleştiren Nüshalar (Kur’an’ın Çoğaltılması)
Hz. Zeyd’in (r.a.) hizmeti bununla bitmedi.
Aradan yıllar geçmiş, Hz. Osman (r.a.) halife olmuştu. İslam coğrafyası Arabistan dışına, Azerbaycan’a, Ermenistan’a, Mısır’a kadar genişlemişti.
Farklı milletlerden Müslüman olanlar, Kur’an’ı farklı kıraatlerle (okuyuş tarzlarıyla) okuyorlardı. Bu durum, bazı yerlerde “Benim okuyuşum seninkinden daha doğrudur” gibi tehlikeli ihtilaflara, fitnelere sebep olmaya başlamıştı.
Azerbaycan fethinden dönen kumandan Huzeyfe bin Yemân (r.a.), bu tehlikeyi gördü ve hemen Medine’ye, Halife Hz. Osman’a (r.a.) gelerek feryat etti:
“Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Bu ümmet, kitapları hakkında Yahudi ve Hristiyanların düştüğü ihtilafa düşmeden evvel onlara yetiş!”
Hz. Osman (r.a.), derhal ümmetin ileri gelenlerini topladı. Çözüm belliydi: Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde toplanan ana Mushaf’ın (Suhuf) esas alınarak çoğaltılması ve her yere gönderilmesi.
Bu vazife için kurulacak heyetin başkanı yine belliydi: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Osman (r.a.), Hz. Hafsa’dan (r.anha) o mübarek “Ana Mushaf”ı emaneten istedi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında (Abdullah bin Zübeyr, Said bin Âs, Abdurrahman bin Hâris gibi Kureyşli genç âlimlerin de olduğu) bir heyet kurdu.
Vazifeleri, bu ana Mushaf’ı Kureyş lehçesine (Kur’an’ın ilk indiği lehçeye) göre “istinsah” etmek, yani çoğaltmaktı. Hz. Zeyd (r.a.) Medineli, diğer üç üye Kureyşli idi. Hz. Osman (r.a.) onlara, “Eğer Zeyd ile bir ayetin yazılışında ihtilafa düşerseniz, Kureyş lehçesine göre yazın, zira Kur’an o lehçede nazil olmuştur.” buyurdu.
Bu heyet, büyük bir titizlikle 5 (veya 7) adet Mushaf nüshası hazırladı. Bu nüshalar, Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Medine gibi mühim İslam merkezlerine gönderildi. Hz. Osman (r.a.), bu resmî Mushaflar dışındaki bütün şahsi nüshaların ve dağınık yaprakların imha edilmesini emretti.
İşte bugün elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim, Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) başkanlığındaki bu iki büyük çalışmanın (Cem ve İstinsah) mübarek meyvesidir.

Beşinci Bölüm: İlimle Dolu Bir Ömür
Hz. Zeyd (r.a.), sadece Kur’an’ı toplayan bir kâtip değildi. O, Medine’nin en büyük âlimiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun hakkında, “Ümmetimin içinde ferâizi (miras hukukunu) en iyi bilen Zeyd’dir.” buyurmuştu.
Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) devirlerinde Medine’de kadılık yaptı, fetva makamının başındaydı. Devlet hazinesini (Beytü’l-Mâl) idare etti. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, çözemedikleri fıkhî meseleleri, özellikle de miras hesaplarını ona sorarlardı.
Ömrünü ilme, Kur’an’a ve devlete hizmete adadı.
Hicret’in 45. (veya 55.) senesinde Medine’de vefat ettiğinde, İslam âlemi en büyük âlimlerinden birini kaybetmişti. Cenaze namazına katılanlardan Hz. İbn Abbas (r.a.) (ki o da “Ümmetin Âlimi” lakaplıydı), Zeyd’in (r.a.) kabrine bakarak gözyaşları içinde şöyle demiştir:
“İşte ilim böyle gömülür! Bugün ilmin pek çoğu defnedildi.”
Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.), zekâsını, gençliğini ve bütün hayatını Allah’ın (c.c.) kelâmının tek bir harfi dahi zayi olmasın diye vakfeden, o “en ağır emaneti” omuzlarında taşıyan mübarek bir sahabidir. Rabbimiz ondan ve bütün sahabelerden ebediyen razı olsun. Amin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

image_pdfimage_print

HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

1. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Dönemi (İlk Yenileyiciler ve Mezhep İmamları)

Tâbiîn (Sahabeyi görenler) ve Tebe-i Tâbiîn (Tâbiîni görenler) dönemi, İslam ilimlerinin temellerinin atıldığı dönemdir.

• Ömer bin Abdülaziz (ö. 101 H / 720 M): Emevi halifesidir. Adaleti, Sünnet’e bağlılığı ve bid’atleri ortadan kaldırma çabaları nedeniyle birçok alim tarafından birinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

“Hidayet Kandillerinden” biri olan ve âlimlerin ittifakıyla birinci hicri asrın müceddidi kabul edilen Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (rahmetullahi aleyh) adalet, fazilet ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık dolu hayat hikâyesi.
________________________________________
Hidayet Kandili: Beşinci Halife Hz. Ömer bin Abdülaziz’in Hikâyesi

Giriş: Saraydaki Zâhid

Emevî Devleti, gücünün zirvesindeydi. Saraylar, zenginlikler ve saltanat, Medine’nin o mütevazı Mescid-i Nebevî’sinden çok uzaklara, Şam’ın ihtişamlı koridorlarına taşınmıştı. Devletin idaresi, artık Peygamber (s.a.v) Efendimizin ve ilk dört halifesinin (Hulefâ-i Râşidîn) zâhidâne hayatından farklı bir çehreye bürünmüştü. İşte böyle bir zamanda, Emevî sarayının tam kalbinde, bambaşka bir ruh, farklı bir “yapı” ile bir şehzade yetişiyordu.
Bu şehzade, Ömer bin Abdülaziz idi. O, sadece bir Emevî prensi değildi; damarlarında, adaletiyle cihanı titreten Halife-i Sânî, Hz. Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) kanını taşıyordu. Annesi, Hz. Ömer’in torunuydu. Bu mübarek soy, onun fıtratına adeta bir adalet mayası çalmıştı.

Birinci Bölüm: İlim Yuvası Medine’de Yetişen Şehzade
Babası Abdülaziz, Mısır valisiydi. Ömer, sarayda ve zenginlik içinde büyümesine rağmen, kalbi hep ilme ve hikmete meftundu. Babasından, kendisini ilim tahsili için Medine-i Münevvere’ye göndermesini ısrarla rica etti. O vakitler Medine, Sahâbe-i Kirâm’ın son temsilcilerinin ve Tâbiîn’in en büyük âlimlerinin bulunduğu bir nur merkeziydi.
Ömer, Medine’ye geldiğinde, kendini tamamen ilme adadı. Enes bin Mâlik (r.a.) gibi Sahâbîleri gördü; Said bin Müseyyeb, Urve bin Zübeyr ve Sâlim bin Abdullah (kendi kuzeni) gibi Tâbiîn’in en büyük fıkıh (hukuk) âlimlerinden dersler aldı. O, sarayın debdebesini değil, mescidin huşûsunu, ilim halkalarının feyzini seçti.
Genç yaşında Medine valisi tayin edildi. Ancak o, diğer Emevî valileri gibi saltanat sürmedi. Yaptığı ilk iş, Medine’nin en büyük on fıkıh âlimini toplamak oldu. Onlara dedi ki: “Sizi, bana hak ve adaleti göstermeniz için bir ‘Şûrâ Meclisi’ olarak topladım. Allah’a yemin ederim ki, sizin görüşünüzü almadan hiçbir karara imza atmayacağım.” Bu, Emevî idaresinde görülmemiş bir hareketti; unutulmaya yüz tutan “istişâre” sünnetini yeniden ihyâ ediyordu.
Medine valiliği boyunca adaletiyle o kadar nam saldı ki, zulümden kaçanlar için Medine bir sığınak hâline geldi.

İkinci Bölüm: Omuzlara Yüklenen Ağır Emanet: Hilâfet
Halife Süleyman bin Abdülmelik, vefat döşeğindeydi. Kendisinden sonra kimi halife bırakacağı merak konusuydu. Emevî hanedanı, veliahdın kendi kardeşleri veya oğulları olmasını bekliyordu. Ancak Süleyman, âlimlerin de tavsiyesiyle, hanedanı şaşırtan bir vasiyet yazdırdı. Vasiyeti, ölümünden sonra açılmak üzere mühürledi.
Süleyman vefat edince, Emevî ailesi ve devlet erkânı büyük Dımaşk (Şam) Camii’nde toplandı. Vasiyet okundu: Halife, kendisinden sonra Ömer bin Abdülaziz’i seçmişti!
Ömer bin Abdülaziz, adının okunduğunu duyunca sarsıldı. Bu ağır yükü istemiyordu. Rengi attı ve “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz) dedi. Ayağa kalktı ve minbere yöneldi. Herkes onun biat (bağlılık yemini) almasını beklerken, o, gözyaşları içinde halka şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Ben, bu vazifeyi istemedim ve bana danışılmadı. Omuzlarıma ağır bir yük yüklendi. Sizin, bana olan biatınızı kaldırıyorum. Kimi isterseniz, kimi lâyık görüyorsanız onu kendinize halife seçin!”
Kalabalık bir anda dalgalandı. İnsanlar, yıllardır hasret kaldıkları bu tevazû ve adaleti görmüşlerdi. Hep bir ağızdan bağırdılar: “Biz ancak seni istiyoruz, ey Mü’minlerin Emiri! Senden başkasına râzı değiliz!”
Böylece Ömer bin Abdülaziz, istemeyerek, ancak ümmetin ittifakıyla bu ağır emaneti omuzladı.

Üçüncü Bölüm: İki Buçuk Yıllık Adalet ve İhyâ Dönemi
Hilâfeti sadece iki buçuk sene sürdü. Ancak bu kısa süre, asırlara bedel bir adalet ve ihyâ hareketiyle doldu.

• 1. Saraydan Başlayan Adalet:
İlk iş olarak saraydaki israfı bitirdi. Halifelere mahsus atları, süslü elbiseleri, muhafız alaylarını, hizmetkârları Beytü’l-Mâl’e (Devlet Hazinesi) iade etti. Kendi ailesinin ve Emevî hanedanının haksız yere edindiği bütün mal, mülk ve arazilere el koydu.
Bir gün hanımı, Halife Abdülmelik’in kızı olan Fâtıma’nın yanına geldi. Hanımına dedi ki: “Ey Fâtıma! Ya o boynundaki ve üzerindeki mücevherleri, babanın sana verdiği hediyeleri Beytü’l-Mâl’e, Müslümanların hazinesine iade edersin ya da benden ayrılırsın. Ben, evimde hem Peygamber ümmetinin hakkı olan bu serveti hem de seni bir arada tutamam.” O sâliha hanım, tereddütsüz bütün ziynetlerini hazineye bağışladı.

• 2. En Büyük Bid’atin Kaldırılması:
Yıllardır Emevî idaresinde, Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye (r.a.) ve Ehl-i Beyt’e yönelik (hâşâ) kötü sözler söylenmesi gibi çirkin bir âdet, bir bid’at yerleşmişti. Bu, Müslümanlar arasında derin bir yara ve fitne kaynağıydı.
Ömer bin Abdülaziz, halife olur olmaz çıkardığı ilk emirlerden biriyle bu zulmü durdurdu. Bu çirkin âdeti kaldırdı ve yerine, Cuma hutbelerinin sonunda şu ayet-i kerimenin okunmasını emretti:

$$ “Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi, 90. Ayet)$$
İşte bu ayet, o günden bugüne, 1300 yıldır bütün İslam âleminde Cuma hutbelerinin sonunda okunmaya devam etmektedir. Bu, onun en büyük miraslarından biridir.

• 3. Sünnet-i Seniyye’nin İhyâsı (Hadislerin Toplanması):
Ömer bin Abdülaziz, Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnet’inin ve hadislerinin kaybolmasından endişe ediyordu. Çünkü Sahâbîler vefat etmiş, hadisleri bilen Tâbiîn âlimleri de bir bir âhirete göçmekteydi.
Derhal valilere ve âlimlere mektuplar yazdı. Başta büyük âlim İbn Şihâb ez-Zührî olmak üzere, dönemin âlimlerini hadisleri toplamaya teşvik etti. Bu emir, hadis-i şeriflerin resmî olarak yazıya geçirilmesi (tedvîn) hareketini başlatan en mühim adımdır. Bugün elimizde bulunan Sahîh-i Buhârî ve Müslim gibi temel hadis külliyatları, bu mübarek çalışmanın meyveleridir.

• 4. Zekât Verecek Fakir Bulunamayan Refah Dönemi:
Onun adaleti, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslim tebaaya (vatandaşlara) karşı da idi. Haksız vergileri kaldırdı. Zulmü yasakladı. Devletin gelirlerini adaletle dağıttı.
Rivayet edilir ki, onun o kısa hilâfet döneminde adalet ve refah öyle bir seviyeye ulaştı ki; zekât memurları topladıkları zekâtları dağıtmak için şehir şehir, köy köy dolaşıyor, ancak zekât kabul edecek bir tek fakir dahi bulamıyorlardı. Herkesin ihtiyacı giderilmiş, borçluların borcu ödenmiş, fakirlik ortadan kalkmıştı. Zekât memurları, paraları dağıtamadan hazineye geri getirirlerdi.

Dördüncü Bölüm: Hidayet Kandilinin Sönüşü (Şehâdeti)
Ömer bin Abdülaziz’in bu adalet devrimi, Emevî hanedanı içindeki menfaat sahiplerini, haksız kazançları ellerinden alınanları ve eski saltanat günlerini özleyenleri rahatsız etti. Onun bu kadar “adil” olması, onların zulüm düzenini bozmuştu.
Rivayetlere göre, bu zâlimane düzenin geri gelmesini isteyenler, halifenin bir hizmetkârına rüşvet vererek onu zehirlediler. Halife, zehirlendiğini anladı. Ancak kendisini zehirleyen hizmetkârı çağırıp ona kızmadı bile. Sadece ona verdiği zehrin parasını nereden bulduğunu sordu. Hizmetkâr, “1000 dinar karşılığında yaptım” deyince, Halife Ömer, o 1000 dinarı hizmetkârdan alıp Beytü’l-Mâl’e koydu ve hizmetkârı serbest bıraktı. “Benden ne kötülük gördün, şimdi git, belki tövbe edersin” dedi.
Vefat döşeğindeydi. Etrafındakiler sordular:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Çocuklarına ne bıraktın? Onlar çok kalabalık ve sen onlara bir servet bırakmadın.”
Adalet Güneşi, şu ibretlik cevabı verdi:
“Eğer benim çocuklarım sâlih iseler, Allah (c.c.) sâlih kullarının velîsidir, O onları korur. Yok, eğer sâlih değillerse, ben onlara Allah’a isyan edecekleri bir serveti miras bırakmam!”
Henüz 39 yaşındayken, Rabbine kavuştu.
Netice: Beşinci Halife ve Müceddid
Ömer bin Abdülaziz, Emevî halifesi olmasına rağmen, hayatı, zühdü, takvâsı ve adaletiyle Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört Büyük Halife) yolundan gittiği için, bütün İslam âlimleri tarafından “Beşinci Raşid Halife” olarak kabul edilmiştir.
O, dünyaya değil âhirete talip olan bir idarecinin, sadece iki buçuk senede bir devleti nasıl ihya edebileceğinin, bozulanı nasıl düzeltebileceğinin (tecdîd) en parlak isbatıdır. O, birinci hicri asrın müceddididir.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı onun üzerine olsun. O, karanlık bir dönemde yanan, yolumuzu aydınlatan bir “hidayet kandili” olarak Müslümanların kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

*****

• Hasan-ı Basrî (ö. 110 H / 728 M): Tâbiîn döneminin en önemli alimlerinden biridir. Zühd (tasavvufun ilk şekli) ve ilim alanında derin izler bırakmıştır.

Tâbiîn neslinin o mübarek yıldızlarından, ilmiyle, zühdüyle ve hikmet dolu sözleriyle asırlara ışık tutan büyük İmam Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) hayatını, İslâmî kaynaklara ve menkıbelere sadık kalarak, hem genç dimağlara hem de irfan sahibi büyüklere hitap edecek bir üslupla şu şekilde hikâye edebiliriz:
________________________________________
Hidayet Kandili: Basra’nın Gözbebeği Hasan-ı Basrî (rah.)
Her şey, Medine-i Münevvere’de, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Sahâbe-i Kirâm’ın (r.a.) ilim ve feyiz pınarlarının hâlâ gürül gürül aktığı bir devirde başladı. Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliğinin sonlarına doğru, 642 (Hicrî 21) senesinde, mübarek bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Hasan koydular.
Hasan’ın ailesi, sıradan bir aile değildi. Onlar, “Hâne-i Saadet”in, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek hânelerinin havasını teneffüs etmiş kimselerdi. Annesi Hayre, mü’minlerin annesi Hz. Ümmü Seleme (r.anha) validemizin hizmetindeydi. Babası Yesâr ise, Resûlullah’ın (s.a.v.) meşhur vahiy kâtibi Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) azatlı kölesiydi.
Hasan, böyle bir yuvada büyüdü. Onun ilk beşiği, Peygamber hanesinin manevi iklimiydi.
Peygamber Hanesinden Alınan İlk Feyiz
Küçük Hasan’ın hayatındaki ilk ve en mühim bereket hadiselerinden biri, henüz kundakta bir bebekken yaşandı. Annesi Hayre, bir gün bir iş için dışarı çıkmak zorunda kaldı ve küçük Hasan’ı, efendisi ve mü’minlerin annesi olan Hz. Ümmü Seleme’ye (r.anha) emanet etti.
Bir vakit sonra bebek Hasan ağlamaya başladı. Hz. Ümmü Seleme validemiz, o şefkatli anne, bebeği teskin etmek için kucağına aldı, onu sevdi. Rivayet edilir ki, validemiz ağlayan bebeği susturmak için ona kendi mübarek göğsünden bir miktar süt verdi. (Bazı rivayetlerde ise, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) su içtiği mübarek bir kaptan ona su içirdiği zikredilir.)
Bu hadisenin ardından Hz. Ümmü Seleme validemiz, bu mübarek bebeğe şöyle dua etti:
“Yâ Rabbi! Bu yavruyu ilim ve hikmet sahibi eyle! Onu insanlar arasında sevilen ve örnek alınan bir kulun yap.”
Bu dua, kabul makamına ulaşmıştı. Hasan, daha ilk nefeslerinden itibaren Peygamber hanesinin feyziyle ve mü’minlerin annesinin duasıyla şereflenmişti.
Sahâbe Ocağında Yetişen Bir Âlim
Hasan-ı Basrî, gözünü açtığında etrafında devasa çınarlar, yani Sahâbe-i Kirâm vardı. Medine sokaklarında koşarken, ders halkalarında otururken, Mescid-i Nebevî’de namaz kılarken hep o yıldız insanları gördü.
Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.), Hz. Enes bin Mâlik (r.a.) ve daha nice büyük Sahâbîden (Allah onlardan razı olsun) bizzat ilim tahsil etti. Onların sohbetlerinde bulundu, onlardan Hadîs-i Şerîf dinledi. Bu sebeple o, Tâbiîn neslinin en büyüklerinden, “İmamü’t-Tâbiîn” (Tâbiîn’in İmamı) lakabına layık görülenlerden biri oldu.
Basra’daki İrşad Kandili
Gençlik yıllarında ailesiyle birlikte Basra’ya göç etti. Basra o vakitler, İslâm dünyasının en hareketli şehirlerindendi. Büyük bir ticaret merkezi, ilim yuvası, ama aynı zamanda zenginliğin, lüksün ve dünyaya meyletmenin de başladığı bir yerdi.
İşte Hasan-ı Basrî, böyle bir şehirde bir “irşad kandili” gibi parlamaya başladı.
Basra Câmi-i Kebîr’deki (Büyük Cami) ders halkası, kısa sürede hakikat arayanların sığınağı haline geldi. O konuştuğu zaman, kelimeler ağzından bir hikmet pınarı gibi dökülürdü. Sözleri son derece beliğ (etkili), üslûbu fevkalade akıcıydı.
Onun en belirgin vasfı, “havf” (Allah korkusu) ve “hüzün” idi. Ama bu hüzün, dünyevî bir üzüntü değil, Âhiret endişesinden, günahların ağırlığından ve Allah’a (c.c.) karşı mesuliyet şuurundan kaynaklanan derin bir tefekkür haliydi.
Vaaz vermeye başladığında, önce kendisi ağlar, sonra da dinleyenleri ağlatırdı. Kalbi o kadar rikkatliydi ki, Cehennem’den bahsedildiğinde sanki onun sesini duyar gibi titrer, Cennet’ten bahsedildiğinde sanki onu görür gibi sevinirdi.
Ona bakanlar, “Sanki Cehennem sırf onun için yaratılmış gibi korkuyor” derlerdi. Kendisi ise bu halini şöyle izah ederdi: “Kalpler, gaflet ve günahlarla katılaşır. Onları yumuşatmak için böyle ağlamak ve tefekkür etmek lazımdır.”
Zühdü ve Hikmetli Sözleri
Hasan-ı Basrî Hazretleri, ilmiyle amel eden (yaşayan) bir âlimdi. O, zühdün, yani dünyaya esir olmamanın en güzel misaliydi. Basra’nın bütün zenginlikleri ayaklarının altındayken, o son derece sade bir hayat sürerdi.
En meşhur sözlerinden bazıları, onun hayata bakışını tasvir eder:
• “Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçip gidin, ama onu imar etmeye (üzerine evler kurmaya) kalkmayın.”
• “Mü’min, sabahladığında akşama çıkacağından emin olamaz, akşamladığında sabaha varacağından emin olamaz. O, daima nefsinin muhasebesi (kendini hesaba çekmesi) içindedir.”
• “Ey Ademoğlu! Sen günlerden ibaretsin. Bir günün geçti mi, bir parçan da gitmiş demektir.”
• “İlmin afeti unutmaktır. İlmi müzakere (tekrar etmek) ise onun hayatıdır.”
Zalim Haccâc Karşısındaki Şecaati (Cesareti)
Hasan-ı Basrî Hazretleri, sadece yumuşak huylu bir vaiz değil, aynı zamanda hakkı söylemekten çekinmeyen, şecaat sahibi bir İmam’dı.
O devirde, Irak valisi olarak bilinen Haccâc-ı Zâlim adında, çok sert ve kan dökücü bir idareci vardı. İnsanlar onun adını duyunca titrerdi.
Bir gün Haccâc, kendisini tenkit eden âlimlere öfkelendi ve Hasan-ı Basrî’nin de aralarında bulunduğu bazı âlimlerin yakalanıp huzuruna getirilmesini emretti. Niyeti onları en ağır şekilde cezalandırmaktı.
Askerler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni alıp Haccâc’ın sarayına götürdüler. Haccâc, cellatlarını hazırlamış, öfkeyle köpürüyordu. Hasan-ı Basrî (rah.) içeri girdiğinde, Haccâc’ın hiddetini gördü ama zerre kadar korku göstermedi. Sadece dudakları kıpırdıyor, Rabbine sığınıyordu.
Haccâc, o heybetli âlimi karşısında görünce, Allah (c.c.) kalbine bir sükûnet ve Hasan-ı Basrî’ye karşı bir mehabet (saygı) hissi verdi. Haccâc’ın bütün öfkesi bir anda dindi. Şaşkınlıkla ayağa kalktı ve:
“Buyur ey İmam! Başköşeye, yanıma otur!” dedi.
Hasan-ı Basrî’yi yanına oturttu, ona iltifat etti, hürmet gösterdi ve “Bana nasihat et, ey İmam” dedi. Hasan-ı Basrî, ona Allah’tan korkmasını, adaletten ayrılmamasını tavsiye etti. Haccâc, onu dikkatle dinledi ve sonunda onu hediyelerle, hürmetle uğurladı.
Saraydan çıkanlar şaşkındı. Hasan-ı Basrî’ye sordular: “Ey İmam! Biz senin idam edilmeni beklerken, Haccâc sana hürmet etti. İçeri girerken ne okudun?”
Büyük İmam tebessüm etti ve şöyle dedi:
“Rabbime sığındım. Dedim ki: ‘Ey benim yüce Rabbim! Ey azamet ve celâl sahibi! Haccâc’ın şerrini benim için hayra çevir. Onun ateşini bana soğuk ve selametli kıl!'”
Ehl-i Sünnet Çizgisinden Ayrılmayışı
Hasan-ı Basrî’nin ders halkası o kadar genişti ki, İslâm dünyasındaki birçok farklı düşüncenin temelleri de onun meclisinde tartışılırdı.
Bir gün dersinde, “Büyük günah (kebâir) işleyen bir mü’minin durumu nedir? Kâfir mi olur, mü’min mi kalır?” diye mühim bir sual soruldu.
Hasan-ı Basrî (rah.) tam cevap verecekken, talebelerinden Vâsıl bin Atâ adında biri aceleyle atıldı ve Ehl-i Sünnet’e aykırı bir cevap verdi: “O, ne tam mü’mindir ne de tam kâfirdir. İkisi arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn).”
Bu yeni ve Ehl-i Sünnet yoluna aykırı görüşü duyan Hasan-ı Basrî Hazretleri, Vâsıl’ın bu aceleci tavrına ve yanlış görüşüne müsaade etmedi. Şöyle buyurdu:
“Vâsıl bizden ayrıldı (İ’tezelenâ).”
İşte o gün, Vâsıl bin Atâ ve ona tâbi olanlar, Hasan-ı Basrî’nin ders halkasından ayrılıp mescidin başka bir köşesine çekildiler. Onlara, İmam’ın bu sözünden dolayı “Mu’tezile” (Ayrılanlar) denildi. Hasan-ı Basrî, bu tavrıyla Ehl-i Sünnet itikadının korunmasında da öncü olmuştur.
Vefatı ve Mirası
Tam 88 yıl (bazı kaynaklara göre 90 yıl) ilim, zühd, takva ve irşad ile dolu bir hayat süren bu büyük İmam, 110 (Hicrî) senesinde Basra’da Rabbine kavuştu.
Vefat haberi duyulduğunda, bütün Basra şehri yasa büründü. O gün, Cuma günüydü. Bütün şehir halkı, İmamlarının cenazesine katılmak için toplandı. Rivayet edilir ki, cenazesi o kadar kalabalıktı ki, o gün Basra Câmi-i Kebîr’inde ikindi namazı cemaatle kılınamadı; çünkü cemaatin tamamı cenazedeydi.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinden sonra gelen bütün âlimlere, sûfîlere (tasavvuf erbabına) ve hakikat yolcularına sönmeyen bir ışık, bir “hidayet kandili” oldu. Onun sözleri, hikmetleri ve takva dolu hayatı, bugün hâlâ kalplerimizi aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o mübarek Tâbiîn İmamı’ndan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun yolundan gidenlerden eylesin. Âmin.

************

• İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (ö. 150 H / 767 M): Hanefî mezhebinin kurucusudur. Fıkıhta “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün öncüsüdür.
________________________________________
Hidayet Kandili İmam-ı Azam Ebû Hanîfe: Aklın ve Faziletin İmamı
Giriş: Kûfe’nin Işıkları
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in 80. yılını gösterirken, İslam medeniyetinin en hareketli şehirlerinden birinde, Kûfe’de bir çocuk dünyaya geldi. Adını Nu’man koydular. Babasının adı Sâbit’ti. O gün kimse, bu küçük Nu’man’ın, bir gün adının “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) olacağını ve isminin asırlar boyunca cihan şümul bir hürmetle anılacağını bilmiyordu.
Kûfe, sıradan bir şehir değildi. Burası, Peygamber Efendimizin (s.a.v) güzide sahabîlerinin ilim tohumlarını ektiği, Tâbiîn’in (sahabîleri gören nesil) bu tohumları yeşerttiği bir ilim merkeziydi. Havada sadece pazar yerinin gürültüsü değil, aynı zamanda camilerdeki ilim halkalarının fısıltıları da dolaşırdı. Nu’man’ın ailesi, aslen Fars diyarından gelmiş, ticaretle uğraşan, dindar ve saygın bir aileydi. Dedesi Zûtâ’nın, Hazret-i Ali (r.a) ile tanışıp Müslüman olduğu ve onun hayır duasını aldığı rivayet edilirdi.

Bölüm 1: Tüccardan Âlime Yöneliş
Küçük Nu’man, zeki ve parlak bir çocuktu. Babasının yanında ticaretin inceliklerini öğreniyor, Kûfe çarşılarında ipek ticareti yapıyordu. Zekâsı o kadar keskin, muhakemesi o kadar kuvvetliydi ki, herkes onun çok başarılı bir tüccar olacağına kesin bir nazarla bakıyordu. Hayat, onun için pazar yerindeki hesaplardan ve kumaşların kalitesinden ibaret görünüyordu.
Bir gün, genç Nu’man çarşıdan dönerken, zamanın büyük âlimlerinden İmam Şa’bî (r.a) ile karşılaştı. İmam Şa’bî, bu parlak gencin sadece çarşı-pazar işleriyle meşgul olmasına üzülüyordu. Nu’man’a yaklaştı ve hikmet dolu bir nazarla sordu:
“Ey delikanlı, nereye böyle?”
Nu’man, “Çarşıya, tüccar falanın yanına gidiyorum,” diye cevap verdi.
İmam Şa’bî, onun cevabını bekliyormuş gibi gülümsedi ve şu tarihî sözü söyledi:
“Sadece çarşıya gitme. Sende ilim cevheri görüyorum. Âlimlerin meclislerine de devam etmelisin. Zira senin gibi zeki bir gencin, ilim ve hikmetten uzak kalması büyük kayıp olur.”
Bu sözler, genç Nu’man’ın kalbine bir şimşek gibi düştü. O ana kadar sadece maddeye odaklanan nazarı, şimdi mânâya, ilme ve hikmete çevrilmişti. Evet, ticaret yapacaktı ama bu, onun asıl gayesi olmayacaktı. Onun asıl yolu, Allah’ın dinini anlamak ve anlatmaktı.

Bölüm 2: İlim Deryasında Bir Yolcu
Ebû Hanîfe, o günden sonra kendini ilme adadı. Önce Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. Kûfe’nin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı. Ama onun kalbini en çok çeken, fıkıh ilmi, yani İslam hukukuydu. “Hayatı anlamak ve yaşamak” için fıkhı bilmek gerektiğine inanıyordu.
O dönemde Kûfe’de, “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün en büyük temsilcisi Hammâd bin Ebî Süleyman vardı. Ebû Hanîfe, bu büyük âlimin dizinin dibine oturdu. Tam on sekiz yıl boyunca, bir gün bile ayrılmadan hocası Hammâd’a talebelik etti. Sadece dinlemedi; sordu, tenkit etti, müzakere etti.
Hocası Hammâd, onun bu keskin zekâsına ve derin anlayışına hayrandı. Bazen bir mesele sorulduğunda, cevap vermeden önce “Nu’man burada mı?” diye sorar, o varsa “Cevap ver ey Ebû Hanîfe!” derdi. (Ebû Hanîfe, “Hanîfe’nin Babası” manasına gelen künyesidir.)
Ebû Hanîfe sadece Kûfe’de kalmadı. İlim için Basra’ya, Medine’ye ve Mekke’ye seyahatler yaptı. Bu seyahatlerinde, Medine’de İmam Mâlik’in de hocası olan Rabîatü’r-Rey gibi dev âlimlerden dersler aldı. Mekke’de, Tâbiîn’in en büyüklerinden Atâ bin Ebî Rebâh ile tanıştı. Hatta bazı rivayetlere göre, henüz hayatta olan birkaç sahabîyi, mesela Enes bin Mâlik’i (r.a) görme şerefine erişti. Bu yüzden ona “Tâbiîn”den sayılma şerefi de nail oldu.

Bölüm 3: İlim Meclisi ve “En Büyük İmam”
Hocası Hammâd vefat ettiğinde, ilim halkasının başına kimin geçeceği belliydi. Herkesin nazarı, artık kırk yaşına gelmiş olan olgun âlim Ebû Hanîfe’deydi. O, hocasının kürsüsüne oturduğunda, İslam tarihinde yeni bir devir başlıyordu.
Ebû Hanîfe, derslerini bir “diktatör” gibi anlatmazdı. O, bir “ilim meclisi” kurdu. Bu mecliste, kendisi gibi dâhi olan talebeleri vardı. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed eş-Şeybânî, İmam Züfer gibi geleceğin büyük imamları, onun rahle-i tedrisindeydi.
Dersi şöyle işlerdi: İmam-ı Azam, ortaya bir mesele atardı. Mesela, “Şöyle şöyle bir durum olsa, dinimizin hükmü ne olurdu?” diye sorardı.
Talebeleri konuşmaya başlardı. Biri “Bence şöyledir, delilim şu ayettir,” derdi. Diğeri “Hayır, şu hadise göre böyle olmalıdır,” derdi. İmam Züfer kıyas (analoji) yapar, İmam Ebû Yusuf daha pratik çözümler sunardı. Tartışmalar bazen günlerce sürerdi.
İmam-ı Azam, tüm bu fikirleri bir orkestra şefi gibi yönetir, dinler, not alır ve en sonunda bütün delilleri toparlayarak, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna en uygun, aklın ve mantığın kabul edeceği, insanların hayatını kolaylaştırıcı (istihsan) hükmü açıklardı.
İşte “Hanefî mezhebi” böyle doğdu. Tek bir kişinin fikri değil, bir ilim şûrasının, Kur’an ve Sünnet ışığında, akıl ve rey (görüş) ile vardığı ortak bir hikmet hazinesiydi. O, meseleleri çözme kabiliyeti ve derin anlayışı sebebiyle “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) lakabını aldı.

Bölüm 4: Zengin Ama Zâhid Bir Tüccar
İmam-ı Azam’ın diğer âlimlerden mühim bir farkı vardı: O, ticaretle uğraşmaya devam ediyordu. Kûfe’nin en zengin ipek tüccarlarındandı. Ama bu zenginliği asla kendisi için kullanmadı.
Onun en büyük fazileti, cömertliğiydi. İlim meclisindeki bütün talebelerinin tüm masraflarını, evlerinin kirasını, yiyeceklerini kendisi karşılardı. İmam Ebû Yusuf başta olmak üzere birçok talebesine, “Sakın dünya işleriyle meşgul olup ilimden geri kalmayın. Sizin ve ailenizin bütün ihtiyacı benim üzerimedir,” derdi. Zekâtını ve sadakasını o kadar cömertçe dağıtırdı ki, Kûfe’de onun ticaretinden fayda görmeyen fakir neredeyse kalmamıştı.
Ticaretteki dürüstlüğü ise dillere destandı. Bir defasında, ortağına satması için bir top kumaş bıraktı. Kumaşta küçük bir kusur vardı ve ortağına “Bunu satarken kusurunu mutlaka müşteriye söyle,” diye tembihledi. Ortağı, kumaşı sattı ama dalgınlıkla kusurunu söylemeyi unuttu. Durumu öğrenen İmam-ı Azam, yıkıldı. Müşteriyi aradı ama bulamadı. Vicdanı o kadar sızladı ki, o kumaştan kazanılan parayı değil, o günkü satıştan elde edilen tüm geliri (binlerce dirhemi) sadaka olarak dağıttı.
Geceleri ibadetle geçirirdi. Komşuları onun geceleri evinden gelen Kur’an sesine alışıktı. Gündüzleri ilim ve ticaretle, geceleri ise ibadet ve gözyaşıyla meşgul olan, zengin ama dünyaya zerre kadar kıymet vermeyen (zâhid) bir fazilet timsaliydi.

Bölüm 5: Zalime Karşı Bir Duruş: Kadılık İmtihanı
İmam-ı Azam’ın şöhreti, saraylara kadar ulaştı. O zamanlar Emevî devleti hüküm sürüyordu. Kûfe valisi İbn Hübeyre, İmam-ı Azam’ı yanına çağırdı ve ona Kûfe Baş Kadılığı’nı (Baş Hâkimlik) teklif etti.
Bu bir makam değil, bir tuzaktı. Vali, İmam-ı Azam gibi halkın sevdiği bir âlimi kendi yanına çekerek, yaptığı zulümlere onu alet etmek istiyordu. İmam-ı Azam, bu tehlikeyi derhal sezdi. Bu ulvî makamı, zalim bir yönetimin emrinde kirletemezdi.
Teklifi reddetti.
Vali İbn Hübeyre öfkelendi. “Ya kabul edersin, ya da kamçılanırsın!” diye tehdit etti.
İmam-ı Azam’ın cevabı netti: “Vallahi, Fırat Nehri kenarında bir koyun kaybolsa, Allah bunun hesabını benden sorar diye korkarken, ben nasıl insanların kanı ve malı hakkında hüküm veririm? Sizin zulmünüze ortak olmaktansa, kamçı yemeyi tercih ederim.”
Valinin emriyle zindana atıldı. Günlerce kırbaçlandı. Vücudu kan revan içindeydi ama o, kararından dönmedi. En sonunda, bu âlimin ölmesinden korkan vali, onu serbest bırakmak zorunda kaldı.

Bölüm 6: Zindanda Gelen Şehadet
Yıllar geçti. Emevî devleti yıkıldı, yerine Abbasîler geldi. Yeni halife Ebû Cafer el-Mansur, Bağdat şehrini kuruyordu. Mansur da İmam-ı Azam’ın ilmine hayrandı ve onu kendi yanında istiyordu. Onu Bağdat’a davet etti ve ona yeni başkentin Baş Kadılığı’nı teklif etti.
İmam-ı Azam, şimdi 70 yaşına gelmiş yaşlı bir âlimdi. Ama duruşu değişmemişti. Zalimin adı değişse de zulüm devam ediyordu. Halife Mansur’un teklifini de reddetti.
Mansur, Emevî valisinden daha acımasızdı. “Benim emrime karşı mı geliyorsun!” diye kükredi ve İmam-ı Azam’ı Bağdat zindanına attırdı.
Rivayetlere göre, bu yaşlı âlime zindanda hem işkence yapıldı hem de yemeğine azar azar zehir katıldı.
Hicret’in 150. yılında, o karanlık zindanda, İslam âleminin “En Büyük İmamı”, secdedeyken (veya zehrin tesiriyle) ruhunu Rabbine teslim etti. O, bir makam uğruna dinini ve vicdanını satmamıştı.
Cenazesi Bağdat’a taşındığında, bütün şehir sokaklara döküldü. Cenaze namazını kılmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu ki, rivayete göre namazı tam altı defa kılındı ve elli binden fazla insan bu hidayet kandilini son yolculuğuna uğurladı.
Sonuç: Sönmeyen Kandil
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) bedenen aramızdan ayrıldı, ama onun yaktığı o “hidayet kandili” hiç sönmedi. Onun yetiştirdiği talebeleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, onun metodunu ve fetvalarını kitaplaştırarak dünyaya yaydılar.
Bugün, yüz milyonlarca Müslüman, hayatlarını onun Kur’an ve Sünnet’ten, akıl ve hikmetle çıkardığı yola, Hanefî mezhebine göre yaşamaktadır. O bize, aklı kullanmanın imanın bir parçası olduğunu, dürüstlüğün en büyük zenginlik olduğunu ve bir âlimin en büyük vazifesinin, ne pahasına olursa olsun hakkı söylemek olduğunu öğretti.
Allah’ın rahmeti, o büyük imamın üzerine olsun.

*****

• İmam Mâlik bin Enes (ö. 179 H / 795 M): Mâlikî mezhebinin kurucusudur. “Muvatta” adlı eseri, ilk hadis ve fıkıh kaynaklarındandır.

HİCRET YURDUNUN İMAMI: MÂLİK BİN ENES (r.a.)
Güneşin, yeryüzünü en nurlu şekilde aydınlattığı bir belde düşünün. Burası, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek adımlarıyla şereflenmiş, O’nun mescidini, minberini ve kabr-i saadetini sinesinde saklayan Medine-i Münevvere idi. Peygamber Efendimiz ve güzide ashabı bu dünyadan göçeli yaklaşık bir asır olmuştu. Ancak Medine’nin havasında hala onların nefesi, sokaklarında onların hatırası vardı. Tâbiîn neslinin büyükleri, Ashâb-ı Kirâm’dan öğrendikleri ilmi ve edebi, bir sonraki nesle aktarmak için gayret ediyordu.
İşte böyle mübarek bir zamanda, Hicretin 93. senesinde (Miladi 711), Medine’de salih bir ailenin evinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Mâlik koydular. Babası Enes, dedesi Mâlik, onun da babası Ebû Âmir… Hepsi ilimle meşgul, fazilet sahibi kimselerdi. Dedesinin babası Ebû Âmir, Bedir dışındaki bütün gazvelere katılmış bir sahabiydi. İmam Mâlik, böyle nurlu bir soya ve ilim kokan bir yuvaya gözlerini açmıştı.

İlimden Önce Edeb
Küçük Mâlik’in zekâsı ve hafızası göz kamaştırıyordu. Ailesi, onun büyük bir âlim olacağını daha o yaşlarda fark etmişti. Annesi, o devrin anneleri gibi feraset sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunu ilim meclisine göndermeye karar verdiğinde, onu en güzel elbiselerle giydirdi, sarığını sardı ve ona şu ölümsüz tavsiyede bulundu:
“Oğlum! Medine’nin büyük âlimi Rabîa’nın (Rabîatü’r-Rey) meclisine git. Ama dikkat et! O’nun ilminden önce edebini öğren. Git ve O’nun heybetini, vakarını, oturup kalkmasını öğren.”
Bu tavsiye, İmam Mâlik’in bütün hayatının anahtarı olacaktı. O, ilmin, ancak edeb ile bir kıymet ifade ettiğini daha ilk derste anlamıştı.
Genç Mâlik, Medine’nin ilim pınarlarından kana kana içmeye başladı. O, sıradan bir talebe değildi; o, ilme âşık bir talebeydi. Geceleri mum ışığında ders tekrar eder, gündüzleri hocalarının kapısında beklerdi. İbn Şihâb ez-Zührî, Nâfi’ (Abdullah bin Ömer’in âzatlısı) ve Ca’fer-i Sâdık gibi Tâbiîn’in en büyük âlimlerinden yüzlerce hocanın önünde diz çöktü.
Özellikle Nâfi’nin dersleri onun için çok mühimdi. Çünkü Nâfi’, ilmi doğrudan Abdullah bin Ömer’den (r.a.), o da babası Hz. Ömer’den (r.a.) ve Resûlullah’tan (s.a.v.) almıştı. Bu, “altın silsile” (silsiletü’z-zeheb) denilen en sağlam ilim zinciriydi.
Medine Mescidi’ndeki İlim Halkası
Yıllar geçti, genç talebe Mâlik, artık Medine’nin en büyük âlimlerinden biri, “İmam Mâlik” olmuştu. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mescidinde, Mescid-i Nebevî’de kendi ilim halkasını (ders kürsüsünü) kurdu.
Ancak o, bu kürsüye oturmakta hiç acele etmedi. Rivayete göre, Medine’nin yetmiş büyük âlimi onun ders verebileceğine, fetva makamına layık olduğuna şehadet etmeden bu işe başlamadı. Çünkü o, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) makamında oturmanın ağırlığını biliyordu.
Dersleri o kadar bereketli ve vakarlıydı ki, Mescid-i Nebevî talebelerle dolup taşardı. Sadece Medine’den değil, Endülüs’ten (İspanya), Mısır’dan, Irak’tan, Horasan’dan binlerce talebe, “Hicret Yurdunun İmamı”nı (İmâmu Dâri’l-Hicre) dinlemek için yollara düşerdi.
O, bir meseleyi cevaplarken çok titizdi. Kırk soru sorulsa, çoğuna “La edrî” (Bilmiyorum) diye cevap vermekten çekinmezdi. “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır” derdi. Çünkü o, bilmediği bir meselede Allah adına konuşmaktan tir tir titrerdi.

Hadis-i Şerife Eşi Bulunmaz Hürmet
İmam Mâlik Hazretleri’nin en belirgin vasfı, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve O’nun mübarek sözlerine (hadislere) olan sonsuz hürmetiydi.
Eğer kendisine fıkıh (İslam hukuku) ile ilgili bir sual sorulsa, hemen ayakta cevap verirdi. Ama ne zaman ki birisi “Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdular ki…” diyerek bir hadis-i şerif sorsa, İmam Mâlik derhal dururdu.
Yanındakilere müsaade ister, evine gider, boy abdesti alır (veya güzelce abdest alır), en güzel elbiselerini giyer, sarığını sarar, en güzel kokularından (ıtır) sürünür ve öylece mescide dönerdi. Onun için hazırlanan özel kürsüye büyük bir vakar ve huşû içinde oturur, gözleri yaşlı bir halde hadis-i şerifi naklederdi.
Bir defasında sebebini sordular. Şöyle cevap verdi: “O, Allah’ın Resûlü’nün sözüdür. Ben o sözleri size abdestsiz, alelade bir halde nakletmekten hayâ ederim.”
Bu hürmeti o kadar derindi ki, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek bedeninin bulunduğu Medine-i Münevvere’de, zaruri bir ihtiyaç olmadıkça asla bineğe binmezdi. “Ben,” derdi, “içinde Allah’ın Resûlü’nün yattığı bir toprağa, bir hayvanın ayağıyla basmaktan Allah’tan utanırım.”

İlk Hadis ve Fıkıh Eseri: “Muvatta”
İmam Mâlik, ilmin kaybolmasından endişe ediyordu. Abbasi Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr, ondan bir ricada bulundu: “Ey İmam! İnsanlar için bir kitap yaz. Hem kolay olsun hem de en sağlam hadisleri ve fıkhi hükümleri ihtiva etsin. Artık insanlar ihtilaftan (görüş ayrılığından) kurtulsun.”
İmam Mâlik bu iş için tam kırk yıl çalıştı. Yüz binlerce hadis rivayeti arasından en sağlam olanlarını, Sahabenin ve Tâbiîn’in uygulamalarını (ki buna “Medine ehlinin ameli” derdi) titizlikle seçti. Bu muazzam eseri tamamladığında, onu Medine’nin yetmiş büyük âlimine sundu. Hepsi kitabı inceledi ve “muvafakat” etti (uygun buldu, onayladı).
Bu yüzden kitabın adı “el-Muvatta” (Üzerinde ittifak edilen, kolaylaştırılmış, düzeltilmiş yol) oldu. Bu eser, yeryüzünde yazılan ilk ve en güvenilir hadis ve fıkıh kitaplarından biri kabul edildi. Öyle ki, talebesi İmam Şâfiî Hazretleri, “Yeryüzünde Allah’ın Kitabı’ndan (Kur’an’dan) sonra, İmam Mâlik’in Muvatta’sından daha sahih (sağlam) bir kitap yoktur” demiştir.

Faziletin İmtihanı: Hak Uğruna Kırbaç
İmam Mâlik, sadece ilmiyle değil, hakkı söylemekteki cesaretiyle de imamdı. O devrin Abbasi yönetimi, insanlardan zorla biat (bağlılık yemini) alıyordu. Bazı idareciler, “Zorla yapılan yeminler de geçerlidir” diyerek halkı korku altında tutuyordu.
Halk, bu meselenin aslını öğrenmek için İmam Mâlik’e geldi. Sordular: “Ey İmam! Zorla (ikrah altında) yapılan boşama (talâk) veya yemin geçerli midir?”
İmam Mâlik, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) “Zorlama altında yapılan boşama (talâk) geçerli değildir” hadisine dayanarak fetvayı verdi: “Hayır, zorla yapılan ne yemin geçerlidir ne de boşama!”
Bu fetva, idarecilerin hiç hoşuna gitmedi. Çünkü bu fetva, “Zorla aldığınız biat de geçersizdir” manasına geliyordu.
Medine valisi, İmam Mâlik’i çağırttı. Ondan bu fetvadan dönmesini istedi. İmam Mâlik, Resûlullah’ın hadisini çiğnemeyi reddetti. Bunun üzerine vali öfkelendi ve o büyük İmam’a, Peygamber Mescidi’nin önünde yetmiş (veya yüz) kırbaç vurdurdu. İmam Mâlik’in mübarek bedeni kan revan içinde kaldı, hatta rivayete göre omuz kemikleri yerinden çıktı.
Ama o, acı içinde kıvranırken bile “Biliniz ki, zorla yapılan yemin geçerli değildir!” diye haykırmaya devam etti.
Bu hadiseden sonra İmam Mâlik’in şanı ve itibarı, halkın gözünde bin kat daha arttı. Çünkü onlar, İmam’ın ilmini satmadığını, hak uğruna bedel ödemekten çekinmediğini gözleriyle görmüşlerdi.

İmamların Hocası ve Vefatı
İmam Mâlik’in ilim meclisi, nice büyük âlimler yetiştirdi. Onun en meşhur talebelerinden biri de, daha sonra büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Muhammed bin İdris, yani İmam Şâfiî idi.
İmam Şâfiî, Mâlik’in yanına geldiğinde henüz çok gençti. Muvatta’yı hocasına ezberden, tek bir hata yapmadan okuyuşu, İmam Mâlik’i hayran bırakmıştı. İmam Mâlik, bu parlak gencin alnına bakıp şu hikmetli sözü söylemişti: “Evladım! Allah senin kalbine bir nur vermiş. Onu günah işleyerek söndürme!”
İmam Mâlik Hazretleri, seksen altı yıllık bereketli bir hayatı, ilim, edeb, takva ve mücadele ile geçirdikten sonra, Hicri 179 (Miladi 795) senesinde, âşık olduğu şehirde, Medine-i Münevvere’de hastalandı.
Son anlarında Kelime-i Şehadet getirdi ve Yüce Allah’ın şu ayetini okuyordu:
“…Emir, eninde sonunda Allah’ındır…” (Rûm Suresi, 4. Ayetten bir bölüm)
Ruhu, mübarek Medine topraklarından, Rabbinin huzuruna yükseldi. Cenazesi, binlerce seveninin gözyaşları arasında, Sahabe-i Kirâm’ın yattığı Cennetü’l-Bâkî kabristanlığına defnedildi.
Bugün Mâlikî mezhebi, özellikle Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyasında milyonlarca Müslümana yol göstermeye devam etmektedir. İmam Mâlik ise, bizlere ilimden önce edebi, dünyaya boyun eğmemeyi ve Peygamber sevgisinin nasıl olması gerektiğini öğreten sönmez bir hidayet kandili olarak kalbimizde yaşamaktadır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******
• İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî (ö. 204 H / 820 M): Şâfiî mezhebinin kurucusudur. Fıkıh usulü (metodolojisi) ilmini sistemleştiren “er-Risâle” adlı eseriyle tanınır. Genellikle ikinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî
BİRİNCİ BÖLÜM: GAZZE’DE DOĞAN IŞIK VE MEKKE’YE HİCRET
Tarih, hicretin 150. yılını gösteriyordu. İslam dünyasının büyük bir âlimi, fıkıh ilminin direklerinden İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.) vefat etmişti. Âdeta bir ışık sönmüştü; fakat kader-i İlâhî, aynı yıl Filistin’in Gazze şehrinde yeni bir ışığın parlamasını murad etmişti.
İşte o yıl, Kureyş’in en şerefli kollarından birine mensup, soyu Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Abdümenâf’ta birleşen mübarek bir hanede, Muhammed bin İdris dünyaya gözlerini açtı. Ona sonradan, dedelerinden Şâfi’ b. Sâib’e nisbetle “eş-Şâfiî” denilecekti.
Ne var ki bu parlak zekâlı çocuk, babasını henüz iki yaşındayken kaybetti. O, artık bir yetimdi. Annesi, Ezd kabilesinden, zeki ve fazilet sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunun asil soyunun ve Kureyşli kimliğinin kaybolmasından endişe etti. Gazze’de kalırlarsa bu nesebin unutulacağından korktu. Kıt kanaat geçiniyor olmalarına rağmen, henüz çok küçük olan Muhammed’i yanına alarak, atalarının yurdu olan, vahyin kalbi Mekke-i Mükerreme’ye hicret etme kararı aldı.
Bu hicret, sadece bir yer değişikliği değil, aynı zamanda tarihin seyrini değiştirecek bir ilim yolculuğunun ilk adımıydı.

İKİNCİ BÖLÜM: MEKKE’DE İLİM VE ÇÖLDE FESAHAT
Mekke’de hayatları büyük bir fakr u zaruret içinde geçiyordu. Öyle ki, annesinin kağıt alacak parası dahi yoktu. Küçük Muhammed, derslerini yazmak için kemik parçalarını, çömlek kırıklarını ve hurma yapraklarını kullanıyordu.
Fakat bu mahrumiyet, onun Allah vergisi zekâsına ve hafızasına engel olamadı. Daha yedi yaşındayken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını hıfzetti. Dokuz-on yaşlarına geldiğinde ise, İmam Mâlik’in (r.a.) meşhur eseri “el-Muvatta”yı neredeyse ezberlemişti.
Mekke’de Mescid-i Haram’ın ilim halkalarına katıldı. Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Hâlid ez-Zencî gibi devrin büyük muhaddis ve fakihlerinden dersler aldı. Zekâsı o kadar keskindi ki, henüz on üç veya on beş yaşındayken, hocası Müslim b. Hâlid ona: “Ey Ebû Abdullah! Artık fetva verebilirsin!” diyerek icazet verdi. O, Kâbe’nin gölgesinde ilim öğreten ve fetva veren en genç âlimlerden biri olmuştu.
Ancak İmam Şâfiî, sadece fıkıh ve hadis ile yetinmedi. O, Kur’an ve Sünnet’in lisanı olan Arapçayı en saf haliyle öğrenmek istiyordu. Bu sebeple Mekke’den ayrılarak, o dönemde en fasih Arapçayı konuşan ve şiirin merkezi sayılan Hüzeyl kabilesinin yanına, çöle gitti.
Yıllarını onların arasında geçirdi. Sadece dillerini ve şiirlerini öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda usta bir okçu ve binici oldu. Dilin inceliklerine, edebiyatın derinliklerine öylesine vâkıf oldu ki, meşhur dil âlimi Asmaî bile, “Hüzeyl kabilesinin bazı şiirlerini, Kureyşli bu gençten (Şâfiî’den) tashih ettim” demiştir. Bu edebi birikim, onun ileride ilmi meseleleri izah ederken kullanacağı eşsiz üslubun da temelini atmıştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: MEDİNE’DE BİR HOCA, BİR TALEBE: İMAM MÂLİK İLE TANIŞMA
İmam Şâfiî, yirmi yaşına gelmişti. Mekke’deki hocaları, ona artık Medine’ye gitmesini ve devrin en büyük âlimi, “Dâru’l-Hicre”nin (Hicret Yurdu – Medine) imamı olan İmam Mâlik b. Enes’in (r.a.) ders halkasına katılmasını tavsiye ettiler.
İmam Şâfiî, Medine’ye gitmeden önce “el-Muvatta”yı tamamen ezberlemişti. İmam Mâlik’in heybetli ilim meclisine vardığında, bu Kureyşli genç adama söz verildi. İmam Şâfiî, Muvatta’yı ezberinden, o çölde öğrendiği fasih ve gür sesiyle okumaya başladı.
İmam Mâlik, karşısındaki bu gencin sadece hafızasına değil, okuyuşundaki letafete ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayran kaldı. Okuma bittikçe İmam Mâlik, “Devam et, ey genç!” diyordu. Nihayet İmam Mâlik, o ferasetli nazarlarıyla ona baktı ve şu tarihî tavsiyede bulundu:
“Ey Muhammed! Allah’tan kork ve masiyetten (günahlardan) sakın. Zira şüphesiz ki senin gelecekte büyük bir şanın (şöhretin) olacaktır. Allah Teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir; sakın onu günah karanlığı ile söndürme!”
İmam Şâfiî, İmam Mâlik’in vefatına (Hicri 179) kadar yaklaşık dokuz yıl boyunca onun rahle-i tedrisinde kaldı. Ondan “Ehl-i Hadis” mektebinin usulünü, Medine fıkhını ve hadis ilminin inceliklerini öğrendi. İmam Mâlik, bu parlak talebesine hususi bir ihtimam gösterdi ve onu en seçkin talebeleri arasına aldı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: YEMEN’DE KADILIK VE BAĞDAT’TA BİR İMTİHAN
İmam Mâlik’in vefatından sonra, İmam Şâfiî tekrar Mekke’ye döndü. Ancak geçim sıkıntısı içindeydi. Bu sırada Yemen’e giden bir vali, onun ilmini ve Kureyşli asaletini görerek kendisine Necran’da kadılık (hâkimlik) vazifesi teklif etti. İmam Şâfiî, bu vazifeyi kabul etti.
Adaletiyle kısa sürede halkın sevgisini kazandı. Zulme asla boyun eğmiyor, hak kiminse onu teslim ediyordu. Ancak onun bu tavizsiz adaleti, bazı makam sahiplerinin menfaatlerine dokundu. Ona haset edenler, Abbasi Halifesi Harun Reşid’e giderek, İmam Şâfiî’yi, Ehl-i Beyt taraftarı bir isyanı desteklemekle itham ettiler.
Bu, çok ağır bir siyasi suçlamaydı. İmam Şâfiî (r.a.), Hicri 184’te tutuklandı ve zincire vurularak Bağdat’a, Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkarıldı.
Huzurda, aynı suçlamayla getirilen diğer kişiler idam edilmişti. Sıra İmam Şâfiî’ye geldiğinde, o, Kureyş’e has vakarıyla, çölde öğrendiği fesahatiyle ve ilmin verdiği izzetle kendini savundu. O, ne isyancıydı ne de devlet düşmanı. O, sadece ilim ehli ve adaletten yana bir kadı idi.
Halife Harun Reşid, onun konuşmasından, ilminden ve asaletinden çok etkilendi. Orada bulunan ve Halife’nin en güvendiği âlim olan, İmam-ı Azam’ın talebesi İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî de (r.a.) İmam Şâfiî’nin lehine şahitlik etti. İmam Şâfiî’nin masum olduğu anlaşıldı ve Halife tarafından serbest bırakılarak kendisine ikramda bulunuldu.

BEŞİNCİ BÖLÜM: İKİ FIKIH NEHRİNİN BİRLEŞMESİ: BAĞDAT YILLARI
Bu ağır imtihan, en büyük hayırlardan birine kapı açmıştı. İmam Şâfiî, Bağdat’ta kalarak, kendisini kurtaran İmam Muhammed eş-Şeybânî’nin himayesine girdi ve onun ders halkalarına katıldı.
Bu, İslam fıkıh tarihi için bir dönüm noktasıydı.
İmam Şâfiî, Medine’de İmam Mâlik’ten hadise dayalı Hicaz fıkhını (Ehl-i Hadis) öğrenmişti. Şimdi ise Bağdat’ta, İmam Muhammed vasıtasıyla, İmam Ebû Hanîfe’nin akla ve re’ye dayalı Irak fıkhını (Ehl-i Rey) öğreniyordu.
O, bu iki büyük fıkıh mektebini şahsında birleştiren “köprü” oldu. İmam Şâfiî, İmam Muhammed’in ilmine o kadar hayrandı ki, “Muhammed b. Hasan’dan bir deve yükü kitap yazacak kadar ilim öğrendim” demiştir.
İmam Şâfiî, Bağdat’ta kaldığı sürede, bu iki farklı metodu birleştiren kendi usulünü geliştirmeye başladı. O artık hem hadisin gücünü hem de rey’in (kıyasın) gerekliliğini biliyordu.

ALTINCI BÖLÜM: USÛL’ÜN İCADI VE “er-RİSÂLE”
İmam Şâfiî, bir müddet sonra Mekke’ye döndü ve Mescid-i Haram’da tekrar ders vermeye başladı. Şöhreti artık bütün İslam dünyasına yayılmıştı. Onun ders halkasına katılanlar arasında, sonradan kendisi de büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Ahmed b. Hanbel (r.a.) de vardı.
İmam Şâfiî, tekrar Bağdat’a döndüğü Hicri 195 yılında, devrin büyük hadis âlimi Abdurrahman b. Mehdî’den bir mektup aldı. İbn Mehdî, ondan Kur’an ve Sünnet’in nasıl anlaşılması gerektiğini, hangisinin diğerine nasıl delil olacağını, icma, kıyas gibi delillerin şartlarını açıklayan bir eser yazmasını istiyordu.
Bunun üzerine İmam Şâfiî, kalemini eline aldı ve İslam tarihinde bir çığır açacak olan o mübarek eserini kaleme aldı: “er-Risâle”.
Bu eser, fıkıh tarihinde yazılan ilk “Fıkıh Usulü” (metodoloji) kitabıydı. O güne kadar âlimler fıkıh yapıyorlardı, ancak İmam Şâfiî, “fıkhın nasıl yapılacağının” ilmini, yani kurallarını sistemleştirdi. Sünnet’in Kur’an karşısındaki bağlayıcı yerini, delillerin sıralamasını (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) net bir şekilde ortaya koydu.
Artık fıkıh, sadece meseleleri çözmek değil, aynı zamanda o meseleleri çözerken kullanılacak “ilmi bir yol haritası” olan bir ilim dalı haline gelmişti. Bu eseriyle İmam Şâfiî, fıkıh ilmine nizam ve intizam getirdi.

YEDİNCİ BÖLÜM: MISIR’DAKİ SON DURAK VE “YENİ GÖRÜŞLER”
Hicri 199 yılında İmam Şâfiî, Bağdat’taki bazı fitnelerden ve siyasi çalkantılardan uzaklaşmak için Mısır’a gitmeye karar verdi. Hayatının son beş yılını geçireceği Mısır, onun ilminin zirveye ulaştığı yer oldu.
Mısır’a geldiğinde, oradaki âlimlerin farklı rivayetlerini ve yeni hadisleri gördü. Toplumsal yapının ve örfün Bağdat’tan farklı olduğunu müşahede etti. Büyük bir ilim adamına yakışır şekilde, sırf eski görüşlerine bağlı kalmadı. Yeni deliller ve yeni durumlar karşısında eski içtihatlarının bir kısmını yeniden gözden geçirdi.
İşte onun Bağdat’ta verdiği fetvalara “Kavl-i Kadîm” (Eski Görüş), Mısır’da bu yeni delillere göre güncellediği fetvalara ise “Kavl-i Cedîd” (Yeni Görüş) denildi. Şâfiî mezhebinin esası da bu Mısır’daki “yeni görüşleri” üzerine kuruldu.
Mısır’da ilim halkası o kadar genişledi ki, sadece insanlar değil, devletin idarecileri bile onun ilminden istifade ediyordu. İmam Büveytî, İmam Müzenî ve Rebî’ b. Süleyman el-Murâdî gibi, mezhebini dünyaya yayacak büyük talebeler yetiştirdi.

SEKİZİNCİ BÖLÜM: GÜNEŞİN BATIŞI VE İKİNCİ ASRIN MÜCEDDİDİ
İmam Şâfiî, ömrünü ilme, adalete ve Sünnet-i Seniyye’yi müdafaaya adamıştı. Talebesi Ahmed b. Hanbel’in de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadis-i şerifinin müjdesine mazhar olarak, Hicri ikinci asrın müceddidi kabul edildi.
O, Hicri 204 yılının Recep ayının son Cuma gecesi, 54 yaşında iken Mısır’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Geride, dört büyük Ehl-i Sünnet mezhebinden birini, fıkıh usulü gibi muazzam bir ilmi ve “er-Risâle” ile “el-Ümm” gibi paha biçilmez eserler bıraktı.
İmam Şâfiî, Gazze’de yetim bir çocuk olarak başladığı hayat yolculuğunu, Mekke’de ilim, Medine’de edep, Yemen’de adalet, Bağdat’ta hikmet ve Mısır’da kemâlât ile tamamlayarak; adı kıyamete kadar ilimle anılacak bir hidayet kandili olarak bu fani dünyadan ayrıldı.
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.

*****

• İmam Ahmed bin Hanbel (ö. 241 H / 855 M): Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Hadis ilmindeki derin vukufiyeti ve “Mihne” olayları sırasındaki dik duruşuyla bilinir.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Hidayet Kandili, Sabır Abidesi: İmam Ahmed bin Hanbel (rh.a)
Giriş: İlim Deryası Bağdat
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 164 (Miladî 780) yılını gösterirken, Abbâsî Devleti’nin başkenti ve o zamanın ilim dünyasının kalbi olan Bağdat şehri, büyük bir fidanın toprağa düşmesine şahitlik edecekti. Aslen Merv’li olan muhterem bir aile, bu ilim şehrine yerleşmişti. İşte bu şehirde, Muhammed bin Hanbel’in hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Ahmed koydular. O gün kimse, bu küçük Ahmed’in, bir gün “Ehl-i Sünnet’in İmamı” lakabıyla anılacağını, isminin dört büyük mezhep imamından biri olarak asırlarca rahmetle yâd edileceğini bilmiyordu.
Babası o daha çok küçükken vefat etmiş, bu sebeple Ahmed, saliha ve fedakâr annesi Safiyye bint Meymûne’nin himayesinde büyümüştü. Annesi, evladının sadece bedenen değil, ruhen de en güzel şekilde yetişmesi için üzerine titriyordu. Ahmed, daha küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmiş, keskin zekâsı ve güçlü hafızasıyla dikkat çekmişti. Bağdat, bir ilim okyanusuydu ve genç Ahmed, bu okyanustan kana kana içmeye daha o yaşta karar vermişti.

İkinci Bölüm: İlim Uğrunda Bir Ömür: “Rihle”
Genç Ahmed’in kalbinde, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek sözlerine, yani Hadîs-i Şerîflere karşı derûnî bir muhabbet vardı. O devirde ilim, bugünkü gibi kitaplardan kolayca öğrenilmiyordu. Bir hadisi bizzat duyan ilk râvîden veya ona en yakın kişiden alabilmek için diyar diyar gezmek, “Rihle” denilen meşakkatli ilim yolculuklarına çıkmak gerekiyordu.
Ahmed bin Hanbel, on altı yaşından itibaren kendisini tamamen bu kutlu yola adadı. Önce Bağdat’taki büyük âlimlerin, bilhassa İmam Ebû Yûsuf’un (İmam Ebû Hanîfe’nin talebesi) derslerine katıldı. Ancak onun asıl gayesi hadis ilmiydi. Dönemin en büyük hadis âlimlerinden Huşeym bin Beşîr’in rahle-i tedrîsinde (ders halkasında) yıllarca diz çöktü.
Validesinden izin alarak başladığı ilim yolculuğu, onu Basra’ya, Kûfe’ye, Hicaz’a (Mekke ve Medine) ve Yemen’e kadar götürdü. Bu yolculuklar çile doluydu. Kimi zaman aç kaldı, kimi zaman yol parası bulamadığı için kervanlara yük taşıyarak (hammallık yaparak) yoluna devam etti. Ama onun için bir hadisi daha sahih bir senetle öğrenmenin hazzı, bütün dünyevî zorluklara galip geliyordu.
Bu yolculukların en mühimlerinden biri, İmam Şâfiî (rh.a) ile olan görüşmeleriydi. İmam Şâfiî’nin fıkıh (hukuk) anlayışındaki derinliğine ve hadis ilmine olan vukufiyetine hayran kaldı. İmam Şâfiî de, genç Ahmed’deki istidâdı, takvâyı ve hadis bilgisini görünce ona büyük kıymet verdi. Aralarında hoca-talebe muhabbetinin ötesinde, iki ilim güneşinin birbirini aydınlatması gibi müstesna bir bağ oluştu. İmam Şâfiî, Mısır’a giderken arkasında bıraktığı en kıymetli talebelerinden birinin Ahmed bin Hanbel olduğunu iftiharla söylerdi.

Üçüncü Bölüm: Hadis İmamı ve “El-Müsned”
Ahmed bin Hanbel, yıllar süren bu meşakkatli yolculuklardan sonra Bağdat’a döndüğünde, artık parmakla gösterilen bir hadis hafızı ve büyük bir âlim (imam) olmuştu. Evi, ilim taliplileriyle dolup taşıyordu. Onun ders halkasında oturmak bir şerefti. Sadece hadis rivayet etmez, aynı zamanda hadislerin manalarını, fıkhî hükümleri ve râvîlerin durumlarını da büyük bir titizlikle izah ederdi.
Hayatının en büyük gayelerinden biri, topladığı yüz binlerce hadisi bir araya getirecek devasa bir eser vücuda getirmekti. İşte bu gayretle, İslam tarihinin en hacimli ve en mühim hadis külliyatlarından biri olan **”El-Müsned”**i telif etmeye başladı. Bu eser, diğer hadis kitapları gibi konulara göre değil, hadisleri rivayet eden sahâbîlerin isimlerine göre (alfabetik veya fazilet sırasına göre) tasnif edilmişti. İmam Ahmed, bu esere yaklaşık otuz bin hadis dâhil etti. El-Müsned, onun hadis ilmindeki otoritesinin ve titizliğinin en büyük isbatı oldu.
Onun ilmi sadece hadisle sınırlı değildi. O, Kur’ân tefsirinde, fıkıhta, Arap dilinde ve bilhassa “zühd” ve “takvâ” konularında da zirvedeydi. Hayatı boyunca dünya malına zerre kadar kıymet vermedi. Devlet büyüklerinin hediyelerini asla kabul etmedi. Tevâzû sahibi, vakarlı ve son derece müttakî bir hayat sürdü.

Dördüncü Bölüm: Asrın En Büyük İmtihanı: “Mihne” Olayı
İmam Ahmed bin Hanbel’in hayatını bir sabır abidesine dönüştüren ve onu “Ehl-i Sünnet’in İmamı” yapan hadise, “Mihne” (İmtihan) olarak bilinen o karanlık devirde başladı.
O dönemde, Abbâsî Halifesi Me’mûn, bazı felsefî akımların tesirinde kalarak “Mu’tezile” mezhebinin bir görüşünü devletin resmî ideolojisi olarak kabul etmişti. Bu görüş, “Halku’l-Kur’ân” (Kur’ân mahlûktur, yani yaratılmıştır) iddiasıydı. Ehl-i Sünnet âlimleri ise bu görüşün Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olduğunu, Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu, O’nun ezelî sıfatı olduğunu ve mahlûk olmadığını savunuyorlardı.
Halife Me’mûn, bu görüşü kabul etmeyen âlimlere baskı kurmaya başladı. Önde gelen âlimler sorguya çekildi. Kimi korkudan, kimi de “ikrah” (zorlama) altında olduğunu belirterek bu görüşü mecburen kabul ettiğini söyledi.
Ama sıra İmam Ahmed bin Hanbel’e geldiğinde, her şey değişti.
İmam Ahmed, saraya çağrıldı. Ona sordular: “Kur’ân hakkında ne dersin? Mahlûk mudur, değil midir?”
İmam Ahmed’in cevabı net ve sarsılmazdı: “Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Mahlûk (yaratılmış) değildir.”
Zindana atıldı. Günlerce, aylarca süren sorgular başladı. Halife Me’mûn’dan sonra gelen kardeşi Halife Mu’tasım, bu baskıyı daha da şiddetlendirdi. İmam Ahmed’i zincirlere vurdular. Bağdat sokaklarında sürüklediler. Sarayda, Halife’nin ve Mu’tezile âlimlerinin önünde defalarca sorguladılar. Ona, “Tek bir kelime söyle, ‘yaratılmıştır’ de, seni serbest bırakalım, sana ihsanlarda bulunalım” dediler.
İmam Ahmed, o zayıf ve yaşlı bedenine rağmen çelikten bir iradeyle direndi. Ona dediler ki: “Bak, bütün âlimler bu görüşü kabul etti, bir sen kaldın.” İmam Ahmed, o meşhur cevabını verdi: “Onlar kabul ettiyse, ben de mi kabul etmek zorundayım? Bana Allah’ın kitabından veya Resûlü’nün sünnetinden bir delil getirin!”
Delil getiremediler, sadece zorbalığa başvurdular. Halife Mu’tasım’ın emriyle, İmam Ahmed’e herkesin gözü önünde defalarca kırbaç vurdular. Rivayetlere göre, o kadar şiddetli vurdular ki, bedeni parçalandı, baygın düştü. Ama her ayıldığında tek bir sözü tekrarlıyordu: “Kur’ân, Allah kelâmıdır, mahlûk değildir.”
Onun bu dik duruşu, sadece bir âlimin direnişi değil, Ehl-i Sünnet akîdesinin ayakta kalma mücadelesiydi. Eğer o gün İmam Ahmed de “Evet” deseydi, belki de İslam inancının temelleri sarsılacaktı.

Beşinci Bölüm: Sabrın Zaferi ve Vefatı
İmam Ahmed, yaklaşık 28 ay süren bu ağır zindan ve işkence hayatından sonra, Halife Vâsık döneminde ev hapsine alındı. Ders vermesi, insanlarla görüşmesi yasaklandı. Ama o, sabrından hiçbir şey kaybetmedi.
Nihayet, Halife Mütevekkil başa geçtiğinde, bu zulüm dönemi sona erdi. Mütevekkil, Mu’tezile’nin görüşlerini yasakladı, Ehl-i Sünnet âlimlerine itibarını iade etti. İmam Ahmed bin Hanbel, zindandan bir kahraman olarak çıktı. Halife onu saraya davet edip özür diledi, ona hediyeler takdim etmek istedi. İmam Ahmed, zindandayken nasıl dik durduysa, sarayda da aynı zühd ve takvâ ile davrandı; Halife’nin hiçbir hediyesini kabul etmedi ve saraydan uzak durdu.
Ömrünün sonuna kadar ilim öğretmeye, hadis rivayet etmeye devam etti. Hicrî 241 (Miladî 855) yılında, 77 yaşında iken, arkasında El-Müsned gibi bir şaheser, Hanbelî Mezhebi gibi bir fıkıh yolu ve hepsinden önemlisi “istikamet” üzere yaşanmış tertemiz bir hayat bırakarak Rabbine kavuştu.
Vefat haberi Bağdat’a yayıldığında, şehir yasa boğuldu. Cenaze namazına yüz binlerce insanın katıldığı, Bağdat tarihinin en kalabalık cenazelerinden biri olduğu rivayet edilir. O gün sadece bir âlim değil, bir sabır kahramanı, bir hidayet kandili toprağa verilmişti.

Hâtime: Kalan Miras
İmam Ahmed bin Hanbel’in bize bıraktığı miras, sadece hadis kitapları veya fıkıh hükümleri değildir. Onun en büyük mirası; ilim için gösterdiği fedakârlık, dünya malına karşı gösterdiği zühd (kanaat) ve en zor zamanda, canı pahasına Hakk’ı savunma cesaretidir. O, Kur’ân ve Sünnet yolundan asla taviz verilmemesi gerektiğini bizlere hayatıyla öğretmiştir.
Allah Teâlâ, o büyük imama ve bütün hidayet rehberlerimize rahmet eylesin. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Âmin.

***********

2. Akaid ve Tasavvufun Sistemleşme Dönemi (H. 3. – 5. Yüzyıllar)

Bu dönemde Ehl-i Sünnet akaidi (inanç sistemi) felsefi tartışmalara karşı sistemleştirilmiş ve tasavvuf ekolleri belirginleşmiştir.

• İmam Eş’arî (ö. 324 H / 936 M) ve İmam Mâtürîdî (ö. 333 H / 944 M): Ehl-i Sünnet kelamının iki büyük kurucusudur. İslam inanç esaslarını akli ve naklî delillerle savunmuşlardır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin Hakikat Yolculuğu

Birinci Bölüm: Zekâ Güneşi Doğuyor (Basra’nın Parlak Zihni)
Tarih, Hicret’in 260. yılını gösteriyordu. İlim ve ticaretin kalbi olan Basra şehrinde, asil bir ailenin ocağında bir çocuk dünyaya geldi. Bu çocuk, sıradan bir çocuk değildi; o, Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin meşhur kumandanlarından ve “Kur’an’ı hüzünle okuyan sahabi” olarak bilinen Ebû Musa el-Eş’arî Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Adını Ali koydular, künyesi Ebü’l-Hasan idi.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, daha küçük yaşta yetim kalmanın hüznünü yaşadı. Annesi, devrin en büyük âlimlerinden, Mu’tezile mezhebinin reisi olan Ebû Ali el-Cübbâî ile evlendi. Küçük Ebü’l-Hasan, böylece üvey babası olan bu büyük âlimin himayesinde, ilimle dolu bir evde büyümeye başladı.
Zekâsı bir güneş gibi parlıyordu. Kelam (inanç esaslarını akılla savunan ilim) meclislerinde, en zorlu münazaralarda bile üstadı Cübbâî’nin yanında yer alıyor, sorduğu keskin sorular ve verdiği parlak cevaplarla herkesi hayrete düşürüyordu. Mu’tezile düşüncesini o kadar kuvvetli öğrenmiş ve savunmuştu ki, herkes onu geleceğin en büyük Mu’tezile imamı olarak görüyordu. Kırk yaşına kadar bu düşünceyi savundu, kitaplar yazdı ve dersler verdi. O, Mu’tezile’nin en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Derûnî Sarsıntı ve “Üç Kardeş” Meselesi
Ancak bu parlak zekânın derûnunda, kalbinin derinliklerinde bir huzursuzluk başlamıştı. Okuduğu ayetler ve hadis-i şerifler ile Mu’tezile’nin “sadece akla dayalı” izahları arasında bazen bir zıtlık hissediyordu. Mu’tezile, Allah’ın “Adaleti” (Adl) prensibini savunurken, bazen Allah’ın mutlak iradesini ve kudretini sınırlayan yorumlara gidiyordu.
Bu derûnî arayış, meşhur “üç kardeş meselesi” olarak bilinen o büyük münazara ile zirveye ulaştı.
Bir gün, ders halkasında üstadı ve üvey babası Cübbâî’ye döndü ve sordu:
“Ey Üstadım! Biri mü’min ve sâlih olarak yaşayan, biri kâfir ve âsi olarak ölen, diğeri de henüz iyiyi ve kötüyü bilecek yaşa gelmeden, küçük bir çocukken vefat eden üç kardeşin ahiretteki hali nicedir?”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “Adalet” anlayışına göre cevap verdi:
“Mü’min olan, fazileti sebebiyle Cennet’in yüksek derecelerindedir. Kâfir olan, isyanı sebebiyle Cehennem’dedir. Küçükken ölen çocuk ise, bir imtihana tabi tutulmadığı için ne azaptadır ne de büyük bir mükâfatta; kurtuluşa ermiştir ancak yüksek derecelere ulaşamaz.”
İmam Eş’arî’nin zihnini meşgul eden asıl soru şimdi geliyordu:
“Peki Üstadım, o küçük çocuk Rabbine şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Neden beni küçük yaşta vefat ettirdin? Eğer beni hayatta bıraksaydın, ben de o mü’min kardeşim gibi Sana itaat eder ve Cennet’in yüksek derecelerine ulaşırdım. Beni bu faziletten niçin mahrum ettin?'”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “kul için en iyi olanı yaratma (Salah-Aslah)” prensibine sığınarak cevap verdi:
“Allah Teâlâ ona şöyle buyurur: ‘Ey kulum! Ben senin, eğer yaşasaydın, âsi olup Cehennem’e gideceğini biliyordum. Senin maslahatın (iyiliğin) için, seni âsi olmadan önce çocukken vefat ettirdim ve azaptan korudum.'”
İmam Eş’arî, bu cevaptaki mantıksal zafiyeti görmüştü. O son ve yıkıcı sorusunu sordu:
“O halde Üstadım! Cehennem’deki kâfir kardeş feryat ederek şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Madem o küçük kardeşimin âsi olacağını biliyordun ve onun maslahatı için onu çocukken vefat ettirip korudun; benim de âsi olup Cehennem’e düşeceğimi ezelî ilminle biliyordun. Neden benim de maslahatımı gözetip, beni isyan etmeden önce çocukken vefat ettirmedin?!'”
Bu soru karşısında meclise derin bir sessizlik çöktü. Üstad Cübbâî, bu soruya cevap veremedi. Çünkü bu soru, Mu’tezile’nin “Adalet” ve “Maslahat” anlayışının, Allah’ın mutlak “İrade” ve “Kudreti” karşısında nasıl yetersiz kaldığının isbatı idi.

Üçüncü Bölüm: Tevbe, Rüyalar ve Hakikatin İlanı
Bu hadise, İmam Eş’arî için bir dönüm noktası oldu. Aklı, kalbini tatmin edememişti. Kırk yaşındaydı ve hayatı boyunca savunduğu düşüncelerin temelinden sarsıldığını hissetti.
Evine kapandı. Rivayetlere göre tam on beş gün boyunca tefekkür ve istiğfar ile meşgul oldu. Bu inziva sırasında mübarek rüyalar gördü. Ramazan ayının onuncu, yirminci ve nihayet Kadir Gecesi’nde Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizi rüyasında gördü. Efendimiz (s.a.v) ona, Selef-i Sâlihîn’in (ilk Müslümanların) yoluna, yani Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılmasını, Ehl-i Sünnet itikadını savunmasını emretti ve ona “Allah’ın seni bu yolda muvaffak kılacağını” müjdeledi.
Bu manevi işaretlerle kalbi tamamen mutmain olan İmam Eş’arî, inzivadan çıktı.
Basra Câmii’nde bir Cuma vakti, kalabalık bir cemaatin önünde kürsüye çıktı. Üzerindeki cübbeyi çıkarıp bir kenara atarak şöyle haykırdı:
“Ey insanlar! Beni tanıyan tanır, tanımayanlar bilsin ki, ben Ali bin İsmail el-Eş’arî’yim! Ben uzun zaman, Kur’an’ın mahluk (yaratılmış) olduğunu, Allah’ın ahirette gözlerle görülemeyeceğini ve kulların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savundum. Şahit olun ki, bütün bu yanlış inançlardan vazgeçiyor, tevbe ediyorum! Tıpkı şu cübbeyi üzerimden çıkardığım gibi, Mu’tezile’nin bütün yanlış düşüncelerini terk ediyorum!”
Cemaat şaşkındı. Mu’tezile’nin en büyük imamı, onların gözü önünde Ehl-i Sünnet’in saflarına geçiyordu.

Dördüncü Bölüm: Ehl-i Sünnet’in Müdafii (Bağdat Yılları)
Bu ilandan sonra İmam Eş’arî, Basra’dan ayrılarak ilmin ve hilafetin merkezi olan Bağdat’a yerleşti. Hayatının geri kalan yaklaşık yirmi dört yılını, Ehl-i Sünnet akidesini savunmaya adadı.
O, yeni bir yol açmıyordu; bilakis, Sahabe ve Tâbiîn’in saf imanını, asrın ihtiyaç duyduğu akli delillerle ve kelam metoduyla güçlendiriyordu. Onun metodu “Vasat Yol” (Orta Yol) idi:
1. Aşırı Akılcılara (Mu’tezile) Karşı: “Aklımız değerlidir ama vahyin (Kur’an ve Sünnet) rehberliğine muhtaçtır. Allah’ın Sıfatları (İlim, Kudret, İrade, Görmek, İşitmek…) haktır. O’nun ‘Yed’i (Eli), ‘Vech’i (Yüzü) ayetlerde geçtiği gibidir. Biz bunlara iman ederiz, ancak ‘nasıllığını’ (keyfiyetini) bilemeyiz, O’nu mahlukata benzetmeyiz (teşbih) ve bu sıfatları inkâr etmeyiz (ta’til).”
2. Aşırı Nakilcilere (Haşviyye/Mücessime) Karşı: “Ayet ve hadisleri zâhirî manalarıyla alıp Allah’a cisim isnat edemeyiz. ‘Allah’ın Eli’ demek, O’nun kudreti ve nimeti demektir. O, hiçbir şeye benzemez.” (Bkz: Şûrâ Suresi, 11. Ayet)
3. Kader Meselesi: O, ne “insan hiçbir şeye kâdir değildir” diyen Cebriyye gibi, ne de “insan kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyen Mu’tezile gibi düşündü. O, Ehl-i Sünnet’in “Kesb” (kazanma) nazariyesini sistemleştirdi: “Bütün fiilleri yaratan Allah’tır. Kul ise, cüz’i iradesiyle o fiili seçer, ona yönelir ve ‘kesb’ eder (kazanır). Kul, bu kazanması sebebiyle sorumlu olur.”
İmam Eş’arî, bu berrak düşüncelerini el-İbâne, Makālâtü’l-İslâmiyyîn ve el-Lüma’ gibi yüzlerce eseriyle açıkladı. O, sadece Mu’tezile’ye değil, aynı zamanda Haricîlere, Şiîlere ve diğer fırkalara karşı da Ehl-i Sünnet’in müdafaasını yaptı.

Beşinci Bölüm: Miras ve Hidayet Kandili
Hicrî 324 (Miladi 936) yılında Bağdat’ta vefat ettiğinde, arkasında milyonlarca Müslümanın itikadını (inancını) sağlamlaştıran muazzam bir ilim mirası bıraktı. O, aklı ve nakli (vahyi) barıştıran imam oldu.
Onun açtığı bu nurlu yol, İmam Bâkıllânî, İmam Cüveynî ve İmam Gazzâlî (Hüccetü’l-İslâm) gibi büyük âlimler tarafından takip edildi ve Ehl-i Sünnet’in en geniş kabul gören iki kelam mektebinden biri (diğeri İmam Mâtürîdî’nin mektebi) haline geldi.
İmam Eş’arî’nin hayatı, hakikati arayan bir zekânın, şahsî şöhret veya eski alışkanlıklar yerine, Kur’an ve Sünnet’in nuruna teslim oluşunun muhteşem bir hikâyesidir. O, Ehl-i Sünnet semasının en parlak hidayet kandillerinden biri olarak, asırlardır mü’minlerin iman yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o büyük İmam’dan ve Ehl-i Sünnet yolunun bütün âlimlerinden ebediyen razı olsun. Amin.

*******

• Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297 H / 910 M): Tasavvufun “sahv” (ölçülü, şeriata bağlı) ekolünün öncüsü, “Seyyidü’t-Tâife” (Taifenin Efendisi) olarak bilinir.

________________________________________
HİDAYET KANDİLİ: TÂİFENİN EFENDİSİ CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
Giriş: İlim ve Hikmet Şehri Bağdat
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in üçüncü asrını gösterirken, dünyanın kalbi adeta Bağdat şehrinde atıyordu. Burası, Abbasî Devleti’nin başkenti, ilimlerin, sanatların ve hikmetin merkeziydi. Camilerin kubbeleri âlimlerin ders halkalarıyla, çarşıları dünyanın dört bir yanından gelen tüccarlarla dolup taşardı.
İşte bu hareketli ve nurlu şehirde, maneviyat güneşleri gibi parlayan büyük Allah dostları (Evliyâullah) da bulunuyordu. Onlar, kalabalıklar içinde Hakk ile beraber olmanın sırrına ermişlerdi. Bu mübarek topluluğun, yani “Tâife”nin reisi, efendisi olarak anılacak bir genç yetişiyordu: Ebü’l-Kâsım Cüneyd bin Muhammed el-Bağdâdî.

Birinci Bölüm: Dayısının Himayesinde Yeşeren Fidan
Cüneyd, aslen İran’ın Nihavend şehrinde dünyaya gelmişti. Babası cam ticaretiyle uğraşan (Kavârîrî) muhterem bir zattı. Ancak Cüneyd’in hayatındaki asıl rehberi, annesinin kardeşi, yani dayısı olan büyük velî Serî es-Sakatî Hazretleri olacaktı.
Cüneyd, daha küçücük bir çocukken bile zekâsıyla ve edebiyle parlıyordu. Henüz yedi yaşındaydı. Bir gün dayısı Serî es-Sakatî’nin yanında âlimlerin katıldığı bir sohbet vardı. Konu “şükür” idi. Dayısı, bu küçük yeğenine dönüp, “Evladım, sence şükür nedir?” diye sordu.
Bu, büyüklerin bile cevap vermekte zorlandığı derin bir sualdi. Küçük Cüneyd, o gürbüz haliyle başını kaldırdı ve şu hikmet dolu cevabı verdi:
“Şükür, Allah’ın sana verdiği nimeti, O’na isyan etmek için kullanmamandır.”
Bu cevabı duyan Serî es-Sakatî Hazretleri hayret ve sevinçle doldu. Yeğeninin sıradan bir çocuk olmadığını anlamıştı. Onu hem zahirî ilimlerde hem de manevî yolda yetiştirmeye karar verdi.

İkinci Bölüm: İki Kanatlı Âlim: Fıkıh ve Tasavvuf
Bağdat’ın en büyük âlimlerinden biri olan Ebû Sevr el-Kelbî’nin ders halkasına katıldı. Orada İmam Şâfiî mezhebine göre fıkıh (İslam hukuku) tahsil etti. Öyle çalışkandı ki, yirmi yaşına geldiğinde hocasının huzurunda fetva verebilecek (dini suallere cevap verebilecek) seviyeye ulaştı.
Cüneyd, bir kuşun uçmak için iki kanada ihtiyacı olduğu gibi, bir Müslümanın da hem şeriata (Allah’ın emir ve yasaklarına) hem de maneviyata (tasavvufa) ihtiyacı olduğuna inanırdı.
Bir yanda fıkıh ilmiyle amellerini düzeltiyor, diğer yanda dayısı Serî es-Sakatî’nin ve Hâris el-Muhâsibî gibi büyüklerin sohbetinde kalbini temizliyordu. Onun için tasavvuf, şeriattan ayrı bir yol değil, şeriatın en derin manasıyla yaşanmasıydı.
Bir gün ona sordular: “Bazı insanlar manevî hallere ulaştıklarını söyleyip ibadetleri terk ediyorlar?”
Cevabı net ve sarsılmazdı: “Bu büyük bir hatadır. Hırsızlık yapan veya zina eden birinin hali, böyle konuşan birininkinden daha iyidir. Zira Allah’ı bilen (ârif) kimseler, ibadetleri Allah’tan aldılar ve yine O’na (yaklaşmak için) ibadetlere döndüler. Eğer bin sene yaşasam, zerre miktarı bir ameli terk etmem!”

Üçüncü Bölüm: “Sahv” Yolu ve “Seyyidü’t-Tâife”
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin yaşadığı dönemde, bazı Allah dostları (Bayezid-i Bistâmî gibi) manevî sarhoşluk (“sekr”) haliyle kendilerinden geçiyor ve dışarıdan anlaşılması zor sözler (şatahat) söylüyorlardı. Bu durum, hem halkın kafasını karıştırıyor hem de tasavvufun yanlış anlaşılmasına sebep oluyordu.
İşte Cüneyd-i Bağdâdî, bu noktada bir denge unsuru oldu. O, “sahv” (ayıklık, ölçü) yolunu seçti.
Peki, “sahv” yolu ne demekti?
Şu demekti: Bir insan manevî olarak ne kadar yükselirse yükselsin, Allah aşkıyla ne kadar kendinden geçerse geçsin, en sonunda aklı başına gelmeli, ayakları yere basmalı ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya devam etmelidir. Asıl kahramanlık, manevî sarhoşlukla ne dediğini bilmemek değil, o manevî halleri yaşadıktan sonra bile normal bir insan gibi Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılmaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî, “Tasavvuf, kitap (Kur’an) ve sünnete uymaktır” diyerek bu yolun sınırlarını net bir şekilde çizdi. Bu ölçülü, dengeli ve şeriata bağlı duruşu sebebiyle, zamanındaki bütün maneviyat ehli onu kendilerine lider kabul etti. Ona, “Taifenin Efendisi” (Seyyidü’t-Tâife) unvanını verdiler. O, tasavvufu bir “hal” olmaktan çıkarıp, herkesin anlayabileceği bir “ilim” haline getirdi.

Dördüncü Bölüm: En Zor İmtihan: Hallâc-ı Mansûr
Cüneyd Hazretleri’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Onun sohbetine katılanlardan biri de, sonradan çok meşhur olacak olan Hallâc-ı Mansûr idi. Mansûr, Cüneyd’in “sahv” yolunun aksine, “sekr” (manevî sarhoşluk) halini tercih edenlerdendi. Yaşadığı manevî hali içinde tutamıyor, halk arasında “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) gibi, zahirî manasıyla şeriata aykırı düşen sözler söylüyordu.
Cüneyd-i Bağdâdî, onu defalarca “Sırrı gizle, ölçülü ol” diye ikaz etti. Fakat Mansûr’un hali başkaydı.
Sonunda, devrin yöneticileri bu sözleri devlete bir isyan olarak gördüler ve Hallâc-ı Mansûr’u yargılamaya karar verdiler. Kadılar (hâkimler) toplandı. Ancak Mansûr’un manevî bir şahsiyet olduğunu bildikleri için, onun idamına fetva vermekten çekindiler.
Gözler, Bağdat’ın en büyük âlimi ve Seyyidü’t-Tâife olan Cüneyd-i Bağdâdî’ye çevrildi. Ona, “Mansûr hakkında ne diyorsun?” diye sordular.
Bu, tarihin en zor suallerinden biriydi. Cüneyd, Mansûr’un manevî halini biliyordu ama halkın ve devletin düzeni (şeriatın zahiri) de korunmalıydı.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, üzerindeki tasavvuf hırkasını (cübbesini) çıkardı. Bir fıkıh âliminin giydiği resmî cübbeyi giydi. Fetva kâğıdını eline aldı ve şu tarihi cümleyi yazdı:
“Biz, zahire (görünen duruma) göre hükmederiz. Bâtını (işin iç yüzünü, gizli halini) ise ancak Allah bilir. Zahire göre Hallâc’ın kanı helâldir.”
Bunu yaparken, bir sûfî olarak değil, bir fıkıh âlimi (hukukçu) olarak davrandı. Bu, onun “sahv” (ölçü) yolunun zirvesiydi. O, şeriatın zahirî hükümlerinin, manevî haller bahane edilerek çiğnenmesine asla izin vermedi. Bu onun için İslâm’ı korumaktı.

Beşinci Bölüm: Vuslat (Kavuşma) Vakti
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Hicrî 297 (Miladî 910) yılında Bağdat’ta hastalandı. Vefat döşeğindeydi. Yanındakiler onun sürekli Kur’an okuduğunu gördüler. Biri dedi ki: “Efendim, çok hastasınız, belki biraz dinlenseniz?”
Gözlerini açtı ve o meşhur cevabını verdi: “Şu an Kur’an okumaya benden daha muhtaç kim olabilir? İşte amel defterim kapanmak üzere…”
Abdest almak istedi, ancak takati kalmamıştı. Parmaklarına su dökerek abdestini tazelemeye çalıştı. “Efendim, parmaklarınızın arasını hilallemeyi (ovuşturmayı) unuttunuz” dediler.
Buyurdu ki: “Evladım, Rabbime karşı farzları yerine getirmeye çalışırken, sünnetleri unutacağımı mı sandınız?”
Kelimeler ağzından zor dökülüyordu. Son nefesine kadar Rabbini zikretti, namazını ima ile kıldı ve ruhunu tertemiz bir şekilde teslim etti.

Miras: Asla Sönmeyen Kandil
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, vefatından sonra geriye devasa bir miras bıraktı. O, tasavvufun Kur’an ve Sünnet yolundan asla ayrılamayacağını ispat eden en büyük rehber oldu. Ondan sonra gelen (Abdülkâdir Geylânî, İmam Gazzâlî gibi) neredeyse bütün büyük İslâm âlimleri ve maneviyat rehberleri, onun “ölçülü” ve “şeriata bağlı” yolunu, yani “sahv” yolunu takip ettiler.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir gönül sultanıydı. Tâifenin Efendisi Cüneyd, bizlere şu dersi bıraktı: Gerçek maneviyat, havada uçmak veya denizde yürümek değil, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak, edep içinde, ölçülü ve aklı başında bir Müslüman olarak yaşamaktır. O, Bağdat semâsından tüm zamanlara ışık tutan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ onun sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Amin.

******

• İmam Gazâlî (Ebu Hamid el-Gazâlî) (ö. 505 H / 1111 M): “Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) olarak anılır. Beşinci hicri yüzyılın müceddidi olarak geniş kabul görmüştür. Felsefe, kelam, fıkıh ve tasavvufu birleştirerek İslam düşüncesinde derin bir yenilenme sağlamıştır. “İhyâü Ulûmi’d-Dîn” en meşhur eseridir.

Onun hayatı, ilmin zirvesinden hakikatin derûnî tecrübesine uzanan, şan ve şöhretten yüz çevirip Allah’a adanan bir kalbin hikayesidir.
İşte “İslam’ın Delili” (Hüccetü’l-İslâm) unvanıyla anılan, beşinci hicri asrın müceddidi İmam Gazâlî’nin (rahmetullahi aleyh) ibret dolu hayat hikayesi:
________________________________________
Hidayet Kandili: Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’nin İlim ve Hakikat Yolculuğu
1. Bölüm: Tûs’ta Yeşeren Fidanlar
Her büyük hikâye gibi, bu hikâye de mütevazı bir evde başlar. Hicri 450 (Miladi 1058) senesinde, Horasan’ın Tûs şehrinde, kendi halinde yaşayan, yün eğirip satan (gazzâl) fakir ama kalbi zengin bir adam yaşardı. Bu adamın en büyük arzusu, âlimlerin sohbetlerine iştirak etmekti. İlim meclislerine katılır, âlimlere hürmet eder ve her duasında Rabbine şöyle yalvarırdı: “Yâ Rabbi! Bana ilmiyle amil, hikmet sahibi ve sözü tesirli bir evlat nasip eyle.”
Allah (c.c.), bu samimi duayı kabul buyurdu. Ona, isimleri tarihe yazılacak iki oğul bahşetti: Muhammed ve Ahmed.
Babaları, bu iki fidanın ilimle sulanması için elinden geleni yaptı. Ancak ömrü vefa etmedi. Vefatından evvel, güvendiği derviş meşrepli bir dostuna bir miktar para bırakarak vasiyette bulundu: “Benim bu yavrularıma ilim öğret. Bu para bitinceye kadar onlara bak. Senden ricam, onların hakikatli birer âlim olmaları için gayret göstermendir.”
Babalarının vefatından sonra bu mübarek zat, iki kardeşi, Muhammed (geleceğin İmam Gazâlî’si) ve Ahmed’i (geleceğin büyük sûfîlerinden Ahmed Gazâlî) himayesine aldı. Onlara okuma yazmayı ve temel dinî bilgileri öğretti. Babalarından kalan azıcık para da tükenince, bu iki parlak zekâlı çocuğa şöyle dedi:
“Evlatlarım, babanızın vasiyetini yerine getirmek için elimden geleni yaptım. Lakin imkânlarımız tükendi. Sizin yeriniz burası değil, medreselerdir. Gidin ve ilim tahsiline medresede devam edin. Sizin nasibiniz ilimdir.”
2. Bölüm: İlim Yolcusu ve Parlayan Yıldız
Küçük Muhammed, ilme karşı doymak bilmez bir iştiyak duyuyordu. Kardeşi Ahmed daha çok tasavvufî ve derûnî hallere meyyal iken, Muhammed Gazâlî’nin zekâsı fıkıh, kelâm ve mantık ilimlerinde parlıyordu. Tûs’taki medresede başladığı eğitimine, zamanın ilim merkezlerinden Cürcan’da devam etti. Burada ders notları tuttuğu defterleri meşhurdur. Rivayet edilir ki, bir yolculuk esnasında kervanlarını haramiler bastı. Gazâlî’nin bütün korkusu, o ilim notlarının çalınmasıydı. Haramilerin reisine, “Diğer her şeyi alın ama o defterleri bana bırakın, onlar benim ilmimdir!” diye yalvardı. Reis güldü ve “Defterde kalan ilim, senin ilmin değildir!” diyerek defterleri ona geri attı. Bu hadise, genç Gazâlî’ye büyük bir ders oldu: İlim, kâğıtta değil, kalpte ve akılda olmalıydı.
Artık hedefi daha büyüktü: İslam dünyasının en büyük ilim merkezi olan Nişabur!
Nişabur’a vardığında, devrin en büyük âlimi, “İmamü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin İmamı) olarak bilinen İmam Cüveynî’nin talebe halkasına katıldı. Gazâlî’nin keskin zekâsı, güçlü hafızası ve münazara kabiliyeti, hocasının gözünden kaçmadı. Kısa sürede medresenin en parlak yıldızı, hocasının baş yardımcısı oldu. Fıkıh, kelâm, mantık ve felsefede parmakla gösterilen bir âlim haline geldi. Hocası İmam Cüveynî, onun hakkında, “Gazâlî, coşkun bir deryadır” derdi.

3. Bölüm: Şöhretin Zirvesi: Bağdat Nizamiye Medresesi
Hocası Cüveynî’nin vefatından sonra İmam Gazâlî’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Büyük Selçuklu Devleti’nin meşhur veziri Nizamülmülk, onun bu şöhretini duydu ve onu Bağdat’a davet etti.
Bağdat… O zamanlar dünyanın kalbiydi. Halifenin şehri, ilmin merkezi. Ve bu merkezin en prestijli üniversitesi: Nizamiye Medresesi.
İmam Gazâlî, henüz 34 yaşındayken, Bağdat Nizamiye Medresesi’ne “Baş Müderris” (Rektör) olarak tayin edildi. Bu, bir âlimin dünyevi olarak ulaşabileceği en yüksek makamdı. Derslerini yüzlerce talebe, hatta devletin ileri gelenleri takip ediyordu. Münazaralarda karşısına çıkacak kimse yoktu. Felsefecilerin görüşlerini çürütüyor, Batınîlerin (aşırı gizemci ve sapkın fırkalar) delillerini yerle bir ediyordu. Şan, şöhret, makam ve hürmet… Hepsi ayaklarının altındaydı.
“Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) unvanını bu dönemde kazandı. Zira o, aklî ve naklî ilimlerle İslam’ı müdafaa eden en güçlü kale haline gelmişti.

4. Bölüm: Zirvedeki Büyük Buhran ve Hakikat Arayışı
Dışarıdan bakıldığında İmam Gazâlî, başarının ve ilmin zirvesindeydi. Lakin onun derûnî dünyasında, ruhunda büyük bir fırtına kopmak üzereydi.
Bir gün kendi kendine sordu:
“Ey Muhammed! Bu kadar ilim tahsil ettin, ders veriyorsun, kitaplar yazıyorsun. Bütün bu münazaraları kazanıyorsun. Peki, bütün bunları ne için yapıyorsun? Allah rızası için mi, yoksa makam sevgisi, şöhret arzusu ve ‘ene’ni (egonu) tatmin etmek için mi?”
Bu soru, onun bütün dünyasını sarstı. Yaptığı işlerin muhtevasına baktı. Gördü ki, ilminin çoğu, dünyevi bir makam elde etmek veya münazaralarda galip gelmek için kullanılan araçlara dönüşmüştü. Kalbindeki ihlâsın zayıfladığını hissetti.
Arayışa başladı. “Hakikat nedir? Kurtuluş (necat) yolu hangisidir?” diye sordu.
1. Kelâmcıları inceledi: Onların ilmini, imanı müdafaa etmek için güçlü buldu, lakin kalbini tatmin edecek derûnî bir huzur bulamadı.
2. Felsefecileri inceledi: Onların mantığını ve aklî delillerini öğrendi. Hatta onları çürütmek için önce onlardan daha iyi bir felsefeci oldu. Meşhur Tehâfütü’l-Felâsife (Felsefecilerin Tutarsızlığı) kitabını yazarak Aristo, Farabi ve İbn-i Sina felsefesinin İslam akidesine aykırı yönlerini ispat etti. Ama aradığı hakikat burada da değildi.
3. Batınîleri inceledi: Onların “masum imam” iddialarının ne kadar temelsiz ve tehlikeli olduğunu delilleriyle ortaya koydu.
4. Geriye bir tek yol kalmıştı: Tasavvuf Yolu (Sûfîler).
Onların kitaplarını okudu (Ebu Talib el-Mekkî, Haris el-Muhasibî, Cüneyd-i Bağdadî gibi). Gördü ki, tasavvuf sadece okuyarak öğrenilen bir ilim değil, hâl ilmiydi. Yaşanması gereken bir tecrübeydi. Sûfîler, “Allah’tan başka bir şey istememek” ve “kalbi masivadan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemek” diyorlardı.
İmam Gazâlî anladı ki, bildiği onca ilim, onu Allah’a yakîn (kesin bilgi ve manevi yakınlık) derecesinde ulaştırmıyordu.
Bu derûnî buhran, bedenine de tesir etti. Altı ay boyunca büyük bir ruhî çöküntü yaşadı. Doktorlar çare bulamadı. Bir gün ders vermek için kürsüye çıkmak istedi, dili tutuldu. Konuşamadı. Allah (c.c.), şan ve şöhret için konuşan dilini, hakikat için susmaya mecbur etmişti.

5. Bölüm: Büyük Hicret ve İhyâ’nın Doğuşu
Artık kararını vermişti. Zirvede olan her şeyi terk edecekti.
Hicri 488 (Miladi 1095) senesinde, bir gün gizlice Bağdat’tan ayrıldı. Herkes onun Hac’ca gittiğini zannetti. Oysa bu, onun kendi nefsinden, makamından ve şöhretinden hakikate doğru bir hicret idi.
Yaklaşık 11 sene sürecek olan uzlet ve seyahat dönemi başlamıştı.
İlk durağı Şam (Dimeşk) oldu. Emevî Camii’nin minaresinde tek başına itikâfa çekildi. Burada nefsini terbiye etmeye, kalbini zikre ve tefekküre vermeye başladı. Günlerini riyazetle (nefsini zorlayarak) geçiriyor, az yiyor, az uyuyor ve sürekli ibadet ediyordu. O, Bağdat’ın baş müderrisi değil, Allah’ın aciz bir kulu idi artık.
Şam’dan sonra Kudüs’e geçti. Mescid-i Aksa’da, Kubbetü’s-Sahra’da inzivaya çekildi. Burada da tefekkür ve ibadetle meşgul oldu.
Ardından Hac farizasını yerine getirmek için Mekke ve Medine’ye gitti. Kâbe’de uzun uzun dualar etti, Rabbinden ihlâs, marifet ve hidayet diledi.
Bu 11 yıllık manevi yolculuk esnasında, İmam Gazâlî “hâl” ilmini “kal” (söz) ilmiyle birleştirdi. İşte bu uzlet döneminde, İslam dünyasının en meşhur eseri olan o devasa külliyatı kaleme aldı:
İhyâü Ulûmi’d-Dîn (Din İlimlerinin Yeniden Diriltilmesi)
Bu eserin ismi bile manidardı. Çünkü Gazâlî’ye göre dinin ilimleri “ölmüştü”. Fıkıh, kalpten kopuk bir şekilciliğe; kelâm, imanı artırmayan bir cedele (tartışmaya); tasavvuf ise Şeriat’tan (dinî kurallardan) uzaklaşan bir hayalciliğe dönüşmüştü.
İmam Gazâlî, İhyâ ile bu ölü ilimlere yeniden can verdi. O, fıkıh (zahirî amel) ile tasavvufu (derûnî hâl) birleştirdi. Namazın sadece şeklî şartlarını değil, huşû (derin saygı) ile nasıl kılınacağını da anlattı. Orucun sadece mideyle değil, gözle, dille ve kalple nasıl tutulacağını izah etti.
İhyâ, İslam ümmetine unuttuğu ruhu geri getiren bir reçete oldu.

6. Bölüm: Yuvaya Dönüş ve Vuslat
Uzun yıllar sonra, ilimle pişen ve tasavvufla yoğrulan İmam Gazâlî, artık bambaşka bir insandı. Selçuklu Veziri Fahrülmülk’ün ısrarlı davetleri üzerine, tekrar ilim öğretmek için Nişabur’a döndü. Lakin bu dönüş, eski şöhretli Gazâlî’nin dönüşü değildi. Bu, kalbi Allah sevgisiyle dolmuş, nefsini terbiye etmiş bir mürşid (yol gösterici) olan Gazâlî’nin dönüşüydü.
Kısa bir müddet daha ders verdikten sonra, kalan ömrünü geçirmek üzere doğduğu topraklara, Tûs’a geri döndü. Evinin yanına bir medrese (ilim için) ve bir hankâh (zikir ve tasavvuf ehli için) inşa ettirdi.
Ömrünün son günlerini talebe yetiştirerek, zikir ve ibadetle geçirdi.
Vefat edeceği gün, Hicri 505 (Miladi 1111) senesinde, bir Pazartesi sabahıydı. Sabah namazını kıldı. Yanındakilerden abdest suyunu tazelemelerini istedi, abdest aldı. Sonra kefenini getirtti. Kefeni eline aldı, öptü, yüzüne gözüne sürdü ve şöyle dedi:
“Rabbimin emri başım gözüm üstüne. Ben O’nun huzuruna gidiyorum.”
Odasına çekildi, uzandı ve ruhunu, uğruna bütün dünyayı terk ettiği Rabbine teslim etti.

Miras ve Netice
İmam Gazâlî, arkasında İhyâ gibi bir şaheser, Tehâfütü’l-Felâsife gibi aklı savunan bir kale, Kimya-yı Saadet gibi bir ahlak rehberi ve onlarca kıymetli eser bıraktı.
O, aklı ve kalbi, ilmi ve ameli, şeriatı ve tasavvufu birleştiren köprü oldu. İslam düşüncesini sapkın felsefî akımlardan ve kuru şekilcilikten kurtardı. Bu sebeple ümmet ona “Hüccetü’l-İslâm” dedi. O, şöhretin ve makamın zirvesindeyken, sırf Allah’ın rızasını aramak için her şeyi terk edebilme cesaretini gösteren bir hakikat yolcusu olarak tarihe geçti.
Allah (c.c.) onun ilmini, hikmetini ve samimiyetini anlamayı ve hayatımızda tatbik etmeyi bizlere nasip eylesin. Ruhu şâd, makamı âlî olsun. Âmin.

******

3. Klasik Dönem Sonrası Büyük Alimler (H. 6. – 10. Yüzyıllar)
Bu dönem, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf alanlarında devasa külliyatların üretildiği bir devirdir.
• Abdülkâdir Geylânî (ö. 561 H / 1166 M): Kâdiriyye tarikatının kurucusu, büyük mutasavvıf ve alim.

________________________________________
Hidayet Kandili: Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylânî
Bölüm 1: Mübarek Doğum ve Asil Soyağacı
Zaman, Hicrî 470 (Miladî 1077) yılını gösteriyordu. Dünya, Haçlı Seferleri’nin arifesinde, manevi bir sarsıntı ve kargaşa içindeydi. İşte böyle bir devirde, Hazar Denizi’nin güneyinde, yemyeşil Gilan (Geylân) eyaletinin Neyf köyünde, semayı aydınlatacak bir kandil dünyaya geldi.
O, sıradan bir çocuk değildi. Damarlarında, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kanını taşıyordu. Babası, salih ve takva sahibi bir zat olan Ebu Salih Musa Cengidost idi ve soyu, Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan’a (radıyallâhu anh) dayanıyordu. Annesi, yine o kadar faziletli bir hanımefendi olan Ümmü’l-Hayr Fatıma idi ve onun soyu da Efendimiz’in diğer torunu Hazret-i Hüseyin’e (radıyallâhu anh) ulaşıyordu.
Böylece Cenâb-ı Hak, bu mübarek çocuğa hem “Seyyid” (Hz. Hüseyin soyundan) hem de “Şerif” (Hz. Hasan soyundan) olmayı nasip etmişti. Bu asil soydan gelen çocuğa “Abdülkâdir” (Kadir olan Allah’ın kulu) ismi verildi.
Abdülkâdir, daha çocukluğunda bile yaşıtlarından farklıydı. Fıtratı (yapısı) son derece temiz, kalbi Allah sevgisiyle doluydu. Rivayet olunur ki, doğduğu Ramazan ayında, gündüzleri annesinden süt emmez, iftar vaktini beklermiş. Bu hâl, onun gelecekte nasıl büyük bir maneviyat önderi olacağının ilk işaretiydi.

Bölüm 2: Sıdk Üzere Başlayan Yolculuk: “Beni Allah’a Emanet Et!”
Abdülkâdir Geylânî, on sekiz yaşına geldiğinde derûnunda (içinde) karşı konulmaz bir ilim aşkı hissediyordu. Devrin ilim merkezi, âlimlerin ve ariflerin buluşma noktası olan Bağdat’a gitmek için annesinden izin istedi.
Annesi Ümmü’l-Hayr, oğlunun bu ulvi arzusunu kırmadı. Ona yol harçlığı olarak 40 altın hazırladı. Bu altınları, yolda kaybolmasın diye oğlunun hırkasının koltuğunun altına dikkatlice dikti. Oğlunu yolcu ederken ona son bir nasihatte bulundu. Bu nasihat, Abdülkâdir Geylânî’nin bütün hayatının temeli olacaktı:
“Oğlum, sana son vasiyetimdir. Ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, asla yalandan yana olma, daima sıdk ve doğruluk üzere ol!”
Genç Abdülkâdir, annesine söz verdi ve gözyaşları içinde vedalaşıp Bağdat kervanına katıldı.
Kervan, Hemedan yakınlarında sarp bir geçitten geçerken, birdenbire toz duman içinde kalan kervanın önü bir grup eşkıya tarafından kesildi. Eşkıyalar, kervandakilerin neyi var neyi yoksa almaya başladılar.
Eşkıyalardan biri, bir kenarda duran bu genç ve fakir görünümlü delikanlının yanına geldi. Alaycı bir tavırla sordu:
“Hey delikanlı! Senin bir şeyin var mı?”
Abdülkâdir Geylânî, annesine verdiği sözü bir an bile unutmadan, tam bir sükûnetle cevap verdi:
“Evet, var. Hırkamın koltuğunun altında 40 altınım var.”
Eşkıya, bu cevap karşısında şaşırdı. Onunla alay ettiğini zannederek, “Ne altını be hey deli!” deyip yanından ayrıldı. Başka bir eşkıya geldi, aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. O da inanmayıp gitti.
Durumu eşkıyaların reisine anlattılar. Reis, gencin getirilmesini emretti. Abdülkâdir Geylânî’yi reislerinin huzuruna çıkardılar. Reis, heybetli bir sesle sordu:
“Söyle bakalım, gerçekten 40 altının mı var?”
“Evet,” dedi genç Abdülkâdir.
“Peki, nerede?”
“Hırkamın koltuğunun altında dikili.”
Reis, adamlarına işaret etti. Hırkanın koltuk altını söktüklerinde, parıl parıl parlayan 40 altını orada buldular. Reis ve adamları hayretten donakaldı. Reis, bu inanılmaz manzara karşısında sordu:
“Behey genç adam! Bizim seni soyacağımızı bile bile, bu altınları neden saklamadın? Neden doğruyu söyledin?”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, o meşhur cevabını verdi:
“Annem benden ayrılırken, ne olursa olsun asla yalan söylememem için benden söz aldı. Ben, anneme verdiğim söze ihanet edemem. Sizin gibi birkaç harami yüzünden anneme verdiğim ahdi bozamam!”
Bu sözler, yıllardır taş kesilmiş kalplere bir balyoz gibi indi. Eşkıyaların reisi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Kılıcını yere attı ve şöyle haykırdı:
“Yazıklar olsun bana! Sen, annene verdiğin sözden dönmüyorsun da, ben yıllardır beni yaratan Rabbime verdiğim ahdi çiğniyor, O’na isyan ediyorum!”
Reis, genç Abdülkâdir’in ayaklarına kapandı ve tövbe etti. Onun tövbe etmesiyle birlikte, emrindeki kırk eşkıya da hep bir ağızdan tövbe edip, kervandan aldıkları her şeyi sahiplerine iade ettiler.
Rivayet edilir ki, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin irşad vazifesi, daha Bağdat’a varmadan, “sıdk” (doğruluk) fazileti sayesinde kırk haraminin hidayetiyle başlamıştı.

Bölüm 3: İlim ve Çile Yılları
Bağdat, genç Abdülkâdir için kolay bir yer değildi. O, ilim tahsili için büyük bir çile ve riyazet (nefsi terbiye) devresine girdi. Yıllarca Bağdat’ın medreselerinde devrin en büyük âlimlerinden ders aldı. Hanbelî fıkhını Ebü’l-Vefâ İbn Akîl ve Ebû Saîd el-Muharrimî gibi üstatlardan tahsil etti. Hadis ilmini Ebû Gâlib el-Bâkıllânî’den öğrendi.
Fakat onun ruhu, sadece zahiri ilimlerle tatmin olmuyordu. O, aynı zamanda manevi ilimleri, yani tasavvufu da arıyordu. Bu yolda, Şeyh Hammâd ed-Debbâs gibi büyük velilerin sohbetinde bulundu.
Bu yıllar boyunca, nefsinin en küçük arzularına bile boyun eğmedi. Geceleri uyumaz, gündüzleri oruç tutardı. Çoğu zaman aç kalır, Bağdat’ın harabelerinde, nefsini terbiye etmek için en ağır şartlarda hayatını sürdürürdü. İnsanlardan uzaklaşır, sadece Rabbiyle baş başa kalırdı. Bu çileli dönem, onun manevi olarak pişmesini ve “Gavs-ı A’zam” makamına hazırlanmasını sağladı.

Bölüm 4: Kürsünün Sultanı ve İrşad Vazifesi
Uzun ve meşakkatli tahsil ve çile devresinden sonra, hocası Ebû Saîd el-Muharrimî, kendi medresesini ona devretti. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri için artık susma değil, konuşma vaktiydi.
Kürsüye çıktığı ilk günlerde, Bağdat halkı bu genç vaize pek rağbet etmedi. Fakat onun sohbetindeki feyz ve manevi tesir o kadar güçlüydü ki, dinleyenlerin sayısı günden güne arttı. Medresenin avlusu cemaati almaz oldu. Cemaat sokaklara taştı.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir tasavvuf mürşidiydi. Sohbetlerinde şeriat ile hakikati (dinin zahiri hükümleri ile derûnî manasını) muazzam bir dengeyle birleştirirdi. Onun sözleri, sadece akıllara değil, doğrudan kalplere tesir ediyordu.
Rivayet olunur ki, onun sohbet meclisinde binlerce insan bulunur, Hristiyanlar ve Yahudiler dâhil, pek çok gayrimüslim onun sohbetinin tesiriyle Müslüman olur, büyük günahkârlar onun huzurunda tövbe ederdi. Sadece insanlar değil, manevi varlıkların dahi onun sohbetini dinlemeye geldiği söylenirdi.
Kürsüde konuşurken, “Kademî hâzihî alâ rakabeti külli veliyyillâh!” (Şu ayağım, Allah’ın bütün velilerinin boynu üzerinedir!) dediği meşhurdur. Bu söz, onun gururundan değil, Cenâb-ı Hakk’ın ona lütfettiği “Gavsiyyet” (Kutupluk) makamının bir ilanıydı. Devrin bütün büyük velilerinin, bu sözü işittiklerinde manen kabul ettikleri rivayet edilir.

Bölüm 5: Kâdiriyye Tarikatı ve Eserleri
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin etrafında toplanan talebeler, onun yolunu ve manevi meşrebini takip ettiler. Böylece, İslam tarihinin en yaygın ve en mühim tarikatlarından biri olan “Kâdiriyye” yolu teşekkül etti. Bu yol, şeriata sıkı sıkıya bağlılığı, zikri ve Allah sevgisini esas alıyordu.
Aynı zamanda, arkasında çok kıymetli eserler bıraktı. el-Gunye li-Tâlibî Tarîki’l-Hak (Hak Yolunun Talipleri için Yeterli Azık) isimli eseri, fıkıh, akide ve tasavvuf konularını ihtiva eden bir başyapıttır. Fütûhu’l-Gayb (Gaybın Açılışları) ve el-Fethu’r-Rabbânî (Rabbanî Fetihler) ise onun manevi sohbetlerinden derlenen, kalplere şifa veren hikmet dolu nasihatleridir.

Bölüm 6: Vefatı ve Ebedî Mirası
Hicrî 561 (Miladî 1166) yılında, yaklaşık doksan yaşındayken, bu fani dünyadan ebedî âleme göç eyledi. Vefat haberi Bağdat’ı ve bütün İslam âlemini yasa boğdu. Cenazesi, kendi medresesinin bulunduğu yere defnedildi.
Bugün Bağdat’taki türbesi, dünyanın dört bir yanından gelen sevenlerinin ziyaretgâhıdır.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, sadece yaşadığı asrı değil, kendinden sonra gelen bütün asırları aydınlatan bir hidayet kandilidir. O, sıdkın (doğruluğun) bir genci nereye ulaştırabileceğinin, çilenin ve sabrın ilimle birleştiğinde nasıl büyük bir maneviyat sultanı doğuracağının en parlak isbatıdır. Onun yolu (Kâdiriyye), onun eserleri ve onun menkıbeleri, kıyamete kadar müminlerin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.
Allah Teâlâ, o büyük velinin şefaatine bizleri nail eylesin. Amin.

******

• Fahreddin er-Râzî (ö. 606 H / 1210 M): Büyük müfessir (tefsir alimi) ve kelamcıdır. “Mefâtîhu’l-Gayb” (Tefsîr-i Kebîr) adlı eseriyle tanınır.

Onun hikâyesi, aklın ve imanın, ilmin ve hikmetin bir kalpte nasıl cihan şümul bir âhenkle buluşabileceğinin hikâyesidir.
Bilginin Zirvesi ve İmanın Derûnî Yolu: Hidayet Kandili İmam Fahreddin er-Râzî (rh.a)
Zaman, Hicrî 6. asrın ortaları (Milâdî 12. yüzyıl)… İslâm medeniyetinin ilim ve hikmet merkezi olan büyük şehirler, âlimlerin münazaralarıyla çınlamaktadır. İşte böyle bir zamanda, İran’ın Rey şehrinde, “Rey’in Hatibi” olarak bilinen âlim bir zatın, Ziyâeddin Ömer’in evinde bir nur parladı. 544 (veya 543) senesinde dünyaya gelen bu çocuğa Muhammed adını verdiler. Lâkabı Fahreddin, yani “Dinin Övüncü” olacaktı ve o, bu lakabı hayatının her safhasında liyakatiyle taşıyacaktı.
İlimle Yeşeren Fidan
Küçük Muhammed, ilim dolu bir yuvada büyüdü. İlk hocası, babası Ziyâeddin Ömer idi. Babası sadece bir hatip değil, aynı zamanda Eş’arî kelâmının ve Şâfiî fıkhının mühim bir âlimiydi. Fahreddin, daha çocuk yaşta keskin zekâsı, emsalsiz hâfızası ve doymak bilmez ilim aşkıyla babasının dikkatini çekti. Kelâm, fıkıh ve usûl derslerini babasından tahsil etti.
Ancak Rey şehri, bu coşkun zekâya dar gelmeye başlamıştı. Babasının vefatından sonra, ilim yolculuğuna (rihle) çıkma vakti gelmişti. O devrin âdeti olduğu üzere, başka diyarlardaki büyük üstatlardan ders almak için yollara düştü. Horasan’ın ilim merkezlerini, Merv’i, Semerkand’ı ve Hârezm’i dolaştı. Gittiği her yerde, devrin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı, onlardan mantık, hikmet (felsefe), tıp, riyâziye (matematik) ve astronomi dersleri aldı.
Fahreddin er-Râzî’nin yapısı, sadece dinlemeye ve kabul etmeye müsait değildi. O, öğrendiği her bilgiyi aklın süzgecinden geçirir, en derûnî sualleri sorar, meselenin köküne inmeden rahat etmezdi. Bu sebeple, katıldığı münazaralarda (ilmî tartışmalarda) karşısında durmak imkânsızlaşıyordu.
Aklın Kılıcı: Münazara Meydanlarının Galibi
Genç Fahreddin, özellikle Hârezm bölgesinde, Ehl-i Sünnet akîdesinin zıddı olan Mutezile ve Kerrâmiyye fırkalarıyla şiddetli münazaralara girişti. Onun elindeki en güçlü silah, sarsılmaz mantığı ve Kur’ân ile Sünnet’ten çıkardığı aklî delillerdi. O, Ehl-i Sünnet kelâmını, hasımlarının “yanılma” üzerine kurulu iddialarına karşı en kuvvetli burhanlarla (ispatlarla) müdafaa ediyordu.
Bu münazaralardaki üstünlüğü ona büyük bir şöhret, ama aynı zamanda çetin düşmanlar kazandırdı. Öyle ki, girdiği bir münazarada Kerrâmiyye fırkasının görüşlerini o kadar kuvvetli delillerle çürüttü ki, taraftarlarının hışmından çekinerek o şehri terk etmek zorunda kaldı.
Ancak Râzî, sadece bir kelâm müdafiî değildi. O, aklı, imanın bir hizmetkârı olarak görüyordu. Ona göre aklın vazifesi, imana giden yoldaki engelleri ve şüpheleri temizlemekti. Aklın tek başına hakikati bulamayacağını, bunun için mutlaka vahyin rehberliğine muhtaç olduğunu savunurdu.
Sultanların Meclisinden Kur’ân’ın Gölgesine
Şöhreti, kısa zamanda sultanların sarayına ulaştı. Özellikle Gurlular Devleti’nin adil sultanları Gıyâseddin ve Şehâbeddin kardeşler, İmam Râzî’ye hürmette kusur etmediler. Onu başkentleri olan Herat’a (bugünkü Afganistan) davet ettiler. Sultanlar, onun adına büyük bir medrese inşa ettirdi. Artık Fahreddin er-Râzî, seyahat eden bir münazara âlimi değil, yüzlerce talebe yetiştiren büyük bir üstattı.
Tıp sahasında da uzmandı, hatta rivayete göre Sultan Şehâbeddin’i tedavi etmişti. Fizik, astronomi ve daha pek çok sahada eserler kaleme alıyordu. Onun nazarında (bakışında), tabiatta görülen her nizam, Allah’ın varlığının ve kudretinin bir deliliydi.
İşte bu devasa ilim birikimiyle, hayatının en büyük eserine, “Mefâtîhu’l-Gayb” (Gaybın Anahtarları) yani “Tefsîr-i Kebîr” (Büyük Tefsir) adıyla anılan o muazzam tefsirini yazmaya başladı.
Mefâtîhu’l-Gayb: Aklın Kur’ân İle Buluşması
İmam Râzî’nin tefsiri, o güne kadar yazılmış tefsirlerden çok başkaydı. O, bu eserinde sadece ayetlerin lügat mânâsını veya rivayetleri değil, bir ayetin ihtiva ettiği bütün ilimleri ortaya dökmeyi hedefledi.
Mefâtîhu’l-Gayb’ı açan bir kimse, orada kelâmî tartışmaları, fıkhî hükümleri, mantık kaidelerini, astronomi ve fizik bilgilerini, tıbbî tesbitleri ve hikmete dair en derûnî düşünceleri bir arada bulur. İmam Râzî, kâinat kitabıyla Kur’ân kitabının birbirini tasdik ettiğini, ikisinin de aynı Yaratıcı’dan geldiğini ispat etmek istiyordu.
Sanki o, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetini kendine rehber edinmişti:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğini ve yüceliğini gösteren) nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3:190)
İmam Râzî, tefsirinde işte bu “delilleri” arıyordu. Her ayetin altında yatan aklî ve ilmî bağlantıları o kadar tafsilatlı işledi ki, tefsiri devasa bir hacme ulaştı. Rivayete göre, ömrü bu muazzam eseri tamamlamaya vefa etmemiş, Fâtiha Sûresi’ne yazdığı tefsir tek başına bir cilt tutmuştur. Kalan kısımları, onun metoduna sadık kalan talebeleri tarafından tamamlanmıştır.

İmanın Saf Hâli: “Kocakarıların İmanı”
İmam Fahreddin er-Râzî, hayatı boyunca imanı binlerce aklî delil ile ispat etmeye çalıştı. Bu yönüyle ona “İmâmu’l-Müşekkirîn” (Delil ve ispatları en ince ayrıntısına kadar araştıran imam) denmişti. Ancak onun hayatında, ilmin zirvesindeki bir âlimin, imanın en saf hâli karşısındaki duruşunu gösteren ibretlik bir hadise anlatılır:
Bir gün İmam Râzî, talebeleriyle birlikte bir şehirden geçerken, yol kenarında duran yaşlı bir kadına rastlarlar. Talebeleri, hocalarının ne kadar büyük bir âlim olduğunu göstermek için kadına seslenirler:
“Ey nine! Bak, bu zat kimdir biliyor musun? Bu, Allah’ın varlığına dair bin bir delil getirebilen İmam Fahreddin er-Râzî’dir!”
Yaşlı kadın, elindeki işi bırakmadan, sükûnetle başını kaldırır ve o meşhur cevabını verir:
“Öyle mi? Eğer onun Allah’ın varlığına dair bin bir şüphesi olmasaydı, bin bir delile ihtiyacı olmazdı. Benim ise hiçbir şüphem yok ki!”
Bu cevap, İmam Râzî’nin kalbine bir ok gibi saplanır. Evet, o, aklıyla bütün şüpheleri çürütmüştü; ama bu yaşlı kadının kalbi, delile ihtiyaç duymayacak kadar saf bir teslimiyet (itminan) içindeydi. Bu hadise üzerine İmam Râzî’nin, “Allah’ım, Senden kocakarıların imanı gibi sarsılmaz, şüphesiz bir iman istiyorum” diye dua ettiği rivayet edilir.
Bu menkıbe, onun aklı küçümsediğini değil, aksine aklî delillerin zahiri düşmanlara karşı bir silah olduğunu, imanın derûnî merkezinin ise kalpteki bu saf teslimiyet olması gerektiğini anladığını tasvir eder.

Hidayet Kandili Sönüyor
İmam Fahreddin er-Râzî, 606 (Milâdî 1210) senesinde, ilimle ve münazarayla dolu bir hayatın ardından Herat şehrinde vefat etti. Vefatının, münazaralarda mağlup ettiği Kerrâmiyye fırkasının taraftarlarınca zehirlenerek olduğuna dair kuvvetli rivayetler vardır.
O, geride sadece Mefâtîhu’l-Gayb gibi bir şaheseri değil, aynı zamanda aklın ve vahyin birbiriyle zıt olmadığını, bilakis birbirini tamamladığını ispat eden cihan şümul bir düşünce mirası bıraktı.
İmam Râzî, asırlar boyunca hem Doğu’da hem Batı’da kendisinden sonra gelen âlimleri ve düşünürleri etkilemiş; ilmin, ancak imanın rehberliğinde bir fazilet olabileceğini göstermiş bir hidayet kandilidir. Onun hayatı, genç dimağlara ilimden korkmamayı, en zor sualleri sormayı ve her cevabı Kur’ân’ın nurunda aramayı öğreten bir ders niteliğindedir.
Allah Teâlâ o büyük âlime rahmet eylesin, ilim ve hikmetinden bizleri de müstefid kılsın. Âmin.

******

• İbnü’l-Arabî (Muhyiddin İbnü’l-Arabî) (ö. 638 H / 1240 M): “Şeyh-i Ekber” olarak bilinir. “Vahdet-i Vücûd” düşüncesiyle tasavvuf felsefesini zirveye taşımış, İslam düşünce tarihinde en çok tartışılan ve en etkili isimlerden biri olmuştur.

Endülüs’ten Dımaşk’a uzanan ve “varlığın” (vücûd) sırrına adanan bir hayatı, “Şeyh-i Ekber” unvanıyla taçlanan büyük âlim ve ârif Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin (kuddise sirruhû) hikayesi:

Varlığın Sırrına Seyahat: Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî

1. Bölüm: Endülüs Güneşi Doğuyor
Tarih, Miladi 1165 (Hicri 560) senesi. İslam medeniyetinin en parlak yıldızlarından birinin parladığı Endülüs’teyiz. Kurtuba’nın (Cordoba) ilim meclisleri, İşbiliye’nin (Seville) portakal bahçeleri ve Mürsiye’nin (Murcia) âlimleriyle meşhur olduğu bir devir.
İşte böyle bir zamanda, Mürsiye şehrinde, Tayy kabilesine mensup, asil ve dindar bir ailede bir çocuk dünyaya geldi. Adını Muhammed koydular. Babası Ali, faziletli ve devlet hizmetinde bulunan bir zattı. Bu mübarek çocuğa, “dinin ihyacısı” manasında “Muhyiddin” dediler. O, daha sonra bütün İslam âleminin “İbnü’l-Arabî” (Arap’ın oğlu) ve ilminin derinliğinden ötürü “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Şeyh) olarak tanıyacağı zattı.
Muhyiddin, çocukluğunu İşbiliye’de geçirdi. Zekâsı ve kavrayışı emsallerinden çok farklıydı. O, sokaklarda oyun oynamak yerine, kâinatın sırlarını, yıldızların hareketini, yaprağın neden yeşil olduğunu tefekkür ederdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadis ilmini, fıkıh ve kelâmı devrin en büyük âlimlerinden tahsil etti. Ancak onun ruhunda, sadece kitaplarda yazanların ötesinde bir arayış vardı. Kalbi, zahiri ilimlerin kabuğunu kırıp, derûnî manalara ulaşmak için çırpınıyordu.

2. Bölüm: Genç Ârif ve Büyük Filozof
Muhyiddin henüz yirmili yaşlarındayken, kalbine bir “fetih” (manevi açılış) ihsan edildi. Artık kâinata baktığında, her şeyin ardındaki manayı, her zerrede tecelli eden Yaratıcı’nın kudretini müşahede etmeye başladı.
O devirde, Endülüs’ün en meşhur ismi, büyük filozof İbn Rüşd (Averroes) idi. İbn Rüşd, her şeyi akıl ve nazar (mantıksal bakış) ile ispat etmeye çalışırken, bu genç ârifin (İbnü’l-Arabî) kalbine doğan ilimlerden haberdar oldu. İbnü’l-Arabî’nin babası, filozof İbn Rüşd’ün yakın dostuydu. İbn Rüşd, bu genç adamla tanışmak istedi.
Bu, tarihin en meşhur karşılaşmalarından biriydi. Yaşlı filozof, genç ârife sordu:
“Sizin ‘keşf’ (manevi ilham) yoluyla bulduğunuz ilimler ile bizim ‘nazar’ (akıl ve düşünce) ile bulduğumuz ilimler aynı mıdır?”
Genç Muhyiddin, o derin bakışlarıyla cevap verdi:
“Evet ve hayır. Evet ile hayır arasında ruhların uçuştuğu, idraklerin hayrete düştüğü bir yer vardır ki; filozoflar orayı bilemez, ârifler ise orayı müşahede eder.”
İbn Rüşd, bu cevabın derinliği karşısında sarsıldı. Aklın sınırlarının bittiği yerde, kalbin seyrinin başladığını idrak etmişti. Bu genç adamın, sıradan bir âlim olmadığını anlamıştı.

3. Bölüm: İlahi Çağrı ve Büyük Seyahat (Rihle)
İbnü’l-Arabî otuz yaşına geldiğinde, manevi bir işaretle Endülüs’ten ayrılması gerektiğini anladı. Onun vazifesi cihan şümul (evrensel) idi. İlim ve hikmet yolculuğu (rihle) başlamıştı. Önce Mağrib’e (Kuzey Afrika), Fas’a, Tunus’a gitti. Orada devrin büyük velileriyle, âlimleriyle sohbet etti. İlim halkalarına katıldı, ilim verdi.
Ancak kalbindeki asıl özlem, mukaddes topraklardı. 1200 yılında Mısır üzerinden Hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola çıktı.
Mekke, onun hayatının dönüm noktası oldu. Kâbe-i Muazzama’nın manevi ikliminde, kalbi ilahi feyizlerle dolup taştı. Tavaf ederken, Kâbe’nin etrafında sadece insanların değil, meleklerin ve bütün varlıkların kendi lisanlarınca Allah’ı zikrettiğini müşahede ediyordu.
İşte bu mübarek şehirde, kalbine ilham olunan manaları yazmaya başladı. Bu, onun en hacimli ve en meşhur eseri olacak olan “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” (Mekke Fetihleri) idi. Bu devasa eser, bir tefsir, hadis şerhi, fıkıh, kelam ve tasavvuf hikmetlerini ihtiva eden bir manevi ilimler okyanusu idi.

4. Bölüm: Anadolu Diyarı ve Sadreddin-i Konevî
Mekke’den sonra seyahatine devam etti. Kudüs’ü ziyaret etti, Mescid-i Aksâ’da gözyaşı döktü. Oradan Bağdat’a, Musul’a geçti. Sonra yolu Anadolu’ya, Selçuklu diyarına düştü. Malatya’da, Konya’da bulundu.
Konya, o zamanlar ilmin ve irfanın merkezlerinden biriydi. Şeyh-i Ekber, Konya’da büyük bir hürmetle karşılandı. Burada, ileride onun ilminin en büyük vârisi olacak olan genç bir talebeyle tanıştı: Sadreddin-i Konevî.
Sadreddin, İbnü’l-Arabî’nin hem talebesi hem de manevi evladı oldu. (Daha sonra İbnü’l-Arabî, Sadreddin’in annesiyle evlenerek onun üvey babası da olmuştur). Şeyh-i Ekber, bütün derûnî ilimlerini bu kabiliyetli gence aktardı. Bugün İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini anlayabiliyorsak, bunda Sadreddin-i Konevî’nin payı çok büyüktür.

5. Bölüm: Dımaşk’ta Huzur ve “Fusûsu’l-Hikem”
İbnü’l-Arabî, seyahatlerle geçen bir hayattan sonra, hayatının son durağı olarak Şam’ı (Dımaşk) seçti. Ömrünün son yirmi yılını bu mübarek şehirde, talebe yetiştirerek ve eser yazarak geçirdi.
Burada, bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördü. Peygamberimiz, ona bir kitap uzattı ve “Bu kitabı al, içindekileri insanlara anlat, onlara faydalı olacaktır” buyurdu.
İşte bu manevi işaretle, onun en derin ve en çok tenkit edilen eseri olan “Fusûsu’l-Hikem” (Hikmetlerin Özleri/Pırlantaları) ortaya çıktı. Bu eser, Hazret-i Âdem’den başlayarak Hazret-i Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve son olarak Peygamber Efendimiz’e (aleyhimüsselâm) kadar her bir peygambere verilen “hikmetin” sırlarını anlatan derûnî bir tefsirdi.

6. Bölüm: “Vahdet-i Vücûd” Nedir?
Şeyh-i Ekber’in bütün düşüncesinin merkezinde “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) hikmeti vardır. Bu, anlaşılması zor, ancak anlaşıldığında imanı derinleştiren bir sırdır.
Peki, bu ne demektir? Gençler ve çocuklar için bunu bir misalle anlatalım:
Güneş’i (Allah’ın Zâtını) düşünün. Biz Güneş’in kendisine doğrudan bakamayız, gözlerimiz kamaşır. Ancak Güneş’in ışığı ve ısısı (Sıfatları ve Esmâ’sı) dünyaya yayılır. Bu ışık bir çiçeğe değer, o çiçek harika renklerle açar. Bir elmaya değer, o elma tatlanır. Bir suya değer, o su buharlaşır, bulut olur. Bir aynaya değer, o ayna parlar.
Şimdi, çiçekteki güzellik, elmadaki tat, sudaki hareket, aynadaki parlaklık… Hepsi, aslında tek bir Güneş’in ışığının farklı tecellileridir (görünümleridir). Ayna, “Ben Güneş’im” diyemez, ama “Bende görünen parlaklık Güneş’tendir” der.
İşte İbnü’l-Arabî Hazretleri de, bütün kâinatta gördüğümüz güzelliklerin, ilmin, kudretin, hayatın ve varlığın, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) birer tecellisi olduğunu anlatmıştır. Kâinatta O’ndan başka “gerçek varlık” (Vâcibü’l-Vücûd) yoktur. Her şey O’nun varlığı ile ayakta durur. Kâinata bakmak, Allah’ın sanatını ve kudretini müşahede etmektir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
$$”Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah’ın (ilmi ve rahmeti) geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115 )
Şeyh-i Ekber, işte bu ayetin ve “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kāf, 50/16) gibi ayetlerin derûnî manalarını tefekkür etmiştir.

7. Bölüm: Vefatı ve Mirası
Bu derin düşünceler, herkes tarafından kolayca anlaşılamadı. Bazı zahir âlimleri, onun sözlerinin manasını tam kavrayamadıkları için onu şiddetle tenkit ettiler. Ancak İslâm âlimlerinin ve velilerin büyük bir çoğunluğu, onu “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Üstat) ve “Muhyiddin” (Dini İhya Eden) olarak kabul etti.
Özellikle Osmanlı padişahları ona büyük hürmet gösterdi. Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinden dönerken Dımaşk’a uğradığında, Şeyh-i Ekber’in Salihiye’deki kabrini buldurdu, üzerine muhteşem bir türbe ve cami inşa ettirdi.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri, 1240 (Hicri 638) yılında Dımaşk’ta vefat etti ve oraya defnedildi.
Geride yüzlerce eser ve kâinatın sırlarına dair derin tefekkürler bıraktı. O, bizlere şu dersi verdi: Hayat, Allah’ı aramak için çıkılan bir seyahattir. Ve O’nu bulmak için kâinata ve kendi kalbimize bakmamız yeterlidir. Zira O, her yerdedir.
Allah Teâlâ, o hidayet kandilinin sırlarını mukaddes eylesin, bizleri de onun hikmetinden istifade edenlerden kılsın. Amin.

***********

• Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672 H / 1273 M): Manevi aşkı ve müsamahayı merkeze alan “Mesnevî”si ile sadece İslam dünyasını değil, tüm dünyayı etkilemiş büyük bir mutasavvıf ve şairdir.

________________________________________
Hidayet Kandilleri: Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.)

Birinci Bölüm: Belh’ten Yükselen Nur: Sultânü’l-Ulemâ’nın Oğlu
Her şey, 1207 (604 H) senesinde, bugünkü Afganistan sınırlarında yer alan ve o vakitler “Kubbetü’l-İslâm” (İslam’ın Kubbesi) olarak anılan kadim Horasan şehri Belh’te başladı. Şehir, ilim ve irfanın merkeziydi. İşte böyle bir şehirde, İslam âleminin en büyük âlimlerinden biri olarak kabul edilen, “Sultânü’l-Ulemâ” (Âlimlerin Sultanı) lakabıyla meşhur Bahaeddin Veled Hazretleri’nin bir oğlu dünyaya geldi. Adını Muhammed Celâleddîn koydular.
Celâleddîn, babasının dizinin dibinde büyüdü. Babası sadece bir müderris değil, aynı zamanda derin bir maneviyat ehli, bir mutasavvıftı. Oğluna ilk derslerini o verdi; Kur’ân-ı Kerîm’i, tefsiri, fıkhı ve tasavvufun derûnî inceliklerini öğretti. Küçük Celâleddîn, daha çocuk yaşta ilim meclislerinde bulunur, babasının heybetinden ve ilminden feyz alırdı.
Ancak o yıllarda, Doğu’dan büyük bir tehlike, bir kasırga yaklaşıyordu: Moğol istilası. Cengiz Han’ın orduları, İslam şehirlerini bir bir yakıp yıkıyor, medeniyetleri yok ediyordu. Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, yaklaşan bu felaketi manevi basiretiyle gördü. Ayrıca, o dönemin Harzemşah hükümdarıyla arasında yaşanan fikrî anlaşmazlıklar da bu kararı hızlandırdı. Ailesini ve kendisine bağlı müritlerini toplayarak, Belh’ten hicret etmeye karar verdi.
Bu, sıradan bir göç değil, ilim ve irfan tohumlarını Batı’ya, Anadolu’ya taşıyacak kutlu bir yolculuğun başlangıcıydı.

İkinci Bölüm: Hicret Yolunda Bir İrfan Dokunuşu
Yolculuk meşakkatliydi. İlk mühim durakları Nişabur oldu. Burada, İslam tasavvufunun en büyük şairlerinden, Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dili) eserinin müellifi Feridüddin Attâr Hazretleri ile karşılaştılar. Bahaeddin Veled, bu büyük velî ile derin sohbetlerde bulundu.
Rivayet edilir ki; Feridüddin Attâr, küçük Celâleddîn’in alnındaki manevi parıltıyı fark etti. Babasına dönerek, “Bu genç oğlunu iyi kolla, zira o, pek yakında âlemin yüreğine ateş salacak bir nur parçasıdır!” dedi. Hatta küçük Celâleddîn’e Esrârnâme (Sırların Kitabı) adlı eserini hediye etti. Bu karşılaşma, genç Celâleddîn’in kalbinde tasavvuf ateşini tutuşturan ilk kıvılcımlardan biri oldu.
Kafile, Bağdat’a uğradı, büyük âlimler ve mutasavvıflarla görüştü. Ardından mukaddes topraklara yönelip Hac farizasını eda ettiler. Sonrasında Şam ve Halep gibi ilim merkezlerinde bir müddet kaldılar. Nihayet, Anadolu Selçuklu Devleti’nin himayesine sığınarak önce Malatya, sonra Erzincan ve son olarak Karaman’a (o zamanki adıyla Larende) yerleştiler.
Celâleddîn artık bir gençti. Karaman’da Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya geldi. Babası Bahaeddin Veled, Karaman’da bir medresede ders vermeye başladı, ilmiyle çevresini aydınlattı.

Üçüncü Bölüm: Konya: Zahirî İlimlerin Zirvesi
Anadolu Selçuklu Devleti’nin adil ve âlim hükümdarı Sultan I. Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in şöhretini duymuştu. Ona büyük hürmet gösteriyor ve bu ilim güneşinin, devletinin payitahtı olan Konya’yı şereflendirmesini istiyordu.
Sultanın ısrarlı davetleri üzerine Bahaeddin Veled ailesiyle birlikte 1229 yılında Konya’ya göç etti. Sultan, onları büyük bir merasimle karşıladı ve en itibarlı medreselerden biri olan Altun-Âbâ (İplikçi) Medresesi’ni onlara tahsis etti.
İki yıl sonra, 1231’de Bahaeddin Veled Hazretleri Konya’da vefat etti. Babasının vefatı üzerine, Celâleddîn henüz 24 yaşında olmasına rağmen, ilimdeki derinliği ve manevi olgunluğu sayesinde babasının makamına geçti. İplikçi Medresesi’nde müderris oldu.
Fakat onun ilim yolculuğu bitmemişti. Babasının eski ve sadık talebelerinden olan Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî, hocasının vefatını duyunca Konya’ya geldi. Seyyid Burhaneddin, genç Celâleddîn’in manevi eğitimini (seyr u sülûk) üstlendi. Onun irşadıyla Celâleddîn, tasavvufun en derin sırlarına vakıf olmaya başladı.
Seyyid Burhaneddin, onun sadece manevi ilimlerle değil, zahirî ilimlerde de zirveye ulaşmasını istiyordu. Onu, dönemin en büyük ilim merkezleri olan Halep ve Şam’a gönderdi. Celâleddîn, Halep’te Hallâviyye Medresesi’nde, Şam’da ise Mukaddemiyye Medresesi’nde devrin en büyük âlimlerinden fıkıh, tefsir ve hadis dersleri aldı.
Konya’ya döndüğünde, o artık sadece babasının halefi değil, aynı zamanda devrinin parmakla gösterilen, en büyük âlimlerinden biriydi. Medresesinde yüzlerce talebesi vardı, fetvalar veriyor, vaazlarıyla Konya halkını irşad ediyordu. Herkes ona “Mevlânâ” (Efendimiz) diye hitap ediyordu. O, zahirî ilimlerin zirvesinde, saygın ve vakur bir âlimdi. Ta ki… o gün gelene kadar.

Dördüncü Bölüm: İki Denizin Buluşması: Şems-i Tebrîzî
Tarih 29 Kasım 1244 (642 H). Konya’da sıradan bir gündü. Müderris Mevlânâ, medresesinden çıkmış, katırının üzerinde, etrafı talebeleriyle çevrili halde evine doğru gidiyordu. Aniden, üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine karışmış, bakışları ateş gibi yanan bir derviş, yolunu kesti. Bu, diyar diyar gezen, “manevi bir yoldaş” arayan Şems-i Tebrîzî idi.
Şems, kalabalığı yardı ve Mevlânâ’nın katırının dizginlerini tuttu. O meşhur soruyu sordu:
“Ey âlimlerin âlimi, söyle bana! Hazret-i Peygamber (s.a.v.) mi daha büyüktür, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?”
Mevlânâ bu cüretkâr soru karşısında şaşırdı. “Bu nasıl sualdir?” dedi. “Elbette Kâinatın Efendisi, Peygamberlerin sonuncusu (s.a.v.) daha büyüktür. Bâyezîd kim oluyor ki O’nunla mukayese edilsin?”
Şems, beklediği cevabı almış gibi gülümsedi ve ikinci darbeyi vurdu:
“Peki, madem öyle… Neden Hazret-i Peygamber (s.a.v.) ‘Yâ Rabbî! Biz Seni hakkıyla bilemedik’ derken, Bâyezîd ‘Benim şanım ne yücedir, ben sultanların sultanıyım (Subhânî mâ a’zame şânî)’ diyebilmiştir?”
Bu sual, bir bomba gibi Mevlânâ’nın zihnine düştü. O, ilmin zirvesindeydi ama bu, “aşk”ın ve “hâl”in sualiydi. Mevlânâ durakladı, katırından indi. Şöyle cevap verdi:
“Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) manevi deryası sonsuzdu, ne kadar yol alsa, kendini o deryada bir hiç olarak görür ve daha fazlasını isterdi. Bâyezîd’in deryası ise bir testi kadardı, tattığı bir yudum manevi zevkle doldu ve o testiden taştı, o sözü söyledi…”
Bu cevaptaki derinliği gören Şems, aradığını bulduğunu anlamıştı. Mevlânâ da bu dervişin sıradan biri olmadığını… İki deniz orada, Konya sokaklarında buluşmuştu.
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Mevlânâ, Şems’i medresesine davet etti. İki dost, odalarına kapandılar. Günlerce, haftalarca, aylarca süren bir sohbete daldılar. Bu, bir âlimle bir dervişin değil, iki manevi denizin birbirine karışmasıydı. Mevlânâ, Şems’in aynasında Allah’ın (c.c.) cemalini, ilahi aşkın yakıcılığını gördü.
Artık medresedeki dersler durmuştu. Kitaplar bir kenara bırakılmıştı. Vakur âlim gitmiş, yerine ilahi aşkla yanan, gözyaşları döken, semâ eden (dönen) bir âşık gelmişti.

Beşinci Bölüm: Ayrılık Ateşi ve Mesnevî’nin Doğuşu
Bu ani değişim, Mevlânâ’nın talebelerini ve Konya halkını rahatsız etti. “Nereden çıktı bu derviş?” diyorlardı. “Efendimizi bizden çaldı, onu derslerinden, vaazlarından ayırdı.”
Halkın ve talebelerin dedikoduları, kıskançlıkları ve tehditleri o kadar arttı ki, Şems-i Tebrîzî bir gece ansızın Konya’yı terk etti (1246).
Şems gidince, Mevlânâ bir volkan gibi patladı. Aşkı, ayrılık ateşiyle birleşmişti. O vakur âlim, artık sokaklarda dostunu arıyor, Farsça gazeller söylüyordu. İşte onun Dîvân-ı Kebîr (Büyük Divan) adlı muazzam eseri, bu ayrılık ateşinin bir meyvesidir.
Oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi, Şems’i bulup geri getirdi. Ancak kıskançlık bitmemişti. Şems, bir süre sonra (1247) tekrar ve bu kez ebediyen ortadan kayboldu. (Bazı kaynaklar onun öldürüldüğünü rivayet eder).
Mevlânâ, Şems’i dışarıda aramayı bıraktı. Artık anlamıştı ki, Şems bir ayna idi ve o aynada gördüğü, kendi kalbindeki ilahi nurdan başkası değildi. Aşkı, bir şahıstan (Şems’ten) bizzat Mutlak Varlığa (Allah’a) yönelmişti.
Bu olgunlaşma devrinde, yanında iki sadık dostu vardı: Önce Selahaddin Zerkûbî, onun vefatından sonra ise talebesi Hüsameddin Çelebi.
Bir gün Hüsameddin Çelebi, Mevlânâ’ya dedi ki: “Efendim, Feridüddin Attâr veya Senâî gibi, hakikat yolcularına rehber olacak, hikmet dolu bir kitap yazsanız ne güzel olur.”
Mevlânâ tebessüm etti. Sarığının arasından, kendi el yazısıyla yazdığı Mesnevî’nin ilk 18 beytini çıkardı ve Hüsameddin’e uzattı: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan, ben söylerim.”
Böylece, İslam medeniyetinin en büyük şaheserlerinden biri olan Mesnevî-i Mânevî doğmaya başladı. Yıllar süren bu çalışmada, Hazret-i Mevlânâ geceleri, bazen semâ ederken, bazen yürürken ilahi ilhamla gelen hikmetleri söyler, Kâtip Hüsameddin Çelebi de gözyaşları içinde bunları kaydederdi. Mesnevî, baştan sona Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin manevi bir tefsiri, hikâyelerle süslenmiş bir irşad kitabı oldu.

Altıncı Bölüm: Vuslat Gecesi: Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi)
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’yi tamamladıktan sonra ömrünün son yıllarını sükûnet ve irşad ile geçirdi. Artık o, Konya’nın ve tüm İslam âleminin manevi güneşiydi. Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanlar ve Yahudiler dahi onun ilminden ve müsamahasından (hoşgörüsünden) etkileniyor, sohbetlerine katılıyorlardı.
1273 (672 H) senesinin sonbaharında hastalandı. Ancak o, hastalığı bir dert değil, bir “vuslat” (kavuşma) habercisi olarak görüyordu. Ziyaretine gelenlere “Korkmayın,” diyordu, “Bizim ölümümüz, ebedî bir diriliştir.”
Ölümü, “Şeb-i Arûs” yani “Düğün Gecesi” olarak adlandırıyordu. Çünkü bu gece, âşık (Mevlânâ) ile Mâşuk’un (Allah) buluşacağı geceydi.
17 Aralık 1273 Pazar günü, güneş batarken, o da ruhunu Rahmân’a teslim etti.
Vefat haberi Konya’yı yasa boğdu. Cenazesi, tarif edilemez bir kalabalıkla kaldırıldı. Sadece Müslümanlar değil, şehrin Hristiyan ve Yahudi cemaatleri de ağlayarak cenazeye katıldılar. Onlara neden ağladıklarını sorduklarında, “Biz, peygamberlerin sırrını onda gördük. O, bizim için bir güneş gibiydi,” dediler.
Hazret-i Mevlânâ, bedeniyle toprağa verilse de, fikirleri, ilahi aşkı ve en mühimi olan Mesnevî’si ile asırlardır insanlığın yolunu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir. Onun mirası, İslam’ın derûnî, sevgi ve aşk dolu yüzünün en parlak tasviridir.
________________________________________
Allah, o büyük velînin sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Âmin.

*****

• İmam Nevevî (ö. 676 H / 1277 M): Hadis ve Şâfiî fıkhı alanında otoritedir. “Riyâzü’s-Sâlihîn” ve “Kırk Hadis” gibi eserleri en çok okunan kitaplar arasındadır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Nevevî (Rh.A.)
(İlme Adanmış Kırk Beş Yıllık Bir Hayat)
Tarih, hicretin 631. yılını (miladi 1233) gösteriyordu. Şam yakınlarında, Neva kasabasında mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Yahya koydular. Babası Şeref, salih ve müttaki bir zattı. Bu küçük Yahya’nın, ileride İslâm âleminin semasında parlayacak, künyesiyle “Ebû Zekeriyyâ” ve doğduğu yere nisbetle “Nevevî” olarak anılacak büyük imam olacağından habersizdi.
Bir Çocuk ki Oyundan Kaçar, Kur’ân’a Koşardı
Küçük Yahya’nın yapısı, başka çocuklara benzemiyordu. Akranları sokaklarda oyun peşinde koşarken, o, bir köşeye çekilip elindeki Kur’ân-ı Kerîm cüzünü ezberlemeye çalışırdı. Diğer çocuklar, onu zorla oyuna katmak istediklerinde, küçük Yahya ağlayarak onlardan kaçar ve “Beni Rabbimin kelâmından ayırmayın!” dercesine tekrar kitabına dönerdi.
Babası Şeref, oğlundaki bu derûnî aşkı ve ilim ateşini fark etmişti. Bir gün, dükkânında çalışırken oğlu Yahya’nın, medresenin bir köşesinde nasıl bir huşû içinde Kur’ân okuduğunu nazar etti (gözlemledi). O an, kalbine bir ilham geldi: Bu çocuk, bu dünyaya oyun için gelmemişti; onun vazifesi başkaydı. Bu isbatı gördükten sonra, oğlunun hayatını tamamen ilme vakfetmesi için elinden geleni yapmaya karar verdi.
Şam Yolculuğu ve İlim Deryasına Giriş
Yahya, on sekiz yaşına geldiğinde, babası onun elinden tuttu ve devrin ilim merkezi olan, “Dımaşk” yani Şam-ı Şerif’e götürdü. Onu, şehrin en meşhur medreselerinden olan Revâhiyye Medresesi’ne kaydettirdi. İşte İmam Nevevî’nin ilimle dolu çileli, fakat bir o kadar da bereketli hayatı böyle başladı.
Genç Yahya, Şam’da adeta zamanla yarışıyordu. Rivayet olunur ki, günde on iki farklı derse girerdi. Fıkıh, Hadis, Usûl, Nahiv (dil bilgisi) ve başka ilimlerde en meşhur hocalardan dersler alıyordu. Gecesi gündüzü ilimle geçiyordu. Uykusu geldiğinde, kitaplarının üzerine başını koyar, biraz dinlendikten sonra tekrar kalkar, kandilinin ışığında okumaya ve yazmaya devam ederdi.
Kendisi o günleri şöyle tasvir eder: “Şam’a geldikten sonra iki sene boyunca yere uzanıp yatmadım. Uykum geldiğinde kitaplarıma yaslanır, biraz kestirirdim.” Yemesi, içmesi o kadar azdı ki, sadece hayatını idame ettirecek kadar azıkla yetinirdi. Neva’dan babasının gönderdiği kuru ekmek ve incir, onun için en büyük ziyafetti. Onun bu hâli, ilim talebesinin nasıl bir zühd (dünyadan yüz çevirme) ve takvâ içinde olması gerektiğinin en canlı misali oldu.
İlmin Zirvesi ve Eşsiz Takvâ
İmam Nevevî, yirmi dokuz yaşına geldiğinde, Şam’ın en büyük hadis mektebi olan “Dârü’l-Hadîs el-Eşrefiyye”ye hoca (müderris) tayin edildi. Bu, o devir için bir âlimin ulaşabileceği en yüksek makamlardan biriydi. Fakat bu makam, onun mütevazı hayatını zerre kadar değiştirmedi.
O, Şâfiî fıkhında devrinin en büyük otoritesi olmuştu. Hadis ilminde ise, Sahîh-i Müslim’e yazdığı şerh (açıklama), bugün dahi aşılamamış bir şaheserdir.
Ancak onu “İmam Nevevî” yapan, sadece dahilî ilmi değil, aynı zamanda o ilmi hayatına tatbik edişindeki hassasiyetiydi. O, verâ ve takvâ sahibi bir âbiddi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Evlenmedi; çünkü bütün hayatını ilme ve ümmete hizmete adamıştı. Giydiği elbise sade, evi mütevazı odasından ibaretti. Devletten veya zenginlerden asla hediye kabul etmezdi. “Haram ve şüpheli lokma yiyen bir bedenden, nasıl olur da Allah’ın dinine hizmet çıkabilir?” diye düşünürdü.
Sultanın Karşısında Eğilmeyen Baş
İmam Nevevî Hazretleri, sadece medresede ders veren bir hoca değil, aynı zamanda “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) vazifesini en üst perdeden yapan cesur bir âlimdi.
O devirde, Mısır ve Şam’a hükmeden Memlük Sultanı Baybars, Moğol tehlikesine karşı ordusunu güçlendirmek için halktan ağır vergiler toplamak istedi. Şam âlimlerini toplayarak bu karar için onlardan fetva istedi. Diğer âlimler, sultanın gazabından çekinerek sustuğunda, İmam Nevevî ayağa kalktı.
Sultana hitaben, gür bir sesle şöyle dedi: “Ey Sultan! Bilirim ki sen, bir zamanlar köle idin, hiçbir şeyin yoktu. Allah sana lütfetti, seni sultan yaptı. Devletin hazinesi ağzına kadar dolu iken ve senin kendi askerlerinin her birinin üzerinde altın kemerler, mücevherler varken, sen nasıl olur da bu fakir halktan fazladan vergi istersin? Önce hazinedeki malları ve askerlerindeki o zenginlikleri harbe sarf et, şayet yetmezse, o zaman halktan vergi istersin!”
Sultan Baybars, bu sözler karşısında öfkeden titredi. Vezirleri, İmam’ı öldürtmesi için fısıldadılar. Sultan dedi ki: “Vallahi, onu öldüremem. Ben ondan korkuyorum. Onun heybeti, kalbime korku salıyor.”
İmam Nevevî, hakkı söylemekten asla çekinmedi. Sultanın bu kararı geri alması için defalarca mektup yazdı. Sultan onu sürgüne göndermekle tehdit ettiğinde, İmam şu manidar cevabı verdi: “Sürgün benim için vatan değişikliğidir. Hapis, benim için ibadet yeridir (halvettir). Ölüm ise, Rabbime kavuşmaktır (şehadettir). Ben bu vazifeden dönmem!”
Onun bu dik duruşu, ilmin izzetini ve âlimin şerefini korudu.
Kırk Beş Yıla Sığan Cihan Şümul Miras
İmam Nevevî, sadece 45 yıllık kısa bir hayat sürdü. Fakat bu kısa ömre, yüzlerce ciltlik hayatın sığdıramayacağı kadar büyük eserler sığdırdı.
O, ümmetin her ferdini düşündü. Sadece büyük âlimler için değil, halk için de eserler kaleme aldı.
1. Riyâzü’s-Sâlihîn (Salihlerin Bahçesi): Müslümanların hayatının her safhasında (iman, ibadet, ahlâk, muamelat) rehber olacak en sahih hadisleri bir araya getirdi. Bu kitap, yazıldığı günden bugüne, İslâm coğrafyasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en çok okunan kitap olma şerefini korudu.
2. el-Erbâîn (Kırk Hadis): Dinin temel direkleri sayılan, “cevâmiu’l-kelim” (az sözle çok mana ifade eden) 42 hadis-i şerifi derledi. Bu küçük risale, İslâm’ın ruhunu tasvir eden bir özettir.
3. El-Ezkâr: Bir Müslümanın sabahtan akşama kadar yapması gereken duaları ve zikirleri topladığı bir hazinedir.
4. Minhâcü’t-Tâlibîn ve Mecmû’: Şâfiî fıkhında yazdığı bu dev eserler, kendisinden sonra gelen bütün Şâfiî âlimlerinin temel müracaat kaynağı oldu.
Vuslat Zamanı
Hicrî 676 (Miladi 1277) yılında, İmam Nevevî, Şam’daki vazifesini tamamladığını hissetti. Medresesindeki bütün emanetleri sahiplerine iade etti. Ömrü boyunca ödünç aldığı kitapları tek tek sahiplerine geri verdi.
Daha sonra, doğduğu topraklara, Neva’ya döndü. Babasının yanına vardı. Çok geçmeden hastalandı ve 45 yaşında, ilimle, ibadetle ve mücadeleyle dolu mübarek hayatını tamamlayarak Rabbine kavuştu.
İmam Nevevî (rahmetullahi aleyh), kısa hayatına sığdırdığı devasa mirasıyla, ilmin sadece ezberlemek olmadığını; ilmin, takvâ, zühd, cesaret ve amel olduğunu tüm dünyaya isbat eden bir hidayet kandili olarak aramızdan ayrıldı. Allah Teâlâ, bizleri onun şefaatine nâil eylesin ve hayatından ibret almayı nasip etsin. Âmin.

*******

• İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) (ö. 911 H / 1505 M): Hadis, tefsir, tarih gibi yüzlerce alanda eser vermiş Mısırlı büyük bir alimdir. Dokuzuncu hicri yüzyılın müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat vardır.

________________________________________
Kitapların Oğlu ve Asrın Müceddidi: İmam Celâleddin es-Süyûtî (r.a.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 849 (Miladî 1445) yılını gösterirken, Mısır’ın kalbi, ilim ve irfan merkezi olan Kahire şehri, eşine az rastlanır bir hadiseye şahitlik edecekti. O devirde Kahire, Memlük Sultanlığı’nın payitahtı ve İslam dünyasının en parlak ilim merkezlerinden biriydi. İşte böyle bir zamanda, ilimle meşgul bir ailenin reisi olan Ebû Bekr b. Muhammed, büyük bir âlim ve salih bir zattı.
Birinci Bölüm: Kütüphanede Doğan Çocuk
Bir rivayete göre, Celâleddin’in validesi (annesi), doğum sancıları başladığı sırada, eşinin muazzam kütüphanesinde bulunuyordu. Öyle ki, vakt-i saati gelip de o mübarek çocuk dünyaya gözlerini açtığında, etrafı oyuncaklarla değil, binlerce cilt kitapla çevriliydi. Sanki kader, daha ilk nefesinde onun kulağına, “Senin hayatın bu kitapların içinde, ilmin hizmetinde geçecek” diye fısıldamıştı.
Bu harikulade doğum hadisesi sebebiyle, o çocuğa daha sonra “İbnü’l-Kütüb” yani “Kitapların Oğlu” lakabı verilecekti. Bu, onun ilimle yoğrulmuş hayatının ne güzel bir başlangıcıydı!
Adını Abdurrahman koydular. Künyesi Ebü’l-Fazl, lakabı ise babasının memleketine nisbetle “Süyûtî” (Asyût’lu) ve dinin celâline, azametine hizmet edeceği için “Celâleddin” oldu.

İkinci Bölüm: Yetim Kalan Deha
Celâleddin’in hayatı, ilim dolu bir evde başlamıştı ancak bu huzurlu ortam çok uzun sürmedi. Henüz beş-altı yaşlarında küçük bir çocukken, ilim yolundaki ilk rehberi olan babasını kaybetti. O artık bir yetimdi.
Fakat babasız kalmak, onun ilim aşkını söndürmedi, bilakis daha da alevlendirdi. Zira o, sıradan bir çocuk değildi; Allah Teâlâ’nın kendisine bahşettiği fevkalade bir zekâya (dehaya) sahipti. Babasının vefatından sonra, devrin büyük âlimleri bu yetimdeki cevheri fark ettiler ve onu himayelerine aldılar.
Küçük Celâleddin, keskin zekâsıyla herkesi hayrete düşürüyordu. Sekiz yaşına basmadan Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberleyerek “hâfız” oldu. Bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Ardından, devrinin temel ilim metinlerini, fıkıhtan (özellikle Şâfiî fıkhı) hadise, Arap dili gramerinden (nahiv ve sarf) usûle kadar birçok eseri de hıfzetmeye başladı. O, adeta yürüyen bir kütüphane olmak için yaratılmıştı.

Üçüncü Bölüm: İlim Okyanusuna Yolculuk
Gençlik çağına geldiğinde, Celâleddin es-Süyûtî artık ilim meclislerinin en parlak talebesiydi. Kahire, o dönemde dünyanın dört bir yanından gelen âlimlerin buluşma noktasıydı. İmam Süyûtî, bu büyük âlimlerin her birinden ayrı ayrı dersler aldı. Rivayete göre, ders aldığı hocalarının sayısı yüzleri bulmuştu.
Henüz on yedi yaşındayken, hocalarından “icâzet” (diploma, ders verme yetkisi) aldı ve kendisi de ders vermeye başladı. Onun ders halkaları, kısa sürede ilim taliplerinin akınına uğradı. Çünkü o, sadece bildiğini aktaran bir hoca değil, aynı zamanda ilmi yaşayan, zühd ve takva sahibi bir âlimdi.
İmam Süyûtî’nin ilim sahası o kadar genişti ki, İslamî ilimlerin neredeyse girmediği hiçbir dal kalmamıştı. Onu sadece bir “müfessir” (tefsir âlimi) veya “muhaddis” (hadis âlimi) olarak tanımlamak eksik kalır. O, aynı zamanda bir tarihçi, bir dil âlimi, bir fıkıhçı, bir usûlcü, hatta tıp ve tabiat ilimleriyle bile ilgilenen ansiklopedik bir dâhiydi.

Dördüncü Bölüm: Kaleminden Dökülen Miras
İmam Süyûtî’nin en hayret verici yönü, şüphesiz ki eserlerinin (te’lifatının) sayısı ve muhtevasıdır. Ömrü boyunca durmaksızın yazdı. Gecesi gündüzü, kalemi ve kâğıdıyla geçti. Bazı kaynaklar onun beş yüzü aşkın, bazıları ise yedi yüz, hatta dokuz yüze yakın eser kaleme aldığını zikreder. Bu, onun kısa sayılabilecek (yaklaşık 62 yıl) ömrüne nasıl bu kadar çok ilmi sığdırdığının bir mucizesi gibiydi.
O, sadece yeni eserler yazmakla kalmadı, aynı zamanda kendinden önceki ilim mirasını tasnif etti, özetledi (ihtisar etti) ve gelecek nesillerin daha kolay istifade edeceği hale getirdi.
Onun eserlerinden bazıları, bugün dahi sahasında zirvedir:
1. Tefsîru’l-Celâleyn (İki Celâl’in Tefsiri): Bu meşhur tefsir, İmam Süyûtî’nin hocası Celâleddin el-Mahallî tarafından başlanmış, Fâtiha Sûresi’nin başından ve Kehf Sûresi’nin sonundan itibaren yazılmıştı. Hocasının vefatıyla yarıda kalan bu kıymetli eseri, İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) devraldı ve hocasının üslubuna harfiyen sadık kalarak tamamladı. Bu tefsir, kısa, öz ve son derece açık olmasıyla asırlardır medreselerde okutulmaktadır.
2. el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (Kur’an İlimlerinde Mükemmellik): Kur’an ilimleri (Nüzûl sebepleri, Mekkî-Medenî, Nâsih-Mensûh, Kıraat farklılıkları vb.) sahasında yazılmış en kapsamlı ve en temel eserlerden biridir. Bugün bile bu alanda çalışma yapan herkesin mutlaka müracaat etmesi gereken bir başyapıttır.
3. Târîhu’l-Hulefâ (Halifeler Tarihi): Dört Halife döneminden başlayarak kendi zamanına kadar (Abbâsîlerin sonuna kadar) halifelerin hayatını ve devirlerini anlatan çok mühim bir tarih kitabıdır.
4. el-Câmiu’s-Sağîr ve Cem’u’l-Cevâmi’: Hadis ilmindeki engin bilgisini gösteren, binlerce hadîs-i şerîfi bir araya getirdiği devasa derlemeleridir.

Beşinci Bölüm: Asrın Yenileyicisi (Müceddid) ve Uzlet Hayatı
İmam Süyûtî, sadece ilmiyle değil, aynı zamanda yaşadığı devrin haksızlıklarına ve bid’atlerine karşı gösterdiği tavırla da öne çıktı. Bu sebeple, İslam âlimleri arasında, onun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah Teâlâ, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadîs-i şerîfinde müjdelenen Dokuzuncu Hicrî Asrın Müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat hâsıl olmuştur.
Ancak ilmin zirvesinde olmak, çile ve imtihanı da beraberinde getirir. İmam Süyûtî, bazı çağdaşı âlimlerin hasedine (kıskançlığına) ve tenkitlerine maruz kaldı. Resmî görevlerde bulundu, dersler verdi, fetvalar yazdı.
Fakat hayatının kırkıncı yılına geldiğinde (Hicrî 889), mühim bir karar aldı. İçinde bulunduğu ilim ve siyaset dünyasının çekişmelerinden, makam ve mevki hırsından yorulmuştu. İnsanlardan uzaklaşmaya (uzlet) ve kendini tamamen Allah’a ibadete ve eser yazmaya adamaya karar verdi.
Kahire’de, Nil Nehri’nin kenarındaki Ravda adasında bulunan evine çekildi. Kapısını dünyaya kapattı. Sultanlar ve devlet adamları ona hediyeler gönderdiğinde, “Allah Teâlâ bizi sizden ve sizin hediyelerinizden müstağnî kıldı (ihtiyaçsız eyledi)” diyerek hepsini geri çevirdi. Bu, onun zühdünün ve dünyaya ne kadar az kıymet verdiğinin en büyük ispatıydı.
Altıncı Bölüm: Rabbine Kavuşma
İmam Celâleddin es-Süyûtî, bu uzlet hayatında ömrünün en verimli yıllarını yaşadı. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise durmaksızın yazmakla geçti.
Takvimler Hicrî 911 (Miladî 1505) yılını gösterdiğinde, yaklaşık 62 yıllık bereketli bir ömrün sonuna geldi. Doğduğu şehir olan Kahire’de, arkasında yüzlerce eser ve milyonlarca talebe bırakarak vefat etti.
O, dünyaya “Kitapların Oğlu” olarak gelmişti ve dünyadan “İslam Kütüphanesinin En Büyük Hizmetkârlarından Biri” olarak ayrıldı. Bugün dahi, bir hadis, bir tefsir veya bir tarih meselesi araştırıldığında, İmam Süyûtî’nin okyanus misali ilminden bir damlaya müracaat etmemek neredeyse imkânsızdır.
Allah Teâlâ, o büyük hidayet kandilinden razı olsun. İlminden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Makamını âlî, mekânını cennet eylesin. Âmin.

*****

5. Yenilenme ve İkinci Binyıl Dönemi (H. 11. Yüzyıl Sonrası)

• İmam Rabbânî (Ahmed Sirhindî) (ö. 1034 H / 1624 M): “Müceddid-i Elf-i Sânî” (İkinci Binyılın Yenileyicisi) olarak meşhur olmuştur. Hindistan’da tasavvufu (özellikle Vahdet-i Şühûd anlayışıyla) ve Sünnet’i ihya etmiştir. “Mektûbât”ı en önemli eseridir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İkinci Binyılın Yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 971 yılını (Miladî 1564) gösterdiğinde, Hindistan’ın Sirhind (Serhend) şehrinde mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Ahmed koydular. Bu hanenin havası başkaydı; zira bu ailenin soyu, adaletiyle meşhur Halife Hz. Ömer’e (r.a.) dayanıyordu. Babası Şeyh Abdülehad, hem zahiri ilimlerde âlim hem de derûnî (içsel) yolda kâmil bir mürşid idi.
Küçük Ahmed, bambaşka bir yapıya sahipti. Diğer çocuklar oyunla meşgulken, o, ilmin ve hikmetin lezzetini tatmıştı. Henüz çok genç yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra, ilim tahsiline babasının yanında başladı. Zekâsı o kadar parlaktı ki, kısa zamanda temel İslâmî ilimleri, mantık ve hikmet derslerini tamamladı. Babası, bu cevherdeki istidadı görmüş ve onu Siyalkût şehrindeki zamanın büyük âlimlerinden Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’nin yanına gönderdi.
Genç Ahmed, orada da ilmiyle parladı. Hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerinde derinleşti. Hocaları, onun suallerindeki derinliğe ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayret ediyorlardı. İlim tahsilini tamamlayıp Sirhind’e döndüğünde, artık parmakla gösterilen genç bir âlimdi.
Bir Dönüm Noktası: Zamânın Fitnesi ve Arayış
Ahmed Sirhindî’nin yaşadığı devir, Hindistan’daki Müslümanlar için çok çetin bir devirdi. Babür İmparatoru Ekber Şah, siyasi gayelerle “Dîn-i İlâhî” adında yeni ve sapkın bir din icat etmişti. Bu yeni inanış, İslam, Hinduizm ve başka inançların bir karışımıydı; hak ile bâtılı birbirine karıştırıyor, Müslümanların akîdesini (inancını) temelden sarsıyordu. Saraya yakın sözde âlimler, bu sapkınlığa fetva veriyor, Sünnet-i Seniyye unutulmaya yüz tutuyordu.
Aynı zamanda, tasavvuf anlayışında da bir başıboşluk hüküm sürüyordu. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin derin manalar ihtiva eden “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) mefhumu, cahil kimselerin dilinde yanlış yorumlanıyordu. Bazıları, “Her şey O’dur” diyerek, Şeriat’ın (İslam hukukunun) emir ve yasaklarını hiçe saymaya, helal ile haram arasındaki sınırı kaldırmaya cüret ediyordu.
Genç âlim Ahmed Sirhindî, bu manzarayı derin bir teessürle (üzüntüyle) izliyordu. Zahiri ilimlerde zirveye ulaşmıştı ama derûnî dünyasında bir arayış vardı. Biliyordu ki bu fitneyi durdurmak, sadece medrese ilmiyle mümkün değildi. Kalplere tesir edecek manevî bir güce, Rabbani bir irşada ihtiyaç vardı.
Bu arayışla yollara düştü. Başkent Agra’ya gitti. Orada ilim meclislerine katıldıysa da aradığını tam olarak bulamadı. Hac niyetiyle yola çıktı ve Delhi’ye uğradı. İşte hayatının dönüm noktası burada gerçekleşti.
Mürşide Varmak: Hâce Bâkî Billâh ile Tanışma
Delhi’de, zamanın büyük Nakşibendî mürşidi Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri’nin (k.s.) namını işitti. Huzuruna vardığında, derhal aradığını bulduğunu anladı. Okyanus, kendi incisini tanımıştı. Hâce Bâkî Billâh da karşısındaki genç âlimin sıradan biri olmadığını, alnında parlayan hidayet nurunu derhal fark etti.
İmam Rabbânî, bu büyük mürşidin önünde diz çöktü ve manevî yola girmek istediğini beyan etti. Hâce Bâkî Billâh, onu talebeliğe kabul etti. İmam Rabbânî, o güne kadar öğrendiği tüm zahiri ilimleri bir kenara bırakıp, tam bir teslimiyetle kendini mürşidinin terbiyesine adadı.
Manevî yoldaki ilerleyişi, ilimdeki ilerleyişinden daha süratliydi. Başkalarının yıllar süren çilelerle kat ettiği makamları, o, iki buçuk ay gibi kısa bir zamanda geçti. Derûnî âlemde öyle haller ve keşifler yaşıyordu ki, mürşidi Hâce Bâkî Billâh dahi onun bu süratli yükselişine hayret ediyordu. Hocası ona, “Sen, bu yolun güneşi olacaksın” diyordu.
Kısa sürede seyr ü sülûkünü (manevî yolculuğunu) tamamladı. Hocası ona sadece icâzet (diploma) vermekle kalmadı, aynı zamanda kendi talebelerinin bir kısmının terbiyesini de ona havale etti. Artık o, genç yaşında bir âlim, bir arif ve bir mürşid-i kâmil idi.
Büyük Vazife: “Müceddid-i Elf-i Sânî”
İmam Rabbânî, Sirhind’e döndüğünde omuzlarında ağır bir yük vardı. Hocası Hâce Bâkî Billâh kısa süre sonra vefat etmişti ve Hindistan’daki irşad vazifesi ona kalmıştı.
Tam da o yıllar, İslâm takviminde çok kritik bir eşikti: Hicret’in üzerinden bin yıl geçmiş, ikinci binyıl (Elf-i Sânî) başlamıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Şüphesiz ki Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir” buyurmuştu. Bin yılın dönümü ise daha büyük bir yenilenmeyi gerektiriyordu.
İşte İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî, bu büyük vazife için seçilmişti. O, “Müceddid-i Elf-i Sânî” yani “İkinci Binyılın Yenileyicisi” olacaktı.
Mücadelenin Silahı: Mektûbât
İmam Rabbânî, mücadelesine başladı. Onun silahı, kılıç değil, kalemdi. Onun ordusu, talebeleriydi. Mücadelesi iki cephedeydi:
1. Saraydaki Sapkınlığa Karşı: İmparator Ekber Şah’ın “Dîn-i İlâhî” fitnesine ve Sünnet’i hiçe sayan uygulamalarına karşı durdu.
2. Tasavvuftaki Yanlış Anlayışlara Karşı: “Vahdet-i Vücûd”u yanlış yorumlayıp Şeriat’ı terk edenlere karşı, hakikati haykırdı.
Bu mücadelenin merkezi, onun yazdığı mektuplardı. Başta kendi talebeleri olmak üzere, âlimlere, devlet adamlarına, komutanlara ve hatta imparatorun sarayındaki vezirlere mektuplar yazdı. Bu mektuplar, sıradan mektuplar değildi; her biri, Kur’ân ve Sünnet ışığında yazılmış birer risale, birer manevî reçeteydi.
Bu mektuplarda, Sünnet’e uymanın ehemmiyetini, bid’atlerden (dinde olmayan sonradan uydurulan şeyler) sakınmanın zaruretini anlattı. Şeriat, tarikat ve hakikat arasındaki ince dengeyi izah etti.
Özellikle “Vahdet-i Vücûd” meselesine derin bir izah getirdi. O, Vahdet-i Vücûd’u inkâr etmedi, ancak bunun, müridin manevî yolculukta karşılaştığı bir “hal” (geçici durum) olduğunu söyledi. Hakikatin bundan daha ileride olduğunu belirtti ve kendi manevî tecrübesiyle ulaştığı “Vahdet-i Şühûd” (Şahitliğin Birliği) mefhumunu ortaya koydu. Vahdet-i Şühûd’a göre; var olan her şey Allah’ın bir yansıması, bir gölgesiydi. Gölge, asla aslının aynı olamazdı. Yaratıcı (Hâlık) ile yaratılan (mahlûk) apayrıydı. Bu izahıyla, hem tasavvufun derinliğini muhafaza etti hem de Şeriat’ın sınırlarını net bir şekilde çizdi.
Onun meşhur sözü, bu mücadelenin özetiydi: “Şeriat, her şeyin aslıdır. Tarikat, Şeriat’ın hizmetkârıdır.”
Bu mektuplar elden ele dolaştı, kalpten kalbe aktı. Toplandığında, “Mektûbât-ı Rabbânî” adıyla bilinen o muazzam eser ortaya çıktı.
Zindan İmtihanı ve Manevî Zafer
İmam Rabbânî’nin tesiri arttıkça, saraydaki bozuk zihniyetli kimseler rahatsız oldu. Ekber Şah ölmüş, yerine Cihangir geçmişti. İmam’ı çekemeyenler, Cihangir’e gidip onu “Devlet içinde devlet kuruyor, saltanatınıza ortak olmak istiyor” diye şikâyet ettiler.
Cihangir, İmam Rabbânî’yi saraya çağırdı. Saraya girdiğinde, imparatora secde etmesi (o dönemde bir saygı âdetiydi) istendi. İmam Rabbânî, vakur bir şekilde başını dik tuttu ve “Benim bu başım, Allah’tan başkasına eğilmez!” diyerek bu emri reddetti.
Bu tavır, imparatoru daha da öfkelendirdi. İmam Rabbânî Hazretleri, 1028 (1619) yılında Gevâliyâr Kalesi’ne hapsedildi.
Fakat mü’min için zindan, bir “Medrese-i Yûsufiyye” (Hz. Yusuf’un medresesi) idi. İmam Rabbânî, zindanı bir dergâha çevirdi. Oradaki mahkûmlara, hatta gardiyanlara İslam’ı anlattı. Onun bereketiyle, kaledeki binlerce günahkâr tövbe etti, namaza başladı ve onun talebesi oldu.
Bir yıl sonra, Cihangir büyük bir hata yaptığını anladı. Hem gördüğü bir rüya hem de İmam’a yapılan iftiraların asılsız olduğunun ortaya çıkması üzerine pişman oldu. İmam Rabbânî’yi serbest bıraktı, ona hürmet gösterdi ve ondan özür diledi. İmam, affetmenin bir fazilet olduğunu göstererek imparatoru affetti.
Bu olay, bir zindana giriş değil, hakikatin saraya girişiydi. Cihangir, İmam’ın sohbetlerinden çok etkilendi. Ülkede Sünnet’e aykırı ne kadar uygulama varsa kaldırdı, bozulan camileri tamir ettirdi ve İslam ahkâmının yeniden uygulanmasını emretti. İmam Rabbânî’nin kalemiyle başlattığı inkılâp, zindandaki sabrıyla zafere ulaşmıştı.

Güneşin Batışı ve Ebedî Mirası
İmam Rabbânî, ömrünün sonuna kadar irşad vazifesine devam etti. Binlerce talebe yetiştirdi. Onun talebeleri, Hindistan’dan Orta Asya’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar yayılarak Sünnet-i Seniyye meşalesini taşıdılar.
Takvimler Hicrî 1034 (Miladî 1624) yılını gösterdiğinde, bu büyük müceddid, 63 yıllık çile, mücadele ve hikmet dolu bir hayatın ardından Rabbine kavuştu. Vefatı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat ettiği yaştaydı.
İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî Hazretleri, karanlığın en koyu olduğu bir anda ortaya çıkmış, “Dîn-i İlâhî” fitnesini söndürmüş, tasavvufu bid’atlerden ayıklamış, Şeriat ile tarikatı barıştırmış ve Ehl-i Sünnet akîdesini yeniden Hindistan’da hâkim kılmıştır.
O, ismiyle müsemma bir “İmam” (önder), Allah yoluna adanmış bir “Rabbânî” ve ikinci binyılın “Müceddid”i (yenileyicisi) olarak tarihe ve kalplere adını altın harflerle yazdırmıştır. Onun “Mektûbât”ı, bugün dahi yolumuzu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, onun makamını âlî eylesin. Bizleri de onun yolundan giden, Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Âmin.

*************

• Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960 M): 20. yüzyılda Türkiye’de yaşamış büyük bir alim ve mütefekkirdir. Özellikle materyalist ve pozitivist felsefelerin imana yönelik hücumlarına karşı Kur’an’ın hakikatlerini akli delillerle savunan “Risale-i Nur Külliyatı”nı telif etmiştir. İman hakikatlerini yenileyen bir tecdid hareketi olarak görülür ve dönemin müceddidi kabul edilir.

Hidayet Kandillerinden: Bediüzzaman Said Nursî (Rahmetullahi Aleyh)

Giriş: Bir Asrın Şafağında Doğan Nur
Bundan takriben 150 sene evvel, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde, cihan büyük bir fırtınaya gebeydi. Tabiatı parçalayan ilim (fen) silahları, inançları sarsan felsefî akımlar ve imanı kalplerden söküp atmayı hedefleyen materyalist (maddiyun) düşünceler, İslam âleminin üzerine bir karanlık gibi çökmekteydi.
İşte böyle bir zamanda, 1878 (Rumi 1293) senesinde, Bitlis vilayetinin Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde, Sofi Mirza ve Nuriye Hanım’ın mübarek hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını “Said” koydular. Kimse bilmiyordu ki, bu küçük Said, ileride asrın karanlığını dağıtmak için gönderilmiş bir “hidayet kandili” olacak ve isminin başına “zamanın eşsizi, harikası” manasında “Bediüzzaman” lakabını alacaktı.

Bölüm 1: Zekâsı Dilleri Destan “Harika Çocuk”
Said, başka çocuklara benzemiyordu. Küçücük yaşında dahi etrafındaki hadiseleri derin bir tefekkürle (düşünceyle) süzerdi. Oynadığı oyunlarda bile bir hikmet arar, tabiata “nazar” eder (bakış), kâinatın sahibini sual ederdi.
Onun en belirgin vasfı, akıllara durgunluk veren zekâsı ve hafızasıydı. Dokuz yaşında tahsile (eğitime) başladı. Ancak onun ilimdeki sürati, hocalarını hayrette bırakıyordu. Bir medresede aylarca okutulan bir kitabı, o birkaç günde ezberler, manasını kavrardı. Bu sebeple medreseden medreseye dolaştı. Kimi hocalar onun bu harika hâline hayran kalır, kimileri de onunla ilmî mübahaseye (tartışmaya) girmekten çekinirdi.
Rivayet edilir ki, bir gün hocası Molla Fethullah Efendi, genç Said’e iki zorlu kitabı gösterip, “Bunları ne kadar zamanda bitirirsin?” diye sordu. Said, “Bir hafta kâfi” dedi. Hocası şaşırdı. Lakin Said, bir hafta sonra geldiğinde, sadece kitapları okumamış, iki kitabın muhtevasını birbiriyle mukayese edip, tenkitlerini (eleştirilerini) dahi yapmıştı. Bunun üzerine hocası, “Ey Said! Sen zamanın harikasısın, ‘Bediüzzaman’sın” demekten kendini alamadı.
Daha 14-15 yaşlarındayken, zamanın büyük âlimleriyle ilmî münazaralara (tartışmalara) giriyor, sorduğu sualler ve verdiği cevaplarla onları ikna ediyordu. O, sadece dinî ilimleri değil, aklî ve fennî ilimleri de süratle tahsil etmişti. Onun derdi büyüktü: O, sadece bir âlim değil, bu asrın imanını kurtaracak bir “müceddid” (yenileyici) olmaya namzetti.

Bölüm 2: “Eski Said” ve Medresetü’z-Zehra Rüyası
Genç Said, ilimle dolduktan sonra Van’a gitti. Orada Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldı. Tahir Paşa, onun sadece dinî ilimlerde değil, coğrafya, matematik, fizik, kimya ve felsefede de ne kadar derinleştiğini görünce hayretler içinde kaldı. Gazeteleri okur, cihan siyasetini takip ederdi.
Bediüzzaman, bu dönemde “Eski Said” olarak anılır. “Eski Said”, cemiyetin ve siyasetin içinde, İslam âleminin dertlerine çare arayan bir mütefekkirdi. Onun en büyük hayali, “Medresetü’z-Zehra” adını verdiği dev bir İslam üniversitesi kurmaktı.
Bu nasıl bir üniversiteydi?
O, fark etmişti ki, medreseler sadece din ilimlerine odaklanıp fen ilimlerini (pozitif bilimleri) ihmal etmiş, mektepler (modern okullar) ise sadece fen ilimlerine odaklanıp maneviyatı ve dinî hakikatleri dışlamıştı. Bediüzzaman diyordu ki: “Vicdanın ziyası (ışığı) ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder.”
İşte Medresetü’z-Zehra, din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı, nice dindar ve aynı zamanda münevver (aydın) gençlerin yetişeceği bir merkez olacaktı. Bu rüyasını gerçekleştirmek için İstanbul’a, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın huzuruna kadar çıktı. Projesini sundu, lakin o günün şartları bu büyük rüyanın gerçekleşmesine müsaade etmedi.

Bölüm 3: Cihad Meydanı ve Rus Esareti
Bediüzzaman, sadece ilimle değil, fiilî olarak da vatan müdafaasına katıldı. Birinci Cihan Harbi (Dünya Savaşı) patlak verdiğinde, talebelerinden bir milis alayı kurdu ve Doğu Cephesi’nde Ruslara karşı kahramanca savaştı.
O, at üstünde, en ön safta cihad ederken bile ilimden geri durmazdı. Savaşın en şiddetli anında, siperde, atının terkisinde meşhur tefsirini (İşârâtü’l-İ’câz) yazdırdığı rivayet edilir. Kurşunlar etrafında vızıldarken o, talebesine ayetlerin tefsirini dikte ettiriyordu.
Bu savaşta yaralandı ve Ruslara esir düştü. Sibirya’da Kostroma’daki esir kampına götürüldü. Orada bile izzetinden (onurundan) taviz vermedi.
Meşhur bir hadisedir: Bir gün Rus Başkomutanı Nikolay Nikolayeviç kampı teftişe gelir. Bütün esirler ayağa kalkar, lakin Bediüzzaman yerinden kımıldamaz. Komutan bu duruma öfkelenir, tekrar önünden geçer, o yine ayağa kalkmaz. Komutan tercüman aracılığıyla sorar:
“Beni tanımadı mı?”
Bediüzzaman cevap verir: “Tanıdım, Başkomutan Nikolay Nikolayeviç.”
“Öyleyse neden ayağa kalkmadın? Bu, Rus ordusuna hakarettir!”
Bediüzzaman, o vakur duruşuyla tarihe geçen şu cevabı verir:
“Ben bir İslam âlimiyim. Kalbimde iman taşıyorum. İman sahibi bir kimse, imanı olmayan bir kimseye kıyam edemez (ayağa kalkamaz). Eğer kalkmamı emretseydiniz kalkardım, lakin emretmediniz. Ben de kendi irademle kalkmadım.”
Bu izzetli cevap karşısında Başkomutan şaşkına döner. Onun idamını emreder. Bediüzzaman, idam mangasının karşısına çıkarıldığında son arzusunu sorarlar. O, “Müsaade edin, iki rekât namaz kılayım” der. Namazını huşû içinde kılar. Onun bu teslimiyeti ve korkusuzluğu Başkomutanı o kadar etkiler ki, bu zatın sıradan bir esir değil, maneviyatı yüksek bir kahraman olduğunu anlar ve idam emrini geri çeker.
Bediüzzaman, bir yolunu bulup bu esaretten de firar etti ve nice meşakkatli yollardan geçerek vatanı İstanbul’a geri döndü.

Bölüm 4: “Yeni Said”in Doğuşu ve Barla Hayatı
İstanbul’a döndüğünde, vatan işgal altındaydı. İngilizler İstanbul’daydı. O, “Hutuvât-ı Sitte” (Altı Adım) adlı eseriyle İngilizlerin hilelerini ifşa etti, milletin imanını ve direniş ruhunu ayakta tuttu.
Ancak Bediüzzaman, büyük bir derûnî (içsel) inkılâp (değişim) yaşıyordu. Artık siyasetle, cemiyetin dış işleriyle uğraşmanın zamanı geçtiğini anladı. Asıl tehlike dışarıda değil, içerideydi. Asıl tehlike, dinsizlik ve imansızlık cereyanıydı.
Bu düşüncelerle “Eski Said”i ruhen bıraktı ve “Yeni Said” oldu. “Yeni Said”in tek bir vazifesi vardı: İmanı kurtarmak.
Ankara’ya çağrıldı, Meclis’te büyük hürmet gördü. Lakin yeni rejimin maneviyattan uzaklaşan yapısını görünce, onlara bir beyanname (bildiri) sunup (namaza dair) Van’a, inzivaya çekildi.
Ancak yeni idare, onun gibi büyük bir âlimin halk üzerindeki tesirinden çekiniyordu. 1925’te onu Van’dan aldılar ve Batı Anadolu’ya, önce Burdur’a, sonra Isparta’ya ve nihayet dağ başında, kimsenin tanımadığı küçük bir köy olan Barla’ya sürgün ettiler.
Zalimler zannediyorlardı ki, onu sürgüne göndererek, yalnız bırakarak susturacaklardı.
Bölüm 5: Bir Hidayet Kandili Telif Ediliyor: Risale-i Nur
Onlar yanılıyorlardı. Allah (c.c.), bu sürgünü bir rahmete çevirecekti. Bediüzzaman’ın ne kitabı vardı, ne kâğıdı, ne kalemi. Çam ağaçlarının tepesinde, bir kulübede Rabbine yalvarıyordu.
“Ya Rab! Bu asrın imanını nasıl kurtaracağız?”
Ve Barla’da, 1927’de, o hidayet kandili yanmaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan manevî bir tefsiri olan “Risale-i Nur Külliyatı” telif edilmeye başlandı.
Bediüzzaman hazretleri söylüyordu, Barla’nın sadık köylüleri (Hüsrev, Sıddık Süleyman, Hafız Ali gibi mübarek zatlar) yazıyordu. Kâğıt yoktu, buldukları meyve kasalarının ambalajlarına, torba kâğıtlarına yazıyorlardı. Mürekkep yoktu, bazen is ile yazdılar.
Yazılan bu “Sözler”, “Mektubat”, “Lem’alar” gizlice elden ele çoğaltılıyordu. Matbaa yasaktı. İnsanlar evlerinin bodrum katlarında, geceleri mum ışığında bu iman hakikatlerini elle yazarak çoğalttılar. “Nur Postacıları” denen kahramanlar, bu risaleleri jandarmanın takibinden kaçırarak köy köy, şehir şehir bütün Anadolu’ya yaydılar.

Risale-i Nur ne yapıyordu?
O, “Allah var mı?”, “Ahiret neden lazım?”, “Peygamberlere ne lüzum var?”, “Kadere iman nasıl olmalı?” gibi asrın gençlerinin aklına gelen en zor suallere, Kur’an’dan aldığı dersle, akılları ikna eden, kalpleri tatmin eden cevaplar veriyordu. O, felsefenin ve materyalizmin hücumlarına karşı Kur’an’ın sönmez bir güneş olduğunu ispat ediyordu.

Bölüm 6: Zindanlar “Medrese-i Yusufiye” Oluyor
Elbette bu iman hizmeti, zamanın idarecilerini rahatsız etti. “Bu adam gizlice ne yapıyor?” diye onu defalarca mahkemeye verdiler.
Bediüzzaman ve talebeleri; Eskişehir (1935), Denizli (1944) ve Afyon (1948) hapishanelerine atıldılar.
Onlar zindanı bir ceza olarak değil, Hazreti Yusuf’un (a.s.) medresesi olarak gördüler. Zindana “Medrese-i Yusufiye” adını verdiler. Orada bile hizmet durmadı. Risaleler yazılmaya, mahkûmlar arasında yayılmaya devam etti. Nice cani ve katil, hapishanede bu Nur vesilesiyle tövbe etti, namaza başladı, birer hidayet ehli oldu.
Mahkemelerde onu idama götürecek bahaneler aradılar. O, mahkeme salonlarında kükreyen bir aslan gibi imanı müdafaa etti. Hâkimlere şöyle sesleniyordu:
“Benim bir tek gayem var: İmanı kurtarmak. Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Beni idam etseniz de, mezar taşım dahi ‘La ilahe illallah’ diye haykıracaktır! Milyonlarca başım olsa, her gün birini kesseniz, bu iman hizmetinden vazgeçmem!”
Onu zehirlemeye çalıştılar. Defalarca yemeğine zehir kattılar. Lakin Allah’ın izniyle, o zehirler dahi bu hidayet kandilini söndüremedi. O, kendisine zehir verenlere dahi beddua etmedi, “Allah onları ıslah etsin” diye dua etti.

Netice: Urfa’da Bir Vuslat
Ömrünün son yıllarını Emirdağ’da, yine göz hapsinde ve sürgünde geçirdi. 80 yaşını aşmış, bedeni zindandan zindana sürüklenmekten, zehirlenmelerden yorgun düşmüştü. Lakin imanı dipdiriydi.
1960 senesinin mübarek Ramazan ayında, durumu ağırlaştı. Talebeleri onu, “Peygamberler Şehri”, Halilullah İbrahim Aleyhisselam’ın makamı olan Urfa’ya götürdüler. Hükümet buna da mani olmak istedi, lakin Urfa halkı bu büyük âlimi bağrına bastı.
Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (25 Ramazan 1379) gecesi, sahur vaktinde, Urfa’da bir otel odasında mübarek ruhunu Rahman’a teslim etti.
O, bu fani hayattan ayrıldı, lakin ardında bıraktığı Risale-i Nur Külliyatı, milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etti ve inşaallah kıyamete kadar da devam edecektir. O, söz verdiği gibi, bütün hayatını Kur’an’a ve imana vakfetmiş, asrın müceddidi vasfını sonuna kadar hak etmiş büyük bir kahramandı.
Allah ondan ve onun yolundan gidenlerden ebediyen razı olsun. Amin.
*******

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

DİJİTAL TEFEKKÜR – Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

image_pdfimage_print

DİJİTAL TEFEKKÜR – 7. Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

NOT: Çalışmalarım ile ilgili hatırlatmalarınızı, soru, tavsiye ve tekliflerinizi bizimle paylaşıp, aşağıdaki e-posta adresime gönderirseniz memnun olur, şimdiden teşekkür ederim. 

Mehmet Özçelik

 mozcelik02@hotmail.com      mozcelik02@gmail.com

 

1-CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBETLERİ -1-

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025

MANŞETLERİN DİLİ

image_pdfimage_print

MANŞETLERİN DİLİ

Manşetlerdeki Kuşatma: Dahilî “Casusluk” İddiaları ve Hâricî Denklem Mücadelesi

Türkiye’nin medya gündemi, sabahın ilk saatlerinden itibaren, milletin önüne karmaşık, bir o kadar da endişe verici bir “tasvir” koymaktadır. Gazete manşetleri, bir memleketin sadece günlük ahvalini değil, aynı zamanda derûnî (iç) kaygılarını ve hâricî (dış) hedeflerini de yansıtan bir ayna faaliyeti görür. Bu sabahki manşetler, Türkiye’nin hem kendi dahilinde hem de cihan siyasetinde çok cepheli bir mücadele içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu mücadelenin merkezinde ise iki ana sütun göze çarpmaktadır: Bir yanda “casusluk,” “ihanet” ve “trol orduları” ile örülü dahilî güvenlik meseleleri; diğer yanda “Türkiyesiz denklem kurulamaz” düsturuyla özetlenen küresel bir güç ve “beka” mücadelesi.

“Kriptosu Çözülen” Siyasî Fay Hattı

Manşetlerin en “vurucu” kısmını, şüphesiz, İstanbul merkezli “casusluk” iddiaları oluşturmaktadır. “Casus Operasyonu,” “Casusun Kriptosu Çözüldü,” “Trol Ordusu Casusluk Dosyasında” ve hatta “Vatana İhanetin Affı Olmaz” gibi başlıklar, siyasetin alışılagelmiş zıtlıklarının çok ötesinde bir tehlike düşüncesine işaret etmektedir.
Bu haberlerin “aslını” teşkil eden iddialar, meselenin basit bir siyasî rekabet olmadığını, millî güvenliği doğrudan tehdit eden bir “faaliyet” olduğunu öne sürmektedir. Telefon rehberlerinden sızdırılan verilere, yabancı istihbarat servisleriyle kurulan “bağlantılara” kadar uzanan bu iddialar, siyasetin bir kanadını doğrudan “hâricî” güçlerin bir uzantısı olarak “tasvir” etmektedir. “İBB’ye Kayyum Gelebilir” manşeti, bu iddiaların sadece birer itham olarak kalmayıp, idarî ve hukukî neticeleri olabilecek ciddiyette görüldüğünün bir “isbatı” niteliğindedir.
Burada “düşündürücü” olan nokta, modern “harp” usullerinin ne denli değiştiğidir. Artık mücadele, sadece tankla, topla değil; veriyle, algıyla, dijital ağlarla ve “trol orduları” olarak tabir edilen propaganda mekanizmalarıyla yürütülmektedir. Manşetler, dahilî siyasetteki en üst düzey aktörlerin dahi bu yeni nesil güvenlik tehditlerinin bir parçası olabileceği yönündeki ağır suçlamaları milletin gündemine taşımaktadır.
Kuşatma Altında “Denklem” Kurmak
Bu dahilî tehlike çanları çalarken, manşetlerin diğer yüzü Türkiye’nin hâricî duruşundaki iddiayı sergilemektedir.

“Türkiyesiz Bir Denklem Kurulamaz” veya “Provokasyon Artacak Biliyoruz” gibi başlıklar, memleketin bir yandan “derin projeleri” çökertmeye çalışırken, diğer yandan küresel masada kendi iradesini kabul ettirme gayretini göstermektedir.
Bu iki tema, birbirinden bağımsız değildir. Gazetelerin sunduğu “bağlantıya” göre, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olma iddiası, hem içerideki hem de dışarıdaki “zıt” (aykırı) odakları harekete geçirmektedir. “İngiliz istihbaratına Erdoğan’ı sordu” gibi spesifik iddialar, bu iki cepheyi (dahilî ve hâricî) birbirine kenetleyen “altın halka” olarak sunulmaktadır.
Haber şudur: Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen hâricî odaklar, dahilî piyonlar ve “casusluk” faaliyetleri üzerinden bir “kuşatma” harekâtı yürütmektedir.
Mücadelenin İçinde “Hayat”ın İnşası
Bu siyaset ve güvenlik odaklı yoğun gündemin tam ortasında, “Yüzyılın Konut Projesi,” “500 Bin Aileye 6 Bin 750 TL Taksitle Ev” ve “Gazze Yeniden Ayağa Kalkacak” gibi manşetler ise bir tezat değil, bilakis mücadelenin “küllî” (bütüncül) yapısını göstermektedir.

Devlet, bir yandan “casusluk” ve “ihanet” olarak “tasvir” ettiği tehditlerle mücadele ederken, diğer yandan sosyal devlet “faaliyetini” yürüterek vatandaşına “yuva” inşa etme ve Gazze gibi mazlum coğrafyalara el uzatma vaadini sürdürmektedir. Bu durum, “beka” mücadelesinin sadece güvenlikten ibaret olmadığını, aynı zamanda milletin refahını ve “hayat” kalitesini koruma gayretini de “ihtiva” ettiğini göstermeyi amaçlamaktadır.
Netice
Bugünün gazete manşetleri, Türkiye’nin kritik bir eşikte durduğunu haykırmaktadır.

Siyasetin, “casusluk” ve “ihanet” gibi son derece ağır ithamların gölgesinde kaldığı; verilerin ve “trol” ağlarının birer millî güvenlik meselesine dönüştüğü; buna “mukabil” devletin hem içeride inşa faaliyetlerine hem de dışarıda “denklem” kurma mücadelesine devam ettiği karmaşık bir “tasvir” ile karşı karşıyayız. Bu “vurucu” başlıkların okuyucuya sorduğu “asıl” sual şudur: Bu çok cepheli mücadelede, “dahilî siyaset” ile “millî güvenlik” arasındaki çizgi tam olarak nereden çekilmektedir ve bu çizgiyi kim, neye göre belirlemektedir?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 153–

image_pdfimage_print

BERCESTE VE İZAHI – 153–

​1. Beyit: Haşmet’in Pervâne ve Mum İmtihanı
​İktibas:
​ياقار اهل دلڭ شمع شب آرايش جگرگاهن
چراغ بزم نادانه يانار پروانه در دنيا
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Yakar ehl-i dilin şem’-i şeb-ârâyiş cigergâhın
Çerâğ-ı bezm-i nâ-dâna yanar pervânedir dünyâ
​Haşmet
​Dünya, gönül ehli insanların ciğerini geceyi süsleyen bir mum gibi yakar.
Dünya, cahillerin meclisinin ışığı olmak için yanıp duran pervaneye benzer.
Cahillerin meclisini aydınlatabilmek için yanar, uğraşır durur.

​Makale: Aşkın Ateşi ve Cehaletin Işığı
​Divan şiirinin hikmet dolu dünyasında, şairler kâinatı ve hadiseleri derûnî bir nazarla okuyarak, zahirî mananın ötesindeki hakikatleri mısralara dökerler. Haşmet’in bu beyti de, dünya hayatının iki farklı yüzünü, ariflerin ve cahillerin bu hayattaki yerini tasvir eden veciz bir eserdir. Beyit, merkezine “yanmak” fiilini alarak, bu fiilin aşk ve cehalet bağlantısındaki zıt tecellilerini ortaya koyar.
​Mısranın ilkinde, “ehl-i dil” yani gönül ehli olan ariflerin, Allah dostlarının hali tasvir edilir. Onların ciğergâhı, yani en derûnî varlıkları, “geceyi süsleyen bir mum (şem’-i şeb-ârâyiş)” gibi yanmaktadır. Mum, yapısı itibarıyla etrafını aydınlatmak için kendi varlığını eriten, tüketen bir semboldür. Ehl-i dilin durumu da böyledir. Onlar, ilahî aşkın ateşiyle yanarlar. Bu yanış, bir şikâyet değil, bir vuslat arzusunun, bir arınma sürecinin ve hakikate ulaşma gayretinin en samimi ifadesidir. Onların bu derûnî yanışı, dışarıdan bakanlar için belki bir ızdırap gibi görünse de, hakikatte manevî bir aydınlanma ve tekâmül sürecidir. Bu ateş, nefsin karanlıklarını aydınlatır, kalbi masivadan (Allah’tan gayrı her şeyden) temizler. Bu yanış, Hz. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözüyle ifade ettiği manevî merhalelerin zirvesidir.
​Beytin ikinci mısrası ise denklemin diğer tarafını, “nâ-dân” yani cahillerin meclisini ve onların dünyadaki halini ortaya koyar. Dünya, bu defa “cahiller meclisinin kandili (çerâğ-ı bezm-i nâ-dân)” için yanan bir “pervâne”ye benzetilir. Pervâne, ışığa olan aşkı sebebiyle kendini ateşe atarak can veren bir başka mühim semboldür. Ancak burada pervânenin yanışı, ehl-i dilin yanışından farklı bir manaya bürünür. Pervâne, ışığın hakikatini bilmeden, sadece onun zahirî parıltısına aldanarak kendini feda eder. Dünya da, cahillerin meclisini, yani onların gelip geçici, sahte ve nefsanî arzularla dolu hayatlarını aydınlatmak için kendini helak eden bir pervâne gibidir. Cahiller, dünyanın bu aldatıcı ışığına kapılır, onun parıltısını hayatın gayesi zannederler. Onlar için yanan dünya, onların gafletini artırmaktan, onları oyalayıp hakikatten uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
​Haşmet, bu beyitte derin bir tezat sanatı kullanarak, arif ile cahilin, hakikat ile gafletin arasındaki muazzam farkı gözler önüne serer. Arif, hakikat için kendi içinde yanarken; dünya, cahilin gafleti için pervâne misali yanar durur. Biri derûnî bir aydınlanma için yanar, diğeri ise zahirî ve sahte bir aydınlanma uğruna tükenir. Bu beyit, insana şu soruyu sordurur: Sen, bu dünya sahnesinde, hakikat aşkıyla yanıp etrafına mana ışığı saçan bir mum musun, yoksa cahillerin gelip geçici meclisini aydınlatan ve sonunda kendini bu uğurda tüketen bir pervâne mi?
​Özet:
Haşmet bu beytinde, gönül ehli olan ariflerin, ilahî aşk ateşiyle bir mum gibi yanarak manen aydınlandığını ve kemale erdiğini ifade eder. Buna karşılık dünya ise, cahillerin gelip geçici ve aldatıcı meclislerini aydınlatmak için kendini feda eden bir pervâneye benzer. Beyit, hakikat için yanmak ile gaflet uğruna tükenmek arasındaki derin farkı, mum ve pervâne sembolleri üzerinden etkileyici bir şekilde ortaya koyar.

​2. Beyit: Hanif’in Vuslat Yolu ve Lâhût Âlemi
​İktibas:
​بر گلڭ بيك خارى بر يارڭ نيجه اغيارى وار
عالم لاهوته باقسين اوزكه سيران ايستين
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Bir gülün bin hârı bir yârın nice ağyârı var
Âlem-i lâhûta baksın özge seyrân isteyen
​Hanif
​Güle meftun olan binlerce diken, bir yâre sevdalı nice âşık var.
Özge seyran isteyen Allah Teâlâ’nın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce âleme yani lâhût âlemine baksın.

​Makale: Dikenden Güle, Mâsivâdan Lâhût’a Seyran
​Hanif’in bu beyti, tasavvufî düşüncenin merkezinde yer alan bir hakikati, fani olandan Bâki olana yönelişin lüzumunu ve hakiki seyranın (gezinme, temaşa etme) ne olduğunu veciz bir şekilde ifade eder. Şair, dünya hayatındaki sevgi ve güzelliklerin yapısını tahlil ederek, insanı daha yüce bir temaşa alanına, “âlem-i lâhût”a davet eder.
​Beytin ilk mısrası, dünyevî güzelliklerin ve sevgilerin tabiatını ortaya koyar: “Bir gülün bin hârı bir yârın nice ağyârı var.” Gül, güzelliğin, aşkın ve maşukun en yaygın sembolüdür. Ancak o güle ulaşmak isteyen, binlerce dikenin (hâr) zahmetine katlanmak zorundadır. Diken, güle giden yoldaki engelleri, zorlukları ve acıları temsil eder. Aynı şekilde, dünyevî bir sevgiliye (yâr) gönül veren kişi, onun etrafında nice “ağyâr” (rakip, yabancı, sevgiliye ortak olanlar) ile mücadele etmek mecburiyetindedir. Bu durum, dünyevî sevginin ve güzelliğin hiçbir zaman saf, mutlak ve engelsiz olmadığını gösterir. Her güzelliğin bir bedeli, her sevginin bir rakibi, her vuslatın bir zorluğu vardır. Bu, dünya hayatının (nasut âleminin) temel yapısıdır; zıtlıklar, rekabet ve eksiklikler üzerine kuruludur.
​Bu tespiti yaptıktan sonra şair, ikinci mısrada hakiki ve “başka” bir temaşa (özge seyrân) arayanlara yolu gösterir: “Âlem-i lâhûta baksın özge seyrân isteyen.” Âlem-i lâhût, tasavvuf ıstılahında, maddî âlemin ötesinde, ilahî Zât’ın tecellilerinin bulunduğu, beşerî sıfatların ve maddî kayıtların olmadığı en yüce manevî âlemdir. Burası, rekabetin, dikenlerin, ağyârın olmadığı, güzelliğin mutlak ve sevginin saf olduğu bir makamdır. Şair, dünyevî gülün dikeninden, fani sevgilinin rakiplerinden yorulan ruha seslenir: “Eğer sen, hiçbir engelin, hiçbir rakibin, hiçbir eksikliğin olmadığı, saf ve mutlak bir güzelliği temaşa etmek istiyorsan, yüzünü maddeden manaya, mahlûktan Hâlık’a çevir ve âlem-i lâhût’a bak.”
​Bu beyit, sadece bir tavsiye değil, aynı zamanda bir hikmet dersidir. İnsanın fıtratı, mutlak güzelliği ve sonsuz sevgiyi aramaya programlanmıştır. Ancak bu arayışını fani ve sınırlı varlıklara yönelttiğinde, her zaman hayal kırıklığına, acıya ve yetersizliğe mahkûm olur. Çünkü gül solar, sevgili vefasızlık edebilir, güzellikler geçicidir. Hanif, bu çıkmaz sokağı işaret ederek, hakiki tatminin ancak ve ancak yönelişin kaynağa, yani Allah’ın Zâtî tecellilerinin bulunduğu lâhût âlemine çevrilmesiyle mümkün olacağını hatırlatır. Bu bakış, kalbin nazarıdır ve bu seyran, ruhun mi’racıdır.
​Özet:
Hanif, bu beytinde dünyevî güzelliklerin (gül) ve sevgilerin (yâr) her zaman dikenler ve rakipler gibi kusur ve engellerle çevrili olduğunu belirtir. Gerçek, kusursuz ve başka bir manevî temaşa ve huzur arayanların ise yüzlerini maddî âlemden çevirip, Allah’ın Zât’ına mahsus olan ve hiçbir eksikliğin bulunmadığı “lâhût âlemi”ne bakmaları gerektiğini öğütler.

​3. Beyit: Ulvi’nin Varlığında Yok Olmak Sanatı
​İktibas:
​عرض حال ايتمكه جانا سنى تنها بولامام
سنى تنها بوليجق كدمى اصلا بولامام
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam
Seni tenhâ bulıcak kendimi aslâ bulamam
​Ulvi
​Ey benim canım! Ben sana hâlimi arz etmek istiyorum; ama bir türlü seni yalnız bulamıyorum. Seni yalnız bir hâlde bulduğumda da kendimden geçiyor, bu sefer kendimi bulamıyorum.

​Makale: Vuslat Anında “Ben”liğin Kayboluşu
​Ulvi’nin bu fevkalade beyti, tasavvufî aşkın en nazik ve en derin merhalelerinden birini, “fena fi’l-mahbub” yani sevgilinin varlığında kendi varlığından fani olmayı (yok olmayı) müthiş bir belagatle tasvir eder. Beyit, âşığın, maşukuyla baş başa kalma arzusunun paradoksal yapısını ve bu vuslat anının getirdiği derûnî hali dile getirir.
​Âşık, sevgilisine (cânân) halini arz etmek, derdini dökmek, aşkını anlatmak istemektedir. Bu, en tabiî ve en insani arzudur. Ancak bu arzunun gerçekleşmesi için bir şart vardır: Sevgiliyi “tenha” bulmak. İlk mısra, bu şartın imkânsızlığını dile getirir: “Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam.” Bu mısranın zahirî manası, sevgilinin etrafının her zaman kalabalık olması, rakiplerin (ağyâr) veya başka engellerin sürekli var olmasıdır. Tasavvufî açıdan bakıldığında ise bu “tenha bulamama” hali, âşığın zihninin ve kalbinin masiva ile, yani Allah’tan gayrı her şeyle dolu olmasıdır. Zihin ve kalp bu fani meşgalelerden arınmadıkça, maşuk-ı hakiki olan Allah ile hakiki manada bir baş başa kalma (halvet) durumu gerçekleşemez.
​İkinci mısra ise meselenin en can alıcı noktasını, âşığın ulaştığı manevî zirveyi ifade eder. Âşık, farz-ı muhal, bütün engelleri aşarak sevgiliyi tenha bulduğu o eşsiz anda, bambaşka bir durumla karşılaşır: “Seni tenhâ bulıcak kendimi aslâ bulamam.” Bu, vuslatın zirvesidir. Sevgilinin tecellisi o kadar ezici, o kadar mutlak, o kadar kuşatıcıdır ki, o anda âşığın kendi “ben”liği, enaniyeti, varlık hissi tamamen ortadan kalkar. Artık ortada halini arz edecek bir “ben” kalmamıştır. Geriye sadece maşukun mutlak varlığı kalmıştır. Âşık, maşukun varlık okyanusunda bir damla gibi eriyip gitmiştir.
​Bu hal, aklın ve mantığın sınırlarını aşan bir tecrübedir. Dışarıdan bakıldığında bir çelişki gibi görünen bu durum, aşkın derûnî mantığı içinde tam bir tutarlılığa sahiptir. Âşığın amacı, “ben”liğini ortaya koymak değil, “ben”liğinden kurtularak maşukta yok olmaktır. Ulvi, bu iki mısra ile hem vuslata giden yoldaki engelleri (masiva), hem de vuslatın nihai hedefini (fenafillah) mükemmel bir şekilde özetlemiştir. Hâlini arz etmek için sevgiliyi arayan âşık, sevgiliyi bulduğunda arz edilecek bir “hâl” ve o hali arz edecek bir “kendilik” kalmadığını idrak eder. Bu, şikâyetin bittiği, talebin sona erdiği, âşığın maşukta, iradenin muradda yok olduğu mutlak teslimiyet ve birlik (tevhid) makamıdır.
​Özet:
Ulvi, bu beyitte âşığın yaşadığı derin bir paradoksu anlatır. Âşık, sevgilisine halini anlatmak için onu yalnız yakalamak ister, ancak kalabalıklar (masiva) yüzünden bunu başaramaz. Ne zaman ki sevgiliyi yalnız bulma imkânına kavuşur, bu defa da sevgilinin ezici tecellisi karşısında kendi “ben”liğini tamamen kaybeder ve ortada halini arz edecek kimse kalmaz. Beyit, ilahî vuslat anında enaniyetin yok oluşunu (fenafillah) veciz bir şekilde ifade eder.

​4. Beyit: Nâbi’nin Rızık ve Tevekkül Hikmeti
​İktibas:
​اولسه خلقڭ رزقى حاصل ورزش تدبيردن
كودكان بى زبان محروم اولوردی شيردن
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Olsa halkın rızkı hâsıl verziş-i tedbîrden
Kûdekân-ı bî-zebân mahrûm olurdu şîrden
​Nâbi
​Eğer insanların rızkı yalnızca çalışıp çabalama yoluyla verilmiş olsaydı, kundaktaki dilsiz çocuklar sütten mahrum kalırdı.

​Makale: Tedbiri Aşan Hakikat: Rezzâk’a İman
​Hikemî şiirin (hikmetli şiir) en büyük ustalarından biri olan Nâbi, bu beytinde insanlık tarihinin en temel meselelerinden biri olan rızık konusunu ele alarak, materyalist ve sadece sebeplere dayalı bir bakış açısını sarsan, sarsılmaz bir ispat sunar. Beyit, tevekkülün ve rızkı verenin yalnızca Allah (er-Rezzâk) olduğu hakikatinin ne kadar açık ve basit bir delile dayandığını gösterir.
​Nâbi, bir an için rızkın sadece “verziş-i tedbîrden” yani aklını kullanma, plan yapma, çalışma ve çabalama gibi beşerî gayretlerden elde edildiği fikrini bir hipotez olarak ortaya atar: “Olsa halkın rızkı hâsıl verziş-i tedbîrden…” Bu, modern dünyanın ve materyalist düşüncenin temel kabulüdür: “Çalışan kazanır, çabalamayan aç kalır.” Nâbi, bu fikrin mutlak doğru olup olmadığını test etmek için mantıkî bir sonuç çıkarır ve bu sonucun ne kadar akıl dışı olduğunu gösterir.
​Eğer rızık sadece tedbir ve gayretle elde edilseydi, o zaman bu vasıflardan en yoksun olan varlıkların rızıktan tamamen mahrum kalması gerekirdi. Nâbi, bu noktada en dokunaklı ve en güçlü delili sunar: “Kûdekân-ı bî-zebân mahrûm olurdu şîrden.” “Kûdekân-ı bî-zebân,” yani “dilsiz, konuşamayan çocuklar,” kundaktaki bebekler… Bu bebeklerin ne rızık talep edecek dilleri vardır, ne de o rızkı elde etmek için plan yapacak (tedbir) veya çabalayacak (verziş) güçleri. Onlar, acziyetin ve muhtaçlığın en saf, en somut timsalidir. Eğer rızık teorisi sadece çalışmaya dayalı olsaydı, bu aciz varlıkların, hayatlarının en temel gıdası olan sütten (şîr) mahrum kalmaları ve helak olmaları gerekirdi.
​Ancak kâinattaki nizam bunun tam tersini göstermektedir. En aciz, en güçsüz varlık olan bebeğin rızkı, en tatlı, en hazmı kolay ve en mükemmel şekilde, o istemeden, o çabalamadan, tam vaktinde ve en şefkatli yolla (anne göğsü) ona ulaştırılmaktadır. Bu hadise, rızkı gönderen kudretin, sebepleri ve tedbirleri aşan, rahmeti ve keremi sonsuz bir kudret olduğunun inkâr edilemez bir isbatıdır.
​Nâbi bu beyitle, insanın kendi aklına, gücüne ve tedbirine olan aşırı güvenini sarsar. Elbette çalışmak ve tedbir almak, Allah’ın kâinata koyduğu sebep-sonuç (sünnetullah) nizamına uymak açısından bir vazifedir. Ancak rızkı getirenin bu sebepler olmadığını, sebepleri de yaratan ve neticeyi halk eden Rezzâk-ı Hakiki’nin Allah olduğunu unutmamak gerekir. Bebek ve süt misali, bu hakikatin her gün, her evde yaşanan canlı bir mucizesidir. Bu beyit, insana haddini bildirir ve onu, enaniyetten tevekküle, gafletten şükre davet eder.
​Özet:
Nâbi, rızkın sadece insanın kendi çalışması ve tedbiriyle elde edildiği fikrini çürütmek için güçlü bir delil sunar. Eğer öyle olsaydı, hiçbir çaba ve tedbir gücü olmayan kundaktaki dilsiz bebeklerin sütten mahrum kalacağını söyler. Bebeklerin en mükemmel şekilde rızıklandırılması, rızkı verenin sebepleri aşan bir rahmet sahibi, yani Allah olduğunun açık bir isbatıdır.

​5. Beyit: Şeyh Gâlib’in Aşk İmametine Dair
​İktibas:
​بز كيم خطيب منبر دارا جماعتز
مجنون اولور نماز و نيازه اماممز
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Biz kim hatîb-i minber-i dâra cemâ’atiz
Mecnûn olur namâz u niyâza imâmımız
​Şeyh Gâlib
​Biz, ene’l-Hak diyerek darağacını minbere çıkmış ve onun hatibi olmuş Hallâc-ı Mansûr’a cemaat olmuşuz. Bu yüzden ancak aşkı uğruna kendinden geçen Mecnun namaz ve niyazımızda bizim imamımız olabilir.

​Makale: Darağacı Minberinden Aşk Mihrabına
​Divan şiirinin son büyük üstadı Şeyh Gâlib, bu beyitinde tasavvuf yolunun ve ilahî aşk davasının en cüretkâr ve en sembolik iki ismini, Hallâc-ı Mansûr ve Mecnun’u bir araya getirerek kendi meşreplerini ve yollarını tanımlar. Beyit, zahirî fıkhın ve şeriatın sınırlarını aşan, “aşk şeriatı”nın ne olduğunu ortaya koyan bir manifestodur.
​İlk mısra, cemaatin kimliğini belirler: “Biz kim hatîb-i minber-i dâra cemâ’atiz.” Bu cemaat, sıradan bir cami cemaati değildir. Onların minberi, darağacıdır (dâr). Bu minberin hatibi ise, “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) dediği için Bağdat’ta idam edilen meşhur sufi şehidi Hallâc-ı Mansûr’dur. Mansûr, aşkın ve tevhidin verdiği sarhoşlukla (sekr) öyle bir hakikati dile getirmiştir ki, zahir ehli bunu küfür saymış ve onu ölüme mahkûm etmiştir. Ancak aşk ehli için Mansûr’un darağacı, hakikatin en yüksek sesle haykırıldığı bir minber, onun kanı ise bu davanın mürekkebi olmuştur. Şeyh Gâlib, “Biz o darağacı minberindeki hatibin cemaatiyiz” diyerek, kendi yolunun, canı pahasına hakikati söylemekten çekinmeyen, zahirî kınamalara ve tehlikelere aldırmayan bir aşk ve fedakârlık yolu olduğunu ilan eder. Bu, korkusuzluğun ve samimiyetin en uç noktasıdır.
​Böyle bir cemaatin imamı kim olabilir? İkinci mısra bu soruya cevap verir: “Mecnûn olur namâz u niyâza imâmımız.” Cemaatin imamı, yani önderi, yol göstericisi, aklın ve mantığın kurallarına göre hareket eden bir alim, bir fakih değil, Leyla’nın aşkıyla aklını yitirmiş, çöllere düşmüş Mecnun’dur. Mecnun, beşerî aşkın, fena fi’l-mahbub’un (sevgilide yok olma) en kâmil timsalidir. Aşk ehli için Mecnun’un bu hali, ilahî aşka giden yolda bir prototiptir. Nasıl ki Mecnun, Leyla’dan başka bir şey görmüyor, bilmiyor ve istemiyorsa, hakiki âşık da Allah’tan başka bir şey görmemeli, bilmemeli ve istememelidir.
​Şeyh Gâlib, bu beyitte, kendi tasavvufî anlayışlarının temelini ortaya koyar. Onların yolu, Mansûr gibi “hakikat” uğruna canını feda eden bir cüret ve Mecnun gibi “aşk” uğruna aklını ve varlığını feda eden bir teslimiyet üzerine kuruludur. Bu yolda “namaz ve niyaz” yani ibadet, kuru bir şekilden ibaret değildir. İbadetin imamı, yani ona ruh veren, onu yöneten ilke, Mecnun’un aşkıdır. Bu, aklı aşan, hesabı kitabı unutturan, âşığı tamamen maşuka yönelten bir ibadet anlayışıdır. Bu beyit, aklın ve naklin ötesinde, aşkın ve vecdin rehberliğini kabul edenlerin cesur bir ilanıdır.
​Özet:
Şeyh Gâlib, bu beytinde kendi manevî yolunu tanımlar. Onların, “Ene’l-Hak” diyerek darağacını minber edinen Hallâc-ı Mansûr’un cemaati olduğunu söyler. Böyle radikal bir hakikat ve fedakârlık cemaatinin ibadetlerindeki imamının ise, aklını aşkı uğruna yitirmiş olan Mecnun olabileceğini ifade eder. Bu, onların yolunun kuru akla değil, ilahî aşkın coşkunluğuna ve tam teslimiyete dayandığını gösterir.

​6. Beyit: Fennî’nin Arif ve Kılavuz Değeri
​İktibas:
​اوپردم پايينى كيرسه اله بر عارف بالله
بولورده ره نمونڭ قدرينى گمراه بيلمز مى
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Öperdim pâyini girse ele bir ârif-i Billâh
Bulur da reh-nümûnun kadrini güm-râh bilmez mi
​Fennî
​Allah Teâlâ’yı hakkıyla tanımış ve velilik mertebesine ulaşmış bir kimsenin -eğer mümkün olsa- ayağını öpmek suretiyle ona tazimde bulunurdum.
Yolunu kaybetmiş bir insan kendisine sağlam bir kılavuz bulur da onun kadrini kıymetini hiç bilmez mi?

​Makale: Karanlık Yolda Bir Rehberin (Mürşid) Kıymeti
​Fennî’nin bu beyti, maneviyat yolculuğunun en hayatî unsurlarından birine, kâmil bir mürşide, yani bir “ârif-i Billâh”a duyulan ihtiyacı ve ona gösterilmesi gereken hürmeti güçlü bir teşbihle anlatır. Beyit, yolunu kaybetmiş birinin (güm-râh) bir yol göstericiye (reh-nümûn) olan iştiyakı üzerinden, manevî rehberliğin paha biçilmez değerini vurgular.
​İlk mısra, şairin bir “ârif-i Billâh”a, yani Allah’ı hakkıyla tanıyan, marifetullaha ermiş kâmil bir insana olan derin hasretini ve ona duyduğu azami saygıyı ifade eder: “Öperdim pâyini girse ele bir ârif-i Billâh.” “Pây öpmek” (ayak öpmek), edebiyatımızda en yüksek derecede tevazu, teslimiyet ve hürmetin ifadesidir. Şair, eğer eline böyle bir fırsat geçse, böyle kâmil bir zâtı bulabilse, ona en derin saygısını göstermekten çekinmeyeceğini söyler. Bu, sadece bir arzu değil, aynı zamanda böyle bir rehberin ne kadar nadir ve kıymetli olduğunun da bir itirafıdır. Ârif-i Billâh, karanlık ve tehlikelerle dolu olan maneviyat yolunda, yolcunun elinden tutacak, ona ışık olacak, onu hedefe salimen ulaştıracak kişidir.
​İkinci mısra, bu derin hürmetin sebebini aklî ve mantıkî bir zemine oturtur. Şair, retorik bir soru sorarak, bu durumun ne kadar tabiî olduğunu ispatlar: “Bulur da reh-nümûnun kadrini güm-râh bilmez mi?” “Güm-râh,” yolunu kaybetmiş, şaşkın, nereye gideceğini bilmeyen kimse demektir. “Reh-nümûn” ise yol gösteren, kılavuz, rehberdir. Şimdi tasavvur edelim: Uçsuz bucaksız bir çölde, gece karanlığında, susuz ve yönsüz kalmış bir insan… Tam ümidini yitirmişken, yolu ve suyun yerini bilen güvenilir bir kılavuz karşısına çıksa, o yolunu kaybetmiş kişi, bu kılavuzun kıymetini bilmez mi? Elbette bilir. Ona minnettar olur, her dediğine itaat eder, onu can simidi gibi görür.
​İşte Fennî, bu somut misal üzerinden manevî bir hakikati anlatır. Bizler de bu dünya çölünde, nefsin ve şeytanın tuzaklarıyla dolu bir yolda, hakikate ulaşmaya çalışan “güm-râh”lar, yani yolunu kaybetmiş yolcularız. Ârif-i Billâh ise bu yolun uzmanı, tehlikelerini bilen, menzile nasıl ulaşılacağını gösteren “reh-nümûn”dur. Hal böyleyken, aklı başında bir maneviyat yolcusunun, bulduğu kâmil mürşidin kadrini bilmemesi, ona teslim olup hürmet göstermemesi mümkün müdür? Bu beyit, mürşide itaatin ve hürmetin, körü körüne bir bağlılık değil, aksine, yolunu kaybetmiş birinin, yol gösteren kılavuza duyduğu aklî ve fıtrî bir minnet ve teslimiyet olduğunu fevkalade bir şekilde ortaya koyar.
​Özet:
Fennî, bu beytinde, Allah’ı hakkıyla tanıyan kâmil bir veli (ârif-i Billâh) bulabilseydi, ona en derin hürmetle ayağını öpeceğini söyler. Bu durumu, yolunu tamamen kaybetmiş (güm-râh) bir kimsenin, kendisine yol gösteren bir kılavuz (reh-nümûn) bulduğunda onun kıymetini bilmesinin ne kadar tabiî ve zaruri olduğu misaliyle açıklar. Beyit, maneviyat yolunda kâmil bir mürşidin değerini ve ona duyulması gereken teslimiyeti vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 152–

image_pdfimage_print

BERCESTE VE İZAHI – 152–

​1. Beyit: Süleyman Çelebi
​Beytin İktibası
​الله آدڭ هر کیم اول آنا
هر ایشی آڭا ایده الله آڭا
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ede Allâh ana
​Süleyman Çelebi
​Eğer bir insan herhangi bir işe başlarken Allah’ın adını anarsa, Allah Teâlâ o kuluna her işi kolaylaştırır.

​İzah ve Şerh
​Bu beyit, Süleyman Çelebi’nin “Vesîletü’n-Necât” yani halk arasında bilinen adıyla Mevlid-i Şerif’inin giriş kısmında yer alan ve İslam medeniyetinin temel bir prensibini tasvir eden hikmetli bir mısradır. Beyitin merkezinde “Besmele” yani “Bismillahirrahmanirrahim” düsturu bulunmaktadır.
• ​”Allâh adın her kim ol evvel ana”: Mısra, bir işe teşebbüs eden kimsenin, her şeyden evvel Allah’ın ismini zikretmesi, O’nun adıyla başlaması gerektiğini ifade eder. Bu, sadece bir sözü tekrar etmek değil, aynı zamanda kişinin aczini ve fakrını idrak ederek, kudreti sonsuz olan Allah’a sığınması, O’ndan yardım talep etmesi manasına gelir. Bu, yapılan işin fani ve şahsi bir fiil olmaktan çıkıp, Allah’ın namıyla ilahi bir boyut kazanmasını temin eder.
• ​”Her işi âsân ede Allâh ana”: İkinci mısra, bu teslimiyetin ve başlangıcın neticesini haber verir. Allah’ın adıyla işe başlayan bir kula, Cenâb-ı Hak o işi kolaylaştırır, zorlukları ortadan kaldırır ve o işi bereketli kılar. Buradaki “âsân etmek” (kolaylaştırmak), sadece zahirî engellerin kalkması değil, aynı zamanda o işin neticesinin de hayırlı kılınmasıdır. Buna “Tevfîk-i İlâhî” yani ilahi muvaffakiyet denir.
​Bu beyit, “Besmelesiz başlanan her mühim işin sonu güdüktür, bereketsizdir” meâlindeki Hadîs-i Şerif’in edebi bir tefsiri gibidir.
​Makale: Kâinatın Anahtarı ve Her Hayrın Başı: Besmele
​Hayat, sonsuz bir faaliyetler silsilesidir. İnsan, nefes alıp vermekten en karmaşık sanat eserlerini vücuda getirmeye kadar daimî bir fiil halindedir. Ancak bu fiiller, hangi niyet ve hangi başlangıçla yapıldığına göre kıymet kazanır veya kaybeder. Kimi işler sahibine dünyada bir menfaat sağlasa da ahirette bir yük olur; kimi işler ise hem dünyayı imar eder hem de ebedî bir saadetin sermayesi haline gelir. Bu iki netice arasındaki en temel fark, işin başlangıcındaki “anahtar” kelimededir: Allah’ın adı. Süleyman Çelebi, asırlar ötesinden bu hakikati ne kadar sâde ve derin bir şekilde dile getirmiştir:
​Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ede Allâh ana

​Bu beyit, her işin başında “Bismillahirrahmanirrahim” demenin sadece bir adet olmadığını, aksine bir dünya görüşü, bir teslimiyet ve bir kuvvet kaynağı olduğunu ilan eder. Besmele çeken bir kul, “Ben bu işi kendi gücümle, kendi ilmimle değil, Kâinatın Sahibi olan Rahman ve Rahim Allah’ın namıyla, O’nun izni ve kuvvetiyle yapıyorum” demiş olur. Bu şuur, insanın enaniyetini kırar, onu kibirden muhafaza eder. Zira en büyük felaket, kişinin kendi nefsine dayanması ve gücünü kendinden bilmesidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, besmele “öyle bir define-i mübarekedir ki, senin hadsiz aczin ve fakrın, seni hadsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında seni en makbul bir şefaatçi yapar.” (Sözler, Birinci Söz, s. 17, RNK Neşriyat).
​Bir tohumun toprağa atılması, bir kalemin kâğıda dokunması, bir âlimin kitaba başlaması veya bir komutanın sefere çıkması… Bütün bu işler, Allah’ın adıyla başlandığında ibadet hükmüne geçer. O vakit, karıncanın ateşi söndürmek için su taşıması gibi, kulun cüz’i ve küçük kuvveti, Küllî ve Mutlak bir Kudret’in tecellisine mazhar olur. Engeller ortadan kalkar, zorluklar kolaylaşır ve netice bereketlenir. Çünkü işin sahibi artık o kul değil, kulun namına hareket ettiği Rabb’idir. Süleyman Çelebi’nin bu beyti, bize fani hayatımızı baki kılmanın, küçük amellerimizi büyük neticelere vesile etmenin ve her an Allah ile beraber olma şuurunu kazanmanın en basit ve en tesirli yolunu öğretmektedir.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Süleyman Çelebi’nin beytinden hareketle, bir işe Allah’ın adıyla (Besmele) başlamanın hikmetini ele almaktadır. Besmele’nin, insanın aczini itiraf edip ilahi kudrete sığınması anlamına geldiği, bu sayede en zor işlerin kolaylaştığı ve bereketlendiği vurgulanmaktadır. Bir işe Allah’ın adıyla başlamanın, o işi şahsi bir fiil olmaktan çıkarıp ibadet seviyesine yükselttiği ve insanın enaniyetini kırarak onu ilahi yardıma mazhar kıldığı anlatılmaktadır.

​2. Beyit: Alvarlı Muhammed Lutfi (Efe Hazretleri)
​Beytin İktibası
​بو داری بنم باشه دار ایلمه يا رب
اغيار المين كوكلمه بار ایلمه يا رب
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab
​Alvarlı Muhammed Lutfi
​Ey Rabbim! Bu dünya yurdunu benim başıma dar eyleme.
Ey Rabbim! Senin dostlarından başkasının elemini, derdini gönlüme yük etme.

​İzah ve Şerh
​Alvarlı Efe Hazretleri’nin bu niyaz dolu beyti, müminin dünya ve insanlarla olan alakasını düzenleyen iki temel dua ve talebi ihtiva eder. Beyit, hem zahirî (dış) hem de derûnî (iç) bir huzur arayışının ifadesidir.
• ​”Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab”: “Dâr” kelimesi yurt, ev, dünya manalarına gelir. Şair burada, imtihan yurdu olan dünyanın, çekilmez sıkıntılarla, musibetlerle ve zorluklarla kendisi için bir zindana dönüşmemesini Allah’tan niyaz etmektedir. Bu, maddi ve manevi ferahlık talebidir. Hayatın meşakkatleri karşısında sabır ve tahammül gücü istemektir.
• ​”Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab”: Bu mısra, duanın derûnî ve daha hassas olan kısmıdır. “Ağyâr”, kelime manasıyla “yabancılar, başkaları” demektir. Tasavvufi ıstılahta ise “mâsivâ” yani Allah’tan gayrı her şey, özellikle de Allah’ı unutturan, O’na yabancı olan insanlar ve meşgaleler için kullanılır. “Bâr etmek” ise yük etmek, ağırlık vermek demektir. Şair, “Yâ Rab! Senin dostların haricindeki insanların (ağyâr) kederini, onların sebep olduğu sıkıntıları kalbime bir yük yapma” diye dua etmektedir. Bu, kalbi mâsivâdan temizleme, gönlü sadece Allah ve O’nun sevdikleriyle meşgul etme arzusudur.
​Makale: Gönül Yurdunu Ağyârdan Muhafaza Etmek
​İnsanın biri zahirî, diğeri derûnî olmak üzere iki âlemi vardır. Zahirî âlemi “dünya yurdu” (dâr), derûnî âlemi ise “gönül”dür. Müminin saadeti, bu iki yurdun da selamet ve huzur içinde olmasına bağlıdır. Alvarlı Efe Hazretleri, bu hakikati bir dua kalıbında ne güzel tasvir etmiştir:
​Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab

​İlk mısra, insanın fıtratındaki bir ihtiyaca işaret eder: dünyada huzurla ve sıkıntısız bir hayat sürme arzusu. Zira dünya, ahiretin tarlasıdır ve bu tarlayı sürebilmek için asgari bir sükûnete ihtiyaç vardır. Dünya zindan kesildiğinde, kulluk vazifelerini ifa etmek de zorlaşır. Bu sebeple Allah’tan, dünya yurdunu geniş ve yaşanılır kılmasını istemek, meşru ve fıtrî bir duadır.
​Ancak beyitin ikinci mısrası, meselenin daha derin bir boyutuna, yani kalp selametine işaret eder. Dünya ne kadar geniş ve ferah olursa olsun, eğer insanın gönlü “ağyâr”ın, yani Allah’tan uzak olanların elemiyle, dedikodusuyla, hasediyle veya sevgisiyle işgal edilmişse, o geniş dünya kişiye dar gelir. Asıl zindan, başkalarının dertlerini kendine dert edinen, fani sevgililerin peşinde koşan, insanların ne diyeceğine Allah’ın ne diyeceğinden daha fazla ehemmiyet veren bir kalbe sahip olmaktır. Bu kalp, ağır bir yükün altındadır. Alvarlı Efe, bu yükten kurtulmak için Rabbine sığınır. Gönlünün, sadece Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin (yârân) sevgisiyle ve derdiyle meşgul olmasını diler. Çünkü Allah dostlarının elemi bile, kişiyi Allah’a yaklaştıran nurlu bir hüzündür. Ağyârın elemi ise insanı fıtrattan uzaklaştıran karanlık bir yüktür. Bu beyit, bize zahirî ferahlıkla beraber, asıl huzurun kalbi mâsivânın işgalinden kurtarıp sadece Sahib-i Hakikisine tahsis etmekle mümkün olacağını öğretir.
​Makalenin Özeti
​Makale, Alvarlı Efe’nin beytini merkez alarak, insanın hem zahirî (dünya) hem de derûnî (gönül) huzur arayışını tahlil etmektedir. Dünyevi sıkıntılardan kurtulma duasının meşru olduğu, ancak asıl ve kalıcı huzurun, kalbi “ağyâr”ın (Allah’tan gayrı her şeyin) elem ve meşgalelerinden arındırarak sadece Allah’a ve O’nun sevdiklerine hasretmekle mümkün olacağı fikri işlenmektedir. Gerçek özgürlüğün, gönlü fani yüklerden kurtarmak olduğu vurgulanır.

​3. Beyit: Bâkî
​Beytin İktibası
​منت خدايه دولت دنيا فنا بولور
باقی قالور صحيفهٔ عالمده آدمز
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız
​Bâkî
​Dünyadaki devlet, zenginlik, mutluluk bir gün yok olup gider.
(Ey Bâkî!) Allah’a şükürler olsun ki âlem sayfasında bizim adımız sonsuza kadar kalır.

​İzah ve Şerh
​”Sultânü’ş-Şuarâ” (Şairlerin Sultanı) olarak anılan Bâkî’nin bu beyti, onun sanatının ve dünya görüşünün bir özeti gibidir. Beyit, fani olan ile baki olan arasındaki zıtlık üzerine kurulmuş olup, şairin kendi mahlasıyla yaptığı tevriye sanatı ile zirveye ulaşmıştır.
• ​”Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur”: Şair, ilk mısrada dünyaya ait olan “devlet”in, yani zenginliğin, makamın, saltanatın ve her türlü maddi imkânın geçici olduğunu, bir gün mutlaka yok olacağını ifade ederek Allah’a şükretmektedir (“Minnet Hudâ’ya”). Bu, alışılmışın dışında bir bakış açısıdır. Genellikle insanlar varlık için şükrederken, Bâkî varlığın “fani oluşuna” şükretmektedir. Bu, onun dünyaya karşı olan müstağni tavrını ve derûnî bir idrak seviyesini gösterir.
• ​”Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız”: İkinci mısra, bu fani olana karşı kalıcı olanı koyar. “Sahîfe-i âlem”, dünya sayfası, yani tarih ve insanlığın hafızasıdır. Şair, bu fani dünyada her şey yok olup giderken, geriye bırakılan “iyi bir adın”, bir eserin, bir şöhretin kalıcı olacağını söyler. Burada “Bâkî” kelimesi hem “kalıcı, ebedî” manasına gelir, hem de şairin kendi mahlasıdır. Bu sanatla, “Benim adım (Bâkî), âlem sayfasında bâkî kalacaktır” diyerek hem kendi sanatının gücüne işaret eder hem de genel bir hakikati dile getirir.
​Makale: Fânî Devlete Karşı Bâkî Bir Nam
​İnsanoğlunun en büyük arzularından biri, ölümden sonra da hatırlanmak, yok olup gitmemektir. Bu “beka” arzusunu tatmin için kimileri Mısır firavunları gibi devasa mezarlar inşa etmiş, kimileri de büyük imparatorluklar kurarak adlarını tarihe yazdırmaya çalışmıştır. Servet biriktirmek, makam ve mevki peşinde koşmak, hep bu fani dünyada baki kalma arzusunun bir yansımasıdır. Ancak tarihin şahitliğiyle sabittir ki, nice sultanların saltanatı yıkılmış, nice zenginlerin serveti dağılmış ve nice güçlülerin namı unutulup gitmiştir. İşte bu noktada, Şairler Sultanı Bâkî, bizlere beka sırrının nerede saklı olduğunu gösteren hikmetli bir kapı aralar:
​Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız

​Bâkî, dünyanın geçici “devlet”ine aldanmamak gerektiğini, asıl olanın “âlem sayfasında” kalıcı bir iz, güzel bir isim bırakmak olduğunu söyler. Onun bu beyitteki şükrü, paradoksal bir hikmet ihtiva eder. Dünyevi servetin ve makamın fani olması, aslında bir ilahi lütuftur. Zira eğer bunlar kalıcı olsaydı, insanlar bütün gayelerini bu fani metalara bağlayacak ve ebedî olanı tamamen unutacaklardı. Onların fani oluşu, insanı daha kalıcı değerler aramaya sevk eder.
​Nedir o baki kalan “ad”? Bu sadece şöhret manasına gelmez. Bu, bir âlimin geride bıraktığı bir kitap, bir hayırseverin yaptırdığı bir çeşme, bir sanatkârın meydana getirdiği ölümsüz bir eser, bir annenin yetiştirdiği hayırlı bir evlat ve en nihayetinde, bir kulun Allah katında kazandığı “abd-i sâlih” (salih kul) unvanıdır. Bâkî, kendi şiirinin gücüyle adının tarihte kalacağına inanmakla beraber, aslında bütün insanlığa bir hedef göstermektedir: Ey insan, enerjini ve gayretini fani olacak şeyler için tüketme! Öyle bir hayat sür ki, sen bu âlemden göçüp gittikten sonra da adın hayırla, rahmetle ve takdirle anılsın. Zira Karun’un hazineleri toprak altında kalmış, ama bir Veysel Karânî’nin adı gönüllerde baki kalmıştır. İşte gerçek devlet ve bitmeyen saltanat budur.
​Makalenin Özeti
​Makale, Bâkî’nin beytinden yola çıkarak, insanın ölümsüzlük arayışını ve bu arayışın doğru hedefini tahlil etmektedir. Dünyevi zenginlik ve makam gibi geçici değerler (“devlet-i dünya”) yerine, tarihte ve insanların hafızasında kalıcı olan “iyi bir ad” bırakmanın ehemmiyeti üzerinde durulmaktadır. Beyitteki “dünyanın fani oluşuna şükretme” fikri, bunun insanı daha kalıcı ve manevi değerlere yönelten bir lütuf olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Gerçek kalıcılığın, eser, hayır ve güzel ahlak ile mümkün olduğu vurgulanmıştır.

​4. Beyit: Nâbî
​Beytin İktibası
​الهی مستقیم ايت خاطرم غيره تشوقدن
خم اولدی قامتم ارباب دنیایه تملقدن
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan
Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan
​Nâbî
​Ey Rabbim! Beni başka kapılarda süründürme, başkalarına yaltaklık etmek zorunda bırakma, zillete düşürme. Bana istikamet nasip et. Zira dünya ehline eğilmekten belim büküldü.

​İzah ve Şerh
​Hikemî şiirin (didaktik, öğretici şiir) en büyük ustalarından biri olan Nâbî, bu beytinde bir müminin sahip olması gereken en temel hasletlerden biri olan “istikamet” ve “izzet” mefhumlarını, bir pişmanlık ve dua ile dile getirmektedir.
• ​”İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan”: “Hâtır” kelimesi burada akıl, kalp, gönül manasındadır. “Müstakim etmek” dosdoğru kılmaktır. “Teşevvuk” ise şiddetli arzu ve heves duymaktır. “Gayr” ise Allah’tan başkası, yani mâsivâdır. Nâbî, “Allah’ım! Gönlümü, Senden başkasına heves etmekten, Senden başkasını arzulamaktan koru ve dosdoğru eyle” diye niyaz etmektedir. Bu, tevhîd-i kıble, yani yönünü, hedefini ve arzusunu sadece Allah’a çevirme talebidir.
• ​”Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan”: “Kâmet” boy, endam; “ham olmak” eğilmek, bükülmek demektir. “Erbâb-ı dünya” dünya ehli, yani makam ve servet sahipleridir. “Temelluk” ise yaltaklanmak, dalkavukluk etmektir. Şair, bu mısrada bir itirafta ve şikâyette bulunur: “Dünya sahiplerine yaltaklanmaktan, onların önünde eğilmekten boyum büküldü, izzetim zedelendi.” Bu, ilk mısradaki duanın sebebini açıklar. Kalp Allah’tan başkasına yönelince, beden de O’nun kullarına eğilmek zilletine düşer.
​Makale: İstikamet: Zilletten İzzete Giden Yol
​İnsanın şerefi ve izzeti, kime ve neye boyun eğdiğiyle doğrudan alakalıdır. Bütün kâinatın yaratıcısı olan, kudreti sonsuz Allah’a secde eden bir baş, artık hiçbir mahlûkun önünde eğilmez. Gönlünü sadece O’na bağlayan bir kalp, başkalarından bir beklenti içine girmez. Bu duruşun adı “istikamet”tir. İstikamet, sırat-ı müstakim, yani dosdoğru yol üzere olmaktır. Bu yolun yolcusu izzetlidir, onurludur. Yoldan sapanların akıbeti ise zillettir. Büyük şair Nâbî, bu hakikati kendi hayat tecrübesinin bir muhasebesi olarak acı bir dille ifade eder:
​İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan
Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan

​Nâbî’nin bu feryadı, sadece şahsi bir pişmanlık değil, aynı zamanda bütün bir insanlığa derstir. O, gönlün Allah’tan başkasına (“gayra”) arzu duymasının, insanı nasıl dünya ehline (“erbâb-ı dünya”) yaltaklanma zilletine düşürdüğünü acı bir tecrübeyle tasvir eder. “Kâmetin bükülmesi”, sadece fiziki bir eğilme değil, ruhun, şahsiyetin ve izzetin bükülmesidir. Menfaat umarak bir makam sahibini övmek, bir zenginin kapısını aşındırmak, haksızlık karşısında gücü olandan çekinerek susmak… Bütün bunlar, kalbin istikametini kaybetmesinin zahirî neticeleridir.
​Her gün namazlarımızda defalarca Fatiha Suresi’nde “Bizi dosdoğru yola ilet” (İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm) diye dua etmemizin hikmeti burada gizlidir. İstikamet, sadece ibadetlerde değil, fikirde, ahlakta, ticarette, sanatta, kısacası hayatın her alanında Allah’ın rızasını esas almaktır. Kim Rabbine karşı duruşunu müstakim kılarsa, Allah onu mahlûkatına karşı dik ve izzetli kılar. Kimin kalbi fani makamlara ve servetlere meylederse, onun boynu er ya da geç o fanilerin önünde bükülmeye mahkûmdur. Nâbî’nin bu beyti, bize izzetin anahtarının da zilletin sebebinin de kalpteki yönelişte saklı olduğunu ihtar eden ebedî bir levhadır.
​Makalenin Özeti
​Makale, Nâbî’nin beytini esas alarak “istikamet” ve “izzet” kavramlarını incelemektedir. Kalbin Allah’tan başkasına yönelmesinin, kişiyi kaçınılmaz olarak dünya ehline yaltaklanma zilletine düşüreceği fikri işlenmektedir. Nâbî’nin “belinin bükülmesi” ifadesinin, sadece fiziki bir eğilmeyi değil, şahsiyetin ve onurun zedelenmesini de anlattığı belirtilmektedir. Gerçek izzet ve şerefin, sadece Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına gönül bağlamamakla, yani istikamet sahibi olmakla mümkün olduğu vurgulanmaktadır.

​5. Beyit: Sâ’ib-i Tebrîzî
​Beytin İktibası
​برق را در خرمن مردم تماشا کرده است
آنکه پندارد که حال مردم دنیا خوش است
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest
Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur
​Sâ’ib-i Tebrîzî
​Halkın harmanındaki ışıltıyı, alevi seyreden kişi, dünya halkının hâlinin hoş olduğunu, onların eğlendiğini zanneder. Oysa onlar harmandaki yangını söndürmek için uğraşıyorlar.

​İzah ve Şerh
​İran şiirinin ve “Sebk-i Hindî” (Hint üslubu) akımının en büyük temsilcilerinden olan Sâ’ib-i Tebrîzî, bu Farsça beytinde, hadiselerin zahirine bakarak aldanmanın tehlikesini ve empati (halden anlama) yoksunluğunu çarpıcı bir misalle anlatır.
• ​”Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest”: “Berk” şimşek, yıldırım; “hirmen” harman, yani hasat yığını; “merdum” ise halk, insanlar demektir. “Temâşâ kerden” ise seyretmek, izlemek manasındadır. Mısranın düz manası şöyledir: “(Birisi) halkın harmanına düşen yıldırımı (bir şenlik gibi) seyretmektedir.” Harman, köylünün bütün bir yıllık emeğidir. Oraya yıldırım düşmesi, büyük bir felakettir. Ancak uzaktan bakan biri, bu alevleri bir eğlence, bir ateş oyunu zannedebilir.
• ​”Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur”: “Pindâred” zanneder, sanır demektir. “Hâl-i merdum-i dünya” dünya insanlarının hali, “hoş” ise iyi, güzel demektir. Mısra, ilk mısradaki seyirciyi tanımlar: “Kim ki dünya insanlarının halinin iyi ve hoş olduğunu zanneder, (işte o, harmana düşen yıldırımı eğlence sanan kişi gibidir).”
​Şair, dünyanın zahirî parıltısının, şenliklerinin, koşuşturmasının ardında büyük acılar, dertler ve felaketler olabileceğini; insanların bu acıları dindirmek için çırpındığını, fakat dışarıdan bakan gafil bir nazarın bu çırpınışı bir eğlence veya normal bir hayat akışı olarak görebileceğini ifade eder.
​Makale: Başkalarının Yangınını Seyretmek
​Nazar, yani bakış, basit bir görme fiili değildir; aynı zamanda bir idrak ve mana verme biçimidir. Bir hadiseye nereden ve nasıl bakıldığı, o hadisenin mahiyetini anlama veya tamamen yanlış anlama neticesini doğurur. İnsanların hallerini, toplumların vaziyetini anlamak için de yüzeysel bir nazardan daha fazlasına, kalbî bir basirete ihtiyaç vardır. Aksi takdirde insan, başkalarının felaketini bir temaşa nesnesi haline getirme gafletine düşebilir. Sâ’ib-i Tebrîzî, bu derin hakikati bir çiftçinin harmanına düşen yıldırım misaliyle ne kadar dokunaklı bir şekilde gözler önüne serer:
​Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest
Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur

​Bu beyit, empati yoksunluğunun ve vurdumduymazlığın en edebi tenkitlerinden biridir. Bir yanda bütün bir senenin emeği, umudu olan harmanı yanan bir çiftçinin feryadı, çaresizliği ve yangını söndürme telaşı vardır. Diğer yanda ise bu yangından yükselen alevleri, uzaktan bir şenlik ateşi veya bir ışıltı zanneden gafil bir seyirci… Bu seyirci, “dünya ehlinin halinin hoş olduğunu zanneden” kişidir. O, haberlerde izlediği savaş görüntülerinin, istatistiklerde okuduğu açlık rakamlarının, yanından geçip gittiği dertli bir insanın içindeki fırtınaların hakikatini idrak edemez. Çünkü o, sadece zahire bakar. Gördüğü hareketliliği, canlılık ve eğlence zanneder. Hâlbuki o hareketlilik, çoğu zaman bir can pazarı, bir imdat çağrısıdır.
​Sâ’ib’in bu beyti, bize insanlara ve hadiselere yaklaşırken aceleci ve yüzeysel hükümler vermekten kaçınmamız gerektiğini ihtar eder. Bir insanın gülümsemesinin ardında ne büyük hüzünler saklanabileceğini, bir toplumun şatafatlı vitrinlerinin arkasında ne derin çürümeler olabileceğini düşünmeye davet eder. Bize düşen, başkalarının harmanındaki yangını seyretmek değil, o yangını söndürmek için bir kova su taşımaya gayret etmektir. Bu ise ancak “onun yerinde ben olsaydım” diyebilen, başkasının acısını kendi acısı gibi hissedebilen bir kalp ile mümkündür.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beytinden hareketle, olayların dış görünüşüne aldanarak verilen yüzeysel hükümleri ve empati yoksunluğunu eleştirmektedir. Başkalarının yaşadığı felaket ve acıların (“harmanaki yangın”), uzaktan bakan gafil bir göz tarafından bir eğlence veya normal bir durum olarak anlaşıbileceği tehlikesine dikkat çekilmektedir. Makale, insanlara ve toplumsal hadiselere yaklaşırken basiretli olmanın, zahirin ardındaki derûnî hakikati anlamaya çalışmanın ve başkalarının derdiyle dertlenmenin ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 151–

image_pdfimage_print

BERCESTE VE İZAHI – 151–

​1. Beklentilerin Ağırlığı ve Hayal Kırıklığının Zehri
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​هر كيمك اقبالی ياتسه قاسمی
آب شكر ايچسه زهر مار اولور

​Latin Harfleriyle:
​Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Her kimin ikbâli yatsa Kâsımî
Âb-ı şekker içse zehr-i mâr olur

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Ey Kâsımî! Eğer bir kimsenin beklentileri gerçekleşmezse, ulaşmak istediği hedeflere ulaşamazsa şekerli su bile içse ona sanki yılan zehiri içmiş gibi gelir.

​İzah ve Tahlil
​Bu beyit, insanın derûnî (iç) hali ile zahirî (dış) dünyayı nasıl anladığı arasındaki kopmaz bağlantıyı tasvir eder. Şair Kâsımî, “ikbâl” kelimesini kullanarak sadece talihi ve başarıyı değil, aynı zamanda insanın umutlarını, beklentilerini ve hayallerini de kasteder. “İkbâli yatmak” tabiri, bu beklentilerin boşa çıkması, talihin yüz çevirmesi ve kişinin hedeflerine ulaşamaması manasına gelir.
​Beyitin kilit noktası, bu derûnî hayal kırıklığının, en basit ve en tatlı zahirî tecrübeyi dahi nasıl zehirlediğidir. “Âb-ı şekker” (şekerli su), hayatın en temel ve saf lezzetlerinden birini temsil eder. Ancak beklentileri yıkılmış bir insan için bu tatlı su dahi “zehr-i mâr” (yılan zehiri) haline gelir. Burada suyun yapısı değişmez; değişen, onu tadan kişinin duygusudur. Bu, insanın iç dünyasındaki fırtınaların, dış dünyadaki güneşi nasıl perdelediğinin mükemmel bir edebi ifadesidir.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​İnsanın hayat serüveni, bitip tükenmeyen bir beklentiler silsilesidir. Henüz çocukken kurulan hayallerden, gençlikteki idealist hedeflere, yetişkinlikteki kariyer ve aile planlarına kadar hayatımız, umutlarımızın şekillendirdiği bir yoldur. Bu beklentiler, hayat ağacının dalları gibidir; bizi ileriye, yukarıya doğru uzanmaya teşvik eder. Lakin Kâsımî’nin mısralarında billurlaşan acı hakikat şudur ki, bu dallar kırıldığında, ağacın kökleri dahi acı çeker.
​Beyitte geçen “Her kimin ikbâli yatsa…” ifadesi, bu durumu cihanşümul (evrensel) bir kaide olarak ortaya koyar. İster sultan olsun ister gedâ, nefs taşıyan her insan bu tecrübeye açıktır. Umutların ve beklentilerin gerçekleşmemesi, sadece birer haricî kayıp değildir; bu, insanın varoluşuna dair derûnî bir sarsıntıdır. Bu sarsıntı, kişinin dünyaya baktığı nazarını (bakışını) bulandırır. Artık en leziz nimetler tatsız, en güzel manzaralar renksiz ve en samimi teselliler anlamsız gelir. İşte o vakit, “Âb-ı şekker içse zehr-i mâr olur.”
​Bu hal, modern psikolojinin “anlamada seçicilik” veya “bilişsel çarpıtma” dediği durumun edebi bir tasviridir. Zihin, yaşadığı menfi (negatif) bir tecrübenin tesiriyle, etrafındaki bütün müspet (pozitif) unsurları görmezden gelmeye veya onları da menfi bir surette yorumlamaya başlar. Hayal kırıklığının zehri, sadece kalbe değil, akla ve göze de sirayet eder.
​Bu beyitten alınacak en büyük ibret, mutluluğun ve huzurun, haricî şartlardan ziyade derûnî bir teslimiyet ve rıza haline bağlı olduğunun isbatıdır. Eğer insan, mutluluğunu tamamen hedeflerinin gerçekleşmesine bağlarsa, ikbâli her yattığında zehir içmeye mahkûm olur. Hakiki fazilet (erdem), beklentiler gerçekleşmediğinde dahi, kaderin tecellisine rıza göstererek, önündeki şekerli suyu zehir olarak değil, bir imtihan vesilesi ve şükür nimeti olarak görebilme sanatıdır. Zira imtihan sadece zorlukla değil, bazen de zorluk anında nimete karşı nankörlük etmemekle olur. Hayat, beklentilerimizle değil, imtihanlarımızla şekillenir ve mana kazanır.
​Hülâsa (Özet)
​Kâsımî’nin beyti, insanın iç dünyasındaki hayal kırıklıklarının, dış dünyadaki en tatlı gerçekleri bile nasıl zehirleyebileceğini anlatır. Ulaşılamayan hedefler ve boşa çıkan umutlar, kişinin algısını o denli bozar ki, şekerli su dahi yılan zehri gibi gelir. Bu, mutluluğun dış şartlara değil, içsel bir rıza ve teslimiyet haline bağlı olduğunu gösteren hikmetli bir tesbittir.

​2. Gam Yurdu Olan Dünyada Bahta Sitemin Beyhudeliği
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​كردون ستم بخت سياه ايتمكه دكمز
بالله بو غمخانه بر آه ايتمكه دكمز

​Latin Harfleriyle:
​Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Gerdûn sitem-i baht-ı siyâh etmeğe değmez
Billâh bu gam-hâne bir âh etmeğe değmez

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Bu dünya bir insanın kara bahtı için sitem etmesine değmez. Gam, elem yurdu olan bu dünya billahi bir kez ah etmeye bile değmez.

​İzah ve Tahlil
​Keçecizâde İzzet Molla, bu beytinde dünyaya ve kader tecellilerine karşı takınılması gereken ulvî tavrı ortaya koyar. Beytin anahtar kelimeleri “gerdûn” (felek, kader, dünya), “sitem-i baht-ı siyâh” (kara bahta sitem etmek) ve “gam-hâne”dir (gam evi).
​Şair, dünyanın yapısını “gam-hâne” olarak tasvir ederek temel bir tespitte bulunur. Dünya, tabiatı icabı bir zevk ve safa yurdu değil, bir imtihan, çile ve hüzün mekanıdır. Bu temel tespitten hareketle, böyle bir yerde “kara baht”tan şikâyet etmenin abesle iştigal olduğunu belirtir. Ateşin yakmasından veya suyun ıslatmasından şikâyet etmek ne kadar mantıksızsa, gam evinde gamla karşılaşmaktan şikâyet etmek de o kadar anlamsızdır. İkinci mısradaki “Billâh” yemini ve “bir âh etmeğe değmez” ifadesi, bu fikri en kuvvetli şekilde perçinler. Şair, sadece sitem etmenin değil, en küçük bir şikâyet belirtisi olan “âh” çekmenin bile bu fani dünya için lüzumsuz bir çaba olduğunu vurgular.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​İnsanoğlunun en kadim yanılgılarından biri, dünyayı bir saadet ve istirahat yurdu zannetmesidir. Bu yanılma, onu kaçınılmaz olarak siteme ve isyana sürükler. Zira “gam-hâne” olarak yaratılmış bir mekândan, “gül bahçesi” performansı beklemek, en başta o mekânın yaratılış hikmetine aykırı bir duruştur. Keçecizâde İzzet Molla, bu derin hakikati iki mısraya sığdırarak, insana bir nevi “kader okuryazarlığı” dersi verir.
​”Gerdûn sitem-i baht-ı siyâh etmeğe değmez.” Bu mısra, kaderi tenkit etmenin anlamsızlığını ifade eder. Kader, İlahi bir takdirdir ve ona yöneltilen her sitem, dolaylı olarak o takdirin sahibine yönelir. Kara baht olarak görülen şey, çoğu zaman imtihanın bir parçası, günahlara kefaret veya manevi dereceleri artıracak bir vesiledir. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi, “Müminin her işi hayırdır.” Bu nazara sahip bir kimse için “baht-ı siyâh” yoktur; sadece rengi ve deseni farklı imtihanlar vardır. Dünyanın geçici ve değersiz yapısı düşünüldüğünde, onun fani cilveleri için ebedî hayata zarar verecek bir sitem tavrına girmek, akıl kârı değildir.
​İkinci mısra, bu fikri daha da derinleştirir: “Billâh bu gam-hâne bir âh etmeğe değmez.” Ah etmek, acının ve çaresizliğin en basit dışavurumudur. Şair, yemin ederek, bu gam evinin, bu en küçük tepkiye bile layık olmadığını söyler. Neden? Çünkü “âh” etmek, enerjiyi şikâyete harcamaktır. Hâlbuki mümin, enerjisini sabra, şükre ve çözüm aramaya sarf etmelidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, “Şekvâ (şikâyet) kapısıyla belâlar insana yol bulur.” Şikâyet etmek, acıyı hafifletmez, bilakis onu derinleştirir ve insanın derûnî direncini kırar. Bu dünya, içinden geçip gidilen bir misafirhanedir. Misafirhanenin duvarındaki bir çizik için “âh” edip vaveyla koparmak, misafirlik adabına yakışmaz. Asıl vatan olan ahiretin yanında bu dünya, bir “âh”a bile değmeyecek kadar küçük ve geçicidir.
​Bu beyit, bir çaresizlik veya dünyadan el etek çekme felsefesi değil, aksine muazzam bir manevi güç ve metanet telkinidir. Dünyanın hadiseleri karşısında sarsılmamayı, hadiselerin üstüne çıkarak onları İlahi hikmet nazarıyla okumayı öğretir. Bu, belayı verenin hatırına belaya sabretme, imtihanı gönderenin rızası için “âh” etmeden o imtihanı göğüsleme faziletidir.
​Hülâsa (Özet)
​Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın tabiatının bir “gam evi” olduğunu hatırlatarak, böyle bir yerde kara bahttan şikâyet etmenin ve hatta “ah” çekmenin bile anlamsızlığını vurgular. Bu beyit, dünyanın geçici ve imtihanlarla dolu yapısını kabul ederek, hadiseler karşısında sitem yerine sabır ve metanet göstermenin daha ulvî bir tavır olduğunu ifade eden derin bir hikmet dersidir.

​3. Ölümsüzlük Arayışının Çaresizliği: Lokman’ın Mâcerası
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​فلك طاسنده معجون حياته سعی ايدن لقمان
اريتدی مايهٔ عمرك مماته بولمادی درمان

​Latin Harfleriyle:
​Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün
Felek tâsında ma‘cûn-ı hayâta sa‘y eden Lokmân
Eritdi mâye-i ömrün memâta bulmadı dermân

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Felek tasında ölümsüzlük ilacını bulabilmek için çalışıp çabalayan Lokman, bu uğurda ömrünü tüketti; ama ölüme bir çare bulamadı.

​İzah ve Tahlil
​”Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlaslı bu beyit, insanın ölüm karşısındaki acziyetini, tarihi ve efsanevi bir şahsiyet olan Lokman Hekim üzerinden anlatır. Lokman, hikmetin ve hekimliğin pîri olarak kabul edilir. Beyit, böyle bir zirve şahsiyetin bile en temel insani kader olan ölüm karşısında çaresiz kaldığını vurgular.
​”Felek tâsı,” dünyanın veya kaderin bir pota, bir imtihan kazanı olduğunu ima eder. Lokman, bu kazanın içinde “ma’cûn-ı hayât” yani hayat macununu, ölümsüzlük iksirini bulmaya “sa’y eden” (çabalayan) biri olarak tasvir edilir. İkinci mısra ise bu çabanın trajik sonucunu ortaya koyar. Lokman, bu uğurda “mâye-i ömrün” yani ömür sermayesini “eritdi” (tüketti) fakat “memâta” (ölüme) bir “dermân” (çare) bulamadı. Bu, hedefin kendisinin, hedefe ulaşmak için harcanan en değerli sermayeyi, yani hayatın kendisini yok ettiğini gösteren ironik ve ibretli bir tablodur.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​Tarih boyunca insanoğlunun en büyük arayışlarından biri ölümsüzlük olmuştur. Gılgamış’tan Simurg efsanelerine, simyacıların iksir denemelerinden günümüzün teknolojik vaatlerine kadar bu arayış, farklı suretlerde hep var olmuştur. Lâedrî’nin beyti, bu beyhude çabanın özünü, hikmetin sembolü Lokman Hekim üzerinden gözler önüne serer.
​”Felek tâsında ma‘cûn-ı hayâta sa‘y eden Lokmân…” Bu mısra, insanın haddini aşan kibrini ve çaresizliğini bir arada sunar. En bilge hekimin dahi, kaderin ve tabiatın kanunlarını değiştirmeye cüret etmesi, büyük bir yanılgıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Her can ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185) buyrularak bu hakikat kesin bir dille ifade edilmiştir. Ölüm, bir son veya bir hastalık değil, yaratılışın bir kanunudur. Dolayısıyla ona “derman” aramak, yerçekimine derman aramak kadar abestir. Lokman’ın bu arayışı, insanın kendi faniliğini kabul edemeyişinin trajik bir sembolüdür.
​Asıl ibretli olan ise ikinci mısradır: “Eritdi mâye-i ömrün memâta bulmadı dermân.” Ömür, insana verilmiş en kıymetli sermayedir (“mâye-i ömrün”). Bu sermaye, ebedî bir hayatı kazanmak için kullanılmalıdır. Beyitteki Lokman ise, bu sermayeyi fani hayatı uzatma gibi imkânsız bir hedefe harcayarak “eritmiş,” yani ziyan etmiştir. Bu, büyük bir tezat ve ibret vesilesidir. İnsan, ölümsüzlüğü ararken elindeki hayatı tüketmektedir. Sonsuz hayatı kazanma fırsatı varken, sonlu hayatı birkaç sene uzatabilme hayaliyle vaktini, enerjisini ve nihayetinde ömrünü heba etmektedir.
​Bu beyit, bize şu hikmeti fısıldar: Gerçek bilgelik, ölüme çare aramak değil, ölüme hazırlanmaktır. Ölümü bir yok oluş değil, bir “terhis-i hayat” (hayat vazifesinden terhis olma), bir “tebdil-i mekân” (mekân değiştirme) ve Sevgili’ye (Allah’a) kavuşma kapısı olarak görmektir. Mâye-i ömrü, bu fani dünyada birkaç fazla nefes almak için değil, o ebedî âlemde sonsuz bir nefese kavuşmak için harcamaktır. Lokman’ın bulamadığı derman, aslında hekimlerin reçetelerinde değil, peygamberlerin tebliğlerindedir. O derman, iman ve salih ameldir. Hayatın gayesi ölümsüz olmak değil, “ölümsüz eserler” bırakarak ve Allah’ın rızasını kazanarak bu dünyadan göçmektir.
​Hülâsa (Özet)
​Bu beyit, hikmetin pîri Lokman Hekim’in bile ölümsüzlük iksirini ararken kendi ömür sermayesini tükettiğini ve ölüme bir çare bulamadığını anlatır. Bu, insanın ölüm karşısındaki acziyetinin ve ölümsüzlük arayışının beyhudeliğinin ibretli bir tasviridir. Asıl hikmetin, ölüme çare aramak yerine, verilen ömrü ebedî hayatı kazanmak için kullanmak olduğu dersini verir.

​4. Kâbe’den Üstün Olan Gönül
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​خطائی حال چاغنده
حق كوكل آلچاغنده
يوز بيك كعبه ياپقدر
بر كوكل آل چاغنده

​Latin Harfleriyle:
​Hatâyî hâl çağında
Hak gönül alçağında
Yüz bin Ka’be yapmakdır
Bir gönül al çağında

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Hatâyî, hâl ehli bir ârif olmuştur. Hak, bir ârifin gönlünde tecellî etmiştir. Bir gönül almak, bir gönle girmek, yüz bin kez Kâbe yapmak gibidir. Sen de henüz yaşıyorken bir gönül almaya bak.

​İzah ve Tahlil
​Şah İsmail Hatâyî’ye ait bu dörtlük, tasavvuf düşüncesinin temel direklerinden birini teşkil eden “insanın kutsallığı” ve “gönül” kavramını merkezine alır. Beyit, şekilsel ibadet ile ahlaki ve derûnî erdem arasında bir mukayese yapar ve ikincisinin üstünlüğünü kesin bir dille vurgular.
​”Hâl çağı,” tasavvufta kişinin manevi bir cezbeye, ilahi bir tecrübeye ulaştığı anı ifade eder. Şair, bu manevi sarhoşluk ve vecd halinde iken söylediğini belirtir. “Hak gönül alçağında” mısraı, tevazu sahibi, alçak gönüllü kişinin kalbinde Allah’ın tecellilerinin bulunduğunu ifade eder. Meşhur “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” Kudsî Hadisi’ne bir telmihtir (göndermedir).
​Dörtlüğün zirvesi son iki mısradır. “Yüz bin Ka’be yapmakdır / Bir gönül al çağında.” Burada muazzam bir mübalağa sanatı ile “bir gönül almanın” sevabı, “yüz bin Kâbe inşa etmenin” sevabıyla kıyaslanır ve ona denk, hatta ondan üstün tutulur. Kâbe, İslam’ın en mukaddes mekanı, Müslümanların kıblesidir. Ancak Hatâyî’ye göre, Allah’ın tecelligâhı olan bir “insan gönlü” (kalbi), taştan yapılmış bir binadan daha mukaddestir. Bu, insanın “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) oluşunun en net ifadelerinden biridir.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​İslam medeniyetinin derûnî boyutunu teşkil eden tasavvuf, dini sadece zahirî ritüellerden ibaret görmeyip onun özüne, ruhuna ve ahlaki gayesine odaklanır. Hatâyî’nin bu nefesi, bu odaklanmanın en veciz ve en sarsıcı örneklerinden biridir. Bu mısralar, dinin merkezine şekli değil, insanı ve insanın kalbini koyar.
​Yunus Emre’nin “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil” mısralarıyla aynı hikmet pınarından beslenen bu dörtlük, bize ibadet ve ahlak bütünlüğünü hatırlatır. Hacca gitmek, Kâbe’yi tavaf etmek veya yeni bir Kâbe inşa etmek şüphesiz büyük sevaplardır. Ancak bütün bu ibadetlerin gayesi, insanı daha iyi, daha ahlaklı, daha merhametli bir kul yapmaktır. Eğer bir kimse, bir yandan Kâbe’ye yüz sürerken diğer yandan bir insanın kalbini kırıyor, bir yetimin gönlünü incitiyorsa, o ibadetlerin ruhunu ve gayesini anlamamış demektir. Zira Kâbe’nin sahibi olan Allah, o kırılan kalpte de nazar etmektedir.
​”Hak gönül alçağında” ifadesi, ilahi tecellilerin kibir ve enaniyet (egozim) ile dolu kalplerde değil, tevazu ile alçalmış kalplerde barınacağını öğretir. Gönül, ancak “alçak” olduğu zaman ilahi feyizleri alabilecek bir kap haline gelir.
​”Bir gönül al çağında” tavsiyesi ise, hayat sermayesi (“çağ”) tükenmeden, fırsat varken yapılması gereken en acil ve en kıymetli amelin “gönül kazanmak” olduğunu belirtir. Bir insanın gönlünü kazanmak, onun duasını almak, ona Allah’ı sevdirmek, onun derdine derman olmak; işte bütün bunlar, taş ve topraktan binalar inşa etmekten daha kalıcı ve daha makbul bir “manevi imar” faaliyetidir. Çünkü binalar yıkılabilir, ama Allah rızası için kazanılmış bir gönül, ebedî âlemde sahibine şefaatçi olabilir.
​Bu beyit, bizi ibadetlerimizin muhtevasını sorgulamaya davet eder. Namazlarımız bizi kötülükten alıkoyuyor mu? Oruçlarımız bizi takvaya ulaştırıyor mu? Haccımız bizi daha merhametli yapıyor mu? Eğer cevap müspet ise, o ibadetler “gönül yapmak” ile birleşmiş demektir. Değilse, o ibadetler, ruhsuz birer ceset, içi boş birer şekilden ibaret kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hakiki dindarlık, Kâbe’ye hürmetle birlikte, Kâbe’nin Rabbi’nin eseri olan insana, bilhassa onun gönlüne hürmet etmeyi gerektirir.
​Hülâsa (Özet)
​Hatâyî, tasavvufi bir vecd halinde, Allah’ın tecelligâhının mütevazı ve arif bir insanın gönlü olduğunu söyler. Bir insanın gönlünü kazanmanın, yüz bin kez Kâbe inşa etmekten daha kıymetli bir amel olduğunu vurgular. Bu dörtlük, ibadetin ruhunun ahlak olduğunu ve dinin merkezine şekli ritüellerden ziyade, Allah’ın en şerefli eseri olan insanın kalbine hürmet etmeyi koyan derin bir hikmet içerir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 150–

image_pdfimage_print

BERCESTE VE İZAHI – 150–

​Birinci Beyit ve Tahlili: Nâbî’den Hayatın Istırabına Dair Bir Nazar
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
بو دوراندہ صفای خاطرہ نائلمشدر
فلكدن داغ بر داغ اولمادق بر دلمی قالمشدر
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Latin Harfleriyle:
Bu devrânda safâ-yı hâtıra nâ’il mi kalmışdır
Felekden dâğ-ber-dâğ olmadık bir dil mi kalmışdır
​Şair:
Nâbî
​Günümüz Türkçesiyle:
Bu dünyada işleri yolunda giden, gönlünün her istediği murada nail olmuş bir insan mı kalmıştır? Felekten yara üstüne yara almayan bir gönül mü kalmıştır?

​İzah ve Şerh
​Hikemî (didaktik, hikmetli) şiirin en büyük üstatlarından biri olan Nâbî, bu beyitinde hayatın ve dünyanın yapısına dair cihan şümul bir hakikati dile getirmektedir. İlk mısrada, “Bu devirde gönül rahatlığına, tam bir huzura ermiş kimse kalmış mıdır?” diye sorar. Buradaki “safâ-yı hâtır”, sadece geçici bir keyif hali değil, her türlü kederden, endişeden ve hayal kırıklığından arınmış, tam bir sükûnet halidir. Nâbî, bu mükemmel hale ulaşmanın bu devirde, yani bu fâni dünyada imkânsız olduğunu bir sual ile ortaya koyar.
​İkinci mısra, bu imkânsızlığın isbatını ve sebebini tasvir eder: “Felekten yara üstüne yara almamış bir gönül mü kalmıştır?” “Felek” kelimesi, klasik edebiyatta devranı, zamanın akışını, kaderi ve talihi temsil eder. “Dâğ-ber-dâğ olmak” ise yara üstüne yara almak, acıların katmerlenmesi demektir. Şair, feleğin tabiatı icabı her gönle mutlaka bir yara açtığını, hatta mevcut yaraların üzerine yenilerini eklediğini ifade eder. Bu, hayatın imtihanlarla dolu yapısının bir neticesidir. Dolayısıyla, mademki her gönül yaralıdır, o halde tam bir gönül huzuruna kavuşmak da mümkün değildir.
​Makale: Dâr-ı İmtihan Olan Dünyada Safâyı Aramak
​İnsanoğlu, yaratılış itibarıyla daima bir saadet ve huzur arayışı içindedir. Ene ve enaniyetin bir cilvesi olarak her şeyin kendi arzusuna göre şekillenmesini, hayatın pürüzsüz bir nehir gibi akmasını temenni eder. Ancak bu arzu, hayatın ve tabiatın yapısıyla zıt bir mahiyet arz eder. Zira içinde bulunduğumuz bu âlem, bir safa ve istirahat yurdu değil, bir imtihan, tecrübe ve tekâmül meydanıdır. Üstat Nâbî’nin feleğin sillesiyle “dâğ-ber-dâğ” olmamış bir gönül tasavvur edememesi, bu temel hakikatin edebi bir ön planıdır.
​Tarih sahifeleri, en büyük peygamberlerden en kudretli hükümdarlara, en zenginlerden en âlim zatlara kadar herkesin hayatının çetin imtihanlar, derin hüzünler ve beklenmedik musibetlerle dolu olduğunu gösterir. Hz. Eyyûb’un (a.s.) sabrı, Hz. Yûsuf’un (a.s.) kuyu ve zindan çilesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Tâif’te taşlanması, çektiği açlık ve sevdiklerinin vefatıyla duyduğu hüzün, bu hakikatin en parlak misalleridir. Eğer bu dünya bir safa yurdu olsaydı, Allah’ın en sevgili kulları bu çileleri çekmezlerdi. Demek ki, derûnî hikmet, zahirî hadiselerin arkasında gizlidir. Musibetler ve yaralar, insanı olgunlaştıran, hamlıktan kurtarıp pişiren birer ateş, gönlü saflaştıran birer potadır.
​Felekten şikâyet etmek, divan şairlerinin sıkça başvurduğu bir edebi gelenek olmakla birlikte, Nâbî gibi hikmet ehli şairlerin dilinde bu, basit bir sızlanmanın ötesinde, dünyanın fâni yapısını tenkit ve ebedi âleme bir işarettir. Gönül, ancak bu dünyada bir misafir olduğunu, asıl vatanının burası olmadığını idrak ettiğinde hakiki huzura bir nebze olsun yaklaşabilir. Yaraları birer ikaz, acıları ise Rabbine daha çok yalvarmak için birer vesile olarak gördüğünde, feleğin attığı taşlar onu yıkmak yerine, iman kalesini daha da sağlamlaştıran harçlara dönüşür. Zira mü’min bilir ki, her yaranın üstünde bir merhem, her derdin üstünde bir derman ve her imtihanın sonunda bir mükafat veya hikmet vardır. Asıl “safâ-yı hâtır”, hadiselerin zahirî sarsıntılarından etkilenmeyen, her şeyin dizgininin Cenâb-ı Hakk’ın elinde olduğunu bilmekle elde edilen derûnî bir teslimiyettir.
​Özet
​Nâbî, bu beytinde, fâni dünyada tam bir huzur ve mutluluğa erişmenin imkânsız olduğunu, zira kaderin ve zamanın her gönülde mutlaka yaralar açtığını ifade eder. Bu tespitten hareketle yazılan makale, dünyanın bir safa yurdu değil, bir imtihan meydanı olduğunu; peygamberlerin hayatından misallerle isbat eder. Makaleye göre, hayattaki zorluklar ve acılar, insanı olgunlaştıran ve Allah’a yaklaştıran birer vesiledir. Gerçek huzur, olayların zahirine takılmadan, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilerek O’na teslim olmaktan geçer.

​İkinci Beyit ve Tahlili: Leylâ Hanım’dan Peygamber Aşkının Dîvâneliği
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
كيدوب بوينمده زنجيرمله بن اول روضۀ پاكه
كورنلر هب بنى ديوانه صانسين يا رسول الله
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Latin Harfleriyle:
Gidip boynumda zincirimle ben ol ravza-i pâke
Görenler hep beni dîvâne sansın yâ Resûlallâh
​Şair:
Leylâ Hanım
​Günümüz Türkçesiyle:
Ey Allah’ın Resûlü! Boynumdaki kulluk zincirimle senin temiz ravzana gideyim. Beni bu hâlimle görenler hep deli divane sansınlar.

​İzah ve Şerh
​Kadın divan şairlerinden Leylâ Hanım, bu samimi ve coşkun beytinde, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan derin muhabbetini ve teslimiyetini dile getirmektedir. İlk mısrada geçen “Ravza-i Pâk” (tertemiz bahçe), Resûlullah’ın Medine’deki mübarek kabri ile minberi arasındaki bölümdür ve O’na ait olan her şey gibi pak ve mukaddestir. Şaire, o mübarek mekana “boynunda zincirle” gitmek arzusundadır. Buradaki “zincir”, birkaç katmanlı bir manaya sahiptir. Zahirî manada bir delilik alameti iken, derûnî manada tam bir kulluk, kölelik ve O’nun aşkına kayıtsız şartsız bağlılığın bir nişanıdır.
​İkinci mısra, bu aşkın dışavurumundan ve başkalarının nazarındaki yansımasından çekinmediğini, hatta bunu arzuladığını gösterir. “Görenler hep beni dîvâne sansın yâ Resûlallâh” diyerek, bu aşkın aklı ve mantığı aşan, insanı kendinden geçiren bir cezbeye ulaştığını ifade eder. Halkın kınaması veya “deli” demesi, âşığın nazarında bir ehemmiyet taşımaz. Bilakis bu, aşkının şiddetinin ve samimiyetinin bir isbatı olarak kabul edilir. Aşk, öyle bir haldir ki, aklın zahirî ölçüleriyle tartılamaz. Leylâ Hanım, bu haliyle Efendimiz’in huzuruna kabul edilmeyi ummaktadır.
​Makale: Aklın Sınırlarını Aşan Aşk: Dîvânelik ve Teslimiyet
​Aşk, mahiyeti itibarıyla aklı ve mantığı aşan, kalbi ve ruhu hükmü altına alan bir haldir. Beşerî aşklarda dahi bu durum gözlemlenirken, mevzu bahis Allah ve Resûlü’nün aşkı olduğunda, bu hal en ulvi mertebesine ulaşır. Leylâ Hanım’ın, boynunda bir teslimiyet zinciriyle Ravza’ya gitme ve bu uğurda “dîvâne” addedilme arzusu, Aşk-ı Nebî’nin nasıl bir vecd ve istiğrak hali olduğunu tasvir eden muhteşem bir levhadır.
​İnsanların “akıl” dedikleri terazi, çoğu zaman madde âleminin ağırlıklarını tartmak üzere ayarlanmıştır. Mana âleminin, aşkın, imanın ve teslimiyetin ağırlığı bu teraziye sığmaz. Bu sebeple, maneviyat yolcusunun halleri, zahirî nazarlara “dîvânelik” veya “akıl dışılık” olarak görünebilir. Mecnûn’un Leylâ için çöllere düşmesi, aklın nazarında bir cinnet iken, aşkın lisanında bir sadakattir. Benzer şekilde, Sahabe-i Kiram’ın canlarını, mallarını ve bütün sevdiklerini Allah Resûlü’nün yoluna feda etmeleri, materyalist bir bakış açısıyla izah edilemeyecek bir “dîvânelik”tir. Onlar için en büyük akıl, en kârlı ticaret, fâni olanı Bâkî olan uğruna feda etmekti.
​Leylâ Hanım’ın boynundaki “zincir”, modern insanın kaçtığı “bağlılığın” en şerefli sembolüdür. İnsan, tabiatı gereği bir şeye bağlanmak zorundadır. Ya fâni ve değersiz şeylere bağlanıp onların esiri olur ya da ipi Bâkî olan bir Zat’ın elinde olan bir ipe, Hablullah’a (Allah’ın ipine) ve O’nun Resûlü’ne bağlanarak hakiki hürriyete kavuşur. O zincir, nefsin ve dünyanın esaretinden kurtulup, en şerefli kapıya kul olmanın getirdiği bir hürriyet madalyasıdır. Başkalarının “dîvâne” demesi, o madalyanın parlaklığını azaltmaz, bilakis artırır. Çünkü bu, âşığın, maşukundan başka her şeye karşı kör, sağır ve “akılsız” olduğunun bir ilanıdır. Bu, aklın iptali değil, aklın daha yüce bir hakikat olan Aşk’ın hizmetine girmesidir.
​Özet
​Leylâ Hanım, beytinde Hz. Peygamber’e olan aşkını, O’nun Ravza’sına boynunda bir teslimiyet zinciriyle gitme ve bu haliyle insanlar tarafından “divane” olarak görülme arzusuyla dile getirir. Makalede, ilahi aşkın aklın zahirî ölçülerini aştığı, bu yüzden dışarıdan “delilik” gibi görünebileceği anlatılmaktadır. “Zincir” sembolünün, nefsin esaretinden kurtulup Allah ve Resûlü’ne tam teslimiyetle elde edilen hakiki hürriyetin bir nişanı olduğu vurgulanır. Bu “dîvânelik”, aklın inkârı değil, onun aşka ve maneviyata hizmet etmesidir.

​Üçüncü Beyit ve Tahlili: Şeyhülislâm Yahyâ’dan Hicranın Dili
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
جهانده عاشق مهجوره صانما راحت اولور
نلر چكر بو كوكل سویلسه م شكايت اولور
​Vezin:
Mefâ’îlün Fe’ilâtün Mefâ’îlün Fe’ilün
​Latin Harfleriyle:
Cihânda âşık-ı mehcûra sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
​Şair:
Şeyhülislâm Yahyâ
​Günümüz Türkçesiyle:
Bu dünyada sevdiğinden ayrılmış âşığa rahat vardır zannetme. Bu gönlün neler çektiğini söylesem şikâyet olur.

​İzah ve Şerh
​Zarif ve lirik şiirleriyle tanınan Şeyhülislâm Yahyâ, bu beytinde aşkın en temel ıstıraplarından biri olan “hicran” yani ayrılık acısını ele almaktadır. İlk mısra, kesin bir hükümle başlar: “Cihânda âşık-ı mehcûra sanma râhat olur.” Yani, sevdiğinden ayrı düşmüş (mehcûr) bir âşığın bu dünyada huzur bulabileceğini, rahata erebileceğini aklından bile geçirme, der. Bu, aşkın tabiatında vuslat (kavuşma) arzusunun yattığının ve bu arzu gerçekleşmediği müddetçe âşığın daima bir azap ve ıstırap içinde olacağının ifadesidir.
​İkinci mısra, bu ıstırabın derinliğini ve ifade edilemezliğini ortaya koyar. Şair, gönlünün çektiği acıları anlatmaya kalksa, bu sözlerin bir “şikâyet” olarak anlaşılacağını söyler. Bu mısrada ince bir hikmet gizlidir. Birincisi, hakiki ve derin acı, kelimelere sığdırılamayacak kadar büyüktür; anlatılmaya çalışıldığında basit bir sızlanmaya, bir şikâyete dönüşerek kıymetini ve derinliğini kaybeder. İkincisi, gerçek âşık, sevgilinin hükmüne ve takdirine razıdır. Ayrılığı takdir eden yine O’dur. Dolayısıyla ayrılığın acısını dile getirmek, O’nun takdirinden şikâyet etmek gibi olacağından, âşık edeben susmayı tercih eder. Istırabını kendi derûnunda yaşar.
​Makale: Sükûtun Feryadı: Ayrılık Acısı ve Şikâyet Etmemenin Fazileti
​Ayrılık, varlığın en derin yaralarından biridir. İnsan, ruhlar âleminde Rabbine verdiği sözden bu yana bir ayrılık içindedir ve hayatı boyunca bir vuslat, bir bütünleşme arzusuyla yaşar. Bu cihan şümul hakikat, beşerî aşklarda da kendini gösterir. Şeyhülislâm Yahyâ’nın tasvir ettiği “âşık-ı mehcûr”, sadece bir kadından veya erkekten ayrı düşmüş bir kimse değil, aynı zamanda ruhunun aslî vatanından, ilahi menbaından ayrı düşmüş her insanın bir sembolüdür. Bu yüzden sevdiğinden ayrı düşene bu cihanda rahat yoktur. Çünkü her ayrılık, o en büyük ayrılığın bir yansımasıdır ve gönülde sürekli bir sızı bırakır.
​Âşığın çektiği acıyı “söylesem şikâyet olur” diyerek dile getirmekten çekinmesi, yüksek bir ahlakın ve derin bir teslimiyetin faziletini gösterir. Günümüz insanı, en küçük sıkıntısını dahi sosyal mecralarda ilan etmeyi, sürekli bir şikâyet ve sızlanma hali içinde olmayı modern bir hak olarak görürken, kadim hikmet bize sabrı ve sükûtu telkin eder. Çünkü şikâyet, acıyı hafifletmez, bilakis onu sıradanlaştırır ve sahibinin vakarını zedeler. Hakiki ıstırap, bir feryat değil, derin bir sükûttur. Hz. Yakub’un (a.s.), oğlu Hz. Yûsuf’un (a.s.) hasretiyle gözleri kör olurken, Kur’an’ın ifadesiyle şöyle demesi bu hikmetin zirvesidir: “…Artık bana düşen, güzel bir sabırdır…” (Yûsuf, 12/18). O, derdini insanlara şikâyet ederek değil, sadece Allah’a arz ederek “güzel bir sabır” göstermiştir.
​Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyti, bize acıyla başa çıkmanın edebi ve ahlaki bir yolunu gösterir. Derdini söylemek, eğer bir çare bulmak veya bir başkasına ibret olması için değilse, sadece sızlanmak maksadıyla ise, bu hem ilahi takdire karşı bir hoşnutsuzluk iması taşır hem de insanın kendi derûnî gücünü zayıflatır. Âşığın büyüklüğü, çektiği hicran ateşinin büyüklüğü kadar, o ateşi kimseye belli etmeden, şikâyete dönüştürmeden taşıyabilme kabiliyetindedir. O ateş, onu yakarken aynı zamanda pişirir ve saflaştırır. Sessizce çekilen çile, sahibini manen yücelten bir ibadete dönüşür.
​Özet
​Şeyhülislâm Yahyâ, sevdiğinden ayrı düşen bir âşığın dünyada asla huzur bulamayacağını, gönlünün çektiği derin acıları dile getirmesi durumunda ise bunun basit bir şikâyete dönüşeceğini ifade eder. Bu beyitten ilhamla kaleme alınan makale, ayrılık acısının evrensel bir insanlık hali olduğunu ve köklerinin ruhun aslî vatanından ayrı düşmesine dayandığını anlatır. Makalede, acıyı sükûtla ve sabırla karşılamanın, onu şikâyete dönüştürmemenin ahlaki bir fazilet olduğu, Hz. Yakub örneğiyle vurgulanır. Hakiki ıstırabın, insanı manen olgunlaştıran ve yücelten sessiz bir imtihan olduğu belirtilir.

​Dördüncü Beyit ve Tahlili: Kirâmî’den Fânilik ve Tevazu Dersi
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
چرخه طايانما هر نه قدر استوار ايسه
خاكك افندى آلتيده وار اوستى وار ايسه
​Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Latin Harfleriyle:
Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise
Hâkin efendi altı da var üstü var ise
​Şair:
Kirâmî
​Günümüz Türkçesiyle:
Ne kadar sağlam olursa olsun bu fani dünyaya güvenme. Ey efendi! Toprağın her ne kadar üstü varsa altı da var.

​İzah ve Şerh
​Bu son derece hikmetli ve ibretli beyit, dünyanın geçiciliği (fânilik) ve bu hakikat karşısında insanın alması gereken tevazu tavrı üzerine kuruludur. Şair Kirâmî, ilk mısrada muhatabına seslenir: “Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise.” “Çarh”, felek, dünya, devran demektir. “Üstüvâr” ise sağlam, dayanıklı, istikrarlı manasındadır. Şair, dünyanın zahiren ne kadar sağlam, düzenli ve güvenilir görünürse görünsün, ona bel bağlanmaması gerektiğini öğütler. Çünkü bu sağlamlık aldatıcıdır ve her an değişebilir.
​İkinci mısra, bu öğüdün ardındaki sarsıcı gerekçeyi ortaya koyar: “Hâkin efendi altı da var üstü var ise.” “Hâk”, toprak demektir. Şair, “Ey efendi!” diye hitap ettiği insana, şu an üzerinde gezdiği, sahibi olduğunu zannettiği toprağın bir de “altı” olduğunu hatırlatır. Hayattayken toprağın üstündeyiz, onu eker, biçer, üzerinde binalar yükseltiriz. Ancak ölümle birlikte toprağın altına gireceğiz. Toprağın üstü ne kadar gerçekse, altı da o kadar gerçektir. Bu ifade, hem fâniliği hem de makam ve mevki ile gururlanmamanın lüzumunu ders veren, son derece beliğ bir ifadedir.
​Makale: Toprağın Üstü ve Altı: Varlık ve Hiçlik Arasında Bir Hayat
​İnsanın en büyük yanılmalarından biri, içinde yaşadığı hayatın ve üzerinde yürüdüğü toprağın ebedi ve sarsılmaz olduğu zannıdır. Servetine, makamına, gücüne veya ilmine güvenerek kendini tabiatın ve zamanın yıkıcı tesirinden masun görür. Kirâmî, “Çarha dayanma” diyerek bu derin gaflete karşı insanı ikaz eden bir hikmet tokadı atar. Dünya, zahiren ne kadar sağlam temeller üzerine kurulu görünse de, onun yapısında fânilik ve zeval mayası vardır. Tarih, nice kudretli imparatorlukların, nice sarsılmaz sanılan kalelerin ve nice mağrur medeniyetin nasıl bir anda “hâk ile yeksan” yani toprakla bir olduğunu gösteren ibretli sahnelerle doludur.
​Beytin ikinci mısrasındaki “Hâkin efendi altı da var üstü var ise” ifadesi, tevazunun en veciz derslerinden biridir. Bugün toprağın üstünde gururla yürüyen “efendi”, yarın o toprağın altında sessiz ve hareketsiz yatacaktır. Bugün ayakları altında ezdiği toprak, yarın bedenini çürüten bir örtü olacaktır. Bu hakikat, varoluş bir gerçektir ve hiçbir felsefe veya ideoloji onu değiştiremez. Bu düşünce, insanı enaniyetten ve kibriyadan kurtaracak en tesirli ilaçtır. Toprağın üstünde olmak bir lütuf ve bir imtihan vesilesi ise, toprağın altına girecek olmak da bir hazırlık ve muhasebe sebebidir.
​Bu beyit, bize hayatı doğru bir açıdan okumayı öğretir. Hayat, toprağın üstü ile altı arasına gerilmiş ince bir çizgiden ibarettir. Bu kısa müddet içinde yapılacak en akıllıca iş, toprağın üstünü, altı için bir tarla olarak kullanmaktır. Buraya ne ekilirse, orada o biçilecektir. Buraya gurur ve zulüm ekenler, orada zillet ve azap biçeceklerdir. Buraya tevazu, iman ve salih amel ekenler ise, orada ebedi saadet ve rahmet hasat edeceklerdir. Dolayısıyla, ayağımızın altındaki toprağa her baktığımızda, sadece onun üstünü değil, bir gün gireceğimiz altını da hatırlamalıyız. Bu nazar, bakışımızı ve dolayısıyla bütün hayatımızı değiştirecek bir hikmet anahtarıdır.
​Özet
​Kirâmî, bu beytinde dünyanın sağlam görünüşüne aldanmamak gerektiğini, çünkü üzerinde yaşadığımız toprağın bir “üstü” olduğu gibi, ölümle gidilecek bir “altı” da olduğunu hatırlatarak fânilik ve tevazu dersi verir. Makalede, bu beytin insanın güç ve makamla gururlanma yanılgısına karşı güçlü bir ikaz olduğu işlenir. Hayatın, toprağın üstü (yaşam) ile altı (ölüm) arasında kısa bir yolculuk olduğu, bu sebeple insanın bu dünyadaki vaktini ahirete hazırlık için bir fırsat olarak görmesi gerektiği vurgulanır. Toprağın altını düşünmenin, insanı kibirden arındıran ve ona hakiki istikameti gösteren
bir tefekkür biçimi olduğu belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025