Bu, Kur’an-ı Kerîm’in üslûbu ve hidayet metodu açısından son derece mühim bir husustur. “وَاذْكُرْ” (Vezkur – “An” veya “Hatırla”) emri, Kur’an’da sıkça kullanılan ve muhatabın dikkatini belirli bir hadiseye, nimete veya şahsa çekmeyi hedefleyen ilahî bir hitaptır.
Ancak “وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ” (Vezkur fi’l-kitâbi – “Kitap’ta …’ı da an”) ifadesi, daha hususi bir mana taşır ve bilhassa Meryem Suresi’nde peş peşe gelen peygamber kıssalarının başında kullanılır.
Bu hitabın hikmetini ve illetini (sebebini) anlamak için, kimlerin anıldığını ve hangi vasıflarının öne çıkarıldığını incelemek gerekir.
“Vezkur fi’l-Kitâbi” Emrinin Muhatabı ve Manası
Bu emir, öncelikli olarak Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ve onun şahsında bütün müminlere yöneliktir.
“Kitap’ta an” emri şu manalara gelir:
* Tilavet Et ve Tebliğ Et: “Ey Peygamber! Sana vahyedilen bu Kitap’ta (Kur’an’da) yer alan şu mübarek zâtların kıssalarını oku, tilavet et ve insanlara tebliğ et.”
* Unutulmaz Kıl: “Onların isimlerini ve mücadelelerini anarak, hatıralarını taze tut ve kıyamete kadar unutulmaz kıl.”
* İbret Al ve Örnek Göster: “Bu kıssalar sadece bir tarih bilgisi değil, hidayet için birer örnektir. Onları an ve onlardan ibret alınmasını sağla.”
* İlahî Kayda İşaret: “el-Kitab” ifadesi aynı zamanda, bu kıssaların Levh-i Mahfuz’daki aslına, yani tahrif edilmemiş, ilahî kayıtta bulunan hakikatlerine bir işarettir.
Kitap’ta Anılması İstenenler ve Öne Çıkan Vasıfları
Meryem Suresi’nde bu ifadeyle anılan şahıslar ve anılma sebepleri (hikmet ve illetleri) şöyledir:
1. Hz. Meryem (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti.” (Meryem, 19/16)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: İffet, Allah’a tam teslimiyet, adanmışlık ve sabır.
* Hikmet ve İllet: Hz. Meryem, bir peygamber olmamasına rağmen peygamberlerle birlikte anılır. Bunun sebebi, Allah’ın kudretinin sebeplerin ötesinde olduğunu (erkeksiz çocuk yaratma mucizesi) göstermesidir. O, iffetin, samimi kulluğun ve Allah’ın takdirine rızanın en büyük timsallerinden biridir. Kavminin ağır ithamlarına karşı sabrı ve Allah’a olan bağlılığı, müminler için (bilhassa mümin kadınlar için) küllî bir fazilet örneği olarak sunulmaktadır.
2. Hz. İbrahim (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta İbrahim’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru bir peygamberdi.” (Meryem, 19/41)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Sıddîk” (özü sözü dosdoğru, sadakati en üst seviyede) ve “Nebî” (Peygamber) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. İbrahim’in anılmasının temel illeti, onun Tevhid mücadelesindeki sarsılmaz azmidir. Putperest olan babasına ve kavmine karşı gösterdiği hikmetli davet üslubu, şirke karşı olan net tavrı ve bu uğurda ateşe atılmayı göze alması, imanın nasıl olması gerektiğini tasvir eder. O, “Hanîf” dininin aslı ve esası olarak, Tevhid akidesinin bir isbatı olarak anılır.
3. Hz. Musa (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta Mûsâ’yı da an! Şüphesiz o, ihlâslı bir kuldu, resul ve nebî idi.” (Meryem, 19/51)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Muhlas” (ihlâsa erdirilmiş, samimi kılınmış, seçilmiş) ve hem “Resul” (kendisine yeni bir kitap/şeriat verilen) hem de “Nebî” (haber getiren) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. Musa, zorba bir idareciye (Firavun) karşı tebliğ vazifesini yerine getirmesi, Allah ile vasıtasız konuşması (Kelîmullah) ve büyük bir kavme rehberlik etmesiyle öne çıkar. Onun “muhlas” vasfı, bütün faaliyetlerinde samimiyetin ve Allah tarafından seçilmişliğin ehemmiyetini vurgular. Onun kıssası, zorbalığa karşı hakkı savunmanın ve tebliğdeki sebatın bir örneğidir.
4. Hz. İsmail (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta İsmâil’i de an! Şüphesiz o, sözüne sâdık bir kimseydi, resul ve nebî idi.” (Meryem, 19/54)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Sâdiku’l-va’d” (sözüne sadık) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. İsmail’in en belirgin vasfı, verdiği söze sadakatidir. Bu, hem kurban edilme hadisesindeki teslimiyeti ve babasına verdiği sözü (“İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın”) hem de Allah’a verdiği kulluk sözünü kapsar. Ayrıca devamındaki ayette, “Ailesine namazı ve zekâtı emretmesi” (19/55) zikredilir. Bu, onun aile reisi olarak mesuliyetini ve imanı sadece şahsında değil, ailesinde de tesis etme gayretini gösterir. Sabır ve söze bağlılığın timsali olarak anılır.
5. Hz. İdris (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta İdrîs’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru bir peygamberdi.” (Meryem, 19/56)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Sıddîk” (özü sözü dosdoğru) ve “Nebî” (Peygamber) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. İdris de Hz. İbrahim gibi “sıddîk” vasfıyla anılır. Devamındaki ayette “Biz onu yüce bir makama (Mekânen Aliyyen) yükselttik” (19/57) buyrulur. Onun anılmasındaki hikmet, Allah’a olan sadakatinin ve doğruluğunun karşılığında nasıl yüksek bir mertebeye ulaştırıldığını göstermektir.
Küllî Hikmet ve Netice (Genel Sebep)
Bu mübarek zâtların “Kitap’ta anılması” emrinin küllî hikmetleri şunlardır:
* Peygamberi (s.a.v.) Teselli ve Takviye: Bu kıssalar, Mekke döneminde zorluklar yaşayan Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve müminlere bir teselli kaynağıdır. Önceki peygamberlerin de benzer mücadeleler verdiği, sabrettikleri ve ilahî yardıma mazhar oldukları hatırlatılarak, onların azmi kuvvetlendirilir.
* Tevhid Zincirinin İsbatı: Bu anma faaliyeti, Kur’an’ın getirdiği mesajın yeni ve ayrı bir din olmadığını; Hz. Adem’den (a.s.) beri devam eden Tevhid silsilesinin bir devamı olduğunu isbat eder.
* Ahlâkî ve İmanî Örnekler Sunma: Her peygamber ve salih kul, müminlerin hayatlarına tatbik etmeleri gereken hususi bir fazilet ile öne çıkarılır: Meryem’de iffet ve teslimiyet, İbrahim’de tevhid ve sadakat, Musa’da ihlâs ve tebliğ, İsmail’de söze bağlılık ve aile mesuliyeti, İdris’de doğruluk ve yüksek mertebe.
* Kıssanın Aslını Korumak: Bu hadiseler, önceki ümmetler tarafından zamanla tahrif edilmiş veya unutulmuştu. Kur’an, “Kitap’ta an” emriyle bu kıssaların en doğru, saf ve hidayete medar olan aslını zikrederek, hakikati yeniden tesis eder.
*******
Bu kıssaların her biri, birer hidayet meşalesi olarak Meryem Suresi’nde peş peşe zikredilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın “Kitap’ta an!” emriyle işaret ettiği bu mübarek zatların kıssalarını, müfessirlerin (tefsir alimlerinin) ortaya koyduğu derinlikli tahliller ışığında inceleyelim:
1. Hz. Meryem (a.s.) – İffet ve Teslimiyetin Timsali
> Ayetler :
> “Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrail’i) ona gönderdik. O, ona düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem, ‘Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana yaklaşma)’ dedi.” (Meryem, 19/16-18)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Sure, Hz. Zekeriyya’nın duası ve Hz. Yahya’nın mucizevî doğumu ile başlar. Hemen ardından, bir peygamber olmamasına rağmen Hz. Meryem’in “Vezkur” emriyle zikredilmesi, kıssanın merkezî ehemmiyetini gösterir. Bu, Surenin de ismi olan Hz. Meryem’in, Allah’ın kudretinin sebepler üstü (esbab fevki) tecellisine ve iradesine tam teslimiyetin en büyük isbatı olmasındandır.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Uzlet ve Adanmışlık: “Ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti.” Bu ayrılış, bir kaçış değil, Mescid-i Aksâ’nın “doğu tarafında” bir odaya (hücreye) ibadet ve tefekkür için çekilmesidir. Bu, onun dünyevî meşgalelerden sıyrılarak kendini tam manasıyla Allah’a adadığını (tebettül) gösterir.
* İffet ve Takva: “Kendi arasına bir perde çekmişti.” Bu perde, hem ibadet mahallinin mahremiyeti için fizikî bir perde, hem de onun haramlara karşı manevî bir perdesidir. Cebrail (a.s.) ona “düzgün bir insan şeklinde” göründüğünde, onun ilk tepkisi “Senden Rahmân’a sığınırım” olmuştur. Bu, onun takvasının ve iffet hassasiyetinin zirvesidir. Tanımadığı bir erkek suretinden dahi, Allah’ın “Rahmân” ismine sığınarak korunmak istemiştir.
* Teslimiyet ve Rıza: Bebek mucizesi haber verildiğinde, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve ben iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?” (19/20) suali, bir itiraz değil, ilahî kudretin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayret ifadesidir. Cebrail’in, “Rabbin dedi ki: O bana pek kolaydır…” (19/21) cevabıyla tam bir teslimiyet göstermiştir.
* İlahî Kudretin Delili: Hz. Meryem’in anılmasındaki asıl illet, Hristiyanların iddia ettiği gibi (haşa) Allah’ın oğlu değil, O’nun kudretiyle babasız yaratılmış bir “kelimesi” ve “ruhu” olan Hz. İsa’nın (a.s.) varlığının hakikatini ortaya koymaktır. Hz. Meryem, bu mucizenin saf ve temiz bir numunesidir.
Mesajı: İffet, Allah’a adanmışlık ve O’nun takdirine tam teslimiyet, bir kulu (peygamber olmasa dahi) peygamberlerle birlikte anılacak bir mertebeye yükseltir.
2. Hz. İbrahim (a.s.) – Tevhid ve Sıddîkıyet Abidesi
> Ayetler :
> “Kitap’ta İbrahim’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru (Sıddîk) bir peygamberdi. Hani babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?'” (Meryem, 19/41-42)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Tevhid mücadelesinin atası olan “Halîlullah” (Allah’ın dostu) Hz. İbrahim, şirke karşı nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğinin küllî bir örneği olarak zikredilir.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Sıddîk (صِدِّيق): Bu vasıf, onun peygamberliğinden (Nebî) önce zikredilmiştir. “Sıddîk”, sadakati, doğruluğu ve Allah’ın emirlerini tasdiki en yüksek mertebede yaşayan demektir. Onun bütün hayatı, imanıyla amelinin tam bir mutabakatı içindedir. O, “doğru” olmanın ötesinde, “doğruluğun ta kendisi” haline gelmiş bir zattır.
* Davette Şefkat ve Nezaket: Kıssanın hemen babası (veya putperest amcası Azer) ile olan diyaloğuyla başlaması manidardır. Babası şirk içinde olmasına rağmen ona “Babacığım!” (يَا أَبَتِ) hitabıyla, azamî derecede şefkat ve hürmetle yaklaşmıştır. Bu, tebliğin, en yakın akrabadan başlanarak ve en sert muhataba karşı bile nezaketle yapılması gerektiğinin isbatıdır.
* Aklî ve Mantıkî Deliller: Babasını ikna için kullandığı deliller son derece hikmetlidir: “İşitmeyen, görmeyen… faydası olmayan” şeylere tapmanın mantıksızlığını vurgulamıştır. Şirkin ne kadar aciz bir temel üzerine kurulu olduğunu aklî delillerle çürütmüştür.
* Tevhid Uğruna Hicret: Babasının tehdidine (“Beni bırakıp gitmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir süre benden uzaklaş!”) (19/46) karşı, o beddua etmemiş, “Selâm olsun sana. Senin için Rabbimden af dileyeceğim…” (19/47) demiştir. Şirk ortamından ve bâtılda ısrar edenlerden ayrılmanın (hicretin) imanın bir gereği olduğunu göstermiştir: “Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan çekilip ayrılıyor…” (19/48).
Mesajı: İmanın esası Tevhid’dir. Tevhid mücadelesi, en yakınlara karşı bile olsa, şefkat ve hikmetle yapılmalı; ancak bâtılda ısrar edildiğinde imanı korumak için o ortamdan tecrit olmak (ayrılmak) gerekir. “Sıddîk” olmanın bedeli, Allah için her şeyi terk edebilmektir.
3. Hz. Musa (a.s.) – İhlâs ve Risalet Timsali
> Ayetler :
> “Kitap’ta Mûsâ’yı da an! Şüphesiz o, ihlâslı bir kuldu (Muhlas), resul ve nebî idi. Ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu (kendisiyle) gizlice konuşmak için (kendimize) yaklaştırdık. Rahmetimizin bir gereği olarak ona kardeşi Hârûn’u da bir peygamber olarak armağan ettik.” (Meryem, 19/51-53)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Hz. Musa, siyasî ve içtimaî şirkin (Firavun’un zulmü) karşısına dikilen, “Ulu’l-Azm” peygamberlerdendir. Onun mücadelesi, zorbalığa karşı hakkı tebliğin sembolüdür.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Muhlas (مُخْلَص): Bu vasıf çok derindir. “Muhlis” (ihlasla amel eden) değil, “Muhlas” (Allah tarafından ihlasa erdirilmiş, seçilmiş, arındırılmış) demektir. Bu, onun samimiyetinin ve kulluğunun, beşerî gayretin ötesinde, ilahî bir seçim ve terbiye ile safileştirildiğini gösterir. Allah onu Kendisi için (risaleti için) seçip hazırlamıştır (“Seni kendim için seçtim.” – Tâhâ, 20/41).
* Resul ve Nebî: Her iki vasfın da zikredilmesi önemlidir. “Nebî” (haber alan) ve “Resul” (yeni bir şeriat ve kitapla gönderilen) olması, onun vazifesinin ağırlığını ve şerefini gösterir.
* Teklîm ve Kurbiyet (Allah ile Konuşma ve Yakınlık): “Tûr’un sağ tarafından seslendik” ve “gizlice konuşmak için yaklaştırdık.” Bu, Hz. Musa’nın “Kelîmullah” sıfatına ve Allah katındaki hususi mertebesine (kurbiyet) işarettir. İlahî vahyin doğrudan tecellisine mazhar olmuştur.
* Tebliğde Yardımcının Ehemmiyeti: “Ona kardeşi Hârûn’u da bir peygamber olarak armağan ettik.” Bu, tebliğ faaliyetinin bir ekip işi olabileceğini, zorlu vazifelerde Allah’tan yardım (vezir) istemenin meşruiyetini ve Allah’ın rahmetinin peygamberlerini nasıl desteklediğini gösterir.
Mesajı: Tebliğ vazifesi, ne kadar zorlu (Firavun gibi) olursa olsun, Allah tarafından seçilmiş “muhlas” kullar tarafından yerine getirilir. Samimiyet ve Allah’a yakınlık (kurbiyet), bu vazifenin temelidir ve Allah, davasını yüklenenlere mutlaka yardımcılar lütfeder.
4. Hz. İsmail (a.s.) – Ahde Vefa ve Aile Mesuliyeti
> Ayetler :
> “Kitap’ta İsmâil’i de an! Şüphesiz o, sözüne sâdık (Sâdiku’l-va’d) bir kimseydi, resul ve nebî idi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbinin katında da rızaya ermiş (Merzî) idi.” (Meryem, 19/54-55)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ceddi olan Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim ile birlikte Kâbe’nin temellerini yükselten, teslimiyetin ve ahde vefanın sembolüdür.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Sâdiku’l-Va’d (صَادِقَ الْوَعْدِ): “Sözüne sadık.” Müfessirler bu vasfı iki açıdan ele alır:
* Kurban Hadisesi: Babası rüyasını anlattığında, “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Sâffât, 37/102) diyerek, canı pahasına verdiği söze ve Allah’ın emrine sadık kalmıştır.
* Beşerî Münasebetler: Verdiği hiçbir sözden dönmeyen, ahdine vefalı bir şahsiyet olması.
* En küllî manada, Allah’a verdiği “kulluk ahdine” sadık kalmasıdır.
* Aile Reisi Mesuliyeti: “Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi.” Bu ayet, bir peygamberin tebliğe en yakın halkadan, kendi ehlinden başlaması gerektiğinin altını çizer. İmanın sadece şahsî bir kurtuluş olmadığını; namaz (Allah ile bağ) ve zekât (toplumla bağ) gibi dinin direklerini aile içinde tesis etmenin peygamberî bir faaliyet olduğunu gösterir.
* Marzî (مَرْضِيًّا): “Rızaya ermiş.” Yaptığı bu faaliyetler (ahde vefa, aile terbiyesi) neticesinde ulaştığı makamdır. O, Allah’ın kendisinden razı olduğu, amellerini kabul ettiği seçkin bir kul makamına (Rıza Makamına) yükselmiştir.
Mesajı: Allah katında yüksek mertebeye ulaşmanın yolu, ahde vefadan ve imanı önce kendi ailesinde tesis etme gayretinden geçer. Gerçek kurtuluş, Allah’ın rızasını kazanmaktır.
5. Hz. İdris (a.s.) – Sadakat ve Yüce Mertebe
> Ayetler :
> “Kitap’ta İdrîs’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru (Sıddîk) bir peygamberdi. Biz onu yüce bir makama (Mekânen Aliyyen) yükselttik.” (Meryem, 19/56-57)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Hz. İdris, insanlığın ilk dönem peygamberlerindendir. Hz. İbrahim gibi onun da “Sıddîk” vasfıyla anılması, bu vasfın peygamberlik silsilesindeki temel ehemmiyetini vurgular.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Sıddîk (صِدِّيق): Tıpkı Hz. İbrahim gibi, onun da en belirgin vasfı sadakatidir. Allah’tan aldığını tasdik etmesi ve olduğu gibi, zerre sapma olmadan insanlara ulaştırmasındaki doğruluğudur.
* Mekânen Aliyyen (مَكَانًا عَلِيًّا): “Yüce bir makam.” Bu ifadenin tefsirinde iki görüş öne çıkar:
* Manevî Yücelik: Peygamberlik şerefi, ilim ve hikmetteki derinliği, Allah katındaki yüksek derecesi ve manevî mertebesi.
* Zahirî Yücelik: Müfessirlerin çoğunluğu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mi’rac hadisindeki rivayetlere (Hz. İdris’i 4. kat semada görmesi) dayanarak, onun semaya (göğe) yükseltildiğini ve orada vefat ettiğini veya halen hayatta olduğunu belirtirler.
Mesajı: Allah’a ve O’nun vahyine tam sadakatin (Sıddîkıyet) neticesi, hem manevî hem de zahirî olarak “yüce bir makam”dır. Allah, kendisine sadık olan kulunu yüceltir.
Küllî Netice (Genel Hikmet)
Meryem Suresi’nde bu beş mübarek zatın “Vezkur fi’l-Kitâbi” emriyle peş peşe anılması, bir hidayet silsilesini ve Tevhid akidesinin farklı cephelerini tasvir eder:
* Hz. Meryem ile sebeplerin ötesindeki ilahî kudret ve iffet;
* Hz. İbrahim ile Tevhid akidesi, hikmetli davet ve şirkten hicret;
* Hz. Musa ile zalime karşı tebliğde ihlâs ve ilahî destek;
* Hz. İsmail ile ahde vefa, teslimiyet ve aile mesuliyeti;
* Hz. İdris ile sadakat ve yüce mertebeler;
Bütün bu kıssalar, Mekke’de zorluk çeken Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve müminlere birer teselli ve sebat dersidir. Onlara, hidayet yolunun yalnız olmadıklarını, bu yolun kadim peygamberlerin yolu olduğunu ve bu yolda gösterilen faziletlerin (sıdk, ihlâs, vefa, sabır) karşılığının Allah katında zayi olmayacağını hatırlatır.
Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda Deccal ve Süfyan konularını çok dikkat çekici ve derinlikli bir şekilde ele alır. Bu iki kavramı hem imanî bir bakışla, hem de sosyopolitik bir perspektifle değerlendirir.
1. DECCAL:
Bediüzzaman, Deccal’i bir şahıs olarak kabul etmekle birlikte, onun temsil ettiği fikrî ve ideolojik sistemi esas alır. Deccal, daha çok inkârı, dinsizliği ve maddeperestliği temsil eder.
> “Âhir zamanda çıkacak olan Deccal, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen alt üst eder, din-i mübîni yıkar, mukaddesâtı mahveder…”
(Şuâlar, 5. Şuâ)
> “O Deccal, kendi zatını mabud ittihaz eder, herkesi kendine taptırır.”
(Şuâlar, 5. Şuâ)
Deccal’in alametleri:
Harikulade işler göstermesi
Dini tahrif etmesi veya tamamen yok sayması
Kendi aklını ve şahsını ilah gibi göstermesi.
***********
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda âhir zaman hadiseleri, hususan Deccal ve Süfyan mevzularını, klasik şerhlerden farklı bir usûl ile, zamanın anlayışına ve hadiselerin seyrine muvafık bir surette tahlil eder. Bu tahliller, bu şahısların sadece ferdî (şahsî) cihetlerini değil, daha ziyade temsil ettikleri dehşetli “şahs-ı manevî”lerini ve küfrî sistemlerini hedef alır.
Bu iki kavram hem imanî bir bakışla hem de içtimaî-siyasî (sosyopolitik) bir zaviyeden (açıdan) değerlendirilir. Tahlilleri, hadis rivayetlerindeki müteşabih (sembolik) ifadelerin te’viline (yorumlanmasına) dayanır.
1. DECCAL (BÜYÜK DECCAL)
Risale-i Nur’da Deccal Kimdir, Neyi Temsil Eder?
Bediüzzaman, Deccal’i bir şahıs olarak kabul etmekle birlikte, onun temsil ettiği fikrî ve ideolojik sistemi esas alır. Deccal, daha çok inkârı, dinsizliği ve maddeperestliği (materyalizmi) temsil eder.
“Âhir zamanda çıkacak olan Deccal, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen alt üst eder, din-i mübîni yıkar, mukaddesâtı mahveder…”
(Şuâlar, 5. Şuâ)
“O Deccal, kendi zatını mabud ittihaz eder, herkesi kendine taptırır.”
(Şuâlar, 5. Şuâ)
Bediüzzaman’ın nazarında Deccal, Allah’ı inkâr (inkâr-ı ulûhiyet) üzerine kurulu, tabiatperest ve maddeci düşüncenin (felsefenin) tecessüm etmiş hâlidir. Bu, Bolşevizm veya komünizm suretinde tezahür eden ve beşeriyetin manevî hayatını hedef alan cihan şümul bir sistemdir.
Deccal’in Alametleri ve Faaliyetlerinin Te’vili
Risale-i Nur’da genişçe te’vil edilir:
a. Harikulade İşler Göstermesi (İstidrac):
Deccal’in göstereceği harikalar, bir mucize veya keramet değil, “istidrac”dır. İstidrac, kâfir veya fâsık bir kimseden, imtihan sırrına binaen zuhur eden olağanüstü hâllerdir. Bediüzzaman, bu istidracı modern teknolojinin, sihrin ve propagandanın kötüye kullanılması olarak tasvir eder:
• Teshir Edici Kabiliyetleri: Deccal’in “ispirtizma” (ruh çağırma) ve “manyetizma” (hipnotizma) gibi aldatıcı kabiliyetleri olacaktır. Bu, kitleleri aldatan propaganda gücüne ve medyanın teshir edici (büyüleyici) tesirine de işarettir.
• Rivayetlerdeki “Merkebi” (Bineği): Deccal’in “bir günde dünyayı dolaşan” bineği (eşeği) hakkındaki rivayetler, şimendifer (tren), tayyare (uçak) ve otomobil gibi modern ulaşım vasıtalarına bir işarettir. (Şuâlar, Beşinci Şuâ)
• “Cenneti ve Cehennemi”: Deccal’in “yanında cenneti ve cehennemi vardır” rivayeti, onun “cenneti”nin, medeniyetin sefih ve cazibedar eğlenceleri, lüks hayatı; “cehennemi”nin ise muhaliflerine reva gördüğü zindanlar ve işkenceler olduğuna te’vil edilir.
b. Dini Tahrif Etmesi veya Tamamen Yok Sayması:
Büyük Deccal, dini ve mukaddesatı tamamen inkâr eder. İnsanın maneviyatını kurutarak onu sadece madde ve menfaate tapan bir varlığa dönüştürmeye çalışır.
c. Kendi Aklını ve Şahsını İlah Gibi Göstermesi (Rububiyet İddiası):
Deccal, fen ve teknolojideki terakkiye dayanarak, insanın tabiat üzerinde hâkimiyet kurduğunu iddia eder. Bu hâkimiyeti, Firavun gibi, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât Sûresi, 24) demeye benzer bir rububiyet (terbiye edicilik ve idare edicilik) davasına dönüştürür.
“Ve şahs-ı Deccal’in, kutb-u şimalî yakınında veya Sibirya tarafında zuhur edeceğine dair rivayetler var. Ve ‘bir merkebi vardır.’ diye hadiste varit olmuş. Bu rivayetler dahi, onun şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyanının, şimalden, Rusya’dan zuhur edeceğine ve o cereyanın bir bineği, bir vasıtası olan şimendiferin icadına ve sür’atle yayılmasına işaret eder.”
(RNK, Şuâlar, Envar Neşriyat, s. 696 – [Beşinci Şuâ])
d. “Tek Gözlü” Olması:
Hadislerde Deccal’in “tek gözlü” (a’ver) olması, onun maneviyata tamamen kör olduğuna işarettir. Sadece maddeyi gören, âhireti ve derûnî hakikatleri göremeyen “maddî” bir bakışa sahiptir.
2. SÜFYAN (İSLÂM DECCALI)
Bediüzzaman Said Nursî’nin Deccal konusundaki en mühim tesbitlerinden biri, rivayetlerde geçen Deccal’in iki farklı şahsiyet olduğuna dair yaptığı ayrımdır: Büyük Deccal (cihan şümul dinsizlik) ve Süfyan (İslâm Deccalı).
“Rivayetlerde, Deccal’in dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş (Allah’a sığınmış)…
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
(Gaybı ancak Allah bilir.)
Bunun bir te’vili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyan’dır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.”
(RNK, Şuâlar, Envar Neşriyat, s. 718 – [Beşinci Şuâ, İkinci Makam])
Süfyan’ın Hususiyetleri
Bediüzzaman, Süfyan’ın fitnesinin Büyük Deccal’den daha aldatıcı ve İslâm âlemi için daha tehlikeli olduğunu belirtir:
• Müslümanlar İçinde Çıkması: Süfyan, İslâm âlemi içinden çıkacak ve “münafıkane” bir siyaset takip edecektir.
• Aldatmakla İş Görmesi: Büyük Deccal gibi açıktan inkâr ve cebir yoluna değil, daha ziyade hile, nifak ve aldatma yoluna sapacaktır.
• Şeâir-i İslâmiyeyi (İslâm’ın Sembollerini) Hedef Alması: Dini “modernleştirme” veya “hurafelerden arındırma” perdesi altında, Ezan, tesettür, mukaddes mekânlar gibi İslâm’ın şeâirini (sembollerini) tahribe çalışacaktır.
• Âlimleri Kullanması: Zeki ve siyasî dehasıyla, bazı âlimleri (ehl-i ilmi) aldatarak kendi yıkıcı faaliyetlerine fetva bulduracaktır.
• Milliyetçiliği Kullanması: İslâm kardeşliği yerine ırkçılık ve milliyetçilik (unsuriyet) fikrini kullanarak Müslümanlar arasındaki birliği parçalayacaktır.
Bediüzzaman, Süfyan’ın bu faaliyetleriyle İslâm âleminin manevî direncini kıracağını ve bu zafiyetin, Büyük Deccal’in (komünizm ve materyalizm) İslâm dünyasına nüfuz etmesine zemin hazırlayacağını belirtir.
3. DECCALİYETLE MÜCADELE USÛLÜ
Bediüzzaman’ın tahlillerine göre, bu iki dehşetli şahs-ı manevî (Süfyanizm ve Deccaliyet) ile mücadele, siyasî, askerî veya maddî bir mücadele değildir. Onların dayandığı temel nokta “inkâr” ve “şüphe” olduğu için, onlara karşı ancak manevî ve fikrî bir mücadele verilebilir.
Bu mücadelenin esası, “iman-ı tahkikî”dir (tahkike, isbata dayalı iman). Risale-i Nur’un vazifesi, bu tahkikî imanı ders vererek Deccal’in ve Süfyan’ın yaydığı şüphelere ve inkâra karşı manevî bir sed (set) oluşturmaktır.
Hz. İsa’nın (a.s.) âhir zamanda nüzûlü (inişi) ve Deccal’i öldürmesi rivayetini de bu zaviyeden te’vil eder: Hz. İsa’nın (a.s.) şahs-ı manevîsi olan hakikî Hristiyanlık (teslis kirinden arınmış tevhidî düşünce), İslâmiyet’in hakikatleri (Hz. Mehdi’nin temsil ettiği manevî cereyan) ile ittifak ederek, Deccal’in temsil ettiği inkâr-ı ulûhiyet ve materyalizm fikrini fikren öldürecek, yani isbatlarıyla çürütecektir.
*************
2. SÜFYAN:
Süfyan, Deccal’in İslâm ümmeti içindeki versiyonu gibidir. Bediüzzaman, Süfyan’ın “dinsizliği İslâm kisvesiyle yayacağını” ve daha tehlikeli olduğunu belirtir.
> O Süfyan, ahir zamanda zuhur eder. Ehl-i dalaleti arkasına takar. Hatta, Zümre-i İslam’ı sarsar. Şeair-i İslamiye’yi tahrip eder. Din namına, dini yıkar.
> Süfyanın ehemmiyetli bir vazifesi, şeriatı kaldırmak ve yerine la-dinî bir sistem kurmaktır.
4. Kendisini dinî bir lider gibi gösterip sahte mesihlik
3. Bediüzzaman’ın Bu Konudaki Tavrı:
> Biz Hizmet-i İmaniye yapıyoruz. Bu zamanda en büyük cihad, iman kurtarmaktır,der.
Bediüzzaman açıkça şiddetle değil, iman hizmetiyle ve ilimle bu tür fitnelerle mücadele edilmesi gerektiğini söyler.
*************
Külliyat’ta bu mevzu, bilhassa Beşinci Şuâ’da etraflıca tahlil edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, âhir zaman fitnesinin iki dehşetli şahsı olan Deccal ve Süfyan’ı, hadis-i şeriflerin ışığında tevil ve tasvir eder.
1. Süfyan’ın Mahiyeti: İslâm Deccalı
Bediüzzaman’ın en mühim tesbiti, rivayetlerde geçen “Büyük Deccal” (Kâfirlerin Deccalı) ile “İslâm Deccalı” (Süfyan) arasında bir tefrik yapmasıdır. Süfyan, İslâm âlemi içinde zuhur edecek ve tahribatı dâhilî olacaktır.
Onun en tehlikeli cephesi, nifak (münafıklık) perdesi altında hareket etmesidir. Kâfirlerin Deccalı alenen dinsizlik, cebir ve kuvvet ile hücum ederken, Süfyan “aldatmakla” iş görecektir.
• Tahlil: Süfyan, İslâm kisvesine bürünerek, hatta kendini bir nevi müceddid veya kurtarıcı gibi göstererek, dinin temellerini sarsmaya çalışır. Bu sebeple onun fitnesi, Müslümanlar için daha aldatıcı ve daha tehlikelidir. Bediüzzaman, onun “din namına dini yıkacağını” belirtir. Bu, onun şeriatı ve şeairi (İslâm’ın sembollerini) “bid’alar ihdas ederek” veya “tecdid” (yenileme) adı altında tahrif ederek ortadan kaldırmaya çalışacağı manasındadır.
2. Süfyan’ın Dehşetli Vazife ve Tahribatları
Risale-i Nur’daki tahlillere göre Süfyan’ın şahs-ı manevîsinin (komitesinin) yapacağı başlıca tahribatlar şunlardır:
a. Şeriat-ı İslâmiyeyi ve Ahkâm-ı Kur’aniyeyi Kaldırmak:
Süfyan’ın en ehemmiyetli vazifesi, İslâm hukukunu ve hayat nizamını (Şeriatı) ilga etmek ve yerine beşerî, la-dinî (din dışı) bir sistem ikame etmektir.
İktibas: “Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır.”1
(Şuâlar, Beşinci Şuâ, İkinci Makam)
b. Şeair-i İslâmiyeyi Tağyir ve Tahrip Etmek:
İslâm’ın alametleri olan ezan, namaz, tesettür, mukaddes mekânlar ve İslâmî takvim gibi şeairi ortadan kaldırmaya veya değiştirmeye (tağyir etmeye) çalışır. Hadis rivayetlerinde gelen “Allah Allah diyen kalmayacak” ifadesini Bediüzzaman, “zikirhâneler, tekkeler, medreseler kapanacak ve ezan ve kāmet gibi şeâirde İsmullâh yerine, başka isim konulacak” şeklinde tevil eder (Beşinci Şuâ).
c. Aldatmak, Nifak ve Ulemâ-i Sû’ (Kötü Âlimler) Kullanmak:
Süfyan, tahribatını alenen “din düşmanlığı” şeklinde değil, “dini hurafelerden temizlemek” veya “modernleştirmek” gibi aldatıcı sloganlarla yapar. Bu iş için de en çok, dünyaya meftun olan, makam ve mevki sahibi “ulemâ-i sû'” denilen kötü âlimleri kullanır. Onlara resmî vazifeler vererek, onun dine aykırı icraatlarına fetva bulmalarını temin eder.
d. İsrafı ve Sefaheti Teşvik Ederek Ahlâkı Bozmak:
Bediüzzaman, Süfyan’la ilgili bir hadis rivayetinde geçen “eli delik olacak” ifadesini, onun israfı şiddetle teşvik edeceği şeklinde tahlil eder.
İktibas: “İşte Süfyân, israfı teşvîk etmekle şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak, insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder…”
(Şuâlar, Beşinci Şuâ, İkinci Makam’ın Zeyli)
Bu yolla, helal kazancın yetmediği bir cemiyet yapısı oluşturarak, insanları harama, sefahete ve ahlâksızlığa sevk eder, böylece derûnî ve manevî hayatı çökertir.
3. Süfyaniyetin Bir Şahs-ı Manevî (Komite) Olması
Bediüzzaman’ın mühim bir tesbiti de, Süfyaniyetin tek bir şahıstan ziyade, dehşetli bir şahs-ı manevî (tüzel kişilik, komite) olduğudur. Bu komitenin “dört rüknü” (dört temel direği/lideri) ve dört devresi olacağını ve bu şahısların sırayla veya aynı anda fitneye kumandanlık edeceğini belirtir. Bu tahlil, Süfyaniyetin uzun süreli ve planlı bir tahribat programı olduğunu gösterir.
4. Bediüzzaman’ın Mücadele Tavrı: Müsbet Hareket
Bediüzzaman, bu dehşetli âhir zaman fitnesine karşı mücadele metodunun “menfî” (yıkıcı, siyasî, anarşist) olamayacağını kat’î bir surette beyan eder. Süfyan dâhilî bir fitne olduğu ve içerde asayişi bozmaya çalıştığı için, ona karşı verilecek cevap, imanı kurtarmak ve asayişi muhafaza etmek temelli “müsbet hareket” olmalıdır.
Fitnenin temel hedefi imanı sarsmak olduğundan, en büyük cihad, tahkikî iman dersleriyle imanları kurtarmak ve şüphelere cevap vermektir.
İktibas: “Bizim vazifemiz, müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”
(Emirdağ Lâhikası-I, 26. Mektup)
Ona göre Süfyan’ın ve Deccal’in maddî kılıcını kıracak olan, Hz. İsa (a.s.) ve Mehdi (r.a.) şahs-ı manevîlerinin temsil ettiği semavî ve nuranî hakikatlerdir. Risale-i Nur şakirtlerinin vazifesi ise, o gelecek olan zâtlara zemin hazırlamak, yani iman hizmetiyle meşgul olmaktır.
Hülasa :
Netice olarak, Risale-i Nur’daki Süfyan tahlili; onun İslâm âlemi içinde çıkacak, münafıkane ve aldatma yoluyla hareket eden, şeriatı ilga edip şeairi tahrip etmeyi hedefleyen ve bir komite (şahs-ı manevî) yapısında olan bir fitne cereyanı olduğudur.
“Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karşı bir nevi i’câzını gösterdiği kerametli ve harikalı On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu’cizâtıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î ispat edilen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni-i Sermedînin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!”
Asa-yı Musa.52
******
* Mu’cizât-ı Ahmediyye (A.S.M.) delili: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hakkaniyeti, (On Dokuzuncu Mektup’ta izah edildiği üzere) “kırk taife-i nâs”ın şahit olduğu binlerce mucizesiyle ispatlanmıştır. Kur’ân ise, O’nun (A.S.M.) en büyük, ebedî ve cihan şümul mucizesidir.
* Mu’cizât-ı Kur’âniyye delili: Kur’ân, Peygamber’in (A.S.M.) bir mucizesi olmakla beraber, kendi başına da (Yirmi Beşinci Söz’de izah edildiği üzere) “kırk vech-i i’câzı” bulunan bir Kelâmullah harikasıdır.
İktibasdaki “kırk taifeye bir nevi i’câzını göstermesi” ifadesi, bu iki delili birleştirir: Nasıl ki Peygamber (A.S.M.) her bir zümreye onların anlayacağı dilden bir mucize göstermişse, O’nun en büyük mucizesi olan Kur’ân da, aynı “kırk taifeye” ve onlardan kıyamete kadar gelecek her tabakaya, kendi istidatlarına ve anlayışlarına münasip bir i’câz penceresi açar.
Risale-i Nur Külliyatı’nın ilgili bahisleri (hususan 19. Mektup ve 25. Söz) muvacehesinde verdiğimiz cevaplar aşağıdadır:
1. Kur’ân’ın ‘Kırk Vech-i İ’câzı’ Nedir?
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Yirmi Beşinci Söz (Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi)’nde, Kur’ân’ın i’câzını “kırk pencereli bir saraya” benzetir. Her bir pencere, onun Allah kelâmı (Kelâmullah) olduğuna dair farklı bir isbatı, farklı bir parlaklığı gösterir. Bu “kırk vecih” (yön, cihet), esasta Kur’ân’ın mucizeviliğinin kırk farklı boyutudur.
Bunların tamamını tek tek saymak yerine, Risale-i Nur’da zikredilen en küllî (bütüncül) ve temel vecihleri şöyle tasnif edebiliriz:
* Belâgatındaki İ’câz: Kur’ân’ın nazmı (dizilişi), üslubu ve lafzındaki harika selâset (akıcılık), fesâhat (açıklık) ve belâgat (edebî üstünlük). En büyük Arap edip ve şairlerini taklitten âciz bırakması.
* Manasındaki Câmiiyet ve İ’câz: Bir tek cümlesi veya kıssası ile aynı anda farklı asırlara, farklı anlayış seviyelerine (avamdan en derin âlimlere kadar) hitap edebilmesi ve her birinin kendi hissesini alabilmesi.
* İhbarât-ı Gaybiye (Gaybdan Haber Vermesi):
* Geçmişe Dair İhbarât: Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin hallerini, Tevrat ve İncil’deki ihtilafları düzelterek, en doğru ve net surette haber vermesi.
* Geleceğe Dair İhbarât: Rumların galibiyeti, Mekke’nin fethi gibi vuku bulmadan önce haber verdiği hadiselerin aynen tahakkuk etmesi.
* Hakâik-i İlahî ve Kevniyedeki İ’câz: Tevhid, nübüvvet, haşir gibi en derin ve en mühim hakikatleri, en basit bir insana dahi kabul ettirecek bir katiyet ve açıklıkla beyan etmesi.
* Şebâbeti (Gençliği): Asırlar geçtikçe ihtiyarlamak yerine, bilakis tefsir ilimlerinin ve fenlerin (bilimlerin) inkişafıyla manasının daha da parlaması ve gençleşmesi.
* Ümmiyye-i Sadıka’dan (Okuma yazma bilmeyen, sadık Zât’tan) Zuhûru: Beşerî hiçbir tahsili olmayan bir Zât’ın (A.S.M.) lisanından, cihan şümul bir inkılabı yapacak ve kıyamete kadar gelecek bütün ilimlere ve tabakalara rehber olacak böyle bir kitabın zuhûr etmesi.
2. ‘Kırk Taife ve Tabaka-i Nâs’ Kimlerdir?
Bu “kırk taife,” On Dokuzuncu Mektup (Mu’cizât-ı Ahmediyye Risalesi)’nde, Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) risâletini (peygamberliğini) tasdik eden ve O’nun mucizelerine şahit olan gruplardır. Buradaki “kırk” sayısı, kesretten (çokluktan) kinayedir ve mevcudâtın (varlıkların) ve insanların hemen her sınıfını ihtiva ettiğini gösterir.
Kur’ân, bu taifelerin tamamına hitap eden en büyük mucizedir. Bu taifeleri, 19. Mektup’taki tasnife göre şöyle gruplandırabiliriz:
A. İnsan Taifeleri:
* Ehl-i İlim ve Ulemâ: (Âlimler, filozoflar/hikmet ehli)
* Ehl-i Belâgat ve Şuarâ: (Şairler, hatipler, edebiyatçılar)
* Ehl-i Siyaset ve Hükümdârlar: (Devlet reisleri, idareciler)
* Askerler ve Kumandanlar: (Savaş ve strateji ehli)
* Avam-ı Nâs: (Halkın geneli)
* Çocuklar, Kadınlar, Hastalar, Zayıflar: (Toplumun farklı hassas kesimleri)
* Kâhinler ve Gaybdan Haber Verenler: (O devrin mâneviyat ve gayb haberlerine aşina olanları)
B. Diğer Mahlûkat Taifeleri: (Bunlar da Kur’ân’ın davetine ve Peygamber’in (A.S.M.) risâletine şahittir)
* Cinler
* Melekler (Melâike)
* Hayvanât (Hayvanlar)
* Nebâtât (Bitkiler, ağaçlar)
* Cemâdât (Cansız varlıklar, taşlar, ay, güneş)
3. Herbir Tabakaya Gösterilen İ’câz ve Kur’ân’dan Misaller
Kur’ân’ın bu farklı taifelere kendi “dillerinden” nasıl bir i’câz gösterdiğine dair bazı misaller ve ayetler:
Taife 1: Ehl-i Belâgat ve Şairler (Edebiyat Ustaları)
* Gösterilen İ’câz Vech-i: Belâgattaki İ’câzı (Edebî Mucizeviliği).
* İzahı: Kur’ân, şiir ve hitabetin zirvede olduğu bir dönemde, en büyük ediplere meydan okumuş (tehaddî etmiş) ve onları bir tek sûresinin benzerini getirmekten âciz bırakmıştır. Bu acziyet, onun beşer kelâmı olmadığını, ancak Kelâmullah olduğunu ispat etmiştir.
* Misal Ayet (Meydan Okuma):
> Bakara 2:23 : “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içinde iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin; eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.”
>
* Mürâdif Ayet (Acziyetin İlanı):
> İsrâ 17:88 : “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini getiremezler.'”
>
Taife 2: Kâhinler ve Gaybdan Haber Verenler
* Gösterilen İ’câz Vech-i: İhbarât-ı Gaybiye (Gelecekten Haber Vermesi).
* İzahı: O dönemin kâhinleri, eksik ve yalanla karışık (çoğunlukla cinlerden alınan) gaybî haberler verirken; Kur’ân, katiyetle, net ve şüphesiz bir surette gelecekte yaşanacak hadiseleri haber vermiş ve bu haberler aynen vuku bulmuştur. Bu durum, Kur’ân’ın haber kaynağının, gaybı bilen Allâmu’l-Guyûb olduğunu göstermiştir.
* Misal Ayet (Rumların Galibiyeti):
> Rûm 30:2-4 : “Romalılar, yenilgiye uğradılar. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler, Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.”
>
* Mürâdif Ayet (Mekke’nin Fethi):
> Fetih 48:27 : “Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde, başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi, bunun dışında size yakın bir fetih de verdi.”
>
Taife 3: Ehl-i İlim ve Ulemâ (Âlimler ve Hikmet Ehli)
* Gösterilen İ’câz Vech-i: Hakâik-i İlahî ve Kevnî Câmiiyeti (İlmî ve Tevhîdî Hakikatler).
* İzahı: Felsefenin (hikmetin) ve ilmin çözemediği, varlığın aslı, hayatın gayesi, ölümden sonraki hayat (haşir) ve kâinatın Sâni’i (Yaratıcısı) gibi en derin meseleleri, en âmi bir insana dahi bir sayfada (misal: Haşr Sûresi’nin son ayetleri) veya bir sûrede (misal: İhlâs Sûresi) tam bir vuzûhiyetle ders vermesi, onun ilmî i’câzıdır.
* Misal Ayet (Tevhîd’in Özü):
> İhlâs 112:1-4 : “De ki: O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.”
>
* Mürâdif Ayet (Kâinatın Yaratılışına İşaret):
> Enbiyâ 21:30 : “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?”
>
Taife 4: Avam-ı Nâs ve Ehl-i İhtiyaç (Halk ve İhtiyaç Sahipleri)
* Gösterilen İ’câz Vech-i: Her Seviyeye Hitap Etmesi ve Tesellisi (Manevî Rehberlik).
* İzahı: Kur’ân, sadece yüksek tabakalara değil, hayatın zorluklarıyla boğuşan, okuma yazması olmayan, teselliye ve rehberliğe muhtaç olan avam tabakasına da en mükemmel bir rehber, en tesirli bir şifa olmuştur. Onun ayetlerindeki merhamet, ümit ve kolaylık vaadi, bu tabakanın ruhunu fethetmiştir.
* Misal Ayet (Rahmetin Genişliği):
> Zümer 39:53 : “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'”
>
* Mürâdif Ayet (Kolaylık Vaadi):
> İnşirâh 94:5-6 : “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
>
Netice olarak, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan; belâgat ehline belâgatıyla, âlimlere hakikatleriyle, kâhinlere gaybî haberleriyle, idarecilere adalet düsturlarıyla, avama teselli ve rehberliğiyle… kısacası “kırk taifenin” her birine, onların anlayacağı ve teslim olacağı bir cihetten mucizeliğini göstermiş ve ispat etmiştir.
Bu vaziyet, onun Mütekellim-i Ezelî olan Allah’ın kelâmı olduğunu güneş gibi âşikâr kılar.
***********
Kur’ân-ı Kerîm’in, hitap ettiği taifelerin en genişini ve en temelini teşkil eden “avam-ı nâs”a (genel halk tabakasına) bakan i’câz vecihini (mucizevilik yönünü) de tahlil edelim:
5. Avam-ı Nâs, Hastalar, Zayıflar ve Ehl-i İhtiyaç (Halk, İhtiyaç Sahipleri ve Kalbi Kırıklar)
* Onlara Gösterdiği İ’câz Vech-i: Manevî Şifâ, Kapsayıcı Rahmet, Tam Teselli ve Kolaylaştırıcı Rehberlik.
* İzahı ve Tahlili: Bu geniş tabaka, ekseriyetle nazarî (teorik) ilimlerin derinliklerinde, belâgatın inceliklerinde veya siyasetin karmaşık düsturlarında değildir. Onların hayatı; korku, endişe, hüzün, hastalık, fakirlik, ölüm, ayrılık ve adalet arayışı gibi en temel insani tecrübelerle doludur.
Bu taifeye Kur’ân’ın gösterdiği i’câz şudur: Felsefenin (hikmetin) ve psikolojinin asırlarca uğraşıp tam manasıyla tatmin edemediği insan ruhunun en derin yaralarına, en basit ve en avamî bir ferdin dahi anlayacağı bir surette, doğrudan ve tam bir şifa ile merhem olmasıdır.
Kur’ân, en büyük musibet olan “ölüm”ü bir “hiçlik” olmaktan çıkarıp “ebedî bir hayata geçiş” olarak tasvir eder. Fakirliği bir “zillet” değil, “sabırla ebedî bir zenginliği kazanma vesilesi” olarak gösterir. Hastalığı bir “azap” değil, “günahlara kefaret ve mânevî bir terakki” olarak tanımlar. Zalimin zulmünü “karşılıksız” bırakmayıp, “Mahkeme-i Kübrâ”yı (Büyük Mahkeme) ilân ederek mazlumun kalbini teselli eder.
Bu, beşerî bir telkinin, bir felsefî tesellinin çok fevkindedir. Zira Kur’ân, bunu sadece bir “tavsiye” olarak değil, kâinatın Sahibi namına “vaad” ve “emir” olarak yapar. İşte bu sarsılmaz dayanak noktası, en âmi bir mü’minin dahi, en büyük bir musibet karşısında, en büyük bir filozoftan daha metanetli durmasını sağlar. Bu “mânevî kuvvet” ve “şifa”, Kur’ân’ın bu tabakaya gösterdiği en parlak i’câzıdır.
* Misal Ayetler ve İzahları:
* Günahkârlara ve Ümitsizlere Teselli:
> Zümer 39:53 : “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'”
>
* İzah: Geçmişin hataları altında ezilen ve kurtuluş ümidi kalmadığını düşünen bir insana, beşerî hiçbir söz, bu ayetin verdiği genişlikte bir ümit ve teselli veremez. Kâinatın Sahibinin (C.C.) af kapısını bizzat açtığını ve “bütün günahları” kapsadığını ilân etmesi, ruh için tam bir şifadır.
* Musibetzedelere ve Dertlilere Teselli:
> Bakara 2:155-156 : “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele! Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.”
>
* İzah: Bu ayetler, hayatın kaçınılmaz imtihanları (korku, açlık, mal ve can kaybı) karşısında insana bir “duruş” ve “mânâ” kazandırır. Musibeti bir “isyan” vesilesi değil, “inâ lillâh…” (Biz Allah’a aidiz) diyerek “sabır” ve “teslimiyet” ile müjdelenme vesilesi kılar. Bu, acıyı dindiren değil, acıyı “mânâlandıran” ve “sevaba” çeviren bir i’câzdır.
* Hayatın Zorlukları ve Sıkıntılar İçindekilere Teselli:
> İnşirâh 94:5-6 : “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
>
* İzah: En âmi bir insanın dahi ezberinde olan bu ayetler, en karanlık anda bir ümit ışığıdır. Zorluğun “içinde” veya “hemen ardından” bir kolaylığın geleceğini, kâinatın Rabbi namına iki defa te’kid ederek (pekiştirerek) vaad etmesi, ruhun direncini ayakta tutan en kuvvetli bir mânevî ilaçtır.
* Yalnızlara ve Kendini Çaresiz Hissedenlere Teselli:
> Bakara 2:186 : “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.”
>
* İzah: İnsanın en temel ihtiyacı “duyulmak”tır. Bu ayet, Allah (C.C.) ile kul arasına hiçbir vasıta koymadan, “Ben yakınım” ve “duaya cevap veririm” diyerek, en zayıf, en kimsesiz kulun dahi sesinin doğrudan Arş-ı A’lâ’da işitildiğini ve O’nunla muhatap olabildiğini ilân eder. Bu, avam-ı nâs için en büyük bir kuvvet ve şereftir.
Netice olarak Kur’ân; âlime ilmiyle, edibe belâgatıyla hitap ettiği gibi; en geniş taife olan avama da onların en temel ihtiyacı olan “rahmet”, “şifa”, “teselli” ve “ümit” diliyle hitap etmiş, onların ruh dünyalarında en büyük inkılabı yaparak mucizeliğini her an, her fert üzerinde göstermiş ve göstermektedir.
(Bu Lem’aya bir derece hiss ve zevk karışmış. Hiss ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem’a mantık mizanları ile tartılmamalı.)
iki cümlesi mühim iki hakikatı ifade ediyorlar. Ondandır ki: Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-ı mühimmenin birkaç nüktesini beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NÜKTE:
Birinci defa
يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى
bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivadan tecrid ediyor, kesiyor. Şöyle ki: İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibariyle mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennet’e bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azab çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan sû’-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor, kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat’-ı alâka etmek, o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek cihetiyle Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden
يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى
olan birinci cümlesi: “Bâki-i Hakikî yalnız sensin. Masiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları
يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى
demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller.” demektir. İşte bu halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.
İkinci cümle olan
يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى
o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani:
يَا بَاق۪ى
“Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var.” Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.
**********
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Üçüncü Lem’a, bizzat müellifinin de işaret ettiği gibi, “hiss ve zevk” cihetinin ağır bastığı, kalbin derûnî tefekkürlerini ve manevî bir seyr-i sülûkun esaslarını tasvir eden mühim bir bahistir. Bu Lem’a, insanın ebede uzanan arzularıyla fâni bir âlemde yaşamasının getirdiği zıtlığın (çelişkinin) hallini “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” (Ey Bâkî olan! Bâkî ancak Sensin!) cümlesinin tefsiriyle sunar.
Giriş: Fena ve Beka Meseelesi
Üçüncü Lem’a’nın temel meselesi, insanın mahiyetine dercedilmiş olan “hadsiz bir istidad-ı muhabbet” ile bu muhabbetin yöneldiği “fâni mevcudat” arasındaki derin aykırılıktır. İnsan, yapısı (doğası) icabı güzele, mükemmele ve ihsana meftundur. Gördüğü her güzelliği sevmek ister. Ancak bu âlemdeki güzellikler, kemaller ve ihsanlar fânidir; zevâle (yok olmaya) mahkûmdur.
İnsan bu fâni sevgililerden (mahbublardan) ayrıldıkça, kalbi “hadsiz cerihalar” (sınırsız yaralar) alır. İşte “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” zikri, bu fânilik yarasının hem teşhisi hem de tedavisidir.
Dayandığı Âyet-i Kerime: “Küllü Şey’in Hâlikün İllâ Vecheh”
Lem’a’nın başında zikredilen ve bu tefekkürün temelini teşkil eden âyet-i kerime, Kasas Sûresi’nin 88. âyetinin son kısmıdır. Bu âyetin tamamı, meselenin hem “fena” hem de “beka” cihetini kâmil manada ortaya koyar:
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk edip yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88)
Bu âyet, “Bâkî-i Hakikî”nin (Gerçek ve Ebedî Olan’ın) yalnızca Allah olduğunu, O’nun Zât’ı (vecheh) haricindeki her şeyin “hâlik” (helâk olucu, fâni) olduğunu hükme bağlar.
Birinci Nükte: “Ameliyat-ı Cerrahiye” (Mâsivâdan Tecrid)
Birinci defa söylenen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî”, bir teşhis ve bir ameliyattır.
• Teşhis (Fâniliğin İdrakı): İnsan, kalbindeki sınırsız sevme kabiliyetini yanlış kullanarak (sû’-i istimal ederek) fâni mevcudata sarf eder. Dünyayı bir “hane”, sevdiklerini “ebedî bir yoldaş” zanneder. Halbuki bu mevcudat durmayıp gitmektedir. Bu durum, “firaktan” (ayrılıktan) kaynaklanan “hadsiz bir manevî azaba” sebep olur.
• Ameliyat (Kat’-ı Alâka): Birinci cümle, kalbe cerrah neşteri vurur. Der ki: “Madem Bâkî olan yalnız Sensin, öyleyse mâsivâ (Senden gayrı her şey) fânidir.” Fâni olan ise, ebed için yaratılan bir kalbin hakikî sevgisine, aşkına ve alâkasına medar olamaz.
Bu ameliyat, sevgiyi fâniden kesip Bâkî’ye yöneltmektir. Bu, “o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek” manasındadır.
Müradif (Alakalı) Mefhumlar:
• Tevhid-i Mahbûb: Sevgide tevhidi sağlamak. Nasıl ki “Lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) denilerek rubûbiyette şirk reddedilir; burada da “Lâ mahbûbe illallah” (Allah’tan başka [hakikî] sevgili yoktur) manasıyla muhabbetteki gizli şirk (şirk-i hafî) reddedilir.
• Fena-i Âlem: Âlemin bizâtihî fâniliğini, kendi başına bir kıymeti olmadığını idrak etmek.
Destekleyen Diğer Âyetler (Fena Ciheti):
Fâniliği vurgulayan ve insanın bu dünyaya aldanmaması gerektiğini belirten pek çok âyet, bu birinci nüktedeki “ameliyat-ı cerrahiye”yi destekler:
“(26) Yeryüzünde bulunan herkes fânidir. (27) Sadece kerem sahibi ve yüce olan rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)
İkinci Nükte: “Merhem ve Tiryak” (Beka ile Teselli)
Birinci cümle kalbi mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) kestiğinde, ortaya “hadsiz cerihalar” (sınırsız yaralar) çıkar. Zira insan sevdiği her şeyden yüz çevirmiştir. Bu, büyük bir boşluk ve acı verir.
İkinci defa söylenen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” cümlesi, bu yaralara hem merhem hem de tiryak (panzehir) olur.
• Merhem (Teselli): Bu cümle der ki: “Yâ Bâkî! Madem Sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin.” Evet, bütün fâni sevgililer gitse de, Bâkî olan Allah mevcuttur. O’nun varlığı, giden her şeyin yerini doldurur.
• Tiryak (Hakikati Görmek): Bu cümle, fânilere bakışı değiştirir. Der ki: “Madem Sen varsın, herşey var.” Bu şu demektir: Fâni mevcudatta gördüğümüz ve sevdiğimiz hüsün (güzellik), ihsan (iyilik) ve kemal (mükemmellik), aslında onların kendi malı değildir. Onlar, Bâkî-i Hakikî’nin hüsün, ihsan ve kemalâtının “işaratı” ve “çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir.”
Müradif (Alakalı) Mefhumlar:
• Beka Billah (Allah ile Beka Bulmak): Mevcudatın fâniliğini (fena) idrak ettikten sonra, onların ancak Allah’ın “ibkası” (beka vermesi) ile varlıklarını sürdürdüklerini, O’nun isimlerinin bir “cilvesi” olduklarını anlamak.
• Mir’ât-ı Esmâ (İsimlerin Aynası): Yaratılmış her şey, Sâni-i Bâkî’nin isimlerine bir ayna olur. Artık sevgi, fâni olan aynanın zâtına değil, onda görünen Bâkî Zât’ın güzelliğine yönelir.
• Muhabbet li-Vechillah (Allah Namına Sevmek): Artık mevcudat, “senin muhabbetinle onlar sevilir” sırrına mazhar olur. Bir çiçek, Allah’ın Musavvir (şekil veren) ve Cemîl (güzel) isimlerinin bir tecellisi olduğu için sevilir. Bir anne, Allah’ın Rahîm isminin bir cilvesini taşıdığı için sevilir. Bu sevgi, fâniye değil, Bâkî’yedir.
Destekleyen Diğer Âyetler (Beka Ciheti):
Bu ikinci nükte, her şeyin kıymetini Allah’tan aldığını ve hakikî varlığın O’na ait olduğunu belirten âyetlere dayanır:
“Sizde olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir. Elbette sabredenlere, yapmakta olduklarının daha güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl 16/96)
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Âl-i İmrân 3/189)
Netice ve Hülâsa
Üçüncü Lem’a’da tasvir edilen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” zikri, kalbin seyr-i sülûkudur (manevî yolculuğudur):
• Birinci Adım (Fena idrakı): Kalp, fânilere yönelttiği sevgiden (şirk-i hafîden) tevbe eder. Bu, bir “tecrid” (soyutlanma) ve “kat’-ı alâka”dır (ilişiği kesmektir). Bu, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka hakikî varlık yoktur) hakikatine yaklaşmaktır.
• İkinci Adım (Beka idrakı): Kalp, Bâkî olan Allah’ın varlığının her şeye bedel olduğunu anlar. Artık fânilere, O’nun sanatı, O’nun isimlerinin aynası ve O’nun mahlûku nazarıyla bakar.
Böylece, insanın “hadsiz istidad-ı muhabbeti”, fânilerde boğulup ebedî azap çekmek yerine, Bâkî-i Zülcelâl’e yönelerek ebedî bir lezzet ve saadet kazanmış olur.
İKİNCİ NÜKTE:
İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Bâki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halketmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva’-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev’-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tâbi’dir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife; o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci
يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى
cümlesi bu hakikatı ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE:
Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasılki saatin sâniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli madum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.
İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer. Evet Bâki-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir. Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir sâniye hükmüne geçer. Meşhur böyle bir söz var ki:
yani: “Firakın bir sâniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir sâniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki: Visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir sâniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir.
Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir sâniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:
Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir sâniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir sâniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise sâniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünki firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir sâniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar. Çünki hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.
Şu mes’ele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî’nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.
Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu Nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi’rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünki o Mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman”
hakikatını aynen müşahede ettikleri medar-ı şübhe olamaz. Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rü’yada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.
Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zâtın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir. Öyle ise böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen bu “İkinci Nükte” ve “Üçüncü Nükte”, insanın en derûnî ve cihan şümul bir meselesini, yani “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı) hakikatini ve bu fıtrî (doğuştan gelen) şiddetli arzunun nasıl tatmin edileceğini, fâni (ölümlü) hayatın nasıl bâki (ebedî) bir hayata tebdil edilebileceğini (dönüştürülebileceğini) hikmetli bir surette izah etmektedir.
Konunun Esası: İnsanın Fıtratındaki Beka Aşkı
Her iki nüktenin de temel aldığı nokta, insanın fıtratına (yaratılışına) yerleştirilmiş olan o “gayet şedid” (çok şiddetli) ebediyet aşkıdır. İnsan, yapısı itibariyle yokluğa (adem) değil, varlığa (vücud) ve devamlılığa (beka) meftundur.
BİRİNCİ BÖLÜM: AŞK-I BEKA VE MANTIKÎ NETİCELERİ (İKİNCİ NÜKTE’NİN TAHLİLİ)
İkinci Nükte, bu şiddetli arzunun varlığından yola çıkarak, ebedî bir âlemin (ahiretin) varlığının zarurî bir isbatını sunar.
1. Muhabbetin Kaynağı: Tevehhüm-ü Beka
Metin, insanın sevdiği (muhabbet ettiği) her şeyde, vehim kuvvetiyle (kuvve-i vâhime) dahi olsa, bir nevi ebediyet vehmettiğini, ancak o şeyin zevalini (yok oluşunu) düşündüğünde veya gördüğünde derinden feryat ettiğini belirtir.
• İzahı: İnsanın bir çiçeği, bir dostunu veya gençliğini sevmesi, aslında onlardaki güzelliğin ve kemalin daimî olmasını arzu etmesindendir. “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” cümlesi, ayrılık acısının temelinde, sevilen şeyin fâniliğine karşı duyulan bir isyan ve ebediyet arzusunun fıtrî bir çığlığı olduğunu gösterir.
2. Arzu-yu Beka’dan Alem-i Beka’ya Delil (İsbat)
Nükte, bu cihan şümul ve fıtrî arzuyu, “umumî bir dua” olarak nitelendirir ve bu duanın kabul edilmemesinin mümkün olmadığını beyan eder.
• Kıyas (Analoji): Nasıl ki Fâtır-ı Kerîm (ikramı sonsuz Yaratıcı), “küçük midenin cüz’î arzusunu” ve muvakkat (geçici) bir beka (hayatta kalma) duasını, hadsiz lezzetli yiyeceklerin (enva’-ı mat’umat-ı leziziye) yaratılmasıyla kabul etmiştir;
• Netice (Hüküm): Öyle de, bütün insanlığın (umum nev’-i beşer) “pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu” ve ebedî bekaya dair “gayet kuvvetli duasını” kabul etmemesi, O’nun hikmet, adalet, rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
• Müradifi: Bu, bir “ihtiyac-ı fıtrî”dir. Nasıl ki balığın hayatı suyu iktiza eder (gerektirir), insanın ebediyet arzusu da ebedî bir âlemi iktiza eder. Allah (c.c.), fıtrata bu ihtiyacı koymuşsa, cevabını da halk etmiştir.
3. Tedavi ve Vazife: Bâkî’ye Teveccüh
Madem insan bekaya âşıktır ve madem beka ancak Bâkî-i Zülcelal’e (azamet sahibi ve ebedî olan Allah’a) mahsustur; öyleyse fâni insanın vazifesi, Bâkî’ye yönelmektir.
• Formül: “Bâki’nin esması bâkiyedir.” İnsan, O’nun Bâkî, Evvel, Ahir, Zahir, Batın gibi ebedî isimlerine (esmasına) yapışarak ve O’nun âyinesi olarak O’nun rengini (sıbgatullah) alarak bir nevi bekaya mazhar olur.
• Müradifi: “Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur.” Bu, fâni olanı ebedîleştirmenin sırrıdır.
• Nida: “يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى” (Ey Bâkî! Gerçek Bâkî ancak Sensin!) nidası, insanın bu hadsiz manevî yaralarını tedavi eden ve fıtratındaki o şiddetli arzuyu tatmin eden bir ilticadır (sığınmadır).
4. Konuyla İlgili Ayetler (Fena ve Beka)
Bu nüktenin temel aldığı “fena” (fânilik) ve “beka” (ebedîlik) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’de müteaddit defalar vurgulanır:
• Meali (Rahmân, 55/26-27):
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِۚ ﴿٢٧﴾
“Yeryüzünde bulunanların hepsi fânidir. Azamet ve kerem sahibi rabbinin zâtı ise bâki kalır.”
• Meali (Kasas, 28/88):
… لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ۠ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٨﴾
“…O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”
Bu ayetler, hakikî bekanın ancak Allah’a ait olduğunu, O’na yönelmeyen her şeyin (O’nun vechi/zâtı/rızası dışında olan her şeyin) “hâlik” (yok olucu) olduğunu tasdik eder.
Üçüncü Nükte, İkinci Nükte’de tesis edilen “Bâkî’ye yönelme” vazifesinin, bu fâni dünyada nasıl gerçekleştirileceğini ve zamanın izafî (göreceli) yapısı itibariyle kısa bir ömrün nasıl ebedî bir ömür hükmüne geçebileceğini izah eder.
1. Zamanın İzafiyeti ve İnsanın Mahiyeti
Metin, zamanın tesirinin mahlukata göre farklı olduğunu (muhtelif) ve insanın “mütedâhil daireler” (iç içe geçmiş daireler) gibi olduğunu belirtir:
• Cisim (Beden): Hayatı ve vücudu sadece “hazır bir saat” ile sınırlıdır. Geçmişi ve geleceği ölüdür (meyyit) veya yoktur (madum).
• Kalb (Gönül): Dairesi daha geniştir; geçmiş ve gelecek zamanlara uzanır.
• Ruh: Dairesi çok daha geniştir (daire-i azîme); seneler öncesi ve sonrasını idrak sahasına dâhil edebilir.
2. Fâni Ömrü Bâkîleştirmenin Sırrı: “Lillah” (Allah İçin)
İnsanın bu ruhî ve kalbî genişliğine (istidadına) binaen, fâni ömrü ebedî bir ömre dönüştürmenin çaresi gösterilir:
• Vasıtalar: Marifet-i İlahiye (Allah’ı tanımak), Muhabbet-i Rabbaniye (Allah’ı sevmek), Ubudiyet-i Sübhaniye (Allah’a kulluk etmek) ve Marziyat-ı Rahmaniye (Allah’ın rızasını aramak).
• Netice: Bu yolda geçirilen bir fâni ömür, “bâki bir ömrü tazammun eder” (ihtiva eder) ve “ebedî bir ömrü intac eder” (netice verir).
• Formül: “Bâki-i Hakikî’nin… yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir.”
3. Meşhur Sözün Tashih Edilmesi (Düzeltilmesi)
Metin, “Firakın (ayrılığın) bir sâniyesi bir senedir; visalin (kavuşmanın) bir senesi bir sâniyedir” sözünü, hakikat noktasında tashih eder:
• Fâni Visal: Dünyevî ve fâni bir kavuşma (visal) ne kadar uzun olursa olsun, zevale mahkûm olduğu için kısa hükmündedir (“bir sâniye gibi geçer”) ve geriye sadece “hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya” bırakır.
• Bâkî Visal: “Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah (Allah için) bir sâniye visal,” bir senelik fâni visalden çok ötedir; “daimî bir pencere-i visaldir.”
• Gaflet Firakı: Gaflet ve dalalet içindeki bir ayrılık (Allah’tan uzaklık) ise, bin sene bile sürse, neticesi itibariyle (hiçlik ve kayıp olduğundan) “bir sâniye hükmündedir.”
4. Amelî Çare: “Lillah, Livechillah, Lieclillah”
Nükte, fâni ömrü bâki yapmanın amelî (pratik) çaresini şu üç kelimeyle özetler:
“Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. ‘Lillah, livechillah, lieclillah’ rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.”
Bu, niyetin ameli nasıl dönüştürdüğünün ve fâni bir fiili nasıl ebedîleştirdiğinin sırrıdır.
5. “Bast-ı Zaman” Hakikati ve Delilleri
Bu manevî uzunluğun, maddî âlemde de tezahürleri olan “Bast-ı Zaman” (zamanın genişlemesi) hakikatiyle ispatı yapılır:
• Nass-ı Kur’an (Leyle-i Kadir): Kur’an’ın sarahatiyle bir gecenin (Kadir Gecesi), seksen küsur senelik bin ay hükmünde olması.
Meali (Kadr, 97/3):
لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْرٍۜ ﴿٣﴾
“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.”
• Mi’rac-ı Nebevî: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Mi’rac hadisesinde “birkaç saat” gibi kısa bir müddette, beka âlemine girmesi hasebiyle “binler seneler hükmünde vüs’ati ve uzunluğu” olan bir seyahati yapması.
• Keramat-ı Evliya (Bast-ı Zaman): Ehl-i velayetin (velilerin) bir dakikada bir günlük işi görmesi veya bir hatim okuması gibi, kesretle (çoklukla) ve tevatürle (yalan üzere birleşmesi mümkün olmayan bir kalabalıkla) rivayet edilen hadiseler.
• Rü’ya Hadisesi: Herkesin yaşadığı rü’ya hadisesi. “Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı… görmek için yakaza âleminde (uyanıklıkta) bir gün, belki günler lâzımdır.” Bu, zamanın izafî olduğuna dair umumî bir tecrübedir.
6. “Tayy-ı Zaman” ve “Bast-ı Zaman”a İşaret Eden Ayetler (Haşiyeden)
Metindeki haşiyede (dipnotta) bu zaman izafiyetine işaret eden ayetler zikredilmiştir:
• Tayy-ı Zaman (Zamanın Dürülmesi/Kısalması): Ashab-ı Kehf’in uykudan uyanınca kendi aralarındaki konuşması, zaman algılarının nasıl değiştiğini gösterir.
• TDV Meali (Kehf, 18/19):
… قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ …
“…İçlerinden biri, ‘Ne kadar kaldınız?’ dedi. (Bir kısmı) ‘Bir gün, ya da bir günden az kaldık’ dediler…”
• Halbuki hakikatte kalan müddet şudur:
• Meali (Kehf, 18/25):
وَلَبِثُوا ف۪ى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿٢٥﴾
“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Buna dokuz yıl da ilave ettiler.”
• Bast-ı Zaman (Zamanın Genişlemesi/Uzaması): Allah katındaki zaman mefhumunun, bizim saydığımızdan farklı olduğunu beyan eden ayet:
• Meali (Hac, 22/47):
… وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ﴿٤٧﴾
“…Şüphesiz, Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”
Elhasıl (Netice ve Hülâsa)
Her iki nüktenin vardığı nihaî netice şudur:
İnsan fânidir, fakat “beka için halkedilmiş” ve “bâki bir zâtın âyinesi” olarak yaratılmıştır. Ona verilen fâni cihazlar ve istidatlar (kabiliyetler), bâki meyveler verecek işlerde kullanılması için emanet edilmiştir.
Öyleyse insanın hakikî vazifesi ve ebedî saadeti; bütün cihazatını ve istidatlarını o Bâkî-i Sermedî’nin (ebedî ve sonsuz olan Bâkî’nin) rızası dairesinde (daire-i marziyatında) kullanarak, O’nun esmasına yapışıp, ebed yolunda O’na yönelerek (müteveccih olarak) gitmektir.
Lisanı “يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى” dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı ve bütün letaifi (duyguları) hep bir ağızdan “Hüve-l Bâki (Bâkî ancak O’dur), Hüve-l Matlub (Maksat O’dur), Hüve-l Mahbub (Sevgili O’dur), Hüve-l Mabud (İbadet edilecek O’dur)” demelidir.
LEM’A
İKİNCİ SUAL
münasebetiyle iki mes’ele-i mühimme beyan edilecek. Çünki Coğrafya ve Kozmoğrafya fenlerinin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla ve küçücük mizanlarıyla Kur’anın semavatına çıkamadıklarından ve âyâtın yıldızlarındaki yedi kat manaları keşfedemediklerinden âyeti tenkid, belki inkârına divanecesine çalışmışlar.
Birinci Mes’ele-i Mühimme:
Semavat gibi arzın da yedi tabaka olmasına dairdir. Şu mes’ele, yeni zamanın feylesoflarına hakikatsız görünüyor. Onların arza ve semavata dair olan fenleri kabul etmiyor. Bunu vasıta ederek bazı hakaik-i Kur’aniyeye itiraz ediyorlar. Buna dair muhtasaran birkaç işaret yazacağız.
Birincisi:
Evvelâ: Âyetin manası ayrıdır ve o manaların efradı ve mâsadakları ayrıdır. İşte o küllî mananın müteaddid efradından bir ferdi bulunmazsa, o mana inkâr edilmez. Semavatın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mana-yı küllîsinin çok efradından yedi mâsadak zahiren görünüyor. Sâniyen: Âyetin sarahatında “yedi kat arz” dememiş.
اَللّٰهُ الَّذ۪ى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ
ilââhir. Âyetin zahiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.
İkincisi:
Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür, fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan; kalb, cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. Onun için zeminin küçük mikyasta eskiden beri yedi
{(*): Seb’a ile beraber yedi kelimesi yedi kerre tevafuku pek güzel düşmüş.}
iklimi; hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, iki Asya, iki Amerika namlarıyla maruf yedi kıt’ası; hem denizle beraber şark, garb, şimal, cenub, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıt’ası; hem merkezinden tâ kışr-ı zahirîye kadar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl ve mütenevvi yedi tabakası, hem zîhayat için medar-ı hayat olmuş yetmiş basit ve cüz’î unsurları tazammun edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi küllî unsuru; hem dört unsur denilen su, hava, nar, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selâse” denilen maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri; hem cinn ve ifrit ve sair muhtelif zîşuur ve zîhayat mahlukların âlemleri ve meskenleri olduğu, çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri; hem Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zîhayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyât-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.
İşte yedi nevi ile yedi tarzda, arzın yedi tabakası mevcud olduğu tahakkuk ediyor. Sekizincisi olan âhirki mana, başka nokta-i nazarda ehemmiyetlidir; o yedide dâhil değildir.
Üçüncüsü:
Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.
O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.
Dördüncüsü:
Onsekizinci Mektub’da tabakat-ı Arzın acaibine dair ehl-i keşfin tavr-ı akıl haricinde beyan ettikleri tasvirata dair bir temsil zikredilmiştir. Hülâsası şudur ki: Küre-i Arz, âlem-i şehadette bir çekirdektir; âlem-i misaliye ve berzahiyede bir büyük ağaç gibi, semavata omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin Küre-i Arzda ifritlere mahsus tabakasını bin senelik bir mesafe görmeleri, âlem-i şehadete ait Küre-i Arzın çekirdeğinde değil, belki âlem-i misalîdeki dallarının ve tabakalarının tezahürüdür. Madem Küre-i Arzın zahiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahüratı var; elbette yedi kat semavata mukabil yedi kat denilebilir ve mezkûr noktaları ihtar için îcaz ile i’cazkârane bir tarzda âyât-ı Kur’aniye, semavatın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göstermekle işaret ediyor.
*******
Kur’an-ı Kerim’in “yedi gök” ve “yerden de onların benzeri” ifadelerini, modern fenlerin (bilimlerin) itirazlarına karşı müdafaa eden ve bu ayetlerin geniş, çok katmanlı anlamlarını izah eden derin bir tefsir analizidir.
1. Meselenin Özü: Kur’an Ayeti ve İtiraz
Metnin ele aldığı temel sorun, bazı coğrafya ve kozmografya (jeoloji ve kozmoloji) bilim insanlarının, Kur’an’ın “yedi kat sema” ve “yedi kat arz” ifadelerini kendi dar kanunları ve ölçüleriyle değerlendirip, yeryüzünde yedi katman (tabaka) bulamadıkları gerekçesiyle ayeti eleştirmesi, hatta inkâr etme eğilimidir.
Bu itirazın yüzeysel olduğunu ve ayetin derinliğini kavrayamamaktan kaynaklandığını savunur.
2. Merkezi Ayet ve Dil İnceliği
Tartışmanın merkezinde yer alan ayet, Talâk Suresi’nin 12. ayetidir.
Merkezi Ayet:
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا **Anlamı:** “Allah, yedi göğü ve yerden de **onların benzerini** yaratandır. Emir, bunlar arasından inip durur ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk, 65/12) Metninizdeki izahın kilit noktası şudur: * Ayet, açıkça “yedi kat yer” (seb’a aradîn) dememiş, “onların benzerini” (مِثْلَهُنَّ – mislehünne) demiştir. * Bu “benzerlik” (misliyet), ille de katman katman, birebir aynı yapıdadır demek değildir. * Metin, bu benzerliğin öncelikle **”mahlukıyet” (yaratılmış olmak)** ve **”mahlûkata meskeniyet” (yaratıklara ev sahipliği yapmak)** cihetiyle olabileceğini belirtir.
### 3\. Yeryüzünün Kâinattaki Manevî Yeri Metin, yeryüzünün (Küre-i Arz), görünürdeki fiziki küçüklüğüne rağmen, kâinattaki rolünün büyüklüğüne dikkat çeker. Yeryüzü: * Allah’ın sayısız sanatının bir “sergisi” (meşheri), * İsimlerinin tecellilerinin “göründüğü yer” (mazharı), * Canlıların “toplanma yeri” (mahşeri), * Ve kâinatın manevî “kalbi” ve “merkezi” hükmündedir. Nasıl ki küçük bir kalp, devasa bir bedeni idare eder; küçük olan yeryüzü de bu manevî ve faaliyet merkeziyeti sebebiyle, ayette koskoca semavata bir “mukabil” (karşılık) olarak zikredilmiştir.
### 4\. “Yedi Arz” İfadesinin Muhtemel Anlamları (Efradı ve Mâsadakları)
Metin, ayetteki “benzerlik” ifadesinin küllî (genel) bir mana taşıdığını ve bu genel mananın birden çok ferdinin (örneğinin, gerçekleşme biçiminin) olabileceğini savunur. Bir tanesinin görünmemesi, o genel manayı çürütmez. Metnin sıraladığı bu yedi (veya sekiz) muhtemel mana şunlardır:
1. **Yedi İklim:** Eskiden beri coğrafyacıların kabul ettiği yedi iklim kuşağı.
2. **Yedi Kıt’a (Eski Dünya):** Asya, Avrupa, Afrika, Okyanusya, (ve Asya ile Amerika’nın ikiye bölünmesiyle) yedi kıt’a. 3. **Yedi Kıt’a (Yeni Dünya):** Şark (Doğu), Garb (Batı), Şimal (Kuzey), Cenub (Güney), bu yüz (Eski Dünya), Yeni Dünya yüzü ve denizlerle beraber yedi bölge.
4. **Yedi Jeolojik Tabaka:** Yerin merkezinden (çekirdekten) dış kabuğa (kışr-ı zahirîye) kadar bilimsel olarak da (fennen) sabit olan, iç içe geçmiş farklı yoğunluk ve özelliklerdeki yedi katman (Çekirdek, Dış Çekirdek, Alt Manto, Üst Manto, Astenosfer, Litosfer, Yer Kabuğu gibi).
5. **Yedi Küllî Unsur:** Canlıların hayatına kaynaklık eden ve “yedi kat” olarak tabir edilen yedi genel element (unsur) grubu (metin, bunların yetmiş basit unsuru kapsadığını belirtir).
6. **Yedi Varlık Tabakası (4+3):** Dört temel unsur (su, hava, ateş, toprak) ile birlikte “mevâlid-i selâse” (üç doğanlar) denilen üç âlem: Madenler, bitkiler (nebatat) ve hayvanat.
7. **Yedi Manevî Âlem:** Cinler, ifritler ve diğer şuurlu (zîşuur) ve canlı (zîhayat) varlıkların yaşadığı, ehl-i keşif ve ehl-i şuhudun (manevî keşif sahiplerinin) müşahede ettiği yedi farklı âlem veya mesken.
8. **Yedi Benzer Küre (Gezegen):** (Metnin sekizinci olarak dışarıda tuttuğu, ancak bir ihtimal olarak sunduğu) Yeryüzüne benzeyen, canlılara ev sahipliği yapan yedi başka gezegen (küre-i uhra) bulunması.
### 5\. Yaratılışın Gayesi: Boşluk ve Abesiyetin Reddi
Metnin üçüncü noktası, teolojik bir delil sunar:
* **Hakîm-i Mutlak (Allah), israf etmez ve abes (anlamsız, gayesiz) iş yapmaz.
** * Varlıkların yaratılış gayesi şuurlu varlıklardır (zîşuur). Kâinat, şuurlu varlıklarla şenlenir ve anlamsızlıktan (abesiyetten) kurtulur.
* Allah, havayı kuşlarla, denizi balıklarla, toprağın yüzeyini insan ve hayvanlarla doldurup şenlendirmiştir.
* Aynı şekilde, yerkürenin merkezinden kabuğuna kadar olan o devasa yedi tabakayı (eğer 4. maddedeki gibi kabul edilirse) boş ve hâli bırakması, O’nun hikmetine uymaz.
* **Sonuç:** Elbette o âlemleri de şenlendirmiş, oralara uygun şuurlu varlıklar (melaike, ruhanîler vb.) yaratıp yerleştirmiştir. O varlıklar (örneğin nurdan yaratılmışlarsa), onlara o kesif tabakalar balığa su, kuşa hava gibi gelir; hatta merkezdeki müthiş ateş (magma), onlara Güneş’in bize verdiği ısı gibi bir “nur” ve enerji kaynağı olabilir.
### 6\. Metafizik Boyut: Çekirdek ve Ağaç Temsili
Metnin dördüncü noktası, meselenin fizik ötesi (metafizik) boyutuna işaret eder:
* Bizim gördüğümüz bu fiziksel dünya (âlem-i şehadet), asıl hakikatin sadece bir “çekirdeği” gibidir.
* Bu çekirdeğin, misal âleminde (âlem-i misaliye) ve berzah âleminde (âlem-i berzahiye) açılmış, semavata ulaşan devasa bir “ağaç” gibi tezahürleri vardır.
* Ehl-i keşfin, “ifritlere mahsus tabakayı bin senelik mesafe gördük” demesi, bu fiziksel çekirdekte değil, o manevî ağacın misal âlemindeki yansımalarında gördükleri bir genişliktir.
* Dolayısıyla, yeryüzünün de semavat gibi “yedi kat” olarak ifade edilmesi, bu fiziksel, jeolojik, biyolojik ve manevî katmanların tümüne birden işaret eden mucizevî bir Kur’an ifadesidir.
### Konuyla İlgili Diğer Ayetler (Müradifler/Benzer Temalar) “Yedi gök” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de sıkça tekrarlanarak kâinatın bu düzenine vurgu yapar. İşte bu merkezi ayetin (Talâk 12) temasını destekleyen ve “yedi gök” kavramını kullanan bazı ayetler: 1. **Bakara Suresi, 29. Ayet:**
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
**Anlamı:** “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
• Mülk Suresi, 3. Ayet:
\\ اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
Anlamı: “O, yedi göğü tabaka tabaka (uyum içinde) yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun?”
• İsrâ Suresi, 44. Ayet:
\\ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
Anlamı: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayandır.”
• Mü’minûn Suresi, 86. Ayet:
\\ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ
Anlamı: “De ki: ‘Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?'”
Sonuç ve Değerlendirme
Özetle, metin, Talâk Suresi 12. ayetteki “yedi gök ve yerden de onların benzeri” ifadesinin, basit bir jeolojik katman sıralamasından ibaret olmadığını savunmaktadır. Bu ifade; jeolojik, coğrafî, biyolojik, unsurlar âlemi (elementler), manevî/ruhanî âlemler ve hatta muhtemel başka gezegenler gibi yedi farklı seviyede veya anlamda anlaşılabilecek çok yönlü (zül-vücuh) bir hakikate işaret eder.
Bu yaklaşım, modern bilimin (fenlerin) yüzeysel ve materyalist bakış açısının, Kur’an’ın derin ve çok katmanlı manalarını kavramakta yetersiz kaldığını; asıl meselenin bilimsel verilerin reddi değil, o verilerin Kur’an’ın geniş manaları içindeki “efradından” sadece bir “ferd” olabileceğini anlamak olduğunu ortaya koymaktadır.
Şu âyet-i kerime gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşarat-ül İ’caz tefsirinde eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes’elenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasibdir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev’-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur u ubûra ve hark u iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste
اَلسَّمَٓاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ
denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”
İşte bu hakikat-ı Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide:
Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.
İkincisi:
Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.
Üçüncüsü:
Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasılki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü:
Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi, sadık bir hads ile Manzume-i Şemsiye’nin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, hiss ve hads ile derkolunur.
Beşincisi:
Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esîriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak
فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ
sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı:
Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delalet ederler. Madem kat’iyyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi:
Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.
ELHASIL:
Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev’-i beşerin her bir tabakası, herbir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki; herbir âyetin herbir tabakaya bir vechi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki:
فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ
âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesimînin tabakatını fehmeder. Ve Kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, Manzume-i Şemsiye’nin yedi tabakaya ayrılmasını, hem Manzume-i Şemsiye’mizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülâtı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev’-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avalim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.
Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri Kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vaki’de bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakikî çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız Coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş Kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!…
Elhasıl: Kıraat-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cinn ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahablar inerler ve onları yakarlar. Evet cinn fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla çıkılabilir.
“İkinci Mes’ele-i Mühimme” metni, Risale-i Nur Külliyatı’nda, Kur’an-ı Hakîm’in “yedi semavat” (يَدِي سَمَاوَات) tabirine dair gayet mühim bir tefsir ve izahı ihtiva etmektedir. Bu meselenin gayesi, Kur’an’ın bu beyanını, hem “Eski Hikmet”in (Batlamyus kozmolojisi) ifratından, hem de “Hikmet-i Cedide”nin (materyalist ve pozitivist felsefe) tefritinden kurtararak, Kur’an’ın mucizevî beyanının hakikatini ve “hadd-i vasat”ını (itidalli orta yolunu) isbat etmektir.
Bu kıymetli metin doğrultusunda, “yedi semavat” meselesinin ayetler ve bu ayetlerin işaret ettiği müradif (ilişkili) manalarla birlikte geniş ve detaylı bir izahını aşağıda arz ediyorum:
1. Meselenin Bağlantısı: İfrat, Tefrit ve Hadd-i Vasat
Metnin hemen başında tenkit edilen iki zıt (aykırı) bakış açısı vardır:
• Eski Hikmet’in İfratı (Aşırılığı): Bu, Batlamyus (Ptolemy) sistemine dayanan eski Yunan hikmetidir. Kâinatı, iç içe geçmiş ve “hark u iltiyama kabil olmayan” (yırtılması ve tamiri mümkün olmayan) dokuz katı (eflâk) küre olarak tasavvur etmiştir. Metnin işaret ettiği gibi, maalesef bazı ehl-i tefsir, âyetlerin zahirî manalarını bu hâkim felsefî kabule uydurmaya (tevfik etmeye) mecbur kalmış, bu da Kur’an’ın i’cazına (mucizeliğine) bir derece perde çekmiştir. Bu, Kur’an’ı felsefeye tâbi kılma hatasıdır.
• Hikmet-i Cedide’nin Tefriti (İhmali): Bu, modern materyalist (maddeci) felsefe ve kozmolojidir. Eski hikmetin o katı kürelerini (eflâk) bulamayınca, “semavatın vücudunu âdeta inkâr” etmişlerdir. Fezayı (uzayı) sonsuz bir “boşluk” (nihayetsiz bir boşluk) olarak kabul etmişler, göklerin bir “bina” veya “tabaka” olduğunu reddetmişlerdir.
Kur’an’ın Hadd-i Vasatı (İtidalli Yolu):
Kur’an-ı Hakîm, bu iki aşırı görüşün ortasında, hakikatin ta kendisi olan “hadd-i vasat”ı beyan eder: Semavat “yok” değildir (tefrit), fakat eski hikmetin tasvir ettiği gibi katı, cansız küreler de değildir (ifrat). Bilakis, Sâni’-i Zülcelal’in halkettiği (yarattığı) yedi kat, muhtelif tabakalardan müteşekkil, faal ve O’nu tesbih eden bir binadır.
2. “Yedi Semavat” Beyanının Kur’an’daki Temelleri
Metin, bu hakikatin temelini iki mühim ayet-i kerimeye dayandırmaktadır. Bu ayetler ve şöyledir:
Birinci Ayet (Tesbihatı Bildiren):
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ 17/44)
Bu ayet, semavatın hem adedini (yedi) hem de vazifesini (tesbih) açıkça bildirir. Onların cansız bir boşluk değil, şuurlu veya vazifeli birer mevcud olduklarını isbat eder.
İkinci Ayet (Tesviye ve Tanzimi Bildiren):
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/29)
Bu ayetteki “فَسَوّٰيهُنَّ” (fe sevvâhunne – onları düzenledi) tabiri, metindeki “tesviye” kelimesine işaret eder. Bu, göğün tesadüfî bir boşluk değil, bir tanzim ve tesviye (nizam verme, düzene koyma) fiilinin neticesi olduğunu gösterir.
3. “Yedi Semavat”a Dair Müradif (İlişkili) Ayetler
Kur’an-ı Kerim, bu hakikati pek çok yerde teyit eder. “Seb’a semâvât” (yedi gök) ve “tabaka” (katman) kavramları birbiriyle irtibatlıdır:
• Tabaka Vurgusu:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk 67/3)
• Yaratılış ve Vazifelendirme:
فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
“Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işlevini bildirdi. En yakın göğü (dünya göğünü) kandillerle (yıldızlarla) süsledik ve (bozulmaktan) koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Fussilet 41/12)
• Yaratılışın Benzerliği:
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yaratandır. Emir, bunlar arasından hep iner ki, Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeten olduğunu ve Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz.” (Talâk 65/12)
Bu ayetler, “yedi gök” tabirinin Kur’an’da tesadüfî değil, ısrarlı, sistemli ve “tabaka tabaka” (طِبَاقًا) bir yaratılışa işaret eden temel bir hakikat olduğunu isbat eder.
4. Yedi Kaide ile “Esîr” Maddesi Üzerinden İzah
Metin, bu Kur’anî hakikati, devrinin fennî (bilimsel) birikimiyle (özellikle “esîr/ether” nazariyesiyle) isbat etmeye çalışır. O dönemde “esîr”, fezayı dolduran, ışığın ve kuvvetlerin (cazibe, elektrik vb.) içinden geçtiği temel madde olarak kabul ediliyordu.
Metnin “Yedi Kaide” ile yaptığı izah şudur:
• Fezâ Boşluk Değildir (Kaide 1-2): Kâinat boşluk değil, “esîr” denilen bir madde ile doludur. Bu madde, ziya (ışık), hararet (ısı) ve elektriğin nâşiri (yayıcısı) ve nâkili (taşıyıcısı) ve kanunların (cazibe gibi) rabıtasıdır (bağlayıcısıdır).
• Bir Madde, Muhtelif Tabakalar Olabilir (Kaide 3): Asıl mühim nokta budur. Nasıl ki Hidrojen (Müvellid-ül mâ) ve Oksijen (Müvellid-ül humuza) maddesinden hem buhar (havaî), hem su (mâyi), hem de buz (camid) gibi üç farklı hâl (tabaka) teşekkül ediyorsa; öyle de “madde-i esîriye”den yedi nevi tabaka (semavat) teşekkül etmesine aklî bir mâni yoktur.
• Kâinatta Görülen Tabakalar (Kaide 4): Nazar ve bakış (gözlem) dahi kâinatta farklı tabakaların olduğunu gösterir. Metin, “Kehkeşan” (Samanyolu) tabakasındaki yıldızların “yeni yeni çıkıp ermeye başladığını” (yeni oluşan yıldız kuşağı), “sevabit yıldızları” (sabit/yaşlı yıldızlar) tabakasının ise “yetişmiş, ermiş” (olgunlaşmış) olduğunu belirterek, bu müşahedeye dayalı farklılığı delil getirir.
• Tanzim ve Teşkilin Tabakalaşmayı Gerektirmesi (Kaide 5): Bu en kuvvetli aklî delildir. Bir maddeye “tanzim ve teşkil” (bir düzen ve form verme) iradesi müdahale ettiğinde, o madde tabakalara ayrılır. Verilen misaller:
• Karbon Maddesi: Kül (ramad), kömür ve elmas nevilerine ayrılır.
• Ateş Maddesi: Alev, duman ve kor tabakalarına ayrılır.
• Su Maddesi: Buhar, su ve buz tabakalarına ayrılır.
Netice: Madem Kudret-i Fâtıra (Yaratan Güç), “madde-i esîriye”ye bir teşkilât (organizasyon) vermiştir; elbette o maddeyi “فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ” sırrıyla yedi ayrı tabaka, yedi nevi semavat hâlinde halketmiştir.
• Adedin “Yedi” Olması (Kaide 6-7): Bu emareler semavatın hem vücuduna (varlığına) hem de taaddüdüne (çokluğuna) delalet eder. Madem Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed s.a.v. ve Kur’an) bu adedi “yedi” olarak bildirmiştir, elbette yedidir. Ayrıca, Arabî üslupta “yedi, yetmiş, yedi yüz” tabirleri kesreti (çokluğu) ifade eder. Demek ki, bu “yedi küllî tabaka”, kendi içlerinde daha pek çok cüz’î tabakaları ihtiva edebilir.
5. En Mühim Esas: “Mana-yı Küllî” ve “Muhtelif Mâsadaklar”
Metnin son ve en mühim bölümü, “yedi semavat”ın tefsirindeki i’cazı (mucizeliği) gösterir. Kur’an, “umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir.” Bu sebeple, her tabaka-i beşeriye (insan sınıfı) aynı ayetten kendi fehim (anlayış) seviyesine göre hissesini alır.
“Yedi semavat” tabiri, dar bir felsefî kalıba sıkıştırılamayacak bir “mana-yı küllî” (evrensel/genel anlam) ifade eder. Bu küllî mananın, farklı fehim seviyelerine hitap eden “mâsadakları” (hakikatteki tezahürleri, somut örnekleri) vardır.
Metin, “yedi tabaka-i beşeriye”nin bu ayetten fehmettiği yedi kat manayı şöyle sıralar:
• En Basit Nazar (Kısa Nazarlı): Atmosferimizin yedi tabakasını (Troposfer, Stratosfer vb.) fehmeder.
• Kozmoğrafyacı (Eski Astronomi): Gözle görülen ve “Seb’a-i Seyyare” (Yedi Gezegen: Ay, Utarid, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zühal) denilen yedi gök cismini ve medarlarını (yörüngelerini) fehmeder.
• Diğer Bir Grup: Dünyamıza benzer, hayat sahibi varlıkların (zevil-hayat) meskeni (makarrı) olan yedi ayrı küreyi (yedi ayrı dünyayı) fehmeder.
• Diğer Bir Taife: Güneş Sistemi’nin (Manzume-i Şemsiye) yedi tabakaya (belki gezegen kuşaklarına) ayrılmasını veya bizim sistemimizle beraber yedi ayrı güneş sistemini fehmeder.
• Daha İlmî Bir Nazar: Metnin “Yedi Kaide” ile izah ettiği, “madde-i esîriye”nin teşekkülâtının (yapılanmasının) yedi ayrı tabakaya ayrılmasını fehmeder.
• Geniş Fikirli Tabaka: Gördüğümüz bütün bu yıldızlı âlemi (galaksiler dahil) tek bir sema (dünya seması) sayar ve bunun ötesinde altı ayrı semavat tabakasının var olduğunu fehmeder (Fussilet 12. ayetteki “السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا – en yakın gök” tabirinin işareti gibi).
• En Yüksek Taife (Havass): Meselenin derûnî (derinliğini) ve gaybî boyutunu fehmeder. “Yedi semavat”ı sadece şehadet âlemine (görünen âlem) hasretmez. Onları, Âlem-i Misal, Âlem-i Gayb, Âlem-i Uhrevî gibi manevî âlemlerin her birini ihata eden birer “muhit zarf” (kuşatıcı zarf) ve “sakf” (tavan) olarak anlar.
Elhasıl (Netice)
Bu “İkinci Mes’ele”, Kur’an’ın “yedi semavat” beyanının, tek bir felsefî veya fennî döneme hapsedilemeyecek kadar cihan şümul ve küllî bir hakikat olduğunu isbat eder.
• “Akılsız feylesoflar” ve “sersem kozmoğrafyacılar”, bu küllî mananın mâsadaklarından sadece birini (mesela Batlamyus’un katı kürelerini) ele alıp, “Biz bunu göremiyoruz, öyleyse ayet yanlıştır” diyerek hata ederler.
• Halbuki ayetin mana-yı küllîsi sadıktır (doğrudur). Bu mânânın hakikatte pek çok sadık mâsadakları (doğru tezahürleri) vardır. Atmosferin yedi kat olması da, esîrin yedi tabakası olması da, manevî âlemlerin yedi zarfı olması da bu küllî mananın cüz’leridir.
• Metnin sonunda belirtildiği gibi, Kur’an semasının bu yedi katmanlı hakikatlerine, “cinn fikirli feylesofların felsefesiyle” (sadece materyalist akılla) çıkılamaz. O semalara ancak “hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla” (yani hem aklı hem kalbi tatmin eden Kur’anî hikmetle) çıkılabilir.
İsm-i A’zam’ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden
Üçüncü Nükte
اُدْعُ اِلٰى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A’zam veya İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru olan “İSM-İ HAKEM”in bir cilvesi Ramazan-ı Şerifte görüldü. Ona yalnız bir işaret olarak “Beş Nokta”dan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı; müsvedde halinde kaldı.
Üçüncü Nükte’nin Birinci Noktası:
Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki, her sahifesinde yüzer kitab yazılmış.. ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş.. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki; o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde; kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.
Evet bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitablar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’in medh ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.
Hem güya Hakem-i Zülcelal, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.
Hem güya o Sultan-ı Ezelî’nin o ağaca verdiği murassa’ hediye ve nişanları ve formaları, hususî bayramı ve resm-i küşadı olan baharda padişahının nazarına arzetmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki; herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve diller ile, nakkaşının vücuduna ve esmasına şehadet ederler. Meselâ: Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san’at içinde.. ve o zînet ve san’at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal’e işaretler ediyor.
Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, proğramını taşıyan küçük bir sandukçadır.
Ve hâkeza… Buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilvesiyle yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu’cize hükmüne getirilmiştir ki; bütün esbab toplansa, bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler.
Evet bu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu’cizeler gösterdiklerinden; elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.
Üçüncü Nükte’nin İkinci Noktası:
“İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele:
Onuncu Söz’de beyan edildiği gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi; en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki; bu kitab-ı kebir-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelî’si, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddid lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.
İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali Velcemal, sana karşı kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!..
İkinci Noktanın İkinci Mes’elesi:
Bu kâinatın Sâni’-i Kadîr ve Hakîm’inin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünki herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünki müteaddid eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa; o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi.. en edna bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki; hâkimiyetin en esaslı hâssası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse elbette derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak’ta bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı.
Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki; bir çekirdeği halketmek için, bir ağacı halkedebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halketmek için de kâinatı halkedebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünki o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet, bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhalatın ve bâtıl hayalatın en manasız ve en uzak bir muhalidir. Koca kâinatın umum ahval ve keyfiyatını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’ın aczini, hattâ bir çekirdekte dahi iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduğunu.. ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, “Elhamdülillahi ale-l iman” de!..
Üçüncü Nokta:
Sâni’-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm’iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla İsm-i Hakîm’in cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.
Meselâ Tıb Fenninden sual olsa: “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”
Fenn-i Kimya’dan sorulsa: “Bu Küre-i Arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”
Fenn-i Makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan gayet mükemmel bir fabrikadır.”
Fenn-i Ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”
Fenn-i Ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san’atlı bir dükkândır.”
Fenn-i İaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın enva’ını câmi’ bir anbardır.”
Fenn-i Rızık diyecek: “Yüzbinler leziz taamlar beraber kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve bir kazan-ı Rahmanîdir.”
Fenn-i Askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde; ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları kemal-i intizamla hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, bir tek Kumandan-ı A’zam’ın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor.”
Ve Fenn-i Elektrik’ten sorulsa, elbette diyecek: “Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar hârika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak Küre-i Arz’dan bin defa büyük o semavî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor?.. Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa, söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arz’dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan Güneş’i
{(Haşiye): Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahud lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesabedilsin. Her gün yanması için -Kozmoğrafya’nın sözüne bakılsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün; onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelal’in haşmetine, hikmetine, kudretine Güneş’in zerreleri adedince “Sübhanallah, Mâşâallah, Bârekâllah” de.}
Demek bu semavî lâmbalarda gayet hârika bir intizam var ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem’dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası, daimî bir Cennet’tir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor. Ve hâkeza…
Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o hârika ve ihatalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir.
Ve malûm ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar’ı, bir Sâni’-i Hakîm’i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez.
Evet dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestaîler, en akıllılarıdır. Çünki kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlık’ına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler. “Hiçbir şey yok” diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.
Dördüncü Nokta:
Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi: Bir Sâni’-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harab olmasıyla takib ettiği hadsiz hikmetleri zayi’ etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği.. ve bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de; bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni’-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faidesiz zayi’ etmesi, o Kadîr-i Mutlak’ın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi; o Hakîm-i Mutlak’ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faidesizliği ve o Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlak’ın kemal-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise, en acib bir muhaldir ki; hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur. Ehl-i dalalet gelsin, baksın; gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalaletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.
Beşinci Nokta:
“İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele:
Sâni’-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.
Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil!
كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا
âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!..
İkinci Mes’ele:
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gayet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev’-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san’atını, cemal-i esmasını bildirecek, âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz’ı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san’atların Sâni’ine çevirecek.. ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’an-ı Azîmüşşan’la, o Sâni’-i Hakem-i Hakîm’in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zât, Güneş’in vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.
Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamı ile, a’zamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de esma-i hüsnadan Allah, Rahman, Rahîm, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i a’zamla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Meselâ: İsm-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud’un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil’in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zât, cemal-i esma, cemal-i san’at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan Zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkeza… Bu misaller gibi ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.
Elhasıl:
Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, zînetleri, ışıkları, ziyaları, sıfatları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam, mizan, zînet gibi meşhud hakikatlar, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, Hakîm, Kerim, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a’zam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatın ve hakikat-ı kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en parlak bir ziyasıdır.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Lem’alar isimli eserde yer alan “İsm-i A’zam’ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden Üçüncü Nükte”, İsm-i Hakem’in kâinattaki tecellilerini (yansımalarını) ve bu tecellilerin tevhid, haşir (diriliş) ve risaleti nasıl isbat ettiğini fevkalade bir vuzuh (açıklık) ile izah etmektedir.
Konunun Esası: İsm-i Hakem ve Hikmet
Metnin hemen başında, Nahl Sûresi’nin 125. ayetine telmih (atıf) yapılmaktadır:
اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125 )
“Hikmetle davet” emri, davetin kaynağı olan Allah-u Zülcelal’in “Hakem” ve “Hakîm” isimlerinin bir cilvesidir. İsm-i Hakem, her şeyi bir gaye ve faide ile, tam yerli yerine, en mükemmel nizam ve mizan (denge) ile yerleştiren, hükmeden ve her hükmünde sonsuz hikmet bulunan Zât’ın ismidir.
Bu Üçüncü Nükte, kâinata “İsm-i Hakem” nazarıyla bakıldığında, varlığın tamamının nasıl bir “hikmet kitabı” olduğunu ve bu kitabın her bir harfinin, O Kâtib-i Ezelî’yi (Sâni’-i Hakîm’i) nasıl isbat ettiğini beş esas (Nokta) dairesinde tafsilatlı (detaylı) bir surette tasvir eder.
Birinci Nokta: Kâinatın Bir Kitab-ı Kebir Olması
Ana Fikir: İsm-i Hakem’in en büyük tecellisi, kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiştir ki, bu kitabın her bir parçası (sahife, satır, kelime, harf, nokta) kendisini yazan Kâtib’i (Nakkaş’ı) kendi varlığından yüz derece daha ziyade vuzuhla gösterir.
Tahlil ve İzah:
Bu noktada, kâinat bir “Kitab-ı Kebir” (Büyük Kitap) olarak tasvir edilir. Bu kitabın;
• Sahifesi: Zemin (yeryüzü) yüzüdür.
• Satırı: Bir bahçedir.
• Kelimesi: Çiçek açmış bir ağaçtır.
• Harfi: O ağacın bir meyvesidir.
• Noktası: O meyvenin içindeki çekirdektir.
Buradaki temel delil şudur: Bir harf (mesela bir ağaç), kendi vücudunu ancak “bir harf kadar” ifade ederken, kâtibini (Sâni’ini) “bir satır kadar” (yani bir bahçe dolusu hikmet kadar) ifade eder. Çekirdek (nokta), bütün bir ağacın programını (fihristesini) taşıması cihetiyle, kendi maddî varlığından sonsuz derecede daha büyük bir ilmi, iradeyi ve hikmeti gösterir.
Bu baş döndürücü nizam ve hikmet, “serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat” gibi ihtimalleri kökünden reddeder. Zira hikmetli bir iş, ancak hikmet sahibi bir Fâil (fail) ile vücud bulabilir.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Mizan ve Nizam (Denge ve Düzen): İsm-i Hakem’in en bariz tecellisi, kâinattaki kusursuz ölçü ve dengedir.
• “Göğü O yükseltti ve dengeyi (mizanı) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahmân 55/7-8 )
• Kitab-ı Mübîn (Apaçık Kitap): Kâinatın ve içindekilerin bir “kitap”ta yazılı olduğu fikri, hem Levh-i Mahfuz’daki ilim cihetini, hem de kâinatın kendisinin okunabilir bir kitap olduğunu ifade eder.
• “…Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6/59 )
• İtkan ve İhsan (Kusursuz Sanat): Her şeyin en güzel ve hikmetli surette yapılması.
• “O, yarattığı her şeyi en güzel şekilde yapandır…” (Secde 32/7 )
İkinci Nokta: Hâkimiyet-i Mutlaka ve Vahdetin Zarureti
Ana Fikir: İsm-i Hakem’in tecellisi olan mutlak hâkimiyet ve intizam, şirki (ortaklığı) kabul etmez. Hâkimiyet “istiklal” (bağımsızlık) ve “infirad”ı (tek olmayı) iktiza eder (gerektirir).
Tahlil ve İzah:
Bu nokta iki meseleden müteşekkildir:
• Birinci Mes’ele (Taarrüf ve Tahabbüb): “Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal,” elbette kendini göstermek ve tanıttırmak ister. Sâni’-i Zülcelal, bu kâinat kitabı ile kendini mahlûkatına tanıttırır (taarrüf) ve sevdirir (tahabbüb). İnsanın bu ilahî tanıttırmaya ve sevdirmeye karşı mukabelesi ise, “iman ile tanımak” ve “ubudiyet ile kendini sevdirmek” olmalıdır. Aksi hâl, en büyük cehalet ve hasarettir (kayıptır).
• İkinci Mes’ele (Şirkin İmkânsızlığı): İntizam, vahdetin (birliğin) en kat’î delilidir. Metindeki “Bir memlekette iki padişah… bulunsa…” misali, hâkimiyetin müdahaleyi reddettiğini gösterir. Eğer zerre kadar müdahale olsa, nizam bozulurdu. Bir çekirdeği halk etmek (yaratmak), bütün kâinatı halk edebilecek bir kudreti gerektirir. Zira çekirdek, ağacın; ağaç ise kâinatın küçük bir nümunesi ve fihristesidir. Koca kâinatta yerleşemeyen iki rububiyet (Rablik iddiası), bir çekirdekte veya zerrede yerleşmesi “muhalatın en manasız” olanıdır.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Vahdet ve Nizam (Birlik ve Düzen): Şirkin, nizamı nasıl bozacağına dair Kur’anî delil:
• “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22 )
• Mülkün İnfiradı (Tek Sahibi Olması): Hâkimiyetin bölünmezliği.
• “…O’nunla beraber hiçbir ilâh yoktur. Eğer olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı…” (Mü’minûn 23/91 )
• Yaratılışta Acziyetin Olmaması: Zerre ile kâinat arasındaki kudret bağı.
• “(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir…” (Lokmân 31/28 )
Üçüncü Nokta: Fenlerin (Bilimlerin) Lisanıyla İsm-i Hakem
Ana Fikir: Sâni’-i Kadîr, insanı kâinattaki hikmetlere bir “merkez” kılmış ve bu hikmetlerin tezahürü için de “rızkı” esas almıştır. Bu hikmetler, insanın keşfettiği fenler (bilimler) lisanıyla İsm-i Hakem’i ilan eder.
Tahlil ve İzah:
İnsan, kâinat dairesinin en mühim gayesidir; rızık da insan dairesinin merkezidir. İnsandaki “şuur” ve rızıktaki “zevk”, İsm-i Hakîm’in parlak bir cilvesidir. Metin, bu noktada, her bir fennin kâinatı nasıl okuduğunu tasvir eder:
• Tıb Fennî: Kâinatı “muntazam bir eczahane-i kübra” olarak görür.
• Fenn-i Kimya: Küre-i Arz’ı “mükemmel bir kimyahane” olarak tanımlar.
• Fenn-i Makine: “Kusursuz bir fabrika” der.
• Fenn-i Ziraat: “Mahsuldar bir tarla ve bahçe” olarak bilir.
• Fenn-i Askeriye: Zemin yüzünü, dörtyüz bin milletin (türün) talim yaptığı, iaşe edildiği “muntazam bir ordugâh” olarak görür.
• Fenn-i Elektrik: Gökyüzünü, güneş gibi hadsiz lambalarla tezyin edilmiş (süslenmiş) bir saray tavanı olarak müşahede eder.
Bu fenlerin her biri, kendi sahasında “noksansız bir intizam-ı ekmel” (en mükemmel ve eksiksiz düzen) ve “hadsiz hikmetler” olduğunu kat’î surette isbat eder. Bu durum, “ihtiyar ile, irade ile, kasd ile” hareket eden bir Fâil-i Muhtar’ı ve Sâni’-i Hakîm’i bedahetle (apaçık) gösterir. Bu hakikati inkâr etmek, “divanelik”tir.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Teshir (Boyun Eğdirme): Kâinatın insana hizmetkâr kılınması, insanın merkezî rolünü gösterir.
• “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir kavim için deliller vardır.” (Câsiye 45/13 )
• Kâinatı Okuma (Tefekkür): Fenler, Kur’an’ın “bakmaz mısınız, düşünmez misiniz?” dediği yerlere bakarak hikmeti keşfeder.
• “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3/190 )
• Rızık ve Hikmet: Rızkın intizamı, Rezzak-ı Hakîm’i gösterir.
• “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. O, onun (dünyada) durduğu yeri de, (öldükten sonra) emanet bırakıldığı yeri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd 11/6 )
Dördüncü Nokta: İsm-i Hakem ve Haşrin (Dirilişin) Lüzumu
Ana Fikir: İsm-i Hakîm, abesiyeti (boşunalığı) ve israfı reddettiği için, kâinattaki bütün hikmet ve gayelerin neticesi olan “haşir” (yeniden dirilme) zarurîdir.
Tahlil ve İzah:
Bir çekirdeğe yüzler hikmet takan bir Sâni’-i Hakîm’in, koca bir ağacı sadece “bir tek faide” için yaratması nasıl hikmetine zıt ise; aynı şekilde, bu muazzam kâinat sarayını ve içindeki hadsiz hikmetleri “kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla” manasız, abes ve faidesiz bırakması, O’nun hikmetine taban tabana zıttır.
Haşrin inkârı;
• Kemal-i Kudret’e (Kusursuz Güce) karşı acz-i mutlak (mutlak acizlik),
• Kemal-i Hikmet’e (Kusursuz Hikmete) karşı hadsiz abesiyet (anlamsızlık),
• Cemal-i Rahmet’e (Güzelliğin Rahmetine) karşı nihayetsiz çirkinlik,
• Kemal-i Adalet’e (Kusursuz Adalete) karşı nihayetsiz zulüm isnad etmek demektir.
Bu ise, kâinatta apaçık görünen hikmet, rahmet ve adaleti inkâr etmektir. Demek ki, İsm-i Hakem, nasıl ki kâinatın varlığını nizamıyla isbat ediyorsa, aynı nizam ve hikmetle de ahiretin varlığını isbat eder.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Yaratılışın Abes Olmaması: Kur’an, yaratılışın gayesizliğini (abesiyeti) şiddetle reddeder.
• “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115 )
• “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu (boş yere yaratılma), inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline!” (Sâd 38/27 )
• Adalet ve Haşir: Mutlak adalet, ancak ahirette tecelli edebilir.
• “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye 45/21)
Beşinci Nokta: İktisadın Zarureti ve Risaletin İktizası
Ana Fikir: İsm-i Hakîm’in fıtrattaki tecellisi “iktisad”dır (israfın zıddı). Kâinattaki bu muazzam hikmetin en büyük gayesi ise, o hikmeti ders verecek bir “Muallim-i Ekber”i ve “Rehber-i Ekmel”i, yani Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) iktiza (zaruri) kılar.
Tahlil ve İzah:
Bu nokta da iki meseledir:
• Birinci Mes’ele (İktisad): İsm-i Hakîm, her şeyde en kolay, en kısa ve en faideli yolu takip eder. Bu, “iktisad” düsturudur. İsraf ise, bu ismin zıddıdır. Fıtrat (tabiat) israf etmez.
• İkinci Mes’ele (Risalet): Kâinatın hikmetle dolu olması, bu hikmetlerin ders verilmesini zaruri kılar.
• Manidar bir kitap, bir muallim ister.
• Kemalde bir sanat, bir dellâl (ilan edici) ister.
• Bu kâinat kitabının hikmetlerini ders verecek, Sâni’in makasıd-ı Rabbaniyesini (İlahî amaçlarını) gösterecek ve O’nun rububiyetine karşı umum mahlûkat namına en geniş ubudiyetle mukabele edecek bir Zât (A.S.M.) lazımdır.
• Güneşin ziyayı (ışığı) gerektirmesi gibi, kâinattaki hikmetler de Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) istilzam eder (zorunlu olarak gerektirir).
Elhasıl (Netice):
Metin, muazzam bir hülasa ile biter: Madem kâinat ve içindeki hikmet, rahmet, nizam gibi sıfatlar inkâr edilemez; bu sıfatlar bir Mevsuf’u (o sıfatlara sahip olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u) kat’î olarak isbat eder. Ve madem bu hikmet ve rahmetin bir gayesi olmalıdır; öyleyse bu gayelerin en mükemmel mazharı, muallimi ve dellâlı olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti de kâinatın en parlak ve inkârı mümkün olmayan bir ziyasıdır.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• İktisad ve İsrafın Reddi:
• “…Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf 7/31)
• Risaletin Gayesi (Talim-i Hikmet): Peygamberin (A.S.M.) “muallim” ve “rehber” vasfı.
• “Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân 3/164 )
• Rahmeten li’l-Âlemîn: Metindeki “Rahman” isminin cilvesine işaret.
• “(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107 )
Allah, (C.C.) bu derin hakikatleri hakkıyla fehmetmeyi (anlamayı) ve hayatımıza tatbik etmeyi nasip eylesin.
Otuzuncu Lem’a
Otuzbirinci Mektub’un Otuzuncu Lem’ası ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, “Altı Nükte”dir.
Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı “Meyve Risalesi” olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymetdar bir ders-i ekmeli “Elhüccetüzzehra” olması gibi.. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı da, ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’adır.
(İsm-i A’zam’dan Hayy-u Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş mes’eleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.)
Birinci Nükte
İsm-i Kuddüs’ün bir nüktesine dairdir.
[Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Zeylinin Zeyli olması münasibdir.]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs” isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:
Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor.
Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz’ın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın fezasında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki Küre-i Arz’ın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrib ve tamirden, medar-ı ibret olarak yalnız birkaç semavî taşlar düşmüş ise de hiç kimsenin başını kırmamış.
Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki; zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i Arz’ın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs’ün bir cilve-i a’zamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurdlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar, çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.
İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir ism-i a’zamdan, kâinatın daire-i a’zamında görünen bir cilve-i a’zamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere gösterir.
Evet Risale-i Nur’un çok cüz’lerinde kat’î bürhanlarla isbat edilmiş ki: İsm-i Hakem ve İsm-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve İsm-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve İsm-i Cemil ve Kerim’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve İsm-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, herbiri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından, bir tek zâtın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de: İsm-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i nev’iyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi; esma-i hüsnanın ekserîsinin, belki binbir esmanın herbirinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.
Evet herşeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve herşeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şamile ve her şeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vasia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatlar ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak, Hayy ve Muhyî’yi bilbedahe gösteriyorlar.
Eğer herbiri birer bürhan-ı bahir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad’e verilmezse, yüzer vecihte muhaller lâzım gelir. Meselâ: Onlardan değil hikmet, inayet, rahmet, iaşe, ihya gibi bedihî hakikatlar ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif fiili kâinat Hâlık’ına verilmezse, o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak.. veyahud Hâlık-ı Âlem’in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak.. veyahud bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve vâridat ve masarıfının müvazenelerini tanzim etmek için, kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin a’zâları olacak ve hâkeza.. bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki, her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüzbin muhal ortaya girer.
Evet eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler Güneş’e verilmezse ve bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdır denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir. Tâ ki, o umumî ziya vücud bulabilsin.
İşte hikmet dahi bir ziyadır.. rahmet-i muhita bir ziyadır.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî’nin şualarıdırlar. İşte gel, bak; dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, “Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve kemal-il iman” de.
Evet kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif; elbette İsm-i Kuddüs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasılki bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs’e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister.
{(Haşiye): Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.}
âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş.
***************
Otuzuncu Lem’a’nın “Birinci Nükte”si, Risale-i Nur Külliyatı’nın en mühim tefekkür derslerinden biridir. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesi’nde telif edilen bu ders, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Kuddüs” isminin kâinattaki en parlak tecellilerinden birini, yani “umumi tanzif ve tathiri” esas alarak hem Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyetini (varlığını) hem de vahdaniyetini (birliğini) kemal-i vuzuhla isbat etmektedir.
1. Nükte’nin Ana Fikri: Kâinat Fabrikası ve Kuddüs İsmi
Nükte, kâinatı (saray-ı âlem) ve bilhassa Küre-i Arz’ı (misafirhane-i Arz), “daim işler bir büyük fabrika” ve “her vakit dolar boşalır bir han” olarak tasvir eder. Bu teşbih (benzetme) çok mühimdir:
• Faaliyet ve Üretim: Fabrika durmaksızın üretir (tahrib ve tamir, mevt ve hayat).
• Hareket ve Değişim: Han ve misafirhane sürekli dolar ve boşalır (gelen zîhayat kafilesi gider, yenisi gelir).
Mantıkî netice şudur: Böylesine işlek bir yerin, süratle “müzahrefatla” (artıklarla), “enkazlarla” (yıkıntılarla) ve “ufunetli maddelerle” (kokuşmuşlukla) dolması gerekir. Metinde geçtiği gibi, “bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir.”
Fakat kâinata nazar ettiğimizde (baktığımızda), bu mantıkî neticenin tam zıddı bir durum müşahede ederiz: Bu kâinat fabrikası ve Arz misafirhanesi, “o derece pâk, temiz ve naziftir” ki, içinde lüzumsuz, menfaatsiz ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahiren bulunsa bile, “çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.”
İşte bu “ulvî, umumî tanzif” (yüce ve genel temizlik) fiili, perdelerin arkasında bu fabrikanın Sahibini gösterir. Bu Sahib, “İsm-i Kuddüs” ile müsemmadır.
2. İsm-i Kuddüs’ün Mânâsı ve Müradifleri
Metni daha derûnî anlamak için “Kuddüs” isminin ve alâkalı mefhumların (kavramların) manalarına bakmak lazımdır:
• Kuddüs: Her türlü noksanlıktan, kusurdan, hatadan, ‘acziyetten, şerikten (ortaktan) ve mahlukata (yaratılmışlara) ait vasıflardan münezzeh (uzak) ve mukaddes (kutsal) olan Zât demektir. O, Zât’ında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün ayıp ve noksanlardan pâktır.
• Tanzif (Nezafet): Maddî veya manevî kirlerin izale edilmesi, temizlenmesi.
• Tathir: Sadece temizlemek değil, aynı zamanda arındırmak, pâk kılmak, saf hale getirmek.
• Tesbih: Kuddüs isminin fiilî bir yansımasıdır. Kâinattaki her bir mahlûkun kendi lisan-ı haliyle “Sübhanallah” demesi, yani Allah’ı (c.c.) bütün noksan sıfatlardan tenzih etmesi, O’nun kuddûsiyetini ilân etmesidir. Metnin ifade ettiği gibi, “bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs’e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister.”
• İstihale: Bir halden başka bir hale geçme, dönüşüm. Nükte’de bu mefhum, “istihale makinesi” olarak geçer. Kâinatta hiçbir şey israf olmaz, çöp olmaz. Ölen bir hayvan veya çürüyen bir bitki, toprağa karışarak başka mahlûkatın rızkına veya yeni bir hayata medar olan unsurlara (elementlere) dönüşür. Bu, Kuddüs isminin kirliliğe müsaade etmeyen bir tecellisidir.
3. Kuddüs İsminin Tecellisi Olarak “Umumî Tanzif”
Nükte, bu temizlik fiilinin (fiil-i tanzif) kâinatın her noktasında nasıl icra edildiğini misallerle gösterir:
• Semavat (Gökler): Tahrip olan ve ölen yıldızların (peyklerin) enkazları “dağlar büyüklüğündeki taşlar” halinde başımıza yağmaz. Koca sema fezasının tanzifi, mükemmel bir nizam ile yapılır.
• Zemin (Yeryüzü): Her sene ölen “yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri” ve “ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları” yeryüzünü bir mezbeleye çevirmez.
• Tanzifat Memurları: Bu temizlik için “sıhhiye memurları” vazifelendirilmiştir. Sadece denizlerdeki “âkil-ül lahm” (et yiyen) balıklar veya karadaki “kartallar, kurdlar ve karıncalar” gibi cenazeleri toplayan hayvanlar değil;
• Beden ve Hücreler: Bedendeki “küreyvat-ı hamra ve beyza” (alyuvarlar ve akyuvarlar), bedenin hüceyratında (hücrelerinde) tanzifat yapar.
• Unsurlar (Elementler): “Nefes” kanı tasfiye eder (temizler). “Göz kapakları” gözü temizler. “Hava,” zeminin yüzündeki tozlara üfler. “Bulut süngeri,” zemin bahçesine su serper, tozu yatıştırır ve sonra “gökyüzünü çok zaman kirletmemek için” intizamla çekilir, göğün yüzünü “parıl parıl parlar gösterir.”
• Zerreler (Atomlar): En küçük parçacıklar olan zerreler dahi, “hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde” (şaşırtıcı dönüşüm fırtınaları içinde) nezafete dikkat ederler. Lüzumsuz toplanıp “kalabalık etmezler.” Bir “dest-i hikmet” (hikmet eli) tarafından en temiz, en parlak, en latif suretleri almak için sevk olunurlar.
4. Tanzif Fiilinin Vahdaniyete (Birliğe) Delâleti
Bu Nükte, Kuddüs isminin sadece Allah’ın varlığını değil, esas olarak “vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla” (Allah’ın birliğini tam bir açıklıkla) gösterdiğini isbat eder. Bu, şu şekilde izah edilir:
• Tek Bir Fiil (Vahdet-i Fiil): Kâinatın en büyüğünden (galaksilerden) en küçüğüne (zerrelere) kadar görülen bu “tanzif” (temizlik) fiili, tek bir merkezden idare edilen, bölünmez, “tek bir hakikat” ve “bir tek fiil”dir.
• Diğer Fiillerle Benzerlik: Tıpkı kâinattaki umumî “tanzim” (nizam verme) fiilinin Hakem ve Hakîm ismini; “tevzin” (ölçü ve denge) fiilinin Adl ve Âdil ismini; “tezyin” (süsleme) fiilinin Cemil ve Kerim ismini göstermesi gibi, “tanzif” fiili de Kuddüs ismini gösterir.
• İmkânsızın İspatı (Reductio ad Absurdum): Metin, bu “tek fiil” olan tanzif, “bir tek Sâni’-i Vâhid’e” (Bir olan Sanatkâr’a) verilmezse ortaya çıkacak “muhaller”i (imkânsızlıkları) zikreder:
• O vakit, tanzif işinde çalışan “zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri” koca kâinatın bütün nizamını ve temizliğini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olmalıdır.
• Veyahut her birinde Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) sıfatları bulunmalıdır.
• Veyahut bu işi koordine etmek için “kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret” (danışma meclisi) bulunmalı ve bütün zerreler, sinekler o meclisin âzâları (üyeleri) olmalıdır.
• Güneş Misali: Bu muhal durumu, “Güneş misali” ile izah eder. Eğer yerdeki cam parçalarında ve su katrelerinde görünen “hayalî güneşçikler” (yansımalar), “bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdır” (yansımasının cilvesidir) denilmezse; o vakit “bütün cam parçalarında” ve “havanın zerrelerinde” birer “hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir.” Bu ne derece imkânsız bir safsata ise, kâinattaki tanzifatı (temizlikleri) her bir zerreye ve mahlûka havâle etmek, ondan “yüzbin muhal” daha imkânsızdır.
Demek ki, kâinatı bir saray gibi temiz tutan bu “ulvî, umumî tanzif,” o “Şems-i Ezelî” olan Zât-ı Kuddüs’ün bir cilvesidir.
5. Konuyla Alâkalı Ayet-i Kerimeler
Metnin kendisinde zikredilen ve bu hakikati perçinleyen ayetler ve Kuddüs isminin geçtiği diğer ayetler şöyledir:
• Metnin Başladığı Ayet (Zâriyât, 51:48):
وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
“Yeryüzünü de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz!”
(Bu “döşeme” (ferş) fiili, yeryüzünün zîhayat için en mükemmel, en temiz ve en yaşanılır hale getirilmesini ifade eder ki, tanzif de bu döşemenin en mühim rüknüdür.)
• Metnin Zikrettiği Ayet (Bakara, 2:222):
…اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ
(Ayetin tamamı şöyledir:) “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: ‘O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.'”
(Bu ayet, İsm-i Kuddüs’ün manevî (tövbe) ve maddî (taharet) temizliği nasıl sevdiğini ve emrettiğini gösterir.)
• Kuddüs İsminin ve Tesbihin Zikri (Cuma, 62:1):
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten uzak, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tespih eder.”
(Kâinattaki her şeyin O’nu tesbih etmesi, O’nun kuddûsiyetini, yani her türlü noksan ve kirden münezzeh olduğunu ilân etmesidir. Maddî nezafet, bu fiilî tesbihin bir parçasıdır.)
• Kuddüs İsminin Zikri (Haşr, 59:23):
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, her türlü eksiklikten uzak, barış ve esenliğin kaynağı, güven veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
(“Her türlü eksiklikten uzak” manası, Kuddüs isminin tam karşılığıdır.)
• Manevî ve Maddî Temizliği Sevenler (Tevbe, 9:108):
…ف۪يهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّر۪ينَ
(Ayetin tamamı şöyledir:) “Orada asla namaza durma. İlk günden temeli takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.”
(Bu ayet de hem takvâ (manevî temizlik) hem de maddî temizliği sevenlerin Allah’ın muhabbetine mazhar olacağını gösterir.)
Netice
Otuzuncu Lem’a’nın Birinci Nüktesi, İsm-i Kuddüs’ün sadece bir inanç veya bir sıfat olmaktan öte, kâinatın her zerresinde fiilen müşahede edilen, “güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere” görünen bir hakikat olduğunu isbat eder.
Kâinat sarayının bu “ulvî, umumî tanzifi,” Zât-ı Kuddüs’ün mevcudiyetine ve vahdaniyetine şüphe bırakmaz. Bu hakikat, metindeki (Haşiye) ile de bizlere mühim bir ders verir: Maddî kâinatı bu derece temiz tutan bir Rabb-i Kuddüs, elbette kulunun manevî hayatının da (kalbinin, aklının, itikadının) “kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar” gibi “manevî kirlerden” temizlenmesini ister.
اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلا۪يمَانِ (Nezafet imandandır) hadîs-i şerifi, bu Kuddüs ismine imanın, hem zahirî hem de bâtınî (derûnî) temizliği iktiza ettiğinin (gerektirdiğinin) en güzel ifadesidir.
âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veyahud ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan “Adl” isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:
Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir müvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülât ve vâridat ve masarıf; herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle müvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o müvazene-i eşya ve müvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yani: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.
İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarıfına.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.
Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.
İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelal’i göstermiyor mu? Ve bilhâssa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir sâniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak. Ve bilhâssa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane müvazeneleri; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Adl ü Rahîm’i gösteriyor. Ve bilhâssa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin a’zâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ü Hakîm’i gösteriyor. Ve bilhâssa her ferd-i hayvanînin bedenindeki hüceyratın ve kan mecralarının ve kandaki küreyvatın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve hârika müvazeneleri var, bilbedahe isbat eder ki: Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mani olmuyor.. umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm’in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’adı kalmaz.
Ey israflı, iktisadsız.. ey zulümlü, adaletsiz.. ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?
Evet İsm-i Hakîm’in cilve-i a’zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl’in cilve-i a’zamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman’da وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَ ٭ اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْم۪يزَانِ ٭ وَاَق۪يمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْم۪يزَانَ
âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.
İşte hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad, nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Ve bu üç ziya-yı a’zam gibi; rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalı hakikatlar haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki: Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatlar; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!
Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi’ eder mi? Ve tabiri caiz ise, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i rububiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez.
Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikıyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek. Onuncu Söz kat’î delillerle isbat etmiştir ki; âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şübhesizdir.
* * ******
Bu İkinci Nükte, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Adl” isminin kâinattaki muazzam cilvesini (manifestasyonunu) ve bu cilvenin, Allah’ın birliğine (Tevhid) ve ahiret gününe (Haşir) dair ne derece kat’î bir isbat teşkil ettiğini tasvir etmektedir.
Metnin temelini teşkil eden ve her şeyin bir “kader-i malûm” (bilinen bir ölçü) ile indirildiğini beyan eden ayet-i kerime ile izaha başlayalım.
1. Nüktes’in Temel Dayanağı: Hazine-i İlahî ve Kader-i Malûm
Metnin başında iktibas edilen Hicr Suresi 21. ayet, bu tefekkürün (derin düşünce) anahtarıdır:
وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
(Vemâ min şey’in illâ ‘indenâ hazâinuhu vemâ nunezziluhû illâ bikaderin ma’lûm)
Meali: “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.” (Hicr, 15/21)
Bu ayet, kâinattaki her bir mevcudun, zerreden seyyarelere kadar, Allah’ın sonsuz ilim ve kudret hazinelerinden geldiğini ve yeryüzüne gönderilişinin tesadüfî veya gelişigüzel olmadığını, bilakis “bilinen, tâyin edilmiş bir ölçü” ile olduğunu beyan eder. Bu “kader-i malûm” tabiri, Nükte’nin tamamına hâkim olan Mizan (Denge), Müvazene (Dengede olma) ve Tevzin (Tartılma) hakikatlerinin Kur’anî temelidir.
2. İsm-i Adl’in Tecellisi: Kâinattaki Hayretengiz Müvazene
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu ayetin işaret ettiği “ölçü”yü, “Adl” isminin bir cilvesi olarak tasvir eder. “Adl,” lügatte “adalet, denklik, her şeyi yerli yerine koyma” manasındadır. Allah’ın Adl ismi, kâinattaki bütün varlıkların, hadiselerin ve kanunların tam bir denge, nizam ve adaletle idare edildiğini gösterir.
Nükte, bu adaleti ve müvazeneyi şu temsil ile aklımıza yaklaştırır: Kâinat bir saraydır, içinde sürekli “tahrib ve tamir” gören bir şehir (dünya), o şehirde “harb ve hicret” içinde kaynayan bir memleket (canlılar âlemi) ve o memlekette “mevt ve hayat” içinde yuvarlanan bir âlem (insanlık ve sair zîhayatlar) vardır.
Bu kadar karmaşa, değişim ve zıtların çarpışması (tahrip-tamir, savaş-göç, ölüm-hayat) içinde, hayret verici bir müvazene hükmetmektedir. Bu müvazene, kör tesadüfün, sağır tabiatın veya şuursuz kuvvetlerin eseri olamaz.
Müradifler (İlgili Manalar):
• Mizan / Müvazene / Tevzin: Kâinattaki her şeyin (atomlar, hücreler, ekosistemler, gezegenler) hassas bir terazi ile tartılması, dengelenmesi ve ölçülmesi.
• Adl: Her varlığa hakkını vermek, her şeyi tam yerli yerine koymak, hiçbir şeyde haddi aşmaya (ifrat) veya eksik bırakmaya (tefrit) müsaade etmemek.
• Kader: Her şeyin ilimle planlanması, hikmetle tâyin edilmesi.
Eğer bu Adl ve Kader olmasaydı, “balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile” müvazeneyi bozmaya çalışacak; denizler taaffün edecek (kokuşacak), hava zehirli gazlarla dolacak ve zemin bir mezbele (çöplük) haline gelecekti.
Kâinattaki bu nizamı tasdik eden pek çok ayet mevcuttur:
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ
(Vessemâe rafe’ahâ ve vada’al mîzân)
Meali: “Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu.” (Rahmân, 55/7)
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
(İnnâ kulle şey’in halaknâhu bikader)
Meali: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)
3. Müvazene Delilinden Tevhid Hakikatine Geçiş
Metin, müvazenenin cihan şümul (evrensel) yapısını en büyük varlıktan en küçüğüne doğru (tâ seyyarelerden tâ hüceyrat ve küreyvat-ı hamra ve beyzâya kadar) göstererek, bu dengenin tek bir merkezden idare edildiğini isbat eder:
• Makro Âlem (Güneş ve Seyyareler): Güneş ve on iki seyyarenin (gezegenin) müvazenesi, Dünya’nın (Küre-i Arz) yörüngesindeki hârika sür’ati ve bu sür’ate rağmen içindeki eşyayı dağıtmaması. Bu durum, “Adl ve Kadîr” bir Zât’ı gösterir.
• Biyo-Âlem (Canlılar): Yeryüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî taifenin (türün) doğum (tevellüdat) ve ölümleri (vefiyat) arasındaki rahîmane denge. Bu, “Adl ü Rahîm” bir Zât’ı gösterir.
• Mikro Âlem (Beden ve Hücreler): Tek bir ferdin bedenindeki a’zâların tenasübü (uyumu) ve kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvar) ve zerrelerin (atomların) hassas müvazenesi.
Bu üç seviyedeki müvazene, bedahet (apaçıklık) derecesinde isbat eder ki: “Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında” olan, “umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm” vardır.
4. Kâinatın Üç Esaslı Düsturu: Adalet, İktisad ve Nezafet
Bu Nükte, “Adl” isminin tecellisi olan müvazeneden yola çıkarak, kâinatta hükümferma olan üç cihan şümul hakikati tespit eder:
• Adalet (İsm-i Adl): Kâinattaki adalet-i tâmme (tam adalet) ve müvazene. Bu, beşere de adaleti emreder.
• İktisad (İsm-i Hakîm): Kâinattaki hikmet-i âmme (genel hikmet) ve israfsızlık. Hiçbir şeyde abes (boşuna) bir sarfiyat yoktur. Bu, beşere de iktisadı emreder.
• Nezafet (İsm-i Kuddûs): Kâinattaki tanzif (temizleme) ve nezafet (temizlik). Beşerin bulaşık eli karışmadıkça hiçbir şeyde hakikî çirkinlik ve kirlilik yoktur. Bu, beşere de nezafeti emreder.
İnsanın bu üç düstura (adalet, iktisad, nezafet) muhalefeti, onun “umum mevcudata muhalefeti” manasına gelir ve kâinatın nefretini celbeder.
Nükte, Rahmân Suresi’ndeki ayetlere dikkat çeker:
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ (7) أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ (8) وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ (9)
(Vessemâe rafe’ahâ ve vada’al mîzân (7) Ellâ tatğav fîl mîzân (8) Ve ekîmûl vezne bilkıstı velâ tuhsirûl mîzân (9))
Meali: “7. Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu. 8. Ölçüde haddi aşmayın. 9. Tartıyı adaletle yapın ve teraziyi eksik tutmayın.” (Rahmân, 55/7-9)
Bu ayetlerde dört defa “Mizan” (ölçü, denge, terazi) kelimesinin zikredilmesi, kâinatta ve hayat-ı beşeriyede (insan hayatında) mizanın ehemmiyetini ve adalet, iktisad gibi hakikatlerin kâinatın yapısına ne derece kök saldığını gösterir.
5. Adalet ve Müvazeneden Haşre (Ahirete) Kat’î İspat
Nükte’nin son ve en kuvvetli noktası, kâinattaki bu mutlak adaletin, ahiretin varlığını nasıl zarurî kıldığıdır.
Üstad, “Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan (akıldan uzak görüp inanmayan)” kimseye seslenir: Bu dünyada gözünle gördüğün bu “müvazene-i ekbere” (en büyük dengeye) dikkat etse, istib’adı (uzak görmesi) kalmaz.
Mantıkî delil (Burhan-ı Adalet):
• Kâinatta hükümferma olan mutlak bir adalet, hikmet, iktisad, nezafet, rahmet ve inayet vardır.
• Bir sineğin hakk-ı hayatını dahi rahîmane muhafaza eden bu adalet ve rahmet, bu dünyada tam tecelli etmemektedir. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp göçüp gitmektedir.
• Eğer Haşir (yeniden dirilme) ve Mahkeme-i Kübra (Büyük Mahkeme) gelmezse, bu dünyada hakları zayi olan hadsiz zîşuurların (şuurlu varlıkların) hukukları payimal olur.
• Bu durumda kâinattaki o mutlak adalet; zulme, merhametsizlikliğe, hikmetsizlikliğe ve abesiyete (boşunalığa) inkılab eder (dönüşür).
• Allah’ın Cemal-i Mutlak’ı ve Adalet-i Mutlak’ı, böyle bir “kubh-u mutlak”a (mutlak çirkinliğe), yani adaletsizliğe ve zulme müsaade etmez.
• Netice: Öyleyse, bu dünyadaki adalet-i izafiye (göreceli adalet), ahiretteki adalet-i mutlaka’yı (Mahkeme-i Kübra’yı) zarurî kılar ve iktiza eder (gerektirir).
Müradif Ayetler (Ahiret ve Adalet):
وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا
(Ve neda’ul mevâzînel kısta liyevmil kıyâmeti felâ tuzlemu nefsun şey’â)
Meali: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez…” (Enbiyâ, 21/47)
أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ (35) مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (36)
(Efenec’alul muslimîne kelmucrimîn (35) Mâ lekum keyfe tahkumûn (36))
Meali: “35. Biz müslümanları, suçlular gibi mi tutarız? 36. Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 68/35-36)
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ اجْتَرَحُوا السَّيِّئَاتِ أَنْ نَجْعَلَهُمْ كَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَوَاءً مَحْيَاهُمْ وَمَمَاتُهُمْ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ (21) وَخَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَلِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (122)
(Em hasibellezînecterahus seyyiâti en nec’alehum kellezîne âmenû ve ‘amilûs sâlihâti sevâen mahyâhum ve memâtuhum sâe mâ yahkumûn (21) Ve halakallâhus semâvâti vel arda bil hakkı ve lituczâ kullu nefsin bimâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn (22))
Meali: “21. Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! 22. Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulmedilmez.” (Câsiye, 45/21-22)
Hülasa (Özet):
Otuzuncu Lem’a’nın İkinci Nüktesi, kâinattaki zerreden seyyareye kadar her şeyde görünen hassas denge ve ölçünün (Mizan), Allah’ın “Adl” isminin bir tecellisi olduğunu gösterir. Bu tecelli, “Adalet, İktisad ve Nezafet” olarak üç temel düstur halinde kâinata ve İslâm’a damgasını vurmuştur. Kâinattaki bu mutlak adalet, hikmet ve rahmet; ancak ve ancak ahiretteki bir “Mizan-ı Azîm” (Büyük Terazi) ile tamamlanabilir. Bu sebeple ahireti inkâr etmek, bütün kâinatı ve onun şahitlik ettiği bütün Esma-i Hüsna’yı inkâr etmek demektir.
Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ
âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan “FERD” isminin bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. O cilve-i a’zamın tafsilâtını Risale-i Nur’a havale edip, burada muhtasar “Yedi İşaret”le, İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla gösterdiği tevhid-i hakikîyi, gayet muhtasar beyan edeceğiz.
Birinci İşaret:
Ferd ism-i a’zamı, a’zamî bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasına ve herbir nev’ine ve herbir ferdine birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmiikinci Söz ile Otuzüçüncü Mektub tafsilen göstermişlerdir. Burada yalnız üç sikkeye işaret edeceğiz.
Birinci Sikke:
Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz. O sikke de şudur: Kâinatın mevcudatı, enva’ları, en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevab vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teşkil ediyorlar ki; bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zabtedemez.
İşte kâinatın sîmasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk; pek parlak bir sikke-i kübra-yı vahdettir.
İkinci Sikke:
Zeminin yüzünde ve bahar sîmasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet ve sikke-i vahdaniyet İsm-i Ferd’in cilvesiyle görünüyor ki, Küre-i Arz’ın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zât, icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını isbat ediyor. O sikke de şudur: Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve camidat mahlukatın gayet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat’-ı nazar; yalnız ikiyüzbin hayvanat taifelerinin ve ikiyüzbin nebatat enva’ının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları; hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile, gayet hassas bir mizanla herbir şeye lâzım olan herşeyleri külfetsiz tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden, zeminin sîmasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir sikke-i ehadiyettir ki; bütün o mevcudatı birden, hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zât; rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünki karışmış olsa, o hadsiz geniş müvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i rububiyetin hüsn-ü cereyanlarına yine emr-i İlahî ile surî bir hizmeti var.
Üçüncü Sikke:
İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanın yüzüne o sikkeyi koyan zât, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın sîması göz, kulak, ağız gibi a’zâ-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasılki o sîmada göz, kulak gibi a’zâların umum efradında birbirine benzediği, o nev’-i insanın Sâni’i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva’ın fevkinde olarak, o sîmalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki; bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zât, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.
İkinci İşaret:
Kâinatın âlemleri, enva’ları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kâinatın heyet-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebeb, hiçbir nev’ine, hiçbir unsuruna hakikî tasarruf edemez. Âdeta İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; herşey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatın lâmbası olan Güneş’in bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması.. ve aşçıları olan ateş bir olması.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması.. ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev’iyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki: Meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zâtın malı olduğuna delalet ederler.
İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan enva’ları mecmu kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebeb, rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye rububiyetini dinlettiremez.
Üçüncü İşaret:
İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip, her mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, herbir mektubun kelimatı adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hattâ herbir hayvan, herbir ağaç birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i Samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise bir mektub suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor. Meselâ: Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zâtın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delalet ediyor. Demek oluyor ki; herbir şey, umum eşyayı Hâlık’ına isnad edip, a’zamî bir tevhide işaret ediyor.
Dördüncü İşaret:
İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı güneş gibi zahir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkil ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu isbat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur’un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o risalelere havale edip, yalnız “Üç Nokta”sını burada beyan edeceğiz.
Birincisi:
Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektub’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile isbat etmişiz ki: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şey’in icadı, en küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi sühuletle halkeder. Binler haşrin nümunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder.
Eğer müteaddid esbaba havale edilse, herbir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkilâtlı.. ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur. Evet nasılki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa; o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır. Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse; o vakit herbir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.
Aynen öyle de eğer herşey Zât-ı Ferd ve Ehad’e verilse; bütün bir nev’in hadsiz efradı, bir tek ferd gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; herbir ferd, o nev’ kadar müşkilâtlı olur. Evet vahdet de, ferdiyet de; herşeyin o Zât-ı Vâhid’e intisabıyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisab ise; o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisab ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad’e istinad ve intisab etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre, küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür. Meselâ: Nasılki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımağa mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünki şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat, askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı a’zama intisab ve istinad eden bir adam; kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımağa mecbur olmadığı için, o intisab ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden; mağlub düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisab kuvvetiyle esir edebilir.
Demek vahdette, ferdiyette; bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub edebildiği gibi; nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet nasılki bir kumandan-ı a’zam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle; o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. Öyle de: Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad olduğundan -hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer farazâ ihtiyaç olsa- herşeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve herbir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve herbir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı bütün eşya -farazâ eğer ihtiyaç olsa- o Kumandan-ı Ferd’in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer Ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.
İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok hârika eserlerin gayet küçük ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe Ferdiyet ve Ehadiyeti gösteriyor. Yoksa herşeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymetdar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti, hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı; kırk bin lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet; vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.
İkinci Nokta:
Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri; “ibda’ ve ihtira'” tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri; “inşa ve terkib” tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer Ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkil ve gayr-ı makul, belki imtina’ derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelal’in san’atı olduğunu isbat ediyor.
Evet eğer bütün eşya Ferd-i Vâhid’e verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle hiçten icad eder ve ihatalı nihayetsiz ilmiyle herşeye manevî bir kalıb hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki herşeyin suretine ve plânına göre kolayca herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler. Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de, ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle; o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle muti’ bir ordunun neferatı gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve mikdar-ı kaderî içine girip kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse, bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anasırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıb, belki a’zâları adedince kalıblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir.
İşte bu surette bir sineğin icadı, kâinat kadar müşkilâtlı olur; yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünki Hâlık-ı Ferd’den başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabiata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir.
Üçüncü Nokta:
Eğer bütün eşya, bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olmasına; eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen bir iki temsili, muhtasaran beyan edeceğiz.
Meselâ:
Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkilâtlı olur. Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkilâtla tahsil edilebilir.
İkinci Temsil:
Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse, herbir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki, birbirine başbaşa verip, muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.
Üçüncü Temsil:
Meselâ Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o bir tek nefer, o tek zâtın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvî ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için Arz gibi bir tek nefer, bir tek zâtın bir tek emrini almakla, o vazifenin neş’esinden gelen bir cazibe ile meczub mevlevî gibi semaa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı rububiyeti umum kâinatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zât-ı Ferd’e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkilâtlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.
Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ: “Bir zât hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz’ü, herbir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor.” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!
Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san’at var; onlar da sair mahlukat gibi masnu’durlar. Onları öyle yapan zât, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebebleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.
Beşinci İşaret:
Çok yerlerde kat’î delillerle isbat etmişiz ki: Hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zaîf bir gölgesi; âciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlâdlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.
İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki, rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi, gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip; şirki, iştiraki azîm tehdidlerle reddediyor.
İşte rububiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir mukteziyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin.. tâ cüz’iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şübhe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bahirdir. Çünki gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.
âyetinin sırrıyla, bu hârika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki
فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu müvazene-i mevcudat, İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder. Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musaggarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahib çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zât olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu.. herbir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.
Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden; ondaki herbir cüz’, bir cüz’î ve bir ferdî hükmünde; ve o küll dahi, bir küllî hükmünde olduğundan, hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı; hakikat-ı tevhidi, bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde isbat ediyor.
Evet kâinatın enva’ları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle; kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkeza.. böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması.. ve ziyadaki yedi renk gibi imtizac belki ittihad etmesi haysiyetiyle ve o ef’alin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü.. ve vahdanî birer fiil olduğundan, her halde fâilinin bir tek zât olması.. ve herbiri umum kâinatı istila etmesi.. ve sair ef’al ile muavenetdarane birleşmesi itibariyle, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi; zîhayat mahlukların herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz’, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.
Altıncı İşaret:
Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalâtın
{(Haşiye): Hattâ hadsiz kemal ve cemal-i İlahînin tahakkukuna en zahir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünki kâinatın sâni’i Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemalâtı ve cemalleri, mahlukata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.}
medarı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni olduğu gibi, zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir. Eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalib ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kâinatın neticeleri hiçe inecek, hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’idamına vesile olacak. Meselâ: İnsanda en şedid ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zât, o arzu-yu bekayı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış, beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-ı tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa; onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zât-ı Ferd olmazsa, o matlablar yerine gelmez. Farazâ gelse de çok nâkıs olur.
İşte bu sırr-ı azîm içindir ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi; bütün enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini; kelime-i tevhid olan “Lâ İlahe İllâ Hu”da buluyorlar.
Yedinci İşaret:
İşte bu tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, isbat eden, ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti, elbette o tevhidin kat’iyyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünki madem daire-i vücudun en büyük hakikatı olan tevhidi bütün hakaikıyla o zât ders veriyor.. elbette tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder denilebilir. Evet böyle binler hakaik-i âliyeyi cem’eden, Ferdiyet ve Vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet; gayet kat’î bir surette o tevhid, o Ferdiyetin muktezasıdır ve lâzımıdır. Onlar, onu her halde isterler.
İşte o vazifeyi tamtamına yerine getiren Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeblerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.
Birincisi:
Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli “Es-sebebü ke-l fâil” sırrınca, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sahife-i hasenatına geçtiği gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.
İkincisi:
Âlem-i İslâmın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde istidad ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla!
Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki; gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zât; bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.
İşte bu nokta-i nazardan Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.
Üçüncüsü:
Bu kâinatın Hâlık’ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev’-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev’-i beşer olduğundan; o nev’-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) o nev’ namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatab eden Zât-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.
İşte bu üç nokta gibi çok noktalar var. Kat’î bir surette isbat ederler ki; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesidir. Kâinatın umum zerratının umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince o Zât-ı Ahmediyeye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, Zât-ı Ferd-i Ehad-i Samed’den niyaz ediyoruz!..
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Lem’a’nın Dördüncü Nüktesi, Tevhid-i Hakikî’nin en yüksek mertebelerini İsm-i Ferd’in tecellisiyle izah eden son derece mühim bir tefekkür metnidir. Bu Nükte, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Ferd” isminin, Sure-i İhlâs’ın birinci ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” (De ki: O, Allah’tır, bir tektir.) ayetinin bir nüktesi olarak nasıl tecelli ettiğini “Yedi İşaret” ile tasvir etmektedir.
Giriş: İsm-i Ferd, Vâhidiyet ve Ehadiyet Münasebeti
Metnin mebdei (başlangıcı), mevzunun temelini teşkil eden üç mühim ismi takdim eder: Ferd, Vâhid ve Ehad.
• İsm-i Vâhid (Vâhidiyet): Allah’ın (c.c.) bir olduğunu, Zâtında, sıfatında ve ef’alinde (fiillerinde) şeriki (ortağı) bulunmadığını ifade eder. Vâhidiyet tecellisi, daha çok kâinatın heyet-i mecmuasına, yani bütününe bir anda bakar. Kâinatı bir bütün olarak idare edenin, nizamı kuranın “Bir” olduğunu gösterir. Birinci ve İkinci İşaret’teki kâinatın umumî tesanüdü (dayanışması) ve unsurların (güneş, hava, su) birliği, bu Vâhidiyet tecellisinin parlak delilleridir.
• İsm-i Ehad (Ehadiyet): Allah’ın (c.c.) Zâtının “Bir” olduğunu, cüz’lerden (parçalardan) mürekkep olmadığını (parçaları olmadığını) ifade eder. Ehadiyet tecellisi ise, kâinattaki her bir cüz’e, her bir ferde hususî olarak bakar. Kâinatın Hâlık’ının, her bir zerreye, her bir çiçeğe, her bir insana bizzat nazar ettiğini, O’nun rububiyetinin her şeyin üzerinde doğrudan doğruya bulunduğunu gösterir. Her bir varlığın yüzündeki hususî mühür (sikke), Ehadiyet’in isbatıdır.
• İsm-i Ferd: Ferdiyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet’in manalarını cem’ eden (toplayan) ve Zât-ı Akdes’in hiçbir şeye benzemeyen, misli olmayan, tek ve yegâne (singular) olduğunu ifade eden bir ism-i a’zam cilvesidir. Kâinatı bir bütün olarak (Vâhidiyet) idare ettiği gibi, her bir cüz’ü de (Ehadiyet) bizzat ve infirad (tek başına) ile tedbir ve terbiye ettiğini gösterir.
Bu Nükte, “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” ayetinin manasının, İsm-i Ferd’in bu a’zamî tecellisi ile kâinatta nasıl okunduğunu Yedi İşaret ile isbat eder.
Birinci Bölüm: Kâinattaki Vahdet Sikkeleri (Birinci, İkinci ve Üçüncü İşaretler)
Bu bölümde, İsm-i Ferd’in kâinata, nev’lere ve fertlere vurduğu “sikke-i tevhid” (tevhid damgası) ve “hâtem-i vahdaniyet” (birlik mührü) üç misal ile izah edilir:
1. Birinci Sikke: Kâinatın Heyet-i Mecmuasındaki Tesanüd (Dayanışma)
Metin, kâinatı “en muntazam bir fabrika çarkları gibi” birbirine muavenet eder (yardımlaşır) ve birbirinin vazifesini tekmile (tamamlamaya) çalışır şeklinde tasvir eder.
• Tesanüd, Teavün, Tecavüb, Teanuk: Bu dört tabir, kâinatın bölünemez bir küll olduğunu isbat eder.
• Tesanüd: Varlıkların (mesela, güneşin, havanın, suyun, toprağın ve bitkilerin) birbiriyle sarsılmaz bir dayanışma içinde olması.
• Teavün: Birbirine yardım etmeleri (bulutun bitkiye, bitkinin hayvana yardım etmesi).
• Tecavüb: Birbirinin sualine (ihtiyacına) cevap vermeleri (Midenin ihtiyacına rızıkların koşması).
• Teanuk: Birbiri içine girme, sarılma (Bir insanın cesedindeki unsurlar gibi).
• İzahı: Bu öyle bir vahdet-i vücud (varlık birliği değil, varlığın bir bütün teşkil etmesi) teşkil eder ki, bir unsurun dizginini tutan (mesela sadece havayı idare etmek isteyen), umumun (güneşin, suyun, toprağın) dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini dahi zabtedemez. Bu, kâinatın Hâlık’ının Vâhid (Bir) olması gerektiğinin kat’î bir isbatıdır.
2. İkinci Sikke: Zemin Yüzündeki Hâtem-i Ehadiyet
Bahar mevsiminde, zemin yüzünde yüzbinlerce hayvan ve bitki taifesinin (nev’inin) bir anda, birbiri içinde, fakat şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir temyiz ve tefrik (ayırt etme) ile icad edilmesi, Ehadiyet’in mührüdür.
• İzahı: Gayet karışıklık içinde, gayet hassas bir mizanla, her bir zîhayata (canlıya) lazım olan rızkın, cihazatın (donanımın) tam vaktinde, külfetsizce verilmesi; bütün bu mevcudatı birden görmeyen, bilmeyen ve idare etmeyen bir zâtın, icad cihetiyle hiçbir şeye karışamayacağını gösterir. Bir sineği halketmek için, onunla alakadar olan bütün kâinatı idare etmek gerekir. Bu da ancak Ehad olan bir Zât’a mahsustur.
3. Üçüncü Sikke: İnsanın Yüzündeki Sikke-i Ehadiyet
İnsanın yüzü (sîması), Vâhidiyet ve Ehadiyet’i birleştiren cami’ (toplayıcı) bir aynadır:
• Vâhidiyet Ciheti (Tevhid Sikkesi): Bütün insanların yüzlerinde, göz, kulak, ağız gibi a’zâ-yı esasîde (temel organlarda) birbirine benzemesi, Sâni’in (Sanatkârın) bir ve vâhid olduğunu gösterir.
• Ehadiyet Ciheti (Ehadiyet Sikkesi): Bu umumî benzerlik içinde, Hz. Âdem’den (a.s.) kıyamete kadar gelecek milyarlarca insanın, hukuklarının muhafazası için, hiçbirinin sîmasının diğerine tam benzememesi, her birine hususî bir alâmet-i farika (ayırt edici işaret) konulmasıdır. Bu, Sâni’in ihtiyarını (dilediğini seçmesini) ve meşietini (iradesini) gösteren ve O’nun Ehad olduğunu isbat eden dakik bir mühürdür.
İkinci Bölüm: Kâinatın Bölünmezliği ve Samedanî Mektuplar (İkinci ve Üçüncü İşaretler)
Bu işaretler, kâinatın hem unsurlar hem de fertler seviyesinde nasıl bölünemez bir bütün olduğunu ve her parçanın, bütünü Yaratan’a nasıl işaret ettiğini derinleştirir.
1. Unsurların Birliği (İkinci İşaret):
Kâinatın âlemleri ve unsurları (elementleri) “birbiri içine girift olarak girmiştir.” Güneşin bir olması, havanın bir olması, ateşin bir olması, yağmurun bir olması ve her yere yetişmesi, meskenleri olan zemin yüzü ile beraber umum mevcudatın, bir tek zâtın malı olduğuna kat’î şehadet eder. Güneşi idare edemeyen, bir çiçeğin hayatına müdahale edemez.
2. Mektubat-ı Samedaniye (Üçüncü İşaret):
İsm-i Ferd’in tecellisi, kâinatı birbiri içinde “hadsiz mektubat-ı Samedaniye” (Samed olan Allah’ın mektupları) hükmüne getirir.
• İzahı: Her bir çiçek, her bir meyve, her bir hayvan… birer “mühr-ü ehadiyet” ve “sikke-i Samediyet”tir. Bulundukları mekân (mesela bahçe) bir mektup ise, o çiçek o mektuptaki imza gibidir.
• Neticesi: Bir bahçedeki sarı çiçeğin mührü kime ait ise (o bahçenin Nakkaşı kim ise), zemin yüzündeki bütün aynı nevi çiçekler de O’nun “kelimeleri” hükmündedir. Böylece her bir şey (cüz’), umum eşyayı (küll’ü) Hâlık’ına isnad eder; a’zamî bir tevhidi ilan eder.
Üçüncü Bölüm: Tevhidin Sühuleti ve Şirkin Müşkilâtı (Dördüncü İşaret)
Bu, Nükte’nin en mühim ve en hacimli İşaretidir. Tevhidin (Allah’ı bir bilmenin) ne kadar makul ve kolay (sühulet), şirkin (ortak koşmanın) ise ne kadar müşkil (zor) ve muhal (imkânsız) olduğunu “Üç Nokta” ile isbat eder.
Birinci Nokta: Vahdette Sühulet (Kolaylık), Kesrette Müşkilât (Zorluk)
• Tevhidde Sühulet: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten, en büyük şey (bir baharı icad etmek) ile en küçük şey (bir çiçeği icad etmek) arasında fark yoktur; ikisi de eşit derecede kolaydır.
• Şirkte Müşkilât: Eğer o çiçek, müteaddid esbaba (sebeplere) havale edilse, o tek çiçeği yapmak için, adeta bütün baharı yaratacak bir kudret ve ilim o sebeplerde bulunmak mecburiyetinde kalır.
• Temsiller:
• Ordu Temsili: Bir ordunun teçhizatı bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa, bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer her neferin teçhizatı ayrı ayrı yerlerde yapılsa, her nefer için bir ordu kadar fabrika gerekir.
• İntisab ve İstinad: Bir nefer, “askerlik tezkeresiyle” bir kumandan-ı a’zama intisab (bağlanma) ve istinad (dayanma) ettiği için, kendi kuvvetinin binler derece fevkinde işler görür (düşman ordusunu esir alır). Bu intisab sayesinde, bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup edebilir. Bir çekirdek, dağ gibi çam ağacını omuzunda taşıyabilir.
• Netice: Dünyadaki bütün sühulet (kolaylık), ucuzluk ve mebzuliyet (bolluk), vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.
Cenâb-ı Hak, bu hakikati şöyle beyan eder:
اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“O, bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demesidir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn, 36:82 – TDV Meali)
İkinci Nokta: İcadın İki Vecihi (İbda’ ve İnşa’)
• İbda’ (Hiçten İcad): Eğer her şey Ferd-i Vâhid’e verilse, O, nihayetsiz kudretiyle “hiçten icad eder.” Veya ihatalı ilmiyle her şeye manevî bir kalıb-ı ilmî (ilmî kalıp) tayin eder; zerreler o kalıba emr-i Rabbanî ile muntazam girer. Bu, “âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi” gibi kolaydır.
• İnşa’ (Toplama): Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse ve esbaba/tabiata havale edilse, ibda’ (hiçten yaratma) mümkün olmadığından, inşa’ (mevcut unsurlardan toplama) yolu kalır. Bu ise, bir sineğin vücudunu yaratmak için, rûy-i zeminin (yeryüzünün) bütün unsurlarını eleyip, gayet hassas bir mizanla o sineğin mahsus zerrelerini toplamak ve manevî âlemlerden ruhunu celbetmek (çekmek) lazımdır ki, bu, “yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak” bir durumdur.
Üçüncü Nokta: İdaredeki Vahdet ve Kesret Temsilleri
• Zabit/Nefer Temsili: Bir zabite (subaya) bin neferin idaresi verilse kolaydır. Fakat bir nefer, on zabitin idaresine verilse, o neferin idaresi bir taburdan on derece müşkil olur; bir keşmekeş (kargaşa) çıkar.
• Ayasofya Temsili: Bir cami kubbesindeki taşları muallakta (boşlukta) durdurmak bir ustaya verilse kolaydır. Eğer o vaziyet taşlara havale edilse, her bir taşın, diğer bütün taşlara hem hâkim-i mutlak hem mahkûm-u mutlak olması gerekir ki, bu imkânsızdır.
• Küre-i Arz Temsili: Küre-i Arz (Dünya), Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memurudur. “Meczub bir mevlevî gibi” iki hareketiyle (mihveri ve medarı üstünde) mevsimler, gece-gündüz gibi haşmetli neticeleri hasıl eder. Eğer bu vazife Vâhid-i Ehad’e verilmezse, o neticeleri (mesela mevsimleri) tahsil etmek için, Arz’dan bin defa büyük milyonlarca yıldızın, hadsiz uzun mesafeleri gezmesi lazımdır ki, bu, şirkin yolunda ne derece muhaller olduğunu gösterir.
Bu İşaret, esbaba ve tabiata icad isnad etmenin “cehaletlerin en antikası” olduğunu isbat eder. Zira sebeplerin ve tabiatın kendileri dahi muntazam birer eser-i san’attır, masnu’durlar (sanatla yapılmışlardır).
Dördüncü Bölüm: Hâkimiyet-i İlahiye ve Nizam-ı Kâinat (Beşinci İşaret)
Bu İşaret, hâkimiyetin yapısı (doğası) üzerinden tevhidi isbat eder.
• Hâkimiyetin Esası: İstiklal ve İnfirad: Hâkimiyetin en esaslı hassası (özelliği), istiklaldir (bağımsızlıktır) ve infiraddır (tekliktir). Gayrın müdahalesini şiddetle reddeder. (Padişahların bu uğurda evlatlarını katletmeleri misali).
• Rububiyet-i Mutlaka: Allah’ın (c.c.) rububiyet (terbiye edicilik) derecesindeki mutlak hâkimiyeti, şirki ve iştiraki (ortaklığı) gayet şiddetle reddeder.
• Delil: Nizam-ı Kâinat: Eğer gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat (kâinat dengesi) elbette bozulacaktı.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ferman edilir:
لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21:22 )
Metin, bu fesadın (bozulmanın) ve füturun (çatlağın) zerrelerden seyyarata (gezegenlere) kadar hiçbir yerde görünmediğini şu ayetle teyid eder:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk, 67:3 )
Ayrıca, sırr-ı ehadiyet ile en küçük bir zîhayat mahluk (mesela bir sinek), kâinatın bir misal-i musaggarası (küçültülmüş misali) olduğundan, o tek zîhayata sahib çıkanın, bütün kâinata sahib olması gerekir. Bu da şirki muhal derecesine getirir.
Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde ortağı olmadığını beyan eden şu ayet de bu İşaret’in gayesini teyid eder:
اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; O, çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân, 25:2 )
Beşinci Bölüm: Ferdiyet, Kemalât ve İnsanın Gayesi (Altıncı İşaret)
Bu İşaret, Ferdiyet ve Vahdet’in, bütün kemalâtın (mükemmelliklerin) ve hilkat-i kâinatın (kâinatın yaratılış) gayelerinin medarı (dayanağı) ve menşei (kaynağı) olduğunu beyan eder.
• Kemalâtın Medarı: (Haşiyede izah edildiği gibi) Eğer Sâni’-i Kâinat Vâhid-i Ehad bilinse, kâinattaki bütün kemalât ve cemaller (güzellikler), O’nun kudsî kemalâtının ve cemallerinin gölgeleri ve işaretleri olduğu bilinir. Yoksa o kemaller, şuursuz esbaba ve mahlukata ait kalır; Allah’ın (c.c.) “hazine-i sermediyesi” (ebedî hazinesi) meçhul kalırdı.
• Metalib-i Beşeriyenin Menbaı: İnsanın en şiddetli arzusu olan arzu-yu beka (ebediyet arzusu) gibi, ebede uzanmış binler arzuları vardır. Bu arzuları ancak, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan, “bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zât” yerine getirebilir.
• Netice: Eğer Ferdiyet olmazsa, bu arzular söner, hilkatin neticeleri hiçe inerdi. Bütün enbiya, asfiya ve evliyanın en büyük zevklerini “Lâ İlahe İllâ Hu” kelime-i tevhidinde bulmalarının sırrı budur.
Altıncı Bölüm: Tevhid-i Hakikînin Bürhanı: Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) (Yedinci İşaret)
Nükte, zirveye ulaşır. Madem kâinatın en büyük hakikati Tevhid-i Hakikî’dir; ve madem bu hakikati bütün mertebeleriyle en mükemmel surette ders veren, isbat eden ve ilan eden Zât-ı Muhammediye’dir (A.S.M.); öyle ise:
“Tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun (A.S.M.) risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder.”
Bu, Risalet’in, Ferdiyet ve Vahdaniyet’in muktezası (gereği) ve lazımı (ayrılmaz parçası) olduğunu gösterir. Metin, bu Zât’ın (A.S.M.) kâinatın bir güneşi olduğuna dair “Üç Nokta” ile şehadet eder:
• “Es-sebebü ke-l fâil” Sırrı: Umum ümmetin işlediği umum hasenatın (güzel amellerin) bir misli, O’nun (A.S.M.) sahife-i hasenatına geçmektedir. Umum ümmetin her gün ettiği salavatların (makbul duaların) iktiza ettiği makam ve mertebe, O’nun şahsiyet-i maneviyesinin azametini gösterir.
• Ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) Yüksekliği: O Zât (A.S.M.), kudsî kelimatı (tesbihatı, ibadatı) “menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak” fevkalâde istidadıyla almış, emmiş ve massetmiştir (özümsemiştir). Bu sebeple O Zât (A.S.M.), bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir. Bu, O’nun hadsiz meratib-i kemalâtta terakkisini gösterir.
• En Mükemmel Muhatab: Kâinatın Hâlık’ı, bütün makasıdının en ehemmiyetli medarını (dayanağını) nev’-i insan kılmış ve bu nev’ içinde en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediye’yi (A.S.M.) umum kâinat hesabına kendine muhatab etmiştir. Elbette bu muhatabiyeti, O’nu hadsiz kemalâta ve feyze mazhar etmiştir.
Bu Zât’ın (A.S.M.) ehemmiyeti, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
“Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21:107 )
Netice
Dördüncü Nükte, İsm-i Ferd’in tecellisiyle, kâinatın bölünemez bir küll (bütün) olduğunu (Vâhidiyet); ve her bir cüz’ünün (parçasının) de o küll’ün Hâlık’ına doğrudan bağlı bir ferd olduğunu (Ehadiyet) isbat eder. Varlığın icadındaki ve idaresindeki hadsiz sühuletin (kolaylığın) ancak Tevhid ile mümkün olduğunu; şirkin ve esbaba tapmanın ise hadsiz müşkilâta ve imkânsızlığa dayandığını kat’î delillerle gösterir.
Bu a’zamî tevhid hakikatinin, kâinatın manevî güneşi ve “Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası” olan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) eliyle ders verilmesi ise, Risalet ile Tevhid’in birbirinden ayrılmaz en büyük hakikatler olduğunu ilan eder.
Metnin sonunda zikredildiği gibi:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
“(Melekler) dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.'” (Bakara, 2:32 )
âyet-i azîmin birer nüktesi ile, İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan İsm-i Hayy’ın bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te, Eskişehir Hapishanesi’nde, uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-ı ekberin ve nur-u a’zamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz.
Birinci Remiz:
İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevab şudur ki:
Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latif mayesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei.. hem san’at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir san’at-ı İlahiyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymetdarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı san’at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızk, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi’ eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, manen ve remzen isbat eder. Yani: Hem Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücud-u melaike, hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır.
İşte, hayatın bu mezkûr yirmidokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hâssalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak. Muhyî isminin arkasında, İsm-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hayy nasıl bir İsm-i A’zam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.
İkinci Remiz:
İsm-i Hayy’ın bir cilve-i a’zamı ve İsm-i Muhyî’nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz’deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden, Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilatı Risale-i Nur’a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.
İşte, hayatın yirmidokuz hâssalarından yirmiüçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zahiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki: Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şerr ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zahirîsinde görünen zahirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar Zât-ı Hayy-u Kayyum’a teveccüh etmemek için; hem aklın zahirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için, zahirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.
Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münacat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münacatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-u Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler. Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…
Fakat hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki; icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tâbi’ kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş’in tulûu gibi bir kanuna tâbi’ olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.
Üçüncü Remiz:
Yirmidokuzuncu hâssasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u bu kadar hadsiz enva’-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.
İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva’-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delalet eden
gibi âyetler; pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretine münhasıran veriyor. Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu
gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-u Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan
هُوَ الَّذ۪ى ٭ هُوَ الرَّزَّاقُ
ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.
Dördüncü Remiz:
Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki; hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir bela olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.
Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev’-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev’-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet’in icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev’-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..
Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın; ve muti’ ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneş’i görmesin.. sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..
Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki; hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile i’dam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
NETİCE:
Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.
Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneş’in akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki; o lem’alar, yüksek bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneş’in vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-u Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “YÂ HAYY!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi.. umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail; bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir.. aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delailleriyle Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.
Hem hayat, “melaikeye iman” rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.. ve madem Küre-i Arz bu kadar zîhayatın enva’ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva’larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz’da gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş… Elbette Küre-i Arz’dan daha latif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti “peygamberlere iman” rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet eğer kitablar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayatdar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitablardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan “irsal-i rusül” ve “inzal-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhâssa risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.
Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.. ve risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.), âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır.. ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.. ve vahy-i Kur’an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek.. eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Hem hayat, “iman-ı bil’kader” rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Çünki madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb -yani mazi, müstakbel- yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbi’dirler.
Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.
İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
Beşinci Remiz:
Hem hayatın onaltıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlık’ıdır.
İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasılki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev’-i insanı yaratan zât olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise, nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüz’de dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tardeder.
Hem hayatta san’at-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde hârika mu’cizeleri var ki, bütün kâinatı halkedemeyen bir zât, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halkedemez. Evet bir nohut tanesinde bütün Kur’anı yazar gibi; çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser enva’ıyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zât; elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.
Elhasıl:
Hayat nasılki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san’at, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-u Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektubda tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler.. öyle de; hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve sîmasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur. Hem nasılki hayat, cüz’iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir.. öyle de; ihya ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ: İhyanın bir ferdi olan ihya-yı Arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünki baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üçyüz bin enva’ın ve her nev’in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-u Kayyum’dur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad’dir.
Şimdilik hayatın hâssalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hâssaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz.
Hâtime
İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hakkında; “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hayy!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza.. pek çok zâtlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir.
Bu Beşinci Nükte İsm-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahid, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı a’zamında marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi’ derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dediğine “Âmîn!” diyerek, aynı münacatı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:
Bu Beşinci Nükte, İsm-i A’zam’ın (Allah’ın En Büyük İsmi’nin) veya o İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “İsm-i Hayy”ın bir cilvesinin, Eskişehir Hapishanesi’nde müellifine (Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine) görünen bir hakikat-ı ekberin (en büyük hakikatin) remizler (işaretler) halinde tasviridir.
Bu nüktenin temelini iki âyet-i kerime teşkil etmektedir:
• Rum Sûresi, 30:50:
“فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ”
Meal : “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
• Bakara Sûresi, 2:255 (Âyete’l-Kürsî):
“اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ…”
Meal : “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir (Hayy), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır (Kayyûm)…”
Bu Nükte, “hayat” mefhumunu bu âyetler zaviyesinden ele alarak, onun sadece biyolojik bir faaliyet olmadığını; kâinatın en büyük gayesi, en parlak nuru ve Allah’ın Vâhid ve Ehad (Bir ve Tek) olduğuna dair en kat’î bürhan (delil) olduğunu isbat eder.
İzahı, metindeki remizlerin sırasına göre takdim edelim:
Birinci Remiz: Hayatın Mahiyeti, Vazifesi ve Gayesi
Bu remiz, “Hayat nedir?” sualine fihriste (özet) nev’inden yirmiden fazla (metinde “yirmidokuz” olarak işaret edilen) hâssa (hususiyet) ile cevap verir.
1. Hayatın Mahiyeti (Yapısı):
Hayat, kâinatın tesadüfî bir neticesi değil, belki:
• En Ehemmiyetli Gayesi ve En Büyük Neticesi: Kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir.
• En Parlak Nuru ve En Latif Mayesi: Kâinatın karanlığını aydınlatan ve ona kıvam veren cevherdir.
• Sırr-ı Vahdet ve Rabıta-i İttihad: Kâinattaki bütün mevcudatın birbiriyle olan alakasını temin eden, birliği (vahdeti) gösteren sırdır. Hayat olmasaydı, mevcudat dağınık, manasız ve birbirinden kopuk yığınlar halinde kalırdı.
• Mu’cizekâr Bir Hakikat: En küçük bir zîhayatı (canlıyı), kâinatın bir fihristesi hükmüne getirir. Bir sinek, kâinattaki ekser esma-i hüsnanın (Allah’ın güzel isimlerinin) cilvesini gösteren küçük bir âlem olur. Bu cihetle kâinatın tecezzi (parçalanma) ve iştiraki (ortaklığı) kabul etmez bir “küll” olduğunu isbat eder.
2. Hayatın Gayesi (Maksadı):
Nükte, hayatın gayesinin “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek” olmadığını, bunun “dehşetli bir küfran-ı nimet” (nimeti inkâr) olduğunu beyan eder. Zira bu kadar kıymetdar bir sermaye (hayat) bu kadar basit bir gaye için verilemez.
• Asıl Gaye: Hayat-ı ebediyedir (ebedî hayat).
• Bu Dünyadaki Meyvesi: Hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Sahibi ve Hayat Veren Zât’a) karşı şükür, ibadet, hamd ve muhabbet ile mukabele etmektir. Bu mukabele, hem hayatın hem de topyekûn kâinatın yaratılış gayesidir.
İkinci Remiz: Hayatın Şeffafiyeti ve Esbab Perdesi
Bu remiz, hayatın neden perdesiz ve vasıtasız (doğrudan doğruya) Zât-ı Hayy-u Kayyum’a isnad edilmesi gerektiğini izah eder.
• Esbabın (Sebeplerin) Vazifesi: Kâinatta görünen zahirî (dış) çirkinlik, noksanlık ve musibetler vardır. Aklın zahirî nazarında kudretin izzetine münafî (zıt) düşecek bu hallerde, esbab (sebepler) kudretin tasarrufatına perde kılınmıştır.
• Misal: Hazret-i Azrail’in (a.s.) vazifesi bir perdedir. Hastalıklar ve musibetler, kabz-ı ervah (ruhların alınması) fiilinde perdedir ki, insanların şekvaları (şikâyetleri) ve itirazları doğrudan Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesin.
• Hayatın Müstesna Hâli: Hayatın ise “iki yüzü, yani mülk (görünen) ve melekût (görünmeyen) vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir.” Hayatın kendisi bizâtihî güzeldir, hayırdır ve rahmettir. Onda şikâyeti davet edecek bir çirkinlik veya kudretin izzetine dokunacak bir noksanlık yoktur.
• Netice: Bu sebeple hayat, sair eşya gibi zahirî sebeplere havale edilmemiş, “doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un ‘ihya edici, hayat verici, diriltici’ isminin eline teslim edilmişlerdir.” Nur (ışık) ve Vücud (varlık) da böyledir.
Üçüncü Remiz: Ubudiyet, Şükür ve Tevhidin Delilleri
Bu remiz, hayatın neticesi olan şükür ve ibadetin, doğrudan Allah’a mahsus olduğunu ve bu hususta vasıtaların (aracıların) olmadığını âyetler ile isbat eder.
Nükte, Kur’an-ı Kerim’in bu hakikati ifade etmek için kaide-i nahviyece (dilbilgisi kuralınca) “alâmet-i hasr ve tahsis” (sadece O’na ait olduğunu belirten sınırlama) edatlarını kullandığını belirtir. Bu edatların başında “هُوَ” (O) zamiri veya cümlenin takdim-tehiri (öne alınması) gelir.
Hayat gibi, hayata hizmet eden en mühim unsurlar da perdesiz olarak O’na aittir:
1. Müradif: İhya ve İmate (Diriltme ve Öldürme)
• İktibas (Nükte’den): وَهُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُمِيتُ…
• Meali (Mü’minûn Sûresi, 23:80): “O, dirilten ve öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takibi de O’na aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”
• İzah: “Vav” harfinden sonra “Hu ve” (O) zamirinin gelmesi, diriltme ve öldürme fiillerinin münhasıran (sadece) O’na ait olduğunu gösterir.
2. Müradif: Rızık (Rızıklandırma)
• İktibas (Nükte’den): هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ
• Meali (Zâriyât Sûresi, 51:58): “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• İzah: Haberin (er-Rezzâk) mübtedadan (Hu ve) önce gelmesi (veya marife gelmesi) “hasr” ifade eder. Rızkı veren yalnızca O’dur.
3. Müradif: Şifa (Şifa Verme)
• İktibas (Nükte’den): وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ
• Meali (Şuarâ Sûresi, 26:80): “(Hz. İbrahim dedi:) Hastalandığımda da O bana şifa verir.”
• İzah: Hastalığı nefsine (meridtü – ben hastalandım), şifayı ise “Hu ve” (O) zamiriyle doğrudan Allah’a isnad etmesi, ilâçların sadece birer perde olduğunu, Şâfî-i Hakikî’nin (Gerçek Şifa Verici’nin) O olduğunu gösterir.
4. Müradif: Ğays / Yağmur (Rahmet İndirme)
• İktibas (Nükte’den): وَهُوَ الَّذ۪ى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا
• Meali (Şûrâ Sûresi, 42:28): “O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye lâyık olandır.”
• İzah: Yağmurun (rahmetin) indirilmesi de “Hu ve” (O) zamiri ile doğrudan Allah’a verilmiştir. Bu sebeple yağmur, Güneş’in doğuşu gibi muttarid (düzenli) bir kanuna tâbi kılınmamış ki, insanlar her vakit-i hacette (ihtiyaç vaktinde) O’na dua etsinler.
Dördüncü Remiz: Hayatın Erkân-ı İmaniyeyi (İmanın Altı Rüknünü) İsbatı
Bu remiz, hayat hakikatinin, imanın altı rüknünü (Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhirete ve Kadere iman) nasıl remzen (işaretle) isbat ettiğini izah eder.
1. Âhirete ve Haşre İman:
Bu fâni, kısa ve elemli dünya hayatı, hayat şeceresinin (ağacının) nihai meyvesi olamaz. İnsana verilen bu hadsiz cihazat (akıl, kalp, hisler) ve beka (ebedîlik) arzusu, eğer âhiret olmazsa, en büyük musibet ve bela olurdu. İnsanı serçe kuşundan daha bedbaht bir dereceye düşürürdü. Demek, bu hayatın varlığı, zarurî olarak hayat-ı ebediyeyi iktiza eder. Her baharda yeryüzünün ihyası (diriltilmesi), bunun üç yüz binden fazla numunesini gösterir.
2. Allah’a (Vâcib-ül Vücud’a) İman:
Nasıl ki deniz yüzündeki kabarcıkların parlaması ve sönmesi, arkadan gelenlerin tekrar parlaması, yüksek bir tek Güneş’in varlığını bedahetle (apaçıklıkla) gösterir. Aynen öyle de, zîhayatların (canlıların) kudret-i ilahiye ile parlayıp “Yâ Hayy!” diyerek gayb perdesine çekilmeleri, bir Zât-ı Hayy-u Kayyum’un (Ebedî Diri ve Her Şeyi Ayakta Tutan Zât’ın) varlığına ve hayat-ı sermediyesine (ebedî hayatına) şehadet eder. Zira görmek, işitmek, irade etmek gibi sıfatlar hayatı istilzam eder (gerektirir). Kâinattaki bu muazzam ilim, kudret ve irade eserleri, elbette bu sıfatların sahibi olan Zât’ın hayatına delildir.
3. Melaikeye İman:
Madem kâinatın en mühim neticesi hayattır; ve madem bu küçük, süflî (aşağı) Küre-i Arz (Dünya), hayatın en safî hülâsası olan şuur, akıl ve ruhlar ile bu kadar şenlendirilmiştir. Elbette Küre-i Arz’dan daha latif, daha nuranî ve daha büyük olan ecram-ı semaviye (gök cisimleri, yıldızlar, galaksiler) ölü, camid (cansız) ve hayatsız kalması imkân haricindedir. Demek, o semavatı şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek, onlara münasip zîşuur sekeneler (sakinler) vardır ki, onlar da melaikelerdir.
4. Peygamberlere ve Kitaplara İman:
Madem kâinat hayat için yaratılmış ve hayat, Hayy-ı Ezelî’nin bir cilvesidir. Bu ezelî hayat, kendini göstermek ister. Nasıl ki bir adamın konuşması onun diri olduğunu gösterir; öyle de, âlem-i gaybın arkasında konuşan, emir ve nehiy veren bir Zât’ın varlığını ve hayatını, O’nun kelimatı (sözleri) olan kitablar ve o hitabatı tebliğ eden peygamberler gösterir.
Hayat nasıl kâinattan süzülmüş bir hülâsa ise, Risalet-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Vahy-i Kur’anî dahi, kâinatın hayatının ruhu, aklı ve şuuru hükmündedir. “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek..”
5. Kadere İman:
Hayat, sadece bu âlem-i şehadete (görünen âleme) ve zaman-ı hazıra (şimdiki zamana) münhasır değildir. Nasıl ki bir ağacın kökü (mazisi) ve çekirdekleri (müstakbeli) de ağacın kendisi gibi hayat kanunlarına tâbidir. Aynen öyle de, kâinat ağacının da bir mazisi (geçmişi) ve müstakbeli (geleceği) vardır. Bu geçmiş ve gelecek tavırlar, âlem-i gaybda, Allah’ın ilminde bir “vücud-u ilmî” (ilmî varlık) ile mevcuttur. İşte eşyanın bu ilmî varlığı ve manevî hayatı, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla “mukadderat” namıyla görünür.
Beşinci Remiz: Hayatın Ehadiyet ve Tevhid Mührü Olması
Bu remiz, hayatın, Allah’ın şeriki (ortağı) olmadığını ve her şeyin O’nun Ehad (Tek) olduğuna nasıl en parlak delil olduğunu izah eder.
• Hayatın Câmiiyeti (Toplayıcılığı): Hayat bir şeye girdiği vakit, o cüz’î (kısmî) şeyi bir küll (bütün) hükmüne getirir. O küçük cesed, ekser esma-i hüsnayı gösteren bir “âyine-i ehadiyet” (Ehadiyetin/Tekliğin aynası) olur.
• Misal: Azametli Güneş, nasıl ki ziyasıyla her bir su katresinde ve cam zerresinde (kendi azametiyle değil, cilvesiyle) bulunuyorsa; öyle de, Kâinatın Hâlık’ı da, bütün sıfat ve esmasıyla her bir zîhayatta tecelli eder.
• Şirki (Ortaklığı) Reddetmesi: Bu câmiiyet, şirki temelden reddeder. Zira bir çam ağacının küçük bir tohumunda, o koca ağacın bütün fihristesini ve mukadderatını yazan kalem; elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Bir arının küçük kafasına kâinat bahçesini tanıyacak cihazatı derceden Zât, elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.
• İhya-yı Arz (Yeryüzünün Diriltilmesi) Delili: Bahar mevsiminde, üç yüz bin nevi mahlukatın hadsiz efradının beraber, birbiri içinde, noksansız ve kusursuz olarak ihya edilmesi, öyle bir “sikke-i tevhid” (birlik mührü) ve **”hâtem-i ehadiyet”**tir (teklik damgasıdır) ki; bu tek fiili yapamayan, hiçbir şey yapamaz. Bu tek fiili yapan ise, her şeyin Hâlık’ıdır.
Hâtime (Sonuç): İsm-i Hayy’ın Azameti
Nükte, İsm-i A’zam’ın herkes için bir olmayıp, meşrebine (manevî yoluna) göre değişebileceğini belirtir (Misal: Gavs-ı A’zam için “Yâ Hayy”, İmam-ı Rabbanî için “Yâ Kayyum”).
Ve bu Beşinci Nükte’nin İsm-i Hayy hakkında olması münasebetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Cevşen-ül Kebir münacatındaki İsm-i Hayy’a dair şu muazzam marifet tefekkürü ile sona erer:
“Ey her diriden evvel Diri Olan (Yâ Hayyu kable külli Hayy)!”
“Ey her diriden sonra Diri Olan (Yâ Hayyu ba’de külli Hayy)!”
“Ey hiçbir dirinin Kendi misli gibi olmadığı Diri (Yâ Hayyu’llezî leyse kemislihî Hayy)!”
“Ey hiçbir şeyin Kendisine benzemediği Diri!”
“Ey hiçbir diriye muhtaç olmayan Diri!”
“Ey hiçbir dirinin Kendisine ortak olamadığı Diri!”
“Ey bütün dirileri öldürecek olan Diri!”
“Ey bütün dirileri rızıklandıran Diri!”
“Ey ölüleri dirilten Diri (Yâ Hayyu’llezî yuhyi’l-mevtâ)!”
“Ey aslâ ölmeyen Diri (Yâ Hayyu’llezî lâ yemût)!”
Cenâb-ı Hak, bu Nükte’de izah edilen hayatın kıymetini bilmeyi ve o hayatı, gayesi olan ebedî hayata ve rızasına sarf etmeyi hepimize nasip eylesin. Âmin.
Otuzuncu Lem’anın Altıncı Nüktesi
İsm-i Kayyum’a bakar.
İsm-i Hayy’ın bir hülâsası, Nur Çeşmesi’nin bir zeyli olmuş; bu İsm-i Kayyum dahi, Otuzuncu Söz’ün zeyli olması münasib görüldü.
İTİZAR:
Bu çok ehemmiyetli mes’eleler ve çok derin ve geniş İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem’alar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tedkiksiz müsvedde halinde kaldığından elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Mes’elelerin güzelliklerine, benim kusurlarımı bağışlamalısınız.
İHTAR:
İsm-i a’zama ait nükteler, a’zamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan İsm-i Kayyum’a ait mes’eleler ve bilhâssa Birinci Şuaı
{(Haşiye): Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuaı okumasın veya âhirde okusun; ikinciden başlasın.}
maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum’a ve bilhâssa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhâssa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ٭ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ ٭ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
gibi kayyumiyet-i İlahiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i a’zam veyahud ism-i a’zamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahud ism-i a’zamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i a’zamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-u a’zamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim, fakat Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam ve Celcelutiye’sinde pek muhteşem isimlerle ism-i a’zam içinde bulunan o altı ismi en a’zam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiği için bu İsm-i Kayyum’a dahi, evvelki beş esma gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette “Beş Şua” ile, o nur-u a’zama işaret edeceğiz.
Birinci Şua:
Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizâtihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zât-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi
لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ
dür. Yani ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. Evet bir zât ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hacatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-u Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihat, bu mesel ve temsil nev’indendirler.
İşte böyle misilsiz ve Vâcib-ül Vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tegayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zât-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zât-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zât-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde kat’î bürhanlarla isbat edilmiş ki: Tabiat bir san’at-ı İlahiyedir, Sâni’ olmaz.. bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtib olmaz.. bir nakıştır, nakkaş olamaz.. bir defterdir, defterdar olmaz.. bir kanundur, kudret olmaz.. bir mistardır, masdar olmaz.. bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz.. bir nizamdır, nâzım olamaz.. bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz.
Farz-ı muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabiata havale edilse, “bunu yap” denilse; Risale-i Nur’un çok yerlerinde kat’î bürhanlarla isbat edildiği gibi, o küçük zîhayatın a’zâları ve cihazatları adedince kalıblar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki, tabiat o işi görebilsin.
Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i a’zamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani bir tek Zât-ı Akdes’in hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar…
İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerrelerdeki cilve ise; zerreler taifesini Vâcib-ül Vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir sâniye o Kumandan-ı A’zam’ın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.
Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni’-i Zülcelal’in gayet latif, nazenin, muti’, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esîr” maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.
Evet mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki; herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet -sırr-ı Kayyumiyetle- en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlık’ının fiili olduğuna delalet eden bir sırr-ı a’zamı taşıyor. Evet meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinat’a hususiyetini gösteriyor.
Birincisi:
O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz’î ve hususî fiil ise, ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î fiil dahi onundur.
İkinci cihet:
Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz’î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.
Demek en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şey’e has olduğunu gösterir.
En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un en has hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaîf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüz’lerinde kat’î bürhanlarla gösterilmiştir.
gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-ı a’zamın bir vechi şudur ki:
Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir a’zâya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilân ederler.
İkinci Mes’ele:
Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebetdar faidelerinin ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.
Evet herşeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir:
Birinci nevi,
kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci nevi,
daha mühimdir ki: Herşey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelal’in cilve-i esmasını bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.
Üçüncü nevi ise,
Sâni’-i Zülcelal’e aittir, ona bakar. Herşeyin faidesi ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni’-i Zülcelal’e bakan yüzlerdir ki, Sâni’-i Zülcelal kendi acaib-i san’atını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i esmasına, kendi masnuatında bakar. Bu a’zamî üçüncü nevide, bir sâniye kadar yaşamak kâfidir.
Hem herşeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki, Üçüncü Şua’da izah edilecek.
Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur:
Herşey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir, bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur.
Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhâssa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince san’atın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san’atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.
Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki: Her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ı san’at bulunması, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin nazarına arzetmek, yani Zât-ı Kayyum-u Ezelî kendi san’atını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarıfa kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki: Mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı san’at devam etmiyor; gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merak ile ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım. Bir zaman sonra, lillahilhamd Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın feyzi ile, sırr-ı kayyumiyet noktasında azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile “tılsım-ı kâinat” ve “muamma-yı hilkat” tabir edilen bir sırr-ı İlahî anlaşıldı. (Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmalen iki-üç noktasını Üçüncü Şua’da zikredeceğiz.)
Evet sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada
sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.
Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır.. öyle de: Mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette
وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ
sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.
Üçüncü Şua:
gibi âyetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddeme ile işaret edeceğiz.
Birincisi:
Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir sâniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ü idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki; bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkid edemez.
İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde; o sevimli ve sevdiği masnuatın hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor; kalem-i kaza ve kader, Küre-i Arz’ı yazar bozar tahtası gibi yaparak
يُحْي۪ى وَ يُم۪يتُ
cilveleriyle mütemadiyen Küre-i Arz’da yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder. İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktezisi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.
O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev’i cüz’î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir. Evet her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takib eder. Herbir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takib eder. Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.
Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi:
Esma-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in binbir esma-i hüsnasından herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.
Madem bu esmanın kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlarını ifade eden sahifeleri, bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esma, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitablarını; hem müsemmaları olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli mahdud bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikattan pek kesretli hakikatları göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.
Dördüncü Şua:
Kâinattaki hayretnüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki:
Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur; herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir; herbir âlîcenab zât, başkasını mes’ud etmekle lezzet alır; herbir âdil zât, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasib olduğundan, deriz:
Nasılki meselâ gayet merhametli, sehavetli, gayet kerim âlîcenab bir zât, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz’ın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, enva’-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi, “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.
Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese; san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine “Mâşâallah” der. Madem icadsız ve surî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni’-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin enva’ıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nev’inden olan ulvî şuunatı; elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.
Hem meselâ bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması; hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un bütün mahlukatına, hususan zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle.. ve zaîfleri kavîlerin şerrinden Rahîmane himaye etmekle.. ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla.. ve bilhâssa mahkeme-i kübra-yı haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.
İşte bu üç misal gibi; esma-i hüsnanın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir.. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder.. ve madem bir tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiblerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlukattaki hadsiz istidadları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymetdar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani unsurları, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatına; nebatları, rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına; ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor.
İşte herbir zîhayatın zahirî bir vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub’da izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.
Mühim bir suale kat’î bir cevab:
Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevab:
Hâşâ yüzbin defa hâşâ!.. Yerdeki âyinelerin tegayyürü, gökteki Güneş’in tegayyürünü değil, bilakis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıddan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zât-ı Akdes’in tegayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tegayyürü, onun tegayyürüne değil, belki adem-i tegayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zât, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ; sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın.
Meşhurdur ki: İntizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iş intizamla devam etsin.
Sâniyen: Tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduğundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.
Beşinci Şua:
İki mes’eledir:
Birinci Mes’elesi:
İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamını görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dûrbîn yapıp birinci dûrbînle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyum’un cilvesiyle, Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latif olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor. Sonra o hayalin hurdebîni olan ikinci dûrbîniyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle, zîhayat mahlukat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.
Bir hülâsat-ül hülâsa:
{(Haşiye) : Otuzuncu Lem’anın altı risaleciğinin esası ve mevzuu ve ism-i a’zamın sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gayet kısa bir hülâsalarıdır.}
İsm-i a’zamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülâsanın zikri münasibdir. Şöyle ki:
Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren, İsm-i Kayyum’un bu cilve-i a’zamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i a’zamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şu’lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. Şimdi bak: İsm-i Hayy’ın arkasında İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı, bütün kâinatı enva’ıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor; herşeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor; her şeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet basıyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor. Şimdi İsm-i Ferd’in arkasından İsm-i Hakem’in cilve-i a’zamına bak ki; yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dûrbîniyle temaşa ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüz’î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasib olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış. Sonra İsm-i Hakem’in cilve-i a’zamı arkasından bak ki, İsm-i Adl’in cilve-i a’zamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki; ecram-ı semaviyeden biri, bir sâniye de müvazenesini kaybetse; yani İsm-i Adl’in cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i a’zamı, Kehkeşan’dan yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan, tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i müsahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. Şimdi İsm-i Adl’in cilve-i a’zamı arkasından (Birinci Nükte’de izah edildiği gibi) İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zâtîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasib olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.
Elhasıl: İsm-i a’zamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka zînetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.
Beşinci Şua’nın İkinci Mes’elesi:
Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani nasılki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. öyle de İsm-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zât-ı Hayy-u Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, câmiiyet-i tâmme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.
İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-u Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva’-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva’-ı mat’umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev’ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. “Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi” der ve hâkeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhâssa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.
İşte Zât-ı Hayy-u Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana müsahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:
Birincisi:
Kâinatta münteşir bütün enva’-ı nimeti insanla tanzim etmek ve insanın menfaatı ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İkinci Vazifesi:
Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san’atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün enva’ıyla, bütün enva’-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.
Üçüncü Vazifesi:
Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.
Birinci Vecih:
İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlık’ının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.
İkinci Vecih:
İnsan, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.
Üçüncü Vecih’teki
âyinedarlığın iki yüzü var:
Birisi,
esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.
İkinci yüzü,
şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. Yani kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un sem’ ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir. Hem insan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.
Hem insan, nasılki hayat-ı câmiasıyla Zât-ı Zülcelal’in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir.. ve hâkeza çok cihetlerle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a âyinedarlık eder. Öyle de: İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir
{(Haşiye): Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz’ın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delalet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de; insanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.}
ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hâkeza… İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.
İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.
Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünki cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalbeder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adavet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün haşiyesinde beyan edildiği gibi: Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: “Tuh!.. Ne kadar çirkindir” diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.
Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin ALLAH’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.
Evet madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye müştak ve muhib bir surette halkedilmiştir.. ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz.. ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder.. ve madem bu kâinat, insan için halkedilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış.. ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, esmasıyla sermedîdir.. ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad u Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.
عَلَيْهِ وَ عَلٰٓى اٰلِهِ الصَّلَاةُ و السَّلَامُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Lem’a’nın “Altıncı Nükte”si olan İsm-i Kayyum bahsi, hakikaten tefekkürî ve derûnî bir muhtevaya sahiptir. Bu mübarek metin, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri (veya İsm-i Hayy ile birlikte İsm-i A’zam’ın iki ziyasından ikincisi) olan “Kayyûm” isminin kâinattaki ve insandaki tecellî-i a’zamını (en büyük yansımasını) tasvir etmektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “İtizar” (Özür) ve “İhtar” (Uyarı) ile başladığı bu bahis, Eskişehir hapsinde, gayet müşevveş (karışık) ve acele bir surette, kalbe gelen lem’alar (parıltılar) halinde yazıldığından, tabirlerde noksanlık olabileceğini, ancak mes’elelerin güzelliğine ve ehemmiyetine nazar edilmesi gerektiğini belirtir. Bu, mes’elenin ne kadar derin ve geniş olduğunun bir ifadesidir.
Giriş: İsm-i Kayyûm’un Manası ve Kâinat ile Alakası
“Kayyûm” ismi, lügat manasıyla “bizâtihî kaim olan, yani varlığı kendinden olan, varlıkta durmak için hiçbir şeye muhtaç olmayan ve bütün eşyayı varlıkta durduran, ayakta tutan” demektir.
Metnin başında zikredilen ve bu hakikatin müradifleri olan ayet-i kerimeler, İsm-i Kayyum’un kâinattaki tecellîlerini icmalen (özetle) haber verir:
• بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ
• Meali (Yâsîn Suresi, 36:83): “O halde her şeyin mülkiyet ve yönetimi elinde olan (Allah) ne yücedir! Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
• İzahı: “Melekût”, eşyanın derûnî, iç yüzü, yönetimi ve idaresi demektir. Her şeyin idaresi, ayakta duruşu O’nun elindedir.
• لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ
• Meali (Zümer Suresi, 39:63): “Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”
• İzahı: “Makâlîd” (anahtarlar), hazineler, kilitler manasındadır. Bütün hayat, rızık, varlık ve beka (devamlılık) hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir.
• وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ
• Meali (Hicr Suresi, 15:21): “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.”
• İzahı: Her şeyin vücuda gelmesi ve devamı için lazım olan her ne varsa, hepsi O’nun tükenmez hazinelerindedir.
• مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
• Meali (Hûd Suresi, 11:56): “İşte ben, hem benim, hem sizin rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”
• İzahı: “Nâsiye” (perçem), mutlak hâkimiyetin ifadesidir. Bütün canlıların idaresi, sevk edilmesi ve ayakta durması, zerre miskal O’nun kabza-i tasarrufundan (idaresi altından) hariç değildir.
Bu ayetler, kâinatta hiçbir şeyin kendi kendine, tesadüfen veya başka bir sebebe dayanarak ayakta durmadığını, hepsinin tek bir Kayyûm-u Zülcelâl’in kayyûmiyeti ile kaim (ayakta) olduğunu ders verir.
Birinci Şua: Kayyûmiyet, Tenzih ve Tabiatın Reddi
Bu Şua, İsm-i Kayyûm’un en temel manasını ve bu mananın zıddı olan dalâlet fikirlerini çürütür.
1. Kayyûmiyet ve Tenzih:
Hâlık-ı Zülcelâl, Kayyûm’dur. Bütün eşya O’nunla kaimdir. Eğer bu “nisbet-i kayyûmiyet” (sübûtî bir sıfat olan ‘Kıyam’ın mahlûkatla alakası) bir an kesilse, kâinat mahvolur.
Aynı zamanda bu Kayyûm Zât, hiçbir şeye benzemez. Zira Kur’an-ı Azîmüşşan ferman eder:
• لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
• Meali (Şûrâ Suresi, 42:11): “…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Kâinatı bir saray gibi idare eden, yıldızların icadını zerreler kadar kolay yaratan, hadsiz işleri bir anda yapan, her şeyi birden işitip her şeye birden cevap veren bir Zât’ın; elbette misli, nazîri (benzeri), şerîki (ortağı), zıddı ve niddi (dengi) olması muhaldir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihât (benzetmeler), O’nun Zât’ını değil, şuûnât-ı kudsiyesini (kutsal işleyişini) akla yaklaştırmak içindir.
2. Dalâlet Fırkalarının Reddi (İsbat-ı Kayyûm):
İnsanlardan bir kısmı, bu Kayyûm Zât’ı ve O’nun eserlerini yanlış tasavvur ederek dalâlete düşmüşlerdir. Birinci Şua, üç ana dalâlet fikrini reddeder:
• a) Tabiatperestlik (Natüralizm): Eserleri “tabiat”a isnad edenler. Risale, tabiatın kendisinin bir fâil (iş yapan) değil, bir “san’at-ı İlahiyye” (İlahi sanat) olduğunu isbat eder. Tabiat;
• Bir kitaptır, kâtip (yazar) olamaz.
• Bir nakıştır, nakkaş olamaz.
• Bir kanundur, kudret (güç) olamaz.
• Bir mistardır (cetveldir), masdar (kaynak) olamaz.
• Münfaildir (edilgendir), fâil (etken) olamaz.
• Bir nizamdır, nâzım (düzenleyici) olamaz.
• b) Maddiyyun (Materyalizm): Hâdiseleri “madde” ve “zerreler”in (atomların) hareketlerine isnad edenler. Bu, bir tek İlah’ı kabul etmemek için, zerreler adedince nihayetsiz ilahları kabul etmektir. Câmid (cansız), kör, şuursuz zerrelerin; her şeyi gören, bilen, idare eden bir Zât’ın fiillerini yapması, “echeliyetin nihayetsiz derecesi” yani cehaletin son noktasıdır. Zerreler, Kayyûm-u Zülcelâl’in emriyle hareket eden muntazam bir ordudur.
• c) Esîrperestlik: Hâdiselerin kaynağını “esîr” maddesine verenler. Esîr, zerrelerden daha latîf (ince) olsa da, neticede o da şuursuz, camid, edilgen bir maddedir. Her şeyi idare eden sonsuz ilim ve kudreti bu maddeye vermek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.
Ana Delil: Bir arının icadı gibi en cüz’î (küçük) bir fiil dahi, o arının bütün kâinatla olan münasebetini bilmeyi ve idare etmeyi gerektirir. Bu ise, ancak bütün kâinatın Hâlık’ı (Yaratıcısı) olan Zât’ın fiili olabilir.
İkinci Şua: Kayyûmiyet’in Tecellîsinin İki Mes’elesi
Bu Şua, Kayyûm isminin tezahürünün ihtişamını ve mahlûkatın yaratılış hikmetlerini izah eder.
Birinci Mes’ele: Semâvât ve Zerrâttaki Kıyam (Ayakta Duruş)
Kayyûmiyet’in azametini gösteren ayetlerden biri, Âyetü’l-Kürsî’dir:
• اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ…
• Meali (Bakara Suresi, 2:255): “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur…”
“Siz de O’na döndürüleceksiniz.” ayetinin (Yâsîn 36:83) manasını tefsir eden bu Şua’da, Arz’dan milyonlarca defa büyük yıldızların ve kürelerin, fezâ-yı gayr-ı mütenâhîde (sonsuz uzayda) direksiz durmaları, İsm-i Kayyûm’un cilvesiyledir. Eğer o nisbet-i kayyûmiyet bir an kesilse, hepsi dağılır, ademe (yokluğa) dökülürler.
Aynı sır, en büyükten en küçüğe caridir. Bir zîhayatın (canlının) cesedindeki zerreler dahi, unsurların sel gibi akışına rağmen, muntazam bir tabur gibi yerlerini muhafaza ederler. Bu, Kayyûm isminin sırrıdır.
İkinci Mes’ele: Eşyanın Hikmet-i Vücudu (Varlık Sebebi)
Mahlûkat neden yaratılır, kısa bir süre görünüp kaybolur? Bu mes’ele, Üstad Hazretleri’nin tefekkür seyahatindeki üç mühim merhaleyi (aşamayı) tasvir eder:
• Birinci Merhale (Zîşuurlara Bakan Gaye): Her şey, manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanîdir. Umum zîşuurlara (şuur sahiplerine) manasını ifade ettikten sonra, lafzı (sureti) kaybolur.
• İkinci Merhale (Sâni’e Bakan Gaye): Mahlûkattaki ince sanatlar, sadece insanların ve diğer zîşuurun nazarına (bakışına) göre değildir. Zira onların nazarı mahduddur (sınırlıdır). En mühim gaye, “Zât-ı Kayyûm-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.” Sâni’, kendi sanatını kendisi temâşâ eder.
• Üçüncü Merhale (Sırr-ı Kayyûmiyet ve Faaliyet): Fakat bu sanatlar da sabit durmuyor; “gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül ediyor.” Bu “faaliyet-i daime”nin (devamlı faaliyetin) hikmeti nedir? Bu, mezkûr iki hikmetten daha azîm bir hikmeti, yani “sırr-ı kayyûmiyeti” gösterir.
Bu üçüncü nokta, Üçüncü Şua’da izah edilecektir. Varlık, ayakta durmak için bir istinad noktasına (dayanak noktasına) muhtaçtır. Bu nokta, Kayyûm-u Zülcelâl’dir. Ayet-i kerimede bu hakikate şöyle işaret edilir:
• …اَللّٰهُ الَّذ۪ى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا…
• Meali (Ra’d Suresi, 13:2): “…Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükselten…”
Ve her şeyin merci ve müntehâsı (son durağı) O’dur:
• …وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ…
• Meali (Hûd Suresi, 11:123): “…İşlerin hepsi, sonunda O’na döner…”
Üçüncü ve Dördüncü Şualar: Faaliyet-i Daimenin Hikmetleri
Bu iki Şua, İkinci Şua’nın sonunda ulaşılan “Neden kâinatta durmayan bir faaliyet ve hallâkıyet (yaratıcılık) var?” sualinin cevabıdır. Bu faaliyet, Kayyûm isminin bir gereğidir.
1. Faaliyetin Sebebi: Kâinat bir misafirhanedir; durmadan dolar, boşalır. Kalem-i kaza ve kader, Arz’ı “yazar bozar tahtası” gibi kullanır. Bu faaliyetin üç mühim şubesi (dalı) vardır:
Birinci Şube (Üçüncü Şua): Faaliyet ve Lezzet-i Mukaddese
“Faaliyet ayn-ı lezzettir.” Her kabiliyet sahibi, faaliyetle inkişaf etmekten (gelişmekten) lezzet alır. Madem Hayy-u Kayyûm olan Zât’ın ezelî hayatından neş’et eden (kaynaklanan) hadsiz bir muhabbet ve merhamet kâinatta görünüyor; elbette o Hayat-ı Akdes’te (En Kutsal Hayat’ta), tabirde hata olmasın, bir “aşk-ı lahûtî”, bir “muhabbet-i kudsiye”, bir “lezzet-i mukaddese” gibi şuûnât-ı kudsiye (kutsal işler, Zât’ın muktezâları) vardır ki, bu hadsiz faaliyeti iktiza eder (gerektirir).
İkinci Şube (Üçüncü Şua): Esma-i İlahiyyenin Tecellî İsteği
Her cemal (güzellik) sahibi, cemalini görmek ve göstermek ister. Her hüner sahibi, hünerini teşhir etmek ister. Elbette Cemîl-i Mutlak (Mutlak Güzel) olan Zât-ı Kayyûm, binbir Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) sonsuz cemallerini ve hakikatlerini görmek ve göstermek ister. Kâinat ve mevcudat, bu Esmâ’nın âyineleri, levhaları ve sahifeleridir. Bu isimler dâimî ve bâkî oldukları için, cilvelerini gösterecek âyineleri mütemadiyen (sürekli) tazelendirirler, değiştirirler.
Üçüncü Şube (Dördüncü Şua): Şuûnât-ı Rubûbiyetin (Terbiye Ediciliğin Gerekleri) Tecellîsi
Bu Şua, bu faaliyetin “netice”sine, yani mahlûkatı memnun etmekten, onlara haklarını vermekten, sanatını teşhir etmekten gelen kudsî manalara bakar:
• Misal 1 (Rahmet ve Kerem): Âlicenap bir zâtın, fakirleri bir gemide mükemmel ziyafetlerle gezdirip onların memnuniyetiyle mesrur olması gibi; Zât-ı Hayy-u Kayyûm da, Arz sefinesine bindirdiği hadsiz mahlûkatını rızıklandırmaktan ve onların teşekküratından gelen, tabirine me’zun olmadığımız bir “memnuniyet-i mukaddese” hisseder.
• Misal 2 (San’atkârlık): Mahir bir sanatkârın, yaptığı plâksız fonoğrafın (insan zihni ve hafızası gibi) istediği gibi çalışmasından “iftihar-ı kudsî” duyması gibi; Sâni’-i Hakîm de, kâinatı ve içindeki hadsiz mu’cizeleri (insan kafasındaki hârika makineler gibi) mükemmel işleterek, Zât’ına mahsus bir iftihar-ı kudsî ile faaliyetini devam ettirir.
• Misal 3 (Adalet ve Hikmet): Âdil bir hükümdarın, ihkak-ı hak (hakkı yerine getirmek) ile lezzet alması gibi; Adl-i Âdil olan Zât da, mahlûkata “hukuk-u hayat” (hayat hakları) vermekle, zaîfleri kavîlerden himaye etmekle ve mahkeme-i kübrâda adaleti tam tecellî ettirmekle gelen ulvî şuûnâtı sebebiyle bu faaliyeti devam ettirir.
Bu daimî faaliyetin bir remzi (işareti) şu ayettir:
• …كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ى شَاْنٍ
• Meali (Rahmân Suresi, 55:29): “…O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.”
Mühim Suale Cevap: Faaliyet, Tegayyürü (Değişmeyi) Gerektirir mi?
Ehl-i dalâlet der: “Kâinatı değiştiren, kendisi de değişmelidir.”
Elcevap: Hâşâ! Yerdeki âyinelerin değişmesi, gökteki Güneş’in değiştiğini değil, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Tegayyür (değişim); hudûstan (sonradan olmaktan), noksanlıktan, ihtiyaçtan ve maddîlikten gelir. Zât-ı Akdes ise Kadîm’dir, Kemal-i Mutlak’tadır, Maddeden Mücerred’dir ve Vâcib-ül Vücud’dur. O’nda tagayyür muhaldir.
Beşinci Şua: Kayyûmiyet’in İnsandaki Tecellîsi ve Sırr-ı Beka
Bu Şua, İsm-i Kayyûm’un kâinattaki “vâhidiyet” (bütüncül) tecellîsinden, insandaki “ehadiyet” (birebir, odaklanmış) tecellîsine geçer ve bahsi haşre (dirilişe) bağlar.
Birinci Mes’ele (Hülâsat-ül Hülâsa):
Bu, Altı İsm-i A’zam’ın (Kayyûm, Hayy, Ferd, Hakem, Adl, Kuddûs) kâinatı nasıl birbiri içinde kuşattığını gösteren muazzam bir özettir. Kayyûm’un ayakta tuttuğu kâinatı; Hayy hayatlandırır, Ferd birlik damgasını vurur, Hakem hikmetle düzenler, Adl mizanla (ölçüyle) tartar ve Kuddûs temizleyip güzelleştirir.
İkinci Mes’ele: İnsan ve Sırr-ı Kayyûmiyet
Bu, nüktenin zirvesidir. Nasıl kâinat sırr-ı kayyûmiyetle kaim ise, “insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur.” Zira kâinatın ekser hikmetleri, gayeleri insana bakıyor; güya insandaki cilve-i kayyûmiyet, kâinata bir direktir.
Zât-ı Hayy-u Kayyûm, kâinatı insan için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, “câmiiyet-i tâmme” (tam kapsamlılık) ile bütün Esmâ-i İlâhiyeyi anlar ve zevk eder.
İnsanın Mühim Üç Vazifesi:
İnsanın bu merkezî ehemmiyetinin sebebi üç büyük vazifesidir:
• Liste ve Tanzim Edici Olmak: Kâinattaki bütün nimetler, insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim edilmiştir. İnsan, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine bir “liste” hükmündedir.
• Muhatab, Dellâl ve Şâkir Olmak: İnsan, câmiiyeti haysiyetiyle, Allah’ın hitabatına en mükemmel muhataptır. Sanatlarını takdir eden en yüksek sesli “dellâl” (ilan edici) ve bütün nimetlerine en şuurlu şükredendir.
• Âyinedarlık (Aynalık) Etmek: İnsan, Zât-ı Hayy-u Kayyûm’a, sıfatlarına ve şuûnâtına üç vecihle âyinedarlık eder:
• Birinci Vecih: Kendi acz-i mutlakı ile O’nun Kudret-i Mutlakasını; fakr-ı mutlakı ile O’nun Rahmet-i Mutlakasını; noksan sıfatları ile O’nun kemal sıfatlarını gösteren bir “mikyas” (ölçü) olur.
• İkinci Vecih: Kendi cüz’î iradesi, ilmi ve kudretiyle; O’nun Küllî İradesini, Muhît (kuşatıcı) İlmini ve Sonsuz Kudretini, kâinat büyüklüğünde anlar.
• Üçüncü Vecih: Kendi mahiyetiyle; hem Esmâ’nın bütün nakışlarını gösteren bir “fihriste” olur, hem de kendi hayatı, sem’ (işitme), basar (görme) ve sevmek, memnun olmak gibi hisleriyle, Zât-ı Akdes’in Hayat, Sem’, Basar sıfatlarına ve O’nun kudsiyetine lâyık şuûnâtına âyinedarlık eder.
Netice: Kayyûmiyet ve Beka (Haşir)
Madem insan, fıtraten (yaratılıştan) “Cemal-i Bâkî”ye (Sonsuz Güzelliğe) müştak ve muhib (âşık) yaratılmıştır.
Ve madem “bâkî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.”
Ve madem fena (yok oluş), muhabbeti adavete (düşmanlığa) çevirir (İnsan eli yetişmediği şeye düşman olur; kâfirlerin Allah’a adaveti bu sırdandır).
Ve madem Mahbûb-u Hakikî (Gerçek Sevgili), kendini insana sevdiriyor ve insanın da O’nu sevmesini istiyor.
Elbette ve herhalde: O Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştâkı (özlem duyan aynası) olan insanı, ebedî bir firak (ayrılık) ile kendine düşman ve küskün yapmayacaktır. İnsanı, alâküllihal (her durumda) bir “dâr-ı bekâ”ya (sonsuzluk yurduna) alacak ve bir “hayat-ı bâkiye”ye mazhar edecektir.
Bu cihan şümul hakikati en ekmel surette gösteren ve yaşayan ise, İnsan-ı Ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Hülâsa
İsm-i Kayyûm, sadece yıldızları direksiz durduran bir “kozmik güç” değil, aynı zamanda varlığın temel direği, faaliyetin sebebi ve insan ruhunun bekaya olan iştiyakının yegâne cevabıdır. Kâinatın ayakta durması O’nunla olduğu gibi, kâinatın yaratılış gayesinin tahakkuku (gerçekleşmesi) ve manasının isbatı da, O’nun Kayyûmiyeti ile insanın bekaya mazhar edilmesine bağlıdır.
Cenâb-ı Hak, bu derin hakikatleri hakkıyla fehmetmeyi (anlamayı) nasip eylesin. Âmin.
Dağdaki Gölge, Şehirdeki Sirayet: Yüz Yıllık Maskelerin Düşüşü
Bir devleti ayakta tutan iki temel direk vardır: Biri zahirî (dış) kudreti, diğeri dahilî (iç) adaletidir. Tarih, kalelerin daima dışarıdan gelen hücumlardan ziyade, içeriden kemiren kurtlarla yıkıldığına şahittir. Bir bünyeyi en tehlikeli hâle getiren, görünen yara değil, kanı zehirleyen gizli iltihaptır. Türkiye’nin yakın dönemdeki güvenlik mücadelesi, bu kadim hikmetin âdeta canlı bir tasviri niteliğindedir.
İçişleri Bakanlığı’nın Süleyman Soylu devrindeki faaliyetleri, nazarını (bakışını) ve kudretini evveliyetle “dağdaki eşkıya”ya çevirmişti. Bu, devletin bekâsı için ertelenemez bir zaruretti. Zira düşman, namlusunu millete doğrultmuşken, “içerideki” nisbeten küçük sızlanmalara kulak asmak, harp esnasında gürültüden şikâyet etmeye benzerdi. O dönem, devletin kılıcının keskin yüzü dağları hedef aldı ve elde edilen neticeler, o kararlılığın bir meyvesi olarak bugün önümüzde durmaktadır. Bu mücadele, zahirî düşmanın tesirsiz hâle getirilmesi için elzemdi.
Lâkin, bir bahçıvanın bahçenin etrafındaki çitleri onarırken, bahçenin aslını (köklerini) saran ayrık otlarını ihmal etmesi gibi, dikkatler dağlara çevriliyken, şehirlerin damarlarında farklı bir zehir dolaşmaya devam etti. Bu zehir, “içerideki eşkıya” idi.
Ali Yerlikaya’nın bakanlık vazifesine gelmesiyle birlikte, devletin projektörleri bu defa dağların zirvesinden şehirlerin en karanlık dehlizlerine, plazaların ışıltılı koridorlarına ve bürokrasinin girift yollarına çevrildi. Ve o an, “yüz yıllık kanalizasyon” patladı.
Ortaya çıkan manzara, ibret vericidir. Görüldü ki, dağdaki eşkıyanın silahı kadar, belki ondan daha tehlikelisi, şehirdeki eşkıyanın kalemi, imzası ve nüfuzuydu. Bu kirli yapı; rüşvet çarkları, yolsuzluk ağları, casusluk faaliyetleri, spordaki şike ve bahis baronları, milletin malına musallat olan arsızlar ve en tehlikelisi, dış mihraklarla işbirliği yapan “yerli” görünümlü hainlerden müteşekkildi.
Şahitlik ettiğimiz bu süreç, acı bir hakikati yüzümüze vurdu: Dağdaki eşkıya, aslında şehirdeki bu kirli düzenden besleniyordu. Kanalizasyonun patlamasıyla anlaşıldı ki, terörün sadece dağda gezeni değil, kravat takanı, makam işgal edeni ve hatta “muteber” addedileni de vardı. Şehirden akan bu irin, dağı besliyor; dağdaki tehdit ise şehirdeki bu kirliliğin üzerini örtmek için bir bahane, bir sis perdesi vazifesi görüyordu.
“Yüz yıllık maskelerin düşmesi” tabiri, meselenin basit bir suçla mücadele olmadığını, tarihî bir hesaplaşma olduğunu gösterir. Bu, suyun yüzeyindeki köpüğü almak değil, bataklığın esasını (kökünü) kurutma mücadelesidir. “Kellerin ortaya çıkması”, artık hiçbir şeyin eskisi gibi saklanamayacağını, o sahte ve parlak maskelerin altındaki çıplak hakikatin ifşa olduğunu ilan etmektedir. Büyüyen ve bahçeyi saran o ayrık otlarının, hangi zehirli tohumları barındırdığı artık gün yüzü gibi aşikârdır.
Netice olarak, bir devlet için zahirî düşmanı mağlup etmek bir zaferdir; ancak dahilî fesadı ortadan kaldırmak, o devletin yeniden doğuşudur. Dağdaki eşkıyanın sesi kesilebilir, ancak şehirdeki eşkıyanın kurduğu düzen (nizam) çökertilmezse, o dağlar yeniden ses verir. Bugün yaşananlar, acı verici bir temizlenme, sancılı bir arınmadır. Zira patlayan kanalizasyonun etrafa saçtığı kirlilik ne kadar ağır olsa da, o borunun patlaması, temiz suyun akacağı yeni bir yolun açılması için bir mecburiyettir. Asıl ibret; görünen düşmandan ziyade, dost görünen haini, içerideki çürümeyi fark edebilmektedir. 🖋️ Makalenin Özeti
Bu makale, Türkiye’nin yakın dönem iç güvenlik stratejilerini iki farklı dönem üzerinden analiz etmektedir.
Süleyman Soylu dönemi, önceliği “dağdaki eşkıya”ya (zahirî terör) vererek bu tehdidin bertaraf edilmesine odaklanmıştır.
Ali Yerlikaya dönemi ise, dikkatleri “içerideki eşkıya”ya (organize suç, yolsuzluk, rüşvet ve dış bağlantılı yapılar) çevirmiştir.
Makale, “yüz yıllık kanalizasyonun patlaması” metaforu üzerinden, içerideki kirliliğin ve suç ağlarının, aslında dağdaki terörü besleyen asıl kaynak olduğunu savunmaktadır. Şehirlerdeki bu dahilî çürümenin, dağdaki tehditten daha tehlikeli hâle geldiği ve son dönemdeki operasyonların bu “yüz yıllık maskeleri” düşürerek bir arınma sürecini başlattığı tasvir edilmektedir.
Makalenin ana fikri, bir devletin gerçek gücünün, zahirî düşmanları yenmekten ziyade, dahilî fesadı ve çürümeyi ortadan kaldırma kabiliyetinde yattığıdır.
Bazı milletler vardır ki, düşmanını bile tanımaz.
Kendisine pranga vuran eli, dost zanneder.
Kendini ezenin çizmesini medeniyet sayar.
İşte o vakit akıl sürgüne, vicdan ise zindana düşer.
Bir asırdır bu milletin bağrına saplanan hançer, yalnız dışarıdan değil, içeriden de kanatmaktadır.
Bombalar gökten değil, zihinden yağmaktadır.
Kimin dost, kimin düşman olduğu birbirine karışmıştır.
Celladına meftun olmak — belki de budur:
Seni sömüreni savunmak, seni vuranı alkışlamak, seni inkâr edeni “özgürlük kahramanı” diye anmak.
Bir zamanlar ecdadının kanını dökenlerin torunları, bugün “medeniyetin bekçileri” kisvesiyle arz-ı endam ediyor.
Onların işlediği cinayetleri, onların ağzından dinleyen bir nesil var karşımızda.
Kendi tarihine, kendi kahramanına yüz çeviren; katilini “aydın”, mazlumunu “zalim” ilan eden bir şaşkınlık hâli…
İşte celladına âşık olmak, işte bu aklî zelzeledir.
Oysa Dersim hâlâ konuşuluyor; belgeler konuşuyor, tanıklar susmuyor.
Ama birileri, “unutalım, kapatalım, konuşmayalım” diyor.
Unutturmak isteyenlerin maksadı bellidir:
Unutulan mazlumiyet, bir daha yaşanır.
Unutulan ihanet, yeniden hortlar.
Bütün bu hâller, sadece tarihî bir körlük değil, aynı zamanda manevî bir hastalıktır.
Zira insan, hakikate sırt döndükçe yalanı gerçek zannetmeye başlar.
Birilerinin kini, bir başkasının gözünü kör eder.
Kimi Şah İsmail hatırasıyla yanar, kimi Yavuz’un gölgesinden hınç duyar.
Ama ne yazık ki her iki taraf da aynı oyunun piyonudur.
Kimi celladına yaranmak için kendi kardeşine taş atar,
kimi efendisinin menfaati için milletini karalar.
Ve bütün bu hengâmede, hakikat susar.
Susar; çünkü kalabalıklar artık duymak istemez.
Çünkü kandırılan, kandırıldığını kabullenmek istemez.
Evet, celladına âşık olmak, bir milletin en büyük felaketidir.
Çünkü bu hâl, düşmanı dost, ihaneti fazilet, esareti özgürlük zannettirir.
Sonunda kılıcı bileyen cellat değil, kendi ellerimiz olur.
Hülâsa (Özet)
• Celladına âşık olmak, mazlumun zalimi sevmesi, kendini ezenin himayesinde kurtuluş aramasıdır.
• Bu hâl, sadece siyasî değil, aynı zamanda zihnî ve manevî bir esaret hâlidir.
• Tarihte yaşanan olaylar (Dersim gibi) belgelerle ortadadır; buna rağmen yapanın unutturulmak istenmesi ve birde ona yamanılması büyük bir şuur kaybıdır.
• Dış düşman kadar, içerdeki gaflet de tehlikelidir.
• Asıl kurtuluş; geçmişle yüzleşmek, hakikati eğmeden, bükmeden kabullenmektir.
• Millet celladına değil, kendi özüne, kendi hakikatine meftun olmalıdır.
Nar (نار) ve Nur (نور) Arasındaki Fark: Zıtlık (Tezat)
Bu ikili, varoluşun iki zıt kutbunu temsil eder: Biri yakıcılık ve yokluk, diğeri aydınlatıcılık ve varlıktır.
**Nar (Ateş):**
* **Lügat Manası:** Ateş, alev.
* **Istılahî (Terminolojik) Manası:** Kelam ve tefsir ilminde “Nar,” genellikle Allah’ın *gazap* ve *celal* sıfatlarının bir tecellisi olarak *Cehennem* ve *azap* manasında kullanılır.
* **Mecazî Manası:** Tasavvufta ve edebiyatta, *nefsin* yakıcı hırsları, *şehvet*, *kibir* (enaniyet) ve *dünyevi tutkular* için de “nar” tabiri kullanılır. Aynı zamanda *pişmanlığın* yakıcı ateşini de ifade edebilir.
* **Mahiyeti:** Nar’ın temel vasfı *yakmak*, *yok etmek* ve *ıstırap* vermektir. Zulmetin (karanlığın) ve kaosun bir sembolüdür.
**Nur (Işık):**
* **Lügat Manası:** Işık, aydınlık.
* **Istılahî (Terminolojik) Manası:** Nur, Allah’ın “en-Nûr” ism-i şerifinin bir tecellisidir. O, *hidayetin*, *ilmin*, *marifetin* (Allah’ı bilme) ve *imanın* kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim, “Nur” olarak vasfedilir (Maide, 15); Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Sirâc-ı Münîr” (Nûr saçan kandil) olarak anılır.
* **Mecazî Manası:** Akıl, basiret, ilham ve *hayatın* kendisidir. Varlığın hakikatini gösteren bilgidir.
* **Mahiyeti:** Nur’un temel vasfı *aydınlatmak*, *göstermek*, *hayat vermek* ve *huzur* bahşetmektir. Varlığın ve hidayetin sembolüdür.
**Özetle Fark:** Nar, celalin ve azabın; Nur ise cemalin ve rahmetin tecellisidir. Nar karanlıktır (kendi ışığı olsa da etrafını aydınlatmaz, yakar), Nur ise aydınlıktır.
—
### 2. Aşk (عشق) ve Muhabbet (محبة) Arasındaki Fark: Derece (Mertebe)
Bu ikili, Nar ve Nur gibi keskin bir zıtlık taşımaz. Bilakis, Aşk, Muhabbet’in en ileri, en şiddetli ve *ifrat* (aşırı) mertebesidir. Biri sevginin temeli, diğeri zirvesidir.
**Muhabbet (Sevgi, Dostluk):**
* **Lügat Manası:** Sevgi, sevmek, dostluk, bağlılık. Kökü “Hubb”dur.
* **Istılahî Manası:** Muhabbet, *şuurlu* bir sevgidir. Akla, *marifete* (bilgiye) ve *ihtiyara* (iradeye) dayanır. Bir şeyin veya bir zatın güzelliğini, kemalini veya ondan görülen iyiliği (ihsanı) idrak etmekle kalpte doğan *mutedil* (dengeli) ve *devamlı* bir meyil ve bağlılıktır.
* **Mahiyeti:** Muhabbet’te *şefkat*, *saygı*, *sadakat* ve *huzur* vardır. *Allah’a muhabbet*, O’nun emirlerine uymayı, O’nu tanımayı ve O’nun rızasını aramayı ihtiva eder. Geniş ve sakin bir nehir gibidir.
**Aşk (Şiddetli Sevgi, Tutku):**
* **Lügat Manası:** Lügatte “aşaka” (سارماشق) kelimesinden geldiği rivayet edilir. Sarmaşık, ağacı nasıl sarar, onun suyunu emer, onu kurutur ve benliğini yok ederse, Aşk da âşık’a aynısını yapar.
* **Istılahî Manası:** Aşk, sevginin *ifrat* mertebesi, yani *taşkın* ve *kontrol edilemeyen* halidir. Muhabbet’in aksine, Aşk genellikle *aklı* ve *iradeyi* devre dışı bırakır.
* **Mahiyeti:** Aşk’ta *heyecan*, *ıstırap*, *kendinden geçme* (vecd) ve *maşukta fani olma* (yok olma) arzusu vardır. Âşık, maşuktan başka her şeyi unutur (masiva). Bu yönüyle yakıcıdır; *âşık’ın enaniyetini* (egosunu) yakıp kül eder. Bu sebeple tasavvufta Aşk, mecazî (beşerî) dahi olsa, *Aşk-ı Hakikî’ye* (Allah Aşkı’na) bir köprü olarak görülmüştür. Aşk, *yakıcı bir ateş* gibidir.
**Özetle Fark:**
1. **Şuur:** Muhabbet *şuurlu* ve *mutedildir*. Aşk *şuursuz*, *taşkın* ve *ifrat* halindedir.
2. **Akıl:** Muhabbet akıl ile dosttur. Aşk, aklı *esir alır* veya *dışarıda bırakır*.
3. **Hal:** Muhabbet *huzur* ve *itminan* verir. Aşk ise *ıstırap*, *huzursuzluk* ve *daimi bir arayış* verir.
4. **İlişki:** Her aşkta muhabbet vardır ama her muhabbette aşk yoktur. Muhabbet temel, Aşk zirvedir.
### Nihai Cevap (Sentez)
Bu iki ikiliyi birleştirdiğimizde şu hikmetli bağlantıyı görebiliriz:
**Muhabbet, “Nur” gibidir:** Aydınlatır, yol gösterir, şuurludur, istikamet verir ve huzur bahşeder.
**Aşk ise “Nar” gibidir:** Yakıcıdır, iradeyi elden alır, âşık’ın benliğini eritir, ıstırap verir ama bu ateş (eğer Hakikî Aşk ise) *temizleyici* ve *yükseltici* bir ateştir.
Allah’ın Zâtı, “Vacibü’l-Vücud”dur. Yani O’nun varlığı zâtîdir, kendindendir; var olmak için başka hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun varlığı ezelî ve ebedîdir; yokluk (adem) O’nun Zâtı için muhaldir (imkânsızdır).
Bu açıdan bakıldığında, Allah ile “yokluk” arasında bir *muhtaçlık* veya *zıddiyet* irtibatı değil, bir *hâkimiyet* ve *fiil* irtibatı vardır.
* **Yokluk, Kudret’e Engel Değildir:** Allah için “yokluk”, varlığın zıddı olan bir “rakip” veya “engel” değildir. Yokluk, Cenâb-ı Hakk’ın Kudret-i Ezeliye’sinin tecellî edeceği, iradesinin hükmedeceği mutlak bir hiçlik sahasıdır.
* **İlim ve İrade İrtibatı:** Mahlukat, haricî (dış) vücud bulmadan evvel, Allah’ın İlm-i Ezelî’sinde (ezelî ilminde) takdir edilmiş planlar ve malumat halindedir. Buna “vücud-u ilmî” (ilmî varlık) denir. Cenâb-ı Hak, hikmetiyle bu ilmî varlıklardan dilediğine, dilediği zamanda “vücud-u haricî” (dış varlık) vermeyi *ihtiyar* (tercih) eder.
* **İrtibatın Adı: “İcad” (Yaratma):** Allah açısından yokluk ile varlık arasındaki irtibat, O’nun “İcad” fiilidir. Bu, “adem” (yokluk) karanlığından “vücud” (varlık) nuruna çıkarma fiilidir. Varlık (vücud) *hayr-ı mahz* (mutlak iyilik), yokluk (adem) ise *şerr-i mahz* (mutlak kötülük ve hiçlik) olarak kabul edilir. Allah’ın yaratması, daima hayrı ve varlığı tercih etmesidir.
Bu irtibatın en veciz tasviri, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur :
> **”O, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun buyruğu sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.”** (Yâsîn, 36:82)
Allah için bu geçiş, “Kün!” (Ol!) emri kadar kolaydır. İrtibat, mutlak Kudret’in mutlak İrade ile yokluğa hükmetmesidir.
### 2. Mahlukat (Mümkinü’l-Vücud) Açısından Varlık ve Yokluk
Mahlukatın tamamı “Mümkinü’l-Vücud”dur. Yani varlığı da yokluğu da zâtında mümkündür; varlığı kendinden değil, başkasındandır (Allah’tandır). Varlığı *hâdis* (sonradan olma) ve *ârızîdir* (geçicidir).
Bizim açımızdan “yokluk”, bir *geçmiş* ve bir *ihtimaldir*. İrtibatımız ise *mutlak muhtaçlık* (iftikar) ve *minnettarlıktır*.
* **Mutlak İftikar (Muhtaçlık) İrtibatı:** Mahlukat, var olmak için Vacibü’l-Vücud’a muhtaçtır. Sadece var olmak için değil, varlıkta *devam etmek* için de O’na muhtaçtır. Allah’ın “Kayyûm” isminin tecellîsi bir an kesilse, bütün kâinat tekrar yokluğa (ademe) düşer. Varlığımız, O’nun iradesine bağlı pamuk ipliği gibidir.
* **Yokluğun Dehşeti ve Varlığın Nimeti:** Mahlukat açısından yokluk, mutlak bir karanlık, hiçlik, unutuluş ve dehşettir. Varlık ise Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği en büyük nimet, en kıymetli sermayedir. Biz, yoklukta iken “anılan bir şey” dahi değildik.
Bu hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle hatırlatılır :
> **”İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmemiş midir?”** (İnsân, 76:1)
Bu ayet, bizim yoklukla olan irtibatımızın başlangıcını, yani yokluktan varlığa çıkarılışımızı tasvir eder.
### Risale-i Nur Perspektifinden İrtibatın Tahlili
Risale-i Nur Külliyatı, bu meseleyi “mümkinat” (mümkün olanlar, mahlukat) zaviyesinden derinlemesine izah eder. Mümkinatın varlığı ve yokluğu, zâtı açısından eşittir (mütesâvîdir). Yani, var olmaları için ne kadar sebep varsa, yoklukta kalmaları için de o kadar sebep vardır; kendi başlarına birini diğerine tercih edemezler.
Bu noktada “irtibat”ı kuran, bir “Mûcid” (Var edici) ve “Müreccıh” (Tercih edici) olan Allah’ın iradesidir.
Bediüzzaman Hazretleri bu irtibatı özetle şöyle izah eder:
> “Gelelim imkân bahsine.
Mütekellimîn demişler ki:
“İmkân, mütesâviyyü’t-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünkü, mümkinât birbirini icâd edip, teselsül edemez. Yahut, o onu, o da onu icâd edip, devir sûretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcibü’l-Vücud vardır ki, bunları icâd ediyor.”
>
> *(Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 626)*
Bu iktibastan anlaşıldığı üzere:
1. Mahlukatın yapısı, hem yokluğa (adem) hem varlığa (vücud) eşit mesafededir.
2. Ancak biz şu an *varız* (vücuddayız).
3. Varlığın yokluğa *tercih edilmesi*, zarurî olarak bir “Tercih Edici”yi (Allah’ı) isbat eder.
### Netice
Toparlayacak olursak:
1. **Allah açısından** varlık ile yokluk arasındaki irtibat; *İlim*, *İrade* ve *Kudret*’in tecellîsi olan “İcad” fiilidir. Yokluk, O’nun kudretine tâbi olan bir hiçliktir.
2. **Mahlukat açısından** varlık ile yokluk arasındaki irtibat; *mutlak iftikar* (muhtaçlık), *minnet* ve *şükürdür*. Varlık, yokluğun dehşetinden kurtuluş ve en büyük ilâhî ihsandır.
Varlık, yokluğa giydirilmiş, Sanatkâr’ını gösteren mucizevî bir sanat libasıdır.
Sözün Bittiği Yerde: Zulmün Gölgesinde Doğan İttihad-ı İslâm
Sözün bittiği yer, kalemin sustuğu, gözyaşının kelâm olduğu yerdir.
O yer; Gazze’nin, çocuk çığlıklarının, enkaz altında “Lâ ilâhe illallah” diyenlerin sesidir.
Artık dünyaya seslenmenin bir faydası kalmamıştır. Çünkü insanlık vicdanını değil, menfaatini dinlemektedir.
Yeryüzü bir kez daha Firavunların gölgesinde kalmıştır.
Firavun değişmiş, ama zulmün rengi değişmemiştir.
Musa’nın asası ise, bu defa ümmetin sabrına, metanetine ve duasına dönüşmüştür.
Bugün İsrail’in bombaları sadece Gazze’yi değil, insanlığın vicdanını da delik deşik etmektedir.
Lakin herkes bilmektedir ki bu zulüm sadece mazluma değil, zalime de ağır bir yük olur.
Çünkü zulüm; kendi sahibini kemiren bir yılandır.
Mazlumun ahı, arşa yükselir; zalimin saltanatı ise kendi yıkılışını hazırlar.
ABD’nin himayesi, Batı’nın sessizliği, Hristiyan âleminin rızasıyla işlenen bu vahşet; insanlık tarihine kara bir leke olarak kazınmıştır.
Artık kınama metinlerinin hükmü yoktur.
Artık diplomatik sözlerin, toplantıların, açıklamaların bir anlamı kalmamıştır.
Çünkü dünya, kınayan değil; zulme dur diyen bir ses beklemektedir.
İsrail, her defasında barışın elini tutar gibi yapıp, o eli kana bulamıştır.
Onun anladığı tek dil, kuvvettir.
Ve ne acıdır ki bu kuvvet, zulümle yoğrulmuş, nefretle beslenmiştir.
Fakat tarih şahittir ki, hiçbir zulüm ebedî olmamıştır.
Nemrut’un ateşini suya çeviren Kudret, Firavun’un ordusunu denizde boğan Adalet, elbette bu zulme de seyirci kalmayacaktır.
Çünkü Allah Sabûr’dur, ama Gafûr olduğu kadar Kahhâr’dır da.
İmtihan verir, mühlet tanır, fakat ihmal etmez.
Bugün İslâm dünyası dağınıktır, paramparçadır, menfaatin esiridir.
Lakin zulüm birleştiricidir.
Zulüm, dağınık gönülleri bir araya getiren gizli bir mıknatıstır.
Gazze’nin harabesinde, ümmetin dirilişi için yeni bir ruh doğmaktadır.
İttihad-ı İslâm artık bir tercih değil, bir mecburiyettir.
Zira tek tek vurulmak, birliğin mecburiyetini gösterir.
Eğer bu ümmet bir gün tekrar yekvücut olursa, o gün sadece mazlumlar değil, insanlık da kurtulacaktır.
Çünkü İslâm, sadece Müslümanların değil, insanlığın vicdanıdır.
Ve o vicdan tekrar konuşmaya başladığında, Firavunlar bir bir çökecek, Nemrutların ateşi tekrar suya dönecektir.
İşte o vakit söz yeniden başlayacak;
Ve kelâm, “Zulüm payidar olamaz!” hakikatini bir kez daha haykıracaktır.
Hülâsa (Özet):
Dünya, artık kınama ve cezaların hükmünü yitirdiği bir zamandadır.
ABD ve İsrail’in zulmü, insanlık vicdanını susturmuş, barışın maskesini düşürmüştür.
Gazze’de akan kan, İslâm dünyasının dağınıklığını bir araya getiren bir uyarıdır.
Zulüm, birliğin mayası hâline gelmiştir.
İttihad-ı İslâm, artık bir hayal değil; zarurî bir hakikattir.
Ve hakikatin sesi, Firavunların saltanatını mutlaka sona erdirecektir.
[Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi, hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi, hem Kur’anın sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir. İşte bu sözde “Dört Esas” vardır.]
BİRİNCİ ESAS:
Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:
Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciznüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymetdar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymetdar bir antika olmuştur.
Sonra o Hâkim, şu musanna’ ve murassa’ Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebi adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’… Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Âferin, bârekâllah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti.
Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna’ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…
İKİNCİ ESAS:
Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:
Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halîmdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ ESAS:
Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise, “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”
***********
Onikinci Söz’ün İzahı: Kur’an Hikmeti ile Felsefe Hikmetinin Müvazenesi
Onikinci Söz, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla beşeriyete bahşettiği “hikmet” ile, beşerî düşüncenin mahsulü olan ve vahiyden bağımsız (dinsiz) felsefenin ortaya koyduğu “hikmet” telakkisini müvazene eder. Metnin hemen başında zikredilen ayet-i kerime, bu bahsin temelini teşkil eder:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَث۪يرًا
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. “O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar.” – Bakara 2/269)
Bu ayet, hakikî hayrın ve kemâlin, Allah’ın verdiği “hikmet” ile mümkün olduğunu beyan eder. Onikinci Söz, bu hikmetin Kur’an’da olduğunu ve felsefenin bundan ne kadar uzak düştüğünü üç esas dâhilinde tasvir eder.
BİRİNCİ ESAS: Kâinata Nazar (Bakış) Farkı (Mana-yı Harfî vs. Mana-yı İsmî)
Birinci Esas, Kur’an’ın ve felsefenin şu “musanna’ kâinata” (sanatlı kâinata) nasıl baktığını bir hikâye-i temsiliye (temsilî hikâye) ile izah eder.
1. Temsilî Hikâye ve Muhtevası:
Temsilde, kıymetli cevherlerle (elmas, zümrüt, pırlanta vb.) süslenmiş, mu’ciznüma bir Kur’an vardır.
• Ecnebi Feylesof (Felsefeyi Temsil Eder): Bu zât, Arapça bilmediği (yani kâinatın manasını bilmediği) için, esere “münakkaş bir antika nazarıyla” bakar. O, sadece harflerin nakışları, cevherlerin kimyevî hâsiyetleri ve mühendisliği ile meşgul olur. Manaya hiç ilişmez.
• Müslüman Âlim (Kur’an’ı Temsil Eder): Bu zât ise eserin “Kitab-ı Mübin” olduğunu anlar. Zahirî tezyinattan ziyade, “nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından” bahseder, yani manaya odaklanır.
2. Temsilden Hakikate (Kâinata Bakış):
Bu temsildeki “müzeyyen Kur’an” bizzat “şu musanna’ kâinattır.”
• Felsefenin Nazarı (Mana-yı İsmî): Felsefe, kâinata “mana-yı ismî” ile bakar. Yani, “mevcudata mevcudat hesabına bakar.” Kendi başına var, kendi güzelliğiyle güzel kabul eder. Bu bakış, eserden müessire geçemez. Sadece “Ne güzeldir” der ve çirkinleştirir. Çünkü Sâni’ini (Sanatkârını) unuttuğu için kâinatı manasız, gayesiz bir varlık olarak tahkir etmiş (aşağılamış) olur.
• Kur’an’ın Nazarı (Mana-yı Harfî): Kur’an ise kâinata “mana-yı harfî” ile bakar. Yani, “onlara Sâni’ hesabına bakar.” Varlıkları, kendilerini değil, Yaratıcılarını gösteren birer delil, birer mektup olarak görür. “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Kâinatın hakikî güzelliğini bu bakış ortaya çıkarır.
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an-ı Kerim, mütemadiyen “mana-yı harfî” ile, yani tabiatı bir tefekkür ve ibret nazarıyla okumayı emreder. Felsefenin “mana-yı ismî” ile takılıp kaldığı yerde, Kur’an “oku” der:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!””
(Âl-i İmrân 3/190-191)
Bu ayetler, “müslüman âlimin” kâinat kitabını nasıl okuduğunun mükemmel bir tasviridir.
İKİNCİ ESAS: Hayat-ı Şahsiyeye Verdiği Terbiye (Şahsiyet Yapısı)
İkinci Esas, bu iki farklı hikmetin, insanın derûnî yapısına (şahsiyetine) nasıl tesir ettiğini müvazene eder.
1. Felsefe Tilmizinin (Öğrencisinin) Şahsiyeti:
• Zahiri Durum (Dış Görünüş): “Bir firavundur.” Mütemerrid (inatçı), muannid (direnen), cebbar (zorba) ve mağrurdur (gururlu).
• Derûnî Durum (İç Yapı): Bu firavunluk sahtedir. “Kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur.” (Dayanacak bir noktası olmadığından, özünde çok âcizdir).
• Neticesi: “Menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir.” (Zelil bir firavundur). “Bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.” Enaniyetine (egosuna) ve hevesatına (nefsî arzularına) köle olmuştur.
2. Kur’an Tilmizinin Şahsiyeti:
• Zahiri Durum: “Bir abd’dir” (kul). Mütevazidir, selim ve halîmdir (yumuşak huylu).
• Derûnî Durum: Bu kulluk, onu hakikî hürriyete ve izzete kavuşturur. O, “a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez… bir abd-i azizdir.” (Aziz, şerefli bir kuldur).
• Neticesi: “Fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir.” Ancak bu aczini ve fakrını bilmek, onu “Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir” (güçlüdür). O, menfaat için değil, “yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır.”
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an, felsefenin beslediği enaniyeti ve kibri reddederken, Kur’an tilmizinin şahsiyetini (kulluk, tevekkül ve fazilet) inşa eder:
• Felsefenin Kibrine Reddiye:
““Gurura kapılarak insanlara burun kıvırma, ortalıkta çalım satarak yürüme; unutma ki Allah gurura kapılıp kendini beğenen hiç kimseyi sevmez.””
(Lokmân 31/18)
• Kur’an Tilmizinin Kulluğu (Abdiyet):
“Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât 51/56)
• Kur’an Tilmizinin İstinad Noktası (Tevekkül):
“…(Yapacağın işler hakkında onlara danış,) kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
(Âl-i İmrân 3/159)
ÜÇÜNCÜ ESAS: Hayat-ı İçtimaiyeye Verdiği Terbiye (Cemiyet Hayatı)
Üçüncü Esas, bu iki hikmetin cemiyet hayatını (sosyal hayatı) nasıl tanzim ettiğini gösterir.
1. Felsefenin Cemiyet Modeli:
• Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): “Kuvvet” (Güç). Güçlü olan haklıdır.
• Hedef (Gaye): “Menfaat”. Herkes kendi çıkarını kollar.
• Düstur-u Hayat (Hayat Prensibi): “Cidal” (Çatışma, kavga). Hayat bir mücadeledir.
• Cemaatlerin Rabıtası (Bağı): “Unsuriyet, menfî milliyet” (Irkçılık, negatif milliyetçilik). Başkalarını yutmakla beslenir.
• Neticesi: “Tecavüz” (saldırganlık), “boğuşmak” ve “çarpışmak.” Beşerin saadeti (mutluluğu) selb olmuştur (kaybolmuştur).
2. Kur’an’ın Cemiyet Modeli:
• Nokta-i İstinad: “Hakk” (Hakikat, adalet). Kuvvet, hakka hizmetkâr olmalıdır.
• Hedef: “Fazilet ve Rıza-yı İlahî.” Menfaatin yerine fazilet ve Allah rızası hedeflenir.
• Düstur-u Hayat: “Düstur-u Teavün” (Yardımlaşma prensibi).
• Cemaatlerin Rabıtası: “Rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” (Din, meslek ve vatan bağları).
• Neticesi: “İttifak” (birlik), “tesanüd” (dayanışma) ve “uhuvvet” (kardeşlik). İnsanı kemalâta sevk ederek “saadet-i dareyn”i (iki cihan saadetini) temin eder.
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an’ın cemiyet nizamı, felsefenin “kuvvet, menfaat ve cidal” düsturlarını temelden yıkar; yerine “hakk, teavün ve uhuvvet”i tesis eder:
• Hakk’ın Kuvvete Üstünlüğü:
“Bilâkis biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!”
(Enbiyâ 21/18)
• Teavün (Yardımlaşma) Düsturu:
“…İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.”
(Mâide 5/2)
• Uhuvvet (Kardeşlik) Rabıtası:
“Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.”
(Hucurât 49/10)
Netice
Onikinci Söz, Kur’an’ın sunduğu hikmetin, kâinata “Sâni’ namına” bakmayı (mana-yı harfî); şahsiyete “Allah’a kul, mahlukata efendi” olmayı (abd-i aziz); cemiyete ise “hakk, fazilet ve teavün”ü (yardımlaşmayı) esas alan bir nizamı öğrettiğini isbat eder.
Buna mukabil, vahiyden kopuk felsefenin ise kâinata “madde namına” bakarak manayı öldürdüğünü (mana-yı ismî); şahsiyeti “enaniyetine köle, âciz bir firavun” (firavun-u zelil) haline getirdiğini; cemiyet hayatını ise “kuvvet, menfaat ve cidal” (çatışma) üzerine bina ederek beşeriyetin saadetini selb ettiğini (yok ettiğini) ortaya koyar.
DÖRDÜNCÜ ESAS:
Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.
İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur. O kayda göredir… İşte bu iki temsilin dûrbîniyle Kur’ana bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın…
Evet Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş.
Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:
حَدَّثَنى۪ قَلْبى۪ عَنْ رَبّ۪ى
Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir. İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur’an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.
Kur’andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur’anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’anın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen: Âyet-ül Kürsî ve âyet-i
gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak…
Hem başlarında
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ
veyahut
سَبَّحَ
ve
يُسَبِّحُ
bulunan surelerin başlarına dikkat et. Tâ, bu sırr-ı azîmin şuaını göresin. Hem
الٓمٓ
lerin ve
الٓرٰ
ların حٰمٓ
lerin fatihalarına bak; Kur’anın, Cenab-ı Hakk’ın yanında ehemmiyetini bilesin.
Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymetdar sırrını fehmettin ise; Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir veli, hiçbir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’anın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’cazının sırrını anlarsın. Hem Mi’racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ Semavata, tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e gidip,
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
olan Zât-ı Zülcelal ile münacat edip, tarfet-ül ayn’da yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi’rac dahi, bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi…
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen “Dördüncü Esas”, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın diğer bütün ilahî kelimat (ilhamlar, suhuflar ve diğer kütüb-ü mukaddese) üzerindeki müstesna makamını, “cihet-i ulviyeti”ni ve “cihet-i tefevvuku”nu (yücelik ve üstünlük yönünü) isbat etmeyi hedefleyen derin bir hikmet dersidir.
Bu esas, Kur’an’ın neden “Kelâmullah” ünvanını kemal-i liyakatle taşıdığını iki parlak temsil ve aklî isbatlarla izah eder.
1. Temsillerin İzahı: Küllî Hitap ve Cüz’î Mükâleme
Metinde zikredilen iki temsil, Kur’an (vahy) ile ilham arasındaki mahiyet farkını tasvir eder:
Birinci Temsil (Sultanın Hitabı):
Bu temsil, Cenâb-ı Hakk’ın konuşmasının iki farklı mertebesini ortaya koyar:
• Hususî ve Cüz’î Mükâleme: Bir sultanın, alelade bir vatandaşı (âdi bir raiyet) ile şahsî bir meselesi (cüz’î bir iş) hakkında, hususî bir vasıta (has bir telefon) ile konuşmasıdır. Bu konuşma, sultanın şahsî merhametini veya o anki cüz’î bir tasarrufunu gösterir; onun haşmetli saltanatını (saltanat-ı uzma) veya cihan şümul hakimiyetini (hâkimiyet-i âmme) yansıtmaz.
• Umumî ve Küllî Ferman: Sultanın, “hilafet-i kübra” ve “saltanat-ı uzma” ünvanıyla, bütün tebaasını ilgilendiren, haşmetini izhar eden, umumî kanunlarını (evamir) bir elçi vasıtasıyla neşretmesidir. Bu, cüz’î bir iltifat değil, küllî bir ferman ve haşmetli bir hitaptır.
İkinci Temsil (Güneşin Ziyası):
Bu temsil, ilahî feyzin alınışındaki iki farklı yolu tasvir eder:
• Âyinedeki Akis (Yansıma): Bir şahsın, elindeki küçük bir âyineyi (ayna) güneşe tutmasıdır. O âyine, ancak kendi kabiliyeti ve istiabı nisbetinde güneşten bir ışık alır (âyine miktarınca). Bu ışık, güneşin zatî ışığı değil, kayıt altına alınmış, mahdut (sınırlı) bir yansımasıdır (âsârı mahduddur).
• Pencerelerden Giren Ziya (Doğrudan Işık): Bir şahsın, evinin damından veya duvarından gökteki hakikî güneşe doğrudan geniş pencereler açmasıdır. Bu suretle, o haneye giren ışık, âyinenin kabiliyetine bağlı bir yansıma değil, bizzat güneşin “daimî ziyası”dır.
2. Temsillerin Hakikati: Kur’an ve İlham
Bu iki temsilin dürbünüyle bakıldığında, Kur’an-ı Kerim ile diğer ilhamat (evliya ilhamları, melek ilhamları vb.) arasındaki azîm fark ortaya çıkar:
• İlham ve Sair Kelimat: Bunlar, birinci temsildeki “hususî telefon mükâlemesi” ve ikinci temsildeki “âyinedeki akis” gibidir. Metinde ifade edildiği gibi, bunlar “has bir itibar ile”, “cüz’î bir ünvan” ve “hususî bir ismin cüz’î tecellisi” ile zahir olurlar.
• Bu sebepledir ki, ilhama mazhar olan bir veli, حَدَّثَنى۪ قَلْبى۪ عَنْ رَبّ۪ى (“Kalbim benim Rabbimden haber veriyor”) der. “Rabb-ül Âlemîn’den” (Âlemlerin Rabbinden) demez. Çünkü mazhar olduğu tecelli, kendi şahsî kabiliyetinin âyinesine ve Cenâb-ı Hakk’ın ona bakan hususî “Rab” ismine göredir; küllî ve cihan şümul değildir.
• Kur’an-ı Azîmüşşan: Kur’an ise, birinci temsildeki “saltanat-ı uzmanın fermanı” ve ikinci temsildeki “doğrudan güneşe açılan pencereler” gibidir. Kur’an’ın menşei (kaynağı) cüz’î ve hususî değildir. Metnin vurguladığı üzere Kur’an:
• “İsm-i A’zamdan” gelmiştir.
• “Her ismin a’zamlık mertebesinden” gelmiştir.
• “Bütün âlemlerin Rabbi (Rabb-ül Âlemîn) itibariyle” Allah’ın kelâmıdır.
• “Bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla” Allah’ın fermanıdır.
• “Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle” bir hitabdır.
• “Rububiyet-i mutlaka” ve “saltanat-ı âmme-i Sübhaniye” hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
Kur’an, muayyen bir şahsa, muayyen bir ismin tecellisi olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatın Rabbi olması sıfatıyla, bütün mevcudata yönelik küllî hitabıdır.
3. Ayet-i Kerimelerle Kur’an’ın Küllî Makamı
Metinde zikredilen (Ayet-el Kürsî, وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ ayeti vb.) ayetlerin yanı sıra, Kur’an’ın bu cihan şümul ve küllî makamını teyid eden pek çok ayet-i kerime mevcuttur.
a) Kur’an’ın Bütün Âlemlere Hitap Etmesi (Cihan Şümul Olması):
Kur’an, “Rabb-ül Âlemîn”den gelen bir hitap olduğu için, muhatabı da “âlemler”dir.
تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ
“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”
(Furkân Suresi, 1. Ayet / )
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ
“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yerin ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim…'”
(A’râf Suresi, 158. Ayet / TDV Meali’nden bir bölüm)
b) Kur’an’ın Menşei (Âlemlerin Rabbi):
Kur’an, bizzat “Âlemlerin Rabbi” tarafından indirildiğini, yani “saltanat-ı uzma” makamından geldiğini beyan eder.
وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ
“Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, Rûhu’l-emîn (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arapça bir dil ile senin kalbine indirmiştir.”
(Şuarâ Suresi, 192-195. Ayetler )
وَاِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’an’dır. Ona, ancak arındırılmış olanlar dokunabilir. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.”
(Vâkıa Suresi, 77-80. Ayetler )
c) Kur’an’ın Benzersizliği (İ’cazı):
Kur’an, “Rabb-ül Âlemîn”in küllî kelâmı olduğu için, bütün cüz’î kelâmlar (insanların ve cinlerin sözleri, ilhamlar) toplansa onun mertebesine erişemez.
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا
“De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine de yardımcı olsalar, yine onun benzerini getiremezler.'”
(İsrâ Suresi, 88. Ayet)
4. Dördüncü Esas’ın Işığında Anlaşılan Hikmetler
Bu esasın anlaşılmasıyla, metnin sonunda belirtilen şu mühim sırlar da anlaşılır:
• Vahy ve İlham Farkı: Vahy (Kur’an gibi) küllî, umumî ve “Rabb-ül Âlemîn” ünvanından gelir; bu sebeple ekseriyetle Cibril (as) gibi azîm bir elçi vasıtasıyladır. İlham ise cüz’î, hususî ve “Rab” (şahsî Rab) ünvanından gelir; bu yüzden ekseri vasıtasızdır (doğrudan kalbe gelir).
• Nübüvvet ve Velayet Farkı: Bir nebi (peygamber), “pencere” açan gibidir; ilahî kelâmın küllîsine ve “saltanat-ı uzma”nın fermanına muhataptır. Veli ise “âyine” sahibi gibidir; ne kadar parlak olursa olsun, feyzi kendi kabiliyeti nisbetindedir. Bu sebeple en büyük veli dahi, bir nebinin (vahyin küllî mazharı olan) derecesine yetişemez.
• Mi’rac’ın Lüzumu: Kur’an gibi cihan şümul bir fermanı ve “Rabb-ül Âlemîn” hitabını alacak olan Zât (Hz. Muhammed s.a.v.), sadece “âyine” veya “pencere” makamında kalamazdı. O elçinin, bizzat Sultan’ın (Cenâb-ı Hak) huzuruna çıkması, “saltanat-ı uzma” makamını müşahede etmesi ve o küllî hitabı “Tâ Kab-ı Kavseyn” makamında alması gerekmiştir. Mi’rac, bu küllî ubudiyetin ve mazhariyetin bir isbatıdır.
Hulâsa olarak bu “Dördüncü Esas”, Kur’an’ın sadece Allah’tan gelen bir kitap değil, Allah’ın “Bütün Âlemlerin Rabbi” sıfatıyla, “İsm-i A’zam” mertebesinden bütün kâinata hitap eden ezelî fermanı olduğunu; diğer ilhamat ve kelimatın ise o okyanustan kabiliyetlere göre dağıtılan cüz’î damlalar mesabesinde kaldığını kat’î bir surette izah ve isbat etmektedir.
Bir gün şu âyetleri okurken İblis’in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz: Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, şöyle bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde
اَفَلَا يَعْقِلُونَ
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
Birinci Nükte:
Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,
عَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا
Hazret-i Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev’-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş. Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki:
Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve o enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
İkinci Nükte:
Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes’elesinden anlaşılıyor.
İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.
İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’caz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
***********
Bu makam, Kur’an-ı Hakîm’in belâgatındaki bir i’caz (mucizelik) mertebesini ve onun dersinin umuma ve her vakte nasıl hitap ettiğini izah eden mühim bir esastır.
Konunun Geniş ve Detaylı İzahı: Cüz’î Hâdiselerdeki Küllî Düsturlar
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı, İblis’in ilkaatı (vesvesesi) olarak tasvir edilen bir şüpheye cevap verir. Bu şüphe, özetle, “Madem Kur’an cihan şümul bir hidayettir, neden bir inek kesmek (Bakara) veya meleklerin Âdem’e (a.s) secdesi gibi tekil, gaybî ve aklın doğrudan yol bulamayacağı cüz’î hâdiseleri ısrarla tekrar eder?” sualidir.
Cevap, Kur’an’ın bu hâdiseleri bir tarih kitabı gibi nakletmediği, bilakis her bir cüz’î hâdisenin arkasına “bir düstur-u küllî sakladığı” ve onları “bir kanun-u umumînin ucu” olarak gösterdiği hakikatidir.
1. Birinci Nükte: Hz. Âdem (a.s), Melaike ve İblis (İnsanın Kâinattaki Vazifesi)
Bu nükte, insanın hilafet (halifelik) sırrını ve onun kâinattaki yerini tasvir eder.
• Zâhirî (Görünen) Hâdise: Melaikenin Hz. Âdem’e (a.s) secde etmesi ve İblis’in tekebbür edip imtina etmesi.
• Derûnî ve Küllî Mâna: Bu hâdise, şahs-ı Âdem’den ziyade, “nev’-i beşerin” (insan türünün) kâinattaki vazifesini beyan eder.
• Talim-i Esma (İsimlerin Öğretilmesi): Bu, insanın hilafetinin isbatıdır. Sadece lügat bilgisi değil, metinde ifade edildiği gibi, insanın “câmiiyet-i istidad” (kabiliyetlerinin toplayıcılığı) cihetiyle kâinatın bütün enva’ına (türlerine) ait “ulûm” (ilimler) ve “fünun” (fenler) ile Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) “şuunat ve evsafına” (işlerine ve vasıflarına) dair “kesretli maarifi” (çoklu bilgileri) öğrenme kabiliyetidir. Bu kabiliyet, insanın “Emanet-i Kübra”yı (Büyük Emanet) yüklenmesinin sebebidir.
• Melaikenin Secdesi: Bu, kâinatın ekser “maddî enva’ları” (maddî türleri) ile o türlerin “manevî mümessilleri ve müekkelleri” olan melaikenin, nev’-i beşere “müsahhar” (boyun eğdirilmiş) ve onun istifadesine “müheyya” (hazır) olduğunu gösterir. Güneş, hava, su, toprak ve onlarda vazifeli manevî kuvvetler, insanın hayatını sürdürmesi ve vazifesini (halifelik) yapması için ona hizmetkârdır.
• Şeytan’ın İmtinaı (Sakınması): Bu, insanın kemalât (olgunluk) yolculuğundaki en büyük engeli tasvir eder. İnsanın istidatlarını bozan “mevadd-ı şerire” (şerli maddeler/unsurlar) ve onların mümessili olan “sekene-i habise” (kötü sakinler/varlıklar), insanın terakkisine düşmandır.
Kur’an, tek bir hâdise (Hz. Âdem’in kıssası) ile bütün bir insanlık tarihinin ve kâinatın derûnî yapısını (insan-kâinat-Allah münasebetini) izah eder.
• Konuyla Bağlantılı Ayetler :
• Talim-i Esma: (Bakara 2/31) “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söyleyenlerdenseniz, haydi bana şunların isimlerini bildirin’ dedi.”
• Secde Emri: (Bakara 2/34) “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblîs dışındakiler saygı ile eğilmişler; İblîs ise direnmiş, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.”
• Emanet-i Kübra: (Ahzâb 33/72) “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
• Müsahhar Kılınma: (Lokmân 31/20) “Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? …”
2. İkinci Nükte: Bakara (İnek) Kıssası (Fikrî Putların Kırılması)
Bu nükte, cüz’î bir emrin, nasıl köklü bir fikrî sapkınlığı tedavi ettiğini izah eder.
• Zâhirî Hâdise: Hz. Musa’nın (a.s) kavmine (Benî İsrail) bir inek (bakar) kesmelerini emretmesi.
• Derûnî ve Küllî Mâna: Metinde izah edildiği üzere, Mısır (Egypt) medeniyeti ziraata (felahat) dayalıydı ve ziraatın esası olan “bakar” (sığır, inek) ve “sevr” (öküz) o kadar mühimsenmişti ki, kudsiyet verilmiş, hatta “mabud derecesine” çıkarılmıştı.
• Bakarperestlik (İnekperestlik): Benî İsrail, Mısır’da bu terbiye ile neş’et ettiği (yetiştiği) için, onların “seciyelerine” (karakterlerine) bu mefkûre (ideoloji) işlemişti. Buzağıya tapmaları (İcl meselesi) bunun bir isbatıdır.
• Zebh (Kesme) Emri: Allah’ın bir inek kesilmesini emretmesi, sadece bir cinayeti aydınlatmak için değildi. Asıl maksat; onların kalplerine ve seciyelerine yerleşen o “bakarperestlik mefkûresini kesip öldürmek” idi. Mukaddes, ilâhî görülen bir şeyin, Allah’ın emriyle kesilebilen (zebh edilen) basit bir mahluk olduğunu göstermekti.
• Küllî Düstur: Bu hâdise, her devirde insanın mukaddesleştirdiği, Allah’a ortak koştuğu mecazî mabudları (para, makam, güç, ideoloji, tabiat kuvvetleri) kesip atması için bir düsturdur. Kur’an, bu cüz’î emirle, tevhidin (Allah’ı birlemenin) önündeki en büyük engel olan “fikrî şirki” tedavi etmenin yolunu gösterir.
• Konuyla Bağlantılı Ayetler :
• Emir: (Bakara 2/67) “Hani Mûsâ kavmine, ‘Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. Onlar da, ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ demişlerdi. Mûsâ, ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ demişti.”
• İcl (Buzağı) Meselesi: (Bakara 2/51) “Hani, Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz, onun ardından buzağıyı (tanrı) edindiniz. Sizler (böylece) zalim kimselersiniz.”
Hülâsa (Özet): Yirminci Söz, Kur’an’ın bir hâdiseyi zikrederken, o hâdisenin kabuğu altında cihan şümul bir hikmet çekirdeğini sunduğunu ispat eder. Hz. Âdem kıssası ile “insanın vazifesini”, Bakara kıssası ile “tevhidin önündeki engelleri” ders verir.
Bilimsel Ayetler (Âyât-ı Tekvîniyye) ve Günümüz/Gelecek Yansımaları
Kur’an’ın cüz’î hâdiselerden küllî kanunlara intikal etme metodunun bir başka ciheti de, kâinattaki “hâlât-ı tabiiye” (tabiî durumlar) olarak görünen cüz’î hâdiselerden, küllî “bilimsel kanunlara” işaret etmesidir.
Kur’an bir fen kitabı değildir; ancak o, Sâni-i Hakîm’in (Hikmet Sahibi Sanatkâr) kudretini ve ilmini göstermek için kâinat kitabından (âyât-ı tekvîniyye) sıkça bahseder. Bu işaretlerin günümüz ve gelecekteki yansımaları (tezahürleri) şöyledir:
1. Evrenin Genişlemesi (Vüs’at Bulması)
• Sure ve Ayet: Zâriyât Suresi, 51/47
• : وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.”
• Günümüz Yansıması: 20. asrın başında keşfedilen (Edwin Hubble’ın nazarı/gözlemi) evrenin genişlemesi (Big Bang/Büyük Patlama teorisinin temel direği), bu ayetle tam bir mutabakat içindedir. Ayetteki لَمُوسِعُونَ (lemûsi’ûn) tabiri, ism-i fail olup (genişleticiyiz), fiilin devam ettiğini (dinamik bir yapı) gösterir. Bu, statik (durağan) evren modelini reddeden bir tespittir.
• Gelecek Yansımaları: Bu “genişleme” mefhumu, günümüz kozmolojisinin en mühim meselesidir. “Karanlık enerji”nin (Dark Energy) bu genişlemeyi nasıl hızlandırdığına dair araştırmalar, evrenin gelecekteki akıbeti (Büyük Yırtılma, Büyük Donma vb.) hakkındaki teorilerin temelini oluşturur. Ayet, kâinatın “olmuş bitmiş” değil, “olmakta olan” bir yapı olduğunu belirterek gelecekteki keşiflere bir uç göstermektedir.
2. Hayatın Sudan Yaratılması (Suyun Hayatî Esas Olması)
• Sure ve Ayet: Enbiyâ Suresi, 21/30
• : …وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“… Biz, her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”
• Günümüz Yansıması: Biyoloji ve kimya ilimleri, suyun (H₂O) bilinen hayat (hayat) için elzem (vazgeçilmez) olduğunu ispat etmiştir. Hücre plazmasının, metabolik faaliyetlerin ve biyokimyasal reaksiyonların tamamı su temellidir. Susuz bir hayat formu tasavvur edilememektedir.
• Gelecek Yansımaları: Bu ayet, “Astro-biyoloji” ilminin temel düsturudur. Başka gezegenlerde hayat arayışında (mesela Mars’ta veya Jüpiter’in uydusu Europa’da), bilim insanlarının aradığı ilk ve en mühim şey “sıvı haldeki su”dur. Kur’an’ın “her canlı şey” diyerek koyduğu bu küllî kanun, cihan şümul hayat arayışının anahtarı olmuştur.
3. Gökyüzünün Korunmuş Tavan Olması (Atmosferin Kalkan Vazifesi)
• Sure ve Ayet: Enbiyâ Suresi, 21/32
• : وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفاً مَحْفُوظاًۚ وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise gökyüzünün âlemetlerine sırt çevirirler.”
• Günümüz Yansıması: Atmosferin (sema) sadece bir boşluk olmadığı, yeryüzünü (arz) “hıfzeden” (koruyan) bir “tavan” (sakf) olduğu tespiti muazzamdır. Atmosfer;
• Güneş’in zararlı ultraviyole (UV) ışınlarını (Ozon tabakası ile) filtreler.
• Kozmik ışınlara ve radyasyona karşı kalkan olur (Manyetosfer).
• Göktaşlarının (meteor) yeryüzüne ulaşmadan yanıp parçalanmasını sağlar.
• Hayat için lüzumlu sıcaklık ve basıncı muhafaza eder.
• Gelecek Yansımaları: Bu “korunmuş tavan”ın hassasiyeti (mesela ozon tabakasının delinmesi, sera gazı birikimi) günümüzün en büyük meselesi olan “iklim değişikliği” ve “küresel ısınma”nın merkezindedir. Ayrıca, uzay yolculuklarında ve başka gezegenlerde koloni kurma projelerinde (mesela Ay veya Mars), bu “korunmuş tavan”ın (atmosferin) yokluğunu telafi edecek suni hayat destek sistemleri kurmak, teknolojinin en büyük meydan okumasıdır.
4. Rüzgârların Aşılayıcılığı (Döllenme ve Yağmur)
• Sure ve Ayet: Hicr Suresi, 15/22
• : وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُۚ …
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik, gökten su indirip onunla sizin su ihtiyacınızı karşıladık…”
• Günümüz Yansıması: لَوَاقِحَ (levâkıh) kelimesi “aşılayıcılar, dölleyiciler” demektir. Modern bilim (Botanik ve Meteoroloji), rüzgârın iki temel “aşılama” vazifesini keşfetmiştir:
• Botanik: Bitkilerin çoğalması için polenlerin (tozlaşma) taşınması.
• Meteoroloji: Bulutların oluşumu için havadaki su buharını yoğunlaştıracak parçacıkları (toz, tuz vb.) taşıması ve bulutları “aşılayarak” yağmurun inmesini sağlaması. Ayetin hemen ardından “gökten su indirdik” denmesi bu ikinci mânâyı kuvvetle teyit eder.
• Gelecek Yansımaları: Bu “aşılama” prensibi, kuraklık ve çölleşme ile mücadelede kritik ehemmiyettedir. “Yapay yağmur” (bulut tohumlama) teknolojileri, esasen rüzgârın bu لَوَاقِح vazifesini taklit etme teşebbüsüdür. İklimin değişmesiyle ziraatın (tarımın) geleceği, bu rüzgâr ve yağmur tekrarlarının doğru anlaşılmasına ve idare edilmesine bağlıdır.
5. Demir (Hadîd) Unsurunun İnzâli (Gönderilmesi)
• Sure ve Ayet: Hadîd Suresi, 57/25
• : …وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ …
“…Peygamberleri … gönderdik. Kendilerinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…”
• Günümüz Yansıması: Ayette demir için “halaknâ” (yarattık) yerine “enzelnâ” (indirdik) tabirinin kullanılması son derece manidardır. Modern astrofizik, demir (Fe) gibi ağır elementlerin yeryüzünde (arz) oluşamayacağını ispat etmiştir. Bu elementler, dev yıldızların (Süpernova) patlamasıyla çekirdeklerinde sentezlenmiş ve milyarlarca yıl önce uzaya saçılarak, sonradan yoğunlaşan dünyamızın terkibine “indirilmiştir”.
• Gelecek Yansımaları: Demirin kâinattaki bu “indirilme” süreci, “yıldız nükleosentezi” ilminin esasıdır. Gelecekte, uzay madenciliği (space mining) projeleri, başka gezegen ve asteroidlerde bu “indirilmiş” kıymetli elementleri (sadece demir değil, altın, platin vb.) aramaya odaklanacaktır.
Netice
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’nda izah edilen metodoloji, Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizevî (mucizevî) üslubunu gösterir:
• Cüz’î bir ahlâkî kıssadan (Hz. Âdem), cihan şümul bir “insan felsefesi” (İnsanın Halifeliği ve Düşmanı) çıkarır.
• Cüz’î bir fıkhî emirden (Bakara), cihan şümul bir “tevhid dersi” (Fikrî Putları Kırmak) çıkarır.
• Kâinattaki cüz’î bir nazardan (Gökyüzü, Rüzgâr, Su), cihan şümul bir “bilimsel kanun” (Fizik, Biyoloji, Kozmoloji Kanunları) çıkarır.
Kur’an, bunu yaparak, hem 1400 yıl önceki bedevîye, hem de 21. asırdaki kozmoloğa, o küllî düsturun ucu olan cüz’î misal üzerinden hitap eder; her akla ve her asra dersini verir.
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes’eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”
Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’andan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i’caz-ı Kur’anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur’anın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor:
Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti’ ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri
{(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’an’a yakışır. İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.}
ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’an işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:
Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Za’f u acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal’in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor.
Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
ile şöyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: “Taleb-i Rü’yet” hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebatata menşe’ olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi’ için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar. Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü san’atı; kat’î, şübhesiz şehadet eder.
İşte şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymetdar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’anın letafet-i beyanına ve i’caz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.
Şu fıkra ile Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip oniki gözünden oniki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor: Ey Benî-İsrail! Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor.
Şu fıkra ile Tûr-i Sina’daki münacat-ı Museviyede (A.S.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-yı meşhureyi ihtar ile şöyle bir manayı ders veriyor ki: Ey Kavm-i Musa (A.S.)! Nasıl, Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rü’yet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?
Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.
İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennet’tendir.” Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder.
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda
{(Haşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan
kat’î delalet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.}
mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?
İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’cazını gör, Allah’a şükret.
Bu Nükte, Kur’an-ı Hakîm’in Bakara Sûresi 74. ayet-i kerimesi üzerinden, insanın kalb katılığını (kasavet-i kalb) ve buna mukabil, cansız zannedilen mevcudatın (burada taşların) Allah’ın emirlerine (evamir-i tekviniye) karşı nasıl mutlak bir itaat ve haşyet (korku) içinde olduğunu harika bir belâgat ile izah etmektedir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE’NİN GENİŞ VE DETAYLI TAHLİLİ
1. Giriş: Temel Mesele ve Kur’an’ın İrşad Metodu
Nükte’nin merkezinde yer alan ayet-i kerime şudur:
﴿ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً…﴾
Meali: “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 2/74)
Nükte, “müvesvis” (vesvese veren) bir zihnin sorusuyla başlar: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini… bahis ve beyanda ne mana var?”
Bu, modern pozitivist (tabiatperest) zihniyetin de temel bir yanılgısıdır. Tabiat hadiselerine “âdi” (sıradan) ve “tabiî” (kendi kendine olan) nazarıyla bakmak, onların ardındaki harikulâde sanatı, kudreti ve itaati görmeyi engeller.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Kur’an’ın “i’caz-ı mu’cizî” (mucizevî özlülük) ve “lütf-u irşad” (irşad etme nezaketi) ile hareket ettiğini belirtir. Kur’an, muhataplarının ekseriyetini teşkil eden “avam” (halk) tabakasına, derin ve küllî hakikatleri, onların “me’luf” (alıştıkları) ve “cüz’î” (parça) suretler ile gösterir. Taş örneği, bu metodun zirvesidir.
2. Nükte’de Tahlil Edilen Merkezi Kavramlar ve Müradifleri
a) Kasavet-i Kalb (Kalp Katılığı):
Ayetin ilk muhatabı olan Benî İsrail’in, sayısız mucizeye (Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı, denizin yarılması, kudret helvası vb.) şahit olduktan sonra tekrar isyana ve inkâra dönmelerini ifade eder. Kalbin, imana ve hidayete karşı hissizleşmesi, tesir kabul etmez hale gelmesidir. Bu, taştan daha şiddetli bir katılıktır; zira taş, emre itaat eder, bu kalp ise emre isyan eder.
b) Evamir-i Tekviniye (Yaratılış Emirleri) ve İtaat:
Nükte, taşların sertliğinin (camid, sağır) onların isyanını değil, vazifelerindeki sağlamlığını gösterdiğini belirtir. Taşlar, Allah’ın yaratılış kanunlarına (evamir-i tekviniye) karşı “muti'” (itaatkâr) ve “müsahhar” (boyun eğdirilmiş) durumdadır. İnsandan beklenen “evamir-i şer’iyye”ye (dinî emirlere) itaattir. Kur’an, tekvinî emirlere itaati göstererek, şer’î emirlere isyan eden insanı tenkit (zecreder) eder.
c) Haşyetullah (Allah Korkusu/Saygısı):
Nükte’de ve ayette geçen …يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ (Allah haşyetinden yuvarlanır) ifadesi, cansız mevcudatın dahi bir şuur seviyesine sahip olduğunu, ancak bu şuurun onların vazifeleri dairesinde olduğunu gösterir. Bu, bir “tesbih” ve “itaat” şuurudur. Taşın, “tecelliyat-ı celaliye” (Allah’ın celalinin tecellisi) karşısında parçalanması, onun bu celale olan fıtrî mukavemetsizliğidir.
3. Âyetin Üç Fıkrasının Derûnî (İç) Manaları ve Bağlantılı Ayetler
Nükte, ayetteki taşlara dair üç hali, üç büyük hakikate ve mucizeye bağlar:
1. “Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar” (…لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ)
• İzahı: Bu fıkra, Nil, Dicle, Fırat gibi azîm ırmakların dağların (yani taş kütlelerinin) içinden çıkmasına işaret eder. Müellif, bu devasa su kütlelerinin sebebinin sadece yağmur (maddî sebepler) olamayacağını, zira dağların birer havuz olsa bile bu kesretli akışa birkaç ay dayanamayacağını belirtir.
• Hakikat: Demek ki bu nehirler, âdi ve tesadüfî değil, “hazine-i gayb”dan (gayb hazinesinden) gelen birer “mu’cizat-ı kudret”tir. Taşlar, bu kudrete “hazinedarlık” etmektedir.
• Bağlantılı Ayetler (Rızık ve Sular):
• Zümer, 39/21: “Görmedin mi Allah’ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını? Sonra onunla değişik renklerde ürünler bitirir, sonra bu bitkiler gelişip olgunlaşır; ardından onun sarardığını görürsün, sonunda Allah onu kırılıp ufalanmış hale getirir. Kuşkusuz bunda akıl iz’an sahipleri için bir ders vardır.”
• Mülk, 67/30: “Bir de şunu sor: ‘Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir?'”
2. “Öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır” (…لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ)
• İzahı: Bu fıkra, açıkça Hz. Musa’nın (a.s.) mucizesine işaret eder. Kavmi susuz kaldığında, Allah’ın emriyle asâsını taşa vurmuş ve taştan on iki kaynak fışkırmıştır.
• Hakikat (Zecr/Tenkit): Nükte, “Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır… Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek (inat ederek) ağlamayıp, gözünüz cümud (donukluk) ve kalbiniz katılık ediyor?” diyerek Benî İsrail’in ve benzer durumdakilerin kalp katılığına dikkat çeker.
• Bağlantılı Ayet (Mucizenin Aslı):
• Bakara, 2/60: “Bir zamanlar Mûsâ kavmi için su istemiş, biz de ona, ‘Asânı taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırdı. Her topluluk kendi içeceği yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin için; yeryüzünde fitne fesat çıkarmayın’ (dedik).”
3. “Bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer” (…وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ)
• İzahı: Bu fıkra, “Taleb-i Rü’yet” (Allah’ı görme talebi) hadisesine işaret eder. Hz. Musa (a.s.), Tûr-i Sina’da Allah’ı görmek istediğinde, Allah’ın dağa tecellisi (tecelliye-i celaliye) ile dağ paramparça olmuş, taşlar etrafa dağılmıştır.
• Hakikat (Haşyetin Şiddeti): Taşlardan ibaret olan dağlar, Allah’ın celalinin tecellisine dayanamayıp ezilirken, ey Benî Âdem, siz nasıl oluyor da O’nun emirlerine karşı kalbinizi katı tutabiliyorsunuz?
• Bağlantılı Ayetler (Tecelli ve Haşyet):
• A’râf, 7/143: “Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, ‘Rabbim! Bana görün; sana bakayım’ dedi. Rabbi, ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü…”
• Haşr, 59/21: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
4. Konunun “Bilimsel Âyetler” ile Tevhidi Tahlili ve Özellikleri
Talebinizdeki “bilimsel ayetler” ifadesini, kâinat kitabının (tabiatın) ayetleri ve Kur’an ayetlerinin bu kâinattaki nizamı (düzeni) ifade edişi olarak ele alabiliriz. Nükte, tam da bu tevhidî bakış açısını (tevhid nazarı) sunmaktadır.
a) Jeoloji ve Hidroloji (Taşlar ve Sular – Zümer, Mülk Sûreleri):
• Nükte’nin İşareti: Taşların, yeryüzündeki suların cevelanına (dolaşımına) “hizmet” etmesi, çeşmelere “hazinedarlık” yapması.
• Bilimsel Tezahürü: Modern hidroloji (su bilimi) ve jeoloji (yer bilimi), tam da Nükte’de belirtilen bu hakikati tasvir eder. Yağmur sularının yer altına sızması (sızma), “akifer” denilen gözenekli taş tabakalarında (kumtaşı, çakıltaşı vb.) depolanması ve bu depolanan suların, basınçla veya yerçekimiyle kaynaklar (çeşmeler) halinde tekrar yeryüzüne çıkması (artezyen, kaynak), tam olarak taşın “hazinedarlık” ve “hizmetkârlık” vazifesidir.
• Ayetin Yönü (Zümer Sûresi): Zümer 21. ayet, bu döngüyü “Allah’ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını” (يَنَاب۪يعَ فِي الْاَرْضِ) ifade ederek, sebebi (yağmur) ve sonucu (kaynak) doğrudan Fâil’e (Allah’a) bağlar. Bilim, mekanizmayı (taşın gözenekliliği) inceler; Kur’an, o mekanizmayı çalıştıranı ve vazifelendireni bildirir.
b) Biyoloji (Taş ve Kökler – Abese Sûresi):
• Nükte’nin İşareti: “O derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat (engel) görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini (yayıldığını) Kur’an işaret ediyor.”
• Bilimsel Tezahürü: Bitki biyolojisi, “nazik” kök uçlarının, “sert” taşları ve kayaları nasıl deldiğini inceler. Kökler, hem mekanik basınç (büyüme gücü) hem de salgıladıkları asitlerle (kimyevî çözünme) en sert tabakaları dahi “şakkeder” (yarar). Bu, Nükte’de belirtildiği gibi, sert taşın, kendisinden çok daha zayıf ve latif olan köke itaat etmesi ve yol vermesidir. Bu, emr-i İlahî iledir.
• Ayetin Yönü (Abese Sûresi):
• Abese, 80/25-27: “Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı, iyiden iyiye yardık! Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler… bitirdik.”
• ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّا (“Sonra toprağı göz göz yardık”) ayeti, hem tohumun toprağı yarmasına hem de kökün yer altındaki tabakaları (taşları) yararak ilerlemesine harika bir işarettir.
c) Fizik ve Jeofizik (Dağların Parçalanması – A’râf, Haşr, Zilzâl Sûreleri):
• Nükte’nin İşareti: Dağların “tecelliyat-ı celaliye” ile parçalanması, “zelzele” veya “hâdisat-ı arziye” (yer olayları) suretinde taşların yuvarlanması.
• Bilimsel Tezahürü: Bilim buna “tektonik hareketler”, “fay hatları” (zelzele), “erozyon” veya “kütle çekimi” (taşın yuvarlanması) der. Nükte, bu fizikî kanunların ardındaki iradeyi ve haşyeti nazara verir. Dağın parçalanması bir fizik kuralıdır, ancak o kuralı koyan ve o anda “tecelli” eden, Kudret-i İlahî’dir. Tûr Dağı’ndaki hadise (A’râf 143) ise bu fizikî kanunların üstünde, doğrudan bir mucizevî tecellidir.
• Ayetin Yönü (Haşr Sûresi): Haşr 21. ayeti, bu fizikî hadiseyi manevî bir boyuta taşır. Kur’an’ın manevî ağırlığı ve azameti, bir dağın fizikî yapısının dayanamayacağı bir “haşyet” sebebidir. Bu, Nükte’deki “kasavetli kalbin” (katı kalbin), dağdan daha dayanıklı değil, daha hissiz ve itaatsiz olduğunu isbat eder.
5. Günümüz ve Gelecekteki Yansıma, Tezahür ve Gelişmeler
Bu Nükte ve ayet-i kerime, sadece Benî İsrail’e değil, modern ve gelecek nesillere de hitap etmektedir.
a) Günümüzdeki Yansımaları (Tezahürleri):
• Teknolojik Kasavet (Katılık): Modern insan, “taşa” hükmetme noktasında zirveye ulaşmıştır. Silikon (kum/taş) vadilerinde, taşın en rafine halinden “işlemciler” (CPU) yapmakta, yani taşa hesap yaptırmaktadır. Ancak Nükte’nin mantığıyla, o silikon çip, kendisine yüklenen emre (program koduna) mutlak itaat eder. İnsan ise, kendisini ve o taşı yaratanın emrine (Kur’an’a) karşı, kalbini katılaştırmakta, enaniyet (ego) göstermektedir. Bilgisi arttıkça, itaati azalmaktadır. Bu, modern “kasavet-i kalb”dir.
• Ekolojik İsyan: Nükte, taşların ve dağların “hazinedarlık” vazifesini ve tabiatın “muntazam” (düzenli) hizmetini anlatır. Günümüz insanı, “kasavetli” kalbi ve hırsıyla, bu hazineleri (su kaynakları, madenler, ormanlar) israf etmekte, tabiatın nizamını bozmaktadır. Bu, sadece bir çevre kirliliği değil, “evamir-i tekviniye”ye karşı bir isyan ve taşların hizmetkârlığına karşı bir nankörlüktür.
b) Gelecekteki Gelişmeler ve Perspektif:
• Tevhidî Bilim Anlayışının Zarureti: Gelecekte bilimin gelişmesi, Nükte’nin işaret ettiği hakikatleri daha da parlatacaktır. Jeoloji, yeraltı su rezervlerinin (akiferlerin) ne kadar mucizevî bir “hazinedarlık” olduğunu; biyoloji, bir kökün taşı delmesindeki kimyevî ve fizikî harikaları; astrofizik ise kâinattaki “celalî tecellilerin” (karadelikler, süpernovalar) azametini daha çok gösterecektir. Geleceğin hikmetli insanı, bu bilimsel verilere bakıp “âdi, tabiî” demek yerine, Nükte’nin dediği gibi “ne kadar muntazam, ne kadar muti'” diyerek Fâtır-ı Zülcelal’e secde edecektir.
• Yapay Zekâ ve İtaat: Geleceğin en mühim gelişmelerinden olan yapay zekâ, temelde “silikon”a (taşa) yüklenen emirlere dayanır. Bu teknolojiler, “itaat” konusunda kusursuzdurlar. İnsanlığın gelecekteki en büyük imtihanı şu zıtlık olacaktır: Kendi yaptığı “âdi” taşa dayalı makinelere itaat ettiren insan, kendisini “Ahsen-i Takvim”de (en güzel surette) yaratan Rabbine itaat edecek midir? Yoksa kalbi, programladığı taştan daha mı katı kalacaktır?
6. Hâtime (Sonuç)
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu Üçüncü Nükte, Kur’an-ı Hakîm’in, en âdi ve sıradan görülen bir mevcudu (taşı) eline alıp, onu nasıl kalp katılığına (kasavet-i kalb) karşı en keskin bir elmas kılıç gibi kullandığını göstermektedir. Taş; haşyetiyle, itaatiyle, fışkıran sularıyla, yarılan bağrıyla ve yuvarlanışıyla, insana ve Benî Âdem’e ders vermektedir.
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi kasavetten muhafaza eylesin ve bizleri, taşlar kadar dahi olsa, emirlerine muti’ olan kullarından eylesin.
Metnin sonunda yer alan duaya iştirak ederek bitirelim:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ اٰم۪ينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ
.
Yirminci Söz’ün İkinci Makamı
[Mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an]
Ondört sene evvel, (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirimde arabiyy-ül ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk’ın tevfikine itimaden ve Kur’anın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev’-i beşere hitab eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:
Birinci cihet:
Mu’cizat-ı Enbiya suretiyle…
İkinci kısım
şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
âyeti, pek çok envâra, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım
ise, mu’cizat-ı Enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz
************
Talebiniz üzere, Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas ettiğiniz “Yirminci Söz’ün İkinci Makamı”nda zikredilen “Kur’an’ın Mu’cizât-ı Enbiya (Aleyhimüsselâm) Yüzünde Parlayan İ’câzı” ve beşerî teknolojilere yaptığı işaretler mevzusunun, âyetler, müradifleri ve günümüzdeki tezahürleri…
Yirminci Söz İkinci Makam Işığında Kur’an-ı Kerim’in Bilimsel ve Teknolojik Gelişmelere İşaretleri…
Kur’an-ı Kerim’in “Kitab-ı Mübin” sıfatının bir cilvesi olarak, hem vahyedildiği asra hem de gelecekteki asırlara nasıl hitap ettiğini ve beşerî terakkiyatın (gelişmelerin) neticelerine nasıl işaret ettiğini izah etmeyi hedefler.
1. Ana İlke: Kitab-ı Mübin ve İhtiva Sanatı
Metnin temel dayanağı olan âyet-i kerime, her şeyin apaçık bir kitapta mevcut olduğunu beyan eder:
Âyet: “…Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Kitâb-ı Mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 )
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin izahına göre, “Kitab-ı Mübin” bir kavle göre Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ın “yaş ve kuru her şeyi” ihtiva etmesi, her şeyin aynen ve sarahaten (açıkça) içinde yazılı olması manasında değildir. Zira bu, Kur’an’ın hidayet maksadına ve belagatının icabına (iktiza-yı makama) uygun düşmez.
Bu ihtiva (kapsayıcılık) muhtelif derecelerde ve şekillerde tezahür eder:
• Çekirdekler ve Nüveler: Bazı hakikatler, gelecekte tam manasıyla açılacak birer çekirdek halinde bulunur.
• İcmaller (Özetler) ve Düsturlar: Geniş mevzular, özlü düsturlar veya icmaller suretinde ifade edilir.
• Alâmetler ve İşaretler: Açıkça zikredilmek yerine, kuvvetli alâmetler veya ince işaretlerle (remzen, işareten, ibhamen) o mevzulara nazar-ı dikkat celbedilir.
Beşeriyetin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevkiyi alacak olan “havarik-ı san’at” (sanat harikaları) ve “garaib-i fen” (fen gariplikleri) olan tayyare (uçak), elektrik, şimendifer (tren) ve telgraf gibi teknolojiler, Kur’an’ın cihan şümul (evrensel) hitabının haricinde kalamazdı. Metinde bu işaretlerin iki cihetle (yönle) yapıldığı belirtilir.
2. Kur’an’ın Teknolojik Gelişmelere İşaret Cihetleri
Metinde bu işaretler iki ana başlıkta toplanır. Biz tahlilimizde, metnin odaklandığı ikinci kısmı esas alacağız.
• Birinci Cihet: Peygamberlerin mucizeleri (Mu’cizât-ı Enbiya) suretiyle. (Misal: Hz. Süleyman’ın (a.s.) rüzgâra hükmetmesi tayyareye, Hz. İsa’nın (a.s.) ölüleri diriltmesi tıbbın terakkisine işaret eder.)
• İkinci Cihet: Bazı tarihî hadiseler veya doğrudan âyetlerin tabirleri suretiyle bu ikinci cihetten iki mühim misal zikredilmiştir: Şimendifer (Tren/Ulaşım Araçları) ve Elektrik.
3. Âyetlerin Tahlili ve Günümüzdeki Tezahürleri
Metinde zikredilen ve bilimsel/teknolojik gelişmelere işaret eden âyetleri teker teker ele alalım:
A. Ulaşım Teknolojileri (Şimendifer ve Ötesi)
Metinde işaret edilen âyet-i kerimeler şunlardır:
Âyetler: “Onlar için bir delil de, soylarını o dopdolu gemide (fülk-i meşhûn) taşımamızdır. Ve onlar için, bunun gibi (min mislihî) binecekleri başka şeyler yaratmamızdır.” (Yâsîn Suresi, 36:41-42 )
Tahlil ve Müradifleri:
• “el-Fülki’l-Meşhûn” (Dopdolu Gemi): Bu tabir, klasik tefsirlerde genellikle Hz. Nuh’un (a.s.) gemisine veya genel olarak deniz taşımacılığına bir işaret olarak anlaşılmıştır. “Meşhûn” (dopdolu), büyük bir kapasiteyi ve yükü ifade eder.
• “Ve Halaknâ Lehüm Min Mislihî Mâ Yerkebûn” (Ve Onlar İçin, Bunun Gibi Binecekleri Başka Şeyler Yaratmamızdır):
• “Min Mislihî” (Onun Gibi/Benzeri): Tahlilin kilit noktası bu ifadedir. Cenab-ı Hak, insanlara gemiye benzer başka binekler de yaratacağını haber vermektedir.
• Benzerlik Ciheti: Bu benzerlik nedir? Geminin (fülk) vasfı, çok sayıda insanı ve yükü bir yerden bir yere topluca nakletmesidir.
• “Mâ Yerkebûn” (Binecekleri Şeyler): Bu ifade, gelecekte icat edilecek ulaşım vasıtalarını kapsar.
Risale-i Nur’daki İşaret: Metindeki haşiyede (dipnotta) bu âyetin “şimendifer”e (tren) işaret ettiği belirtilir. Şimendifer, gemi gibi karada giden, vagonları birbirine bağlı, toplu halde insan ve eşya taşıyan bir “kara gemisi” hükmündedir.
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: “Min Mislihî” (onun benzeri) tabiri, sadece trenle sınırlı değildir. Gemiye benzeyen, yani toplu taşıma ve nakliye vasıtası olan her türlü teknolojiyi kapsar:
• Hava Taşımacılığı: Uçaklar (tayyareler), yüzlerce insanı ve tonlarca yükü taşıyan “hava gemileri”dir.
• Kara Taşımacılığı: Modern trenler, metrolar, otobüsler ve tırlar.
• Gelecek: Bu âyet, gelecekteki terakkiyatın da kapısını aralamaktadır.
• Hızlı Trenler: Manyetik levitasyon (Maglev) trenleri gibi sürtünmesiz, yüksek hızlı kara vasıtaları.
• Uzay Taşımacılığı: İnsanlığın başka gezegenlere veya uzay istasyonlarına toplu halde taşınmasını sağlayacak olan uzay gemileri, “el-fülki’l-meşhûn” tabirinin ve “min mislihî” işaretinin en ileri derecede bir tezahürü olmaya namzettir.
B. Enerji Teknolojisi (Elektrik ve Nur)
Metinde işaret edilen âyet-i kerime, meşhur “Nur Âyeti”dir:
Âyet: “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik (mişkât) gibidir. O lamba bir sırça (zücâce) içindedir; o sırça, sanki incimsi bir yıldızdır (kevkebün dürriyyün). Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı (neredeyse) kendisine ateş değmese bile ışık verecek (yekâdü zeytühâ yudîu velev lem temseshü nâr) mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur (nûrun alâ nûr). Allah, dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah, insanlara (işte böyle) misaller verir. Allah, her şeyi bilir.” (Nûr Suresi, 24:35 )
Tahlil ve Müradifleri:
Bu âyet, öncelikli olarak Allah’ın nurunu ve hidayetini anlatan derûnî bir temsildir. Ancak lafızları ve tasvirleri, harika bir fen olan elektriğe de kuvvetle işaret eder.
• “Mişkât” (Kandillik/Oyuk): Lambanın konulduğu yer. Modern fizikte ampulün takıldığı duya (soket) veya lambanın muhafazasına (aplik) işaret edebilir.
• “Zücâce” (Sırça/Cam): Lambanın içinde bulunduğu cam. Bu, doğrudan ampulün cam fanusunu tasvir eder.
• “Kevkebün Dürriyyün” (İnci Gibi Parlayan Yıldız): Camın içindeki o lambanın (akkor telin/filamanın) bir yıldız gibi parlaması.
• “Yekâdü Zeytühâ Yudîu velev Lem Temseshü Nâr” (Ateş Değmese Bile Yağı Neredeyse Işık Verir):
• Bu, elektriğe yapılan en kuvvetli işarettir. Elektrik enerjisi, klasik manada bir “ateş” (nâr) değildir. Bir yakıt (zeyt) gibi bir kaynaktan gelir (santral), ancak bu “yakıt” (enerji), bir “ateş” teması olmaksızın ışığa (enerjiye) dönüşür.
• Telgraf ve telefon tellerinde sesin ve yazının gitmesi de ateşe temas etmeden akan bir “nur” (enerji akımı) ile olur.
• “Nûrun alâ Nûr” (Nur Üstüne Nur): Metindeki haşiyede bu cümlenin “remzi ışıklandırdığı” belirtilir. Bu, elektriğin çok katmanlı yapısına işaret edebilir. Pozitif (+) ve negatif (-) kutupların bir araya gelmesiyle ışığın (nurun) meydana gelmesi veya bir enerjinin başka bir enerjiye (ışığa) dönüşmesi gibi.
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: Bu âyetin işareti, sadece Edison’un ampulü ile sınırlı değildir.
• İletişim Teknolojisi: Telgraf, telefon, radyo, televizyon ve internet; hepsi “ateş değmeden” akan bir enerji (elektromanyetik dalgalar) ile bilgi ve “nur” (görüntü/ses) taşır.
• Modern Aydınlatma: LED teknolojisi, çok az bir enerjiyle (neredeyse ateşsiz) yüksek verimlilikte ışık (“nûr üstüne nûr”) üretir.
• Veri İletimi: Fiber optik kablolar, bilginin cam (zücâce) içinde “ışık” (nur) hızında taşınmasıdır. Bu, âyetteki tasvire hayret verici derecede benzemektedir.
• Gelecek:
• Kablosuz Enerji: “Ateş değmeden” (velev lem temseshü nâr) enerjinin iletilmesi, kablosuz enerji transferi (WiTricity) teknolojilerine bir işaret olabilir.
• Kuantum Teknolojileri: Maddenin ve enerjinin (nurun) en derûnî seviyelerdeki davranışlarını inceleyen kuantum fiziği ve bu temelde geliştirilecek iletişim (teleportasyon) ve bilgisayar sistemleri.
• Saf Enerji: Maddenin doğrudan enerjiye dönüştürülmesi veya nükleer füzyon gibi “mübarek” ve yüksek verimli (ateşsiz yakıt misali) enerji kaynakları.
Netice
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen Yirminci Söz’ün İkinci Makamı, Kur’an-ı Kerim’in sadece bir hidayet kitabı değil, aynı zamanda “Kitab-ı Mübin” sıfatıyla, her asra hitap eden ve beşerî terakkiyatın (gelişmelerin) en mühim neticelerini dahi mu’cizevî bir surette içinde barındıran cihan şümul bir kelam olduğunu ispat etmektedir.
Kur’an, Yâsîn Suresi’nde “min mislihî” (onun benzeri) diyerek geleceğin toplu ulaşım vasıtalarına kapı açmış; Nûr Suresi’nde ise “ateş değmeden ışık veren” bir tasvirle elektriğe ve onunla çalışan iletişim ve enerji teknolojilerine remz etmiştir.
Bu işaretler, Kur’an’ın muhtevasının beşerî ilimlerin ve teknolojinin ilerlemesiyle daha da parlak bir şekilde anlaşıldığını ve onun Kelamullah olduğunun bir isbatı olduğunu göstermektedir.
Mukaddeme:
İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saatı en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate latif bir işarettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm).
Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:
Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden:
âyeti; “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesini beyan eden:
ilâ âhir… Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!” Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!” İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
************
Risale-i Nur Külliyatı’ndan (Yirminci Söz, İkinci Makam) alınan “Mukaddeme” metni merkezinde, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizat-ı enbiyâyı (peygamber mu’cizelerini) zikretmesinin hikmetleri, bu mu’cizelerin beşerin maddî ve ilmî terakkiyatına (gelişimine) nasıl ufuk açtığı, ilgili âyetler ve bu âyetlerin günümüz ve gelecekteki tezahürleri…
Kur’an-ı Hakîm’de Mu’cizât-ı Enbiyânın Maddî Terakkiyâta İşaretleri ve İlmî Ufukları
Giriş: Mu’cizenin İrşâd Vazifesi
İktibas edilen metnin tasvir ettiği üzere, Kur’an-ı Hakîm, enbiyâ-i izâmı (büyük peygamberleri) sadece cemaatlerin manevî terakkiyatı (ruhanî yükselişi) için birer “pişdar” (lider) ve “imam” olarak göndermemiştir. Aynı zamanda, onların mübarek ellerine tevdi edilen “hârikalar” yani mu’cizeler ile beşerin maddî terakkiyatı (bilimsel ve teknolojik ilerlemesi) cihetinde de birer “ustabaşı” ve “üstad” olarak tayin etmiştir.
Bu bakış açısı, Kur’an kıssalarını tarihî birer hikâye olmaktan çıkarıp, onları irşâdî (yol gösterici) mânalar ihtiva eden cihan şümul (evrensel) derslere dönüştürür. Mu’cize, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki “kavanin-i âdet” veya “Sünnetullah” dediğimiz tabiat kanunlarının bir anlık olarak, bir peygamberin elinde, o kanunların daha üst bir mertebesini veya farklı bir veçhesini göstermesidir. İktibasta belirtildiği gibi, Kur’an’ın bu hârikaları zikretmesi, “onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor” (hissettiriyor). Beşer, aklını ve gayretini kullanarak, o mu’cizenin tezahür ettiği o üst kanunu keşfetmeye sevk edilmektedir.
Bölüm 1: Maddî Kemalâtın Hedeflerini Çizen Mu’cizeler
Kur’an-ı Kerim, peygamber mu’cizelerini zikretmekle, “fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor” ve “en ileri gayatına parmak basıyor.” Beşerî ilim ve teknoloji, peygamberlerin mu’cize ile bir anda ulaştığı o hedefe, sebepler dairesinde çalışarak, kavanin-i rahmeti (ilahi rahmet kanunlarını) keşfederek asırlar sonra ulaşmaya gayret eder.
Bu hakikate binaen, pek çok san’at erbabı, kendi san’atlarının pîrî (kurucu üstadı) olarak bir peygamberi kabul etmiştir:
• Gemiciler ve Denizciler: Hazret-i Nuh’un (a.s.) mu’cizesi olan “sefine” (gemi), beşerî denizciliğin ve gemi inşa san’atının ilk ve en muazzam nüvesidir.
• Saatçılar ve Zaman Ölçümü: Hazret-i Yusuf’un (a.s.) mu’cizesi olan “saat”, zamanı taksim etme ve ölçme ilminin başlangıcına bir işarettir.
• Terziler ve Dokumacılar: Hazret-i İdris’in (a.s.) mu’cizesi, dikim ve giyim san’atının üstadı olduğuna bir remizdir.
Bölüm 2: Mu’cize Örnekleri, İlgili Âyetler ve İlmî Yansımaları
Konuyu, iktibastaki ve diğer âyetler ışığında, günümüz ve gelecekteki yansımalarıyla birlikte tahlil edelim:
1. Hazret-i Süleyman (a.s.) ve Hava Hâkimiyeti (Astrofizik ve Ulaşım)
İktibasta işaret edilen mu’cize, hava unsurunun (rüzgârın) Hz. Süleyman’a (a.s.) musahhar (emrine verilmiş) kılınmasıdır.
• İlgili Âyet (Sebe’ Sûresi):
Meali: “Süleyman’ın emrine de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı da onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık.” (Sebe’ 34/12)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Âyet, Hz. Süleyman’ın (a.s.) bir günde iki aylık mesafeyi (hem gidiş hem dönüş) havada kat’ettiğini beyan eder. Bu, ses hızını aşan muazzam bir sürate işarettir. Bu mu’cize, beşerin hava taşıtlarına (tayyare, jet) ve uzay teknolojisine olan kabiliyetinin “nihayet hedefi”ni çizmiştir. Metnin dediği gibi, Cenâb-ı Hak manen der: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
• Gelecekteki Yansımaları:
Günümüzdeki uçaklar bu hedefin ilk adımlarıdır. Âyetin işaret ettiği “en ileri gaye” ise, belki de atmosferin katmanlarını aşmak, rüzgâr ve enerji akımlarını bugünkü jet motorlarından çok daha verimli kullanarak cihan şümul seyahatler yapmak, hatta yerçekimine karşı koymanın (antigravite) veya plazma fiziğinin sırlarına ermektir.
2. Hazret-i Musa (a.s.) ve Su Çıkarma (Hidroloji ve Jeofizik)
İktibasta zikredilen ikinci misal, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı ile taştan su çıkarmasıdır.
• İlgili Âyet (Bakara Sûresi):
Meali: “Mûsâ, kavmi için su aradığında, ‘Asânla taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı. Her kabile kendi su alacağı yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin’ (dedik).” (Bakara 2/60)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Sert, kurak bir “taş” gibi görünen arzın (yeryüzünün) altında, “rahmet hazineleri” olan suların gizli olduğunu ve “basit âletlerle” (asâya işaretle) bunlara ulaşılabileceğini ders verir. Bu mu’cize, jeoloji (yer bilimi) ve hidroloji (su bilimi) ilimlerine işaret eder. Günümüzde beşerin “sondaj” (drilling) makineleri, jeofizik radar sistemleri ile yerin derûnî katmanlarındaki suları keşfetmesi ve artezyen kuyuları açması, bu mu’cizenin fennî bir taklididir.
• Gelecekteki Yansımaları:
Âyetin çizdiği “gayat-ı hudud” (son sınır), sadece su bulmak değil, belki de en çorak çöllerde dahi, basit ve enerji sarfiyatı az yöntemlerle (o “asâ” gibi) âb-ı hayatı (hayat suyunu) fışkırtabilen teknolojilerdir. Belki de suyun moleküler yapısını doğrudan havadan veya topraktan ayrıştırabilen (atmosferik su jeneratörleri) daha ileri teknolojilere remzetmektedir.
3. Hazret-i İsa (a.s.) ve Tıp İlmi (Biyoloji ve Genetik)
• İlgili Âyet (Âl-i İmrân Sûresi):
Meali: “Allah onu, İsrâiloğulları’na elçi kılacak (o da şöyle diyecek): ‘Size rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş olur. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için kesin bir delil vardır.'” (Âl-i İmrân 3/49)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Hz. İsa’nın (a.s.) “anadan doğma körü” (genetik veya doğumsal körlük) ve “alacalıyı” (cüzzam veya vitiligo gibi o dönemin çaresiz hastalıkları) iyileştirmesi ve “ölüleri diriltmesi” (bi-iznillah), tıp ilminin nihai hedeflerini göstermiştir. Günümüz tıbbı, kök hücre tedavileri, gen terapisi (CRISPR gibi), organ nakilleri ve körlüğü tedavi eden biyonik göz implantları ile bu mu’cizevî hedeflere doğru ilerlemektedir. CPR (kardiyopulmoner resüsitasyon) ile kalbi duran birini hayata döndürmek, o “ölüleri diriltme” fiilinin fennî bir gölgesidir.
• Gelecekteki Yansımaları:
Bu mu’cizenin “en ileri gayesi”, beşerin hayatın sırrına (DNA şifrelerine) tam vakıf olması, yaşlanmayı tersine çevirmesi (rejeneratif tıp), hastalıkları ortaya çıkmadan genetik seviyede tamir etmesi ve belki de “ölüm” olarak bilinen biyolojik duraksamanın sınırlarını zorlamasıdır.
4. Hazret-i Davud (a.s.) ve Metalurji (Malzeme Bilimi ve Savunma Sanayii)
• İlgili Âyet (Enbiyâ Sûresi):
Meali: “Sizi savaşta koruması için Dâvûd’a zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükrediyor musunuz?” (Enbiyâ 21/80)
• Müradifi Âyet (Sebe’ Sûresi):
Meali: “Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, örgüsünde ölçüyü tuttur’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim’ (diye vahyettik).” (Sebe’ 34/10-11)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Hz. Davud’a (a.s.) “demirin yumuşatılması” (sert metali işleme kabiliyeti) ve “zırh yapma sanatı”nın öğretilmesi, metalurji, malzeme bilimi ve savunma sanayiinin temelini teşkil eder. Bu mu’cize, demiri eritip şekil vermekten (dökümcülük) başlayarak, günümüzün çelik alaşımlarına, kompozit malzemelere, titanyum zırhlara ve kevlar gibi kurşun geçirmez yeleklere kadar uzanan bir terakkiyatın kapısını açmıştır.
• Gelecekteki Yansımaları:
Bu sahanın “nihayet hududu”, belki de nanoteknoloji ile atomik seviyede tasarlanmış “akıllı” malzemeler, darbe aldığında kendini onaran zırhlar veya ağırlığı olmayan ancak demirden kat kat güçlü materyaller üretmektir.
Bölüm 3: İlmî İşaretler İhtiva Eden Sûreler ve Hususiyetleri
Kur’an-ı Kerim, sadece mu’cizeler yoluyla değil, doğrudan kâinata (âfâka) nazar etmeyi (bakışı yönlendirmeyi) emreden âyetlerle de ilmî gelişmelere işaret eder:
• ez-Zâriyât Sûresi (Evrenin Genişlemesi):
Meali: “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.” (Zâriyât 51/47)
• Hususiyeti: “Mûsi’ûn” (genişletenleriz) tabiri, 20. yüzyılda keşfedilen evrenin genişlemesi (Hubble Yasası) hakikatine 14 asır evvel açıkça işaret etmesi cihetiyle hârikadır.
• el-Enbiyâ Sûresi (Evrenin Başlangıcı – ‘Big Bang’ ve Hayatın Kökü):
Meali: “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30)
• Hususiyeti: Âyet, iki temel ilmî hakikati beyan eder:
a. “Ratk” (bitişik) ve “Fatk” (ayırma) kelimeleri, evrenin bir “tekillik” (singularity) halinde iken büyük bir patlama ile ayrışmaya başladığına dair modern kozmolojik nazariyeye tam mutabakat gösterir.
b. “Her canlı şeyi sudan yarattığımızı” ifadesi, biyolojinin temel bir tespiti olan “su, hayatın esasıdır” (biyokimyasal reaksiyonların temel çözücüsüdür) kaidesine işaret eder.
• er-Rahmân Sûresi (Uzay Yolculuğu ve Güç ‘Sultân’ İhtiyacı):
Meali: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güç (sultân) ile çıkıp gidebilirsiniz.” (Rahmân 55/33)
• Hususiyeti: Bu âyet, bir meydan okumadır. Göğün ve yerin sınırlarını (atmosferi ve yerçekimini) aşmanın mümkün olduğunu, ancak bunun “Sultân” ile olabileceğini söyler. “Sultân” kelimesi, hem “delil, ilmî hüccet” hem de “ezici güç, enerji” manalarına gelir. Günümüzün uzay yolculukları, tam da bu “Sultân”a, yani muazzam bir itici güce (roket teknolojisi) ve derin bir ilmî birikime (fizik, matematik) dayanmaktadır.
• Yâsîn Sûresi (Astrofizik ve Yörüngeler):
Meali: “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir (düzenlemesidir).” (Yâsîn 36/38)
• Hususiyeti: “Li-müstekarrin lehâ” ifadesi, Güneş’in sadece (Dünya’ya göre) hareket ediyor görünmesi değil, bizzat kendisinin de bir “karar kılacağı yere” veya “belirlenmiş bir yörüngeye” (Galaksi merkezi etrafındaki yörüngesi ve ‘Solar Apex’ denilen istikameti) doğru aktığını ifade ederek, modern astronominin tespitlerine bir pencere açar.
Netice (Sonuç)
İktibas edilen Risale-i Nur metni, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizat-ı enbiyâ kıssalarına ne kadar derin ve çok cihetli bir mana yüklediğini göstermektedir. Bu mu’cizeler, sadece peygamberlerin sadakatine birer isbat ve hüccet değil, aynı zamanda beşeriyetin ilmî ve fennî terakkiyatının da “en nihayet hedefleri”ni tayin eden ilahî birer işarettir.
Kur’an, beşerin arkasına “dest-i teşviki” (teşvik elini) vurarak, Sünnetullah’ı (Allah’ın tabiata koyduğu kanunları) keşfetmeye ve peygamberlerin bir anda mazhar olduğu o hârikaların fennî taklitlerini yapmaya sevk etmektedir. Dolayısıyla, her ilmî keşif ve teknolojik terakki, Sünnetullah’ın bir perdesini daha aralamak ve o peygamber mu’cizelerinin işaret ettiği hedefe bir adım daha yanaşmaktır.
Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:
Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”
İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.” Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi tergib işareti var. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:
“Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki: Herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san’at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev’-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor…
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet:
قَالَ الَّذ۪ى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ
ilâ âhir… İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:
“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
هُوَ الَّذ۪ى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا ف۪ى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِه۪ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ
deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” İşte beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:
ilâ âhir… âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”
İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem
misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
************
Kur’an-ı Kerim’in peygamber mucizelerini zikretmesinin sadece tarihî bir kıssa anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda beşerin ilmî ve teknolojik terakkiyatının (gelişmelerinin) nihai hudutlarını nasıl çizdiğine ve bu sahalarda çalışmaya nasıl remzen (sembolik olarak) teşvik ettiğine dair…
Bu yaklaşım, Kur’an’ın i’câzının (mucizeviliğinin) bir cihetini teşkil eder; zira Kur’an, her asra hitap ettiği gibi, istikbaldeki (gelecekteki) fennî ve sınaî (bilimsel ve endüstriyel) gelişmelere de lisan-ı remz ile işaret ederek, beşerin “evamir-i tekviniyeye” (Allah’ın tabiat kanunlarına) ittiba ederek ulaşabileceği noktaları göstermektedir.
Giriş: Mucizat-ı Enbiya ve Fennî Terakkiyatın Münasebeti
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mucizelerini zikrederken, iki temel maksadı takip eder:
• Sarih (Açık) Maksat: Peygamberin nübüvvetini (peygamberliğini) isbat etmek ve muhataplarını imana davet etmektir.
• Remzî (Sembolik) Maksat: O mucizenin bir benzerini, Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara (evamir-i tekviniye) riayet ederek, yani ilim ve fen yoluyla yapmaya beşeri teşvik etmektir. Mucize, o sahadaki insanî terakkiyatın nihai hududunu çizer. Beşer, çalışmakla peygamberin mucizesine yetişemez; ancak o mucizenin gölgesinde ve onun işaret ettiği istikamette ilerleyerek, fen ve san’at harikalarına mazhar olabilir.
Bu hakikat, beş ana başlık altında tasvir edilmektedir:
1. Hz. İsa (a.s.) Mucizesi: Tıp İlminin Nihai Hudutları
Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın (a.s.) mucizelerinden bahsederken şöyle buyurur:
İlgili Ayet:
“(İsrailoğullarına bir elçi olarak gönderecek ve o şöyle diyecek:) ‘Ben size rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirir, Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimselerseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.'”
( Âl-i İmrân, 3/49)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet-i kerime, Hz. İsa’nın (a.s.) elindeki “tıbb-ı Rabbanîye” remzen tergib (teşvik) etmektedir.
• اَلْاَكْمَه (el-ekmeh): Anadan doğma kör.
• اَلْاَبْرَص (el-ebras): Alacalı (vitiligo veya cüzzam gibi müzmin ve o dönemde çaresiz kabul edilen deri hastalığı).
• اُحْيِى الْمَوْتٰى (uhyi’l-mevtâ): Ölüleri diriltirim.
Risale-i Nur’daki izaha göre, bu ayetin lisan-ı işareti şudur: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız (ümitsizliğe düşmeyiniz). Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri (Yansımaları):
• Müzmin Dertler (el-ekmeh ve’l-ebras): Ayet, “anadan doğma körlük” ve “alacalı” gibi genetik ve en zor hastalıkların bile tedavisinin mümkün olduğuna işaret eder.
• Günümüz: Gen tedavileri (CRISPR gibi), kök hücre çalışmaları ve rejeneratif (yenileyici) tıp, tam da bu ayetin işaret ettiği hududa doğru ilerlemektedir. Doğuştan gelen genetik hastalıkların ve bir zamanlar “çaresiz” denilen (kanser, cüzzam vb.) rahatsızlıkların tedavisi yolunda atılan adımlar, bu remzî teşvikin tezahürleridir.
• Ölüme Muvakkat Bir Hayat Rengi Vermek (uhyi’l-mevtâ):
• Günümüz: Mucizenin aslına (ölüyü tam diriltme) beşer yetişemez. Ancak “ölmüş gibi hastalar” tabiri, bugünkü tıbbın geldiği noktayı tasvir eder. Klinik olarak ölmüş (kalbi durmuş) birinin elektroşok veya kalp masajı ile hayata döndürülmesi, komadaki hastaların yıllar sonra uyanması, organ nakilleri ve yapay hayat destek üniteleri, “ölüme muvakkat bir hayat rengi vermek” tabirinin tam karşılığıdır.
• Gelecek: Kriyojenik (dondurma) teknolojisi ve yaşlanmayı durdurma (anti-aging) üzerine yapılan derin araştırmalar, beşerin bu ayetin çizdiği hududa ne kadar yaklaştığını göstermektedir.
2. Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.) Mucizeleri: Sanayi ve Maden İlmi
Kur’an-ı Kerim, bu iki peygambere verilen nimetleri şöyle zikreder:
İlgili Ayetler:
“Andolsun biz Dâvûd’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. “Ey dağlar! Kuşların da katılmasıyla onunla birlikte tesbih edin” dedik ve onun için demiri yumuşattık.”
(Sebe’, 34/10)
“Süleyman’ın emrine de sabahleyin bir aylık, akşamleyin bir aylık yol almakta olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Cinlerden de rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırd1ık.”
(Sebe’, 34/12)
Ayetlerin İşareti ve İzahı:
Bu ayetler, beşerî sanayinin temelini teşkil eden madenciliğe ve metalürjiye işaret eder.
• اَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ (elennâ lehu’l-hadîd): “Ona demiri yumuşattık.” Bu, “telyin-i hadîd” yani demiri ateşe ihtiyaç duymadan hamur gibi işleyebilme mucizesidir.
• اَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ (eselnâ lehu ayne’l-kıtr): “Erimiş bakır menbaını ona sel gibi akıttık.” Bu da “izabe-i nühas” yani bakırı eritme ve akışkan hale getirme ilmidir.
İktibas edilen metinde belirtildiği gibi, demirin yumuşatılması ve bakırın eritilmesi “bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir.” Cenab-ı Hak, bu ayetlerle manen der ki: “Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz (yani madenlerin yapısını, erime noktalarını, alaşım kanunlarını keşfetseniz), o hikmet ve o san’at size de verilebilir.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Telyin-i Hadîd (Demirin Yumuşatılması):
• Günümüz: Demir-çelik endüstrisi, yüksek fırınlar, metal şekillendirme (dövme, haddeleme), lazerle kesim ve modern mühendislik (gökdelenler, köprüler, gemiler), Hz. Davud’un (a.s.) mucizesinin fennî bir tezahürüdür.
• Gelecek: Nanoteknoloji ve malzeme bilimi. Maddenin atomik seviyede işlenmesi, metallere “hafıza” kazandırılması (şekil hafızalı alaşımlar) ve demirden çok daha mukavim (sağlam) ve hafif materyallerin üretilmesi, bu “yumuşatma” sanatının gelecekteki yansımalarıdır.
• İzabe-i Nühas (Bakırın Eritilmesi):
• Günümüz: Bakır, elektriğin iletiminde temel maddedir. Bütün elektronik sanayii (bilgisayarlar, telefonlar, devreler) bu “bakırın akıtılması” mucizesinin gölgesinde gelişmiştir.
• Gelecek: Süper-iletkenler ve yeni nesil enerji transfer sistemleri, bu ilmin daha ileri mertebeleridir.
3. Hz. Süleyman (a.s.) Mucizesi: Mekânlar Arası Nakil ve İletişim
Hz. Süleyman (a.s.) ile Belkıs kıssasında geçen şu hadise, modern iletişimin ve naklin sınırlarını çizer:
İlgili Ayet:
“Kitaptan ilmi olan kimse, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce, “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak için rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, şüphesiz rabbim zengindir, çok cömerttir” dedi.”
(Neml, 27/40)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet, “uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek (hazır etmek)” fiilinin mümkün olduğuna delalet eder.
• قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ (kable en yertedde ileyke tarfuke): “Gözünü açıp kapayıncaya kadar.” Bu tabir, ışık hızına veya “anında” nakle işarettir.
Risale-i Nur’daki izaha göre, bu hadise iki şeye işaret eder:
• Celb-i Suret ve Savt (Görüntü ve Sesin Nakli): “Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir.”
• Celb-i Ayn (Eşyanın Aynen Nakli): “Taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur.”
Cenab-ı Hak, bu ayetle manen beşere der ki: “Haydi göreyim sizi… rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.” Bu teşviki destekleyen şu ayeti de zikreder:
“Yeryüzünü sizin için kullanışlı hale getiren O’dur. Üzerinde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyip için; (ama unutmayın ki) dönüş yalnız Allah’adır.”
(Mülk, 67/15)
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Celb-i Suret ve Savt (Görüntü ve Ses):
• Günümüz: Radyo, televizyon, telefon, internet, canlı yayınlar ve video konferans (Zoom, Skype vb.) sistemleri, bu ayetin işaret ettiği “suret ve ses nakli” mucizesinin tam olarak fennî tezahürüdür. Bugün dünya, ayetin tabiriyle “her köşesindeki sesleri işittiren bir bahçe” hükmüne gelmiştir.
• Celb-i Ayn (Eşyanın Aynen Nakli):
• Gelecek: Bu, henüz beşerin tam olarak ulaşamadığı, mucizenin “aslına” daha yakın olan huduttur. “Işınlanma” (teleportasyon) olarak bilinen, bir eşyanın atomlarına ayrılıp başka bir yerde tekrar birleştirilmesi fikri, bu ayetin işaret ettiği nihai hedeftir. Kuantum dolanıklık üzerine yapılan çalışmalar, bu “anında” nakil fikrinin teorik temellerini araştırmaktadır.
4. Hz. Süleyman (a.s.) Mucizesi: Görünmez Varlıkların Teshiri (Emir Altına Alınması)
Hz. Süleyman’ın (a.s.) cinleri ve şeytanları emrinde çalıştırması, başka bir fennî hududa işaret eder:
İlgili Ayetler:
“Bina kuran, dalgıçlık yapan her şeytanı (cinleri) ve zincirlerle birbirine bağlanmış olan diğerlerini onun emrine verdik.”
(Sâd, 38/37-38)
“Şeytanlar (cinler) arasından da onun için dalgıçlık ve daha başka işler yapanlar vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.”
(Enbiyâ, 21/82)
Ayetlerin İşareti ve İzahı:
Bu ayetler, insandan sonra yeryüzünün en mühim zîşuur (şuur sahibi) sekenesi olan cinlerin ve şerir (kötü) ruhların teshir edilebileceğine (emir altına alınabileceğine) işaret eder.
• يَغُوصُونَ لَهُ (yegûsûne leh): “Onun için dalgıçlık yaparlar.” (Zor ve görünmez işleri yaparlar).
• مُقَرَّن۪ينَ فِى الْاَصْفَادِ (mukarranîne fi’l-esfâd): “Zincirlere vurulmuş olarak.” (Şerlerinin men’edilmesi).
İktibas edilen metin, bunun beşerdeki tezahürünü “ispirtizma” (ruh çağırma, medyumluk) gibi “fünun-u hafiyye” (gizli ilimler) olarak tasvir eder. Ancak çok mühim bir tenkit ve ikazda bulunur:
Kur’an’ın işareti; “bazan kendine emvat (ölüler) namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: Günümüzdeki “ispirtizma” ve benzeri ruh çağırma seansları, metnin tenkit ettiği “maskara olma” kısmına girmektedir.
• Gelecek/İdeal Tezahür: Ayetin işaret ettiği ideal nokta ise, bu görünmez kuvvetleri ve varlıkları (cinler, şeytanlar veya tabiatın gizli kuvvetleri) şerlerinden emin olarak “umûr-u nâfiada” (faydalı işlerde) istihdam etmektir. Bu, henüz beşerin tam manasıyla ulaşamadığı, belki de ancak yüksek bir maneviyat ve “tılsımat-ı Kur’aniye” (Kur’anî sırlar) ile ulaşılabilecek bir mertebedir. Maddî fenlerin bu sahaya tam nüfuz etmesi şimdilik görünmemektedir.
5. Ruhanilerin Temessülü ve Celbi: Manevî İletişim
Hz. Meryem’e Cebrail’in (a.s.) görünmesi hadisesi, ruhlarla temasın farklı bir cihetine işaret eder:
İlgili Ayet:
“Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.”
(Meryem, 19/17)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet, “temessül-ü ervaha” (ruhların cisimlenmesine) ve “celb-i ervah-ı tayyibe” (temiz ruhların celbedilmesine) işaret eder.
• فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا (fetemessele lehâ beşeren seviyyâ): “Ona düzgün bir insan şeklinde göründü.”
Bu, önceki maddedeki “ervah-ı habise”nin (kötü ruhların) aksine, ulvî ruhlarla temastır. İktibastaki izah, bunun “medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat (maskaralık, oyun) suretinde” olmaması gerektiğini vurgular. Bu, ruhlara “hürmetsizlik” olur.
Kur’an’ın işaret ettiği ideal seviye; “ciddî olarak ve ciddî bir maksad için… ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
Bu saha, tamamen manevî ve derûnî bir sahadır. Fennin ve teknolojinin alanı değildir. Bu, velayet (evliyalık) mertebelerinde yaşanan bir haldir. Ayetin teşviki, beşerin sadece maddî ilimlerde değil, manevî ilimlerde de terakki ederek ruhlar âlemiyle ulvî bir münasebet kurabileceğine dairdir.
Netice
Tahlil edilen bütün bu ayetler ve Risale-i Nur’dan iktibas edilen izahlar göstermektedir ki, Kur’an-ı Kerim peygamber mucizelerini zikretmekle:
• Beşerin ilim ve san’atta ulaşabileceği en ileri hudutları çizmiştir (Tıp, Metalürji, İletişim, Nakil, Gizli İlimler).
• Beşeri, Allah’ın “evamir-i tekviniyesi” olan tabiat kanunlarını keşfetmeye ve bu hudutlara doğru çalışmaya “remzen” ve “manen” teşvik etmiştir.
• Bu terakkiyatın (gelişmenin) gayesini de göstermiştir: Tıpta şifa bulmak, sanayide kuvvet kazanmak, iletişimde adaleti tesis etmek ve maneviyatta ulvîleşmektir.
Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mu’cizelerine dair
âyetler delalet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?
Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً ٭ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm’a, kuşlar enva’ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet madem hakikattır. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilasına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir.
İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder. İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlukatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zâtın namına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız…
Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti’ birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin,
hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.
*************
Risale-i Nur Külliyatı’ndaki bu mühim parça, Hazret-i Davud (a.s.) ve Hazret-i Süleyman (a.s.)’ın mu’cizelerini, sadece geçmişte vuku bulmuş harikulade hadiseler olarak değil, aynı zamanda insaniyetin ulaşabileceği en yüksek kemalâtın ve teknolojinin “en münteha hududunu çizen” birer işaret ve hedef olarak tasvir etmektedir.
GİRİŞ: MU’CİZE VE İNSANİYETİN KEMÂLÂTI
İktibas edilen metnin ana fikri şudur: Peygamber mu’cizeleri, bir yandan nübüvvetin isbatı iken, diğer yandan Allah’ın (c.c.) kudretinin mahlukat üzerindeki teshirini (emre amade kılmasını) gösterir. Daha da önemlisi, bu mu’cizeler, insanın “Emanet-i Kübra”yı ve “Hilafet-i Rûy-i Zemin” vazifesini deruhte etmesi hasebiyle, Cenab-ı Hakk’a tam bir abd (kul) olduğu takdirde, tabiatın ve mahlukatın kendisine ne derece musahhar (itaatkâr) olabileceğinin birer numunesidir.
Metin, bu mu’cizelerin “çekirdek” kabiliyetlerinin tabiatta zaten mevcud olduğunu (misal: dağın “aks-i sadâ” kabiliyeti) ve bu kabiliyetlerin Allah’ın izniyle en yüksek seviyede “inkişaf ettirildiğini” beyan eder. Bu inkişaf, insanoğlunun bilim ve teknoloji ile yapmaya çalıştığı şeyin manevî ve harika bir suretidir.
BİRİNCİ BÖLÜM: AYETLERİN TAHLİLİ VE BAĞLANTILARI
Metinde zikredilen ve Hazret-i Davud ile Süleyman’ın (aleyhimesselâm) mu’cizelerine delalet eden ayetler ve izahları:
1. Dağların Tesbihi ve Yankılanması (Teshir-i Cibâl)
Metnin temel aldığı birinci grup ayetler, dağların Hazret-i Davud (a.s.) ile birlikte Allah’ı tesbih etmesidir.
Ayet-i Kerime (Sad Sûresi):
“إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ”
Meal : “Kuşkusuz biz, dağları onun emrine verdik. Akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.” (Sâd Sûresi, 38:18)
Ayet-i Kerime (Sebe’ Sûresi):
“وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلًاۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ”
Meal : “Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. ‘Ey dağlar! Kuşlarla birlikte onunla beraber tesbih edin’ dedik ve ‘geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih ameller yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekteyim’ (diye vahyettik).” (Sebe’ Sûresi, 34:10-11) (Metinde 10. ayetin bir kısmı alınmıştır.)
Metindeki İzahı:
Risale-i Nur, bu hadiseyi şöyle tefsir eder:
• Hakikattır, Mecaz Değildir: Bu, sadece şiirsel bir tasvir değildir.
• Mevcut Kabiliyetin İnkişafıdır: Dağların “aks-i sadâ” (yankı) vasıtasıyla sesi tekrar etme kabiliyeti bir “çekirdek”tir. İnsan “Elhamdülillah” deyince dağ da “Elhamdülillah” der.
• Mu’cizevî Sureti: Hazret-i Davud’a (a.s.) verilen muazzam saltanat ve hilafete lâyık bir surette, bu “aks-i sadâ” kabiliyeti inkişaf ettirilmiş; dağlar şuurlu bir “insan gibi” ve muazzam bir “fonoğraf misillü” onun zikrine iştirak etmiştir.
• Temsil: Günümüzdeki bir kumandanın, telsiz ve muhabere vasıtalarıyla dağlara dağılmış ordusuna tek bir emirle “Allahü Ekber” dedirip dağları “mecazî” olarak konuşturması gibi, Allah’ın haşmetli bir kumandanı olan Hz. Davud (a.s.) dağları “hakikî” olarak konuşturmuştur.
2. Demirin Yumuşatılması (Sanayi ve Teknolojinin Esası)
Yukarıdaki Sebe’ Sûresi 10. ayetinde geçen “وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ” (Demiri ona yumuşattık) ifadesi, metinde ayrı bir başlık altında incelenmese de, Hz. Davud’un (a.s.) sanayi ve teknolojiye işaret eden mu’cizesidir. Dağları ses ile teshir etmesi manevî ve enerjetik bir hakimiyete, demiri elinde yumuşatması ise maddeye ve sanayiye olan hakimiyetine işarettir.
3. Kuşların Dilini Bilmek (Mantıku’t-Tayr)
Metnin ikinci odak noktası, Hazret-i Davud ve Süleyman’a (aleyhimesselâm) verilen “mantıku’t-tayr” ilmidir.
Ayet-i Kerime (Neml Sûresi):
“وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُ۫دَ وَقَالَ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُو۫ت۪ينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍۜ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُب۪ينُ”
Meal : “Süleyman, Davud’a varis oldu ve ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur’ dedi.” (Neml Sûresi, 27:16)
Ayet-i Kerime (Sad Sûresi):
“وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُٓ اَوَّابٌ”
Meal : “Kuşları da toplu halde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona yönelerek tesbih ederlerdi.” (Sâd Sûresi, 38:19)
Metindeki İzahı:
Risale-i Nur, bu ayetlerdeki “mantıku’t-tayr” (kuş dili) ifadesine çok mühim bir tefsir getirir:
• Sadece Ses Değil, “İstidad Dili”: Bu ilim, sadece kuşların sesini tercüme etmek değil, asıl olarak onların “istidadlarının dillerini,” yani hangi işe yaradıklarını, fıtrî vazifelerinin ve kabiliyetlerinin ne olduğunu bilmektir.
• Mevcut Kullanım: İnsanlık zaten bal arısı (bal), ipek böceği (ipek), güvercin (posta) ve papağan (konuşma) gibi bazı hayvanların “istidad dillerini” cüz’î olarak keşfedip onları “istihdam” (hizmet ettirme) etmektedir.
• İşaret Ettiği Hedef: Bu mu’cize, insaniyetin gelecekte başka hayvanların da (misal: çekirge sürüsünü mahveden sığırcık kuşları) istidatlarını keşfederek, onları “ücretsiz hizmetkârlar” olarak medeniyetin mehasinine (güzelliklerine) ilâve edebileceğine işaret eder.
İKİNCİ BÖLÜM: BİLİMSEL AYETLER VE GÜNÜMÜZ/GELECEKTEKİ YANSIMALARI
Metnin ve işaret ettiği ayetlerin, günümüz ve gelecekteki bilimsel ve teknolojik gelişmelere (tezahürlere) nasıl baktığını şöyle izah edebiliriz:
1. Teshir-i Cibâl ve Aks-i Sadâ (Ses, Veri İletişimi ve Enerji)
• Metnin İşareti: Dağların “fonoğraf” olması, bir kumandanın sesini “dağlara dağılan orduya” iletmesi.
• Günümüz Tezahürü:
• Telekomünikasyon ve Kitle İletişimi: Metindeki “fonoğraf” ve “kumandanın emri” tasvirleri, günümüzdeki radyo dalgaları, uydu iletişimi, internet ve mobil ağların (5G vb.) tam bir ön işaretidir. Bir kumandan (veya bir yayıncı), sesini ve emrini (veriyi) “dağlara dağılan” (yani coğrafî olarak dağılmış) milyarlarca insana (cihazlara) bir anda iletebilmektedir. Dağlar (ve atmosfer), bu iletişimin “röle”leri ve “yansıtıcıları” (aks-i sadâ) vazifesi görmektedir.
• Ses Tanıma ve Üretme (AI): “Dağın papağan gibi konuşması” misali, günümüz yapay zekâ teknolojileri (Siri, Alexa, Google Assistant) insanın sesini birebir tekrar etmekle kalmayıp, o sesi anlayıp cevap üretebilmektedir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Sonik Mühendislik (Sonic Engineering): Sesin madde üzerindeki tesiri. Hz. Davud’un (a.s.) sesiyle dağları “vecde getirmesi” ve tesbih ettirmesi, ses frekanslarının maddeyi etkileme, şekillendirme veya kontrol etme potansiyelinin (sonosentez, akustik levitasyon) en yüksek mertebesine işarettir.
• Kuantum İletişim: Verinin, dağlar gibi fizikî engelleri aşarak veya onları kullanarak anında ve güvenli bir şekilde aktarılması.
2. Demirin Yumuşatılması (Malzeme Bilimi ve İmalat)
• Metnin İşareti: “وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ” (Demiri ona yumuşattık) – (Sebe’, 10).
• Günümüz Tezahürü:
• Metalurji ve İleri İmalat: İnsanoğlu, demiri ve diğer metalleri yüksek fırınlarda eriterek (mecazen yumuşatarak) onlara şekil vermekte, zırhlar (tanklar, uçaklar) ve hassas aletler yapmaktadır.
• 3D Yazıcılar (Katmanlı İmalat): Metali veya plastiği “yumuşatarak” veya toz halinden “dokuyarak” (ayetteki “dokumasını ölçülü yap” ifadesine bir işaret) karmaşık cisimler imal etme teknolojisidir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Nanoteknoloji ve Akıllı Malzemeler: Maddenin atomik ve moleküler seviyede “yumuşatılması” ve yeniden programlanması. Kendi kendini onaran metaller, şekil değiştiren alaşımlar. Hz. Davud’un (a.s.) elinin sıcaklığıyla değil, Allah’ın izniyle maddenin yapısına hükmetmesi gibi, insanın da maddenin derûnî yapısına hükmetme hedefi.
3. Mantıku’t-Tayr (Biyomimikri, Yapay Zekâ ve Türler Arası İletişim)
• Metnin İşareti: Kuşların “istidad dillerini” bilmek (Neml, 16) ve onları “ücretsiz hizmetkâr” olarak kullanmak (arı, sığırcık kuşu misalleri).
• Günümüz Tezahürü:
• Biyomimikri (Biyobenzetim): Bu, “istidad dillerini” anlamanın tam karşılığıdır. Bilim insanları, kuşların (tayr) nasıl uçtuğunu (istidat) anlayarak uçakları ve drone’ları tasarlamıştır. Yusufçukların aerodinamiği, arıların petek mimarisi, balinaların yüzgeç yapısı… Bunların hepsi, tabiatın “istidad dilini” okuyarak teknolojiye aktarma çabasıdır.
• Yapay Zekâ ile Hayvan İletişimi: Bilim adamları, yapay zekâ algoritmalarını kullanarak balinaların, yunusların ve hatta arıların (arı dansı) iletişim kalıplarını (mantık) deşifre etmeye çalışmaktadır. Bu, “mantıku’t-tayr” ilmine cüz’î bir mazhariyettir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Ekosistem Yönetimi: Metnin “sığırcık kuşlarının dili bilinse… çekirge âfetine karşı istihdam edilebilir” misali, gelecekte hayvanların “istidad dilleri” anlaşılarak ekolojik felaketlere (zararlı böcek istilaları, iklim değişikliği tesirleri) karşı “biyolojik ordular” (Metindeki “cünudumdan” ifadesi) halinde sevk edilebilir.
• Türler Arası Arayüzler: Hayvanların beyin sinyallerini veya iletişimlerini anlayan ve onlara komut verebilen “beyin-makine arayüzleri”nin geliştirilmesi.
NETİCE VE HÜLASA
İktibas edilen metin, Kur’an’ın bu mu’cizeleri zikretmesinin gayesini şöyle özetler:
• En Uzak Hedefi Göstermek: Bu mu’cizeler, insaniyetin bilim ve teknoloji ile ulaşabileceği en yüksek mertebeleri (sesin ve maddenin teshiri, mahlukatın dilini anlama) birer “hedef” olarak tayin eder.
• Şartı Bildirmek (Asıl Mesaj): Metnin sonundaki “Ey insanlar!…” diye başlayan mana-yı remzî (sembolik mana) şudur: Bu yüksek makama ve mahlukat üzerinde tasarrufa (teshire) ancak, “Bana tam abd olan bir hemcinsinize… mahlukatı musahhar ettim” sırrınca, mülkün hakikî sahibi olan Allah’a (c.c.) tam bir ubudiyet (kulluk) ile ulaşılabilir.
• Tehlikeye Karşı İkaz: Eğer insan, Allah namına değil de kendi “ene”si (egosu) namına bu teknolojileri elde ederse, bunlar “manasız bir eğlence hükmünde” (lehviyat) kalır ve insanı “hilafet-i zemin” makamından düşürür.
• Davet: Metin, insanı, “fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak” gibi basit ve dünyevî eğlenceler yerine, “en ulvî bir eğlence-i masumaneye” davet eder: Yani, tabiatı Hâlık’ının (Yaratıcısının) namına incelemeye, dağları Davudvari (a.s.) birer “zikirhane”, ağaçları birer “musiki teli” ve kuşları Hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) gibi “munis birer arkadaş” olarak görmeye davet eder.
Hülasa, bu mu’cizeler, ubudiyetin zirvesinde, hilafetin kemâline erişmiş peygamberlerin eliyle, teknolojinin varabileceği en son noktayı gösteren ilahî işaretlerdir.
Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi hakkında olan
Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor.
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak,
سَلَامًا
{(Haşiye): Bir tefsir diyor:
سَلَامًا
demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.}
lafzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünki Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi;
Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak “Hanifen Müslimen” tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
Hem meselâ:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا
“Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”
***********
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas ettiğiniz bu mühim bahisleri, Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği bilimsel hakikatler ve teknolojik terakkiyat (gelişmeler) açılarından tefsiri…
Metinde iki azîm peygamberin, Hazret-i İbrahim (A.S.) ve Hazret-i Âdem (A.S.) mu’cizeleri üzerinden, hem madde hem de mana âlemine dair derin işaretler nazara verilmektedir.
Bu izah, âyetlerin muradlarını, bilimsel keşiflerle olan bağlantılarını ve bu keşiflerin günümüz ile gelecekteki tezahürlerini (yansımalarını) ihtiva edecektir.
Konunun Geniş ve Detaylı İzahı
İktibas edilen metin, enbiyanın (peygamberlerin) gösterdiği mu’cizelerin sadece o anki kavimlerini ikna etmekle kalmadığını, aynı zamanda beşeriyetin gelecekte ulaşacağı ilmî ve teknolojik kemalâtın (yetkinliklerin) nihai sınırlarına da işaret ettiğini beyan eder. Mu’cize, bir nevi manevî bir “prototip” veya “ilk örnek” hükmündedir; Cenab-ı Hakk’ın, kudretiyle esbabı (sebepleri) adeta devre dışı bırakarak doğrudan yarattığı hârikulâde bir fiildir. Beşeriyet ise, aklını ve istidadını kullanarak, o mu’cizenin işaret ettiği gayeye, esbab dairesinde ve uzun bir ilmî tekâmül (gelişim) süreciyle ulaşmaya çalışır.
Bu kaidenin (kuralın) iki mühim misali zikredilmektedir:
• Hazret-i İbrahim (A.S.) ve Ateş Mu’cizesi: Maddî unsurların (ateşin) tesirinden korunma teknolojisine (ateşe dayanıklı materyaller) işaret eder.
• Hazret-i Âdem (A.S.) ve Talim-i Esma Mu’cizesi: Beşeriyetin bütün ilimleri (fünun) ihata etme kabiliyetine, bilgiye dayalı hilafetine ve kâinatı teshir etme (boyun eğdirme) potansiyeline işaret eder.
Şimdi bu iki ana başlığı ve bunlarla bağlantılı diğer “bilimsel âyetleri” teferruatıyla inceleyelim.
Birinci Mesele: Hazret-i İbrahim (A.S.) Mu’cizesi ve Maddenin Hükmü Altına Alınması
Ayet ve Muradları:
قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرَاه۪يمَ
(Meali – Enbiyâ Suresi, 69. Ayet): “Biz de, ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol!’ dedik.”
Bu âyet, eşyanın (varlıkların) kendi tabiatı (doğası) icabı değil, doğrudan Allah’ın emriyle hareket ettiğini gösteren en parlak delillerdendir.
• Birinci İşaret (Emir Altında Olma): Ateşin “yakıcılık” sıfatı zatî (kendinden) değildir; o sıfatı ona veren ve o vazifeyi gördüren bir Fâil-i Muhtar (dilediğini yapan Yaratıcı) vardır. O Yaratıcı “Yakma!” emrini verince, ateş yakıcılık vazifesini terk etmiştir. Bu, modern fizikteki “tabiat kanunları” denilen olguların, aslında değişmez ve kör tesadüfler olmadığını, aksine kâinatı idare eden İlâhî bir iradenin ve kudretin tecellîleri (yansımaları) olduğunu gösterir.
• İkinci İşaret (Berd ve Selâm): Metinde zikredildiği üzere, âyette sadece $بَرْدًا$ (berden – serin ol) denilseydi, ateşin soğukluğuyla (bürudetiyle) eziyet verebileceği, bu sebeple $سَلَامًا$ (selâmen – esenlik ol) lafzıyla bu zararın da men edildiği belirtilir.
• Bilimsel Yansıması: Bu, “Zemherir” (şiddetli soğuk) ve “Nâr-ı Beyza” (Beyaz Ateş) tabirleriyle izah edilir. Fizikte, mutlak sıfır (-273.15 °C) noktasına yakın sıcaklıklar, en az yüksek sıcaklıklar kadar yakıcı ve tahrip edicidir. “Soğuk yanığı” tabiri de bunu ifade eder. Cenab-ı Hak, “selâmen” emriyle ateşin sadece “yakıcı sıcaklığını” değil, “yakıcı soğukluğunu” da iptal ederek onu “esenlikli”, yani mutedil bir hale getirmiştir.
• Üçüncü İşaret (Maddî Zırh): Mu’cize, Cenab-ı Hakk’ın ateşe karşı koyabilecek maddî zırhların ve materyallerin varlığına da işaret eder.
Günümüz ve Gelecekteki Yansımaları:
Bu âyetin işaretiyle beşeriyet, ateşe ve aşırı sıcaklıklara (ve hatta aşırı soğukluğa) dayanıklı materyaller geliştirmek için çalışmıştır.
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• Amiant (Asbest) ve Yanmaz Kumaşlar: Metinde de “ateş yakmayacak bir maddeyi bulmuş” denilerek işaret edilen, yüksek ısıya dayanıklı lifli materyaller (eskiden asbest, günümüzde Nomex, Kevlar gibi aramid lifler). İtfaiyeci elbiseleri, yarış pilotu tulumları bu teknolojinin doğrudan neticesidir.
• Seramik ve Alaşımlar: Uzay mekiklerinin atmosfere giriş sırasında maruz kaldığı binlerce derecelik sıcaklığa dayanmasını sağlayan seramik karolar ve yüksek sıcaklık alaşımları (süper alaşımlar), $يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا$ emrinin esbab (sebepler) dairesindeki bir yansımasıdır.
• Gelecekteki Gelişmeler:
• Akıllı Materyaller (Smart Materials): Sıcaklığa veya çevre şartlarına göre yapısını aktif olarak değiştirebilen, belki de plazma kalkanları veya enerji alanları oluşturarak ısıyı tamamen yansıtan (selâmetle geri çeviren) teknolojiler.
• Nükleer Füzyon ve Plazma Kontrolü: İnsanlık, Güneş’in merkezindeki ateşi (milyonlarca derecelik plazmayı) dünyaya indirmeye (füzyon reaktörleri) çalışmaktadır. Bu ateşi kontrol altında tutmak (ona bir nevi “serin ve selâmetli ol” demek), manyetik alanlar ve gelişmiş materyallerle mümkün olacaktır.
İkinci Mesele: Hazret-i Âdem (A.S.) Mu’cizesi ve İlimlerin İhatası
Ayet ve Muradları:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
(Meali – Bakara Suresi, 31. Ayet): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.”
Bu âyet, insanlığın “Hilâfet-i Kübrâ” (en büyük halifelik) vazifesinin temelini ve meşruiyetini beyan eder. Bu hilafetin anahtarı “ilim”dir.
• Muradı (Talim-i Esma): “İsimlerin tamamının öğretilmesi”, sadece varlıklara ad koyma değil; eşyanın hakikatini, mahiyetini, sıfatlarını, vazifelerini ve birbiriyle olan münasebetlerini bilme kabiliyetidir. Bu, fizikten kimyaya, biyolojiden sosyolojiye, sanattan hikmete kadar bütün ilimlerin (fünun) temelini ve potansiyelini Hazret-i Âdem’in istidadına (yetenek tohumuna) yerleştirmek demektir.
• Hilafetin Hücceti (Delili): Melekler “Biz kan dökecek… birini mi yaratacaksın?” (Bakara 30) dediklerinde, ibadet ve itaatte kusursuzdular ancak “ilim” ve “irade ile kemâle erme” noktasında insandan farklıydılar. İnsanın rüchaniyeti (üstünlüğü), Allah’ın isimlerine (Esma-i Hüsna) en câmi (kapsamlı) ayna olması ve bu isimlerin tecellîsi olan kâinattaki bütün ilimleri öğrenme kabiliyetidir.
Günümüz ve Gelecekteki Yansımaları:
Hazret-i Âdem’in (A.S.) bu mu’cizesi, diğer peygamberlerin hususî (özel) mu’cizelerinin aksine, bütün bilimsel ve teknolojik gelişmeleri kapsar.
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• Bilimin Tasnifi: Fizik (Kudret, Hakîm isimlerinin tecellîsi), Kimya (Mukaddir, Musavvir), Biyoloji (Hayy, Muhyî), Tıp (Şâfî), Mühendislik (Sâni’) gibi bütün ilim dalları, o “öğretilen isimler” hazinesinin beşer tarafından yavaş yavaş açılması, keşfedilmesidir.
• Bilgi Teknolojileri ve Yapay Zekâ: İnsanlık, “isimleri” sadece öğrenmekle kalmayıp, bu bilgiyi işleyen, depolayan ve hatta bilgi üreten sistemler (bilgisayarlar, internet, yapay zekâ) icat etmiştir. Bu, “Talim-i Esma”nın en ileri tezahürlerinden biridir.
• Gelecekteki Gelişmeler:
• Kâinatın Teshiri: Ayet (Bakara 31) ve metindeki “zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak” ifadesi, insanın sadece Dünya’ya değil, diğer gök cisimlerine de hükmetme potansiyeline işarettir. Uzay araştırmaları, başka gezegenlere yerleşme projeleri bu teshir gayretinin bir parçasıdır.
• Mutlak Bilgiye Yaklaşma: İnsanlığın, kâinattaki bütün “isimleri” (yani bütün varlıkların kodlarını, DNA şifrelerini, maddenin en derûnî yapı taşlarını, evrenin başlangıç ve sonuna dair bilgileri) tam manasıyla anlama gayreti.
• Metindeki İhtar (Uyarı): Metnin sonunda vurgulanan “…tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız” ikazı çok mühimdir. Eğer beşeriyet, bu ilimleri (fünun) ve teknolojiyi, onların menbaı (kaynağı) olan Esma-i Rabbaniye’den (Allah’ın isimlerinden) koparırsa, bu terakkiyat (gelişme) bir “merdiven” değil, bir “sukut” (düşüş) vasıtası olur. Bilimin “tabiat yaptı”, “tesadüfen oldu” diyerek yaratıcıyı inkâr etmesi, o “hikmet semasından” düşmektir.
Bilimsel Ayetleri İfade Eden Diğer Sureler ve Özellikleri
Kur’an-ı Kerim, sayısız âyetiyle kâinata, insanın yaratılışına ve tabiat hadiselerine nazarımızı (bakışımızı) çevirir. Bu âyetler, hem tefekküre (derin düşünceye) davet eder hem de bilimsel keşiflere işaret eder.
1. Zâriyât Suresi (Ayet 47): Evrenin Genişlemesi
وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
(Meali): “Göğü biz kendi gücümüzle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.”
• Özelliği: $لَمُوسِعُونَ$ (le-mûsi’ûn) tabiri, “genişleticiyiz” manasındadır ve bu fiil şimdiki ve gelecek zamanı kapsar (muzâri sigası).
• Günümüzdeki Yansıması: 20. yüzyılın başlarında Edwin Hubble’ın keşfettiği “Evrenin Genişlemesi” (Hubble Kanunu) ve “Büyük Patlama” (Big Bang) teorisi, bu âyetin bilimsel bir tezahürü olarak görülmektedir. Kur’an’ın 14 asır evvel haber verdiği bu kozmolojik hakikat, modern bilimin temel direklerinden biri olmuştur.
2. Enbiyâ Suresi (Ayet 30): Her Şeyin Sudan Yaratılması ve Göklerin Ayrılması
اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
( Meali): “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?”
• Özellikleri:
• $رَتْقًا$ (ratkan – bitişik) ve $فَفَتَقْنَاهُمَا$ (fe-fetaknâhümâ – ikisini ayırdık): Bütün kâinat maddesinin tek bir noktada “bitişik” olduğunu (tekillik/singularity) ve sonradan “ayrıldığını” (Büyük Patlama) ifade eder.
• $وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ$ (ve her canlı şeyi sudan yarattık): Biyolojinin ve kimyanın temel kaidesi. Hayatın (biyokimyasal reaksiyonların) temel çözücüsü ve kaynağı sudur.
• Günümüzdeki Yansıması: Kozmoloji (Büyük Patlama) ve Biyoloji (hayatın kökeni) ilimlerinin temel bulgularını özetler.
3. Târık Suresi (Ayet 5-7): İnsanın Yaratılış Yeri
فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ ﴿٥﴾ خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ ﴿٦﴾ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ ﴿٧﴾
(Meali): “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! O, atılan bir sudan yaratıldı. O su, (erkeğin) bel kemiği ile (kadının) göğüs kemikleri arasından çıkar.”
• Özelliği: $الصُّلْبِ$ (sulb – bel kemiği, erkeği işaret eder) ve $التَّرَٓائِبِ$ (terâib – göğüs kemikleri/kafesi, kadını işaret eder) tabirleri.
• Günümüzdeki Yansıması: Modern embriyoloji, erkek ve kadındaki üreme organlarının (testisler ve yumurtalıklar) embriyonik gelişim esnasında ilk olarak böbreklerin yanında, yani “sulb” ve “terâib” olarak tarif edilen bölgeye (göğüs kafesi ile bel kemiği arasındaki ana gövde) yakın bir yerde oluştuğunu ve daha sonra asıl yerlerine indiklerini tespit etmiştir. Ayet, menşei (kökeni) itibariyle bu anatomik bölgeye işaret etmektedir.
4. Yâsîn Suresi (Ayet 38-40): Güneş ve Ay’ın Yörüngeleri
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا… ﴿٣٨﴾ …لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيلُ سَابِقُ النَّhَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ﴿٤٠﴾
(Meali): “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir… Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.”
• Özelliği: $تَجْر۪ي$ (tecrî – akar, hareket eder) ve $كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ$ (küllün fî felekin yesbehûn – her biri bir yörüngede yüzer).
• Günümüzdeki Yansıması: Kur’an’ın indiği dönemde Güneş sabit, Dünya merkezde sanılıyordu. Ayet, Güneş’in de “aktığını” (hareket ettiğini) belirtmiştir. Modern astronomi, Güneş’in sadece kendi etrafında dönmediğini, aynı zamanda Samanyolu Galaksisi içinde “Apex” denilen bir noktaya doğru saniyede yaklaşık 220 km hızla “akıp gittiğini” (yörüngede yüzdüğünü) keşfetmiştir. Ayet, bu muazzam galaktik harekete işaret eder.
Netice ve Değerlendirme
İktibas edilen Risale-i Nur metni ve dayandığı âyetler, Kur’an’ın sadece bir ahlâk ve ibadet kitabı olmadığını, aynı zamanda kâinat kitabının (tabiatın) da ezelî bir tefsiri olduğunu ispatlamaktadır.
• Hazret-i İbrahim (A.S.) mu’cizesi, insanın maddeye hükmetme, onu tahlil etme ve zararlarından korunma (Fizik, Kimya, Malzeme Bilimi) kabiliyetine işarettir.
• Hazret-i Âdem (A.S.) mu’cizesi ise, insanın bu ilimlerin tamamını ihata etme (Bütün Fünun, Bilgi İşlem, Yapay Zekâ) ve kâinatı teshir etme (Hilafet, Uzay Araştırmaları) istidadına işarettir.
Bu terakkiyatın (gelişmelerin) geleceği ise, metindeki son ihtara bağlıdır: Eğer beşeriyet, bu ilimleri ve teknolojiyi Allah’ı (C.C.) tanımak için bir “merdiven” ve O’nun Esma-i Hüsna’sının tecellîlerini (yansımalarını) müşahede etmek (gözlemlemek) için bir “dürbün” yaparsa, bu terakkiyat hem dünyada hem ahirette bir kemâl (yetkinlik) ve saadet vesilesi olacaktır. Eğer bu bağı koparıp “tabiat” ve “tesadüf” dalaletine düşerse, elde ettiği teknoloji, Hazret-i Âdem’in (A.S.) muvakkaten (geçici olarak) sukut etmesi gibi, topyekûn bir manevî (ve belki de maddî) sukuta ve helâkete sebep olacaktır.
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm
Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.
Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.
İşte sana üç misal… Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem meselâ: Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine bir tek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üslûblarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden:
gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ü cinnin enzarını, şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’cazından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ü cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazirini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevkediyor. Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi; o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Elhasıl: Sair Enbiya Aleyhimüsselâm’ın mu’cizatları, birer havarik-ı san’ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ise, talim-i esmanın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”
Elhasıl:
Kur’anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.
Eğer istersen Kur’anın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin;
geçmiş olan yirmi aded Sözleri, yirmi basamaklı
{(Haşiye-1): Belki otuzüç aded Sözleri, otuzüç aded Mektubları, otuzbir Lem’aları, onüç Şuaları; yüzyirmi basamaklı bir merdivendir.}
bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki: Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak…
Netice:
Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem herbir âyetin müteaddid manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir.
*************
Risale-i Nur Külliyatı’ndaki (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam’dan bir bölüm) bu mühim nükte, Kur’an-ı Hakîm’in “talim-i esma” hadisesini nasıl cihan şümul bir manada ele aldığını tasvir etmektedir. Bu metin, Hazret-i Âdem’e (a.s.) öğretilen “isimlerin” sadece lügavî (sözlüksel) manada kelimeler olmadığını; bilakis, kâinattaki bütün mevcudatın hakikatlerini, vazifelerini ve en nihayetinde dayandıkları İlahî isimleri (Esma-i Hüsna’yı) ihtiva eden bir “icmalî fihriste” olduğunu beyan eder.
“Talim-i Esma”: Kâinatın İlmî Fihristesi ve Esma-i İlahiye’ye Dayanan Bilimler
Risale-i Nur’da izah edildiği üzere, insanın kâinattaki vazifesi sadece tabiatı seyretmek değil, aynı zamanda “halife” sıfatıyla o tabiatın derûnî yapılarını, işleyişini ve san’atını anlamak ve bu anlayışla medeniyetler kurmaktır. Bu anlayışın temeli, “talim-i esma”dır.
1. Kur’an-ı Kerim’de “Talim-i Esma” ve İnsanın İstidadı
Bu meselenin mihver ayeti, Bakara Suresi’ndedir:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُون۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söylüyorsanız, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi.” (Bakara 2/31, Meali)
Bu ayet, insanın meleklere karşı hilafet (halifelik) ve rüçhaniyetinin (üstünlüğünün) isbatıdır. Melekler, “Biz senin öğrettiğinden başkasını bilmeyiz” (Bakara 2/32) derken, Hazret-i Âdem (a.s.) bu isimleri sayabilmiştir.
• İzahı: “İsimler” (El-Esmâ), mevcudatın sadece adları değil, onların hakikatleri, vazifeleri ve san’atlarıdır. Her bir varlık, Allah’ın bir veya birden fazla isminin tecellisidir. İnsana öğretilen bu ilim, kâinatı okuyabilme, eşyanın “hikmetini” anlayabilme kabiliyetidir. Bütün bilimler (ulûm ve fünun), bu “talim-i esma” hazinesinin beşer idraki seviyesinde tafsilatlı bir şekilde açılmasından (inkişafından) ibarettir.
2. Her Bilimin Bir İsm-i İlahi’ye Dayanması
İktibas ettiğiniz metindeki gibi, her ilim dalı, hakikatini bir İlahî isimde bulur. Eğer o isme dayanmazsa, ya sathi bir malumat yığını olur, ya da tabiatperestlik gibi bir dalalete (sapmaya) yol açar.
• Tıb ve İsm-i Şâfî:
• Tıb ilmi, bedendeki nizamı ve hastalıkların sebeplerini araştırır. Fakat nihai noktada şifayı veren, Hakîm-i Mutlak olan Allah’ın “Şâfî” (Şifa Veren) ismidir.
• Ayet Bağlantısı (Hazret-i İbrahim’in (a.s.) lisanıyla):
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ
“Hastalandığımda da O bana şifa verir.” (Şuarâ 26/80, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Modern tıp, genetik mühendisliği (CRISPR vb.), moleküler biyoloji ve farmakoloji (ilaç bilimi) ile hastalıkların mekanizmalarını çözmektedir. Lakin bu ilim, “Şâfî” isminin eczahane-i kübrası (büyük eczanesi) olan tabiatta yarattığı molekülleri ve sistemleri taklit etmekten veya keşfetmekten ibarettir. İlim “sebebi” bulur, hakikat ise “Müsebbib”i (sebebi yaratanı) gösterir.
• Hendese (Geometri/Mühendislik) ve İsm-i Adl, Mukaddir:
• Mühendislik ve fizik bilimleri, kâinattaki ölçüye, dengeye ve nizama dayanır. Bu nizam, “Adl” (Her şeyi yerli yerine koyan, adaletle ölçen) ve “Mukaddir” (Her şeye bir kader/ölçü tayin eden) isimlerinin cilvesidir.
• Ayet Bağlantısı:
اِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49, Meali)
وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ
“Göğü yükseltti ve dengeyi koydu.” (Rahmân 55/7, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Yapay zekâ algoritmaları, büyük veri analizi, astrofizikteki kâinat modelleri ve mimarîdeki statik hesaplamalar; hep bu İlahî “kader”in (ölçünün) matematiksel ifadesini keşfetme çabasıdır. Kâinattaki bu hassas denge olmasaydı, hiçbir bilimsel kanun formüle edilemezdi.
• Hikmet-ül Eşya (Felsefe/Kozmoloji) ve İsm-i Hakîm:
• Varlıkların “neden” var olduğunu, gayelerini ve faydalarını araştıran hikmet (felsefe), eğer “Hakîm” (Her işi hikmetli olan) ismine dayanmazsa, varlıkları gayesiz, tesadüfî veya abes (saçma) görür.
• Ayet Bağlantısı:
وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ
“Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık.” (Duhân 44/38, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Modern felsefenin ve natüralizmin (tabiatçılık) düştüğü “anlamsızlık” (nihilizm) buhranı, eşyaya “Hakîm” ismi hesabına bakmamanın neticesidir. Kâinatın bir gayesi ve hikmeti olduğunu kabul etmek, bilimin de temel motivasyonudur.
Kâinata ve Bilime İşaret Eden Sureler ve Ayetlerin Güncel Tezahürleri
Kur’an-ı Kerim, doğrudan bir bilim kitabı değildir; o bir hidayet kitabıdır. Lakin San’atkârını (Sâni’) tanıtmak için, kâinattaki san’atlarına (eserlerine) sıkça nazarımızı (bakışımızı) çevirir. Bu ayetler, asırlar sonra keşfedilecek bilimsel hakikatlere de işarî manada kapı açmıştır.
1. Yâsîn Suresi (Kozmoloji ve Astronomi)
Bu sure, kâinatın nizamına ve hareketine dair mühim işaretler ihtiva eder.
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ ۞ وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ ۞ لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّhَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir. Ay için de bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (1Yâsîn 36/38-40, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• “Güneş… akıp gitmektedir” (تَجْر۪ي): Güneş’in sabit değil, Samanyolu Galaksisi içinde “Solar Apex” adı verilen bir noktaya doğru saniyede yaklaşık 200 km hızla hareket ettiğinin keşfi.
• “Her biri bir yörüngede yüzerler” (وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ): “Yesbahûn” (yüzerler) tabiri, gezegenlerin ve yıldızların boşlukta süzülerek hareket ettiğini mükemmel bir şekilde tasvir eder. Bu ayet, o dönemde hâkim olan Batlamyus modelini (Dünya merkezli ve gök cisimlerinin “çakılı” olduğu anlayışını) reddeder.
• “Eğri hurma dalı gibi”: Ay’ın yörünge hareketinin ve evrelerinin estetik bir tasviridir.
2. Zâriyât Suresi (Evrenin Genişlemesi)
وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât 51/47, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri: Ayette geçen “mûsi’ûn” (مُوسِعُونَ) kelimesi, “genişletenleriz” veya “kudretimiz geniştir” manalarına gelir. Modern kozmolojinin en temel keşfi, 1920’lerde Edwin Hubble tarafından isbatlanan “Evrenin Genişlemesi”dir (Büyük Patlama – Big Bang teorisinin temel direği). Ayet, bu cihan şumul hakikate 14 asır evvel açıkça işaret etmektedir.
3. Enbiyâ Suresi (Evrenin Başlangıcı – Kozmogoni)
اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• “Bitişik bir halde iken… ayırdık” (رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا): “Ratk” (bitişik, yekpare) ve “Fatk” (ayırma, parçalama). Bu, modern bilimin “Büyük Patlama” (Big Bang) olarak adlandırdığı, evrenin başlangıçta tek bir “tekillik” (singularity) halinde iken muazzam bir patlama ile “ayrışarak” genişlemeye başlamasını ve kâinatın (gökler ve yer) oluşmasını tasvir eder.
• “Her canlıyı sudan yarattık”: Biyolojinin temel prensibi; hayatın suda başladığı ve canlı hücrelerin (protoplazma) %70 ila %90’ının sudan oluştuğu gerçeğidir.
4. Mü’minûn Suresi (Embriyoloji)
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ۞ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ۞ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۘ ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ
“Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargâha (rahme) yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir ‘alaka’ (embriyo) yaptık. Peşinden, o ‘alaka’yı bir ‘mudga’ (bir çiğnem et parçası) yaptık. Peşinden, o ‘mudga’yı kemikler yaptık. Peşinden de, o kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan olarak) ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri: Bu ayetler, modern embriyolojinin ancak son yüzyılda mikroskop altında keşfedebildiği aşamaları (nutfeden alakaya, mudgaya, kemiklerin oluşup etle kaplanmasına) hayret verici bir tafsilatla sıralamaktadır.
• “Alaka”: Sadece “kan pıhtısı” değil, aynı zamanda “asılıp tutunan şey” (sülük gibi) demektir ki, embriyonun rahim duvarına tutunmasını (implantasyon) tam olarak tasvir eder.
• “Mudga”: “Çiğnenmiş et parçası.” Embriyonun bu evresinde (somit dönemi), üzerinde diş izlerine benzeyen boğumlar oluşur.
• Kemiklerin önce oluşup sonra kasların (et) onları sarması, modern embriyolojinin de tasdik ettiği bir sıralamadır.
Gelecekteki Yansımalar ve İnsanlığın Vazifesi
Risale-i Nur’daki metnin işaret ettiği gibi, Kur’an “Haydi arş ileri” diyerek beşerin ilmî terakkiyatının (gelişiminin) hududunu çiziyor ve onu teşvik ediyor.
• “Âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir”: Günümüzde yaşadığımız “bilgi çağı”, yapay zekâ devrimi, kuantum hesaplama ve uzay araştırmaları, beşeriyetin bütün kuvvetini ilimden aldığının bir tezahürüdür.
• “Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir”: Artık devletlerin gücü, toprak genişliğinden ziyade teknolojik üstünlük (çip teknolojisi, siber güç, biyoteknoloji) ile ölçülmektedir.
• “Belâgat ve cezalet… en keskin silâhı… alacaktır”: Günümüzde “bilgi” kadar, o bilginin nasıl sunulduğu da önemlidir. Sosyal medya, dijital muhteva üretimi, algı yönetimi ve kitle iletişimi; fikirleri kabul ettirmenin ve hükmetmenin en mühim vasıtaları haline gelmiştir. Bu, Kur’an’ın “belâgat” mucizesinin, âhirzamanda en mergup (rağbet edilen) bir suret alacağının isbatıdır.
Netice
Kur’an-ı Kerim, “talim-i esma” ile insana kâinatın anahtarlarını vermiştir. Her bilim dalı, bu anahtarlarla açılan bir hazinedir. Lakin bu ilim, metinde de vurgulandığı gibi, eğer dayandığı İsm-i İlahi’yi (Şâfî, Adl, Hakîm, Mukaddir, Sâni’) bulamazsa, “nâkıs bir gölge” olarak kalır.
Beşeriyet, fen ve teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu ilerleyiş ancak Kur’an’ın 14 asır önce işaret ettiği İlahî kanunların (Sünnetullah’ın) keşfinden ibaret olacaktır. İnsanın vazifesi, bu keşifleri enaniyetine (egosuna) ve tahribata değil, metnin sonunda belirtildiği gibi, kâinattan maksad-ı a’lâ olan “tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniye” hedefine, yani Allah’ın Rabliğini tanıyıp O’na küllî bir kullukla mukabele etmeye vasıta kılmaktır.
İki mühim suale karşı iki mühim cevab
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?”
Elcevab:
Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beşer
{(Haşiye-2): Şu ciddî mes’eleyi yazarken ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu, şu latif latifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümid ederim ki, üslûbun latifeliği, mes’elenin ciddiyetine halel vermesin.}
Kur’ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el bahrleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahrleri (yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.” Eğer havarik-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz’-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz.
Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymetdar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi’-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”
İkinci suale cevab:
Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şübhem kalmadı ve tasdik ettim ki; Kur’anda sair hakaikla beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?
Elcevab:
Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin… Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan “Lâ ilahe illallah” yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh
{(Haşiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi’ olacak.}
beraber kalacaklar…
Elhasıl:
Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, binüçyüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…
Risale-i Nur Külliyatı’ndaki (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam) “İki mühim suale karşı iki mühim cevab” mevzuunun geniş ve teferruatlı bir izahını, mevzuyla bağlantılı ayetler ve Kur’an-ı Kerim’deki bilimsel işaretlerin günümüzdeki ve gelecekteki tezahürleri…
Giriş: Kur’an’ın İ’cazı ve Medeniyet Hârikalarına Bakışı
İktibas edilen metin, Kur’an-ı Hakîm’in, beşerî medeniyetin hârikaları (teknolojik gelişmeler) karşısındaki vaziyetini ve üslûbundaki hikmeti izah eden derin bir tahlildir. Temel mesele, Kur’an’ın neden tayyare (uçak), tahtelbahir (denizaltı) veya elektrik gibi keşifleri sarahatle (açıkça) zikretmek yerine, onlara yalnız remz (sembol), îma (dolaylı anlatım) ve işaret (gösterme) ile iktifa ettiğidir.
Bu suallere verilen cevaplar, Kur’an’ın iki temel vazifesi ve dinin “sırr-ı imtihan” olması hakikatleri üzerine bina edilmiştir.
Birinci Cevabın Tahlili: Kur’an’ın Aslî Vazifesi
Metnin tahlil ettiği birinci cevap, Kur’an’ın aslî vazifesinin (esas görevinin) medeniyet dersi vermek değil, “Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını” (Allah’ın terbiye ediciliğinin ve O’na mahsus hallerin mükemmelliğini) ve “daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini” (kulluk dairesinin vazifelerini ve hallerini) talim etmek olduğunu belirtir.
Beşerî hârikalar bu iki daireye nisbet edildiğinde, kıymetleri nisbetinde bir yer işgal ederler.
1. Daire-i Rububiyet (Rablığın Hâkimiyet Alanı) Açısından
Kur’an, kâinatın Hâlık’ının (Yaratıcısının) sonsuz kudretini, sanatını ve azametini tasvir eder. Bu dairede beşerî sanatlar, ilahî sanata nisbeten sönük kalır:
• Azamet-i Kudret: Metnin ifade ettiği gibi, beşerin tayyaresi, rububiyet dairesinin “tayyareleri” olan seyyarat (gezegenler), Arz ve Kamer yanında bir cirm (hacim) işgal etmez.
• San’at-ı İlahiyye: İnsanın elektrik lambaları, semayı ziynetlendiren şimşekler, şahablar ve yıldızlar yanında ışığı nisbetinde yer bulur.
• İ’câz-ı Hilkat (Yaratılıştaki Mucize): Metnin “bir tek sinek onlara ‘Susunuz’ diyecek” tespiti, beşerî teknolojinin, en basit bir canlının hilkatindeki (yaratılışındaki) nazenin cihazlar ve ince san’at kadar acib (şaşırtıcı) olamayacağını vurgular. Bu hakikate, metnin de iktibas ettiği şu ayet işaret eder:
$$ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَاباً وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُۜ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْـٔاً لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُۜ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ$$
( Meali): “Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah’tan başka kendilerine yalvarıp yakardıklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bir sinek yaratamazlar! Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen 2de!” (Hac, 22/73)
Ayrıca, Cenâb-ı Hakk’ın hilkatteki meydan okuması şu ayette de görülür:
$$ هٰذَا خَلْقُ اللّٰهِ فَاَرُون۪ي مَاذَا خَلَقَ الَّذ۪ينَ مِنْ دُونِه۪ۜ بَلِ الظَّالِمُونَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ$$
(Meali): “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi gösterin bana, O’ndan başkası ne yaratmış? Hayır, zalimler açık bir sapkınlık içindedirler.” (Lokman, 31/11)
2. Daire-i Ubudiyet (Kulluk Alanı) Açısından
Bu daire, insanın dünyadaki vazifesiyle ilgilidir. Metnin altını çizdiği üzere:
• Dünya Misafirhanedir: “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir.” İnsanın aslî vazifesi, bu kısa hayatta “hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmektir.”
• Ehemmi Takdim (En Mühimi Öne Almak): Ubudiyet proğramı, en ehem (en mühim) ve en elzem (en lüzumlu) işlerin takdim edilmesini gerektirir.
• Gaflet Perdesi: Medeniyet hârikaları, “ekseriyet itibariyle” fâni dünyayı kalıcı bir yer (makarr-ı ebedî) zannetme gafleti ve dünyaperestlik (dünyaya tapma) hissiyle yapıldığından, ubudiyet dairesinden hisseleri azdır.
$$ اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَاباً وَخَيْرٌ اَمَلاً$$
(Meali): “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf, 18/46)
$$ بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۙ ﴿١٦﴾ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ ﴿١٧﴾$$
(Meali): “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve süreklidir.” (A’lâ, 87/16-17)
• İstisna: Menfaat-ı Umumiye: Metin, mühim bir istisna koyar. Eğer bu sanatlar ve keşifler, “sırf menfaat-ı ibadullah” (Allah’ın kullarının faydası), “menafi’-i umumiye” (kamu yararı) ve “hayat-ı içtimaiyenin kemali” için yapılırsa, bu kıymetdar bir ibadet olur. İşte bu “muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar” (ilhamla bulan kaşifler) için Kur’an’daki ince remzler ve işaretler, onları “sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için” kâfi ve vâfidir (yeterlidir).
İkinci Cevabın Tahlili: Sırr-ı İmtihan ve Teklifin Hikmeti
İkinci sual, “Madem bu işaretler var, neden kâfirleri dahi mecbur edecek bir sarahatle (açıklıkla) zikredilmedi?” üzerinedir. Cevap, dinin varoluş gayesi olan “imtihan” sırrına dayanır.
• Din Bir İmtihandır: “Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir.” Bu imtihanın gayesi, “ervah-ı âliye ile ervah-ı safile”nin (yüce ruhlarla süflî ruhların) müsabaka meydanında ayrılmasıdır.
• Elmas ve Kömür Temsili: Metin, bu ayrışmayı madene ateş verilerek elmasla kömürün, altınla toprağın ayrılmasına benzetir. İnsandaki istidat madeninde bulunan “cevahir-i âliye” (yüce cevherler) ile “mevadd-ı süfliye” (aşağılık maddeler), İlahi teklifler ile tefrik edilir (ayrılır).
$$ اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ$$
(Meali): “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
$$ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ$$
(Meali): “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35)
• Sırr-ı Teklifin Bozulması: Eğer Kur’an, istikbaldeki (gelecekteki) bu teknolojik veya gaybî hadiseleri sarahatle zikretseydi, “sırr-ı teklif bozulur.” Metnin tabiriyle, bu, gökyüzüne yıldızlarla apaçık “Lâ ilahe illallah” yazmak gibi bir “bedahete” (açıklığa) girerdi.
• İhtiyarın Zâil Olması: Bu durumda herkes (kâfirler dahil) ister istemez tasdik etmeye mecbur kalırdı. Akla kapı açılır ama irade ve ihtiyar elden alınırdı. Müsabaka (yarış) olmaz, imtihan fevt olur (kaybolur), “kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh” (Haşiyede belirtildiği gibi Ebu Cehil ile Ebu Bekir-i Sıddîk) müsavi (eşit) görünürdü.
• Gaybın Perdelenmesi: Kur’an, akla kapı açar, hüccetini (delilini) isbat eder, fakat gaybı (bilinmeyeni) tamamen açmaz. Zira gaybın bilgisi yalnızca Allah katındadır ve O, bu sırları dilediği kadar ve dilediği elçisine açar; herkesin tasdike mecbur olacağı şekilde değil:
$$ عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِه۪ٓ اَحَدًاۙ ﴿٢٦﴾ اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ فَاِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ رَصَدًاۙ ﴿٢٧﴾$$
(Meali): “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resûl başka. (Ona bildirir.) FAKAT (o resûlün) önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin, 72/26-27)
Kur’an’daki Bilimsel İşaretler ve Tezahürleri
Sizin talebiniz doğrultusunda, Kur’an-ı Hakîm’in, aslî vazifesi olan hidayete hizmet etmekle beraber, i’cazının (mucizeliğinin) bir lem’ası olarak sunduğu bazı bilimsel işaretler (işârât-ı ilmiye) ve bunların günümüzdeki yansımaları:
Kur’an bir fen kitabı değildir; ancak fennin ve teknolojinin asırlar sonra ulaşacağı bazı hakikatlere 1400 sene evvel işaret etmesi, onun bütün zamanları bir anda gören bir Zât’ın (Celle Celâlühü) kelâmı olduğunu isbat eder.
1. Evrenin Genişlemesi (Zâriyât Suresi)
• Ayet:
$$ وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ$$
(Meali): “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47)
• İzah ve Tezahürü: Ayette geçen $لَمُوسِعُونَ$ (lemûsi’ûn) tabiri, “genişleticileriz” manasındadır. 20. yüzyılın başlarına (Edwin Hubble’ın keşiflerine) kadar kâinatın statik (durağan) olduğu zannediliyordu. Modern kozmoloji, evrenin durmaksızın genişlediği hakikati üzerine kuruludur. Kur’an’ın bu astrofiziksel hakikate o asırda sarih bir fiil ile işaret etmesi, açık bir i’cazdır.
2. Demirin “İndirilmesi” (Hadîd Suresi)
• Ayet:
$$ …وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ…$$
(Meali): “…Biz, kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…” (Hadîd, 57/25)
• İzah ve Tezahürü: Ayette demir için “yarattık” (halaknâ) değil, “indirdik” (enzelnâ) fiilinin kullanılması çok manidardır. Modern astrofizik, demir ve daha ağır elementlerin teşekkülü için gereken devasa sıcaklık ve enerjinin (milyarlarca derece) dünyada ve hatta güneş sistemimizde mevcut olmadığını ortaya koymuştur. Demir, güneşten katbekat büyük yıldızların (Süpernovalar) merkezlerinde füzyonla “pişirilmiş” ve bu yıldızların patlamasıyla uzaya saçılarak “indirilmiştir”. Dünyamızdaki demir, bu semavî menşeden gelmektedir. Ayet, hem bu bilimsel gerçeğe hem de demirin “çetin sertlik” (silah sanayii, teknoloji) ve “menfaatler” (medeniyet, inşaat) cihetine işaret eder.
3. İnsanın Yaratılış Merhaleleri (Mü’minûn Suresi)
• Ayetler:
$$ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ﴿١٢﴾ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ﴿١٣﴾ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَاماً فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْماً ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقاً اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ ﴿١٤﴾$$
(Meali): “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (nutfe) halinde sağlam bir karargâha (rahme) yerleştirdik. Sonra o nutfeyi alaka (asılan ve yapışan şey) yaptık. Peşinden, alakayı bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan olarak) ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn, 23/12-14)
• İzah ve Tezahürü: Modern embriyoloji ilminin ancak asrımızda mikroskop ve ileri teknoloji ile tasvir edebildiği ana rahmindeki yaratılış safhaları, Kur’an’da hayret verici bir isabetle sıralanmıştır:
• Nutfe: Döllenmiş yumurta (zigot).
• Alaka: Kelime manası “asılan, yapışan şey” ve “sülük” demektir. Embriyo, rahim duvarına tam bir sülük gibi yapışır ve oradan beslenir.
• Mudga: “Bir çiğnemlik et” manasındadır. Bu safhadaki embriyonun (somit evresi) görüntüsü, üzerinde diş izleri varmışçasına boğumlu bir yapıdadır.
• İskelet ve Et: Önce kemiklerin (kıkırdak yapı) teşekkül etmesi, ardından adale ve etin bu kemikleri giydirmesi sırası, modern embriyoloji ile tam mutabıktır.
Bu detaylı bilginin 1400 sene evvel bilinmesi imkânsızdır.
4. Denizlerin Birleşmemesi (Rahmân Suresi)
• Ayetler:
$$ مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ ﴿١٩﴾ بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِۚ ﴿٢٠﴾$$
(Meali): “(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. (Fakat) aralarında bir engel (berzah) vardır, birbirine karışmazlar.” (Rahmân, 55/19-20)
• İzah ve Tezahürü: Modern oşinografi (deniz bilimi), farklı yoğunluk, tuzluluk ve sıcaklıktaki denizlerin (mesela Cebelitarık Boğazı’nda Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in veya nehirlerin denizlere döküldüğü yerlerin) buluştuğu noktada, aralarında “yüzey gerilimi” sebebiyle bir “berzah” (perde, engel) oluştuğunu ve sularının birbirine tam olarak karışmadığını tespit etmiştir. Gözle görülmeyen bu fizikî kanuna işaret edilmesi, Kur’an’ın ilahî menşeini gösteren bir başka remzidir.
Netice
İktibas edilen metnin ve tahlil edilen ayetlerin ışığında şu neticeye varılır:
Kur’an-ı Hakîm, ism-i Hakîm’in bir tecellisidir. Her şeye kıymeti nisbetinde makam verir. Onun aslî gayesi hidayettir. Beşerî medeniyetin hârikaları, hidayet ve ubudiyet dairesinde ancak bir hizmetkâr veya gaflet sebebi olabilirler. Eğer menfaat-ı umumiyeye hizmet ederlerse, Kur’an’ın onlara verdiği hafif işaretler ve remzler, ehl-i dikkati teşvik için kâfidir.
Eğer bu keşifler sarahatle zikredilseydi, dünyanın bir “dar-ı imtihan” (imtihan yurdu) ve “dar-ı teklif” (vazife yurdu) olma hikmeti zâyi olurdu. Kömür ruhlular ile elmas ruhluların tefriki mümkün olmaz, Ebu Cehil’in iradesi elinden alınır ve Ebu Bekir’in (r.a.) iradesiyle kazandığı yüksek makamın kıymeti kalmazdı.
Elhasıl; Kur’an, istikbalin zulümatındaki (karanlıklarındaki) beşerî terakkiyatı görmüş ve onlara, aslî maksadına zarar vermeyecek ve sırr-ı imtihanı bozmayacak bir derecede, lâtif bir üslûp ile işaret etmiştir.
[Kader ile cüz’-i ihtiyarî, iki mes’ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]
BİRİNCİ MEBHAS:
Kader ve cüz’-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “Cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”
Evet kader, cüz’-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmarenin işledikleri seyyiatının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz’-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz’-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes’eleler değildir.
Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.
Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz’-i ihtiyarî, seyyiata merci’ olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.
Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir.
Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.
Eğer denilse:
“Madem cüz’-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da, Hâlık-ı Semavat ve Arz’a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semavat, ondan azîm şikayetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor.”
Elcevab:
Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa’yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğu için, cüz’-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir. Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i iman, onlara karşı Cenab-ı Hakk’ın inayet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü’minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına muhtaçtırlar.
Elhasıl:
Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz’-i ihtiyarîye istinad ederek mes’uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz’-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.
************
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yirminci Söz olan Kader Risalesi’nin Birinci Mebhas’ı, imanî mevzuların en mühim ve en hassas noktalarından ikisini, yani “Kader” ve “Cüz’-i İhtiyarî”yi (irade-i cüziyye) tahlil etmektedir.
Yirmialtıncı Söz: Kader Risalesi (Birinci Mebhas) İzahı
Metnin başında zikredilen ayet-i kerimeler, mevzunun temelini teşkil eder:
• Hicr Sûresi, 15:21
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خzâٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
Meali : “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.”
• İzahı: Bu ayet, kâinattaki her şeyin (rızık, hayat, ilim, suret vb.) aslî kaynağının, “hazineler” olarak tabir edilen Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsi ve kudret-i mutlakası olduğunu beyan eder. Mânevî ve maddî her ne varsa, O’nun ilminde takdir edilmiş ve O’nun kudretiyle varlık sahasına çıkmaktadır. “Belli bir ölçüye göre indirilmesi” ise, doğrudan doğruya “Kader”in tarifidir. Her şey, bir mizan (ölçü) ve intizam ile, hikmetle tayin edilmiş bir miktarda ve zamanda vücuda gelir.
• Yâsîn Sûresi, 36:12
…وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓى اِمَامٍ مُب۪ينٍ
Meali : “…Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.”
• İzahı: Bu ayet ise, Kader’in “yazgı” cihetine ve Cenâb-ı Hakk’ın ilminin her şeyi ihata ettiğine (kuşattığına) işaret eder. “İmâm-ı Mübîn” (Apaçık Kitap), yani Levh-i Mahfûz, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere kadar bütün hadisatın, Allah’ın ezelî ilminde malum ve kayıtlı olduğunu gösterir.
Bu iki ayet, Kader’in hem “ölçü ve miktar” (takdir) hem de “ilim ve kayıt” (yazgı) manalarını cem ederek mebhasın zeminini hazırlar.
Mebhasın Tahlili: Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’nin Hikmet-i Varlığı
Risale-i Nur’da izah edilen bu mühim mebhas, Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’nin niçin iman esaslarına dahil edildiğini, bunların ilmî ve nazarî (teorik) birer meseleden ziyade, hâlî ve vicdanî (tecrübî ve derûnî) birer iman cüz’ü olduğunu beyan eder.
Müellif, bu iki rüknün (temel direğin), mü’minin mânevî seyrinde iki zıt istikametteki tehlikeyi bertaraf etmek için “hudut” (sınır) vazifesi gördüğünü belirtir:
1. Cüz’-i İhtiyarî: Mes’uliyetin Dayanağı
Mü’min, kâinata baktığında her fiilin, her varlığın hakikî sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu idrak eder. Tevhidin (Allah’ı birlemenin) gereği olarak, kendi fiillerini ve hatta kendi nefsini (varlığını) dahi O’na teslim eder. Bu teslimiyetin nihayetinde, insan “Cebriye” mezhebinin düştüğü hataya, yani “Ben bir rüzgâr önündeki yaprak gibiyim, hiçbir iradem yok, dolayısıyla hiçbir şeyden mes’ul değilim” deme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
• Metnin Tespiti: “…tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için ‘Cüz’-i ihtiyarî’ önüne çıkıyor. Ona ‘Mes’ul ve mükellefsin’ der.”
Tam bu noktada, imanî bir esas olan “Cüz’-i İhtiyarî” (insana verilen cüz’î irade, seçme kabiliyeti) devreye girer. Bu irade, insanın teklif (emir ve yasaklarla yükümlü olma) ve mes’uliyet sahibi bir varlık olmasının temelidir. İnsanın iradesi, fiilin yaratıcısı (hâlıkı) değildir, ancak o fiile “sebebiyet” veren, onu “isteyen” (talep eden) veya ona “kesb” (yönelme) ile sahip çıkan bir mercidir.
• Ayet ile Bağlantısı (Mes’uliyet):
لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ…
Meali ( – Bakara 2:286): “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…”
Bu ayet, “kesb” (kazanma) fiilini doğrudan insana isnat ederek, iradenin ve dolayısıyla mes’uliyetin varlığını ispat eder.
2. Kader: Gurur ve Kibrin Tedavisi
Mü’min, Cüz’-i İhtiyarî’si ile yaptığı amellere, hayırlara ve muvaffakiyetlere baktığında ise ikinci bir tehlike ile karşılaşır: Gurur (Mağrur olma) ve Fahr (Övünme). Ene (benlik) devreye girer; “Ben yaptım, ben başardım, bu kemalât (olgunluklar) benden kaynaklandı” diyerek nefsini firavunlaştırır.
• Metnin Tespiti: “Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, ‘Kader’ karşısına geliyor. Der: ‘Haddini bil, yapan sen değilsin.'”
Tam bu noktada, imanî bir esas olan “Kader” devreye girer. Kader, insana der ki: “Senin başarın, senin o fiili işlemen için gerekli olan bütün şartların, bütün sebeplerin (akıl, sağlık, imkân, muvaffakiyet) yaratıcısı Allah’tır. Senin cüz’î iraden o işe sadece bir ‘suâl’ (istek) veya ‘dua’ hükmündedir. Asıl icad eden (yaratan) ve o hayrı sana ihsan eden O’dur. Öyleyse fahr etme (övünme), şükret.”
• Ayet ile Bağlantısı (Gururun Kırılması):
مَآ اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۖ وَمَآ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ…
Meali (- Nisâ 4:79): “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir…”
Bu ayet, hayrın ve hasenatın (iyiliklerin) yaratılma cihetini Allah’a, şerrin ve seyyiatın (kötülüklerin) ise “kesb” (istemek, yönelmek) cihetini nefse vererek, gururun önünü keser ve mes’uliyeti zimmete alır.
Özetle İki Esasın Vazifesi:
• Cüz’-i İhtiyarî: İnsanın, işlediği seyyiat (kötülükler) ve maasi (günahlar) için mes’uliyeti üstlenmesini, “Kaderim böyleymiş” diyerek tembelliğe ve sefahete düşmemesini temin eder.
• Kader: İnsanın, nail olduğu mehasin (güzellikler) ve hasenat (iyilikler) ile gururlanmamasını, “Ben yaptım” dememesini temin eder.
Müellif, Kader’in maziyat (geçmişte kalanlar) ve mesaib (musibetler) için bir teselli kaynağı olduğunu; Cüz’-i İhtiyarî’nin ise istikbaliyat (gelecekte yapılacaklar) ve maasi (günahlar) için bir mes’uliyet temeli olduğunu vurgular.
Şerrin Halkı (Yaratılışı) ve Kesb-i Şer (Şerri İstemek)
Metin, “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir” kaidesini izah eder. Bu, Kader bahsinin en girift noktalarından biridir: “Madem Allah her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse kötülükleri (şerri) niçin yaratıyor?”
• İzahı:
• Seyyiat (Kötülükler) Tahribattır: Metin, kötülüğün “tahribat” (yıkım) ve “adem” (yokluk, olumsuzluk) nev’inden olduğunu belirtir. Bir evi yapmak için binlerce şartın (malzeme, usta, ilim, kudret) bir araya gelmesi gerekir (bu hayırdır ve icaddır). Ancak o evi yıkmak için bir kibrit (cüz’î bir fiil) yeterlidir.
• Kesb (İstemek) ve Halk (Yaratmak): İnsan, cüz’î iradesiyle seyyiatı (kötülüğü) ister, talep eder. Bu “istemek” fiili, o tahribatın sebebi olur. Bu sebeple insan mes’uldür.
• Allah’ın Yaratması (Halk-ı Şer): Cenâb-ı Hak ise o fiili yaratır. Fakat Allah’ın yaratması, sadece o cüz’î şerre (kötülüğe) münhasır değildir. O fiilin yaratılması, küllî bir kanunun (genel bir yasanın) tatbikidir.
• Metnin Tespiti: “Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden (içinde barındıran) bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır.”
• Misal (Yağmur): Yağmurun yağması fiili, “halk”tır (yaratmadır) ve bizâtihî (kendi başına) hayırdır, rahmettir. Zira neticesinde binlerce hayır (bitkilerin yeşermesi, hayatın devamı) vardır. Ancak tedbirsizliği yüzünden evini sel basan tembel bir adam, bu cüz’î (kısmî) zarar sebebiyle “Yağmur rahmet değildir” diyemez. Onun tembelliği “kesb-i şer”dir; yağmurun yağması ise “halk-ı hayr”dır (veya neticeleri itibariyle hayır olan bir fiildir).
• Netice: Bir fiilin yaratılmasında (icadında) binlerce hayırlı netice varken, sadece bir cüz’î şer (kötülük) sebebiyle o fiilin yaratılmaması, “hayr-ı kesîri (çok hayrı) terk etmek” olur ki, bu da “şerr-i kesîr” (çok şer) olur. Bu sebeple, Allah’ın şerri (kötülüğü) yaratması, küllî kanunlar ve büyük hayırlar murad edildiği için, bizâtihî güzeldir ve şer değildir. Şer olan, insanın o fiili iradesiyle istemesi ve sebebiyet vermesidir.
• Ayet ile Bağlantısı (İmtihan ve Hayr):
وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
Meali (- Enbiyâ 21:35): “…(İyilik ve kötülükle) sizi bir imtihan olarak deneriz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz.”
Bu ayet, hem hayrın hem de şerrin yaratılmasının “fitne” yani imtihan için olduğunu gösterir. İmtihanın varlığı ise küllî bir hayırdır, zira insanın mânevî terakkisine (yükselişine) vesiledir.
Kaderin Adaleti ve Zahirî Sebepler
Mebhas, Kader’in “illet ve sebeb itibariyle” de zulümden münezzeh (uzak) olduğunu beyan eder.
• İzahı: Kader, hükmünü verirken hakikî illetlere (gerçek sebeplere) bakar ve adalet eder. İnsanlar ise zahirî illetlere (görünen sebeplere) bakarak hüküm verir ve bazen zulmederler.
• Misal (Hâkim ve Hırsız): Bir hâkim, sizi hırsızlık (sirkat) ithamıyla, (aslında masum olmanıza rağmen) hapse mahkûm eder. Bu, zahirî sebeplere bakan hâkimin zulmüdür. Fakat sizin kimsenin bilmediği gizli bir katliniz vardır. Kader-i İlahî de sizi o hapisle mahkûm etmiştir; ancak Kader, sizin gizli katlinize binaen hükmettiği için adalet etmiştir.
• Netice: Aynı hadisede (hapis), insan hükmü zulüm iken, Kader’in hükmü adalettir. Demek ki Kader, hem sebep (mebde’) hem de netice (münteha) itibariyle çirkinlikten ve zulümden mukaddestir.
Cüz’-i İhtiyarî’nin Tesiri ve Küfrün Azameti
Mebhas, en mühim suallerden birine cevap verir: “Madem cüz’-i ihtiyarînin icad kabiliyeti yok, sadece itibârî (varsayımsal) bir ‘kesb’dir (yönelmedir); nasıl oluyor da Kur’an, bu basit irade yüzünden insanı Allah’a âsi ve düşman ilan ediyor, ona bu kadar büyük bir ehemmiyet veriyor?”
• Cevap: Çünkü küfür, isyan ve seyyie (kötülük), metnin başında belirtildiği gibi, tahribattır ve ademdir (yokluktur). Tahribat için büyük bir kudret gerekmez.
• Misal (Gemi): Bir geminin (sefine) kaptanı, cüz’î bir hareketle (dümene müdahale etmemek gibi ademî -olumsuz- bir fiil ile) geminin batmasına sebep olur. Geminin batmasıyla, o gemideki bütün mürettebatın sa’y ve gayretleri (binlerce olumlu fiil) heba olur. Bütün bu azîm tahribat, tek bir ademî (yapmama) fiiline terettüp eder (dayanır).
• Küfrün Mahiyeti: Küfür (inkâr) de böyledir. O, sadece basit bir olumsuzlama değildir. Bilakis:
• Bütün kâinatı (Allah’ın sanatı olarak) kıymetsizlikle ve abesiyetle (anlamsızlıkla) tahkir eder (aşağılar).
• Vahdaniyete (Allah’ın birliğine) delil olan bütün mevcudatı tekzib eder (yalanlar).
• Allah’ın bütün Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellilerini (görünümlerini) tezyif eder (küçümser).
• Netice: Küfür, böyle azîm bir tahribat olduğu için, Cenâb-ı Hak, bütün kâinat ve Esmâ’sı namına kâfirden şedid (şiddetli) şikayet etmekte ve onu ebedî azapla tehdit etmektedir. Bu, ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.
Hülâsa (Özet) ve Kimin Bahsetme Hakkı Vardır?
Mebhas, bu iki mefhumdan kimin, ne zaman bahsetmesi gerektiğini belirterek son bulur:
• Ehl-i Huzur ve Kemal-i İman Sahibi:
• Bu kimse, nefsini ve kâinatı zaten Allah’a teslim etmiştir (Tevhid sahibidir).
• Cüz’-i İhtiyarî’ye bakar: “Seyyiat (kötülük) bendendir” der, mes’uliyeti üstlenir ve Rabbini her türlü noksanlıktan takdis (tenzih) eder.
• Kader’e bakar: “Hasenat (iyilikler) O’ndandır” der, gurur ve fahr (övünme) yerine şükreder. Musibetlerde Kader’i görür, sabreder.
• Netice: Bu kişi için Kader ve Cüz’-i İhtiyarî, imanın kemaline hizmet eden iki hakikattir.
• Ehl-i Gaflet (Gaflette Olan):
• Bu kimse, kâinatı sebeplere (esbaba) ve nefsini kendine mal etmiştir (Gaflettedir).
• Cüz’-i İhtiyarî’ye bakar: İyilikleri kendine isnat eder (“Ben yaptım”).
• Kader’e bakar: Kötülükleri ve mes’uliyeti Kadere havale eder (“Kaderim böyleymiş, ne yapayım?”).
• Netice: Bu kişi için Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’den bahsetmek, sadece mes’uliyetten kaçmak ve gururlanmak için bir “desise-i nefsiye”den (nefsin hilesinden) ibarettir ve bütün hikmetine zıttır.
İKİNCİ MEBHAS:
Ehl-i ilme mahsus,
{(Haşiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müşkil bir sırr-ı kader mes’elesidir. Bütün ülema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mes’ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.}
ince bir tedkik-i ilmîdir.
Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?”
Elcevab: Yedi vecihle…
Birincisi:
Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz’-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz’-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez.
İkincisi:
Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.
Üçüncüsü:
Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor.
Dördüncüsü:
Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.
Beşincisi:
Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?”
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”
Altıncısı:
{(Haşiye): Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır.}
Cüz’-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”
Evet eğer abd hâlık-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette
مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ
kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.
Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?
Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir.
{(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.}
Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki’dir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.
Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’tır. Niçin bana katil denilir?
Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.
Yedincisi:
İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl:
Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.
***********
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kader Risalesi’nin (Yirmi Altıncı Söz) “İkinci Mebhas”ı, Kelâm ilminin en derin ve en mühim meselelerinden biri olan Kader ve Cüz’-i İhtiyarî (insan iradesi) arasındaki tevafuku, yani uyumu yedi vecih (yön/delil) ile tasvir etmektedir.
Bu mühim mebhasın, Kur’an-ı Kerim ayetleri ve o ayetlerin işaret ettiği müradif manalar (tevhid, adalet, ilim ve irade-i İlahî) çerçevesinde geniş ve detaylı bir izahı…
İkinci Mebhas’ın Tahlili: Kader ve Cüz’-i İhtiyarî Tevfiki
Metnin gayesi, “Kader varsa, insanın iradesi (cüz’-i ihtiyarî) nasıl olur?” sualine cevap vermektir. Bu iki hakikatin birbirine zıt veya aykırı olmadığını, bilakis birbirini teyid ettiğini (doğruladığını) isbat etmektir.
Birinci Vecih: Adalet-i İlahiye ve Mahiyetin Meçhuliyeti
• İzahı: Kâinatın tamamı, bir intizam ve mizan (ölçü) lisanıyla Allah’ın Âdil-i Hakîm (adaleti ve hikmeti sonsuz) olduğuna şehadet eder. Böyle bir Zat, insana sevap (mükâfat) ve ikab (ceza) için bir dayanak noktası olmak üzere, mahiyetini (yapısını) tam olarak bilmesek de varlığını kabul ettiğimiz bir “cüz’-i ihtiyarî” (seçme hürriyeti) vermiştir. Bizim, bu iradenin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmememiz, o iradenin “olmadığına” delalet etmez. Zira bilmediğimiz pek çok hikmet-i İlahiye mevcuttur.
• Ayetlerle İzahı: Kur’an-ı Kerim, adaletin temel şartı olan “mes’uliyet” (sorumluluk) üzerine bina edilmiştir. Mes’uliyet ise ancak irade ile mümkündür.
• Meali: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 99/7-8)
• Meali: “Hiç kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz.” (İsrâ, 17/15)
• Meali: “Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 2/286)
• Müradifi (İlgili Mana): Bu ayetler, “teklif” (mükellefiyet) ve “hesap” hakikatinin ancak bir “ihtiyar” (seçim) var ise adil olabileceğini gösterir.
İkinci Vecih: Vicdanî Şehadet ve Vücudun Bedâheti
• İzahı: Her insan, bizzarure (zorunlu olarak) kendisinde bir seçme hissi (ihtiyar) olduğunu vicdanen bilir. Bir şeyin vücudunu (varlığını) bilmek ayrı, mahiyetini (derûnî yapısını) bilmek ayrıdır. Cüz’-i ihtiyarî, varlığı bedihî (apaçık) olan, fakat mahiyeti tam kavranamayan mevcudat sırasındadır. “Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.” (Bizim bilmememiz, onun yokluğuna delil olmaz.)
• Ayetlerle İzahı: Kur’an, sürekli olarak insanın bu vicdanî hissine hitap eder; ona “seçim” sunar.
• Meali: “Ona iki yolu (iyilik ve kötülüğü) göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
• Meali: “De ki: ‘İşte Rabbinizden gelen gerçek. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’ Biz, zalimler için alemleri (ateşten duvarları) kendilerini çepeçevre kuşatan bir ateş hazırladık…” (Kehf, 18/29)
• Müradifi: Bu ayetlerdeki “dileyen… dileyen” ifadesi, insanın vicdanen bildiği o “tercih” kabiliyetine doğrudan bir hitaptır.
Üçüncü Vecih: Kaderin İhtiyarı İbtal Değil, Teyid Etmesi
• İzahı: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî (zıt) değildir. Bilakis kader, ihtiyarı teyid eder (doğrular). Zira kader, İlm-i İlahînin (Allah’ın ezelî ilminin) bir nevidir. Allah’ın ilmi, bizim “ihtiyarımızla ne yapacağımıza” taalluk etmiştir (ilişkindir). Yani Allah, “kulum şunu seçecek” diye bildiği için, bu ilim, kuldaki “seçme” fiilinin varlığını isbat eder, yokluğunu değil.
• Ayetlerle İzahı: Allah’ın ilmi her şeyi ihata etmiştir; bu ihata, insanın seçimlerini de kuşatır.
• Meali: “…Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Onlar ise O’nun ilminden, dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar…” (Bakara, 2/255)
• Meali: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (En’âm, 6/59)
• Müradifi: Allah’ın ilmi, bizim irademizi “icbar edici” (zorlayıcı) değil, “ihata edici” (kuşatıcı) ve “tasvir edici”dir.
Dördüncü Vecih: İlim Malûma Tâbidir (Zamanın İzafiyeti ve Ezeliyet)
• İzahı: Bu, meselenin en derin noktasıdır. Kader, ilim nevindendir. İlim ise malûma (bilinen şeye) tâbidir. Yani, bir şey nasıl olacaksa, ilim ona öyle taalluk eder. Yoksa malûm (olay), ilme tâbi değildir. (Yani, Allah bildiği için olay olmaz; olay öyle olacağı için Allah ezelî ilmiyle bilir). Hadiselerin haricî vücudu (dış dünyada var olmaları) Allah’ın İradesine bakar ve Kudretine istinad eder.
• Ezel (ezeliyet), mazinin (geçmişin) bir ucu değildir. Ezel; mazi, hal (şimdiki zaman) ve istikbali (geleceği) birden tutan, yüksekten bakan bir âyine-misaldir (ayna gibidir). Bizim zaman silsilesinin içinde olmamız ve “ezel”i geçmişte bir nokta sanmamız, bizi yanıltır.
• Ayetlerle İzahı: Allah için mazi, hal ve istikbal birdir. O, zamandan münezzehtir.
• Meali: “Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Kıyametin kopması, bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Nahl, 16/77) (Bu ayet, Allah’ın nazarında zamanın nasıl “bir an” olduğunu gösterir.)
• Meali: “O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd, 57/3)
• Müradifi: Hadis-i Şerif’te ifade edilen “Manzar-ı a’lâ” (en yüksek bakış noktası) budur. Allah, olaylar silsilesine “içinden” bakmaz ki, “daha olmadı” desin. O, silsilenin tamamına “üstünden” bakar ve olmuş gibi bilir.
Beşinci Vecih: Sebeb ile Müsebbeb Arasındaki Taalluk
• İzahı: Kader, “sebeb” (cause) ile “müsebbeb”in (effect/result) arasını birlikte hükmeder. Yani, “Şu müsebbeb (sonuç), şu sebeble vukua gelecek” diye takdir edilmiştir.
• “Madem filan adamın ölmesi mukadderdir, tüfek atan adamın ne kabahati var?” denilemez. Çünkü kader, o adamın ölmesini, o katilin tüfeği sebebiyle tayin etmiştir. Eğer “tüfek atmasaydı” diye farz edersen, kaderin o şekilde taalluk etmediğini farz etmiş olursun.
• Bu vecih, Cebriye (insan iradesini tamamen reddeden) ve Mu’tezile (kaderi inkâr edip fiilleri tamamen insana veren) fırkalarının zıt görüşlerini reddeder. Ehl-i Sünnet der ki: “Tüfek atmasaydı, (akıbeti) bizce meçhul.”
• Ayetlerle İzahı: Allah, hem sebebi hem de sebebin neticesini birlikte yaratır.
• Meali: “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Sâffât, 37/96)
• Meali: “(Bedir’de) attığın zaman, (aslında) sen atmadın, fakat Allah attı. Bu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunması içindi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfâl, 8/17)
• Müradifi: Bu ayet, insanın fiilini (atma) ve Allah’ın yaratmasını (halk) bir arada gösterir. İnsan sebep olur (kesb eder), Allah o sebebe bağlı neticeyi yaratır.
Altıncı Vecih: Kesb-i İnsanî ve Emr-i İtibarî (Kelâmî İzah)
• İzahı: Bu, meselenin en teknik, müdakkik âlimlere mahsus izahıdır. İnsanın cüz’-i ihtiyarîsinin temeli “meyelan”dır (bir şeye yönelme, eğilim).
• İmam Matüridî’ye göre bu meyelan, bir “emr-i itibarî”dir (haricî vücudu olmayan, zihnî, nisbî bir kavramdır). Vücudu olmadığı için, yaratılmaya (halk) muhtaç değildir ve bu sebeple kula (abde) verilebilir.
• İmam Eş’arî’ye göre ise bu meyelan “mevcud”dur (varlığı vardır), onu da Allah yaratır; fakat o meyelan’daki “tasarruf” (onu kullanma) emr-i itibarî olup kula aittir.
• Her iki mezhebe göre de insana ait olan kısım, emr-i itibarî (nisbî bir iş) olduğu için, var olmak için bir illet-i tâmme (tam ve zorunlu bir sebep) istemez. Eğer illet-i tâmme isteseydi, o zaman fiil vâcib (zorunlu) olur ve ihtiyar (seçim) ortadan kalkardı.
• Sarf (Dilbilgisi) Misali: “Katli (öldürmeyi) yaratan (halkeden) Hak’tır, niçin bana ‘katil’ deniliyor?” Cevap: ‘Katil’ (ism-i fâil), fiilin hasıl-ı bilmasdarından (ortaya çıkan neticesinden, yani ölümün yaratılmasından) değil, fiilin masdarından (yani insanın ‘öldürme eylemine yönelme’ kesbinden) müştaktır (türetilmiştir). Kesb (yönelme) bizimdir, mahluk (yaratılan netice) Allah’ındır. Mes’uliyet “kesb”edir.
• Ayetlerle İzahı:
• Meali: “…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 2/286)
• Müradifi: Ayette geçen “kazandığı” (Arapça: كَسَبَتْ – kesebet / اِكْتَسَبَتْ – iktesebet) kelimeleri, tam da Ehl-i Sünnet Kelâmının “kesb” (kazanma, yönelme) nazariyesine işaret eder. İnsan kesbeder (yönelir, kazanır), Allah halkeder (yaratır).
Yedinci Vecih: İrade-i Cüz’iyenin “Şart-ı Âdi” Olması
• İzahı: İnsanın iradesi (irade-i cüz’iye) gayet zaîftir, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenab-ı Hak, bu zaîf iradeyi, kendi İrade-i Külliyesinin (evrensel iradesinin) tecellisine bir “şart-ı âdi” (basit bir şart) yapmıştır.
• Manen der ki: “Ey kulum! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”
• Çocuk Misali: Bir çocuğu omuzuna alıp “Nereyi istersen götüreceğim” deseniz, o da yüksek ve tehlikeli bir dağı istese, götürseniz; çocuk üşüse veya düşse, “Sen istedin!” diyerek onu mes’ul tutarsınız. Bizim irademiz o çocuğun “istemesi” gibidir; Allah’ın yaratması ise omuza alıp “götürmesi” (icad etmesi) gibidir.
• Ayetlerle İzahı: İnsan ister, Allah yaratır.
• Meali: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)
• Meali: “Kim (doğru) yolu bulursa, ancak kendisi için bulmuş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez…” (İsrâ, 17/15)
• Meali: “Sizler ancak Rabbiniz Allah’ın dilemesi (izin vermesi) sayesinde dileyebilirsiniz…” (İnsan, 76/30 ve Tekvîr, 81/29)
• Müradifi: Son ayet (İnsan, 76/30), iki iradeyi de gösterir. Bizim “dilememiz” (cüz’-i ihtiyarî), ancak Allah’ın “dilemesi” (irade-i külliye ve icad) ile vücud bulur.
Elhasıl: Netice ve Çare (Dua ve İstiğfar)
• İzahı: İnsanın elindeki cüz’-i ihtiyarî zaîftir. Fakat seyyiatta (kötülüklerde) ve tahribatta (yıkımda) eli çok uzundur (küçük bir haram fiil, büyük neticelere sebep olabilir). Hasenatta (iyiliklerde) ise eli gayet kısadır (Çünkü hasenatın vücudunu ve neticelerini isteyen Allah’tır).
• Çare: Bu zaîf iradeyi kuvvetlendirmenin yolu:
• Dua ve Tevekkül: İradenin bir eline duayı verip, meyelan-ı hayra (iyiliğe yönelişe) kuvvet vermek.
• İstiğfar ve Tövbe: Diğer eline istiğfarı verip, meyelan-ı şerri (kötülüğe yönelişi) kesmek.
• Ayetlerle İzahı:
• Meali (Dua): “Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.'” (Mü’min, 40/60)
• Meali (İstiğfar): “…Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” (Hûd, 11/90)
• Meali (Tevekkül): “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 65/3)
Netice olarak, Kader Risalesi’nin bu İkinci Mebhası, Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesinin tam bir hulasası (özeti) olup; ne Cebriye gibi insanı rüzgâr önündeki yaprağa döndüren bir cebr-i mutlakı, ne de Mu’tezile gibi insanı fiillerinin hâlıkı (yaratıcısı) yapan bir dalaleti kabul eder. İnsanın kesb (seçim) ile mes’ul, Allah’ın ise halk (yaratma) ile Hâlık olduğunu isbat eder.
ÜÇÜNCÜ MEBHAS:
Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme:
Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını
gibi, pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır.
Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.
Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıb bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.
Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden; hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî mikdarı vardır. Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emaredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin manalarını onlarda yazıyor.
Elhasıl: Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebatat hayatı, bu derece kaderin nizamına tâbi’dir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı manevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.
Netice-i meram:
Madem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedahe o şeyin mikdar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın manevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Madem maddî ve manevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvarı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mizan ile cereyan ediyor. Suretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbi’dir.
*************
Metin, kader rüknünün isbatını, kâinat kitabındaki (kudretin Kur’an-ı Kebiri) tecellilere nazar ederek, “basit ve zahir” bir tarz ile, yani herkesin müşahede edebileceği delillerle ortaya koymaktadır.
Üçüncü Mebhas’ın İzahı: Kâinat Kitabında Kaderin Tecellileri
Bu mebhas, imanın rükünlerinden olan kadere imanı, iki temel nokta üzerinden isbat eder: Her şeyin vücudundan evvel (yaratılmadan önce) ve vücudundan sonra (varlık sahasında geçirdiği macera) yazılı olduğu hakikati.
Bu isbat, kâinattaki nizam (düzen), mizan (ölçü/denge), intizam (sistemlilik), tasvir (şekil verme) ve tezyin (süsleme) gibi fiillerin, her şeyin ezelî bir ilim ve takdir ile planlandığını gösterdiği esasına dayanır.
1. Vücuddan Evvel (Yaratılıştan Önce) Kaderin İsbatı
Metin, her şeyin yaratılmadan evvel mukadder ve yazılı olduğuna dair iki kuvvetli delil sunar: Tohumlar/Çekirdekler ve Muntazam Miktarlar/Suretler.
A. Çekirdekler ve Tohumlar Delili:
Her bir tohum, “Kâf-Nûn” ( كُنْ – Ol!) tezgâhından çıkan “latif bir sandukça” (küçük kutu) olarak tasvir edilir. Bu kutunun içinde, o bitkinin bütün bir hayat programını ihtiva eden “kaderle tersim edilmiş (resmi çizilmiş) bir fihristecik” bulunur.
• Kader ve Kudret Münasebeti: Kader, bu fihristeyi, yani manevî ve ilmî planı çizer. Kudret (İlahî güç) ise, bu plana (kaderin hendesesine) harfiyen ittiba ederek, zerreleri (atomları) istihdam eder ve o küçük tohum üzerinde koca bir ağaç gibi mu’cizat-ı kudreti bina eder.
• Delil Yönü: Maddeten birbirinin aynı görünen, basit ve şuursuz tohumların, birbirinden tamamen farklı ve son derece sanatlı, hikmetli ağaçları netice vermesi, bu işin maddenin kendisinden değil, onlara tevdi edilen ezelî bir programdan (kaderden) kaynaklandığını gösterir.
B. Miktarlar ve Suretler Delili:
Her canlıya (zîhayata) bakıldığında, onun gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıktığı görülür. Bu muntazam şekil ve mikdarın iki izahı olabilir:
• Ya o şekli verecek nihayetsiz derecede eğri büğrü, karmaşık ve harika maddî bir kalıp bulunmalıdır (ki bu, her bir zerre için imkânsızdır).
• Veyahut kaderden gelen “mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî” (ölçülü, ilme dayalı manevî bir kalıp) vardır. Ezelî kudret, bu manevî kalıba göre o sureti biçip giydirir.
Metin, zerrelerin hareketini bu ikinci şıkkı isbat için kullanır: “Camid, sağır, kör, şuursuz” zerreler, bir bitkinin veya hayvanın büyüme (neşv ü nema) safhasında, belirli “eğri büğrü hududlara” geldiklerinde dururlar. Meyvenin veya bir azanın yerini bilir gibi hareket eder, sonra başka bir gayeyi takip için yollarını değiştirirler. Bu, onların kendi başlarına değil, “kaderden gelen mikdar-ı manevînin emr-i manevîsiyle” hareket ettiklerini gösterir.
C. Bedihî Kader ve Nazarî Kader:
Metin, bu noktada kaderin iki tecellisinden bahseder:
• Bedihî Kader (Açık Kader): Çekirdekteki ağacın gelecekte gözle görünecek olan maddî keyfiyet ve vaziyetleridir. Bu, İlahî irade ve tekvinî (yaratılış) emirlerin unvanı olan “Kitab-ı Mübin”e işaret eder.
• Nazarî Kader (Düşüncedeki Kader): O ağacın hayatı boyunca geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler ve tesbihatlardır. “Tarihçe-i hayat” denilen bu manevî macera ise, İlahî ilmin bir unvanı olan “İmam-ı Mübin”e remzeder (işaret eder).
2. Vücuddan Sonra (Yaratılıştan Sonra) Kaderin İsbatı
Her şeyin varlık sahasına çıktıktan sonraki hayat macerasının (sergüzeşt-i hayatı) da yazıldığına dair iki kuvvetli delil sunulur:
Meyveler ve Kuvve-i Hâfıza (Hafıza Gücü).
A. Meyveler Delili:
Her bir meyve, kendi ağacının bütün hayat macerasını ve planını (mukadderat-ı hayatı) kalbi hükmündeki çekirdeğinde saklar. Bu çekirdek, hem geçmiş ağacın bir kaydı hem de gelecek ağacın programıdır. Bu durum, “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den, yani her şeyin kayıtlı olduğundan haber verir.
B. Kuvve-i Hâfıza Delili:
İnsanın hafızası, “Levh-i Mahfuz”dan haber veren bir emaredir. İnsanın bütün hayat macerası (sergüzeşt-i hayatı) ve kısmen kâinatın geçmiş hadisatı, hardal tanesi küçüklüğündeki bu kuvvecikte öyle bir surette yazılır ki, bu, adeta “kader kaleminin” insanın “sahife-i a’malinden” (amel defterinden) küçük bir sened (kayıt) istinsah edip (kopyalayıp) dimağının cebine koyması gibidir.
• Hafızanın Hikmetleri:
• Muhasebe Vakti: Ahiretteki hesap vaktinde insana yaptıklarını hatırlatmak.
• İtminan (Tatmin Olma): Bu fena ve zeval (geçicilik ve yok oluş) dünyasında, hiçbir şeyin kaybolmadığına dair bir tatmin vermek. Zira Kadîr-i Hakîm, zâil olan (geçip giden) şeylerin hüviyetlerini hafıza gibi “âyinelerde” tersim edip saklar (ibka eder). Hafîz-i Alîm, fânilerin manalarını “levhalara” yazar.
Netice-i Meram (Maksadın Neticesi)
Mebhas, “Kudret masdardır, kader mistardır” hükmüyle sonlanır.
• Mistar: Cetvel, şablon, üzerine yazı yazmak için kullanılan çizgili altlık. Kader, yani İlahî ilim ve takdir, bir mistardır.
• Masdar: Kaynak, fiilin çıktığı yer. Kudret (İlahî güç) ise masdardır; fiili işleyendir.
Kudret, kâinattaki bütün manaları, kaderin çizdiği o şablon (mistar) üzerine yazar. En basit bitkiden en mükemmel mahlûk olan insana kadar her canlının hayatı, zerrelerin hareketinden manevî hallerine kadar, bu kader kalemiyle çizilmiştir.
Mevzunun Ayet-i Kerimeler ve Müradif Kavramlarla İzahı
Metinde geçen “Kader”, “Kitab-ı Mübin”, “İmam-ı Mübin” ve “Levh-i Mahfuz” kavramları, Kur’an-ı Kerim’de de zikredilen, her şeyin Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dâhilinde olduğunu ifade eden temel ıstılahlardır.
1. Kader ve Takdir (Her Şeyin Ölçüsü)
Kader, metinde “her şeyin Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir” diye tarif edilir. Bu, Allah’ın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi, planlaması ve her şeye bir “mikdar” (ölçü) tayin etmesidir.
• Ayet (Kamer Suresi, 49):
$$إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ$$
“Gerçek şu ki, biz her şeyi bir ölçüye (kader) göre yarattık.”
(Bu ayet, metindeki “Herşey… takdiriyledir” hükmünü doğrudan tasdik eder.)
• Ayet (Furkan Suresi, 2):
$$…وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا$$
“…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.”
(Bu ayet, metindeki “Kudret masdardır, kader mistardır” ilişkisini gösterir. “Halk” (yaratma) fiili “Kudret”e, “Takdir” (ölçü biçme) fiili “Kader”e bakar.)
2. Kitab-ı Mübin (Apaçık Kitap)
Metin, “Kitab-ı Mübin”i İlahî iradenin ve tekvinî (yaratılış) emirlerin bir unvanı olarak zikreder. Bu, kâinatın yaratılış programıdır; metindeki “bedihî kader” (ağacın maddî şekli) buna bakar.
• Ayet (En’âm Suresi, 59):
$$…وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَآ اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ$$
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).”
(Metnin başında iktibas edilen bu ayet, en küçük hadisatın (yaprak düşmesi) ve en küçük varlığın (tane) dahi bu kitapta kayıtlı olduğunu, kaderin nizamından hariç olmadığını gösterir.)
• Ayet (Yunus Suresi, 61):
$$…وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ وَلَآ اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَآ اَكْبَرَ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ$$
“…Yerde ve gökte zerre ağırlığınca, hatta ondan daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz; hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Bu ayet, metindeki zerrelerin (zerrat) hareketinin dahi bu “Kitab-ı Mübin”deki plana tâbi olduğunu isbat eder.)
3. İmam-ı Mübin (Apaçık Kayıt/Rehber)
Metin, “İmam-ı Mübin”i İlahî ilmin bir unvanı olarak tarif eder. Bu, varlıkların “tarihçe-i hayatı”nın, yani manevî maceralarının (metindeki “nazarî kader”) kaydedildiği defterdir.
• Ayet (Yâsîn Suresi, 12):
$$اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪يٓ اِمَامٍ مُب۪ينٍ$$
“Şüphesiz biz, ölüleri diriltiriz ve onların önden gönderdiklerini ve eserlerini (âsâr) yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (İmâm-ı Mübîn) sayıp yazmışızdır.”
(Bu ayet, insanın amellerinin (“mâ kaddemû”) ve geride bıraktığı izlerin (“âsârehum”) -yani metindeki “sergüzeşt-i hayatı”nın- bu kayıtta toplandığını gösterir.)
4. Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levha)
Metin, insanın kuvve-i hafızasını “Levh-i Mahfuz”dan haber veren bir emare olarak zikreder. Levh-i Mahfuz, “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”i de içine alan, her şeyin tafsilatlı olarak yazıldığı “Ümmü’l-Kitab” (Kitabın Anası) olan ezelî ilim divanıdır.
• Ayet (Ra’d Suresi, 39):
$$يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ$$
“Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar. Kitabın anası (Ümmü’l-Kitâb) O’nun katındadır.”
(Levh-i Mahfuz’un, bütün değişen ve sabit kalan kayıtların aslı ve kaynağı olduğunu ifade eder.)
• Ayet (Burûc Suresi, 21-22):
$$بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ﴿٢١﴾ ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ ﴿٢٢﴾$$
“Hayır, o (yalanladıkları) şerefli bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfûz’dadır.”
(Bu, Levh-i Mahfuz’un varlığını ve her şeyin aslının orada korunduğunu tasdik eder. Hafızanın, bu büyük levhadan bir yansıma, bir “sened” olması, metnin getirdiği latif bir delildir.)
Hülasa;
Bu Üçüncü Mebhas, en basit bir tohumdan koca bir ağacın çıkmasını, şuursuz zerrelerin hikmetli hedeflere yönelmesini, bir meyvenin bütün bir ağacın programını taşımasını ve insanın hafızasının geçmiş hayatını kaydetmesini, kaderin varlığına dair “basit ve zahir” (açık ve kolay anlaşılır) deliller olarak sunmaktadır. Kâinattaki her hadise, İlahî ilmin (Kader/İmam-ı Mübin), İlahî iradenin (Kitab-ı Mübin) ve İlahî kudretin (fiilî yaratma) bir tecellisidir.
Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelana müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”
Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metalibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği manevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbane, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve vâridat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, kemal-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte
مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ
sırrını anla.
DÖRDÜNCÜ MEBHAS:
Eğer desen: “Birinci Mebhas’ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor.”
Elcevab:
Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. Madem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir. İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhasıl:
Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’, musanna’ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeğe hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letaif ile murassa’ olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.
* * ******
Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler (Yirmi Altıncı Söz, İkinci ve Dördüncü Mebhaslar) isimli eserden alınan bu mühim kısımlar, iman-ı bi’l-kader (kadere iman) rüknünün iki temel ve derûnî buudunu (boyutunu) tasvir etmektedir:
• Kadere imanın, insanın ruhuna verdiği hakiki hürriyet ve sıkıntılardan kurtuluşu.
• Zahiren (dıştan) “şer” ve “çirkin” görünen musibetlerin ve hadiselerin hakiki vecihlerinin (yönlerinin) “güzel” ve “hayır” olduğunun isbatı.
Birinci Esas: Kader, Hürriyet ve Emniyet
Risale-i Nur’da tasvir edilen birinci mesele, kaderin insan hürriyetini selbedip (alıp götürüp) ruha bir ağırlık verip vermediği sualidir. Verilen cevap, “Kat’â ve aslâ!”dır. Zira kadere iman, sıkıntı vermek şöyle dursun, “nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık” ve “emn ü emanı temin eden bir sürur” verir.
1. İnsanın Kâinat Karşısındaki Vaziyeti
İktibasta belirtildiği gibi, “insan bütün kâinatla alâkadardır.” İnsanın ene (ego) ve mahiyeti, nihayetsiz şeylere arzu duyar (inbisat ve cevelan), sonsuz hedefleri (makasıd) ve talepleri (metalib) vardır. Lakin bu talepleri yerine getirecek kudreti, iradesi ve hürriyeti “milyondan birisine kâfi gelmez.”
İnsan, eğer kadere iman etmezse, şu vaziyete düşer:
Kendi cüz’î serbestiyeti dairesinde, bütün kâinatın yükünü, hadiselerin tazyikini ve geleceğin endişesini “bîçare ruhunun omuzunda taşımaya mecburdur.” Zira kendini ve hadiseleri başıboş zanneder. Her şeyden korkar, her hadiseden titrer. Bu, “dünya kadar ağır bir yük”tür.
2. Kaderin Sefinesi (Gemisi) ve Hakiki Hürriyet
Kadere iman ise, insanın bu nihayetsiz yükünü “kaderin sefinesine atar.” Mü’min bilir ki:
• Kâinatta tesadüf yoktur. Her şey, bir Nizam-ı Ezelî (ezelî nizam) ile cereyan eder.
• Kendisinin vazifesi olmayan şeylere (kâinatın idaresi, geleceğin tanzimi gibi) karışmaz. Yükünü, her şeyin dizgini elinde olan Kâdir-i Mutlak olan Allah’a (c.c.) bırakır.
• Bu teslimiyet, “ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle” neticelenir. Zira ruh, lüzumsuz ve takati haricindeki yüklerden kurtulmuş, kendi hakiki vazifesi olan tefekkür, ibadet ve marifette serbestçe cevelan etmeye başlamıştır.
İktibastaki temsil (iki adamın padişahın sarayına girmesi), bu hakikati fevkalade tasvir eder:
• Birinci Adam (Kaderi inkâr eden): Padişahı (Allah’ı) tanımaz. Sarayı (dünyayı) sahipsiz zanneder veya gasıbane sahiplenmek ister. Sarayın idaresi, bahçenin tanzimi, garip hayvanatın (canlıların) erzakı gibi idaresi imkânsız külfetleri kendi üzerine alır. “Mütemadiyen ızdırab çeker.” Cennet gibi bahçe, başına cehennem olur.
• İkinci Adam (Kadere iman eden): Padişahı tanır, O’na misafir olduğunu bilir. Her şeyin bir nizam ve kanunla (“proğramla”) kemal-i sühuletle (mükemmel kolaylıkla) işlediğini itikad eder. Külfetleri padişahın kanununa bırakır. “Kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade eder.”
Kadere imanın selbettiği tek şey, “nefs-i emmarenin cüz’î hürriyeti”dir. Yani, enenin firavuniyetini, rububiyetini (ilahlık taslamasını) ve “keyfemâyeşa” (dilediği gibi) hareket etme arzusunu kırar.
Bu hakikat, o veciz kaide ile mühürlenir: “Mek âmen e bi’l-kad eri em ine mine’l-keder i” (مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ) – “Kim kadere iman ederse, kederden, sıkıntıdan emin olur.”
3. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Kadere imanın getirdiği teslimiyet, emniyet ve Allah’ın mutlak hâkimiyeti Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
• Her Şeyin Yaratıcısı ve Vekili O’dur (Yükü O’na bırakmak):
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.”}
(Zümer Suresi, 39:62)
• Müradifi: Madem her şeyin yaratıcısı ve idare edeni O’dur, o halde kâinatın yükünü O’na bırakmak, ruha en büyük hürriyeti verir.
• Allah’ın Yazdığından Başkası Gelmez (Emniyet):
“De ki: ‘Bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler.’”
(Tevbe Suresi, 9:51)
• Müradifi: Bu ayet, “kederden emin olmanın” formülüdür. Başımıza gelenin O’ndan olduğunu bilmek, O’na güvenmeyi (tevekkül) netice verir.
• Musibetin Ancak O’nun İzniyle Olması:
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Tegâbün Suresi, 64:11)
• Müradifi: Musibetin O’nun izniyle (kaderiyle) geldiğini bilmek, kalbe hidayet ve sükûnet verir.
• İnsanın Hürriyeti ve Sorumluluğu (Cüz-i İhtiyarî):
“Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.”
(İnsan Suresi, 76:3)
• Müradifi: Kader, insanın cüz-i ihtiyarîsini (seçme hürriyetini) reddetmez. Allah yolu gösterir; tercih kula aittir. Kader, nefs-i emmarenin firavuniyetini kırar, kulun imtihanını ortadan kaldırmaz.
İkinci Esas: Musibetlerin Hikmeti (Vücud ve Adem)
Dördüncü Mebhas’ta, “Madem kaderin her şeyi güzeldir, dünyadaki musibetler, beliyyeler bu hükmü nasıl doğrular?” sualine cevap verilir.
1. Vücud (Hayr-ı Mahz) ve Adem (Şerr-i Mahz)
Cevabın temeli, kelâmî (teolojik) bir esasa dayanır:
• Vücud (Var olmak): Hayr-ı mahzdır (sırf iyilik ve güzelliktir). Bütün güzellikler, kemaller, faziletler var olmaya racidir (dayanır).
• Adem (Yok olmak/Yokluk): Şerr-i mahzdır (sırf kötülük ve şerdir). Bütün musibetler, günahlar (maasi), noksanlıklar (nekais) ya doğrudan yokluktur ya da yokluğa müncer olan (yokluğa götüren) veya yokluğu işmam eden (hissettiren) hallerdir.
2. Musibetlerin Hayatı Tasaffi Etmesi (Arındırması)
Vücudun en parlak nuru olan hayat, sabit kalsa, yeknesak (monoton) bir halde dursa, kıymetini kaybeder ve ademe (yokluğa) yaklaşır. İktibasta dendiği gibi, “en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.”
İşte musibetler, beliyyeler, meşakkatler ve âlâm (elemler):
• Hayatı durağanlıktan, ataletten, sükûnetten (yani adem hallerinden) kurtarır.
• Hayatı “muhtelif ahval içinde yuvarlayıp kuvvet buldurur.”
• Hayatı “mütebayin (farklı) vaziyetlere girip tasaffi ettirir” (arındırır).
• Böylece “envâr-ı vücud teceddüd edip” (varlığın nurları yenilenip), “zulümat-ı adem tebâud ederek” (yokluğun karanlıkları uzaklaşarak) hayat safi, parlak ve kıymetli bir hale gelir.
3. Esma-i Hüsna’nın Nakışları Olarak Musibetler
İktibasın sonundaki temsil (sanatkâr zat ve model olarak kullanılan miskin adam), meselenin en mühim noktasını açıklar:
• Allah (c.c.), Sâni’-i Zülcelal (Celal Sahibi Sanatkâr) ve Fâtır-ı Bîmisal (Benzersiz Yaratıcı) olarak, Esma-i Hüsnasının (Güzel İsimlerinin) nakışlarını göstermek ister.
• Hayat, bu esmanın tecelli ettiği “murassa’ (süslü) bir gömlektir.”
• Musibetler, hastalıklar ve elemler; bu gömleğin Sânii tarafından “kesilmesi, değiştirilmesi, uzatılıp kısaltılması” gibidir.
Bunun hikmeti, farklı esmaların hükümlerini göstermektir:
• Hastalık olmasa, eş-Şâfî (Şifa Veren) ismi tecelli etmez.
• Açlık olmasa, er-Rezzâk (Rızık Veren) ismi tam bilinmez.
• Musibet olmasa, es-Sabûr (Çok Sabreden) isminin tecellisine ayna olunmaz.
• Zulüm olmasa, el-Adl (Adalet Eden) ve el-Müntakim (İntikam Alan) isimleri tam idrak edilmez.
Model olan miskin adamın (insanın), ücretini (cennet, beka, rıza) aldığı halde, sanatkâra (Allah’a) “Bana zahmet veriyorsun, güzelliğimi bozuyorsun” demeye hakkı yoktur. Çünkü o zahmetler ve değişiklikler, o sanatı (Esma-i Hüsna’yı) göstermek içindir.
Netice olarak, musibetlerde “lemaat-ı hikmet (hikmet parıltıları) içinde bazı şuaat-ı rahmet (rahmet ışınları) ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.” Yani musibetin kendisi (neticesi itibariyle) çirkin değil, güzeldir.
4. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Musibetlerin bir hikmetle, imtihan ve esma tecellisi olarak gönderildiği hakikati, ayetlerde şöyle tasvir edilir:
• İmtihan ve Sabır:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”
(Bakara Suresi, 2:155)
• Müradifi: Musibetler, bir imtihan vesilesidir ve es-Sabûr ismine ayna olma davetidir.
• Güçlükle Beraber Kolaylık (Tasaffi):
“Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
(İnşirah Suresi, 94:5-6)
• Müradifi: Musibet (güçlük), yeknesaklığı kırar ve hayatı arındırarak (tasaffi) kolaylığın (yeni bir vücud mertebesinin) kıymetini gösterir.
• Hayırdaki Şer, Şerdeki Hayır:
“…Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu sevmezsiniz. Olur ki, bir şey sizin için şer iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara Suresi, 2:216)
• Müradifi: Bizim zahirî (dış) nazarımızla şer gördüğümüz şeylerde, Allah (c.c.) nice hayırlar (Esma tecellisi, uhrevî netice, hayatın tasaffisi) murad etmiş olabilir.
• Her Musibetin Kaderle Yazılmış Olması:
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(Hadid Suresi, 57:22)
• Müradifi: Bu ayet, Birinci ve İkinci Esas’ı birleştirir. Musibetler kader iledir. Onların bir kitapta yazılı olduğunu bilmek, mü’mine kederden eminlik (Birinci Esas) ve hadisenin hikmetle yaratıldığını (İkinci Esas) idrak ettirir.
Hülasa (Netice)
İktibas edilen bu iki mebhas, kadere imanın iki büyük meyvesini tasvir eder:
• Meyve-i Dünyeviyye (Dünya Hayatındaki Meyvesi): Kadere iman, kâinatın ve hadiselerin sonsuz yükünü ve kederini insanın omuzundan alır, onu Kâdir-i Mutlak olan Allah’a teslim eder. Bu, ruha hürriyet-i hakikiye (gerçek hürriyet) ve emn-i kâmil (tam bir emniyet) verir.
• Meyve-i Uhreviyye ve Hakikiyye (Ahiret ve Hakikat Meyvesi): Musibetlere kader nazarıyla bakmak, onların zahirî çirkinliğine ve elemine takılmamayı öğretir. O hadiselerin, Sâni’-i Zülcelal’in hikmetli sanatı ve Esma-i Hüsna’sının rahmetli tecellileri olduğunu gösterir. Bu bakış, şikâyeti şükre, ızdırabı teslime çevirir.
Hâtime
[Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.]
Birinci Fıkra:
Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. Yirmiikinci Söz’de gayet kat’î isbat edildiği gibi: Eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân ve kolay olur. Madem zemin ve âsumanı birisi yapmış, yaratmış. Elbette o pek hikmetli ve çok san’atkâr zât, zemin ve âsumanın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.
İkinci Fıkra:
Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahrlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.
Üçüncü Fıkra:
Sen ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.
sırrınca: Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini; geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve riyadan kurtul!.
Dördüncü Fıkra:
Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Söz’ün âhirinde, şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir. Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, “Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir” demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”
Beşinci Fıkra:
Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, “Allahü Ekber” zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.
Bu Hâtime, bizzat Müellif’in (Bediüzzaman Said Nursî) kendi ifadesiyle, “Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden” beş fıkradan müteşekkildir.
Bu metin, yüksek seviyede bir nefis muhasebesi (nefsin tenkidi) ve enaniyetin (egonun) derûnî tahlilidir. Eski Said’in tabiatında var olan izzet-i ilmiye, gurur ve fahr (övünme) gibi hissiyatın, Kur’ân ve iman hakikatleri karşısında nasıl izale olduğunu ve “Yeni Said”in acz, fakr, şefkat ve tefekkür üzerine kurulu ubudiyet (kulluk) anlayışına nasıl teslim olduğunu tasvir eder.
Aşağıda, bu Hâtime’nin beş fıkrasının geniş ve teferruatlı izahı, mevzuyla bağlantılı ayetler ve mürâdif (destekleyici) mânalar ile birlikte takdim edilmiştir:
Hâtime’nin Geniş İzahı
Bu Hâtime, “Ene”nin (Benlik) mahiyetini anlamak ve onu Firavunluk mertebesinden (kendine varlık verme) “abdiyet” (kulluk) mertebesine çıkarmak için kaleme alınmış derûnî bir murakabe (içe bakış) metnidir.
Birinci Fıkra: Tevhidin Zarureti ve Vahdetin İsbâtı
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, kâinattaki varlıkların ve san’atlı yapıların, bir Sâni-i Zülcelâl’in (Sanatkâr Yaratıcı) varlığına kat’î bir surette delâlet ettiğini ortaya koyar. İki temel mukayese yapılır:
• Şirk (Ortak Koşma) Nazarı: Eğer her şey “birinin” (Allah’ın) olmazsa, yani yaratılış farklı sebeplere ve tabiata tevzi edilirse, o vakit “herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur.” Zira bir sineğin yaratılması için dahi, bütün kâinatı yaratacak bir kudret ve ilim gereklidir.
• Tevhid (Birlik) Nazarı: Eğer her şey “birinin” (Allah’ın) olsa, “o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân (kolay) ve kolay olur.” Zira bir baharı yaratmak, O Kudret-i Ezeliye için bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.
Bu isbattan sonra fıkra, şu neticeye varır: Madem zemin ve âsumanı (gökleri) yaratan O Zât-ı Ehad ve Samed’dir; elbette bu kâinat ağacının en mühim meyveleri, neticeleri ve yaratılış gayeleri olan “zîhayatları” (canlıları) ve hususan insanı başkasına (sebeplere, tabiata) bırakıp işi bozmayacak, hikmetli icraatını abes (anlamsız) hale getirmeyecektir. Zîhayatların şükür ve ibadetlerini, sahte mâbudlara (başka ellere) teslim etmeyecektir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Tevhidin İsbâtı ve Şirkin İmkânsızlığı :
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”
(Enbiyâ Sûresi, 21/22)
• Her Şeyin O’na Muhtaç Olması :
“Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.”
(Rahmân Sûresi, 55/29)
• Yaratılışta Abesiyet (Anlamsızlık) Olmaması :
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”
(Duhân Sûresi, 44/38-39)
İkinci Fıkra: Gurur ve Ucbun (Kendini Beğenme) Kırılması
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, nefsin “ucb” yani kendini beğenme ve “fahr” yani övünme damarını kesmek için doğrudan nefse hitap eder. “Üzüm ağacı” teşbihi (benzetmesi) kullanılır. Nefis, bir üzüm ağacına benzetilir. Ağaç, taşıdığı salkımlarla övünemez; zira o salkımları o ağaç kendi takmamıştır. Onları oraya takan, Kudret-i İlâhiyedir.
Aynen öyle de, ey nefis! Sendeki kemâlât (mükemmellikler), başarılar, ilim veya faziletler senin kendi malın değildir. Sen onlarla gururlanamaz (fahirlenemez)sin. Bütün bu “salkımları” sana takan, senin Hâlık-ı Kerîm’indir. Sana düşen fahr değil, şükürdür; gurur değil, acziyetini ve fakirliğini bilmektir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Bütün Nimetlerin Allah’tan Olması :
“Size ulaşan her nimet Allah’tandır…”
(Nahl Sûresi, 16/53 – Ayetin başı)
• İnsanın Zayıf Yaratılışı :
“…İnsan çok zayıf yaratılmıştır.”
(Nisâ Sûresi, 4/28 – Ayetin sonu)
• Mürâdif Hikmet: Bu fıkra, “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû” (Nefsini bilen, Rabbini bilir) hakikatinin bir veçhesini açar. Nefsinin “hiçliğini”, “aczini” ve “fakrını” bilen; Rabbinin “Gani” (Zengin), “Kadir” (Kudretli) ve “Bâki” (Kalıcı) olduğunu bilir.
Üçüncü Fıkra: Riya ve Hizmette İhlâsın Esası
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, nefsin en derûnî hilelerinden olan “amel-i sâlih” ile, hususan “dine hizmet etmek” ile gururlanmayı tenkit eder. Nefsin bu riyakâr (gösterişçi) gururunu kırmak için bir Hadîs-i Şerîf’i esas alır:
اِنَّ اللّٰهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدّ۪ينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ
(Meâli: “Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir (günahkâr) bir adamla da kuvvetlendirir.”) (Buhârî, Cihâd, 182; Müslim, Îmân, 178)
Üstad, nefsine der ki: Sen “müzekkâ” (temize çıkmış, arınmış) değilsin. Bu sebeple, yaptığın hizmete güvenip kendini sâlih bir kul zannetme. Belki sen, o hadiste bahsedilen “recül-i fâcir” (günahkâr adam) olabilirsin de Allah, senin elinle dinine hizmet ettiriyordur.
Öyleyse, yapılan hizmet ve ubudiyet (kulluk); gurur ve ucb vesilesi olmamalıdır. Bunlar ancak şu niyetlerle yapılmalıdır:
• Geçen Nimetlerin Şükrü: Sana verilen hayat, sağlık, ilim gibi nimetlerin bir teşekkürüdür.
• Vazife-i Fıtrat: Yaratılışının (fıtratının) bir gereği ve vazifesidir.
• Farîza-i Hilkat: Yaratılışının (hilkatinin) zorunlu bir borcudur.
• Netice-i San’at: Allah’ın sendeki san’atının tabii bir neticesidir.
Bu niyetle yapılan hizmet, insanı ucb ve riyadan kurtarır, ihlâsa (samimiyete) kavuşturur.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Nefsi Temize Çıkarmamak :
“…Artık kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah’a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir.”
(Necm Sûresi, 53/32 – Ayetin sonu)
• Amellerde İhlâsın (Samimiyetin) Emredilmesi :
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.”
(Beyyine Sûresi, 98/5)
• Riyanın Amelleri İptal Etmesi :
“Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş (riya) için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın…”
(Bakara Sûresi, 2/264 – Ayetin başı)
Dördüncü Fıkra: Hakikî Marifet ve Fenâdan Bekâya Yükseliş
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, Hâtime’nin en mühim ve derûnî kısmıdır. “Hakikat ilmi” ve “hakikî hikmet”in ne olduğunu açıklar: Bunlar, “Cenâb-ı Hakk’ın marifetini kazanmak”tır (Allah’ı tanımaktır).
Bu marifetin esası şudur: Bütün mevcudatın (varlıkların) hakikatleri, “İsm-i Hakk’ın şuaatı (yansımaları), esmasının tezahüratı (görünümleri) ve sıfâtının tecelliyatıdırlar (belirmeleridir).” Her bir şeyin hakikati, Allah’ın bir ismine (mesela ‘Musavvir’, ‘Sâni’, ‘Hakîm’ gibi) dayanır. Eğer o isme dayanmazsa, varlık “hakikatsız, ehemmiyetsiz bir suret” hükmüne düşer.
Fıkra daha sonra nefsin aldandığı “dünya hayatı”nın hakikatini açar. Maddî hayat, sadece “bulunduğun dakikadır.” O dakikadan evvelki bütün zaman (mazi) “meyyittir, ölmüştür.” O dakikadan sonraki bütün zaman (müstakbel) ise “ademdir, hiçtir.” Demek ki nefsin güvendiği maddî hayat, “bir ân-ı seyyale” (akıp giden bir an) kadardır.
Madem hakikat budur, çözüm: “Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık.” Zira o manevî hayat mertebelerinde, bizim için ölü olan mazi ve yokluk olan müstakbel; “haydır, hayatdar ve mevcuddur.” (Ehl-i velâyet, nazar-ı iman ile maziye ve müstakbele bir “zaman-ı hazır” gibi bakabilir.)
Bu hakikati anlayan nefis (artık Eski Said değil, Yeni Said’in kalbi), şu meşhur feryadı eder:
“Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed (ebedî güneş) isterim.
Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”
Bu, nefsin fenâsından (fâniliğini idrak etmesinden) geçip, Zât-ı Bâki ile bekâ bulmanın (kalıcılık kazanmanın) ilanıdır.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Her Şeyin Fâni, Yalnız O’nun Bâki Olması :
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
(Rahmân Sûresi, 55/26-27)
• Hakikî Yöneliş (Ruhumu Rahman’a teslim eyledim) :
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”
(En’âm Sûresi, 6/79)
• Allah’ın Nur Olması (Şems-i Sermed) :
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur…”
(Nûr Sûresi, 24/35 – Ayetin başı)
Beşinci Fıkra: “Allahü Ekber” Tefekkürü (Eserden Müessire İntikal)
Fıkra Analizi:
Bu Arapça fıkra, “Allahü Ekber” (Allah en büyüktür) zikrinin ihtiva ettiği otuz üç tefekkür mertebesinden sadece bir mertebeye işarettir. Muhtevası, kâinattaki her şeyin O’nun isim ve sıfatlarının bir tecellisi olduğunu tasvir eder. Kâinat;
• O’nun Kaza ve Kader kaleminin “hatları” (çizgileri),
• İlim ve Hikmet pergelinin “nakışları”,
• San’at ve İnayet elinin “tezyinatı” (süslemeleri),
• Lütuf ve Kereminin “çiçekleri” (ezâhir),
• Rahmet ve Nimetinin “semereleri” (meyveleri),
• Ve Cemâl ve Kemâlinin “tecelliyatının parıltıları”dır (lem’alarıdır).
Fıkranın ikinci kısmı, marifetullah yolunda (Allah’ı tanıma) muazzam bir mantıkî silsileyi (zincirleme) kurar:
• el-Eserü’l-Mükemmel (Mükemmel eser) -> el-Fi’lü’l-Mükemmel’e (Mükemmel fiile/eyleme) delâlet eder.
• el-Fi’lü’l-Mükemmel -> el-İsmü’l-Mükemmel’e (Mükemmel isme) delâlet eder. (Mesela ‘ihya’ fiili, ‘Muhyî’ ismine).
• el-İsmü’l-Mükemmel -> el-Vasfü’l-Mükemmel’e (Mükemmel sıfata) delâlet eder. (Mesela ‘Muhyî’ ismi, ‘Hayat’ sıfatına).
• el-Vasfü’l-Mükemmel -> eş-Şe’nü’l-Mükemmel’e (Mükemmel şe’ne/duruma) delâlet eder.
• eş-Şe’nü’l-Mükemmel -> Kemâl-i Zât’a (Zât’ın mükemmelliğine) yakînî olarak delâlet eder.
Netice: “Aynaların fâni olması” (tefânî-i merâyâ), yani mevcudatın sürekli gelip geçmesi, yok olması (zeval bulması) ve fakat “tecellinin dâimî olması” (tecellî-i dâim); bu görünen güzelliğin (Cemâl-i Zâhir) aynalara (mazharlara/varlıklara) ait olmadığını isbat eder. Bu güzellik, “Cemâl-i Mücerred” (soyut, aşkın güzellik) sahibine, yani “Vâcibü’l-Vücûd”a (varlığı zorunlu olan) ve “Bâkî-i Vedûd”a (Kalıcı ve Seven) aittir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Eserden Müessire Bakış (Tefekkür) :
“Bakmıyorlar mı deveye, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne, nasıl yayılmış?”
(Gâşiye Sûresi, 88/17-20)
• İsimlerin ve Sıfatların Kemâli :
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin…”
(A’râf Sûresi, 7/180 – Ayetin başı)
• Zât’ın Mükemmelliği ve Benzersizliği :
“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Şûrâ Sûresi, 42/11 – Ayetin ortası)
Hülâsa (Özet):
Bu Hâtime, “Eski Said”in şahsında temsil edilen enaniyetin (gurur, ucb, riya, fahr) nasıl bir mantıkî ve derûnî muhasebe ile kırıldığını; Tevhid hakikati, nimetin sahibini bilme, ihlâsın zarureti, dünyanın fâniliği ve marifetullahın (Allah’ı tanımanın) yegâne hakikat oluşuyla nefsin nasıl teslime mecbur edildiğini tasvir eden muazzam bir tefekkür ve tezkiye metnidir.
Tılsım-ı kâinatı keşfeden, Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını halleden
Otuzuncu Söz
“Ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır.
Şu Söz iki maksaddır. Birinci Maksad, “Ene”nin mahiyet ve neticesinden; İkinci Maksad, “zerre”nin hareket ve vazifesinden bahseder.
Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır,
bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:
Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.
SUAL:
Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?
ELCEVAB:
Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar.
Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir.
Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vâcib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.
İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder.
der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.
Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanette hıyanet eder,
وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا
altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
mealini gösterir. Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. Onbirinci Söz’de mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, -mana-yı harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruzname olduğu gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Söz’deki tafsilata iktifaen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa gel, hakikata giriyoruz.
İşte bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları
{(Haşiye): Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.}
beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih:
Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebaîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti, vehmiyedir. Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk’e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal’in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı onun elindedir; herşeye Kadir-i Mutlak’tır. Esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır. İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelal bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
İkinci vecih ise:
Felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.
O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhâssa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’î isbat etmişiz. Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz u za’f, fakr u ihtiyaç, naks u kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.
İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.
İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir. Çünki felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ “Elhükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der.
Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide
{(Haşiye-2): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.}
yapmıştır. O şecerenin kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.
Şimdi şu hakikatı tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sadıkasından tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak üç-dört misal zikrediyoruz.
kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vâcib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vâcib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede? Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadîr, kavî, gani ve müstağni olan Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti nerede?..
İkinci Misal:
Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.
Üçüncü Misal:
Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden
اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ
yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek bir tek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan
اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ عَنْهُ اِلَّا الْوَاحِدُ
“Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât bir tek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadîr-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.
Dördüncü Misal:
Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâni’ine ait neticeleri, Fâtır’ına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?
Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatında bir derece gösterildiğinden kısa kestik. İşte bu dört misale, binler misali kıyas edebilirsin. “Lemaat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.
İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile imamları, zînet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarrî ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip; “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.
Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zâtında hava gibi zaîf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır.
مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَم۪يمٌ
der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:
Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. Hem Onuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.
İşte bu hurafatlara sair mes’elelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tagutlardandır.
Geçen hakikatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayaliye suretinde nim-manzum olarak “Lemaat”ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin mealini şurada zikretmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin te’lifinden sekiz sene evvel İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki, Fatiha-i Şerife’nin âhirinde
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rü’yaya benzer bir hâdise gördüm ki:
Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldiki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.
Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo
{(Haşiye): Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: “Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları garkeden madde, ayağımı da ıslatamadı. Evet büyük bir padişahın, onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”}
gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatın bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatıma dönüyorum.
Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi. Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatın zulümatını dağıtır. Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’anın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayatdar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.
Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin değil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat’edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatımda öyle acaib ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdid eder, herşey bana müşkilât peyda eder. Fakat yine Kur’andan bana verilen bir vasıta-i seyahatımla geçiyordum, galebe çalıyordum. Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahatı bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise… O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesimi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.
Sonra baktım: Biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiş sahraya getirdi. Baktım ki: Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latif bir nesim, en leziz bir âb, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki: O asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatımda ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm. anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir.
İşte
وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât olduğunu hissettiniz.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ
ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir.
اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.
* * *******
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz’ün “Birinci Maksad”ı, “Ene” (Enaniyet) bahsinin en derin ve esaslı izahlarından birini teşkil etmektedir.
Bu “Söz”, kâinatın tılsımını keşfeden Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını, yani “Ene” (Benlik) ve “Zerre” (Atom/parçacık) mefhumlarını halletmektedir. Birinci Maksad, hususiyetle “Ene”nin mahiyetini ve bu mahiyetin yol açtığı iki büyük neticeyi tasvir eder.
Giriş: “Ene”nin Çift Yönlü Çekirdek Mahiyeti
Otuzuncu Söz, “Ene”yi, yani insanın kendisini “ben” olarak ifade etme kabiliyetini ve şuurunu, çift kutuplu bir çekirdeğe benzetir. Bu çekirdek:
• Şecere-i Tûbâ: İman ve ubudiyet (kulluk) ile sulandığında, dalları bütün âlem-i insaniyeti saadet ve fazilet meyveleriyle donatan nurani bir “Tûbâ Ağacı”na inkılab eder.
• Şecere-i Zakkum: Küfür ve tuğyan (azgınlık) ile beslendiğinde ise, şirk ve dalalet (sapıklık) karanlıklarını yayan müthiş bir “Zakkum Ağacı”na dönüşür.
Bu bahsin temelini teşkil eden ve metnin hemen başında zikredilen ayet-i kerime, “Emanet” mefhumudur.
1. “Ene” ve “Emanet-i Kübra” (En Büyük Emanet)
Metin, “Ene”nin, semavat, arz ve dağların yüklenmekten korktuğu “Emanet”in müteaddid (birçok) vecihlerinden (yönlerinden) sadece bir ferdi olduğunu beyan eder. Bu emanet, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ
– Ahzâb, 33/72): “Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
“Ene”, bu emanetin ta kendisidir. Zira “ben” diyebilme kabiliyeti, insana hem Sâni’-i Hakîm’in (Sanatlı Yaratıcı’nın) esmasını tanıyabilme istidadını vermiş, hem de firavunlaşabilme potansiyelini yüklemiştir. İnsanın “zalûm” (çok zalim) ve “cehûl” (çok cahil) olması, bu “Ene” emanetine hıyanet etme cihetinden kaynaklanır.
2. “Ene”nin Vazifesi: Bir “Vâhid-i Kıyasî” (Kıyaslama Birimi) Olmak
Metin, “Ene”nin niçin verildiğini izah ederken, onun hakikî bir vücudu olmadığını, ancak farazî (varsayımsal) ve vehmî (tasavvura dayalı) bir “vâhid-i kıyasî” olduğunu belirtir.
Sual: Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti (bilinmesi) neden enaniyete bağlıdır?
Cevap: Çünkü Cenab-ı Hakk’ın sıfatları (ilim, kudret, irade vb.) mutlak, muhit ve hududsuzdur. Hudutsuz olan bir şeyin mahiyeti idrak edilemez, ona bir şekil verilemez.
• Müradif Mefhum (İlgili Kavram): Işık ve Karanlık. Metnin verdiği misalde olduğu gibi, daimi bir ziya (ışık), bir karanlık hattı (hakikî veya vehmî) çekilmedikçe bilinmez ve hissedilmez.
“Ene”, işte bu vehmî karanlık hattını çizer. İnsan, kendisindeki farazî mâlikiyet (“bu ev benimdir” demesi) ile Cenab-ı Hakk’ın hakikî mâlikiyetini (“bütün kâinat O’nundur”) idrak eder. Kendindeki cüz’î ilim ölçücüğü ile Allah’ın muhit ilmini anlar. Kendindeki kesbî san’atçığı (yaptığı küçük sanatlar) ile Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını (eşsiz yaratma sanatını) fehmeder.
Demek ki “Ene”, kâinatın tılsımını ve Allah’ın gizli hazinelerini (künuz-u mahfiye) açan bir miftah (anahtar), bir mizan (terazi) ve bir âyine-misaldir (ayna gibidir).
3. “Ene”nin İki Yüzü: “Mana-yı Harfî” ve “Mana-yı İsmî”
Metin, “Ene”yi iki yüzü olan bir “elif”e benzetir. İnsanın bütün hidayet veya dalaleti, bu iki bakış açısından birini tercih etmesine bağlıdır.
A. Mana-yı Harfî (Hidayet ve Ubudiyet Yüzü)
Bu vecihte (yönde) “Ene”, mana-yı harfî ile, yani “başkasının manasını gösteren” bir alet olarak kullanılır.
• Mahiyeti: Vücudu tebaîdir (başkasına tabidir), zılliyedir (bir gölgedir), hakikî değildir.
• Vazifesi: Kendi Hâlık’ının sıfatlarına mikyas (ölçü) olmaktır.
• Neticesi: Bu şuurda olan “Ene”, farazî mâlikiyetini terk eder ve “لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ” (“Mülk O’nundur, hamd O’nadır”) der. Hakikî ubudiyetini (kulluğunu) takınır ve “ahsen-i takvim” makamına (en güzel yaratılış seviyesine) çıkar.
Bu, “nefsini tezkiye etme” halidir ve şu ayetle müjdelenmiştir:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙ ﴿٧﴾ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙ ﴿٨﴾ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ ﴿٩﴾
Meali (- Şems, 91/7-9): “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”
B. Mana-yı İsmî (Dalalet ve Şirk Yüzü)
Bu vecihte “Ene”, mana-yı ismiyle, yani “kendi manasını taşıyan”, bizzat var olan, aslî bir hakikat gibi görülür.
• Mahiyeti: Kendini mâlik itikad eder. Vücudunu aslî zanneder.
• Vazifesi: Unutulur, terk edilir.
• Neticesi: Emanete hıyanet eder. Başlangıçta ince bir tel olan “Ene”, gaflet ve inkâr toprağı altında kalınlaşır, sahibini yutan bir ejderha olur.
• İlerleyişi: Sonra kıyas-ı binnefs (kendine kıyaslama) ile her şeyi ve herkesi kendi gibi müstakil zanneder. Cenab-ı Hakk’ın mülkünü esbaba (sebeplere) ve tabiata taksim eder. Bu ise, metnin işaret ettiği üzere, en büyük zulüm olan şirktir.
Bu, “nefsini kötülüklere gömme” halidir ve şu ayetle ihtar edilmiştir:
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ ﴿١٠﴾
Meali (- Şems, 91/10): “Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
Bu şirk halinin zulüm olduğuna dair ayet-i kerime ise şöyledir:
…اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Meali (Lokmân, 31/13): “…Muhakkak ki şirk (Allah’a ortak koşmak) büyük bir zulümdür.”
4. İki Azîm Silsile: Nübüvvet ve Felsefe
Metne göre, Hazret-i Âdem’den (a.s.) bu yana gelen iki büyük düşünce cereyanı, “Ene”ye olan bu iki farklı bakış açısından doğmuştur:
A. Silsile-i Nübüvvet (Peygamberlik Zinciri – Şecere-i Tûbâ)
“Ene”ye mana-yı harfî ile (ubudiyet vecihinde) bakmışlardır.
• Gaye (Hedef): İnsaniyetin gayesi, “Ahlâk-ı İlahiye ile tahalluk etmek” (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak) ve bununla beraber kendi aczini, fakrını, naksını (acizliğini, fakirliğini, kusurunu) bilerek Allah’ın kudretine iltica, rahmetine itimad etmektir.
• Düstur (İlke): Kâinatta düstur-u teavün (yardımlaşma ilkesi) caridir. Zerrelerden güneşlere kadar her şey birbirinin yardımına koşar.
• Tevhid (Birlik): Düsturları “اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ” (Birlik sahibi olan, ancak Bir’den sudûr eder/çıkar) esasıdır. Eşyadaki birlik ve intizam, Sâni’in birliğini isbat eder.
B. Silsile-i Felsefe (Diyanete itaat etmeyen Felsefe – Şecere-i Zakkum)
“Ene”ye mana-yı ismî ile (rububiyet vecihinde) bakmışlardır.
• Gaye (Hedef): Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerin dahi gayesi, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib” (Vâcib-ül Vücud’a benzemek) olmuştur. Bu, insanın acz ve fakrını unutan firavunane bir hükümdür.
• Düstur (İlke): Kâinatta düstur-u cidal (çatışma ilkesi) esastır. “Hayat bir cidaldir” diyerek zulmü alkışlamışlar ve “Elhükmü lil-galib” (Hüküm galibindir) demişlerdir.
• Tevhid (Birlik): Düsturları “اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ عَنْهُ اِلَّا الْوَاحِدُ” (Bir’den ancak bir sudûr eder) safsatasıdır. Bu ilke, Allah ile mahlukat arasına “akl-ı evvel” gibi vasıtalar koyarak, sebeplere (esbaba) ve tabiata rububiyet (yaratıcılık ve idare) payı vermiş, şirke kapı açmıştır.
• Hikmet: Kâinattaki eşyanın hikmetini (varlık sebebini) sadece kendine veya insana bakar zannetmişlerdir. Bu ise, misalde geçtiği gibi, “koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak” gibi abesiyettir. Halbuki nübüvvetin gösterdiği gibi (وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ – “Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin” [İsrâ, 17/44]), her şeyin Sâni’ine bakan binler hikmeti vardır.
5. Netice ve Seyahat-ı Hayaliye (Hulasası)
Metnin sonunda zikredilen “seyahat-ı hayaliye” (hayalî seyahat), bu iki mesleğin farkını Fatiha Suresi’nin son ayetleri ışığında tasvir eder:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ﴿٦﴾ صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ ﴿٧﴾
Meali ( Fâtiha, 1/6-7): “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”
• وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ (Sapıkların Yolu): Bu, “Tabiiyyun” (Naturalistler) mesleğidir. “Ene”ye mana-yı ismiyle bakıp tabiat tünelinde hakikati arayanlardır. İbn-i Sina gibiler dahi bu yolda boğulmuş, hakikate vasıl olamamışlardır.
• غَيْرِ الْمَغْضُوبِ (Gazaba Uğrayanların Yolu): Bu, “Esbabperestler”in (Sebeplere tapanların) ve Meşaiyyun hükemasının (Aristo takipçisi filozofların) mesleğidir. Yalnız akıl ile ve sebeplere tesir vererek hakikate gitmek isterler.
• اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (Nimet Verilenlerin Yolu): Bu, Ehl-i Kur’an’ın “Sırat-ı Müstakim”idir. “Ene”ye mana-yı harfî ile bakıp, Kur’an’ın ayetlerini bir “asansör” gibi kullanarak, tabiatın ve sebeplerin fevkine (üstüne) çıkan, en kısa, en selâmetli, semavî yoldur.
Hulasa (Özet)
“Ene”, Allah’ın insana verdiği, Kendi mutlak sıfatlarını idrak edebilmesi için bir ölçü aletidir. Eğer insan bu aletin farazî ve alet olduğunu bilir (mana-yı harfî), onu sadece bir vâhid-i kıyasî olarak kullanırsa, emaneti eda eder, “ahsen-i takvim”e çıkar ve Tûbâ ağacının meyvesi olur.
Eğer gafletle bu aleti asıl zanneder (mana-yı ismî), kendini müstakil bir mâlik ve fâil görürse, emanete hıyanet eder, şirke düşer ve Zakkum ağacına çekirdek olarak “esfel-i sâfilîn”e (aşağıların en aşağısına) düşer.
İkinci Maksad
[Tahavvülât-ı zerrata dair]
Şu âyetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.
[Şu âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu maksad, bir “Mukaddime” ile “Üç Nokta”dan ibarettir.]
Mukaddime
Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa Maddiyyun ve Tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Çünki bütün mevcudat gibi zerreler ve herbir zerre, mebde’-i hareketinde “Bismillah” der. Çünki nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünki bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.
Evet tahavvülât-ı zerrat;
{(Haşiye): İkinci Maksad’ın tahavvülât-ı zerratın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.
Kur’an-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir, “İkisi birdir”; bir kısmı, “Ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlarına dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: “İlm-i İlahînin ünvanlarıdır” demişler. Fakat Kur’anın feyzi ile şöyle kanaatım gelmiş ki: “İmam-ı Mübin”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşey’in vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmialtıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet şu “İmam-ı Mübin”, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san’atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın proğramlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan proğramları ve fihristeleri ve o fihriste ve proğramları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasıl “İmam-ı Mübin”, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal-budak salan şecere-i hilkatin bir proğramı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki “İmam-ı Mübin”, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir.
Amma “Kitab-ı Mübin” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. “İmam-ı Mübin” kader defteri ise, “Kitab-ı Mübin” kudret defteridir. Yani herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında kemal-i san’at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nafizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip; birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; herbir şey’in hususî vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu “İmam-ı Mübin” gibi kader ve cüz’-i ihtiyarî mesailinde isbat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basîrane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler. Hâşâ, “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icadediyor, zerratı tahrik ediyor.
Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır. Amma “Levh-i Mahv-İsbat” ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşeyin bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi, “Levh-i Mahv-İsbat”taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ
}
âlem-i gaybdan olan, herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten, teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den istinsah ile ve seyyal zamanın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv-İsbat”ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.
BİRİNCİ NOKTA:
İki Mebhastır.
Birinci Mebhas:
Her zerrede -hem hareketinde, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünki Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmiikinci Söz’de tafsilen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünki anasırın herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. Evet havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza.. o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebatata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, mikdarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe’ olmak kabil olduğundan hangi tohum gelse o zerrede, yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler enva’ı adedince muntazam manevî makine ve fabrikaları bulunması veyahut mu’cizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle o vazifeler gördürülür.
Evet nasılki bir acemî, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam Avrupa’ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadane kemal-i intizam ile herbir san’atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san’atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir. Hem nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gayet san’atlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: “O adam, gayet mu’cizekâr bir zâtın menşe-i mu’cizatı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.” Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer mektubat-ı Samedaniye, birer antika-i san’at-ı Rabbaniye, birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekât ve hidematları; bir Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Kerim-i Zülcemal’in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi herbiri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasını ilân eden birer ayrı ilânname ve kemalâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe’ ve medar olmaları; Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat’îdir. Âmennâ.
İkinci Mebhas:
Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.
Şimdi, Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Nümune olarak birkaçına işaret ediyoruz.
Birincisi:
Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her bir tek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her bir tek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve bir tek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için, Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi:
Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal; şu dünyayı, bahusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır. Yani neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir surette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu’cizat-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedayasını, nihayetsiz kudretinin mu’cizatının nümunelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.
Üçüncüsü:
Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünat-ı itibariyeyi değiştirmekle, maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünat-ı itibariye ve teşahhusat-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zahiren fâni oldukları halde; onların maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sabit ve bâki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü:
Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelal, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.
Beşincisi:
Nihayetsiz kemalât-ı İlahiyeyi, hadsiz celevat-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi ve gayr-ı mütenahî tesbihat-ı Rabbaniyeyi şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemal-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemal-i intizamla tavzif ederek; mütenahî bir zamanda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenahî tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır. Yoksa herbir zerrede, güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.
İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.
(Üçüncü Nokta’da altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.)
*************
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
İkinci Maksad: Tahavvülât-ı Zerrat Bahsinin Geniş ve Detaylı İzahı
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen bu İkinci Maksad, kâinatın temel yapı taşları olan “zerreler”in (atomların ve parçacıkların) hareketlerini (tahavvülâtını) ele alarak, bu hareketlerin Maddiyyun (Materyalistler) ve Tabiiyyunların (Naturalistlerin) iddia ettiği gibi tesadüfî, gayesiz ve manasız olmadığını; bilakis, her bir zerrenin hareketinin, Nakkaş-ı Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın ilim, irade ve kudreti tahtında cereyan eden, son derece hikmetli ve manidar bir “yazı” ve “tesbih” olduğunu isbat eder.
Bu bahis, kâinattaki en küçük bir hareketin dahi Vâcibü’l-Vücud’un varlığına ve birliğine (Vahdaniyet) nasıl parlak bir delil teşkil ettiğini, Kur’an-ı Hakîm’in nazarıyla ortaya koyar.
Metnin tahlilini, âyetler ve müradif kavramlarla zenginleştirerek şu başlıklar altında izah edebiliriz:
1. Mukaddime: Zerrelerin Hareketi “Tesadüf” Değil, “Tesbih”tir
Metnin mukaddimesi, zerrelerin hareketine dair iki zıt bakış açısını tenkit ve isbat metoduyla ele alır:
• Reddedilen Görüş (Maddiyyun Tevehhümü): Materyalist ve tabiatperest düşünce, zerrelerin hareketini “tesadüf oyuncağı” ve “karışık, manasız bir hareket” olarak tevehhüm eder. Bu bakış açısı, kâinattaki hârika nizamı ve san’atı görmezden gelir.
• Kabul Edilen Hakikat (Kur’anî Nazar): Hakikatte ise “tahavvülât-ı zerrat”; Nakkaş-ı Ezelî’nin (Cenâb-ı Hak), kudret kalemiyle kâinat kitabına yazdığı “âyât-ı tekviniye”nin (varoluşsal âyetlerin) yazılması sırasındaki “ihtizazatı ve cevelanıdır” (titreşimleri ve dolaşımıdır).
Bu hakikati isbat için iki mühim nokta zikredilir:
• Mebde’-i Hareket (Hareketin Başı): “Bismillah”
Her bir zerre, hareketine başlarken “Bismillah” der. Bunun isbatı; zerrelerin kendi kuvvetlerinin kat kat fevkinde olan nihayetsiz yükleri kaldırmasıdır. Misal olarak, “buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması” gösterilir. Bir zerre, kendi başına bu vazifeyi yapamaz; ancak “Bismillah” diyerek, yani Allah’ın namıyla ve kuvvetiyle hareket ederek bu hârika vazifeyi görebilir.
• Hitam-ı Vazife (Vazifenin Sonu): “Elhamdülillah”
Her bir zerre, vazifesi bittiğinde “Elhamdülillah” der. Bunun isbatı; ortaya çıkan neticenin, “bütün ukûlü (akılları) hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at” ve “faideli bir hüsn-ü nakış” (güzel nakış) sergilemesidir. Ortaya çıkan bu eser (misal olarak “nar ve mısır” zikredilir), Sâni’-i Zülcelal’in medihlerini ilan eden bir “kaside-i medhiye” hükmüne geçer.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
Metnin başında iktibas edilen âyet, bu bahsin temelini teşkil eder:
• Sebe’ Sûresi, 3. Âyet:
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَاْت۪ينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَ رَبّ۪ى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اﻜْبَرُ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “İnkâr edenler, ‘Kıyamet bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır, gaybı bilen rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey yoktur ki, her şeyi açıklayan bir kitapta (kitâb-ı mübîn) bulunmasın.'”)
• İzahı: Bu âyet, zerrelerin hareketinin Cenâb-ı Hakk’ın “İlm-i Muhit”inden (her şeyi kuşatan ilminden) hariç olmadığını ve her şeyin bir “Kitab-ı Mübin”de kayıtlı olduğunu beyan ederek, tesadüf fikrini kökünden çürütür.
2. Haşiye: Kâinatın Üç Temel Defteri (İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahv-İsbat)
Bu mühim haşiye, zerrelerin hareketinin hangi ilahî kanunlar dairesinde cereyan ettiğini izah eder. Kur’an-ı Hakîm’de zikredilen bu üç kavram, İlm-i İlahînin farklı ünvanları ve tecelligâhlarıdır:
• İmam-ı Mübin (İmâm-ı Mübîn):
• Nazar Ettiği Alan: Âlem-i Şehadetten (görünen âlemden) ziyade Âlem-i Gayb’a (görünmeyen âleme) bakar. Zaman-ı halden (şimdiki zamandan) ziyade mazi ve müstakbele (geçmiş ve geleceğe) nazar eder.
• Mahiyeti: Eşyanın vücud-u zahirîsinden (dışsal varlığından) ziyade, aslına, nesline, köklerine ve tohumlarına bakar. O, “Kader-i İlahînin bir defteridir.”
• Vazifesi: Bütün hilkatin (yaratılışın) bir “proğramı” ve “fihristesi” hükmündedir. Bir çekirdeğin, koca bir ağacın bütün teşkilatını ve fihristesini ihtiva etmesi gibi, İmam-ı Mübin de bütün eşyanın manevî programlarını ve evamir-i tekviniyeyi (varoluşsal emirleri) tazammun eder.
• Zerrelerle Bağlantısı: Zerreler, eşyanın vücudundaki hizmetlerine ve hareketlerine, “İmam-ı Mübin’in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile” sevk edilir.
• Kitab-ı Mübin (Kitâb-ı Mübîn):
• Nazar Ettiği Alan: Âlem-i Gayb’dan ziyade Âlem-i Şehadet’e (görünen âleme) bakar. Mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra (şimdiki zamana) nazar eder.
• Mahiyeti: İlim ve emirden ziyade, “Kudret ve İrade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır.” Eğer İmam-ı Mübin “kader defteri” ise, Kitab-ı Mübin “kudret defteri”dir.
• Vazifesi: Her şeyin vücuduna, mahiyetine, sıfatlarına kemal-i san’at ve intizam ile vücud giydirildiği, suretlerinin tayin ve teşhis edildiği defterdir. Ehl-i gafletin “Tabiat” namıyla tesmiye ettiği kör ve şuursuz kuvvet, hakikatte bu Kitab-ı Mübin’in eşyadaki cilvesinden ve aksinden ibarettir.
• Levh-i Mahv-İsbat (Levh-i Mahv-İsbât):
• Mahiyeti: Sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın, “daire-i mümkinatta” (mümkünat âleminde), yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyadaki “mütebeddil bir defteri” (değişken bir defteri) ve “yazar bozar bir tahtasıdır.”
• Vazifesi: “Hakikat-ı zaman” olarak tasvir edilir. Kudret-i İlahiye, İmam-ı Mübin’in imlâsı (Kader) ve Kitab-ı Mübin’den istinsah (Kudret) ile, mevcudatı bu “zamanın sahife-i misaliyesi” olan Levh-i Mahv-İsbat’ta yazar, icad eder ve zerratı bu yazma fiiliyle tahrik eder.
Hülâsa: Zerrelerin hareketi (tahavvülât-ı zerrat), eşyanın Âlem-i Gayb’dan (İlimden) Âlem-i Şehadet’e (Kudrete) geçişi esnasında, zaman sahifesinde (Levh-i Mahv-İsbat) yazılan “kelimat-ı kudret”in (kudret kelimelerinin) manidar “ihtizazatıdır” (titreşimleridir).
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
• İmam-ı Mübin için:
اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (imâm-ı mübîn) sayıp yazmışızdır.” – Yâsîn Sûresi, 12)
• Müradifler: Kader, İlm-i Ezelî, Levh-i Mahfuz, Program, Fihriste, Desatir-i İlmiye (İlmî düsturlar).
• Kitab-ı Mübin için:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (kitâbin mübîn).” – En’âm Sûresi, 59)
• Müradifler: Kudret-i Kâmile, İrade-i Nafize, Defter-i Kudret, Âlem-i Şehadet, Tasarruf-u İlahî, Kavanin-i İrade (İrade kanunları).
3. Birinci Nokta (Birinci Mebhas): Her Zerrede Parlayan İki Nur-u Tevhid
Bu mebhas, her bir zerrenin, hem hareketinde hem de sükûnetinde, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) iki parlak nurunu nasıl gösterdiğini isbat eder. Bu, şirkin imkânsızlığını gösteren en kuvvetli delillerdendir.
Eğer bir zerre “memur-u İlahî” olmazsa, yani Allah’ın emri ve izniyle hareket etmezse, o vakit o zerrenin kendi başına bu işleri yapabilmesi için şu vasıflara sahip olması lâzım gelir:
• Nihayetsiz bir ilim
• Hadsiz bir kudret
• Her şeyi görür bir göz
• Her şeye bakar bir yüz
• Her şeye geçer bir söz
Misallerle İzahı:
• Hareketli Zerre (Hava): Havanın bir zerresi (“zerre-i havaiye”), aynı anda binlerce farklı çiçeğin, meyvenin ve canlının (zîhayatın) cisminin binasına girer. Her birinin teşkilatı (yapısı), nizamı ve programı birbirinden tamamen farklıdır (Bir incir fabrikası, bir nar fabrikasından farklıdır). O şuursuz zerre, girdiği her yerde “gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler.” Bu, o zerrenin ya bütün bu programları bilen bir “ilm-i muhit” sahibi olduğunu ya da bir Bilen’in emriyle hareket eden bir “memur” olduğunu isbat eder. Birinci şık muhal (imkânsız) olduğundan, ikinci şık vâcib (zorunlu) ve kat’îdir.
• Sâkin Zerre (Toprak): Toprağın bir zerresi veya “misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprak”, kendisine atılan binlerce farklı tohumun her birine “medar ve menşe'” (kaynak ve köken) olur. O bir avuç toprakta, o tohumların açılması için gerekli bütün cihazat ve manevî fabrikalar mevcuttur. Bu durum, o toprağın ya her şeyi hiçten icad eden bir “mu’cizekâr ilim ve kudret” sahibi olduğunu ya da bir “Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle” bu vazifeleri gördüğünü gösterir.
Netice: Zerrelerin bu hârika hizmetleri, iki kerre iki dört eder kat’îliğinde, onların “Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik” bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle hareket ettiğini isbat eder.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
• Memuriyet ve İtaat:
هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ السَّك۪ينَةَ ف۪ي قُلُوبِ الْمُؤْمِن۪ينَ لِيَزْدَادُٓوا ا۪يمَانًا مَعَ ا۪يمَانِهِمْۜ وَلِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۙ
(Meali: “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” – (Fetih Sûresi, 4)
• İzahı: Zerreler, “göklerin ve yerin orduları” (cünûdü’s-semâvâti ve’l-arz) olan o “memur-u İlahî”lerdir.
• San’attaki Nizam ve Yanlışsızlık:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
(Meali: “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk (tefâvüt) göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” – Mülk Sûresi, 3)
• İzahı: Zerrelerin hareketindeki “yanlışsız” işleyiş, Rahmân’ın yaratışındaki bu kusursuzluğun ve nizamatın bir cilvesidir.
4. Birinci Nokta (İkinci Mebhas): Zerrelerin Hareketindeki Beş Hikmet
Maddiyyunların “hikmetsiz” ve “abes” zannettiği zerrelerin hareketleri, hakikatte Kur’an nazarıyla bakıldığında pek çok ulvî gaye ve hikmete hizmet eder. Metinde bu hikmetlerden beş tanesi nümune olarak zikredilir:
• Tecdid ve Tazelendirmek (Yenileme): Cenâb-ı Hak, “tecelliyat-ı icadiyesini” (yaratma tecellilerini) tazelemek için zerreleri tahrik eder. Her sene tek bir ruha (model gibi) taze bir cesed giydirir, bir tek hakikati başka suretlerde gösterir. Kâinatların ve mevcudatların taife taife gelip gitmelerine zemin hazırlar.
• Zemin Tarlasında Mu’cizat-ı Kudreti Göstermek (Kudret Mucizelerini Ekmek): Mâlik-ül Mülk, rûy-i zemini (yeryüzünü) taze mahsulât vermeye kabil bir “tarla” suretinde yaratmıştır. Zerratı bu tarlada hikmetle tahrik ederek her an “mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir” ve rahmet hazinelerinin hediyelerini izhar eder.
• Esma-i İlahiyenin Nakışlarını İfade Etmek (İlahî İsimlerin Desenlerini Göstermek): “Mahdud bir zeminde (sınırlı bir yerde) hadsiz nukuş (sınırsız desenler)” göstermek için zerreler hareket eder. Geçen senenin yaprağı ile bu senenin yaprağının mahiyetleri bir olsa da, “maânîleri başka başkadır.” Zira “taayyünat-ı itibariye” (itibarî belirginlikler) değiştikçe, esma tecellisinin ifade ettiği manalar da tazelenir ve çoğalır.
• Uhrevî Âlemlere Mahsulât Yetiştirmek (Ahiret Âlemlerine Ürün Hazırlamak): Bu “dar mezraa-i dünyada” (dünyanın dar tarlasında) ve zemin yüzünün tezgâhında, Âlem-i Misal, Âlem-i Melekût ve sair “uhrevî âlemlere” münasip “mahsulât-ı maneviye” (manevî ürünler) yetiştirmek için zerreler tahrik edilir.
• Kemalât-ı İlahiyeyi ve Tesbihatı Göstermek (İlahî Yetkinlikleri ve Tesbihi İlan Etmek): Sınırlı bir zamanda ve mekânda, “gayr-ı mütenahî tesbihat” (sonsuz tesbihler) ve “gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye” (sınırsız güzellik ve haşmet tecellileri) göstermek için zerreler hareket eder.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
Bu mebhasın tamamı, metinde de işaret edildiği gibi, şu âyetin bir tefsiri hükmündedir:
• İsrâ Sûresi, 44. Âyet:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
(Meali: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayıcıdır.”)
• İzahı: İşte zerrelerin o “manidar ihtizazatı”, onların şuurlu veya şuursuz olarak Sâni’lerini “hamd ile tesbih” etmeleridir.
• Tecdid (Yenileme) Hikmeti için:
يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ
(Meali: “Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’ndan ister (O’na muhtaçtır). O her an yaratma halindedir (her gün O, bir şe’ndedir).” – Rahmân Sûresi, 29)
• İzahı: Cenâb-ı Hakk’ın “her an yeni bir ilâhî tasarrufta” olması, zerrelerin tahrikiyle eşyanın sürekli tazelenmesini (hikmet-i tecdidi) ifade eder.
Netice
“Tahavvülât-ı zerrat”, Maddiyyunların iddia ettiği gibi, hikmetsiz, abes, sersemce bir hareket değildir. Bilakis, her bir zerrenin hareketi:
• Vahdaniyetin Delilidir: Bir zerrenin tek başına yapamayacağı hârika vazifeleri, bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle yaptığını gösterir.
• Kaderin Programıdır: İmam-ı Mübin’de yazılan ezelî proğramın icrasıdır.
• Kudretin Yazısıdır: Kitab-ı Mübin’den istinsah edilip Levh-i Mahv-İsbat (zaman) sahifesine yazılan bir “kitabet-i kudret”tir.
• Hikmetin İfadesidir: Esma-i İlahiyenin tecellilerini tazelemek, mu’cizat-ı kudreti sergilemek ve âlem-i bekaya manevî mahsulât göndermek gibi binlerce hikmete hizmet eder.
• Küllî Bir Tesbihtir: Kâinatın Mevlevî gibi zikir ve tesbih-i İlahî ile sema etmesidir.
Bu hakikatı göremeyenlerin ilmi “ilim değil, cehildir”; hikmetleri ise “hikmetsizliktir.”
İKİNCİ NOKTA:
Herbir zerrede, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’ın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere manisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.
Evet nasılki bir nefer; takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında ve hâkeza herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi olduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizamat-ı askeriye tahtında talim ve talimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden bir tek kumandan-ı a’zamın emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de herbir zerre, birbiri içindeki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir zâta mahsustur.
Meselâ: Tevfik’in
{(*): Nur’un birinci kâtibidir.}
gözbebeğinde yerleşen zerre, gözün a’sab-ı muharrike ve hassase ve şerayin ve evride gibi damarlara karşı münasib vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemal-i hikmetle bulunması gösteriyor ki; bütün o cismin bütün a’zâsını icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhâssa rızk için gelen zerreler, rızk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-feza bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverane geçip gelirler ve öyle şuurkârane ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç a’zâ ve hüceyratın imdadına yetişmek için kandaki küreyvat-ı hamraya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedahe anlaşılır ki: Şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzak-ı Kerim, bir Hallak-ı Rahîm’dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler.
Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san’atta işler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfeza san’atlı nakşı ve hikmetnüma nakışlı san’atı bilir ve icad eder. Bu ise, binler defa muhaldir. Veya bir Sâni’-i Hakîm’in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan, harekete memur birer noktadır. Nasılki meselâ Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi’ olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san’atında bir mehareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi’ olmazlarsa; herbirine Sâni’-i Kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.
Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Şu nokta, Birinci Nokta’nın âhirinde va’d olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:
Yirmisekizinci Söz’ün İkinci Sualinin cevabındaki haşiyede denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.
Sual:
Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?
Elcevab:
Evvelâ, bütün masnuatın bütün intizamatıyla ve hikmetleriyle sabit olan Sâni’in hikmetiyle bilinir. Çünki en cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.
Sâniyen:
Sâni’-i Hakîm, anasırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızk yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve latif yerinde makam vermesiyle bilinir ki; harekât-ı zerrat hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturuluyor.
Sâlisen:
Zîhayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle manevî bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki; sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki: Sâni’-i Hakîm’in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva’-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevî letafet, birer manevî nur, birer makam, birer manevî ders almalarını gösteriyor.
Elhasıl:
Madem Sâni’-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki; âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rububiyet”in ucu görünüyor.
Hem madem o Hâlık-ı Kerim, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir. Şevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve şunda bir muazzam “Kanun-u Kerem”in ucu görünüyor.
Hem madem her şeyin hakikatı, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubdur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor.
Hem madem Fâtır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insanı mazhar ettiği kemalâtın manalarını, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteşekkir bir mü’minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i Cennet suretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rahmet”in ucu görünüyor.
Hem madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette
يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ
sırrıyla,
وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ
işaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.
Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Adl”in ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin manevî yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtaların enva’ında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri
{(Haşiye-1): Evet bütün onlar dört unsurdan mürekkebdir. Müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teşkil olunuyorlar. Maddece bir sayılabilirler. Farkları yalnız kaderin manevî yazısındadır.}
bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe’ oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbaniyede defaatla bir zerre bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin manevî alnında o manaların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yı ihata-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir “Kanun-u İlm-i Muhit”in ucu görünüyor.
Öyle ise zerreler
{(Haşiye-2): Şu cevab, yedi “Madem” kelimelerine bakar.}
başıboş değiller.
Netice-i Kelâm:
Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki: Sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme
{(Haşiye-3): Çünki bilmüşahede gayet cevvadane bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş’al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak sarahata yakın işaret ediyor ki: Gayet latif, ulvî, nazif, hayatdar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, camid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’anın nuruyla rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir “Kanun-u Kayyumiyet” görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.}
gitmeğe hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.
ELHASIL:
Birinci Söz’de denildiği ve isbat edildiği gibi; her şey “Bismillah” der. İşte bütün mevcudat gibi herbir zerre ve zerratın herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hal ile “Bismillah” der, hareket eder.
Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla; herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
der. Yani: “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri; manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidat-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlahiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz’ün (Ene ve Zerre Risalesi) “İkinci Nokta” ve “Üçüncü Nokta” bölümlerini ihtiva eden metnin, ayetler ve müradifleri (konuyla ilgili benzer manadaki deliller) ışığında geniş ve detaylı izahı aşağıda takdim edilmiştir.
Bu muazzam bahis, kâinatın en küçük yapı taşı olan “zerre”nin (atom veya parçacık), en büyük hakikatler olan Vâcib-ül Vücud’un (Allah) varlığına, birliğine (Vahdet) ve Haşr’e (yeniden diriliş) nasıl kat’î bir isbat olduğunu tasvir etmektedir.
Konunun İzahı: Zerre Penceresinden Tevhid ve Haşir Hakikatleri
Risale-i Nur’da “zerre”, maddî tabiatı itibariyle en âciz, câmid (cansız) ve şuursuz bir varlık olarak ele alınır. Ancak bu âciz varlığın kâinattaki vazifeleri ve hareketleri nazar-ı dikkate alındığında, kendisini aşan bir kudretin, ilmin ve hikmetin “memuru” ve “kâtibi” olduğu hakikati ortaya çıkar.
Bu isbatı iki ana nokta üzerine bina etmektedir.
Birinci Bölüm: İKİNCİ NOKTA’NIN İZAHI (Zerrelerin Tevhid’e Şehadeti)
Bu nokta, her bir zerrenin, Allah’ın hem Vücuduna (varlığına) hem de Vahdetine (birliğine) iki lisan ile nasıl şehadet ettiğini izah eder.
1. Vâcib-ül Vücud’un Varlığına (Vücuduna) Şehadet:
• Esas Delil: Acz içindeki şuurkârane (şuurluymuşçasına) vazifeler.
• İzahı: Bir zerre, tek başına kör, sağır, ilimsiz ve kudretsizdir. Fakat bu zerre, mesela bir göz bebeğinde, bir kan hücresinde veya bir çiçeğin yaprağında istihdam edildiğinde, sanki bütün kâinatın nizamını biliyormuş, fizik ve kimya kanunlarına hâkimmiş ve hayatın gayesini anlıyormuş gibi hareket eder.
• Metinden İktibas: “Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi…”
• Aklî Netice: Âciz bir varlığın, kudreti nihayetsiz işler yapması, o işi kendisinin yapmadığını; ancak bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle, ismiyle ve kuvvetiyle hareket ettiğini gösterir. Zerre, yapan değil, üzerinde sanat icra edilen bir “kalem ucu” hükmündedir.
2. Vâcib-ül Vücud’un Birliğine (Vahdet ve Ehadiyetine) Şehadet:
• Esas Delil: Küllî nizama (evrensel düzene) tam muvafakat.
• İzahı: Bir zerre, sadece bulunduğu yerin nizamına değil, içinde bulunduğu bütün sistemlerin (hücre, organ, beden, dünya, güneş sistemi) nizamına da harfiyen uyar. Bir askerin (nefer misali), takımından fırkasına kadar her dairedeki nizamı bilip ona göre hareket etmesi, tek bir kumandan-ı a’zama tabi olduğunu gösterdiği gibi; bir zerrenin de kâinatın nizamat-ı umumiyesine uyması, bütün bu sistemleri yaratan ve idare edenin tek bir Zât (Sâni’-i Hakîm) olduğunu isbat eder.
• Metinden İktibas: “…harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine… şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.”
• Misallerin Tahlili:
• Rızk Misali: Rızık olarak yola çıkan zerrelerin, bedende “dört süzgeçten” (sindirim, karaciğer, kan, hücre zarı) geçerek, en muhtaç hücreye (küreyvat-ı hamra – al yuvarlara yüklenip) şaşırmadan ulaşması, tek bir Rezzak-ı Kerim’in hikmetli sevkiyatını gösterir.
• Ayasofya Misali: Maddiyyunların (materyalistlerin) içine düştüğü cehl-i azîm (büyük cehalet) bu misalle izah edilir. Ayasofya kubbesindeki bir taşın durabilmesi için ya Mimar Sinan’ın emrine (kaderine) tabi olması gerekir; ya da o taşın, Mimar Sinan gibi bir mimar olması ve diğer bütün taşlara hem hâkim hem mahkûm olması lazımdır. İkincisi binler defa muhal (imkânsız) olduğu gibi, kâinat sarayındaki bir zerrenin de Sâni’-i Kâinat’ın emri dışında hareket etmesi için, O’nun evsafına sahip olması gerekir. Bu ise, zerrat adedince bâtıl âliheleri (tanrıları) kabul etmek demektir.
İkinci Bölüm: ÜÇÜNCÜ NOKTA’NIN İZAHI (Zerrelerin Hareket Hikmeti ve Haşre İşareti)
Bu nokta, zerrelerin bu baş döndürücü faaliyetinin (tahavvülât-ı zerrat) gayesini ve hikmetini izah eder. Bu hikmet, doğrudan doğruya Ahiretin ve Haşr’in isbatıdır.
• Esas Gaye: Zerreleri “nurlandırmak” ve “manidar” kılmak.
• İzahı: Câmid (cansız) ve manasız olan zerreler; nebatî (bitkisel), hayvanî ve insanî hayatlara girerek hizmet ederler. Bu hizmet, onlar için bir mekteb veya kışla hükmündedir. Orada bir talim ve talimat görürler, letafet (incelik, saflık) kazanırlar ve âlem-i uhreviye binasına lâyık birer “hayattar” zerre olmak için liyaket kesbederler.
• İsbat Vasıtaları:
• Sâni’in Hikmeti: En küçük bir sanata büyük gayeler takan bir Sâni’-i Hakîm, kâinatın en esaslı memurları olan zerreleri elbette hikmetsiz, gayesiz ve ücretsiz bırakmaz.
• Terakkiyat (İlerlemeler): Zerrelerin terakki seyahati bunu gösterir: Âdi topraktan (anasır) madeniyata, oradan nebatatın hayatına, oradan hayvanatın letafetine, oradan insanın en nazik merkezleri olan dimağ (beyin) ve kalbe kadar yükselmeleri, onların bir nokta-i kemale doğru sevk edildiklerini gösterir.
• Çekirdek Misali: Bir ağacın bütün zerreleri içinde, çekirdekteki bazı zerreler, o ağaca “ruh” ve “sultan” hükmüne geçer. Bu makam, o zerrenin gördüğü nazik vazifelerin ve hizmetin bir neticesidir.
Üçüncü Bölüm: YEDİ KÜLLÎ KANUN VE HAŞRE İŞARETLERİ
Metin, zerrelerin bu hikmetli seyahatinin yedi büyük küllî kanunun uçlarını gösterdiğini ve bu kanunların Ahiretin varlığını nasıl isbat ettiğini beyan eder:
• Kanun-u Rububiyet (Rabliğin Kanunu): Her şeye bir kemal noktası tayin edip onu oraya sevk etme kanunudur. (Âdi toprağı elmasa çevirmesi gibi).
• Kanun-u Kerem (Cömertlik Kanunu): Hizmet edenlere (arı, bülbül vb.) lezzet ve şevk suretinde ücret-i kemal verme kanunudur. Zerreler de hizmetlerine karşılık manevî bir ücret alırlar.
• Kanun-u Cemal (Güzellik Kanunu): Her şeyin aldığı güzel vaziyet, onun mazhar olduğu İsm-i İlahînin şerefinedir.
• Kanun-u Rahmet (Rahmet Kanunu): Cenab-ı Hak, verdiği kemali geri almaz. Fâni hayatta kazanılan manaları ve ruhu ibka eder (ebedîleştirir). (Mü’minin yediği fâni meyvenin şükrünün, Bâkî bir Cennet meyvesine dönüşmesi gibi).
“Fâtır-ı Kerim… bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor.”
• Kanun-u Hikmet (Hikmet Kanunu): Allah israf etmez ve abes iş yapmaz. Güz enkazını baharda yeniden istimal ettiği gibi, bu dünyanın harab olmuş zerrelerini de, elbette Dâr-ı Âhiret’in binalarında istimal edecektir.
• Kanun-u Adl (Adalet Kanunu): Bu dünyada manalara, ruhlara ve amellere hizmet eden zerrelerin de, o manalarla beraber tekemmül ettikten sonra Ahiret âlemine gitmesi adaletin gereğidir.
• Kanun-u İlm-i Muhit (Her Şeyi Kuşatan İlim Kanunu): Zerrelerin maddesi bir (karbon, azot vb.) olduğu halde, Kader Kalemi’nin yazdığı evamir-i tekviniye (yaratılış emri) ile yumurta, nutfe, çekirdek gibi farklı mahiyetler kazanırlar. Zerrelerin hizmetleri de bu kader kalemiyle manevî alınlarına kaydedilir.
Netice-i Kelâm:
Bu yedi kanun gösterir ki, zerreler başıboş değildir. Onlar, yüksek bir âleme (Ahirete) gitmeye hazırlanıyorlar. Her bir zerre, hareketine “Bismillah” ile (Allah namına) başlar ve vazifesini bitirdiğinde, ortaya çıkan san’atlı mahluk lisanıyla “Elhamdülillah” der.
Dördüncü Bölüm: AYETLER VE MÜRADİFLERİ (Konunun Kur’anî Delilleri) :
1. Vahdet, Nizam ve Kudret-i İlahiye Üzerine (İkinci Nokta):
Zerrelerin kâinat nizamına uyması (Vahdet) ve bir zerre ile bütün kâinatı yaratmanın O’nun kudretine müsavi gelmesi hakikati:
• Mülk Suresi, 67/3:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”
(Bu ayet, metindeki nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket bahsinin Kur’anî temelidir.)
• Lokmân Suresi, 31/28:
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra tekrar diriltilmeniz, ancak bir tek insanı yaratmak ve diriltmek gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Bu ayet, bir zerreyi veya bir insanı yaratmakla, bütün kâinatı yaratmak arasında Kudret-i İlahiye noktasında fark olmadığını; Ehadiyet sırrını gösterir.)
• En’âm Suresi, 6/102:
“İşte bu Allah sizin rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin, O her şeye vekildir (Güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur).”
(Bu ayet, metindeki mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyeti bahsini teyid eder.)
2. Rızkın Sevk ve İdaresi Üzerine (İkinci Nokta):
Rızık zerrelerinin şuurkârane sevkiyatı (Rezzak-ı Kerim):
• Hûd Suresi, 11/6:
“Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın. Allah onların halen bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık kitapta vardır.”
3. Hikmet, Abesiyetsizlik ve Haşir Üzerine (Üçüncü Nokta):
Kâinattaki faaliyetin hikmetsiz ve abes (boş yere) olmadığı, her şeyin bir gayeye matuf olarak Ahirete hazırlandığı hakikati:
• Mü’minûn Suresi, 23/115:
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Bu ayet, Üçüncü Nokta’nın temel suali olan “hikmet” bahsinin esasıdır. Zerrelerin hareketi abes değildir.)
• Kâf Suresi, 50/4:
“Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.”
(Bu ayet, çürüyen bedenlerin zerrelerinin kaybolmadığını, Kanun-u İlm-i Muhit ile hepsinin “Kitab-ı Hafîz”de muhafaza edildiğini ve Haşir için yeniden toplanacağını gösterir.)
• Metinde Zikredilen Ayetler:
• İbrâhîm Suresi, 14/48: يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ} (Meali: “O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür…”)
• Ankebût Suresi, 29/64: وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ} (Meali: “…Şüphesiz âhiret yurdu ise, işte asıl hayat odur…”)
(Bu iki ayet, Kanun-u Hikmet bahsinde, dünyanın enkazının (zerrelerinin) Ahiretin zîhayat (canlı) binalarında istimal edileceğine delil getirilmiştir.)
4. Zerrelerin Tesbihatı Üzerine (Netice-i Kelâm):
Her şeyin, dolayısıyla her bir zerrenin “Bismillah” ve “Elhamdülillah” demesi:
• İsrâ Suresi, 17/44:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”
(Bu ayet, metnin sonunda zikredilen “fonoğrafın birer plağı” ve “iğne başı” teşbihleriyle, zerrelerin nasıl birer tesbihat nağmesi icra ettiklerini tasdik eder.)
Cenab-ı Hak, bu derin hakikatleri hakkıyla anlamayı ve kâinatın her bir zerresinde parlayan Tevhid nurunu görmeyi nasip eylesin.
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, O’nun güzel isimlerinin en kâmil aynası olan Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), âline ve ashâbına olsun.
İslâmî ilimlerin şerefi, mevzusunun şerefi nisbetindedir. Bu cihetle, Zât-ı Akdes’in (c.c.) kemâl sıfatlarını ve kâinatla olan münasebetini tasvir eden Esmâ-i Hüsnâ bahsi, şüphesiz ilimlerin en mühim ve en derûnî olanıdır. İnsanın bu hayattaki en ulvî gayesi olan “Marifetullah” (Allah’ı tanımak), ancak O’nun Zâtını bizlere tarif eden bu mübarek isimlerin tefekkür ve idrakiyle mümkündür.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde bizlere Zâtını bizzat Kendi isimleriyle tanıtır ve şöyle buyurur: “En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf 7:180)
Hadîs-i şerîflerde 99 isim üzerinde hususiyetle durulmuşsa da Kur’ân-ı Kerîm okyanusuna nazar edildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını tasvir eden isim, sıfat ve fiilî tecellîlerin bu adedin çok fevkinde olduğu müşahede edilir.
İşte elinizdeki bu mütevazı çalışma, Esmâ-i Hüsnâ hakikatine Kur’ân-ı Kerîm’in cihan şümul penceresinden bakma gayretinin bir mahsulüdür. Bu araştırmada, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen 358 adet İlâhî isim, sıfat, fiilî tecellî ve terkip tespit edilmiştir.
Bu çalışmanın usûlü, isimleri sadece sıralamak değil, aynı zamanda her bir ismin:
Anlamını (Lügat ve ıstılahî manasını),
İsmin zikredildiği İlgili Ayet-i Kerimeyi (TDV Mealinden iktibasla) ve
O manayı teyit eden veya o ismin fiilî bir tecellîsini gösteren Muradifi (eş anlamlı) Ayet-i Kerimeyi
bir arada sunmaktır. Bu suretle, her bir ismin Kur’ân bütünlüğü içinde nasıl bir fiile ve kudrete işaret ettiği, kâinattaki hangi tecellîye nazar ettirdiği gösterilmek istenmiştir.
Gayemiz, bu mübarek isimlerin adedini saymaktan (ihsâ) ziyade, o isimlerin ihtiva ettiği sonsuz manaları tefekkür etmek, idrak etmeye çalışmak ve bu isimlerin tecellîlerini kendi hayatımızda ve tabiat sahifelerinde okumak için bir anahtar sunmaktır.
Cenâb-ı Hak, bu çalışmayı rızasına muvafık kılsın, Esmâ-i Hüsnâ’sının hakikatlerini kalplerimize nakşetsin ve bizleri o isimlerin tecellîlerine mazhar eylesin. Âmin.
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı (en güzel isimleri), İslâmî ilimlerin en mühim ve en şerefli mevzularından biridir. Bu isimler, Zât-ı Akdes’in kemâl sıfatlarını ve mahlukat ile olan münasebetini tasvir eder.
Cenâb-ı Hak, A’râf Sûresi’nde şöyle buyurur:
“En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf 7:180)
Hadîs-i şerîflerde 99 isim (Tirmizî, “De’avât”, 82) zikredilmişse de, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’de geçen ilâhî isim ve sıfatlar bu sayının çok üzerindedir. Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamını, anlamlarını, geçtiği ayetleri ve manaca muradifi (eş anlamlısı veya o manayı teyit eden) ayetleri tam bir liste halinde sunmaya çalışacağız.
Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikredilen ve en temel kabul edilen bazı isimler üzerinden, bir numune çalışması takdim ediyorum:
Allah (الله)
Anlamı: İsm-i Zât’tır (Zât’ın özel adıdır). Varlığı zorunlu olan (Vâcibü’l-Vücûd), ibadete lâyık yegâne mâbud, bütün kemal sıfatları kendinde toplayan ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Zât’ın ismi. Diğer bütün isimler bu İsm-i Celâl’e sıfat veya unvan olur.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevhid ve Vahdâniyet):
“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.'” (İhlâs 112:1-4)
Er-Rahmân (الرحمن)
Anlamı: Rahmeti cihan şümul olan. Dünyada mü’min veya kâfir ayırt etmeksizin bütün mahlukata merhamet eden, rızıklarını veren. Rahmetin en geniş manasıdır.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):
“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” ( A’râf 7:156)
Er-Rahîm (الرحيم)
Anlamı: Çok merhamet edici. Rahmetin hususi bir tecellisidir; bilhassa ahirette rahmetini sadece mü’minlere hasreden, onları ebedî nimete kavuşturan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mü’minlere Hususi Rahmet):
“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)
El-Melik (الملك)
Anlamı: Mülkün hakiki ve ebedî sahibi. Kâinatın mutlak hükümdarı. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkün Yegâne Sahibi):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)
El-Kuddûs (القدوس)
Anlamı: Her türlü noksanlıktan, eksiklikten, aczden ve mahlukata ait sıfatlardan münezzeh (uzak) ve pâk olan. Mutlak kemal sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten münezzeh, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Noksanlıktan Münezzeh Oluşu):
“Gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla gör3endir.” (Şûrâ 42:11)
El-Alîm (العليم)
Anlamı: İlmi her şeyi kuşatan. Geçmişi, geleceği, gizliyi, açığı, kalplerde olanı, en küçük teferruatı dahi eksiksiz bilen. İlmi ezelî ve ebedî olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan ancak sensin.'” (Bakara 2:32)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Kuşatıcılığı):
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6:59)
El-Hakîm (الحكيم)
Anlamı: Bütün işleri ve emirleri hikmetli olan. Her şeyi yerli yerine koyan, abes (boş) ve faydasız iş yapmayan, mutlak hüküm sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bu ifade Kur’ân’da pek çok defa “Azîz” ismiyle beraber (el-Azîzü’l-Hakîm) geçer, misal: Bakara 2:129)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükmün Hikmeti):
“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi değil midir?” (Tîn 95:8)
İşte bir başka grup ilâhî isim ve Kur’ân-ı Kerîm’deki tecellîleri:
El-Fettâh (الفتاح)
Anlamı: “Feth” kökünden gelir. Maddî ve mânevî her türlü darlığı, müşkülatı ve kapalılığı açan. Hayır kapılarını, rahmet hazinelerini, rızık yollarını açan. Aynı zamanda, kulları arasında hüküm veren, kimin haklı kimin haksız olduğunu ortaya çıkaran (hâkim) manasına da gelir.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmet kapılarını açması):
“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)
Er-Rezzâk (الرزاق)
Anlamı: Rızkı yaratan ve bol bol veren. Sadece maddî gıdaları değil, ilim, hikmet, iman gibi mânevî rızıkları da ihsan eden. “Râzık” rızık verendir, “Rezzâk” ise bu fiili kesintisiz, mübalağalı (çok yoğun) ve cihan şümul bir surette yapandır.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızkın kefaleti):
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)dır.” (Hûd 11:6)
El-Latîf (اللطيف)
Anlamı: İki temel manası vardır:
İlmi en gizli, en ince, en derûnî noktalara nüfuz eden. Hiç kimsenin muttali olamayacağı incelikleri bilen.
Kullarına karşı son derece lütufkâr ve nâzik olan. Onlara rızıklarını ve ihtiyaçlarını, hiç beklemedikleri ve tahmin edemedikleri en nâzik yollardan ulaştıran.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:103)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütfun tecellisi):
“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)
El-Habîr (الخبير)
Anlamı: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından ve derûnî yapısından haberdar olan. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmayan. (Genellikle “Latîf” ve “Alîm” isimleriyle beraber gelerek, ilmin derinliğini ve teferruatını vurgular).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şü1phesiz Allah hakkıyla bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurât 49:13)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Haberdar olmanın isbatı):
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk 67:14)
El-Gafûr (الغفور) / El-Gaffâr (الغفار)
Anlamı: Mağfireti (bağışlaması) çok bol olan. Günahları örten, cezadan vazgeçen. “Gafûr”, mağfiretin çokluğunu; “Gaffâr” ise (mübalağa sigası olarak) kullar tekrar tekrar günah işlese de tevbe ettikçe sürekli ve kesintisiz bağışlayan manasını ihtiva eder.
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mağfiretin genişliği):
“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)
El-Azîz (العزيز)
Anlamı: İzzet, şeref ve galibiyet sahibi. Mutlak güç sahibi, hiçbir surette mağlup edilemeyen, her işinde mutlak galip olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz, rızkı veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58) – Düzeltme: Bu ayet Rezzâk ve Metîn isimlerini zikreder. Azîz ismi için daha sık geçen bir misal:
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten münezzeh, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1) – Bu ayette “el-Azîzi’l-Hakîm” olarak geçmektedir.
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İzzet ve Galibiyet):
“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)
Es-Semî’ (السميع)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten. Gizli-açık, fısıltı veya kalpten geçenleri, mahlukatın bütün seslerini aynı anda, birbirine karıştırmadan duyan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı.” (Bakara 2:127)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitmenin kuşatıcılığı):
“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin karşılıklı konuşmanızı işitir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Mücâdele 58:1)
El-Basîr (البصير)
Anlamı: Her şeyi eksiksiz ve bütün teferruatıyla gören. Karanlıkta yürüyen karıncayı, yerin derûnî katmanlarındaki hareketleri, kulların zahiri ve dahilî bütün fiillerini nazarı altında tutan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ 17:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Görmenin keyfiyeti):
“Üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara bakmazlar mı? Onları (havada) ancak Rahmân tutar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.” (Mülk 67:19)
El-Hakem (الحكم) / El-Adl (العدل)
Anlamı: Hüküm veren, hak ile bâtılı ayıran mutlak hâkim. (El-Adl ismi, Kur’ân’da bu lafızla geçmemekle birlikte, “adl” kökü ve El-Hakem ismi, O’nun mutlak adaletini ifade eder.) O, zerre kadar haksızlık yapmayan, hükmü sorgulanamayan, en âdil karar vericidir.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Hakem):
“De ki: ‘Size kitabı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indiren O iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (En’âm 6:114)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin tecellisi):
“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)
El-Cebbâr (الجبار)
Anlamı: İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla da olsa yaptıran (bu mana, mahlukat için zulüm iken, Hâlık için mutlak adalettir). Aynı zamanda “cebr” kökünden, kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dertlere derman olan manasına da gelir.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hâkimiyet):
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)
Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini idrak etmeyi ve hayatımıza aksettirmeyi nasip eylesin. Arzu ederseniz, bu muhtevayı başka isimlerle zenginleştirmeye devam edebiliriz.
****************
Bu isimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki icraatını ve mahlukatı ile olan münasebetini anlamamız için birer penceredir.
El-Hâlık (الخالق)
Anlamı: Yoktan var eden, yaratan. Takdir ettiği, planladığı ölçüye göre, bir şeyin bütün dahilî ve zahirî yapısını belirleyip onu icat eden. Her şeyin yaratıcısı.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın isbatı):
“İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlıktır).” (En’âm 6:102)
El-Bâri’ (البارئ)
Anlamı: Yoktan var ettiği mahlukatını, bir model veya numune olmaksızın, kusursuz ve âhenkli bir yapıda icat eden. Birbirinden farklı yapılarda, intizamla yaratan. (Bu isim, yaratılıştaki özgünlüğü ve intizamı vurgular).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kusursuz Yaratılış):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)
El-Musavvir (المصور)
Anlamı: Mahlukata “suret” (şekil, biçim) veren. Her bir varlığa, kendine mahsus, hikmete uygun en güzel şekli ve simayı veren. Yaratılışın son safhasını, yani estetik ve zahiri yapısını tamamlayan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahimlerde şekil verme):
“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:6)
(Not: Haşr Sûresi 24. ayet-i kerimesi, “el-Hâlık”, “el-Bâri'” ve “el-Musavvir” isimlerini bir arada zikrederek, yaratılışın planlama, icra ve şekil verme safhalarını harika bir bağlantı içinde tasvir eder.)
El-Kahhâr (القهار)
Anlamı: Her şeye galip gelen, iradesine karşı durulamayan. Bütün mahlukatı kudreti altında tutan, isyankârları ve zâlimleri kahreden, mutlak hâkimiyet sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Hâkimiyet):
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)
El-Vehhâb (الوهاب)
Anlamı: Karşılıksız olarak çokça hibe eden, bağışlayan. Hiçbir menfaat gözetmeden, lütfundan devamlı ve bol miktarda nimetler (mal, mülk, ilim, hidayet, evlat vb.) bahşeden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın.'” (Âl-i İmrân 3:8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmet Hazineleri):
“Yoksa, mutlak güç sahibi ve çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd 38:9)
Bu mübarek isimlerin tefekkürü, imanımızın derûnîleşmesine vesiledir.
Esmâ-i Hüsnâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’deki tecellîlerini tefekkür etmeye vesiledir.
El-Alî (العلي)
Anlamı: Yüceler yücesi. Şan, şeref, izzet ve mertebe açısından en yüce olan. Mahlukatın tasavvur edebileceği her türlü yükseklik mertebesinin fevkinde (üstünde) olan. Kadrine ve mertebesine hiçbir aklın tam manasıyla yetişemeyeceği mutlak yücelik sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“…O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara 2:255 – Âyetü’l-Kürsî’nin sonu)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Yücelik):
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)
El-Kebîr (الكبير)
Anlamı: En büyük. Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti idrak edilemeyecek kadar büyük olan. Kibriyâ (büyüklük) O’na mahsustur. Her şey O’nun büyüklüğü karşısında küçük kalır.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür, çok yücedir.” (Ra’d 13:9)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Büyüklüğün Tek Sahibi):
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)
El-Hafîz (الحفيظ)
Anlamı: Muhafaza eden, koruyup gözeten. Bütün kâinatı ve içindekileri ilmiyle ve kudretiyle tutan, dengede tutan, bozulmaktan ve yok olmaktan koruyan. Aynı zamanda kullarının amellerini zayi etmeden muhafaza eden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“…Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hûd 11:57’den bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kâinatın Muhafazası):
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)
El-Hasîb (الحسيب)
Anlamı: Hesaba çeken. Kullarının hayat boyunca yaptığı her şeyin hesabını en ince teferruatına kadar bilen ve kaydeden, ahirette karşılığını eksiksiz verecek olan. Aynı zamanda (hesap olarak, kifayet olarak) kuluna yeten, vekil olarak kâfi gelen.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onlar (peygamberler), Allah’ın vahiylerini tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve O’ndan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Allah, hesap görücü olarak yeter.” (Ahzâb 33:39)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Şaşmazlığı):
“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)
El-Kerîm (الكريم)
Anlamı: Kerem’i (cömertliği) çok bol olan. Karşılıksız veren, ihsanı sonsuz olan. İstenmeden veren, vaadini mutlaka yerine getiren, kendisine sığınanı himaye eden ve affı çok olan, en şerefli.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhsanın Genişliği):
“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.” (En’âm 6:160)
Er-Rakîb (الرقيب)
Anlamı: Gözetleyen, nazarı altında tutan. Bütün mahlukatı her an, her halleriyle gözetleyen, ilmiyle kuşatan. Hiçbir şey O’nun murakabesinin (gözetiminin) dışında kalamaz.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı1 gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisâ 4:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gözetlemenin Keyfiyeti):
“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)
El-Mucîb (المجيب)
Anlamı: Dualara icabet eden, karşılık veren. Kendisine yönelen kullarının isteklerini, yalvarışlarını işiten ve onlara cevap veren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yok. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli3 kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim, (duaları) hakkıyla işitendir, (onlara) çok yakındır (kabul edendir).'” (Hûd 11:61)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Duaya İcabet):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
El-Vâsi’ (الواسع)
Anlamı: İlmi, rahmeti, mülkü ve ihsanı geniş olan, her şeyi kuşatan. Mahlukatını rızıklandırırken darlığa düşmeyen. Sıfatları sınırsız ve cihan şümul olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” (Bakara 2:115)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):
“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik.’ Allah, şöyle dedi: ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.'” (A’râf 7:156)
El-Vedûd (الودود)
Anlamı: Mahlukatını çok seven (muhib) ve sâlih kulları tarafından çok sevilen (mahbub). Sevgisi derûnî ve ihsanıyla zahiri olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir.” (Burûc 85:14)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sevginin İsbatı):
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân 3:31)
El-Vekîl (الوكيل)
Anlamı: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilip dayanılan. Mahlukatının işlerini en mükemmel surette yürüten, onların ihtiyaçlarını karşılayan. Kendisine tevekkül edenlere kâfi gelen.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevekkül ve Kifayet):
“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)
El-Kavî (القوي)
Anlamı: Mutlak kuvvet sahibi. Gücü her şeye yeten, kudreti sonsuz olan, asla acziyet ve yorgunluk göstermeyen.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, mutlak galiptir.” (Hac 22:74)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kuvvetin Yegâne Sahibi):
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’tan başkasını (O’na) eşler koşar da, onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu anlayabilselerdi.” (Bakara 2:165)
El-Metîn (المتين)
Anlamı: Çok sağlam, sarsılmaz kudret sahibi. Kuvveti kesintiye uğramayan, yapısı ve ahdi çok metin (sağlam) olan. (El-Kavî kuvvetin büyüklüğünü, El-Metîn o kuvvetin devamlılığını ve sarsılmazlığını ifade eder).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudretin Devamlılığı):
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)
El-Velî (الولي)
Anlamı: Mü’minlerin dostu, yardımcısı, koruyucusu ve işlerini üzerine alan. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak yeter. Allah, yardımcı olarak da yeter.” (Nisâ 4:45)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dostluğun İsbatı):
“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)
El-Hamîd (الحميد)
Anlamı: Bütün hamdlerin (övgülerin) yegâne sahibi. Yaptığı bütün işler güzel ve övgüye lâyık olan. Mahlukatı O’nu hamd etse de etmese de, Zâtında övülmüş (Hamîd) olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır, övülmeye lâyık olandır.'” (İbrahim 14:8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hamdin Mutlak Sahibi):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Eş-Şehîd (الشهيد)
Anlamı: Her şeye şahit olan. Hiçbir şey ilminden ve nazarından gizli kalmayan. Her şeyi gören, bilen ve kullarının amellerine ahirette şahitlik edecek olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ 4:79)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nazarının Kuşatıcılığı):
“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)
Bu isimler, Zât-ı Akdes’in Zâtî ve Fiilî sıfatlarını anlamak için en mühim anahtarlardır.
El-Hakk (الحق)
Anlamı: Varlığı isbatı zorunlu olan, değişmeyen, gerçek olan. Varlığı ve uluhiyeti mutlak gerçek olan. Hükmü ve sözü hak olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“İşte böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, yücedir, büyüktür.” (Hac 22:62)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hakikatin Tekliği):
“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O hâlde nasıl oluyor da (haktan) döndürülüyorsunuz?” (Yûnus 10:32)
El-Mü’min (المؤمن)
Anlamı: Emniyet veren, güven veren. Kullarına emniyet bahşeden, korkularını gideren. Aynı zamanda, peygamberlerini tasdik eden, iman nurunu kalplere yerleştiren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eman Verme Fiili):
“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır.” (Kureyş 106:4)
El-Hayy (الحي)
Anlamı: Diri olan. Hayatı ezelî ve ebedî olan. Bütün hayatların kaynağı. Asla ölmeyen, Zâtına uyuklama veya gaflet ârız olmayan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara 2:255)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ebedî Hayat):
“Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.” (Furkân 25:58)
El-Kayyûm (القيوم)
Anlamı: Kendi Zâtı ile kaim olan (var olmak için başka bir şeye muhtaç olmayan) ve bütün mahlukatı varlıkta tutan (onların idaresini ve kıyamını temin eden).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Bütün yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ 20:111)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Varlıkta Tutma):
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)
Bu isimler, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin ve kudretinin cihan şümul tecellîleridir.
Et-Tevvâb (التواب)
Anlamı: Tevbeleri çokça kabul eden. Kullarının pişmanlıklarını ve O’na dönüşlerini (tevbelerini) tekrar tekrar kabul eden, tevbe kapısını daima açık tutan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Bakara 2:37)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevbeyi Kabul Fiili):
“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)
El-Afüvv (العفو)
Anlamı: Affı çok olan. Günahları sadece örtmek (mağfiret) değil, kökünden silen, âdeta hiç işlenmemiş gibi muamele eden, cezayı ve sorumluluğu tamamen kaldıran.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Nisâ 4:99)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Affetme Fiili):
“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)
Er-Raûf (الرؤوف)
Anlamı: Şefkati ve merhameti çok derûnî ve ziyade olan (Re’fet). Mahlukatına karşı (bilhassa mü’minlere) çok şefkatli, merhametinin tecellisi çok nâzik ve lütufkâr olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Bakara 2:143’ten bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şefkatin Zahiri Tecellisi):
“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)
El-Ganî (الغني)
Anlamı: Zâtı, sıfatları ve fiilleri açısından hiçbir şeye muhtaç olmayan, mutlak zenginlik sahibi. Her şey O’na muhtaçtır; O ise hiçbir şeye muhtaç değildir (Samed isminin bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Zenginlik):
“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır, övülmeye lâyık olandır.'” (İbrahim 14:8)
Eş-Şekûr (الشكور)
Anlamı: Az amele karşı çok mükâfat veren. Kullarının sâlih amellerini ve şükürlerini zayi etmeyen, bilakis kat kat fazlasıyla karşılayan, kadir bilen.
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Az’a Çok Verme):
“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.” (En’âm 6:160)
El-Halîm (الحليم)
Anlamı: Hilm sahibi; kullarının isyan ve günahları karşısında acele ile ceza vermeyen, onlara mühlet tanıyan. Kudreti olduğu halde affı ve teenniyi (acele etmemeyi) tercih eden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı olarak belirtmenizde veya bu isteğinizi içinizde gizlemenizde size bir günah yoktur. Allah, sizin onları anacağınızı bilir. Meşru sözler söylemeniz dışında, sakın onlarla gizlice buluşma yönünde sözleşmeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdeki1ni bilir. Artık O’ndan sakının. Bilin ki Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:235)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):
“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)
El-Azîm (العظيم)
Anlamı: Azamet sahibi, en büyük, en ulu. Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti akıl ile idrak edilemeyecek kadar yüce olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir, büyüktür.” (Şûrâ 42:4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Azametin İsbatı):
“Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer 39:67)
(Aşağıdaki dört isim, Hadîd Sûresi’nde bir arada zikredilmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın varlığının zaman ve mekân ile olan münasebetini mükemmel bir surette tasvir etmiştir.)
El-Âhir: Son. Varlığının sonu olmayan, her şey fena bulduktan sonra bâkî kalacak olan, ebedî.
Ez-Zâhir: Zahirî olan. Varlığının delilleri apaçık olan, her şeyde isbatı ve sanatı görünen.
El-Bâtın: Derûnî olan. Zâtının hakikati idrak edilemeyen, mahlukatın nazarından gizli olan, her şeyin iç yüzünü bilen.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd 57:3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Evvel, Âhir ve Bâtın’ın Tecellisi):
“Sen, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28:88)
Bu mübarek isimlerin tefekkürü, imanımızın derûnîleşmesine vesiledir.
El-Müheymin (المهيمن)
Anlamı: Gözetip koruyan, nazarı altında tutan. Her şeyi yöneten, murakabe eden ve ilmiyle kuşatan. (Kitap hakkında kullanıldığında) önceki kitapları doğrulayan ve koruyan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gözetim ve Şahitlik):
“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)
Es-Selâm (السلام)
Anlamı: Her türlü noksanlıktan, afetten ve mahlukata ait sıfatlardan salim (uzak) olan. Kullarına selâmet ve esenlik veren. Hayat ve barışın kaynağı.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Selâmet Yurdu):
“Rableri katında onlara esenlik yurdu (Dâru’s-Selâm) vardır. O, yapmakta oldukları salih ameller sebebiyle onların velîsidir (dostudur).” (En’âm 6:127)
El-Vâhid (الواحد) / El-Ahad (الأحد)
Anlamı: Tek olan. Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı, benzeri veya dengi bulunmayan. (El-Vâhid: Bir olan; El-Ahad: Yegâne, bölünemez, mutlak tek).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği – Vâhid):
“O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve kahhâr olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim 14:48)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ahad – Tevhidin İsbatı):
“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.'” (İhlâs 112:1-4)
Es-Samed (الصمد)
Anlamı: Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı mutlak zenginlik sahibi. İhtiyaçların giderilmesi için yegâne merci.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).” (İhlâs 112:2)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muhtaç Olmama):
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)
El-Kâdir (القادر) / El-Muktedir (المقتدر)
Anlamı: Kudreti her şeye yeten. Dilediğini, dilediği gibi yapmaya gücü yeten. (El-Muktedir, bu kudretin zirvesini ve tam iktidar sahibi olduğunu ifade eder).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği – Kâdir):
“Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Bakara 2:20)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muktedir):
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)
El-Mütekebbir (المتكبر)
Anlamı: Büyüklükte (Kibriyâ) eşsiz olan, azamet sahibi. Büyüklük, mahlukat için bir noksanlık ve kibir iken, Hâlık için mutlak kemal ve O’nun hakkıdır.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kibriyâ’nın Sahibi):
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)
Er-Rabb (الرب)
Anlamı: Terbiye eden, mülk sahibi, efendi. Bütün mahlukatın idaresini, ihtiyaçlarını ve terbiye süreçlerini (yetiştirilmelerini) cihan şümul bir surette üstlenen.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Terbiye Fiili):
“Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir.” (A’lâ 87:1-3)
En-Nûr (النور)
Anlamı: Nûrun kaynağı. Gökleri, yeri, kâinatı ve mahlukatın kalplerini aydınlatan. Varlığı zahiri, delilleri apaçık olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Aydınlatma Fiili):
“O, güneşi bir ışık (ziya) kaynağı, ayı da (geceleyin) bir aydınlık (nûr) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma âyetlerini ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10:5)
El-Hâdî (الهادي)
Anlamı: Hidayet veren, yol gösteren. Kullarına (irşad yoluyla) ve bütün mahlukata (fıtrî olarak) yollarını ve gayelerini gösteren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’an’ın) Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler, ona inansınlar da kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir.” (Hac 22:54)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Fıtrî Hidayet):
“(Firavun) ‘O hâlde, Rabbiniz kimdir, ey Mûsâ?’ dedi. Mûsâ, ‘Rabbimiz, her şeye yapısını (varlığını) verip, sonra da yol gösterendir’ dedi.” (Tâhâ 20:49-50)
El-Bedî’ (البديع)
Anlamı: Emsalsiz, numunesiz, harika bir surette yaratan. Kâinatı başka bir örnek olmaksızın, eşsiz bir sanatla icat eden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eşsiz Yaratıcı):
“O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı hâlde nasıl çocuğu olabilir? Hâlbuki O, her şeyi yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilendir.” (En’âm 6:101)
Bu isimler, hayat, ölüm ve mülkün yegâne sahibinin kim olduğunu bizlere tasvir eder.
El-Muhyî (المحيي)
Anlamı: Hayat veren, canlandıran. Cansızlara hayatı bahşeden ve ölüleri (ahirette) dirilten.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hayat Verme Fiili):
“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:28)
El-Mümît (المميت)
Anlamı: Hayatı alan, ölümü yaratan. Eceli gelen mahlukatın hayatını sona erdiren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir (el-Muhyî) ve öldürür (el-Mümît). Öyleyse Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.'” (A’râf 7:158)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ölümü Yaratması):
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67:2)
El-Bâis (الباعث)
Anlamı: Öldükten sonra (haşirde) tekrar dirilten, kabirlerden çıkaran.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ve şüphesiz Allah, kabirlerdeki kimseleri diriltecektir (yeb’asü).” (Hac 22:7)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Diriltmenin İsbatı):
“Kendi yaratılışını unutup bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken bu kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:78-79)
Mâlikü’l-Mülk (مالك الملك)
Anlamı: Mülkün ebedî ve yegâne sahibi. Mülkünde (kâinatta) dilediği gibi tasarruf eden, O’nun hükmüne kimsenin müdahale edemeyeceği.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükümranlığın Sahibi):
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Diriltir, öldürür. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Hadîd 57:2)
Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm (ذو الجلال والإكرام)
Anlamı: Hem Celâl (azamet, büyüklük, heybet) hem de İkrâm (kerem, lütuf, cömertlik) sahibi. Hem heybetiyle nazar edilen hem de ikramıyla umulan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücedir.” (Rahmân 55:78)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bâkî Kalan Yüzü):
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (Rahmân 55:26-27)
“Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da ona kat kat karşılık versin! Allah, (rızkı) daraltır (yakbidu) ve genişletir (yebsutu). Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:245)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Daraltma ve Genişletme Fiili):
“De ki: ‘Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.'” (Sebe’ 34:36)
El-Muhît (المحيط)
Anlamı: İlmi ve kudretiyle her şeyi kuşatan. Hiçbir şeyin O’nun hâkimiyetinin ve ilminin dışında kalamadığı.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır (Muhît).” (Nisâ 4:126)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kuşatmanın İsbatı):
“İyi bilin ki, onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki, O, her şeyi kuşatandır.” (Fussilet 41:54)
El-Vâris (الوارث)
Anlamı: Vâris olan. Bütün mülk sahipleri ve mahlukat fena bulduktan sonra, mülkün tek ve ebedî sahibi olarak bâkî kalan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vârislerin En Hayırlısı):
“Zekeriyya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine, ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın’ diye dua etmişti.” (Enbiyâ 21:89)
El-Kâfî (الكافي)
Anlamı: Kâfi gelen, yeten. Kullarına hidayet, yardım ve rızık olarak kâfi gelen. Kendisine tevekkül edenlere yeten.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yetme / Vekillik):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)
El-Mukît (المقيت)
Anlamı: Her mahlukatın rızkını (gerekli gıdasını) yaratan, bilen ve ulaştıran. Aynı zamanda her şeyi gözetip koruyan, her şeye gücü yeten ve yapılanların karşılığını veren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah, her şeyin karşılığını vericidir.” (Nisâ 4:85)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızık Verme Ciheti):
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd 11:6)
El-Mecîd (المجيد)
Anlamı: Şanı, şerefi ve kadri pek yüce olan. Fiilleri ve ihsanları güzel ve övgüye lâyık olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir.” (Burûc 85:14-15)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hamîd ve Mecîd):
“Dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.'” (Hûd 11:73)
El-Câmi’ (الجامع)
Anlamı: Toplayan. Mahlukatı kıyamet günü hesap için bir araya getiren. Birbirine zıt gibi görünen şeyleri bir araya getiren (mesela bedende ruh ile cesedi, hayat ile ölümü).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Rabbimiz! Şüphesiz sen, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allah, va’dinden dönmez.” (Âl-i İmrân 3:9)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Toplama Fiili):
“De ki: ‘Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür. Sonra sizi, hakkında şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.'” (Câsiye 45:26)
Eş-Şâfî (الشافي)
Anlamı: Şifa veren. Maddî ve mânevî hastalıklara, dertlere şifa bahşeden yegâne merci. (Bu isim Kur’ân’da fiil ve sıfat olarak zikredilmiştir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Fiil olarak):
(Hz. İbrahim’in (a.s.) duası): “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuarâ 26:80)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şifanın Kaynağı):
“De ki: ‘O (Kur’an), inananlar için bir hidayet ve şifadır.’ İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır (kördür). (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor.” (Fussilet 41:44)
El-Karîb (القريب)
Anlamı: Yakın olan. İlmiyle, icabetiyle ve rahmetiyle kullarına çok yakın olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“…Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim, (duaları) hakkıyla işitendir, (onlara) çok yakındır.” (Hûd 11:61’den bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yakınlığın İsbatı):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
El-Berr (البرّ)
Anlamı: İyiliği, lütfu ve ihsanı bol olan. Kullarına karşı son derece şefkatli ve iyilik (birr) sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz biz, bundan önce O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (el-Berr), çok merhametli (er-Rahîm) olandır.” (Tûr 52:28)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İyiliğin Tecellisi):
“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)
Zü’ntikâm (ذو انتقام)
Anlamı: İntikam sahibi. Suçluları, zâlimleri ve müstehak olanları adaletiyle cezalandıran, mazlumun hakkını alan. (Cenâb-ı Hakk’ın intikamı, şahsî bir öfke değil, mutlak adaletin tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (İbrahim 14:47)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Cezanın Şiddeti):
“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)
El-Vâli (الوالي)
Anlamı: Kâinatı ve bütün işleri idare eden, yöneten (vali). Her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O’nun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri (melekler) vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardı1mcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İdare):
“Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” (Hadîd 57:5)
El-Müteâlî (المتعالي)
Anlamı: Yüceler yücesi. Aklın tasavvur edebileceği her şeyin fevkinde (üstünde) olan. Noksanlıklardan ve mahlukata ait özelliklerden son derece münezzeh ve yüce.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik ve Azamet):
“Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer 39:67)
El-Mu’izz (المعز)
El-Müzill (المذل)
Anlamları:
El-Mu’izz: İzzet veren, şereflendiren, aziz kılan.
El-Müzill: Zillet veren, alçaltan, hor ve hakir kılan.
İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin (tu’izzu), dilediğini zelil edersin (tüzillu). Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zillet ve İzzetin İsbatı):
“Allah kimi alçaltırsa (yühinillâhu), artık ona saygınlık kazandıracak (mükrime) kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hac 22:18’den bir bölüm)
El-Muksit (المقسط)
Anlamı: Adaletle hükmeden, her işi denk ve yerli yerince yapan. Zâlimden mazlumun hakkını alan, adaletli davranan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Sıfat olarak):
“Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli (muksitîn) davrananları sever.” (Mâide 5:42)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin Emri):
“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16:90)
El-Fâtır (الفاطر)
Anlamı: Yarıp çıkaran, yoktan var eden. Gökleri ve yeri, başka bir numune olmaksızın, ilk defa yaratan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı (Fâtır) olan, beslediği hâlde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (deni1ldi).'” (En’âm 6:14)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın Devamlılığı):
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan (Fâtır), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Fâtır 35:1)
Er-Refî’ (الرفيع)
Anlamı: Yüce olan, dereceleri yükselten. Dostlarını ve sâlih kullarını mânevî mertebelerde yükselten.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükseltme Fiili):
“Ey iman edenler! Size ‘Meclislerde yer açın’ denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size ‘Kalkın’ denildiği zaman da kalkın ki, Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58:11)
El-Muhsî (المحصي)
Anlamı: Sayan, tespit eden. Kâinattaki hiçbir şeyin, zerre kadar dahi olsa, ilminin ve hesabının dışında kalmadığı, her şeyi eksiksiz sayan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) sayıp yazmışızdır (ahseynâhu).” (Yâsîn 36:12)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Saymanın Keyfiyeti):
“Andolsun, O, onların hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır (addehum adden).” (Meryem 19:94)
El-Mübdi’ (المبدئ)
El-Mu’îd (المعيد)
Anlamları:
El-Mübdi’: İlk defa, örneksiz yaratan; yaratılışı başlatan.
El-Mu’îd: Yaratmayı iade eden; öldürdükten sonra tekrar dirilten.
İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Allah’a ortak koştuklarınız arasında, (birini) ilk defa yaratan, sonra da (kıyamette) onu tekrar diriltecek olan var mı?’ De ki: ‘Allah, ilk defa yaratır (yebdeu) ve onu tekrar diriltir (yu’îduhu). O hâlde nasıl oluyor da (haktan) döndürülüyorsunuz?'” (Yûnus 10:34)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İade Etmenin İsbatı):
“Gökleri yazılı kâğıt tomarını dürer gibi düreceğimiz günü düşün. Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl yaptıysak (bede’nâ), onu tekrar yapacağız. (Bu,) bizim üzerimize aldığımız bir vaaddir. Biz (vaadimizi) mutlaka yaparız.” (Enbiyâ 21:104)
El-Bâkî (الباقي)
Anlamı: Bâkî olan, varlığı ebedî olan. Her şey fena bulduktan (yok olduktan) sonra varlığı devam eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (Rahmân 55:26-27)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bâkî Kalan Tek Zât):
“Sen, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28:88)
Ed-Dârr (الضارّ)
En-Nâfi’ (النافع)
Anlamları:
Ed-Dârr: Zarar veren. Hikmeti icabı, dilediğine (imtihan veya ceza olarak) zarar, darlık ve musibet veren.
En-Nâfi’: Menfaat veren. Lütfuyla dilediğine fayda, hayır ve menfaat ulaştıran.
İlgili Ayet (İsimlerin masdar/fiil olarak zikredildiği):
“Geride kalan bedevîler sana, ‘Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. Allah’tan bizim için af dile’ diyecekler. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: ‘Eğer Allah size bir zarar (darren) dilerse, yahut bir yarar (nef’an) dilerse, O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.'” (Fetih 48:11)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zarar ve Menfaatin Tek Sahibi):
“De ki: ‘Ben (kendi kendime), Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda (nef’an) elde etmeye, ne de bir zarardan (darren) kurtulmaya güç yetirebilirim. Eğer gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.'” (A’râf 7:188)
El-Mugnî (المغني)
Anlamı: Zengin kılan, iğnâ eden. Dilediği kulunu zengin (ganî) kılan, ihtiyaçtan kurtaran.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Şüphesiz O, zengin eden (agnâ) ve sermaye veren (aknâ) O’dur.” (Necm 53:48)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İğnâ Etme Fiili):
“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi (fe-agnâ)?” (Duhâ 93:8)
El-Mevlâ (المولى)
Anlamı: Efendi, dost, koruyup himaye eden. Mü’minlerin işlerini üzerine alan, onlara yardım eden yegâne sığınak.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Velî / Dost):
“Sizin velîniz (dostunuz), ancak Allah’tır, O’nun Peygamberidir, bir de Allah’ın emrine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Mâide 5:55)
En-Nasîr (النصير)
Anlamı: Çok yardım eden, yardımıyla zafere ulaştıran. Kendisine sığınanları zahiri ve derûnî tehlikelere karşı koruyan ve galip getiren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yardım Fiili):
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder (yensurkum) ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed 47:7)
El-Mukaddim (المقدم)
El-Muahhir (المؤخر)
Anlamları:
El-Mukaddim: Öne alan, takdim eden. Dilediğini (hikmetiyle) mertebe, zaman veya mekân olarak öne geçiren.
El-Muahhir: Geriye bırakan, tehir eden (erteleyen). Dilediğini (hikmetiyle) geride bırakan.
İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):
“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları (yüahhiruhum) belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, ne bir an geri kalabilirler (yeste’khirûne), ne de öne geçebilirler (yestakdimûn).” (Nahl 16:61)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Silme ve Bırakma İradesi):
“Allah, dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)
Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve adaletini, yani havf (korku) ve recâ (ümit) muvazenesini (dengesini) mükemmel bir surette tasvir eden ve Mü’min Sûresi’nde bir arada zikredilen dört mühim sıfat/isim üzerinde duracağız:
Gâfiru’z-Zenb (غافر الذنب)
Kâbilu’t-Tevb (قابل التوب)
Şedîdü’l-Ikâb (شديد العقاب)
Zü’t-Tavl (ذو الطول)
Anlamları:
Gâfiru’z-Zenb: Günahı bağışlayan. (El-Gafûr ve El-Gaffâr isimlerinin tecellisidir).
Kâbilu’t-Tevb: Tövbeyi kabul eden. (Et-Tevvâb isminin tecellisidir).
Şedîdü’l-Ikâb: Azabı/cezası çetin (şiddetli) olan. (El-Kahhâr ve Zü’ntikâm isimlerinin tecellisidir).
Zü’t-Tavl: Lütuf, kerem ve ihsan sahibi; nimeti bol ve devamlı olan. (El-Vehhâb ve El-Kerîm isimlerinin tecellisidir).
İlgili Ayet (İsimlerin bir arada zikredildiği):
“O, günahı bağışlayan (Gâfiri’z-Zenb), tövbeyi kabul eden (Kâbili’t-Tevb), azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)
Muradifleri / Manayı Teyit Eden Ayetler:
(Gâfiru’z-Zenb için):
“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)
(Kâbilu’t-Tevb için):
“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)
(Şedîdü’l-İkâb için):
“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)
(Zü’t-Tavl için):
“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)
El-EkreM (الأكرم)
Anlamı: En cömert, keremi en bol olan. Şerefin ve lütfun zirvesi. (El-Kerîm isminin mübalağalı (en üstün) halidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Oku! Rabbin en cömert olandır (el-Ekrem). O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak 96:3-5)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Cömertlik):
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert (el-Kerîm) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)
El-Hâfıd (الخافض)
Er-Râfi’ (الرافع)
Anlamları:
El-Hâfıd: Alçaltan. Kibirli ve âsi olanları (hikmetiyle) zillete düşüren.
Er-Râfi’: Yükselten. İman ve itaat ehli kullarını (lütfuyla) derecelerde yükselten.
İlgili Ayet (İsimlerin sıfat olarak zikredildiği):
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı, dağlar paramparça olup, dağılıp toz duman hâline geldiği zaman, işte o gün olan olmuş (kıyamet kopmuş)tur. O, (kâfirleri) alçaltıcı (Hâfıda), (mü’minleri) yükselticidir (Râfi’a).” (Vâkıa 56:1-6’dan mana ile 3. ayet)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alçaltma ve Yükseltme Fiili):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin (tu’izzu), dilediğini zelil edersin (tüzillu)…'” (Âl-i İmrân 3:26)
El-Mennân (المنان)
Anlamı: İhsan ve lütufları çok bol olan, karşılıksız ve başa kakmadan bolca nimet veren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta (menne) bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân 3:164)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Karşılıksız İhsan / Vehhâb):
“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)
Hayru’r-Râzikîn (خَيْرُ الرَّازِقِينَ)
Anlamı: Rızık verenlerin en hayırlısı. Rızkı en güzel, en bol ve en hikmetli şekilde yaratan ve ulaştıran. (Er-Rezzâk isminin bir teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hani Havârîler, ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. İsa da, ‘Eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının’ demişti… Meryem oğlu İsa, ‘Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (Hayru’r-Râzikîn)’ dedi.” (Mâide 5:112, 114)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Rızık Veren):
“Şüphesiz ki rızık veren (er-Rezzâk), O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)
Cenâb-ı Hakk’ın fiillerindeki kemâli ve hayrı ifade eden bazı cihan şümul sıfatları üzerinde duracağız.
Ahsenü’l-Hâlikîn (أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ)
Anlamı: Yaratanların en güzeli. Yaratma fiilini en mükemmel, en sanatlı, en hikmetli ve en estetik surette icra eden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Sonra o nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan) hâline getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Yapı):
“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)
Hayru’l-Hâkimîn (خَيْرُ الْحَاكِمِينَ)
Anlamı: Hâkimlerin / Hüküm verenlerin en hayırlısı. Mutlak adaletle, en doğru ve en hikmetli kararı veren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus 10:109)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükmün Hikmeti):
“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi (Ahkemü’l-Hâkimîn) değil midir?” (Tîn 95:8)
Hayru’l-Fâsılîn (خَيْرُ الْفَاصِلِينَ)
Anlamı: (Hak ile batılı) Ayıranların / Hüküm verenlerin en hayırlısı. Kıyamet günü, mahlukat arasındaki ihtilafları mutlak adaletle ayırt edip sonuca bağlayan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı anlatır ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.'” (En’âm 6:57)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ayırma Fiili):
“Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmedecektir.” (Secde 32:25)
Ehlü’t-Takvâ ve Ehlü’l-Mağfireh (أَهْلُ التَّقْوَىٰ وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ)
Anlamı: Kendisinden sakınılmaya (takvâ) en lâyık olan ve (buna rağmen) bağışlamaya (mağfiret) yegâne ehil olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Bununla beraber, Allah dilemedikçe öğüt almazlar. O, kendisinden korkulmaya (takvâya) lâyık olandır, bağışlamaya (mağfirete) ehil olandır.” (Müddessir 74:56)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Takvâ ve Mağfiret Bağlantısı):
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır (Azîzun Gafûr).” (Fâtır 35:28)
El-Kâhir (القاهر)
Anlamı: Kahreden, mutlak galip gelen. Kullarının üstünde tam bir hâkimiyet sahibi olan. İradesine hiçbir şeyin karşı koyamadığı. (Bu isim, El-Kahhâr isminin (mübalağa sigası) kökü olup, kudretin devamlılığına ve mutlak galebesine işaret eder).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kahhâr olarak):
“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen (el-Vâhidü’l-Kahhâr) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)
Sâri’u’l-Hisâb (سريع الحساب)
Anlamı: Hesabı çok çabuk gören. Bütün mahlukatın hayat boyu yaptığı amellerin hesabını, tek bir anda, en süratli ve en adil şekilde gören.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min 40:17)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesap görücü / Hasîb):
“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)
El-Vâcid (الواجد)
Anlamı: Bulan. Dilediğini dilediği anda bulan, ilmiyle her şeyi tespit eden. Aynı zamanda (El-Ganî gibi) varlıklı, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Seni yetim bulup (fe-vecede) barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş bulup (fe-vecede) doğru yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç içinde bulup (fe-vecede) da zengin etmedi mi?” (Duhâ 93:6-8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhtiyaçsızlık / Ganî):
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganî), övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)
El-Mâni’ (المانع)
Anlamı: Men eden, engel olan. Hikmeti icabı, dilediği şeyin gerçekleşmesine mâni olan. Veya dilediği kişiyi (koruma maksatlı) kötülüklerden men eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (mumsike) yoktur. Neyi de tutarsa (yumsik), bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Men etme / Alma):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın (tenzi’u)…'” (Âl-i İmrân 3:26’dan bir bölüm)
El-Muntekim (المنتقم)
Anlamı: İntikam alan. Suçluları, zâlimleri ve müstehak olanları adaletiyle cezalandıran. (Bu, Cenâb-ı Hakk’ın Zü’ntikâm (intikam sahibi) isminin fiilî bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Kim, Rabbinin âyetleriyle öğüt verildikten sonra onlardan yüz çevirirse, (bilsin ki) biz, suçlulardan intikam alıcıyız (müntekimûn).” (Secde 32:22)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’ntikâm):
“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (İbrahim 14:47)
Mâliki Yevmi’d-Dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ)
Anlamı: Din (Hesap ve Ceza) Gününün Mâliki (Sahibi). O gün geldiğinde, mülkün ve hükmün yegâne sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâlikidir.” (Fâtiha 1:4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (O Günün Tek Hâkimi):
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)
“Eğer Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa (bi-durrin), onu yine O’ndan başka giderecek (kâşife) yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, (bunu da kimse engelleyemez). Şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (En’âm 6:17)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sıkıntıyı Giderme):
“(Müşrikler) denizde bir sıkıntıya düştüklerinde, O’ndan başka bütün taptıkları (gözlerinden) kaybolur. (Allah) onları karaya çıkararak kurtarınca da yüz çevirirler. Zaten insan çok nankördür.” (İsrâ 17:67)
El-Gâlib (الْغَالِبُ)
Anlamı: Galip olan. İradesini her durumda yürüten, emrine karşı konulamayan, mutlak üstün.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Mısır’da onu satın alan adam, karısına, ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece biz, Yûsuf’u o ülkeye yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğrettik. Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Galibiyetin İsbatı):
“Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)
Cenâb-ı Hakk’ın hüküm ve rahmetindeki mutlak üstünlüğünü ve hayrını ifade eden “en hayırlı” (Hayr) ve “en hikmetli” (Ahkem) sıfatları üzerinde duracağız.
Ahkemü’l-Hâkimîn (أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ)
Anlamı: Hükmedenlerin en hikmetlisi. Mutlak adalet sahibi, hükmü en doğru, en şaşmaz ve en hikmetli olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi değil midir?” (Tîn 95:8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hüküm Sahibi / El-Hakem):
“De ki: ‘Size kitabı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indiren O iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (En’âm 6:114)
Hayru’l-Fâtihîn (خَيْرُ الْفَاتِحِينَ)
Anlamı: Hüküm verenlerin / (Hayır kapılarını) açanların en hayırlısı. Hak ile bâtıl arasında en âdil ve en net hükmü veren. (El-Fettâh isminin bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Eğer Allah bizi ondan (dininizden) kurtardıktan sonra sizin dininize dönersek, Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe, ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.” (A’râf 7:89)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)
Hayru’l-Gâfirîn (خَيْرُ الْغَافِرِينَ)
Anlamı: Bağışlayanların en hayırlısı. Affı en geniş, mağfireti en kâmil olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Mûsâ, kavmi için içlerinden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca Mûsâ, dedi ki: ‘Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla, bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.'” (A’râf 7:155)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Gafûr):
“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)
Hayru’r-Râhimîn (خَيْرُ الرَّاحِمِينَ)
Anlamı: Merhamet edenlerin en hayırlısı. Rahmeti en derûnî, en cihan şümul ve en kâmil olan. (Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimlerinin bir teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Rabbim! Bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!'” (Mü’minûn 23:118)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):
“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik.’ Allah, şöyle dedi: ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.'” (A’râf 7:156)
Hayru’l-Münzilîn (خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ)
Anlamı: İndirenlerin / Konuklayanların en hayırlısı. Gökten rahmet ve bereket indiren; kullarını en güzel mekânlara yerleştiren ve onlara en güzel surette ikramda bulunan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Ve de ki: ‘Rabbim! Beni mübarek bir yere kondur. Sen konuklayanların en hayırlısısın.'” (Mü’minûn 23:29)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İkram ve Yerleştirme):
“Andolsun, biz İsrailoğulları’nı güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü ayrılığa düşmüş oldukları şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” (Yûnus 10:93)
Hayru’n-Nâsırîn (خَيْرُ النَّاصِرِينَ)
Anlamı: Yardım edenlerin en hayırlısı. Yardımı en kâmil, en tesirli ve en hikmetli olan. (En-Nasîr isminin bir teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Senin için Allah’tan başka ne bir dost (velî), ne de bir yardımcı (nasîr) vardır. Bilakis, Allah senin Mevlâ’ndır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:150’den mana ile)
Daha net bir iktibas: “Hayır! Mevlâ’nız Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:150)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nasîr olarak):
“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)
El-Akreb (الأَقْرَبُ)
Anlamı: En yakın. Kullarına şah damarlarından daha yakın olan; ilmi, kudreti ve icabetiyle her şeyi ihata eden. (El-Karîb isminin mübalağalı (en üstün) halidir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat/fiil olarak zikredildiği):
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız (akreb).” (Kâf 50:16)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Karîb):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
El-E’lâ (الْأَعْلَى)
Anlamı: En Yüce. Mutlak ve en üstün yücelik sahibi. (El-Alî ve El-Müteâlî isimlerinin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Yüce (el-E’lâ) Rabbinin adını tesbih et.” (A’lâ 87:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Alî / El-Kebîr):
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir (el-Alî), büyüktür (el-Azîm).” (Şûrâ 42:4)
El-Mubîn (المبين)
Anlamı: Apaçık olan, hakikati beyan eden. Varlığı ve birliği zahiri delillerle açık olan; kullarına hakkı ve bâtılı tasvir edip açıklayan.
“O gün Allah, onlara hak ettikleri cezayı tastamam verecek ve onlar, Allah’ın apaçık gerçek (el-Hakku’l-Mubîn) olduğunu bileceklerdir.” (Nûr 24:25)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beyan Etme Fiili):
“Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar (yübeyyinu) ki akıl erdiresiniz.” (Bakara 2:242)
El-Hafiyy (الحفيّ)
Anlamı: Lütufkâr, ikramı bol, (kullarına) çok nâzik ve lütuf ile muamele eden. (El-Latîf ismine manaca yakındır).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“(İbrahim) şöyle dedi: ‘Esen kal. Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, bana karşı çok lütufkârdır (Hafiyyen).'” (Meryem 19:47)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Latîf):
“Allah, kullarına çok lütufkârdır (Latîf), dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)
El-Kefîl (الكفيل)
Anlamı: Kefil olan, her şeyi himayesine alan ve yürüten. Kullarının işlerini üzerine alan ve onlara kâfi gelen. (El-Vekîl ve El-Kâfî isimlerine manaca yakındır).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil tutarak (Kefîlen) sağlamlaştırdıktan sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16:91)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kâfî):
“Allah, kuluna kâfi (bi-kâfin) değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)
Şedîdü’l-Mihâl (شَدِيدُ الْمِحَالِ)
Anlamı: Yakalaması, (kâfirlere karşı) tuzağı ve cezalandırması çok çetin (şiddetli) olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Gök gürültüsü O’nu hamd ile, melekler de O’na olan korkularından dolayı tesbih ederler. O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele ediyorlar. Hâlbuki O, azabı çok şiddetli (Şedîdü’l-Mihâl) olandır.” (Ra’d 13:13)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tuzak Kuranların Hayırlısı):
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve rahmetinin genişliğini tasvir eden “Zü” (Sahibi) ve “Rabb” (İdarecisi) sıfatları üzerinde duracağız.
Zü’r-Rahme (ذُو الرَّحْمَةِ)
Anlamı: Rahmet Sahibi. Rahmeti cihan şümul olan, merhametin kaynağı ve yegâne sahibi. (Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimlerinin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Rabbin, zengindir (el-Ganî), rahmet sahibidir (Zü’r-Rahme). Dilerse sizi yok eder ve sizden sonra yerinize dilediğini getirir; tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi.” (En’âm 6:133)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):
“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)
Zü’l-Arş (ذُو الْعَرْشِ)
Anlamı: Arş’ın Sahibi. Bütün kâinatı, mülkü ve hâkimiyeti nazarı altında tutan, en yüce makamın (Arş’ın) sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)
“Yükselme yollarının (derecelerinin) sahibi olan Allah katındandır.” (Me’âric 70:3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükselme Fiili):
“…O’na ancak güzel sözler yükselir (tövbe, tesbih, zikir ve dua). Salih ameli de O yükseltir. Kötülükleri tuzak olarak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Onların tuzağı boşa çıkar.” (Fâtır 35:10’dan bir bölüm)
Anlamı: Taneyi ve çekirdeği (yarıp) filizlendiren. En katı, en cansız görünen tohumların içinden hayatı çıkaran, yaratılıştaki kudretini en ince teferruatta gösteren.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O hâlde (haktan) nasıl dönüyorsunuz?” (En’âm 6:95)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratılış Sanatı):
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)
Fâliku’l-Isbâh (فَالِقُ الْإِصْبَاحِ)
Anlamı: Sabahı (karanlığı) yarıp çıkaran. Gecenin karanlığından aydınlığı, yani hayatı ve bereketi çıkaran; mahlukatın hayat nizamını kuran.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gece ve Gündüzün İdaresi):
“O, geceyi gündüze (onun vaktinden alarak) katar, gündüzü de geceye (onun vaktinden alarak) katar. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fâtır 35:13)
Es-Sâdık (الصَّادِقُ)
Anlamı: Sözü ve vaadi doğru olan, mutlak sadakat sahibi.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Allah doğru söylemiştir (Sadakallâhu). Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.'” (Âl-i İmrân 3:95)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sözün Hak Oluşu):
“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisâ 4:87’den bir bölüm)
Rabbu’ş-Şi’râ (رَبُّ الشِّعْرَىٰ)
Anlamı: Şi’râ’nın Rabbi. (Şi’râ, cahiliye Araplarının taptığı parlak bir yıldızdır). Bu isim, Cenâb-ı Hakk’ın sadece cihan şümul (evrensel) değil, aynı zamanda insanların ilahlaştırdığı tekil varlıkların dahi Rabbi ve Yaratıcısı olduğunu isbat eder.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Doğrusu O, Şi’râ’nın da Rabbidir.” (Necm 53:49)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratıcının Tekliği):
“Onlara, ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ diye sor. ‘Allah’tır’ de. De ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine bile ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip olan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?’ Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, mutlak güç sahibidir.'” (Ra’d 13:16)
Cenâb-ı Hakk’ın ilminin ve mülkünün kuşatıcılığını (ihata) tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
Anlamı: Gizliyi (gaybı) ve açığı (şehâdeti) bilen. Mahlukatın nazarından saklı olan derûnî hakikatleri de onların zahiri olarak müşahede ettiği âlemi de eksiksiz bilen.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tegâbün 64:18)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Kuşatıcılığı):
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6:59)
Allâmu’l-Guyûb (عَلَّامُ الْغُيُوبِ)
Anlamı: Gaybları (bütün gizlilikleri) en mükemmel surette, tekrar tekrar ve mübalağalı bir şekilde bilen. (Âlim’den daha kuvvetli bir manayı ihtiva eder).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayıp ‘Size ne cevap verildi?’ buyurduğu zaman, onlar, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen (Allâmu’l-Guyûb) ancak sensin’ derler.” (Mâide 5:109)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sırları Bilen):
“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)
Hayru’l-Vârisîn (خَيْرُ الْوَارِثِينَ)
Anlamı: Vârislerin en hayırlısı. Mülk el değiştirdikten ve her şey fena bulduktan sonra, mülkün asıl ve ebedî sahibi. (El-Vâris isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Zekeriyya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine, ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın’ diye dua etmişti.” (Enbiyâ 21:89)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâris):
“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)
Rabbu Külli Şey’ (رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ)
Anlamı: Her şeyin Rabbi (Efendisi ve İdarecisi). Varlık âleminde ne varsa hepsinin tek terbiye edicisi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?’ Herkesin kazandığı ancak kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (En’âm 6:164)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rabbu’l-Âlemîn):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Kur’ân-ı Kerîm’in son sûrelerinde (Muavvizeteyn) zikredilen ve sığınmanın (istiâze) temellerini tasvir eden mühim isimler/sıfatlar üzerinde duracağız.
Rabbu’l-Felak (رَبُّ الْفَلَقِ)
Anlamı: Felak’ın (Sabahın/Yarılışın) Rabbi. Bütün mahlukatı yokluk karanlığından yarıp hayata çıkaran; sabahı geceden yarıp çıkaran mutlak idareci.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım; yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden; düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden!'” (Felak 113:1-5)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yarıp Çıkaran / Fâlık):
“O, sabahı yarıp çıkarandır (Fâliku’l-Isbâh). Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
(Aşağıdaki üç isim/sıfat, Nâs Sûresi’nde sığınmanın üç temel direği olarak (Rubûbiyet, Mülk ve Ulûhiyet) zikredilmiştir.)
Rabbu’n-Nâs (رَبُّ النَّاسِ)
Meliki’n-Nâs (مَلِكِ النَّاسِ)
İlâhi’n-Nâs (إِلَٰهِ النَّاسِ)
Anlamları:
Rabbu’n-Nâs: İnsanların Rabbi (Onları terbiye eden, idare eden, ihtiyaçlarını gideren).
“De ki: ‘İnsanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım; o sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).'” (Nâs 114:1-6)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Melik ve İlâh):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh (İlâh) bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Erhamu’r-Râhimîn (أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ)
Anlamı: Merhamet edenlerin en merhametlisi. Rahmetin en yüce, en derûnî ve en kâmil mertebesine sahip olan. (Hayru’r-Râhimîn ismine manaca çok yakındır).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.'” (Yûsuf 12:64)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):
“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)
Hayru’l-Mâkirîn (خَيْرُ الْمَاكِرِينَ)
Anlamı: Tuzak kuranların en hayırlısı. Kâfirlerin ve zâlimlerin hilelerini, tuzaklarını boşa çıkaran ve onların tuzaklarına karşı en âdil ve en hikmetli mukabelede (planda) bulunan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tuzakların Şiddeti / Mihâl):
“…Hâlbuki O, azabı çok şiddetli (Şedîdü’l-Mihâl) olandır.” (Ra’d 13:13’ten bir bölüm)
Rabbu’l-Arşi’l-Azîm (رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ)
Anlamı: Büyük Arş’ın Rabbi. Bütün kâinatın idare merkezi olan o azametli Arş’ın yegâne sahibi ve idarecisi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir.'” (Tevbe 9:129)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’l-Arş):
“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah)…” (Mü’min 40:15’ten bir bölüm)
Fe’âlun limâ yurîd (فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ)
Anlamı: Dilediğini (mübalağa ile, eksiksiz) yapan. İradesi mutlak olan, dilediği her şeyi hiçbir engele takılmadan, tam istediği gibi yapan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir. Dilediğini mutlak yapandır.” (Burûc 85:14-16)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)
Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin (Rabliğinin) hususi tecellîleri ve adaleti üzerinde duracağız.
Anlamı: Göklerin ve Yerin Rabbi. Bütün kâinatın, zahiri ve derûnî âlemlerin yegâne idarecisi, sahibi ve terbiye edicisi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ De ki: ‘Allah’tır.’ De ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine bile ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip olan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?’ Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, mutlak güç sahibidir.'” (Ra’d 13:16)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Mülk):
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” (Hadîd 57:5)
Rabbu’l-İzzeti (رَبُّ الْعِزَّةِ)
Anlamı: İzzetin Rabbi. Mutlak şeref, üstünlük ve galibiyetin kaynağı ve sahibi. (El-Azîz isminin bir teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Senin Rabbin; izzet sahibi Rab, onların vasıflandırmalarından uzaktır, münezzehtir. Peygamberlere selâm olsun. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Sâffât 37:180-182)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İzzetin Yegâne Sahibi):
“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)
Rabbu’l-Beyt (رَبِّ هَٰذَا الْبَيْتِ)
Anlamı: Bu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbi. İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk mâbedin ve en mübarek mekânın dahi yegâne sahibi ve koruyucusu olduğunu tasvir eden hususi bir sıfat.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Öyleyse, kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106:3-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emin Belde):
“Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut’ demişti.” (İbrahim 14:35)
Serî’u’l-‘İkâb (سَرِيعُ الْعِقَابِ)
Anlamı: Cezalandırması Süratli Olan. Hak edenlere azabı ve cezayı (mühlet bittiğinde) süratle ulaştıran. (Serî’u’l-Hisâb ve Şedîdü’l-Ikâb ile bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdikleri konusunda sizi imtihan etmek için bazınızı bazınızdan derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (En’âm 6:165)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Sürati):
“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir (Serî’u’l-Hisâb).” (Mü’min 40:17)
“Gömleğinin üzerine de sahte bir kan (sürmüşler)di. (Yakup) ‘Hayır! Nefsiniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (el-Muste’ân) olan ancak Allah’tır’ dedi.” (Yûsuf 12:18)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yardım Dileme Fiili):
“Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz (neste’în).” (Fâtiha 1:5)
Zü’l-Kuvve (ذُو الْقُوَّةِ)
Anlamı: Kuvvet Sahibi. Mutlak gücün, sarsılmaz kudretin sahibi. (El-Kavî ve El-Metîn isimlerinin bir bağlantı içinde teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi (Zü’l-Kuvveti’l-Metîn) olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kavî):
“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)
Rabbu’l-Arşi’l-Kerîm (رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ)
Anlamı: Kerîm (Şerefli, Cömert) Arş’ın Rabbi. Bütün kâinatın idare merkezinin (Arş’ın) azametini ve keremini tasvir eden sıfat.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, şerefli ve yüce Arş’ın Rabbidir.” (Mü’minûn 23:116)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arş’ın Azameti):
“Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm).'” (Tevbe 9:129)
Ni’me’l-Mevlâ (نِعْمَ الْمَوْلَىٰ)
Ni’me’n-Nasîr (نِعْمَ النَّصِيرُ)
Anlamları: Ne güzel Mevlâ (Dost, Koruyucu, Sahip) ve ne güzel Nasîr (Yardımcı). Tevekkül edenler için en mükemmel, en hayırlı ve kâfi gelen sığınak.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Vekil):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)
Rabbu’l-Âlemîn (رَبُّ الْعَالَمِينَ)
Anlamı: Âlemlerin Rabbi. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün âlemlerin yegâne sahibi, idarecisi, terbiye edicisi ve mâliki. (Er-Rabb isminin en cihan şümul tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Her Şeyin Rabbi):
“De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?’ Herkesin kazandığı ancak kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (En’âm 6:164)
El-Hallâk (الْخَلَّاقُ)
Anlamı: Yaratması mükemmel ve devamlı olan. (Mübalağa sigasıdır). Durmaksızın, en mükemmel surette yaratan. (El-Hâlık isminden daha kesif bir manayı ihtiva eder).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet, yeter. O, hakkıyla yaratandır (el-Hallâk), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Yâsîn 36:81)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın Güzelliği / Ahsenü’l-Hâlikîn):
“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14’ten bir bölüm)
El-Melîk (الْمَلِيكُ)
Anlamı: Mutlak Hükümdar, mülkünde tam iktidar sahibi. (El-Melik isminden daha kuvvetli bir mülk ve iktidarı tasvir eder).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir (Muktedir) bir hükümdarın (Melîk) katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Melik):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak) …” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)
El-Vâhidü’l-Kahhâr (الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ)
Anlamı: Tek ve Kahredici (Mutlak Galip) Olan. Hem birliğinde (Vâhid) yegâne olan, hem de kudretiyle her şeye galip gelen (Kahhâr). Bu iki isim Kur’ân’da sıklıkla beraber gelerek tevhidin kudretini isbat eder.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Teklik ve Hâkimiyet):
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)
Zü’l-Fadli’l-Azîm (ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ)
Anlamı: Büyük Lütuf (Fadl) Sahibi. Kullarına olan ihsanı, cömertliği ve nimeti sonsuz olan.
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütfun Tasviri):
“Allah’ın size olan lütfunu (fadl) ve rahmetini bir düşünün. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 3:103)
Münzilu’l-Kitâb (مُنْزِلَ الْكِتَابِ)
Anlamı: Kitab’ı (Kur’ân’ı ve başka vahiyleri) indiren. Hidayetin kaynağı, vahyin sahibi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Fiil olarak):
“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi (nezzele). O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti (enzele). O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:3-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İndirme Fiili):
“Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren (enzele) ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’a mahsustur.” (TDV Meali, Kehf 18:1)
Anlamı: Geceyi Sükûnet/Dinlenme Vakti Kılan. Hayatın nizamını kuran, mahlukatın rahmeti için zamanı düzenleyen.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gecenin Hikmeti):
“O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı, gündüzü de (iş hayatı için) yayılma zamanı kılandır.” (Furkân 25:47)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Azîzü’l-Hakîm (الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ)
Anlamı: Mutlak güç sahibi (Azîz) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). İzzeti hikmetsiz, hikmeti de aciz olmayan. Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin (Celâl) ve hikmetinin (Cemâl) mükemmel dengesi.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz, mutlak güç sahibi (el-Azîz) ve hüküm ve hikmet sahibi (el-Hakîm) olan ancak sensin.” (Bakara 2:129)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hikmetin Tecellisi):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)
Es-Semî’u’l-Alîm (السَّمِيعُ الْعَلِيمُ)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve her şeyi eksiksiz bilen (Alîm). Zahiri duaları, fısıltıları işiten ve kalplerin derûnî niyetlerini bilen.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin (es-Semî’), hakkıyla bilensin (el-Alîm)’ diyorlardı.” (Bakara 2:127)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitme ve Bilmenin İsbatı):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
El-Gafûru’r-Rahîm (الْغَفُورُ الرَّحِيمُ)
Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve çok merhamet eden (Rahîm). Günahları (ne kadar çok olursa olsun) örten ve rahmetiyle muamele eden.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan yemesinde) ona günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır (Gafûr), çok merhamet edendir (Rahîm).” (Bakara 2:173)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mağfiret ve Rahmet Daveti):
“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır (el-Gafûr), çok merhamet edendir (er-Rahîm).'” (Zümer 39:53)
Et-Tevvâbu’r-Rahîm (التَّوَّابُ الرَّحِيمُ)
Anlamı: Tevbeleri (tekrar tekrar) kabul eden (Tevvâb) ve çok merhamet eden (Rahîm). Kulunun dönüşünü kabul eden ve ona rahmetiyle karşılık veren.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir (et-Tevvâb), çok merhamet edendir (er-Rahîm).” (Bakara 2:37)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevbeyi Kabul Fiili):
“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden (et-Tevvâb) ve çok merhamet eden (er-Rahîm) olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Alîyyü’l-Azîm (الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ)
Anlamı: En Yüce (Alî) ve en Büyük, en Azametli (Azîm). Yüceliği ve büyüklüğü idrak edilemez olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir (el-Alîyy), çok büyüktür (el-Azîm).” (Bakara 2:255)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik ve Azamet):
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)
Es-Semî’u’l-Basîr (السَّمِيعُ الْبَصِيرُ)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve her şeyi hakkıyla gören (Basîr). Hiçbir ses O’ndan gizli kalmadığı gibi, hiçbir fiil de O’nun nazarından kaçmaz.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir (es-Semî’), hakkıyla görendir (el-Basîr).” (İsrâ 17:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitme ve Görmenin İsbatı):
“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin karşılıklı konuşmanızı işitir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir (Semî’), hakkıyla görendir (Basîr).” (Mücâdele 58:1)
El-Latîfü’l-Habîr (اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ)
Anlamı: Lütfu derûnî ve gizli olan (Latîf) ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr). En gizli incelikleri bilen ve kullarına lütfunu en nâzik yollardan ulaştıran.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), her şeyden hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (En’âm 6:103)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bilginin Derinliği):
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)
El-Ganiyyü’l-Hamîd (الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ)
Anlamı: Hiçbir şeye muhtaç olmayan (Ganî) ve her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd). Zenginliği O’nu övgüden müstağni kılmayan, bilakis övgünün kaynağı olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muhtaç Olmama):
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Kaviyyü’l-Azîz (الْقَوِيُّ الْعَزِİZُ)
Anlamı: Mutlak kuvvet sahibi (Kavî) ve mutlak galip, şeref sahibi (Azîz). Gücü mağlup edilemeyen, izzeti de asla acziyet göstermeyen.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudretin İsbatı):
“Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)
El-Afûvvu’l-Gafûr (الْعَفُوُّ الْغَفُورُ)
Anlamı: Günahları kökünden silen (Afûvv) ve onları örten, bağışlayan (Gafûr). (Afûvv, mağfiretten daha ileri bir mertebedir; günahın izini dahi silmeyi ifade eder).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“İşte böyle. Her kim kendisine yapılan haksızlığın misliyle karşılık verir de sonra yine zulme uğrarsa, Allah ona mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah, çok affedicidir (le-Afûvvun), çok bağışlayıcıdır (Gafûr).” (Hac 22:60)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Affetme Fiili):
“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden (ya’fû) ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)
Eş-Şekûru’l-Halîm (الشَّكُورُ الْحَلِيمُ)
Anlamı: Az amele çok karşılık veren (Şekûr) ve cezada acele etmeyen, mühlet veren (Halîm). İhsanı bol, hilmi cihan şümul olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir (Şekûr), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Tegâbün 64:17)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):
“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)
El-Ganiyyü’l-Kerîm (الْغَنِيُّ الْكَرِيمُ)
Anlamı: Mutlak zengin (Ganî) ve son derece cömert (Kerîm). Mahlukatına muhtaç olmadığı halde, sırf kereminden ve lütfundan dolayı hayatı ve nimetleri ihsan eden.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“…Rabbim bana şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemektedir. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir (Ganî), çok cömerttir (Kerîm).” (Neml 27:40’tan bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zenginlik ve Cömertliğin Bağlantısı):
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)
Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Hayy (الْحَيُّ) / 180. El-Kayyûm (الْقَيُّومُ)
Anlamı: Diri, hayatı ezelî ve ebedî olan (Hayy) ve Zâtı ile kaim olup (kimseye muhtaç olmayan), mahlukatı varlıkta tutan (Kayyûm). Bu iki isim (İsm-i A’zam olarak da rivayet edilir) hayatın ve varlığın yegâne kaynağı olduğunu isbat eder.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir (el-Alîyy), çok büyüktür (el-Azîm).” (Bakara 2:255)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:
“Bütün yüzler, diri (el-Hayy) ve her şeye hâkim olan (el-Kayyûm) Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ 20:111)
El-Azîzü’r-Rahîm (الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (hususiyetle mü’minlere) çok merhamet eden (Rahîm). İzzeti rahmetine, rahmeti de izzetine mâni olmayan. (Şuarâ Sûresi’nde sıkça tekrar edilir).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Şüphesiz Rabbin, evet O, mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok merhametlidir (er-Rahîm).” (Şuarâ 26:68)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:
“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir (Rahîm). (Ahzâb 33:43) … (Azîz için) Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)
El-Alîyyü’l-Kebîr (الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ)
Anlamı: En Yüce (Alî) ve en Büyük (Kebîr). Zâtı ve sıfatları nazarında her şeyin küçük ve hakir kaldığı mutlak yücelik sahibi.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“İşte böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, yücedir (el-Alîyy), büyüktür (el-Kebîr).” (Hac 22:62)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alî / Müteâlî):
“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)
El-Berru’r-Rahîm (الْبَرُّ الرَّحِيمُ)
Anlamı: İyiliği, lütfu ve ihsanı bol olan (Berr) ve çok merhamet eden (Rahîm). Kullarına karşı muamelesi daima lütuf ve merhamet üzeredir.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Şüphesiz biz, bundan önce O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (el-Berr), çok merhametli (er-Rahîm) olandır.” (Tûr 52:28)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütuf ve Rahmet / Latîf):
“Allah, kullarına çok lütufkârdır (Latîf), dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)
Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Azîzü’l-Gaffâr (الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) çok bağışlayan (Gaffâr). Kudreti sonsuz olduğu halde, isyan edenlere karşı dahi mağfireti bol olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Mağfiret):
“(O,) göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin edendir. …Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Fâtır 35:28’den bir bölüm)
El-Hallâku’l-Alîm (الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ)
Anlamı: Her şeyi mükemmel ve devamlı yaratan (Hallâk) ve yarattığının her teferruatını bilen (Alîm). Yaratması ilim iledir.
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratma ve Bilme):
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)
El-Melikü’l-Hakk (الْمَلِكُ الْحَقُّ)
Anlamı: Gerçek Hükümdar (Melik) ve varlığı mutlak gerçek olan (Hakk). Mülkü ve hâkimiyeti hakiki ve ebedî olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Gerçek hükümdar olan Allah (el-Melikü’l-Hakk) yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. ‘Rabbim! İlmimi arttır’ de.” (Tâhâ 20:114)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hakikat ve Mülk):
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)
Er-Raûfu’r-Rahîm (الرَّءُوفُ الرَّحِيمُ)
Anlamı: Çok şefkatli (Raûf) ve çok merhametli (Rahîm). Şefkati (Re’fet) ve merhameti sonsuz olan. (Raûf, Rahîm’den daha derûnî bir şefkati ifade eder).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Andolsun Allah, Peygamberin, muhacirlerin ve ensarın üzerine tövbelerini kabul etti. Onlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, zorluk anında ona uyanlara acıdı da (sonra) onların tövbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara karşı çok şefkatlidir (Raûf), çok merhametlidir (Rahîm).” (Tevbe 9:117)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Merhamet Tecellisi):
“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir (Rahîm).” (Ahzâb 33:43)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Afûvvü’l-Kadîr (الْعَفُوُّ الْقَدِيرُ)
Anlamı: Affı bol olan (Afûvv) ve her şeye gücü yeten (Kadîr). Kudreti tam olmasına, cezalandırmaya gücü yetmesine rağmen, affetmeyi ve günahları silmeyi tercih eden.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Eğer bir iyiliği, açıktan yapar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah, çok affedicidir (Afûvven), her şeye hakkıyla gücü yetendir (Kadîrâ).” (Nisâ 4:149)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hilm):
“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)
El-Habîru’l-Basîr (الْخَبِيرُ الْبَصِيرُ)
Anlamı: Her şeyin derûnî yapısından haberdar olan (Habîr) ve her zahiri fiili hakkıyla gören (Basîr). O’nun nazarından hiçbir gizli ve açık fiil kaçmaz.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Sana vahyettiğimiz kitap, kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak gelen gerçektir. Şüphesiz Allah, kullarından hakkıyla haberdardır (le-Habîrun), onları hakkıyla görendir (Basîr).” (Fâtır 35:31)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bilme ve Görmenin İsbatı):
“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)
El-Vâsi’u’l-Alîm (الْوَاسِعُ الْعَلِيمُ)
Anlamı: Mülkü, rahmeti ve ihsanı geniş (Vâsi’) ve her şeyi hakkıyla bilen (Alîm). Rahmeti ilmiyle, ilmi de rahmetiyle cihan şümul olandır.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Genişliği):
“…Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ettik…” (A’râf 7:89’dan bir bölüm)
Zû Mağfireh (ذُو مَغْفِرَةٍ)
Anlamı: Mağfiret Sahibi / Bağışlaması Bol Olan. Kullarının zulüm ve isyanlarına rağmen affı ve merhameti tercih eden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine karşı bağışlama sahibidir (le-Zû Mağfiretin). Şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir.” (Ra’d 13:6)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Gaffâr):
“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Azîzü’l-Vehhâb (الْعَزِİZُ الْوَهَّابُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) karşılıksız, bolca hibe eden (Vehhâb). İzzet sahibi olmasına rağmen ihsanı ve cömertliği sonsuz olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Yoksa, mutlak güç sahibi (el-Azîz) ve çok bağışlayan (el-Vehhâb) Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd 38:9)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vehhâb):
“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)
El-Gafûru’l-Vedûd (الْغَفُورُ الْوَدُودُ)
Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve (sâlih kullarını) çok seven, sevginin kaynağı (Vedûd). Mağfireti ve sevgisi derûnî olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır (el-Gafûr), çok sevendir (el-Vedûd).” (Burûc 85:14)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sevginin İsbatı):
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân 3:31)
Es-Semî’u’l-Karîb (السَّمِيعُ الْقَرِيبُ)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve (kullarına) çok yakın olan (Karîb). Duaları işiten ve icabet etmek için yakın olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“De ki: ‘Eğer (haktan) saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete erersem, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir (Semî’), çok yakındır (Karîb).'” (Sebe’ 34:50)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İcabet Eden Yakınlık):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
El-Hamîdü’l-Mecîd (الْحَمِIDُ الْمَجِيدُ)
Anlamı: Her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd) ve şanı, şerefi pek yüce olan (Mecîd). Övülmüşlüğü ve yüceliği Zâtına mahsus olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır (Hamîd), şanı yücedir (Mecîd).'” (Hûd 11:73)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Ganî / El-Hamîd):
“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)
Cenâb-ı Hakk’ın hidayet ve ihsandaki mutlak iradesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mudill (الْمُضِلُّ)
Anlamı: Saptıran. Adaleti ve hikmeti icabı, hidayeti istemeyip sapkınlığı tercih edenleri (kendi iradelerine binaen) saptıran. (Bu, El-Hâdî isminin celâlî bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“Allah, kimi de hidayete erdirirse onu da saptıracak (mudille) kimse yoktur. Allah, mutlak güç sahibi, intikam sahibi değil midir?” (Zümer 39:37)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hidayet ve Dalaletin Bağlantısı):
“Biz, her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır (yudillu), dilediğini de hidayete erdirir (yehdi). O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14:4)
El-Mu’tî (الْمُعْطِي)
Anlamı: Veren, ihsan eden. Dilediğine dilediği nimeti bahşeden. (Bu, El-Mâni’ isminin zıddı, El-Vehhâb isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik (a’taynâke).” (Kevser 108:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhsanın Devamlılığı):
“Rabbinin katındaki (bitip tükenmeyen) hazineler onların yanında mı? Yoksa, (her şeye) hâkim olan kendileri midir?” (Tûr 52:37)
Ni’me’l-Vekîl (نِعْمَ الْوَكِilُ)
Anlamı: Ne güzel Vekil! Kendisine tevekkül edenlere kâfi gelen, işleri en mükemmel surette yürüten en hayırlı sığınak. (El-Vekîl isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kâfî):
“Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)
Zû Rahmetin Vâsi’atin (ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ)
Anlamı: Geniş Rahmet Sahibi. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan. (Zü’r-Rahme ve El-Vâsi’ isimlerinin birleşimidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: ‘Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez.'” (En’âm 6:147)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Kuşatıcılığı):
“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve tevhidin derûnî hakikatlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
Er-Rafî’u’d-Derecât (رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ)
Anlamı: Dereceleri Yükselten. Mutlak yücelik sahibi, Arş’ın sahibi; kullarından dilediğini (imânı ve ameli nisbetinde) mânevî mertebelerde ve hayatta yükselten. (Er-Refî’ isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükseltme Fiili):
“…Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin (yerfa’). Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58:11’den bir bölüm)
Rabbu’l-Meşrikayn ve Rabbu’l-Mağribeyn (رَبُّ الْمَشْرِقَيْنِ وَرَبُّ الْمَغْرِبَيْنِ)
Anlamı: İki Doğu’nun ve İki Batı’nın Rabbi. Güneşin yaz ve kış gündönümlerindeki en zahiri doğuş ve batış noktalarının; veya Güneş ve Ay’ın doğup battığı ufukların, hâsılı cihan şümul nizamın Rabbi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahmân 55:17-18)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tekil):
“(O) doğunun da batının da Rabbidir (Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağrib). O’ndan başka ilâh yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin.” (Müzzemmil 73:9)
Anlamı: Doğuların ve Batıların Rabbi. Yıl boyunca güneşin doğduğu ve battığı bütün noktaların (bütün ufukların); veya tabiattaki bütün gezegen ve yıldızların doğuş ve batışlarının, yani mülkün tamamının Rabbi.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, şüphesiz bizim gücümüz yeter.” (Me’âric 70:40)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Mülk):
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)
El-Ehadü’s-Samed (الْأَحَدُ الصَّمَدُ)
Anlamı: Mutlak Tek (Ehad) ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin O’na muhtaç olduğu (Samed). Tevhidin en kâmil, en derûnî tasviri. (Bu iki isim, İhlâs Sûresi’nde tevhidin iki temel esası olarak bir arada zikredilmiştir).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir (Ehad). Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).'” (İhlâs 112:1-2)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vâhid / Kahhâr):
“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen (el-Vâhidü’l-Kahhâr) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Veliyyü’l-Hamîd (الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ)
Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd). Dostluğu ve yardımı övgüye lâyık, şânı yüce olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, (gerçek) dosttur (el-Velî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Şûrâ 42:28)
“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Bakara 2:257) … Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)
El-Alîmü’l-Hakîm (الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). İlmi hikmetinin, hikmeti de ilminin isbatıdır.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hüküm ve hikmet sahibi olan (el-Hakîm) ancak sensin.'” (Bakara 2:32)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hikmetli Yaratılış):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)
El-Afûvvu’r-Raûf (الْعَفُوُّ الرَّءُوفُ)
Anlamı: Affı bol olan, günahları silen (Afûvv) ve çok şefkatli (Raûf). Affı ve merhameti en derûnî seviyede olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah’ın, size lütfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)?” (Nûr 24:20)
Not: Bu ayette (Raûfun Rahîm) geçmektedir. Afûvv ve Raûf için daha net bir bağlantı arayalım.
(Düzeltme: Kur’ân’da “Afûvv” ve “Raûf” isimleri bu şekilde doğrudan yanyana gelmemektedir. Ancak “Afûvv” (Hac 22:60) ve “Raûf” (Bakara 2:143) isimleri O’nun şefkat ve affının genişliğini gösterir. Birbirine en yakın mana grubu “El-Afûvvu’l-Gafûr” (Nisâ 4:99) ve “Er-Raûfu’r-Rahîm” (Tevbe 9:117) şeklindedir.)
Bu maddeyi, Kur’ân’da daha sık geçen bir ikili ile değiştirmek daha muvafık olacaktır:
El-Ganiyyü’l-Halîm (الْغَنِيُّ الْحَلِيمُ)
Anlamı: Mutlak zengin (Ganî) ve mühlet veren, acele etmeyen (Halîm). Kullarına muhtaç olmamasına rağmen, onların isyanlarına karşı hilm ile muamele eden.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir (Ganî), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:263)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zenginlik ve Hilm’in Bağlantısı):
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Şüphesiz Allah, her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd). (Lokmân 31:26) … Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)
Er-Rabbü’l-Gafûr (الرَّبُّ الْغَفُورُ)
Anlamı: (Kullarını) Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok bağışlayan (Gafûr). Rubûbiyeti (terbiyesi), O’nun mağfiretini de ihtiva eder.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Rabbin, çok bağışlayandır (el-Gafûr), merhamet sahibidir (Zü’r-Rahme). Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptıracak olsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Hayır, onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki, o gün Allah’tan başka bir sığınak bulamayacaklardır.” (Kehf 18:58)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Terbiye ve Mağfiret):
Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Melikü’l-Kuddûs (الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ)
Anlamı: Mutlak Hükümdar (Melik) ve her türlü noksanlıktan münezzeh (Kuddûs) olan. Mülkünde tam bir hâkimiyet sahibi ve yapısı itibariyle her türlü eksiklikten pâk olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi (el-Melik), her türlü eksiklikten münezzeh (el-Kuddûs), mutlak güç sahibi (el-Azîz), hüküm ve hikmet sahibi (el-Hakîm) olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Haşr Sûresi):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (el-Kuddûs)…” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)
Er-Rabbü’l-A’lâ (الرَّبُّ الْأَعْلَى)
Anlamı: En Yüce Rab. Terbiye ve idare edicilerin en yücesi, mutlak yücelik sahibi. (Er-Rabb ve El-A’lâ isimlerinin birleşimidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Yüce (el-E’lâ) Rabbinin (Rabbike) adını tesbih et.” (A’lâ 87:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik):
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir (el-Alî), büyüktür (el-Azîm).” (Şûrâ 42:4)
El-Alîmü’l-Kadîr (الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve her şeye gücü yeten (Kadîr). İlmi kudretini, kudreti de ilmini kuşatmıştır.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Gökleri ve yeri yaratması, O’nu yormamıştır. Ölüleri diriltmeye de gücü yeter. Evet O, her şeye hakkıyla gücü yetendir (Kadîr). … Allah, her şeyi hakkıyla bilendir (Alîm).” (Ahkâf 46:33’ten mana ile)
(Daha net bir iktibas): “Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeten (Kadîr) olduğunu ve Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını (Alîm) bilesiniz diye (bunları yaratmıştır).” (Talâk 65:12’den bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlim ve Kudretin İsbatı):
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)
El-Azîzü’l-Muktedir (الْعَزِيزُ الْمُقْتَدِرُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (bu izzetiyle beraber) tam iktidar sahibi, her şeye gücü yeten (Muktedir).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Onlar, âyetlerimizin tamamını yalanladılar. Biz de onları mutlak güç (Azîz) ve iktidar sahibinin (Muktedir) yakalayışıyla yakaladık.” (Kamer 54:42)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İktidarın Yeri):
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir (Muktedir) bir hükümdarın (Melîk) katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)
Hayrun Hâfizan (خَيْرٌ حَافِظًا)
Anlamı: Koruyanların en hayırlısı. Hıfzı (koruması) en kâmil, en muhkem (sağlam) ve en cihan şümul olan. (El-Hafîz isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).'” (Yûsuf 12:64)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hafîz):
“…Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir (Hafîz).” (Hûd 11:57’den bir bölüm)
El-Vâkî (الْوَاقِي)
Anlamı: Koruyan, vikâye eden. Kullarını tehlikelerden, zahiri ve derûnî zararlardan ve azaptan koruyan.
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“O’nun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri (melekler) vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar (yahfezûnehû). Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardı1mcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11)
(Daha net bir iktibas): “…Allah’ın azabından (kurtaracak) hiçbir koruyucuları (vâkın) da yoktur…” (Ra’d 13:34’ten bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Koruma Fiili):
“İnananları (Allah) böylece (inkârcıların eziyetlerinden) korur (yüdâfi’u).” (Hac 22:38’den bir bölüm)
Şâkir (شَاكِرٌ)
Anlamı: Şükrün karşılığını veren, kadir bilen. Kullarının az ameline dahi lütfuyla mukabele eden, ihsanı zayi etmeyen. (Eş-Şekûr ismine manaca yakındır).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Safâ ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir (Şâkirun). O, hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:158)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eş-Şekûr):
“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir (Şekûr), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Tegâbün 64:17)
Ni’me’r-Refîk (نِعْمَ الرَّفِيقُ)
Anlamı: Ne güzel Arkadaş (Refîk)! Dostluğu en kâmil, yoldaşlığı en hayırlı ve en vefalı olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4:69)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Velî / Ni’me’l-Mevlâ):
“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, nazarını ve idaresini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.
Anlamı: Her nefsin kazandığının (amelinin) üzerinde duran (gözeten). (El-Kayyûm, Er-Rakîb ve El-Hasîb isimlerinin fiilî bir tasviridir). Herkesin amelini eksiksiz bilen, muhafaza eden ve karşılığını hazırlayan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hiç, her nefsin kazandığını gözetip muhafaza eden (Allah, bunu yapamayan putlar gibi) midir? Onlar, Allah’a ortaklar koştular. De ki: ‘Onlara ad verin (nesiniz?). Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?’ Hayır, inkâr edenlere hileleri güzel gösterildi ve onlar doğru yoldan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Ra’d 13:33)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şahitlik / Eş-Şehîd):
“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)
Anlamı: Diriden ölüyü çıkaran ve ölüden diriyi çıkaran. (Canlıdan cansız yumurtayı/tohumu; cansız tohumdan hayatı çıkaran. Veya mecâzî olarak mü’minden kâfiri, kâfirden mü’mini çıkaran). Hayat ve ölümün mutlak idarecisi.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O hâlde (haktan) nasıl dönüyorsunuz?” (En’âm 6:95)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muhyî / El-Mümît):
“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:28)
Anlamı: Karanlıkları ve Nûr’u (Aydınlığı) yaratan. Sadece zahiri âlemdeki gece ve gündüzü değil, aynı zamanda derûnî âlemdeki küfür karanlıklarını ve iman nûrunu da var eden.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. (Bunca delillere rağmen) kâfir olanlar, hâlâ Rablerine (başkalarını) denk tutuyorlar.” (En’âm 6:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nûr):
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir…” (Nûr 24:35’ten bir bölüm)
El-Mevlâ’l-Hakk (الْمَوْلَى الْحَقُّ)
Anlamı: Gerçek Dost / Sahip. Mahlukatın sığındığı, güvendiği ve kendisine döndürüleceği yegâne hakiki Sahip.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Sonra onlar, gerçek Mevlâları (Mevlâhumu’l-Hakk) olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki, hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.” (En’âm 6:62)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ni’me’l-Mevlâ):
“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Azîzü’l-Cebbâr (الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve iradesini her durumda yürüten (Cebbâr). Kudreti ve kahrı ile mutlak hâkimiyet sahibi.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahib1i (el-Azîz), düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran (el-Cebbâr) ve büyüklükte eşsiz olan (el-Mütekebbir) Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Kahır / El-Kâhir):
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir (el-Kâhir). O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)
El-Azîzü’l-Hamîd (الْعَزِİZُ الْحَمِيدُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve her türlü övgüye lâyık (Hamîd). İzzeti, O’nun övgüye lâyık olmasının isbatıdır.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Elif. Lâm. Râ. Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (el-Azîz), övgüye lâyık olan (el-Hamîd) Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim 14:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Ganî / El-Hamîd):
“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)
Zü’l-Arşi’l-Mecîd (ذُو الْعَرْشِ الْمَجِيدُ)
Anlamı: Şanı Yüce Arş’ın Sahibi. (El-Mecîd: Şanı yüce). Bütün kâinatın idaresinin ve azametinin sahibi.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir (Zü’l-Arş), şanı yücedir (el-Mecîd). Dilediğini mutlak yapandır.” (Burûc 85:14-16)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm):
“Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm).'” (Tevbe 9:129)
Er-Rabbü’l-Kerîm (الرَّبُّ الْكَرِيمُ)
Anlamı: Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok cömert (Kerîm). Rubûbiyeti (terbiyesi) kerem ve lütuf iledir.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert (el-Kerîm) Rabbine (Rabbike) karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rubûbiyet ve İhsan):
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Azîzü’z-Züntikâm (الْعَزِيزُ ذُو انتِقَامٍ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (adaletiyle) intikam sahibi (Zü’ntikâm). İzzet ve kudretiyle, müstehak olanlara adaletiyle mukabele eden.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi. O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti. O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (Âl-i İmrân 3:3-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:
“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (İbrahim 14:47)
El-Veliyyü’n-Nasîr (الْوَلِيُّ النَّصِيرُ)
Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve (onlara) yardım eden (Nasîr). Himayesi ve yardımı kâfi gelen.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ni’me’l-Mevlâ / Ni’me’n-Nasîr):
“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)
Muhyi’l-Mevtâ (مُحْيِي الْمَوْتَىٰ)
Anlamı: Ölüleri Dirilten. Hayatı olmayanları hayata kavuşturan, kıyamet günü mahlukatı yeniden diriltecek olan. (El-Muhyî ve El-Bâis isimlerinin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor (yuhyî). Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir (Muhyi’l-Mevtâ). O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Diriltmenin İsbatı):
“Kendi yaratılışını unutup bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken bu kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:78-79)
Anlamı: Sinelerin (Kalplerin) Derûnî Özünü Bilen. Kalplerde gizlenen en derûnî niyetleri, sırları ve düşünceleri eksiksiz bilen. (El-Alîm, El-Habîr ve El-Bâtın isimlerinin bir tasviridir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“…(Uhud’da) bir grubunuz da kendi canlarının derdine düşmüştü; Allah’a karşı cahiliye zannı gibi (yersiz) bir zanda bulunuyorlardı… (Sonunda) Allah, içinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için (bunu başınıza getirdi). Allah, kalplerde olanı (bi-zâti’s-sudûr) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Âl-i İmrân 3:154’ten bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hain Bakış):
“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Mü’minu’l-Müheymin (الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ)
Anlamı: Güvenlik veren (Mü’min) ve her şeyi gözetip koruyan (Müheymin). Emniyetin kaynağı ve mahlukatının her halini nazarı altında tutan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren (el-Mü’min), gözetip koruyan (el-Müheymin), mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eman Verme):
“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır.” (Kureyş 106:4)
El-Vâsi’u’l-Hakîm (الْوَاسِعُ الْحَكِيمُ)
Anlamı: Rahmeti ve ilmi geniş olan (Vâsi’) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). Genişliği (kapsayıcılığı) hikmet iledir.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Eğer karı-koca boşanırlarsa, Allah her birini lütfuyla zenginleştirir (kimseye muhtaç etmez). Allah, lütfu geniş (Vâsi’an) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir (Hakîmâ).” (Nisâ 4:130)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâsi’ / El-Alîm):
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)
Anlamı: Kullarının üstünde mutlak hâkimiyet (kahır) sahibi olan. Hiçbir mahlukun, O’nun irade ve kudretinin dışında hareket edemediği mutlak galip. (El-Kâhir ve El-Kahhâr isimlerinin bir tasviridir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kahhâr):
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)
El-Veliyyü’l-Mecîd (الْوَلِيُّ الْمَجِيدُ)
Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve şanı, şerefi pek yüce olan (Mecîd). Dostluğu ve himayesi şerefli olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir… (Devamında) Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır… Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Hadîd 57:9-10)
(Düzeltme: Bu iki isim Kur’ân’da bu şekilde doğrudan yanyana gelmemektedir. “El-Veliyyü’l-Hamîd” (Şûrâ 42:28) ve “El-Hamîdü’l-Mecîd” (Hûd 11:73) olarak gelmektedir. Bu maddeyi, “El-Veliyyü’l-Hamîd” ile değiştirmek daha muvafık olacaktır, ancak o isim (#204) daha önce zikredilmiştir. Bu sebeple yeni bir isimle devam edelim:)
Er-Rabbü’r-Rahîm (الرَّبُّ الرَّحِيمُ)
Anlamı: Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok merhamet eden (Rahîm). Terbiyesi ve idaresi merhamet temeli üzerine kurulu olan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“(Sâlih kullara) çok merhametli Rab’den (Rabbin Rahîm) bir söz olarak (doğrudan) ‘Selâm’ (vardır).” (Yâsîn 36:58)
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz (onu) genişleticiyiz (le-Mûsi’ûn).” (Zâriyât 51:47)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâsi’):
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)
El-Hâfizu (الْحَافِظُ)
Anlamı: Koruyan, muhafaza eden. Vahyini (Kur’ân’ı), mahlukatını ve kullarının amellerini muhafaza eden. (El-Hafîz isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucuları da (le-hâfizûn) elbette biziz.” (Hicr 15:9)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Koruyucu):
“…Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).” (Yûsuf 12:64’ten bir bölüm)
El-Mübrim (الْمُبْرِمُ)
Anlamı: İşini sağlam yapan, hükmünü kesinleştiren, planı bozulmayan. Kâfirlerin hilelerine karşı kendi hükmünü mutlak surette icra eden.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Yoksa (inkârcılar) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de (onları cezalandırmaya) kesin karar vericileriz (mübrimûn).” (Zuhruf 43:79)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Tuzak Kuran):
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır (Hayru’l-Mâkirîn).” (Âl-i İmrân 3:54)
El-Mühlik (الْمُهْلِكُ)
Anlamı: Helâk eden. Zulümde ve isyanda haddi aşan kavimleri ve nesilleri adaletiyle helâk eden. (El-Kahhâr ve El-Muntekim isimlerinin fiilî bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Biz, o (Peygamberin) ardından nice nesilleri helâk ettik (ehleknâ). Rabbinin, kullarının günahlarından haberdar olması (Habîr) ve onları görmesi (Basîr) yeterlidir.” (İsrâ 17:17)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Yakalayış):
“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
Ed-Dâfi’ (الدَّافِعُ)
Anlamı: Def eden, savunan. İman eden kullarını (düşmanlarına ve kötülüklere karşı) savunan, onlardan şerri def eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Şüphesiz Allah, iman edenleri (düşmanlarına karşı) savunur (yüdâfi’u). Çünkü Allah, hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez.” (Hac 22:38)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Velî / En-Nasîr):
“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)
El-Müncî (الْمُنْجِي)
Anlamı: Kurtaran (Necat veren). Kullarını zahiri ve derûnî tehlikelerden, karanlıklardan ve sıkıntılardan kurtuluşa erdiren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Allah sizi ondan (o tehlikelerden) ve bütün sıkıntılardan kurtarır (yüneccîküm). Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.'” (En’âm 6:64)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sıkıntıyı Gideren / Kâşif):
“Eğer Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa (bi-durrin), onu yine O’ndan başka giderecek (kâşife) yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, (bunu da kimse engelleyemez). Şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (En’âm 6:17)
El-Mümsik (الْمُمْسِكُ)
Anlamı: Tutan. Hikmetiyle dilediği rahmetini tutan (engelleyen); kudretiyle gökleri ve yeri (düşmekten) tutan.
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (mumsike) yoktur. Neyi de tutarsa (yumsik), bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kayyûm / Tutma):
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar (yumsiku). Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)
Mütimmu Nûrihî (مُتِمُّ نُورِهِ)
Anlamı: Nûrunu Tamamlayan. Hidayetini, dinini (İslâm’ı) ve vahyinin aydınlığını, kâfirlerin engelleme çabalarına rağmen cihan şümul surette kemâle erdiren.
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, iradesini ve ilminin kuşatıcılığını tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.
Bâliğu Emrihî (بَالِغُ أَمْرِهِ)
Anlamı: Emrine (Muradına) Ulaşan. İradesi mutlak olan, dilediği şeyi mutlaka gerçekleştiren, O’nun emrine kimsenin mâni olamayacağı.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir (Bâliğu Emrihî). Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade / Fe’âl):
“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir. Dilediğini mutlak yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Burûc 85:14-16)
Anlamı: Kâfirlerin Hilesini / Tuzağını Zayıflatan (Tesirsiz Bırakan). İnkârcıların planlarını boşa çıkaran ve kudretini onların hilelerine galip kılan.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“İşte bu, (Allah’ın yardımı) ve Allah’ın, kâfirlerin tuzağını zayıflatıcı (Mûhinu Keydi’l-Kâfirîn) olması (sayesinde)dir.” (Enfâl 8:18)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Tuzak Kuran / Hayru’l-Mâkirîn):
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)
El-A’lem (الْأَعْلَمُ)
Anlamı: En İyi Bilen. (İsm-i tafdîl). Mahlukatın bilgisinin fevkinde, mutlak ve en kâmil ilim sahibi. (El-Alîm isminin mübalağalı halidir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Acele istediğiniz (azap) benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitirilmişti. Allah, zalimleri en iyi bilendir (A’lemu bi’z-zâlimîn).'” (En’âm 6:58)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gaybı Bilen / Allâmu’l-Guyûb):
“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayıp ‘Size ne cevap verildi?’ buyurduğu zaman, onlar, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen (Allâmu’l-Guyûb) ancak sensin’ derler.” (Mâide 5:109)
Anlamı: Göklerin ve Yerin Nûru. Bütün kâinatı zahiri (maddî) ve derûnî (mânevî) olarak aydınlatan, nûrun yegâne kaynağı. (En-Nûr isminin cihan şümul bir tasviridir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur (Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard). O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Aydınlatma Fiili):
“O, güneşi bir ışık (ziya) kaynağı, ayı da (geceleyin) bir aydınlık (nûr) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma âyetlerini ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10:5)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
Zü’l-‘İkâbi’l-Elîm (ذُو الْعِقَابِ الْأَلِيمِ)
Anlamı: Elem Verici Azap Sahibi. Adaletiyle, müstehak olanlara en şiddetli ve acı verici cezayı veren. (Şedîdü’l-Ikâb ismine bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Sana söylenenler, yalnızca senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardır. Şüphesiz Rabbin, hem bağışlama sahibidir (le-Zû Mağfiretin), hem de elem dolu bir azap sahibidir (Zû ‘İkâbin Elîm).” (Fussilet 41:43)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şedîdü’l-Ikâb):
“O, günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)
El-Hakîmu’l-Habîr (الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ)
Anlamı: Her işi hikmetli olan (Hakîm) ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr). Hikmeti, O’nun derûnî bilgisine dayanan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Hamd, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisinin olan Allah’a mahsustur. Hamd, âhirette de O’na mahsustur. O, hüküm ve hikmet sahibidir (el-Hakîm), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Sebe’ 34:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Latîfü’l-Habîr):
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)
El-Azîzü’l-Gafûr (الْعَزِİZُ الْغَفُورُ)
Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) çok bağışlayan (Gafûr). İzzeti, O’nun mağfiretine mâni olmayan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Fâtır 35:28)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Azîzü’l-Gaffâr):
“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)
El-Hakîmu’l-Alîm (الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ)
Anlamı: Her işi hikmetli (Hakîm) ve her şeyi bilen (Alîm). (El-Alîmü’l-Hakîm (#205) terkibinin teyididir; Kur’ân’da bu şekilde de zikredilmiştir).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir (el-Hakîm), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Zuhruf 43:84)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Alîmü’l-Hakîm):
“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hüküm ve hikmet sahibi olan (el-Hakîm) ancak sensin.'” (Bakara 2:32)
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz (testegîsûne). O da, ‘Ben size ardı ardına bin melekle yardım edeceğim’ diye cevap vermişti (festecâbe lekum).” (Enfâl 8:9)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mucîb):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (Ucîbu). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
El-Mürsil (الْمُرْسِلُ)
Anlamı: Gönderen. Rahmetinin isbatı olarak rüzgarları, hidayet için peygamberleri (Rasûl/Mürsel) ve azabı gönderen.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderendir (yürsilu). Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Peygamber Gönderme):
“Biz, her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik (erselnâ) ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (TDV Meali, İbrahim 14:4)
Er-Reşîd (الرَّشِIDُ)
Anlamı: İrşad eden, doğru yolu gösteren. Bütün işleri cihan şümul nizamına göre en doğru şekilde idare eden. (Kur’ân’da bu lafızla zikredilmese de, “rüşd” (doğru yol) O’nun hidayetiyle bulunur).
İlgili Ayet (İsmin fiil/mana olarak zikredildiği- Hidayet):
“De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) apaçık bir delile dayanıyorum… Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı anlatır ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.'” (En’âm 6:57)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâdî):
“…Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir (le-Hâdi).” (Hac 22:54’ten bir bölüm)
Es-Sultân (السُّلْطَانُ)
Anlamı: Mutlak otorite, delil ve hâkimiyet sahibi. Hükümranlığı cihan şümul olan, delili (bürhanı) en güçlü olan.
İlgili Ayet (İsmin sıfat/mana olarak zikredildiği):
“O’nun, (şeytanın) iman edip sadece Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hâkimiyeti (sultânun) yoktur. Şeytanın hâkimiyeti (sultânuhû), sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl 16:99-100)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Melik):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak) …” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın yaratmadaki ve hükümdeki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Münşî’ (الْمُنْشِئُ)
Anlamı: İnşa eden, (yoktan) meydana getiren, ilk defa yaratan. (El-Mübdi’ ve El-Hâlık isimlerine manaca yakındır).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Onları ilk defa var eden (enşeehâ) diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:79)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Bedî’):
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır (Bedî’). Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)
“…Meryem oğlu İsa, ‘Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; Bizi rızıklandır (verzuknâ). Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (Hayru’r-Râzikîn)’ dedi.” (Mâide 5:114)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rezzâk):
“Şüphesiz ki rızık veren (er-Rezzâk), O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (TDV Meali, Zâriyât 51:58)
El-Fâ’il (الْفَاعِلُ)
Anlamı: Yapan, icra eden. Dilediğini mutlak surette yapan. (Fe’âlun limâ yurîd (#150) isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“Onlar, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ demişlerdir. (Uyarıcı,) ‘Ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?’ deyince, onlar, ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ demişlerdi. Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu!” (Zuhruf 43:22-25)
(Daha net bir iktibas): “(Ey Muhammed!) Şüphesiz Rabbin, dilediğini mutlaka yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Hûd 11:107)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):
“Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21’den bir bölüm)
“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri biz böylece geniş geniş açıkladık (fassalnâ).” (En’âm 6:97)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mubîn):
“Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar (yübeyyinu) ki akıl erdiresiniz.” (Bakara 2:242)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Gafûru’ş-Şekûr (الْغَفُورُ الشَّكُورُ)
Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve az amele çok karşılık veren, kadir bilen (Şekûr). Mağfireti ve ihsanı bol olan.
“Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam olarak verecek ve lütfundan onlara daha da artıracaktır. Şüphesiz O, çok bağışlayandır (Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).” (Fâtır 35:30)
El-Alîmü’l-Halîm (الْعَلِيمُ الْحَلِيمُ)
Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve cezada acele etmeyen (Halîm). Kullarının derûnî hallerini bilmesine rağmen onlara mühlet veren.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarından (kasıtlı yeminlerinizden) sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:225)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:
“…Bilin ki Allah, gönlünüzdekini bilir. Artık O’ndan sakının. Bilin ki Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:235’ten bir bölüm)
Semî’u’d-Du’â (سَمِيعُ الدُّعَاءِ)
Anlamı: Duayı hakkıyla işiten (ve kabul eden).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin (Semî’u’d-Du’â)’ dedi.” (Âl-i İmrân 3:38)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mucîb):
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (Ucîbu). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)
Zü’l-Kuvveti’l-Metîn (ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ)
Anlamı: Metin (sağlam, sarsılmaz) Kuvvet Sahibi. Mutlak kudret sahibi. (Bu, El-Kavî (#33) ve El-Metîn (#34) isimlerinin bir arada zikredilmiş halidir).
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi (Zü’l-Kuvveti’l-Metîn) olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kaviyyü’l-Azîz):
“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.
El-Gafûru’l-Halîm (الْغَفُورُ الْحَلِيمُ)
Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve cezada acele etmeyen, mühlet veren (Halîm). Günahları bilmesine rağmen kullarına hilm ile muamele eden.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarından (kasıtlı yeminlerinizden) sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır (Gafûrun), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir) (Halîm).” (Bakara 2:225)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):
“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)
El-Azîzü’l-Alîm (الْعَزِİZُ الْعَلِيمُ)
Anlamı: Mutlak güç sahibi (Azîz) ve her şeyi hakkıyla bilen (Alîm). Kudreti ve ilmi cihan şümul olan.
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi (el-Azîz), hakkıyla bilen (el-Alîm) (Allah’ın) takdiridir (düzenlemesi)dir.” (Yâsîn 36:38)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve İlimle Takdir):
“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin (el-Azîz), (her şeyi) hakkıyla bilenin (el-Alîm) takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
El-Bâri’u’l-Musavvir (الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ)
Anlamı: (Mahlukatı) kusursuzca yoktan var eden (Bâri’) ve (onlara) en güzel sureti (şekli) veren (Musavvir). Yaratmadaki sanatın sahibi. (Bu iki isim Haşr Sûresi’nde el-Hâlık ile birlikte zikredilmiştir).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“O, yaratan (el-Hâlık), yoktan var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şekil Verme Fiili):
“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir (yusavvirukum). O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:6)
Rabbenâ (رَبَّنَا)
Anlamı: “Ey Rabbimiz!”. Kulların, O’nun Rubûbiyetini (terbiye ediciliğini) ikrar ederek O’na yönelişi; Kur’ân’daki duaların en yaygın tasviri.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru’ diyenler de vardır.” (Bakara 2:201)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rabb):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi (Rabbi’l-Âlemîn) … olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2)
Cenâb-ı Hakk’ın mutlak adaletini, kudretini ve rahmetinin fiilî tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
Anlamı: Kullarına (zerre kadar) zulmedici (haksızlık edici) olmayan. (Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak adaletini, El-Adl ve El-Muksit isimlerini teyit etmek için nefy (olumsuzlama) yoluyla isbat edilir).
İlgili Ayet (Sıfatın nefy/olumsuzlama ile zikredildiği):
“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına (zerre kadar) zulmedici değildir.” (Âl-i İmrân 3:182)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin İsbatı):
“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)
El-Mükevvir (الْمُكَوِّرُ)
Anlamı: Dürümleyen. Geceyi gündüzün üzerine, gündüzü de gecenin üzerine dürümleyen (saran); tabiattaki cihan şümul nizamı kuran.
İlgili Ayet (Sıfat/Fiil olarak zikredildiği):
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor (yukevviru), gündüzü de gecenin üzerine örtüyor (yukevviru). Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. Şüphesiz ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Zümer 39:5)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nizam / Fâlık):
“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
El-Mübeşşir (الْمُبَشِّرُ)
Anlamı: Müjdeleyen. Rahmetinin (yağmurun) öncüsü olarak rüzgârları müjdeci (buşran) gönderen. (Bu sıfat daha çok Peygamberler için kullanılsa da fiil rahmet açısından Allah’a aittir).
İlgili Ayet (Fiil/Sıfat olarak zikredildiği):
“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci (buşran) olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin İsbatı):
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)
El-Mücâzî (الْمُجَازِي)
Anlamı: Karşılık veren (Ceza veya mükâfat). Kullarının amellerinin karşılığını eksiksiz veren. (El-Hasîb ve Ed-Deyyân isimlerine manaca yakındır).
İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):
“O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecekt1ir (yerahû). Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir (yerahû).” (Zilzâl 99:6-8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Mutlaklığı):
“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min 40:17)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve hayat nizamındaki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müdebbir (الْمُدَبِّرُ)
Anlamı: İşleri (emirleri) idare eden, düzene koyan. Kâinatın cihan şümul nizamını tasvir edip yürüten.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyandır (yüdebbiru’l-emr). O’nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaat edemez. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O’na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus 10:3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kayyûm):
“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku…” (Bakara 2:255’ten bir bölüm)
El-Müveffî (الْمُوَفِّي)
Anlamı: (Amellerin karşılığını) Tastamam ödeyen, eksiksiz veren. (El-Hasîb ve El-Mücâzî ile bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Sonra kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir (tüveffevne). Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3:185)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adalet / Zerre Miktarı):
“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)
El-Mübtelî (الْمُبْتَلِي)
Anlamı: İmtihan eden, deneyen. Kullarını hayır ve şer ile imtihan ederek derûnî hallerini ortaya çıkaran.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan etmiş (ibtelâ), o da onları tastamam yerine getirmişti. (Bunun üzerine Allah), ‘Ben seni insanlara önder yapacağım’ demişti. İbrahim, ‘Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)’ demişti. Allah, ‘Ahdim (verdiğim söz) zâlimleri kapsamaz’ demişti.” (Bakara 2:124)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İmtihan / Fitne):
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak (fitneten) hayır ile de şer ile de deniyoruz (neblûküm). Siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21:35)
Es-Sâni’ (الصَّانِعُ)
Anlamı: (Sanatla) Yapan, icra eden. Mahlukatı en sağlam ve en sanatlı şekilde icra eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):
“Dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. (Bu,) her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan (sun’a) Allah’ın sanatıdır (yapısıdır). Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Neml 27:88)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Yapan / Ahsen):
“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)
Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan lütfunu, rahmetini ve ahdindeki sadakatini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müzekkî (الْمُزَكِّي)
Anlamı: Tezkiye eden, arındıran. Kullarını mânevî kirlerden, günahlardan ve derûnî noksanlıklardan arındıran, onları temiz kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“(Siz) kendinizi temize çıkaranları görmez misiniz? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkî) ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arınmanın İsbatı):
“İçlerinden ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. İşte bu, arınanların (tezekkâ) mükâfatıdır.” (Tâhâ 20:76)
El-Musallî (الْمُصَلِّي)
Anlamı: Salât eden (Rahmet ve merhamet eden). Kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için onlara rahmetiyle tecelli eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir (yusallî aleyküm), melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Tecellisi):
“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)
El-Mûfî (الْمُوفِي)
Anlamı: Ahdine (sözüne) vefa gösteren, yerine getiren. (Vefa kökünden).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin (evfû bi-ahdî) ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim (ûfi bi-ahdiküm). Yalnız benden korkun.” (Bakara 2:40)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sözünde Duran):
“…(Ahit yaptığı zaman) Allah’a verdiği sözü yerine getirenden (evfâ) daha vefalı kim vardır? Şu hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe 9:111’den bir bölüm)
El-Müheyyi’ (الْمُهَيِّئُ)
Anlamı: Hazırlayan. Kullarına (darlıkta) çıkış yollarını hazırlayan, işlerini kolaylaştıran ve başarıya ulaştıran.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da ‘Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize bir çıkış yolu (ve başarı) hazırla (hey’i’ lenâ)!’ demişlerdi.” (Kehf 18:10)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kolaylaştıran / El-Kâfî):
“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müteveffî (الْمُتَوَفِّي)
Anlamı: Vefat ettiren, (eceli gelince) ruhları alan, canı alan. (El-Mümît isminin fiilî bir tasviridir).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Size vekil kılınan (görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacaktır (yeteveffâküm); sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.'” (Secde 32:11)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mümît):
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67:2)
El-Münzil (الْمُنْzİl)
Anlamı: İndiren. Gökten rahmeti (yağmuru), bereketi ve vahiyleri (kitapları) indiren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“O, gökten su indirendir (enzele). İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık. O bitkiden de kendisinden üst üste binmiş taneler çıkardığımız bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vard1ır.” (En’âm 6:99)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin İndirilmesi):
“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, (gerçek) dosttur (el-Velî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Şûrâ 42:28)
“De ki: ‘İnsanların Rabbine sığınırım (e’ûzü), insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım; o sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden gerek insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).'” (Nâs 114:1-6)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muste’ân):
“…Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (el-Muste’ân) olan ancak Allah’tır’ dedi.” (TDV Meali, Yûsuf 12:18’den bir bölüm)
El-Mürşid (الْمُرْشِid)
Anlamı: İrşad eden, doğru yolu (rüşd) gösteren. (Bu, Er-Reşîd (#250) ve El-Hâdî (#61) isimlerinin fiilî bir tasviridir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Güneşi görseydin, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, battığı zaman da sol taraftan onları makaslardı (geçerdi). Onlar ise, mağaranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah, kimi hidayete erdirirse, işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek (irşad edecek) bir yardımcı (veliyyen mürşiden) bulamazsın.” (Kehf 18:17)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâdî):
“…Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir (le-Hâdi).” (Hac 22:54’ten bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Muhsin (الْمُحْسِنُ)
Anlamı: İhsan sahibi. Yaptığı her işi en güzel (ahsene), en mükemmel ve en sanatlı surette yapan. İyilik eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sanatının Güzelliği / Ahsenü’l-Hâlikîn):
“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14’ten bir bölüm)
El-Hâsib (الْحَاسِبُ)
Anlamı: Hesap görücü. Kullarının amellerini en ince teferruatına kadar nazarında tutan ve hesabını gören. (El-Hasîb (#26) isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü (Hâsibîn) olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Süratli Hesap / Serî’u’l-Hisâb):
“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir (Serî’u’l-Hisâb).” (Mü’min 40:17)
El-Câ’il (الْجَاعِلُ)
Anlamı: Yapan, kılan, (bir şeyi başka bir şeye) dönüştüren, tayin eden. Kâinattaki nizamı (geceyi, gündüzü, melekleri, yeryüzünde halifeyi) tayin eden.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan (Fâtır), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan (Câ’ili) Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Fâtır 35:1)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nizamı Kılan / Fâlık):
“O, sabahı yarıp çıkarandır (Fâliku’l-Isbâh). Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır (Câ’ilu’l-leyli sekenen). Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
El-Mürîd (الْمُرِيدُ)
Anlamı: İrade eden. Dileyen. Kâinattaki her şeyin O’nun dilemesi (meşîeti) ve mutlak iradesi ile olduğunu tasvir eder.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği- Yurîd):
“Şüphesiz Rabbin, dilediğini mutlaka yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Hûd 11:107)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):
“Eğer Allah size bir zarar (darren) dilerse (yürid), yahut bir yarar (nef’an) dilerse (yürid), O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Fetih 48:11’den bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve ahdindeki sadakatini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
Sâdiku’l-Va’d (صَادِقُ الْوَعْدِ)
Anlamı: Vaadinde sâdık olan. Sözünden (vaadinden) asla dönmeyen, ahdini mutlaka yerine getiren.
İlgili Ayet (Sıfat/Fiil olarak zikredildiği):
“Ey Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla va’dettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin (lâ tuhlifu’l-mî’âd).” (Âl-i İmrân 3:194)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Doğru Sözlü):
“İman edip salih ameller işleyenleri ise, ebedî kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah’ın va’di haktır. Allah’tan daha doğru sözlü (esdaku) kim olabilir?” (Nisâ 4:122)
El-Mü’ellif (الْمُؤَلِّفُ)
Anlamı: Ülfet veren, (kalpleri) birleştiren. Birbirine zıt veya düşman olan kalpleri imân nûru ile birleştiren, kaynaştıran.
İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):
“Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir (ellefe beyne kulûbihim). Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını birleştirdi. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl 8:63)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nimetiyle Birleştirme):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuşt1unuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 3:103)
Münşiu’s-Sehâb (مُنْشِئُ السَّحَابِ)
Anlamı: Bulutları (yoktan) inşa eden, meydana getiren. Rahmetinin ve kudretinin isbatı olarak, yağmur yüklü bulutları hayat için sevk eden.
İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):
“O, size korku ve ümit vermek için şimşeği gösteren, (yağmurla) yüklü bulutları (es-sehâbe’s-sikâl) var edendir (yünşi’u).” (Ra’d 13:12)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rüzgârları Gönderme):
“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)
El-Mübdil (الْمُبَدِّلُ)
Anlamı: Değiştiren (Tebdil eden). Bir durumu başka bir duruma (korkuyu emniyete); bir hükmü başka bir hükme, bir kavmi başka bir kavme (hikmetiyle) tebdil eden (değiştiren).
İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):
“Allah, onlardan iman edip sâlih ameller işleyenlere va’detmiştir: Andolsun, onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde mutlaka hükümran kılacak ve onlar için seçip beğendiği dinlerini mutlaka sağlamlaştıracak ve korkularının ardından onları mutlaka emniyete kavuşturacaktır (leyübeddilennehüm). Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir.” (Nûr 24:55)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Silme ve Bırakma İradesi):
“Allah, dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)
Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin (Rabliğinin) kullarına yönelik zahiri ihsanlarını ve hayatı nasıl kolaylaştırdığını tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mut’im (الْمُطْعِمُ)
Anlamı: Yediren, rızıklandıran. Mahlukatın gıdasını yaratan ve onlara ulaştıran.
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı (Fâtır) olan, beslediği hâlde (yut’imu) beslenmeye ihtiyacı olmayan (lâ yut’amu) Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (denildi).'” (En’âm 6:14)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızkı Doyurma):
“Öyleyse, kendilerini açlıktan doyuran (et’amehum min cû’) ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106:3-4)
Es-Sâkî (السَّاقِي)
Anlamı: Su veren, içiren. Hayatın kaynağı olan suyu indiren ve mahlukatına içiren.
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Su İndiren / El-Münzil):
“O, gökten su indirendir (enzele). İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık…” (En’âm 6:99’dan bir bölüm)
El-Mubevvi’ (الْمُبَوِّئُ)
Anlamı: Yerleştiren, yurt (mesken) veren. Kullarına hayatlarını sürdürmeleri için emin ve bereketli mekânlar ihsan eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Andolsun, biz İsrailoğulları’nı güzel bir yurda yerleştirdik (bevve’nâ) ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü ayrılığa düşmüş oldukları şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” (Yûnus 10:93)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Konuklayan / Hayru’l-Münzilîn):
“Ve de ki: ‘Rabbim! Beni mübarek bir yere kondur (enzilnî). Sen konuklayanların en hayırlısısın (Hayru’l-Münzilîn).'” (Mü’minûn 23:29)
El-Mümehhid (الْمُمَهِّدُ)
Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen, (kullarına) hazırlayan. Yeryüzünü mahlukatın hayatına elverişli bir beşik (mehd) gibi döşeyen, yolları ve imkânları hazırlayan.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (el-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beşik Kılan):
“O, yeryüzünü size beşik (mehden) yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Tâhâ 20:53)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve lütfunu tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müsellit (الْمُسَلِّطُ)
Anlamı: Musallat eden, hâkim kılan. Hikmeti icabı, (imtihan veya ceza olarak) mahlukatı birbirine hâkim kılan, adaletiyle hükmeden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“İşte böylece biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına musallat ederiz (nusellitu).” (En’âm 6:129)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülk Sahibi):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)
El-Müzeyyin (الْمُزَيِّنُ)
Anlamı: Süsleyen, (imtihan için) güzel gösteren. Zahiri güzellikleri yaratan ve derûnî sevgileri (imtihan maksadıyla) kalplere yerleştiren.
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“Biz, kimlerin daha güzel amel edeceğini sınamak için yeryüzündeki her şeyi ona bir zinet kıldık (zîneten lehâ).” (Kehf 18:7)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Güzel Yapan / El-Muhsin):
“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)
El-Musarrif (الْمُصَرِّفُ)
Anlamı: (Rüzgârları, ayetleri, hâdiseleri) Evirip çeviren, idare eden. Hikmetiyle mahlukatı farklı hallere ve yönlere çeviren.
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde (tasrîfi’r-riyâh) elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara 2:164)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İdare Eden / El-Müdebbir):
“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyandır (yüdebbiru’l-emr)…” (Yûnus 10:3’ten bir bölüm)
El-Vâhib (الْوَاهِبُ)
Anlamı: Hibe eden, karşılıksız bağışlayan. (El-Vehhâb (#22) isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Onlar, ‘Rabbimiz! Eşlerimizden ve nesillerimizden bize göz aydınlığı olacak kimseler ihsan eyle (heb lenâ) ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder yap’ diyenlerdir.” (Furkân 25:74)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vehhâb):
“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet (ve heb lenâ). Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mu’allim (الْمُعَلِّمُ)
Anlamı: Öğreten. Hayatı, mahlukatın yapısını ve (hususiyetle) insana bilmediğini (ilm) ve beyanı (sözü) tâlim eden (öğreten).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Rahmân, Kur’an’ı öğretti (Alleme’l-Kur’ân). İnsanı yarattı, ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti (Allemehu’l-Beyân).” (Rahmân 55:1-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kalemle Öğreten):
“Oku! Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir (Alleme bi’l-kalem), insana bilmediğini öğretendir (Alleme’l-insâne mâ lem ya’lem).” (Alak 96:3-5)
El-Mü’eyyid (الْمُؤَيِّidُ)
Anlamı: Teyit eden, (yardımıyla) destekleyen, kuvvetlendiren. Kullarını (hususiyetle Peygamberlerini ve mü’minleri) yardımı (nusret) ile destekleyen.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Eğer sana hile yapmak isterlerse, (bilesin ki) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir (eyyedeke bi-nasrihî).” (Enfâl 8:62)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nasîr / Ni’me’n-Nasîr):
“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)
El-Muslih (الْمُصْلِحُ)
Anlamı: Islah eden, düzelten. Mahlukatın arasını düzelten (barıştıran) ve tabiattaki nizamı ıslah üzerine kuran (fesadın zıddı).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Sana yetimleri sorarlar. De ki: ‘Onları iyi yetiştirmek (ıslah etmek) (hayır dairesinde) en hayırlısıdır.’ Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyu (müfsid) ıslah edenden (muslih) ayırır. Eğer Allah dileseydi, sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara 2:220)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Islah Emri):
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin (fe-aslihû). Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49:10)
El-Fâriq (الْفَارِقُ)
Anlamı: Ayıran, (hak ile bâtılı) ayırt eden. Hakikati yanlıştan ayıran mutlak ölçü (Furkan) sahibi. (Hayru’l-Fâsılîn (#109) isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği- Furkân):
“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın (el-Furkân) açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir1.” (Bakara 2:185)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir (yeftehu). O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)
Cenâb-ı Hakk’ın hayattaki zıt tecellîler üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve adaletini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müzhîk (الْمُضْحِكُ)
Anlamı: Güldüren. Hayattaki sevinç, neşe ve sürûr hallerini (hikmetiyle) yaratan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Ve şüphesiz O, güldürendir (edhake) ve ağlatandır (ebkâ).” (Necm 53:43)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütuf ile Sevinme):
“De ki: ‘Allah’ın lütfuyla (bi-fadlillâhi) ve rahmetiyle, evet, yalnız bunlarla sevinsinler (fe’l-yefrahû). Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.'” (Yûnus 10:58)
El-Mübkî (الْمُبْكِي)
Anlamı: Ağlatan. Hayattaki hüzün, keder ve imtihan hallerini (hikmetiyle) yaratan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Ve şüphesiz O, güldürendir (edhake) ve ağlatandır (ebkâ).” (Necm 53:43)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İmtihan / El-Mübtelî):
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak (fitneten) hayır ile de şer ile de deniyoruz (neblûküm). Siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21:35)
El-Muknî (الْمُقْنِي)
Anlamı: Sermaye veren, yeterli kılan, memnun eden. Zenginlik (Muğnî) verdikten sonra, o zenginliği koruyacak sermayeyi (Kunya/Aknâ) da ihsan eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Şüphesiz O, zengin eden (agnâ) ve sermaye veren (aknâ) O’dur.” (Necm 53:48)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muğnî):
“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi (fe-agnâ)?” (Duhâ 93:8)
El-Mümlî (الْمُمْلِي)
Anlamı: Mühlet veren (İmlâ eden). İsyankârlara ve kâfirlere (adaletinin ve hikmetinin bir parçası olarak) süre tanıyan. (El-Halîm isminin celâlî bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilmedikleri bir yerden yavaş yavaş felâkete sürükleyeceğiz. Onlara mühlet veririm (umlî lehum). Şüphesiz benim tuzağım çetindir.” (A’râf 7:182-183)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Halîm / Mühlet):
“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mütemmim (الْمُتَمِّمُ)
Anlamı: Tamamlayan. Nimetini, nûrunu ve dinini kemâle erdiren, eksiksiz kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“…Bugün size dininizi kemâle erdirdim (ekmeltu), üzerinize nimetimi tamamladım (etmemtu aleyküm ni’metî) ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (Mâide 5:3’ten bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nûrunu Tamamlayan):
Anlamı: (Yoktan) Oluşturan, varlık sahasına çıkaran. “Kün!” (Ol!) emriyle kâinatı ve mahlukatı var eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ (Kün) der, o da hemen oluverir (fe-yekûnu).” (Bakara 2:117)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâlık / El-Bedî’):
“O, yaratan (el-Hâlık), yoktan var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)
El-Müsken (الْمُسْكِنُ)
Anlamı: Sükûnet veren, mesken (yurt) kılan. Mahlukatın hayatının devamı için onlara zahiri barınaklar (mesken) ve derûnî sükûnet (huzur) ihsan eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Allah, size evlerinizi huzur ve dinlenme yeri (sekenen) kıldı. Hayvanların derilerinden de gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, sizin için kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar yararlanacağınız ev eşyası ve geçimlikler meydana getirdi.” (Nahl 16:80)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gecenin Sükûneti):
“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)
Zü’l-Kifl (ذُو الْكِفْلِ)
Anlamı: Pay (Kifl) Sahibi. Kullarına rahmetinden kat kat (iki kat) pay veren, lütfu ve keremi bol olan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve Peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay (kifleyni) versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin ve sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hadîd 57:28)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Büyük Lütuf Sahibi / Zü’l-Fadl):
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve lütfunu tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mâhid (الْمَاهِدُ)
Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen. Mahlukatın hayatı için en güzel surette hazırlayan. (El-Mümehhid (#291) isminin teyididir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (fe-ni’me’l-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beşik Kılan):
“O, yeryüzünü size beşik (mehden) yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Tâhâ 20:53)
El-Mün’im (الْمُنْعِمُ)
Anlamı: Nimet veren, ihsanda bulunan. Zahiri ve derûnî (maddî ve mânevî) nimetleri yaratan ve kullarına lütfeden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (en’amellâhu aleyhim) peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4:69)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nimetin İsbatı):
“Allah’ın nimetini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl 16:18)
El-Muttali’ (الْمُطَّلِعُ)
Anlamı: Vakıf olan, muttali olan. Kullarının gizli hallerine ve derûnî sırlarına nazar eden, onlardan haberdar olan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir ki, (ta) kalplerin üstüne çıkar (tettali’u ‘ale’l-ef’ideh).” (Hümeze 104:6-7)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sırları Bilen):
“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)
El-Mücîr (الْمُجِيرُ)
Anlamı: Himaye eden, (azaptan) koruyan, eman veren. Kendisine sığınanı (düşmanından veya azaptan) emin kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin hükümranlığı (melekûtü) elinde olan, koruyup gözeten (yücîru), fakat (kendisinden) korunulamayan (lâ yücâru aleyhi) kimdir?'” (Mü’minûn 23:88)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mü’min):
“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır (âmenehum min havf).” (Kureyş 106:4)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
Er-Râbıt (الرَّابِطُ)
Anlamı: (Kalpleri) pekiştiren, bağlayan. İman eden kullarının kalplerine (imtihan anında) sebat ve metanet veren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Biz de onların kalplerini pekiştirmiştik (ve rabatnâ ‘alâ kulûbihim). O vakit (kralın huzurunda) ayağa kalkıp şöyle demişlerdi: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki, batıl söz söylemiş oluruz.'” (Kehf 18:14)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Müsebbit):
“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette (o) sabit söz (kelime-i şehadet) ile sağlamlaştırır (yüsebbitu). Zalimleri ise saptırır. Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim 14:27)
El-Müsebbit (الْمُثَبِّتُ)
Anlamı: Sabit kılan, (ayakları) kaydırmayan, pekiştiren. İman edenleri hakikat üzerinde sâbit kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette (o) sabit söz (kelime-i şehadet) ile sağlamlaştırır (yüsebbitu). Zalimleri ise saptırır. Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim 14:27)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Teyit Eden / El-Mü’eyyid):
“Eğer sana hile yapmak isterlerse, (bilesin ki) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir (eyyedeke bi-nasrihî).” (Enfâl 8:62)
Er-Rahmânu’r-Rahîm (الرَّحْمَٰنُ الرَّحِيمُ)
Anlamı: Rahmân (Rahmeti cihan şümul olan) ve Rahîm (Merhameti mü’minlere hususî olan). (Fatiha Suresi’nde ve Besmele’de zikredilen, rahmetin iki temel tasviri).
İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Merhametli / Erhamu’r-Râhimîn):
“Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf 12:64’ten bir bölüm)
El-A’azz (الْأَعَزُّ)
Anlamı: En Azîz, en şerefli, en üstün. (El-Azîz isminin mübalağalı halidir).
İlgili Ayet (İsm-i Tafdîl olarak zikredildiği):
“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan (el-e’azzu), zayıf olanı (el-ezelle) oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Azîz):
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi… mutlak güç sahibi (el-Azîz)…” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Âmir (الْآمِرُ)
Anlamı: Emreden. Hayatı ve mülkü mutlak emri (el-emr) altında tutan; mahlukata (tekvinî / yaratılış) ve kullarına (teşriî / şeriat) emirler veren.
İlgili Ayet (İsmin masdar/fiil olarak zikredildiği):
“İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de (el-emru) O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı yücedir.” (A’râf 7:54)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Emir / Kün!):
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ (Kün) der, o da hemen oluverir (fe-yekûnu).” (Bakara 2:117)
“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı (el-fahşâ), fenalık (el-münker) ve azgınlığı da yasaklar (ve yenhâ). O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16:90)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yasaklama Fiili):
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:90)
Ed-Dâ’î (الدَّاعِي)
Anlamı: Davet eden, çağıran. Kullarını hidayete (Dâru’s-Selâm’a) ve (kıyamette) hesap yurduna çağıran.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“O gün (Sûr’a üflendiği gün) o davetçiye (ed-Dâ’î) (İsrafil’e) uyarlar, ondan sapmak mümkün olmaz. Rahmân’ın huzurunda sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka bir ses işitemezsin.” (Tâhâ 20:108)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hidayete Davet):
“Allah, esenlik yurduna (Dâru’s-Selâm) çağırır (yed’û) ve dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus 10:25)
“…Kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Mâide 5:72’den bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müsahhir (الْمُسَخِّرُ)
Anlamı: Boyun eğdiren, emre âmâde kılan. Güneşi, Ay’ı, tabiatı ve hayat nizamını insanın hizmetine veya kendi mutlak emrine boyun eğdiren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Görmediniz mi, Allah göklerde ve yerde bulunan şeyleri size boyun eğdirmiştir (sahhara leküm) ve size zahiri ve derûnî (açık ve gizli) nimetlerini bolca vermiştir? İnsanlardan öylesi var ki, hiçbir bilgisi, hiçbir yol göstericisi ve hiçbir aydınlatıcı kitabı olmadan Allah hakkında tartışır durur.” (Lokmân 31:20)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Boyun Eğdirmenin Tasviri):
“O, geceyi gündüze (onun vaktinden alarak) katar, gündüzü de geceye (onun vaktinden alarak) katar. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir (ve sehhara). Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fâtır 35:13)
El-Muzîğ (الْمُزِيغُ)
Anlamı: (Kalpleri) Eğrilten, saptıran. Hidayetten yüz çevirenlerin kalplerini (adaleti icabı) saptıran. (Celâlî bir sıfattır, El-Mudill ile bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Onlar (haktan) sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı (ezâğallâhu kulûbehum). Allah, yoldan çıkan (fâsık) topluluğu hidayete erdirmez.” (Saff 61:5)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mü’minlerin Duası):
“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ kulûbenâ). Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın.'” (Âl-i İmrân 3:8)
“İşte böylece biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına musallat ederiz (nuvellî).” (En’âm 6:129)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâli):
“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)
El-Mûris (الْمُورِثُ)
Anlamı: Mirasçı kılan. Mülkün asıl sahibi olarak, dilediği sâlih kullarını (imtihan yurdu olan) yeryüzüne veya Cennete vâris kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“(Cennetlikler) derler ki: ‘Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi yeryüzüne vâris kılan (evresene’l-arda) Allah’a hamdolsun. Cennette istediğimiz yere konaklıyoruz. (Böyle) amel edenlerin mükâfatı ne güzelmiş!'” (Zümer 39:74)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâris):
“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız (nerisu’l-arda). Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve sıfatlarının kemâlini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mûhî (الْمُوحِي)
Anlamı: Vahyeden. Peygamberlerine (ve hikmetiyle başka mahlukatına) derûnî ilham ve emirlerini ileten.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Rabbin, bal arısına vahyetti (evhâ): ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.'” (Nahl 16:68)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vahyin Keyfiyeti):
“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla (vahyen) veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42:51)
El-Münşir (الْمُنْشِرُ)
Anlamı: (Ölüleri) Neşreden, diriltip yayan. (El-Bâis ve El-Muhyî isimlerine bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği- Nüşûr):
“O, yeryüzünü size boyun eğdirendir. Haydi, onun omuzlarında (dağlarında, yollarında) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş (en-Nüşûr) ancak O’nadır.” (Mülk 67:15)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Neşr’in İmkânı):
“Hâlbuki (o sahte ilâhlar), hiçbir şey yaratamazlar. Zira kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine bile ne bir zarar ne de bir fayda verebilirler. Öldürmeye de, hayat vermeye de, yeniden diriltmeye de (neşûran) güçleri yetmez.” (Furkân 25:3)
Er-Râd (الرَّادُّ)
Anlamı: Geri çeviren, reddeden. (Hikmeti icabı) hükmünü veya azabını geri çevirecek (dışında) hiçbir kuvvet olmayan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: ‘Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez (lâ yuraddu be’suhû).'” (En’âm 6:147)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Geri Çevrilmez Hüküm):
“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez (lâ meradde lehû). Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)
El-Mütekellim (الْمُتَكَلِّمُ)
Anlamı: Konuşan (Kelâm sahibi). Zâtına mahsus sıfatı olan Kelâm ile (vahyederek, ilham ederek) konuşan.
İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):
“Peygamberlerden öyleleri var ki, sana onların kıssalarını daha önce anlattık, öyleleri de var ki, anlatmadık. Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu (kellemallâhu Mûsâ teklîmen).” (Nisâ 4:164)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vahyin Keyfiyeti):
“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla (vahyen) veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42:51)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve kullarıyla olan münasebetini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Âsim (الْعَاصِمُ)
Anlamı: Koruyan, muhafaza eden. Kullarını (azaptan, tehlikeden ve günahtan) koruyan, onlara sığınak olan.
İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):
“(Nuh’un oğlu) dedi ki: ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.’ (Nuh) ‘Bugün Allah’ın emrinden, merhamet ettiği kimselerden başka koruyucu (âsime) yoktur’ dedi. Derken aralarına dalga girdi de o da boğulanlardan oldu.” (Hûd 11:43)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hafîz / En Hayırlı Koruyan):
“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).'” (Yûsuf 12:64)
El-Müctebî (الْمُجْتَبِي)
Anlamı: Seçen. Kullarından (peygamberleri ve sâlihleri) seçip (ictibâ edip) kendine yaklaştıran.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Bunun üzerine Rabbi onu (Yunus’u) seçti (fectebâhu) de iyilerden kıldı.” (Kalem 68:50)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Seçme Fiili):
“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti (ictebâküm) ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)
“Andolsun, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de ‘Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye vasiyet ettik (vassaynâ). Eğer inkâr ederseniz, (bilin ki) göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, övgüye lâyık olandır.” (Nisâ 4:131)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emreden / El-Âmir):
“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder (ye’muru)…” (Nahl 16:90’dan bir bölüm)
El-Mübelliğ (الْمُبَلِّغُ)
Anlamı: Ulaştıran (Tebliğ eden). Muradını ve hükmünü kullarına (peygamberler vasıtasıyla) ulaştıran; emrini mutlak surette yerine getiren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et (belliğ). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” (Mâide 5:67)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emrine Ulaşan / Bâliğ):
“…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir (Bâliğu Emrihî). Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3’ten bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mülgî (الْمُلْقِي)
Anlamı: (Vahyi) İlka eden, (emri) indiren. Peygamberlerinin kalbine (ve dilediği kullarına) vahyi, ruhu ve emri ilka eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“O, dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir (yulkî er-rûha min emrihî). O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:15-16)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mûhî):
“Rabbin, bal arısına vahyetti (evhâ): ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.'” (Nahl 16:68)
El-Mümhîl (الْمُمْهِلُ)
Anlamı: Mühlet (süre) tanıyan. (Kâfirlere ve zâlimlere) azabı hemen indirmeyip, onlara (hikmeti icabı) mühlet tanıyan. (El-Halîm (#47) ve El-Mümlî (#303) isimlerine bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Onun için sen kâfirlere mühlet ver (fe-mehhili’l-kâfirîn); onlara biraz zaman tanı (emhilhum ruveyden).” (Târık 86:17)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Halîm / Tehir):
“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)
El-Müfettih (الْمُفَتِّحُ)
Anlamı: (Kapıları) Açan. Rahmet, bereket ve göğün kapılarını (hikmetiyle) açan. (El-Fettâh (#8) isminin fiilî tasviridir).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“(İnkâr edenler,) âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı kibirlenenler var ya, onlara gök kapıları açılmaz (lâ tufettehu lehum ebvâbu’s-semâ’). Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz, suçluları işte böyle cezalandırırız.” (A’râf 7:40)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):
“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa (mâ yeftehillâhu), artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)
El-Münîr (الْمُنِيرُ)
Anlamı: Nûrlandıran, aydınlatan. Kâinatı zahiri nûr ile, kalpleri ve hayatı iman ve hidayet nûru ile aydınlatan. (En-Nûr (#60) isminin fiilî tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği – Nûr):
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur (Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard). O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir…” (Nûr 24:35’ten bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nûra Çıkaran):
“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa (en-Nûr) çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve azametini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Ekber (الْأَكْبَرُ)
Anlamı: En Büyük. Azamet ve kibriyâ (büyüklük) açısından en yüce, en büyük olan. (El-Kebîr (#24) ve El-Azîm (#48) isimlerinin mübalağalı (en üstün) halidir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“Allah’ın zikri (anılması) elbette en büyüktür (ve le-zikrullâhi ekber). Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29:45’ten bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kebîr / El-Müteâlî):
“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)
Zü’r-Ruc’â (ذُو الرُّجْعَىٰ)
Anlamı: Dönüşün (Yegâne) Sahibi. Mahlukatın hesabını görmek üzere kendisine döneceği (rücû edeceği) mutlak merci.
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):
“Şüphesiz dönüş (er-ruc’â) yalnızca Rabbinedir.” (Alak 96:8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dönüşün İsbatı / El-Bâis):
“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)
El-Mu’akkib (الْمُعَقِّبُ)
Anlamı: (Hükmünü) Takip eden; (hükmünü) geri çevirecek (erteleyecek) kimse olmayan. Adaleti mutlak, hükmü kesin olan.
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):
“…Allah dilediğine hükmeder. O’nun hükmünü bozacak (mu’akkibe li-hukmihî) kimse yoktur. O, hesabı çabuk görendir.” (Ra’d 13:41’den bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Geri Çevrilmez Hüküm / Er-Râd):
“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez (lâ meradde lehû). Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)
“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah)…” (Mü’min 40:15’ten bir bölüm)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Mukaddir (الْمُقَدِّرُ)
Anlamı: Takdir eden, (her şeye) ölçü koyan. Kâinattaki bütün nizamı ve mahlukatın yapısını en hassas ölçülerle (kader) tayin eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir (kaddera fe-hedâ).” (A’lâ 87:1-3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ölçü Koyma):
“…Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur (kad ce’alallâhu li-külli şey’in kadrâ).” (Talâk 65:3’ten bir bölüm)
El-Müntehâ (الْمُنْتَهَىٰ)
Anlamı: Son durak, (yaratılışın) nihayeti. Her şeyin O’na vardığı, O’nun katında son bulduğu mutlak merci.
İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):
“Şüphesiz en son varış (el-Müntehâ) Rabbinedir.” (Necm 53:42)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dönüş / Er-Ruc’â):
“Şüphesiz dönüş (er-ruc’â) yalnızca Rabbinedir.” (Alak 96:8)
“Allah, dilediğini siler (yemhûllâhu mâ yeşâ’), dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Afûvv):
“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden (ya’fû) ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)
El-Mu’addil (الْمُعَدِّلُ)
Anlamı: (Adaletle) Dengeleyen, (yaratılışı) ölçülü ve âhenkli kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan (fe-addeleke), dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adalet Terazisi):
“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müstehzi’ (الْمُسْتَهْزِئُ)
Anlamı: (Kâfirlerin) alaylarına mukabele eden, onları alay konusu yapan. (Celâlî bir sıfattır; zâlimin alayını, adaletiyle cezalandıran).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Allah da onlarla alay eder (yestehzi’u bihim) ve taşkınlıkları içinde bocalamalarına mühlet verir.” (Bakara 2:15)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alay Konusu Yapma):
“Onlar ki, mü’minlerden zekât hususunda gönülden verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirirler ve onlarla alay ederler. Allah da onları alay konusu yapmıştır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Tevbe 9:79)
“Siz, yerde de gökte de (Allah’ı) âciz bırakamazsınız (Mu’cizîne). Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.” (Ankebût 29:22)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kaçışın İmkânsızlığı):
“İnkâr edenler, (kurtulup) geçip gittiklerini sanmasınlar. Şüphesiz onlar (bizi) âciz bırakamazlar (lâ yu’cizûn).” (Enfâl 8:59)
“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? (O,) bir köle veya esiri âzat etmektir (Fekku rakabetin).” (Beled 90:11-13)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kurtaran / El-Müncî):
“De ki: ‘Allah sizi ondan (o tehlikelerden) ve bütün sıkıntılardan kurtarır (yüneccîküm). Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.'” (En’âm 6:64)
El-Müfettil (الْمُفَتِّلُ)
Anlamı: (Zerre kadar) Haksızlık etmeyen. (Fitil: Hurma çekirdeğindeki ince iplik, zerre). Adaleti o kadar hassastır ki, zerre kadar dahi olsa haksızlık yapmayan.
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):
“Kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır ve onlara kıl kadar (fetîlen) haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Adalet):
“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Müstenkif (الْمُسْتَنْكِفُ)
Anlamı: (Kulluktan) Çekinmeyen. Azametine rağmen, kulluk edilmeyi veya (hikmeti icabı) misaller vermeyi Zâtına noksanlık görmeyen, bundan çekinmeyen (istiknâf etmeyen).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Mesîh, Allah’a kul olmaktan asla çekinmez (len yestenki-fe’l-mesîhu), Allah’a yakınlaştırılmış melekler de (çekinmezler). Kim O’na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilsin ki) O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.” (Nisâ 4:172)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Misal Vermekten Çekinmemesi):
“Şüphesiz Allah, (hakkı açıklamak için) sivrisineği ve (hatta) ondan daha küçüğünü (veya büyüğünü) misal getirmekten çekinmez (lâ yestahyî). İman edenler, onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfredenler ise, ‘Allah, bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de hidayete erdirir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara 2:26)
El-Mübsil (الْمُبْسِلُ)
Anlamı: (Helâke) Teslim eden. Kazandıkları günahlar sebebiyle kullarını (adaletiyle) helâke veya azaba teslim eden.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Onlar, kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş (übsilû) kimselerdir. İnkâr etmekte olduklarına karşılık, onlar için kaynar sudan bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.” (En’âm 6:70’den bir bölüm)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Helâk Eden / El-Mühlik):
“Biz, o (Peygamberin) ardından nice nesilleri helâk ettik (ehleknâ). Rabbinin, kullarının günahlarından haberdar olması (Habîr) ve onları görmesi (Basîr) yeterlidir.” (İsrâ 17:17)
El-Muhlis (الْمُخْلِصُ)
Anlamı: (Dini) Hâlis kılan, ihlâs sahibi. Dini (İslâm’ı) Zâtına hâlis kılan; ve kullarından (dilediğini) ihlâsa erdiren (Muhlas).
İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):
“Şüphesiz biz, o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise, dini Allah’a has kılarak (muhlisan lehu’d-dîn) O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis (el-hâlisu) din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:2-3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arındıran / El-Müzekkî):
“(Siz) kendinizi temize çıkaranları görmez misiniz? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkî) ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)
El-Mümekkin (الْمُمَكِّنُ)
Anlamı: (Yeryüzünde) Güç ve imkân (temkîn) veren, yerleştiren. Sâlih kullarını yeryüzüne vâris kılan ve onlara hâkimiyet imkânı veren.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Mısır’da onu satın alan adam, karısına, ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece biz, Yûsuf’u o ülkeye yerleştirdik (mekkennâ li-Yûsufe) ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğrettik. Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkü Veren):
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Kâdî (الْقَاضِي)
Anlamı: Hüküm veren, (kullar arasında) adaleti icra eden, işi bitiren. (El-Hakem ve Hayru’l-Hâkimîn ile bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“De ki: ‘Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Gizliyi de âşikârı da bilen Allah’ım! Kullarının, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında sen hüküm vereceksin (tahtakumu).'” (Zümer 39:46)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hüküm Verenlerin En Hayırlısı):
“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (Hayru’l-Hâkimîn).” (Yûnus 10:109)
El-Muksim (الْمُقْسِمُ)
Anlamı: (Azametiyle) Yemin eden. (Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, O’nun kudretinin ve hakikatinin mutlak bir tasviri ve isbatıdır).
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yeminin İsbatı):
“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki (Fe-lâ uksimu bi-Rabbi’l-meşârikı ve’l-meğârib), şüphesiz bizim gücümüz yeter.” (Me’âric 70:40)
El-Mü’ekkid (الْمُؤَكِّدُ)
Anlamı: (Ahdini, sözünü) pekiştiren, teyit eden. Kullarından aldığı sözü (Kefîl olarak) sağlamlaştıran.
İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil tutarak sağlamlaştırdıktan (ba’de tevkîdihâ) sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16:91)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vefalı / El-Mûfî):
“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin (evfû bi-ahdî) ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim (ûfi bi-ahdiküm). Yalnız benden korkun.” (Bakara 2:40)
“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi (nezzele). O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti (enzele). O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:3-4)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İndiren / El-Münzil):
“Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren (enzele) ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’a mahsustur.” (TDV Meali, Kehf 18:1)
Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.
El-Fâriş (الْفَارِشُ)
Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen, yayan. Mahlukatın hayatı için yeryüzünü bir sergi (firâş) gibi yayan. (El-Mâhid ve El-Mümehhid isimlerine bağlantılıdır).
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (fe-ni’me’l-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Döşek Kılan):
“O, yeryüzünü size bir döşek (firâşen), göğü de bir tavan yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü türlü ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.” (Bakara 2:22)
El-Mürsî (الْمُرْسِي)
Anlamı: (Dağları) Sabit kılan, yerleştiren. Yeryüzünün nizamı (dengesi) için dağları (revâsî) sâbit kılan.
İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):
“Dağları da (yere) sâbit kıldı (ersâhâ). (Bunları) sizin için ve hayvanlarınız için bir yararlanma (imkânı) olarak (yaptı).” (Nâzi’ât 79:32-33)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dağların Vazifesi):
“O, yeryüzünde, sarsılmayasınız diye sâbit dağlar (revâsiye) yarattı, ırmaklar ve yollar astı ki, yolunuzu bulasınız.” (Nahl 16:15)
El-Kâbil (الْقَابِلُ)
Anlamı: Kabul eden. Kullarının (ihlâs ile yaptıkları) amellerini ve tevbelerini kabul eden. (Et-Tevvâb isminin bir tecellisidir).
İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği – Kâbili’t-Tevb):
“O, günahı bağışlayan (Gâfiri’z-Zenb), tövbeyi kabul eden (Kâbili’t-Tevb), azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)
Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kabul Fiili):
“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini (yâkbelu’t-tevbete), sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden (et-Tevvâb) ve çok merhamet eden (er-Rahîm) olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)
Bu bağlantıda, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen 358 adet İlâhî ismi, sıfatı (Zâtî, Fiilî) ve cihan şümul tecellîyi (İsm-i Çiftler, Fiilî Sıfatlar, “Hayru’l-…” ve “Zü’l-…” terkipleri dâhil) ayet-i kerimeler ve muradifleri ile birlikte tefekkür ettik.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu usûl ile tasvir edilebilecek isim ve sıfatların tamamına yakınını (neredeyse tamamını) ele almış bulunmaktayız. Bu vüs’atli (geniş kapsamlı) çalışma, bu noktada nazarî bir tamama ermiş görünmektedir.
Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini kalbimize nakşetmeyi ve hayatımıza rehber kılmayı nasip eylesin.
SONSÖZ (Hâtime)
Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemîn. Başlangıçta olduğu gibi, sonda da hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Kur’ân-ı Kerîm’in nûrlu rehberliğinde, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını bizlere tanıttığı 358 İlâhî ismi, sıfatı ve fiilî tecellîyi ayet-i kerimelerin ışığında tefekkür etme gayretiyle bu vüs’atli çalışmayı tamamlamış bulunmaktayız.
Bu uzun tefekkür yolculuğu, bizlere Esmâ-i Hüsnâ’nın, Zât-ı Akdes’in kâinattaki icraatını anlamak için birer pencere olduğunu bir kez daha göstermiştir. Gördük ki; O (c.c.), hem “el-Evvel” (ilki olmayan) hem “el-Âhir” (sonu olmayan); hem varlığının delilleri apaçık olan “ez-Zâhir” hem de Zâtının hakikati idrak edilemeyen **”el-Bâtın”**dır.
O, mutlak izzet sahibi “el-Azîz” olmakla beraber, isyankâr kullarını dahi affeden **”el-Gaffâr”**dır. Kudreti her şeyi kuşatan “el-Kahhâr” olmakla beraber, rahmeti her şeyi kuşatan **”er-Rahmân”**dır. Bu müteselsil (birbirini takip eden) isimler, Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî (heybet) ve Cemâlî (güzellik) sıfatlarının kâinatta mükemmel bir muvazene (denge) içinde tecellî ettiğini isbat etmektedir.
Bu araştırma göstermiştir ki, O (c.c.) her nefsin kazandığının üzerinde duran “Kâ’imun alâ külli nefsin bimâ kesebet” sıfatıyla her an her şeye nâzırdır; “Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ” olarak en cansız çekirdekten hayatı ve “Muhyi’l-Mevtâ” olarak ölümden sonra yeniden hayatı var edendir.
Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen bu isimlerin ve fiilî sıfatların tamamına yakınının ele alındığı bu çalışma, elbette beşerî idrakimizin bir sınırıdır. Hakikatleri ise sonsuzdur. Bu çalışmanın yegâne hedefi, Kur’ân’ın Esmâ-i Hüsnâ tefekkürüne dair sunduğu o cihan şümul bakış açısını bir nebze olsun yansıtabilmekti.
Niyetimiz hâlistir, lakin idrakimiz noksandır. Beşerî bir gayret olan bu çalışmadaki hata ve kusurlarımızdan dolayı Rabbimizin affına (el-Afûvv) ve mağfiretine (el-Gafûr) sığınırız.
Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini kalbimize nakşetmeyi ve hayatımıza rehber kılmayı nasip eylesin.
Kâinatı bir kitap, insanı o kitabın en muhtasar bir nüshası ve Kur’an-ı Kerîm’i o kitabın ezelî bir tercümanı olarak yaratan ve indiren Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) sonsuz hamdü senâlar olsun. O’nun ezelî kelâmının ilk muhatabı ve en kâmil mübelliği olan Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v), âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.
Kur’an-ı Kerîm, beşeriyetin hidayeti için indirilmiş, cihan şümul bir hayat nizamıdır. Bu nizamın idrak edilmesi, muhtevasındaki kudsî manaların fehmedilmesi ise, ancak o manaları taşıyan temel “kavramların” doğru bilinmesiyle mümkündür. Zira Kur’an, bizlere kendi ıstılahları (terminolojisi) ile hitap eder; inancı, ameli, ahlâkı ve kâinata bakışı (nazar) bu kavramlar üzerine bina eder.
İnsanların inançlarını, sözlerini ve fiillerini tasvir etmek için kullanılan bu kavramlar, bir müminin hayat yolculuğundaki işaret levhaları mesabesindedir. Hangi yolun “övülen”, hangi yolun ise “yerilen” olduğunu bu kavramlar vasıtasıyla öğreniriz.
Bu mütevazı araştırma, Kelâmullah’ın derûnî yapısını, onun kendi anahtar kavramları üzerinden anlama gayesiyle hazırlanmıştır. Çalışmamız, Kur’an’ın bizatihi kendi ayetleriyle hangi fiil ve düşünceleri “müspet” (övülen), hangilerini “menfi” (yerilen) olarak tasnif ettiğini ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu tasnif, Hak ile Bâtıl’ı, Hidayet ile Dalâleti, İman ile Küfrü net bir surette ayırmamıza (Furkan) vesile olacaktır.
Bu çalışmanın, Kur’an-ı Kerîm’in hikmet ve hidayet denizinden istifade etmek isteyenlere bir rehber olması temennisiyle. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Not: Gemini Pro 2.5 Yapay Zekâ ile yapılmıştır. Bu alanda yapılan çalışmalardan istifade ve iktibas edilmiştir.
TAKDİM
Kıymetli okuyucu;
Elinizdeki bu araştırma, Kur’an-ı Kerîm’in, kâmil bir insan ve faziletli bir cemiyet inşa etmek için kullandığı “temel kavramları” tahlil etmek maksadıyla araştırma yapılmış ve kaleme alınmıştır. Kur’an-ı Kerîm, muhatabına sunduğu hayat modelini, birbiriyle girift (iç içe) ve zengin bir kavramlar manzumesi üzerinden tasvir eder.
Bu çalışma, mezkûr kavramları Kur’an’ın kendi metodolojisine uygun olarak iki ana başlık altında tasnif etmektedir:
Övme İfade Eden Kavramlar: Kur’an’ın teşvik ettiği, failine mükâfat vaat ettiği, “iman ve itaat” eksenli müsbet vasıflar.
Yerme İfade Eden Kavramlar: Kur’an’ın sakındırdığı, failine ceza bildirdiği, “inkâr ve isyan” eksenli menfi vasıflar.
Yapılan bu tahlil neticesinde, Kur’an’ın bütün müspet ahlâkî vasıflarının zirvesinde ve “odak kelime” mevkiinde “Takva” kavramının durduğu tespit edilmiştir. Takva, Allah’a karşı mesuliyet şuuruyla O’nun himayesine (vikaye) girmek , O’nun azabından sakınmaktır.
Bunun tam zıddında ise, bütün menfi vasıfların en şümullüsü (en kapsamlısı) olan “Zulüm” kavramı yer almaktadır. Zulüm, en temelde Allah’a şirk koşmak ve haddi aşarak O’nun nizamından çıkmaktır.
Bu iki zıt kutup (Takva ve Zulüm), Kur’an’ın ideal mü’min portresi ile hüsrana uğrayan kâfir portresini çizmektedir.
Araştırmada ayrıca, “iman” ve kâmil “mümin”in vasıfları, “Din” kavramının Tevhid tarihi içindeki yeri, mü’minin iman mücadelesindeki “Hicret” ve “Cihad” sorumluluğu ve en mühimi, insanın Yaratıcısı ile olan münasebetini ifade eden cihan şümul “Kul” (Abd) kavramı ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarına karşı olan sonsuz Lütuf, Şefkat, Adalet ve Merhamet tecellileri ayet-i kerimeler ışığında izah edilmiştir.
Bu çalışmanın gayesi, Kur’an-ı Kerim’in “ifade zenginliğini” ve kavramlar arasındaki derûnî bağlantıyı göstererek, O’nun hidayet mesajına bir bütün olarak nazar etmeye vesile olmaktır.
Kur’an-ı Kerim’deki temel kavramlar, insanların inançlarını, sözlerini, fiillerini ve davranışlarını tasvir etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramlar, temelde iki ana başlık altında toplanmıştır: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”.
Metinlerde, bazen bir kavramın diğerinin yerine kullanılabildiği veya bir davranışın farklı yerlerde başka kavramlarla anlatılabildiği belirtilmekte, bu durumun Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiği vurgulanmaktadır.
İşte bu belgelere dayalı olarak derlenen bilgiler:
a) Övme İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, Kur’an-ı Kerim’de insanların “övülen, iyi ve doğru kabul edilen, yapılması teşvik edilen, failine nimet ve ödül vaat edilen” olumlu davranışlarını ve ahlâkî niteliklerini anlatır. Bu kavramlar, insanların beğenilen ve övülen davranışlarını ifade eder. Yüce Allah, insanların bu şekilde hareket etmelerini, inançlarının ve hayatlarının böyle olmasını istemektedir.
Bu kavramların anlattığı davranışların özeti “iman ve itaat”tir. Bu “iman ve itaat” hâli, Kur’an’da değişik kavramlarla ve çeşitli biçimlerde anlatılmıştır. Bu kavramlar birbiriyle iç içe ve girift bir hâldedir; bir kavramın muhtevası, diğer bir kavramın manasını da içine alabilmektedir.
İnsanın olumlu yönünü (inanç, söz, fiil) anlatan bu kavramların “en şümullü, en kapsamlı” olanı “takva” kavramıdır. Takva, bu sahada “odak kelime” olarak nitelendirilmiştir.
Başlıca Övme İfade Eden Kavramlar:
• الْمُتَّقِينَ (el-Müttakîn): Allah’a karşı gelmekten sakınan müminler (Bakara, 2/2).
• الْمُؤْمِنِينَ (el-Mü’minîn): Mümin erkekler (Enfal, 8/2).
• الْمُؤْمِنَاتِ (el-Mü’minât): Mümin kadınlar (Ahzab, 33/35).
• الْمُسْلِمِينَ (el-Müslimîn): Allah’a teslim olan erkekler (Hac, 22/78).
• الْمُسْلِمَاتِ (el-Müslimât): Allah’a teslim olan kadınlar (Ahzab, 33/35).
• الْمُوقِنِينَ (el-Mûkınîn): Kesin olarak, şeksiz ve şüphesiz iman edenler (Zariyat, 51/20).
• الْمُهْتَدِينَ (el-Mühtedîn): Hidayete erenler (İsra, 17/97).
• الْمُحْسِنِينَ (el-Muhsinîn): İyilik yapanlar, iyi davrananlar, salih ameller işleyenler, yaptığını iyi ve sağlam yapanlar, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler (Bakara, 2/195).
• الصَّالِحِينَ (es-Sâlihîn): Yararlı iş yapanlar, salih amel işleyenler (Al-i İmran, 3/114).
• الْمُصْلِحِينَ (el-Muslihîn): Islah edenler, düzeltenler (Bakara, 2/220).
• الْمُخْلِصِينَ (el-Muhlisîn): Samimi ve ihlaslı olanlar (Araf, 7/29).
• الصَّابِرِينَ (es-Sâbirîn): Sabırlı erkekler (Al-i İmran, 3/17).
• الصَّادِقِينَ (es-Sâdikîn): İnancında, ibadetinde, özünde, sözünde, iş ve işlemlerinde doğru olan erkekler (Al-i İmran, 3/17).
• الْقَانِتِينَ (el-Kânitîn): Gönülden boyun büküp divan duran, itaatkâr erkekler (Al-i İmran, 3/17)
• الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (el-Müstağfirîne bi’l-eshâr): Seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (Al-i İmran, 3/17).
• التَّوَّابِينَ (et-Tevvâbîn): Allah’a çok tövbe edenler (Bakara, 2/222).
• الْخَاشِعِينَ (el-Hâşi’în): Allah’a derinden saygı duyan erkekler (Ahzab, 33/35)2
• الْمُتَوَكِّلِينَ (el-Mütevekkilîn): Allah’a tevekkül edenler (Al-i İmran, 3/159).
• الْمُتَطَهِّرِينَ (el-Mütetahhirîn): Maddi ve manevi kirlerden temizlenenler (Bakara, 2/222).
• الشَّاكِرِينَ (eş-Şâkirîn): Şükredenler (Zümer, 39/66).
• الْعَابِدُونَ (el-‘Âbidûn): İbadet edenler (Tevbe, 9/112).
• السَّائِحُونَ (es-Sâihûn): Allah yolunda seyahat edenler, oruç tutanlar (Tevbe, 9/112).
• الْأَوَّابِ (el-Evvâb): Allah’a çok yönelen (Kaf, 50/32).
• الْمُنِيبِ (el-Münîb): Allah’a yönelen (Hud, 11/75).
• الْمُفْلِحُونَ (el-Müflihûn): Kurtuluşa erenler (Araf, 7/8).
• أُولُوا الْأَلْبَابِ (Ülü’l-elbâb): Akıl sahipleri (Zümer, 39/9).
• أُولِي الْأَبْصَارِ (Üli’l-ebsâr): Basiret sahipleri (Haşr, 59/2).
• الْأَبْرَار (el-Ebrâr): İyiler (İnsan).
• أَوْلِيَاءُ اللَّهِ (Evliyâullah): Allah dostları (Yunus, 10/62).
• الْمُقَرَّبُونَ (el-Mukarrebûn): Allah’a yakın olanlar (Mutaffifin, 83/21).
• حِزْبَ اللَّهِ (Hizbullah): Allah taraftarı olan kimse (Mücadele, 58/22).
b) Yerme İfade Eden Kavramlar
Bütün insanlar aynı inançta ve fiilde değildir. Bir kısmı iman ederken bir kısmı inkâr eder. İman edenler arasında da itaat edenler ve isyan edenler bulunur. Bu değişik hâller, farklı kavramlarla anlatılmıştır.
Nasıl ki “iman” ve “itaat” hâlleri çeşitli kavramlarla dile getirilmişse, “inkâr” ve “isyan” hâlleri de birçok kavramla ifade edilmiştir.
Bu kavramlar, insanların “yerilen, yapılmaması istenen ve yapanına ceza olduğu bildirilen” olumsuz inanç, söz, fiil ve davranışlarını anlatır.
Başlıca Yerme İfade Eden Kavramlar:
• الظَّالِمُونَ (ez-Zâlimûn): Zalimler (Bakara).
• الظَّلُوم (ez-Zalûm): Çok zulmeden kimse (Ahzab, 33/72).
• الْكَافِرُونَ (el-Kâfirûn): Kâfirler (Bakara, 2/254).
• الْمُشْرِكِينَ (el-Müşrikîn): Müşrik, yani Allah’a ortak koşan erkekler (Ahzab, 33/73).
• الْمُشْرِكَاتِ (el-Müşrikât): Allah’a ortak koşan kadınlar.
• الْكَفُورُ (el-Kefûr): Çok nankör kimse.
• الْمُنَافِقِينَ (el-Münâfikîn): Münafık, iki yüzlü, kalbi ile iman etmediği halde iman ettim diyen erkekler (Ahzab, 33/73).
• الْمُنَافِقَاتِ (el-Münâfikât): Münafık, iki yüzlü kadınlar (Ahzab, 33/73).
• الضَّالُّونَ (ed-Dâllûn): Haktan, doğru yoldan, İslam’dan sapanlar (Al-i İmran, 3/90).
• الْمُضِلِّينَ (el-Mudillîn): İnsanları hak yoldan saptıranlar (Kehf, 18/51).
• كَاذِبُونَ (Kâzibûn): Yalancılar (En’am, 6/28).
• الْمُكَذِّبِينَ (el-Mükezzibîn): Ayetleri ve peygamberleri yalanlayanlar (Vakıa, 56/51).
• السَّاخِرِينَ (es-Sâhirîn): Peygamber ve dinî değerlerle alay edenler (Zümer, 39/56).
• الْمُسْتَهْزِئُونَ (el-Müstehziûn): Müslümanlarla alay edenler (Bakara, 2/14).
• الْمُسْتَكْبِرِينَ (el-Müstekbirîn): Kibirliler, büyüklenenler (Nahl, 16/23).
• الْمُتَكَبِّرِينَ (el-Mütekebbirîn): Büyüklenenler (Zümer, 39/60).
• الْمُفْتَرِينَ (el-Müfterîn): İftira edenler (Araf, 7/152).
• الْمُمْتَرِينَ (el-Mümterîn): Dinî gerçeklerden, ahiretin varlığından, Kur’an’ın Allah sözü ve Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğundan şüphe edenler (En’am, 6/114).
• الْخَائِضِينَ (el-Hâidîn): Batıla dalanlar (Müddessir, 74/45).
• مُعْرِضُونَ (Mu’ridûn): Kur’an’dan yüz çevirenler (Enbiya, 21/32)
• الْفَاسِقُونَ (el-Fâsikûn): İtaatten çıkanlar (Bakara, 2/99).
• الْمُفْسِدِينَ (el-Müfsidîn): Bozguncular, fesat çıkaranlar (Yunus, 10/40).
• الْأَثِيمِ (el-Esîm): Çok günahkâr kimse (Bakara, 2/276).
1. Olumsuz Yönleri İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, insanların beğenilmeyen, yerilen ve kötü olan yönlerini ifade etmektedir. Allah, insanların bu şekilde hareket etmemelerini istemekte ve bu davranışları sergileyenleri yermekte ve cezalandıracağını bildirmektedir. Bu davranışların özeti “inkâr ve isyan” olarak belirtilmiştir.
Bu olumsuz kavramlar birbiriyle anlam ilişkisi içindedir ve bir kavramın muhtevası, bir başkasının anlamını da ihtiva edebilmektedir.
En Kapsamlı Olumsuz Kavram: Zulüm
İnsanların “olumsuz yönlerini” anlatan kavramların en şümullüsü (en kapsamlısı) olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılmaktadır. “Zulüm” kavramının, diğer olumsuz kavramların ifade ettiği anlamların tamamını genel olarak ifade ettiği ve Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biri olduğu belirtilmektedir.
Olumsuz Kavramlara Misaller:
Bu olumsuz vasıflara sahip kimseler için kullanılan pek çok tabir listelenmiştir. Bazıları şunlardır:
• الذينَ يُكَذِّبُونَ بيوم الدين: Hesap ve ceza gününü yani ahireti yalanlayan kimseler.
• الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ: Günah işleyen kimseler.
• الذينَ يَبْخَلُونَ…: Cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimseler.
• المجرمين: Kâfirler, suçlular, günah işleyenler.
• الْمُسْرِفين: İsraf edenler, aşırı gidenler.
• الْخَاسِرُونَ: İmansızlık, ibadetsizlik ve isyan sebebiyle ziyana uğrayanlar.
• الْمُطَفِّفِينَ: Ölçü ve tartıda hile yapanlar.
• مُذَبْذَبِينَ: İman ile inkâr arasında bocalayıp duranlar.
• مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ: İslam’a uygun olmayan arzu ve isteklerini ilah edinen kimse.
• سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ: Yalana çok kulak verenler.
• أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ: Haram yiyenler.
• الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ: Allah ve Peygamberi’ne düşmanlık eden kimseler.
2. Olumlu Yönleri İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, Kur’an’da övülen ve mükafat (sevap) verileceği bildirilen vasıfları tanımlar.
Olumlu Kavramlara Misaller:
Olumlu vasıflardan bazıları şunlardır:
• صَادِقُ الْوَعْدِ: Vadini yerine getiren, sözünde duran kimse.
• من اهْتَدَى: Doğru yolda olan kimse.
• من تزكى: Küfür ve günahlardan arınan kimse.
• مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ: Allah’a ve Resulü’ne itaat eden.
• الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف: İyiliği emredenler.
• النَّامُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ: Kötülükten men edenler.
• الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ: Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili sınırlarını koruyanlar.
• الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ: Ceza ve hesap günü olan ahireti tasdik eden kimseler.
• الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ: İman edip salih amel işleyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ: Namazlarında derin saygı içinde olan kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ: Mahrem yerlerini, namuslarını koruyan ve zina etmeyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ: Emanetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ: Faydasız ve boş işlerden ve sözlerden yüz çevirenler.
• الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ…: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayan, öfkelerini yenen ve insanları affedenler.
3. Kavramlara Dair Genel Esaslar
• Bir Arada Bulunma: “iman” ve “küfür” gibi zıt kavramlar ayrı insanlarda bulunur; bir insanda aynı anda bulunmaz. Ancak “iman” ve “günah” gibi kavramlar aynı insanda bulunabilir.
• Karşılık: Övme ve sevap, itaat eden ve çirkin fiilleri yapmayanlara; yerme ve ceza ise günah işleyen ve farzları ihlal edenlere verilir.
4. “Din” Kavramı
Kaynaklarda “Din” kavramına da özel olarak değinilmiştir:
• Kullanımı: “Din” kelimesi Kur’an’da bu formatta 92 yerde geçmektedir.
• Anlamları ve Terkipleri: Kur’an’da “din” kelimesi yalın olarak veya çeşitli terkipler halinde farklı anlamlarda kullanılmıştır41. Bunlardan bazıları:
• دِينُ الْحَقِّ (Hak din)
• دين الله (Allah’ın dini)
• دِينُ القيم (Doğru din)
• دِينُ الْخَالِص (Halis din)
• دين الْمَلِكِ (Hükümdarların kanunu)
• يَوْمِ الدِّينِ (Din / hesap günü)
• Tarihçesi: “Din” olgusu ilk insandan beri vardır. Yüce Allah, “hak din” ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den (a.s.) itibaren insanlara “vahiy” yoluyla bildirmiştir.
• İnsan ve Din: Allah, insanları “hak dine” zorlamamıştır. Bununla birlikte, “hak din”den sapan ve onu tahrif eden insanlar olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an vahyedilmeye başlandığında, Hicaz bölgesinde “şirk dini”, Hristiyanlık ve Yahudilik mevcuttu. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar), Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı.
*Temel bir Kur’an kavramı olan “kul” (abd) ve Allah’ın kullarına karşı tavrı hakkında kaynaklara dayalı malumat aşağıdadır:
“Kul” (Abd) Kavramı
Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir. Bu sebeple Allah, kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de “kul” sıfatı ile hitap etmiştir. Zira insan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur. İnsan, pek çok hususta Allah’ın iradesine boyun eğer ve O’nun hükmü altındadır. İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun “kul” olmasına mâni değildir.
Allah’ın Kullarına Karşı Tavrı
Kaynaklarda, Allah’ın kullarına karşı tutumu çeşitli başlıklar altında izah edilmektedir:
a) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
Kullarına karşı çok lütufkâr olan Allah, yeryüzünün bütün ziynetlerini ve rızıklarını kulları için var etmiştir.
• A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Bu ayet-i kerimeye göre, yeryüzünün ziynetleri ve rızıkları aslında müminler için var edilmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mümin olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece müminlerindir.
• Yüce Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet (güzel sonuç) muttakilerindir.
• A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.””
• Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
• Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar.
• Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
• Allah’ın herkese bol rızık vermemesinin hikmeti şöyle açıklanır:
• Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
b) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
Hidayet Yüce Allah’tandır. O, kullarından dilediğini İslam ile müşerref kılar.
• En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”
c) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
“Küfür”, nimetlere nankörlük ederek Allah’ı ve dinini reddetmek ve inkâr etmektir. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez ve kulları için küfre razı olmaz.
• Zümer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”
• Allah’ın, kullarının küfrüne razı olmamasının sebebi, onlara karşı çok şefkatli olmasıdır.
ç) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
Kullarını yaratan, onlara rızık ve sıhhat veren Allah’tır. O, kullarına karşı çok şefkatlidir.
• Bakara Suresi 2/207: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.”
• Bu şefkatin bir tezahürü olarak Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve tövbe ettiği zaman günahlarını affeder.
d) Allah, Kullarının Tövbelerini Kabul Eder
“Tövbe”, kulun işlediği günahtan pişman olup Allah’a yönelmesi ve halini ıslah etmesidir. Tövbeleri kabul etmek, Allah’ın kuluna bir lütfudur. Çünkü Allah, “Tevvâb” (tövbeleri çok kabul eden)dir.
• Tevbe Suresi 9/104: “Onlar, kullarından tövbeyi kabul edenin, sadakaları alanın Allah olduğunu ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?”
• Şûrâ Suresi 42/25: “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”
e) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
Allah, kullarının gizli-aşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir. Kullar, Allah’ın murakabesi (gözetimi) altındadırlar. Bilen ve gören olarak O, kullarına kâfidir.
• İsrâ Suresi 17/17: “Biz, Nûh’tan sonra da nice nesilleri helâk ettik. Rabbin, kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak yeter.”
• İsrâ Suresi 17/30: “Şüphesiz Rabbin, rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.”
• Zümer Suresi 39/36: “Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.”
• Allah, kullarının bütün hâllerini bilir ve ona göre adaletle muamele eder.
f) Allah, Kullarına Zulmetmez
Allah, kullarına asla zulmetmez.
• Âl-i İmrân Suresi 3/182: “Bu, kendi ellerinizin önceden işledikleri yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
• Mü’min Suresi 40/31: “Nûh kavminin, Âd’ın, Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum). Yoksa Allah, kullarına zulmetmek istemez.””
• Fussilet Suresi 41/46: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
• Allah, kimseyi hak etmeden cezalandırmaz, sevaplarını eksiltmez ve herkese çalıştığının karşılığını tam verir.
g) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
Allah, kullarına yakındır ve dua ettikleri zaman dualarını kabul eder.
• Bakara Suresi 2/186: “Kullarım, sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.”
• Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip salih amel işlemeleri gerekir.
• Şûrâ Suresi 42/26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”
ğ) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
Allah, kullarının üstünde tam hâkimdir.
• En’âm Suresi 6/61-62: “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar görevlerinde eksiklik yapmazlar. Sonra insanlar, gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.”
*Kur’ân-ı Kerîm’in bazı temel kavramlarına ve muhtevasına dair mühim bilgiler ihtiva etmektedir. Bu kavramlar hakkında hazırlanan izahat aşağıdadır:
1. İman ve Mümin Kavramları
“mümin”in sadece iman eden kimse olarak değil, aynı zamanda imanının gerektirdiği vazifeleri yerine getiren kimse olarak tanıtıldığı belirtilmektedir.
İman Esasları:
Müminler; Allah’a, meleklere, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmezler ve peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar.
Müminin Vasıfları:
Belgelere göre müminlerin başlıca vasıfları şunlardır:
• Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, okunan ayetler imanlarını artıran kimselerdir.
• Allah’ı severler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler.
• Kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hak olan Kur’ân’a saygı duyar.
• Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağırıldıkları zaman, “İşittik, itaat ettik” derler.
• Namazlarını dosdoğru, huşu içinde ve ara vermeden kılarlar.
• Mallarının zekâtını verirler.
• Allah’ın verdiği rızıktan Allah yolunda harcarlar (infak).
• Müminlere yardım ederler ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
• İyiliği emreder ve kötülüğü men ederler.
• Gerektiğinde Allah yolunda hicret ederler.
• Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler ve düşman ordularıyla karşılaştığı zaman kaçmazlar.
• Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan dinini yaşarlar.
• Emanetlerine ve sözleşmelerine (Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere) riayet ederler.
• Günahlarına tövbe eden, durumlarını düzelten ve dinlerinde ihlaslı olanlardır.
• Allah’a tevekkül ederler.
• Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
• Irzlarını (namuslarını) zinadan korurlar.
• Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar.
• Kasten bir mümini öldürmezler.
• Şirk, küfür, nifak, batıl ve faydasız inanç, söz ve fiillerden yüz çevirirler.
• Kıyametten korkar ve hak olduğunu bilirler.
• Kızdıkları zaman bağışlar ve işlerini danışma ile yaparlar.
• Müşriklerle evlenmezler.
• Babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmazlar.
• Cehennem ehli oldukları belli olduktan sonra, yakınları bile olsa müşrikler için Allah’tan bağış dilemezler.
2. Takva ve Muttakiler Kavramları
Vesikalarda “takva” (sorumluluk) bilinci, Kur’ân’ın rehberliğinden faydalanmanın bir şartı olarak zikredilir. Takva, “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilir ve şu manaları ihtiva eder:
• Allah’ın azabından, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden, kötülüklerden ve kötü işlerden, fitneden ve insana zarar veren her türlü inanç, söz, fiil ve davranıştan sakınmak.
• Takvaya erişmek için Allah’a ibadet etmek, ilahi hükümlerle amel etmek, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını unutmamak, Kur’ân’a uymak ve onun dışındaki yollara uymamak emredilmiştir.
Takvanın Zıddı (Zulüm):
“takva”nın, Kur’ân’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu vurgulanır.
• Takvanın Birinci Derecesi: Şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmaktır.
• Muttakilerin Zıddı: Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin zıddı olarak şu gruplar zikredilir: Kâfirler, Zalimler, Mücrimîn (suçlular), Fâcirûn (doğru yoldan çıkanlar), Tâğîn (isyanda haddi aşanlar), Mütekebbirîn (büyüklenenler), Sâhirîn (alay edenler), Mu’tedûn (haddi aşanlar, saldırganlar), Fâsıkûn (Allah ve Peygamberi’ne itaat etmeyenler), Müşrikîn (Allah’a ortak koşanlar) ve Münafıkûn (ikiyüzlüler).
3. Zulüm Kavramı
Takva kavramının zıddı olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılır.
• Bu takva-zulüm ikilemi birçok ayette görülür.
• Meryem Suresi’nde (71-72. ayetler) Allah Teâlâ, “(Ey kafirler!) Sizden hiçbir kimse yoktur ki cehenneme uğrayacak olmasın. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” buyurduktan sonra, “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” diyerek bu iki grubu ayırır.
• Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) hitaben, “(Ey Peygamberim!) Sonra seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” denildikten sonra, “Çünkü onlar, Allah’a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” buyrularak, Allah’ın muttakilerin dostu olduğu belirtilir.
• Zulmün Birinci Derecesi: İmanı terk edip şirk, küfür ve nifaka düşmektir.
4. Hicret ve Cihad Kavramları
Vesikalarda müminin, dinini yaşama mücadelesi bağlamında hicret ve cihad kavramlarına yer verilir:
• Mümin, yaşadığı beldede Allah’a kulluk vazifesini yerine getiremezse veya dinini izhar etmesi (açığa vurması) mümkün olmazsa, öncelikle o durumu değiştirmek için bütün gücüyle çalışır ve ibadetinden taviz vermez.
• Eğer bu durumu değiştirmesi mümkün değilse, ibadetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilir.
• Bu husus, Ankebût Suresi 56. ayet ile delillendirilir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”.
• Müfessirlerden Said b. Cübeyr bu ayeti, “Bir beldede günah fiiller işlenirse oradan çık.” şeklinde; Atâ b. Yesâr, “İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın.” şeklinde; Mücahid b. Cebr ise, “Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin.” şeklinde yorumlamıştır.
• Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” ifadesi, “Bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin” manasındadır.
5. Kurtuluşa Erenler
Manevi kurtuluşa eren kimselerin vasıfları şu şekilde sıralanmıştır:
• Müslüman
• Muhsin (İyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden)
• Salih ameller işleyen
1. Özet, Sonuç ve Not Bilgi
Özet
Kur’an-ı Kerim’in, insanların inançlarını, sözlerini ve fiillerini tasvir etmek için kullandığı temel kavramları iki ana başlık altında tasnif etmektedir: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”. “İman ve itaat” eksenindeki olumlu davranışlar birinci grupta; “inkâr ve isyan” eksenindeki olumsuz davranışlar ise ikinci grupta toplanmıştır. Metin, bu kavramların Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiğini, bazen birbirlerinin muhtevasını ihtiva ettiğini ve birbiriyle girift bir hâlde olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca, “kul” (abd) kavramının cihan şümul (evrensel) manası ve Allah’ın kullarına karşı olan lütufkâr, adil ve şefkatli tavrı ayet-i kerimelerle delillendirilmiştir.
Sonuç
Kur’an-ı Kerim’deki bütün olumlu ahlâkî vasıfların en şümullüsü (en kapsamlısı) ve “odak kelimesi” **”Takva”**dır. Takva’nın tam zıddı ise, olumsuz vasıfların en şümullüsü olan “Zulüm” kavramıdır. Metin, Kur’an’ın bu iki zıt kutup (Takva ve Zulüm) üzerinden bir mümin ve kâfir portresi çizdiğini; müminin vasıflarını, Allah’ın kullarına (mümin veya kâfir ayırt etmeksizin) karşı olan tavrını ve “din” kavramının tarihçesini ayetlerle isbat etmektedir.
************
Kur’an-ı Kerim’deki temel kavramlar, insanların inançlarını, sözlerini, fiillerini ve davranışlarını tasvir etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramlar, temelde iki ana başlık altında toplanmıştır: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”.
Metinlerde, bazen bir kavramın diğerinin yerine kullanılabildiği veya bir davranışın farklı yerlerde başka kavramlarla anlatılabildiği belirtilmekte, bu durumun Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiği vurgulanmaktadır.
**************
KUR’AN-I KERİM’İN ÖVDÜĞÜ KÂMİL İNSAN PORTRESİ: TAKVA EKSENİNDE MÜSPET KAVRAMLARIN BÜTÜNLÜĞÜ
Kur’an-ı Kerim, sadece bir inanç manzumesi değil, aynı zamanda kâmil bir insan ve faziletli bir cemiyet inşa etmeyi hedefleyen cihan şümul bir hidayet rehberidir. Bu hedef doğrultusunda, insanın inanç, söz, fiil ve davranışlarını tasvir ederken, onları iki ana başlık altında toplar: Övülen (Müspet) ve Yerilen (Menfi) kavramlar.
Övme ifade eden kavramlar, “iman ve itaat” zemininde birleşir. Bu müspet sıfatlar kümesinin “en şümullü, en kapsamlı” ve “odak kelime” olanı ise “Takva”dır. Takva sahibi kimseler (الْمُتَّقِينَ – el-Müttakî), Kur’an’ın inşa etmek istediği ideal mü’min şahsiyetinin zirvesini temsil eder.
Diğer bütün müspet kavramlar (el-Mü’minîn, el-Muhsinîn, es-Sâlihîn, es-Sâbirîn, el-Muhlisîn, Ülü’l-elbâb vb.), ya Takva’nın temelleri, ya cüzleri (parçaları), ya tezahürleri (dışa yansımaları) ya da onu koruyan manevi kaleler mesabesindedir.
Bu makalede, bu kavramların “Takva” merkezi etrafında nasıl birbiriyle girift (iç içe) ve ayrılmaz bir bütünlük arz ettiği tahlil edilecektir.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Odak: Takva ve el-Müttakîn)
Tahlilimizin merkezine aldığımız Takva (تَقْوَى) kavramı, lügatte “vikaye” kökünden gelir ve “sakınmak, korunmak, bir şeyi himaye altına almak” manalarına gelir. Istılahta ise, kulun, kendisi ile Allah’ın azabı arasına bir himaye, bir engel koymasıdır. Bu koruma, en temelde Allah’a karşı gelmekten, O’nun emirlerine muhalefet etmekten ve yasaklarını çiğnemekten titizlikle “sakınmak” suretiyle gerçekleşir.
الْمُتَّقِينَ (el-Müttakîn) ise bu Takva fiilini hayata geçiren, onu bir şahsiyet ve hayat tarzı haline getiren “sakınanlar, korunanlar” demektir.
Takva, Kur’an-ı Kerim’in hemen başında (Bakara, 2/2) hidayet rehberi olan kitabın, ancak “Müttakîler” için bir yol gösterici olduğunu beyan etmesiyle, daha en başta “anahtar kavram” olarak belirlenmiştir. Takva, pasif bir korku veya içe kapanıklık değil; Allah’ın rızasını kaybetme endişesiyle (havf) ve O’nun rahmetine sığınma ümidiyle (recâ) hareket eden faal (aktif) bir “iman ve itaat” şuurudur.
2. Takva’nın Boyutları: Diğer Kavramlarla Münasebeti (Bağlantı ve Tahlil)
Bir insanın “Müttakî” olarak vasıflandırılabilmesi, listede zikredilen diğer müspet kavramları da nefsinde toplamasıyla mümkündür. Zira bu sıfatlar, Takva binasının tuğlaları ve sütunlarıdır:
A. İman ve Teslimiyet Boyutu (Temel Sütunlar):
Takva’nın varlık sebebi imandır. Kalpte başlayan bu süreç, teslimiyetle fiiliyata dökülür:
• الْمُؤْمِنِينَ (el-Mü’minîn) / الْمُؤْمِنَاتِ (el-Mü’minât): Müttakî, her şeyden evvel “iman eden” kişidir. İman, Takva’nın zeminidir.
• الْمُسْلِمِينَ (el-Müslimîn) / الْمُسْلِمَاتِ (el-Müslimât): Bu imanın gereği olarak Allah’a “teslim olan” kişidir. Takva, bu teslimiyetin şuur halidir.
• الْمُوقِنِينَ (el-Mûkınîn): İmanı, taklitten tahkike (araştırmaya) geçmiş, “kesin olarak, şeksiz ve şüphesiz” inanan (Yakîn sahibi) kişidir. Takva’yı besleyen ve güçlendiren, işte bu yakîn mertebesidir.
• الْمُهْتَدِينَ (el-Mühtedîn): Allah’ın hidayetine “eren” ve bu hidayet üzere kalmayı dileyendir. Zira Kur’an, Müttakîlere hidayet vaat eder (Bakara
2/2).
B. Fiilî ve Ahlâkî Boyut (Amel-i Salih):
Takva, sadece kalbî bir sakınma değil, aynı zamanda fiilî bir güzelliktir:
• الْمُحْسِنِينَ (el-Muhsinîn): Müttakî, “İhsan” mertebesindedir. Yaptığı işi en güzel (sağlam) yapan, ibadetini Allah’ı görüyormuş gibi (ihsan) eda edendir. Takva, İhsan’ın bir alt mertebesi, İhsan ise Takva’nın zirvesidir.
• الصَّالِحِينَ (es-Sâlihîn) / الْمُصْلِحِينَ (el-Muslihîn): Takva sahibi, “salih amel işleyen” ve sadece kendi salih olmakla kalmayıp, yeryüzünde “ıslah eden, düzelten” (Muslih) bir şahsiyettir. O, tahrib edici (bozguncu) değil, tamir edicidir.
• الصَّابِرِينَ (es-Sâbirîn): Takva’yı muhafaza etmek ancak “sabr” ile mümkündür. Müttakî; ibadete devamda, günahtan kaçınmada ve gelen musibetlere karşı sabredendir.
• الصَّادِقِينَ (es-Sâdikîn): Müttakî; “özünde, sözünde ve işinde doğru” (Sadık) olandır. Takva, münafıklığın (ikiyüzlülüğün) zıddıdır; sadakati icap ettirir.
• الْمُتَطَهِّرِينَ (el-Mütetahhirîn): Takva, hem maddi hem de “manevi kirlerden (günahlardan) temizlenenler” demektir. Allah’ın Müttakîleri sevmesi gibi, (Bakara 2/222) “çok temizlenenleri” de sevmesi bu iki kavramın yakınlığına
işarettir.
C. Kalbî ve Ruhî Boyut (İhlas ve Huşû):
Takva’nın merkezi kalptir ve bu kalbin vasıfları şunlardır:
• الْمُخْلِصِينَ (el-Muhlisîn): Müttakî, amelini sadece Allah rızası için yapan “ihlâslı” kişidir. Takva’nın ruhu ve motor gücü ihlastır. Riya (gösteriş) ve şirk, Takva’yı yok eder.
• الْقَانِتِينَ (el-Kânitîn) / الْخَاشِعِينَ (el-Hâşi’în): Allah’a “gönülden boyun eğen” (Kânitîn) ve O’na karşı “derinden saygı (huşû) duyan” (Hâşi’în) kişidir. Bu kalbî durum, Takva’nın dışa vuran halidir.
• الْمُتَوَكِّلِينَ (el-Mütevekkilîn): Müttakî, sebeplere riayet ettikten sonra netice için Allah’a “tevekkül eden” kişidir.
• الشَّاكِرِينَ (eş-Şâkirîn): Aldığı her nimetin Allah’tan geldiğini bilen ve bu nimeti O’nun rızası dairesinde kullanarak “şükreden” kişidir.
D. Rabb ile Münasebet Boyutu (Tövbe ve İbadet):
Müttakî, melek değildir; beşeriyet icabı hata edebilir. Ancak onun farkı şudur:
• التَّوَّابِينَ (et-Tevvâbîn) / الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (el-Müstağfirîne bi’l-eshâr): Günaha düştüğünde ısrar etmez, derhal “çok tövbe eden” (Tevvâbîn) olur. Bilhassa “seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyerek” Takva zırhını onarır.
• الْعَابِدُونَ (el-‘Âbidûn) / السَّائِحُونَ (es-Sâihûn): Takva’sını ibadetle besler. O, “ibadet eden” (Âbidûn) ve Allah yolunda gayret gösteren, oruç tutan (Sâihûn) kimsedir.
• الْأَوَّابِ (el-Evvâb) / الْمُنِيبِ (el-Münîb): Her durumda ve her hatadan sonra “Allah’a çok yönelen” (Evvâb, Münîb) kişidir.
E. İrfan ve Basiret Boyutu (Akıl ve Nazar):
Takva, körü körüne bir sakınma değildir; şuurlu bir idrak gerektirir:
• أُولُوا الْأَلْبَابِ (Ülü’l-elbâb): Müttakî, “akıl sahibi” (öz akıl) kişidir. Kâinattaki ayetleri okur, tefekkür eder ve aklını kullanarak Rabbini bulur.
• أُولِي الْأَبْصَارِ (Üli’l-ebsâr): Olaylara sadece (göz) ile değil, “basiret” (kalp gözü) ile bakar (nazar). Takva, basireti açar; kişiye Hak ile batılı ayırma kabiliyeti (Furkan) verir.
3. Ayet-i Kerime’deki Yeri ve Temsil (Külli Portre)
Kur’an-ı Kerim, bu sıfatların birbiriyle olan ayrılmaz bütünlüğünü, bazı ayetlerde onları bir arada zikrederek gösterir. Bu ayetler, kâmil mü’minin portresini çizer:
• Âl-i İmrân Suresi (3/17): Cennetin vaat edildiği Müttakîleri şöyle tasvir eder:
“Bunlar, sabredenler (الصَّابِرِينَ), doğru olanlar (الصَّادِقِينَ), gönülden boyun eğenler (الْقَانِتِينَ), infak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir (الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ).”
• Tevbe Suresi (9/112): Allah’a canlarını ve mallarını satan mü’minlerin vasıfları:
“Tövbe edenler (التَّائِبُونَ), ibadet edenler (الْعَابِدُونَ), hamdedenler, (Allah yolunda) seyahat edenler (السَّائِحُونَ), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!”
• Ahzâb Suresi (33/35): Bu külli portrenin en şümullü tasvirlerinden biri bu ayettedir. Allah (c.c.) mağfiret ve büyük ödül vaat ettiği kimseleri (erkek ve kadın olarak) şöyle sıralar:
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar (الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ), mü’min erkekler ve mü’min kadınlar (وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ), itaatkâr erkekler ve itaatkâr kadınlar (وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ), doğru erkekler ve doğru kadınlar (وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ), sabreden erkekler ve sabreden kadınlar (وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ), Allah’a derinden saygı duyan erkekler ve Allah’a derinden saygı duyan kadınlar (وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ), sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, “Mü’min” olan aynı zamanda “Sâdık”, “Sâbir”, “Kânit” ve “Hâşî” olmalıdır. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.
4. Hikmet Boyutu ve Kıssa (Nümun-u İmtisal)
Bu kavramların tamamının gayesi, insanı “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) mertebesine çıkarmak, onu hem dünyada hem de ahirette “kurtuluşa erenlerden” (الْمُفْلِحُونَ – el-Müflihûn) kılmak ve nihayetinde Allah’ın rızasına (Rıdvanullah) mazhar etmektir.
En Mükemmel Temsil (Nümun-u İmtisal):
Bu sıfatların tamamının zirvede toplandığı şahsiyet, hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v). O, insanların en Müttakîsi, en Muhsini, en Sâbiri, en Sâdıkı (el-Emîn), en Âbidi ve en Hâşî’si idi.
Onun terbiyesinde yetişen Ashab-ı Kiram da bu sıfatların canlı birer temsilcisi olmuşlardır. Hz. Ebubekir (r.a.) “es-Sâdıkîn” vasfının zirvesi olmuş; Hz. Ömer (r.a.) “el-Muslihîn” (ıslah edici) ve adil vasfıyla temayüz etmiş; Hz. Osman (r.a.) hayâsı ile “el-Mütetahhirîn” (nezaket ve temizlik) vasfına ayna olmuş; Hz. Ali (r.a.) ise ilmi, basireti ve yakîn imanı ile “el-Mûkınîn” ve “Ülü’l-elbâb” sıfatlarının bir numunesi olmuştur.
Risale-i Nur’dan İktibas:
Bu kavramların birbiriyle olan girift münasebeti, Risale-i Nur Külliyatı’nda da veciz bir şekilde ifade edilir. Takva’nın, İhlas’ın ve Salih Amel’in ayrılmazlığı özetle şöyle vurgulanır:
“Nasıl ki ihlâs (الْمُخْلِصِينَ), amel-i sâlihin (الصَّالِحِينَ) ruhudur; öyle de takvâ (الْمُتَّقِينَ) dahi, onun esasıdır.”
İhlas olmadan amelin, Takva (sakınma temeli) olmadan da İhlas ve amelin kâmil manada var olamayacağını gösterir.
5. Günümüzdeki Yeri ve Hayata Yansıması
İnsanın ve dünyanın büyük bir ahlâkî ve manevi tahribat yaşadığı asrımızda, Kur’an’ın övdüğü bu kavramlara olan ihtiyaç her zamankinden fazladır.
• Güvenin sarsıldığı dünyamızda “es-Sâdikîn” (dürüstler) ve “el-Muhsinîn” (işini sağlam yapanlar) birer kurtarıcıdır.
• Nefsanî arzuların taştığı bir zamanda “el-Mütetahhirîn” (maddi-manevi temizlenenler) ve “el-Hâşi’în” (Allah’tan haya edenler) birer kaledir.
• Ümitsizliğin ve aceleciliğin hâkim olduğu bir devirde “es-Sâbirîn” (sabredenler) ve “el-Mütevekkilîn” (tevekkül edenler) birer denge unsurudur.
• Fikri karmaşanın ve sathi (yüzeysel) bakışın yaygınlaştığı bir çağda “Ülü’l-elbâb” (derin akıl sahipleri) ve “Üli’l-ebsâr” (basiret sahipleri) birer hidayet ışığıdır.
Bu sıfatlar, günümüz insanının parçalanmış kimliğine karşı, Allah’a (c.c.) dayanan “bütüncül” bir İslâm şahsiyeti (الْمُسْلِمِينَ) teklif etmektedir.
6. Hülasa (Kâmil Mü’minin Portresi ve Nihai Mertebeler)
Tahlilimiz neticesinde görülmektedir ki, Kur’an-ı Kerim’in övdüğü kavramlar birbirinden bağımsız, izole edilmiş faziletler değildir. Bu kavramlar, “Takva” ana ekseninde birleşen, birbirini tamamlayan, biri olmadan diğerinin nakıs (eksik) kalacağı bir bütündür.
İman (el-Mü’minîn) olmadan Takva olmaz; Takva olmadan İhsan (el-Muhsinîn) kemâle ermez. Tövbe (et-Tevvâbîn) olmadan Takva muhafaza edilmez. Akıl (Ülü’l-elbâb) kullanılmadan Takva’nın hakikati idrak edilmez.
Bu sıfatların tamamını nefsinde toplamayı başaran “kâmil insanların” ulaştığı nihai mertebeleri ve unvanları ifade eder:
• الْأَبْرَار (el-Ebrâr): İyiliğin ve itaatin zirvesine çıkmış “iyiler”.
• أَوْلِيَاءُ اللَّهِ (Evliyâullah): Takva’ları sayesinde “Allah dostu” olma şerefine erenler.
• الْمُقَرَّبُونَ (el-Mukarrebûn): Yaptıkları salih ameller ve ihsan mertebeleriyle “Allah’a en yakın olanlar”.
• حِزْبَ اللَّهِ (Hizbullah): Hayatlarını tamamen Allah’ın davasına adayan, O’nun safında yer alan “Allah taraftarları”.
Netice olarak; Kur’an’ın övdüğü kâmil insan modeli; imanı yakîn (el-Mûkınîn), ameli ihsan (el-Muhsinîn), ahlâkı sıdk (es-Sâdikîn), kalbi huşû (el-Hâşi’în) ve aklı basiret (Üli’l-ebsâr) üzere olan, tüm bu vasıfları “Takva” şuuruyla yaşayan “Müttakî” bir kul olmaktır.
************
KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI: YERME İFADE EDEN KAVRAMLAR
Giriş
Kur’an-ı Kerim, insanlığa bir hidayet rehberi olarak indirilmiştir. Bu rehberlik vazifesi icabı, sadece “müspet” ve “makbul” olanı (iman, itaat, fazilet) değil, aynı zamanda “menfi” ve “merdud” olanı (inkâr, isyan, zulüm) da açıkça tasvir eder. İnsan tabiatının hem iyiliğe hem de kötülüğe olan meyli, Kur’an’da bu zıt kavramlar üzerinden beyan edilir.
İman ve itaat hâlleri nasıl çeşitli kavramlarla (Mü’min, Muttaki, Sâlih, Muhsin vb.) övülmüşse, inkâr ve isyan hâlleri de o kadar çeşitli kavramlarla yerilmiştir. Bu “yerme ifade eden kavramlar”, insanların sakınması gereken, yapılması istenmeyen ve akıbeti ceza olarak bildirilen olumsuz inançları, sözleri, fiilleri ve davranışları ifade eder.
Bu kavramların Kur’an’da sıkça zikredilmesinin hikmeti, insanları bu tehlikeli sıfatlardan haberdar etmek, nefsin ve şeytanın tuzaklarına karşı uyarmak ve bu fiillerin hem dünyevî hem de uhrevî neticelerini gözler önüne sermektir.
Manalarına ve Kur’an’daki kullanımlarına göre tasnif ederek (gruplayarak) izah etmek, bütünlüğü görmek açısından bakacak olursak:
1. Grup: İnkâr, Şirk ve Nankörlük
(الْكَافِرُونَ ,الْمُشْرِكِينَ ,الْمُشْرِكَاتِ ,الْكَفُورُ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Kâfirûn (Kâfirler): Lügatte “örten” manasındadır. Istılahta, Allah’ın varlığını, birliğini, peygamberlerini veya ahiret gibi temel iman hakikatlerini bilerek inkâr eden, üzerini örten kimselerdir.
• el-Müşrikîn / el-Müşrikât (Müşrik Erkekler / Kadınlar): Allah’ın zatında, sıfatlarında veya fiillerinde O’na ortak (şerik) koşanlardır. En büyük zulüm olarak nitelenen “şirk” fiilini işleyenlerdir.
• el-Kefûr (Çok Nankör): Küfür kelimesi aynı zamanda nimeti inkâr, yani nankörlük manasına da gelir. el-Kefûr, Allah’ın sayısız nimetlerine karşı şiddetli bir nankörlük içinde olan kimsedir.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Kâfirûn: “Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/254)
• el-Müşrikîn/Müşrikât: “Bunun sonucu olarak Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Ahzab, 33/73)
• el-Kefûr (ve el-Esîm): “Allah, faizi tüketir (faizle elde edilen malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah, hiçbir günahkâr nankörü (Kefûr, Esîm) sevmez.” (Bakara, 2/276)
2. Grup: Zulüm ve Günah
(الظَّالِمُونَ ,الظَّلُوم ,الْأَثِيمِ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• ez-Zâlimûn (Zalimler): Zulüm, bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, haksızlık etmektir. Kur’an’da en büyük zulüm şirk (Allah’a karşı haksızlık), insanın kendi nefsine (isyan ederek) veya başka mahlukata (haksızlık ederek) yaptığı zulüm olarak geçer.
• ez-Zalûm (Çok Zulmeden): İnsanın, kendisine yüklenen “emaneti” (akıl, irade, hilafet) taşıma mesuliyetindeki zafiyetini ve nefsine zulmetme temayülünün şiddetini ifade eder.
• el-Esîm (Çok Günahkâr): “İsm” (günah) kökündendir. Günah işlemeyi âdet hâline getiren, günahta ısrarcı olan kimse.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• ez-Zalûm: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Kuşkusuz o çok zalim (Zalûm), çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
• ez-Zâlimûn: (Bakara 2/254. ayette kâfirlerin aynı zamanda zalim olduğu belirtilmiştir.)
3. Grup: Nifak ve İkiyüzlülük
(الْمُنَافِقِينَ ,الْمُنَافِقَاتِ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Münâfikîn / el-Münâfikât (Münafık Erkekler / Kadınlar): Kalbiyle inkâr ettiği hâlde, diliyle “iman ettim” diyen, ikiyüzlü kimselerdir. Müslüman toplumunun içinde yaşayıp, zahiren onlardan görünürken, batınen küfür üzere olanlardır. Kur’an, bunların cehennemin en alt tabakasında (Derk-i Esfel) olacaklarını bildirir.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• (Ahzab 33/73. ayette Müşriklerle beraber zikredilmişlerdir.)
• Ayrıca Bakara Suresi’nin başı (8-16. ayetler) ve Münafikûn Suresi tamamen bu zümrenin hâllerini tasvir eder.
4. Grup: Dalalet ve Saptırma
(الضَّالُّونَ ,الْمُضِلِّينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• ed-Dâllûn (Sapanlar): Haktan, doğru yoldan (Sırat-ı Müstakim’den) bilerek veya bilmeyerek ayrılanlar, yolunu kaybedenlerdir. Fatiha Suresi’nde “Mağdûb” (gazaba uğrayanlar) zümresinden ayrı olarak zikredilirler.
• el-Mudillîn (Saptıranlar): Sadece kendisi sapmakla kalmayıp, başkalarını da (vesvese, propaganda, yanlış rehberlik ile) haktan saptıranlar, dalalete sürükleyenlerdir. Bu sıfatın başında İblis gelir.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• ed-Dâllûn: “İman ettikten sonra kâfirliğe sapan, sonra da kâfirlikte ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların (Dâllûn) ta kendileridir.” (Âl-i İmrân, 3/90)
• el-Mudillîn: “Ben onları (İblis ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları (Mudillîn) yardımcı edinecek değilim.” (Kehf, 18/51)
5. Grup: Yalan, İftira ve Tekzib
(كَاذِبُونَ ,الْمُكَذِّبِينَ ,الْمُفْتَرِينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• Kâzibûn (Yalancılar): Hakikatin zıddını söyleyenler. Özellikle iman iddiasında yalancı olan münafıklar veya Allah adına konuşup yalan söyleyenler için kullanılır.
• el-Mükezzibîn (Yalanlayanlar): “Tekzib” fiilinden gelir. Kendilerine gelen hakikati (ayetleri, peygamberleri, ahireti) yalanlayanlar, onların doğruluğunu kabul etmeyenlerdir.
• el-Müfterîn (İftira Edenler): “İftira”, yalanın en çirkin şeklidir. Olmayan bir şeyi uydurmak, özellikle Allah’a (“Allah’ın çocuğu var” demek gibi) veya peygamberlere, masum insanlara iftira atmaktır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• Kâzibûn: “Keşke (dünyaya bir daha) döndürülseydik de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık’ derlerken onları bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahları) onlara göründü. Eğer (dünyaya) döndürülselerdi, elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine dönerlerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar (Kâzibûn).” (En’âm, 6/27-28)
• el-Mükezzibîn: “Sonra siz ey haktan sapan yalanlayıcılar! (Dâllûn, Mükezzibîn) Mutlaka bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz.” (Vâkıa, 56/51-52)
• el-Müfterîn: “Şüphesiz buzağıyı ilah edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında da bir zillet erişecektir. İşte biz iftiracıları (Müfterîn) böyle cezalandırırız.” (A’râf, 7/152)
6. Grup: Kibir ve Alay
(الْمُسْتَكْبِرِينَ ,الْمُتَكَبِّرِينَ ,السَّاخِرِينَ ,الْمُسْتَهْزِئُونَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Müstekbirîn / el-Mütekebbirîn (Büyüklenenler, Kibirliler): “Kibir”, hakkı reddetmek ve insanları hor görmektir. İblis’in Hz. Âdem’e (as) secde etmemesinin temel sebebi kibirdir. Bu sıfata sahip olanlar, Allah’a kulluğu kendilerine yediremeyen, hakikati enaniyetlerine kurban edenlerdir.
• es-Sâhirîn (Alay Edenler): (سخر kökünden gelir, sihirbaz manasındaki ساحر ile karıştırılmamalıdır). Dinin mukaddes değerleriyle, ayetlerle veya peygamberin tebliğiyle alay edenlerdir.
• el-Müstehziûn (Alay Edenler): Bu da “alay etme” fiilidir ancak Kur’an’daki kullanımında genellikle bizzat iman eden “müminlerle” alay etme, onları küçük görme manasında kullanılır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Müstekbirîn: “Hiç şüphesiz Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları (Müstekbirîn) asla sevmez.” (Nahl, 16/23)
• el-Mütekebbirîn: “Allah’a karşı yalan söyleyenlerin, kıyamet günü yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler (Mütekebbirîn) için cehennemde yer mi yok?” (Zümer, 39/60)
• es-Sâhirîn: “Kişinin, ‘Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim (Sâhirîn)’ diyeceği günden sakının.” (Zümer, 39/56)
• el-Müstehziûn: “Mü’minlerle karşılaştıkları zaman, ‘İman ettik’ derler. Şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise, ‘Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay edicileriz (Müstehziûn)’ derler.” (Bakara, 2/14)
7. Grup: Şüphe, İ’raz ve Batıla Dalma
(الْمُمْتَرِينَ ,الْخَائِضِينَ ,مُعْرِضُونَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Mümterîn (Şüphe Edenler): “Mirye” kökünden gelir; hakikat apaçık ortada olduğu hâlde kalbine şüphe düşenler veya şüphede ısrar edenler, yakîn (kesin bilgi) hâline geçemeyenlerdir.
• el-Hâidîn (Batıla Dalanlar): Lüzumsuz, boş, manasız ve bâtıl işlere, lafızlara dalanlar. Özellikle ahireti unutup, dünyanın malayani (boş) işlerine kendilerini kaptıranları tasvir eder.
• Mu’ridûn (Yüz Çevirenler): “İ’raz” fiilinden gelir. Kendilerine sunulan hakikatten (Kur’an’dan, ayetlerden, tebliğden) kibirle veya gafletle yüz çevirenlerdir.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• el-Mümterîn: “(De ki:) ‘Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitab’ı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indirmiştir.’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, onun Rabbin tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde, sakın şüphe edenlerden (Mümterîn) olma.” (En’âm, 6/114)
• el-Hâidîn: “(Cehennemlikler der ki:) ‘Biz de (bâtıla) dalanlarla (Hâidîn) birlikte dalıyorduk’.” (Müddessir, 74/45)
• Mu’ridûn: “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirmektedirler (Mu’ridûn).” (Enbiyâ, 21/32)
8. Grup: Fısk ve Fesat
(الْفَاسِقُونَ ,الْمُفْسِدِينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Fâsikûn (Fâsıklar): “Fısk”, lügatte “kabuğundan çıkmak” demektir. Istılahta, Allah’a itaatin sınırlarından, şeriatın çizdiği hudutlardan dışarı çıkanlardır. Bu, bazen büyük günah işleyerek (fâsık-ı mücrim), bazen de küfre girerek (fâsık-ı kâfir) olur.
• el-Müfsidîn (Bozguncular, Fesat Çıkaranlar): “Fesat”, ıslahın zıddıdır. Yeryüzünde kurulu olan nizamı (ahlakî, sosyal veya ekolojik nizamı) bozanlar, fitne ve anarşi çıkaranlardır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Fâsikûn: “Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bakara, 2/99)
• el-Müfsidîn: “İçlerinden öylesi var ki, ona (Kur’an’a) inanır; yine içlerinden öylesi de var ki, ona inanmaz. Rabbin bozguncuları (Müfsidîn) daha iyi bilendir.” (Yûnus, 10/40)
Kavramların Temsil Ettiği Hikmetler
Kur’an-ı Kerim’in bu menfi kavramları bu kadar tafsilatlı zikretmesinin pek çok hikmeti vardır:
• Teşhis ve Tedavi: Bunlar, insan kalbini ve aklını tahrip eden manevi hastalıkların (kibir, nifak, zulüm, cehalet) teşhisidir. Kur’an, bu hastalıkları teşhis eder ve iman, ilim, tövbe ve salih amel ile tedavisini gösterir.
• Hüccetin İkamesi: İnsanların, “bilmiyorduk” dememeleri için cehalete, “görmedik” dememeleri için gaflete, “mecburduk” dememeleri için zulme ve “anlamadık” dememeleri için dalalete giden yolların tamamı kapatılmıştır.
• Hakkın Tecellisi: Hak, ancak zıddıyla (batıl) mukayese edildiğinde tam olarak ortaya çıkar. Kur’an, “Mü’minûn”un vasıflarını anlatırken, onun zıddı olan “Kâfirûn”, “Münâfikûn” ve “Fâsikûn”un da sıfatlarını anlatır ki, aradaki fark netleşsin.
Günümüzdeki Yansımaları (Tezahürleri)
Bu kavramlar, sadece tarihte kalmış zümreleri değil, her asırda bulunabilen insan tiplerini ve menfi sıfatları tasvir eder.
• Kibir (Müstekbirîn): Günümüzde materyalist veya pozitivist düşüncenin, ilahî hakikatleri “bilim dışı” diyerek reddetmesinin temelinde, modern bir enaniyet ve kibir yatmaktadır.
• Fesat (Müfsidîn): Sadece fiziki bozgunculuk değil, ahlakî değerleri ifsad eden, aileyi hedef alan, yalan haberle (iftira) toplumun nizamını bozan her türlü faaliyet bu kapsama girer.
• Batıla Dalma (Hâidîn): Ahiret mesuliyetini unutup, sınırsız bir eğlenceye, gaflete ve dünyanın fani işlerine (malayaniyata) dalmak, modern insanın en büyük imtihanlarından biridir.
• Nifak (Münâfikîn): Menfaat icabı farklı kimliklere bürünmek, sözü ile fiilinin zıt olması, modern hayattaki “çıkarcı” ve “ikiyüzlü” davranış modellerinin Kur’an’daki karşılığıdır.
Risale-i Nur Perspektifinden
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda bu yerme ifade eden kavramların (küfür, şirk, dalalet, fısk) menşeini (kaynağını) derinlemesine tahlil eder.
Ona göre, bu menfi sıfatların modern asırdaki en büyük dayanakları “tabiat” (Doğa) fikri, “tesadüf” ve “enaniyet”tir (egoizm).
• Enaniyet: İnsanın “ene” (ben) duygusunu Firavun gibi görüp, kendini malik (sahip) sanması, kibri (Mütekebbirîn) ve zulmü (Zâlimûn) netice verir.
• Dalalet (Dâllûn): Küfür ve inkâr, kâinatı manasız, abes (boş) ve tesadüflerin oyuncağı olarak gören bir “adem-i kabul” (yok sayma) hâlidir. Bu bakış, kâinatın her zerresindeki ilahî sanatı ve hikmeti “tekzib” (Mükezzibîn) etmektir.
• Mücadele Yolu: Risale-i Nur, bu menfi akımlara ve sıfatlara karşı “iman-ı tahkikî” (araştırmaya dayalı iman) ile mukabele eder. Cebir ve şiddetle değil, “ikna” ve “isbat” yoluyla, yani “müsbet hareket” ile mücadeleyi esas alır. Küfrün ve dalaletin temellerini (tabiat, tesadüf) aklen çürütür ve tevhidin hakikatlerini (Vahdaniyet, Nübüvvet, Haşir) güneş gibi isbat ederek o batıla dalanların (Hâidîn) ve şüphe edenlerin (Mümterîn) kalplerini tedavi etmeyi hedefler.
Hülasa (Netice)
Kur’an-ı Kerim, “yerme ifade eden kavramlar” ile insanlığın manevi hastalıklarının bir haritasını çıkarmıştır. ez-Zâlimûn’dan el-Müfsidîn’e, el-Kâfirûn’dan el-Münâfikîn’e kadar tüm bu sıfatlar, insanın “emaneti” yüklenmesindeki zafiyetinden ve “ene”sini yanlış kullanmasından kaynaklanan sapmalardır.
Bu kavramları bilmek, mümin için bir “farkındalık” oluşturur; kendi nefsinde bu sıfatlardan eser olup olmadığını tenkit etme (nefis muhasebesi yapma) imkânı verir. Nihai gaye, bu yerilen sıfatlardan arınarak, Kur’an’ın övdüğü “Mü’min”, “Muttaki” ve “Muhsin” kullar zümresine dâhil olabilmektir.
**************
Olumsuz Yönleri İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, insanların beğenilmeyen, yerilen ve kötü olan yönlerini ifade etmektedir. Allah, insanların bu şekilde hareket etmemelerini istemekte ve bu davranışları sergileyenleri yermekte ve cezalandıracağını bildirmektedir. Bu davranışların özeti “inkâr ve isyan” olarak belirtilmiştir.
Bu olumsuz kavramlar birbiriyle anlam ilişkisi içindedir ve bir kavramın muhtevası, bir başkasının anlamını da ihtiva edebilmektedir.
En Kapsamlı Olumsuz Kavram: Zulüm
Kaynakta, insanların “olumsuz yönlerini” anlatan kavramların en şümullüsü (en kapsamlısı) olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılmaktadır. “Zulüm” kavramının, diğer olumsuz kavramların ifade ettiği anlamların tamamını genel olarak ifade ettiği ve Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biri olduğu belirtilmektedir.
Olumsuz Kavramlara Misaller:
Metinlerde bu olumsuz vasıflara sahip kimseler için kullanılan pek çok tabir listelenmiştir. Bazıları şunlardır:
• الذينَ يُكَذِّبُونَ بيوم الدين: Hesap ve ceza gününü yani ahireti yalanlayan kimseler.
• الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ: Günah işleyen kimseler.
• الذينَ يَبْخَلُونَ…: Cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimseler.
• المجرمين: Kâfirler, suçlular, günah işleyenler.
• الْمُسْرِفين: İsraf edenler, aşırı gidenler.
• الْخَاسِرُونَ: İmansızlık, ibadetsizlik ve isyan sebebiyle ziyana uğrayanlar.
• الْمُطَفِّفِينَ: Ölçü ve tartıda hile yapanlar.
• مُذَبْذَبِينَ: İman ile inkâr arasında bocalayıp duranlar.
• مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ: İslam’a uygun olmayan arzu ve isteklerini ilah edinen kimse.
• سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ: Yalana çok kulak verenler.
• أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ: Haram yiyenler.
• الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ: Allah ve Peygamberi’ne düşmanlık eden kimseler.
************
Giriş: En Şümullü (Kapsamlı) Menfî Kavram Olarak “Zulüm”
Kur’an-ı Kerim’de menfî davranışların zirvesini ve en geniş muhtevalı olanını “zulüm” kavramı ifade eder.
Zulüm (الظلم): Lügatte “bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, eksik veya fazla yapmak” demektir. Kur’anî ıstılahta ise zulüm üç ana kategoride mütalaa edilir:
• İnsanın Allah’a Karşı Zulmü: Bu, zulmün en büyüğüdür (zulm-i azîm) ve temeli Şirk’tir. Allah’a ait olan rubûbiyet (terbiye edicilik), ulûhiyet (ilahlık) ve hâkimiyet vasıflarını başka varlıklara (putlara, hevâya, tâğutlara) vermek, en büyük adaletsizlik ve haddi aşmadır.
• Misal : Lokmân Sûresi, 13. Ayet: “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'”
• İnsanın Diğer İnsanlara Karşı Zulmü: Kul hakkını ihlal eden her türlü fiildir. Haksız yere cana kıymak, malı gasp etmek, gıybet, iftira, ölçüde hile yapmak bu zulmün şubeleridir.
• İnsanın Kendi Nefsine (Ene’sine) Karşı Zulmü: Kişinin iman ve salih amelden yüz çevirerek kendi nefsini ebedî azaba ve hüsrana dûçar etmesidir. Her günah, aynı zamanda kişinin kendi nefsine karşı işlediği bir zulümdür.
Diğer menfî kavramlar, bu üç zulüm dairesinden birinin veya birkaçının içine dâhil olan fiillerdir.
1. الذِينَ يُكَذِّBُونَ بيوم الدين (Hesap Gününü Yalanlayanlar)
• İzahı: “Tekzîb” (yalanlama), hakikati bildiği halde onu inkâr etmektir. “Yevm-i Dîn” (Din Günü), insanların amellerinin karşılığını tam olarak görecekleri âhiret ve hesap günüdür. Bu kimseler, ilâhî adaletin tecelli edeceği, cennet ve cehennemin varlığını inkâr edenlerdir. Bu inkâr, onların dünyadaki fiillerinden mesuliyet hissetmemelerine ve her türlü cürmü işlemelerine sebep olur.
• Zulüm ile İrtibatı: Âhireti yalanlamak, Allah’ın vaadini, tehdidini ve mutlak adaletini (Adl) inkâr etmektir. Bu, hem Allah’ın hakikatine karşı bir zulüm, hem de bu inkârla işlenen günahlar sebebiyle nefse (ene’ye) karşı bir zulümdür.
• Misal :- Mutaffifîn, 83:10-12): “Vay haline o gün, yalanlayanların! Onlar ki hesap ve ceza gününü yalanlarlar. Onu, her günahkâr nankörden başkası yalanlamaz.”
2. الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ (Kötülük İşleyenler)
• İzahı: “Seyyiat” (سيئات), “hasenat”ın (iyiliklerin) zıddıdır. Allah’ın emirlerine aykırı, fıtrata zıt, neticesi kötü olan her türlü fiil, düşünce ve ameli ihtiva eder. Bu tabir, küfürden küçük günahlara kadar geniş bir yelpazedeki kötülükleri kapsar.
• Zulüm ile İrtibatı: İşlenen her “seyyie” (kötülük), Allah’ın koyduğu bir sınırı (hududullah) aşmaktır. Sınırı aşan kimse ise zalimdir. Dolayısıyla bu fiil, doğrudan doğruya nefse karşı bir zulümdür.
• Misal : ( Câsiye, 45:21): “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”3. الذينَ يَبْخَلُونَ… (Cimrilik Edenler)
• İzahı: “Buhl” (cimrilik), Allah’ın verdiği nimeti, bilhassa malı, O’nun emrettiği yerlere (infak, zekât, sadaka) sarf etmekten imtina etmek, malı yığmaktır. Metninizdeki tanım (Nisâ, 37’ye atfen), bu kimselerin sadece cimrilik yapmakla kalmayıp, başkalarını da buna teşvik ettiklerini ve Allah’ın nimetini gizlediklerini (nankörlük ettiklerini) belirtir.
• Zulüm ile İrtibatı: Malın hakiki sahibi Allah’tır. Cimrilik, malda hakkı bulunan fukaranın ve muhtaçların hakkını gasp etmektir. Bu, doğrudan “insanlara karşı zulüm” kategorisine girer. Aynı zamanda nimeti gizlemek, nimeti verene (Mün’im-i Hakiki’ye) karşı bir nankörlük ve zulümdür.
• Misal (- Nisâ, 4:37): “Onlar, cimrilik edip insanlara da cimriliği emreden, Allah’ın lütfundan kendilerine verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.”
4. المجرمين (Mücrimler – Suçlular, Günahkârlar)
• İzahı: “Cürüm” (suç), koparmak, kesmek manasından gelir. “Mücrim,” Allah ile olan ahdini, fıtrat bağını ve toplumsal nizamı bozan, büyük günahları (inkâr, şirk, isyan) işleyerek suçlu duruma düşen kimsedir. Kur’an’da genellikle kâfirler ve Allah’a isyanı âdet edinenler için kullanılır.
• Zulüm ile İrtibatı: Mücrimlik, adaletin zıddı olan suçu ve isyanı temsil eder. Her mücrim, işlediği cürüm nispetinde zalimdir.
• Misal ( Secde, 32:12): “O günahkârların (mücrimlerin), Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, ‘Rabbimiz! Gördük, duyduk. Artık bizi (dünyaya) döndür de salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inandık’ diyecekleri zamanı bir görsen!”
5. الْمُسْرِفين (Müsrifler – İsraf Edenler, Haddi Aşanlar)
• İzahı: “İsraf,” herhangi bir hususta haddi aşmak, itidali kaybetmektir. Bu, sadece malı lüzumsuz yere harcamak değil, aynı zamanda ömrü boşa geçirmek, Allah’ın verdiği kabiliyetleri fena yolda kullanmak ve en önemlisi, inkâr ve şirk ile haddi aşmaktır. (Firavun için “müsrif” tabiri kullanılır).
• Zulüm ile İrtibatı: İsraf, nimetin hakkını vermemektir. Nimeti, yaratılış gayesi dışında kullanmak, nimete ve o nimeti verene karşı bir zulümdür.
• Misal ( – A’râf, 7:31): “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”
6. الْخَاسِرُونَ (Hâsirûn – Ziyana Uğrayanlar)
• İzahı: “Hüsran” (ziyan), sermayeyi kaybetmektir. İnsanın en kıymetli sermayesi ömrü, fıtratı ve iman kabiliyetidir. “Hâsirûn,” bu sermayeyi küfür, şirk ve isyan yolunda harcayarak ebedî hayatını kaybeden, iflas eden kimselerdir.
• Zulüm ile İrtibatı: Bu, “nefse karşı zulmün” en açık neticesidir. Kişinin kendi nefsine yapabileceği en büyük zulüm, onu ebedî bir ziyana (hüsrana) sürüklemektir.
• Misal (Asr, 103:1-3): “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan (hüsran) içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).”
7. الْمُطَفِّفِينَ (Mutaffifîn – Ölçü ve Tartıda Hile Yapanlar)
• İzahı: “Tatfif,” ölçü ve tartıda eksiklik yapmak, alırken tam alıp verirken eksik vermektir. Bu, ticari ve sosyal hayattaki ahlâksızlığın ve haksız kazancın bir sembolüdür.
• Zulüm ile İrtibatı: Bu fiil, doğrudan “insanlara karşı zulüm”dür. Başkasının hakkını hile yoluyla gasp etmek, adaletsizliğin ve zulmün ta kendisidir.
• Misal ( Mutaffifîn, 83:1-3): “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.”
8. مُذَبْذَبِينَ (Müzebzebîn – Bocalayıp Duranlar)
• İzahı: İman ile küfür arasında kalmış, kararsız, istikrarsız kimselerdir. Ne müminlere ne de kâfirlere tam olarak bağlanırlar. Bu, münafıkların en bariz vasfıdır; fıtratları bozulduğu için hak ile batıl arasında bocalayıp dururlar.
• Zulüm ile İrtibatı: İman, fıtratın en temel ihtiyacıdır. Bu hali yaşayan kimse, nefsine iman ve istikamet hakkını vermeyerek ona zulmetmektedir.
• Misal ( Nisâ, 4:143): “Onlar, imanla küfür arasında bocalayıp duranlardır. Ne bunlara (mü’minlere) bağlanırlar, ne de onlara (kâfirlere). Allah, kimi saptırırsa, artık onun için asla bir kurtuluş yolu bulamazsın.”
9. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ (Hevâsını İlah Edinen Kimse)
• İzahı: “Hevâ,” nefsin (ene) meşru olmayan, süflî arzu ve tutkularıdır. Kişinin, Allah’ın emri (vahiy) yerine, kendi nefsanî arzularını hayatının merkezi yapması, onlara kayıtsız şartsız itaat etmesidir. Bu, modern tabirle “nefs-perestlik” olup, şirkin en yaygın ve gizli şekillerinden biridir.
• Zulüm ile İrtibatı: Bu, “Allah’a karşı zulmün” yani şirkin ta kendisidir. İtaat edilmesi gereken yegâne İlah olan Allah’ın yerine, mahlûk olan “hevâ”yı koymak, en büyük zulüm olan şirke girmektir.
• Misal (Câsiye, 45:23): “Kötü arzu ve isteklerini (hevâsını) ilâh edinen, Allah’ın (kendi ilmine göre) saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?”
10. سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ (Yalana Çok Kulak Verenler)
• İzahı: Hakikati duymaya kulaklarını kapatıp, batıla, gıybete, iftiraya, lağva ve her türlü yalana (kizb) rağbet eden, onları dinlemekten zevk alan kimselerdir. Bu vasıf, Kur’an’da genellikle münafıklar ve Ehl-i Kitab’ın hakikatten sapanları için zikredilir.
• Zulüm ile İrtibatı: Hakikat “adalet”tir, yalan ise “zulmün” temelidir. Yalana kulak vermek, hakikate karşı bir zulümdür ve zulmün yayılmasına zemin hazırlamaktır.
• Misal (Mâide, 5:41): “Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘İnandık’ diyen kimselerden (münafıklardan) ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar (yahudiler) durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (Müslüman olmayan) bir topluluk hesabına casusluk ederler. Kelimelerin (Tevrat’ın) yerlerini değiştirirler. ‘Size bu (değiştirilmiş hüküm) verilirse alın, verilmezse sakının’ derler. Allah, kimi saptırmak isterse, artık onun için Allah’a karşı senin hiçbir şey yapma imkânın yoktur. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi dilemediği kimselerdir. Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”
11. أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ (Haram / Rüşvet Yiyenler)
• İzahı: “Suht” (السحت), bereketi gideren, kökünden kazıyan haksız kazanç demektir. Ayetlerin nüzul sebepleri (iniş sebepleri) ve tefsirler, bu tabirin bilhassa “rüşvet” ve “faiz” gibi toplumu ifsad eden haram kazançları ifade ettiğini belirtir.
• Zulüm ile İrtibatı: Rüşvet ve haram kazanç, kul hakkını ve kamu hakkını gasp etmektir. Bu, “insanlara karşı zulmün” en bariz şekillerindendir.
• Misal (Mâide, 5:42): “Onlar, durmadan yalana kulak verenler, haram (suht) yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirsen, sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil olanları sever.”
12. الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ (Allah ve Resûlü’ne Düşmanlık Edenler)
• İzahı: “Muhâdde,” haddi aşmak, cephe almak, düşmanlık beslemek demektir. Bu kimseler, sadece Allah’ın emirlerine isyan etmekle kalmaz, aynı zamanda Allah’ın dinine, şeriatına ve Peygamberinin (s.a.v.) yoluna (sünnetine) karşı aktif bir düşmanlık ve savaş hali içindedirler.
• Zulüm ile İrtibatı: Bu, isyanın ve zulmün zirvesidir. Artık sadece nefse veya insanlara zulüm değil, doğrudan Allah’a ve Resûlü’ne karşı haddi aşma ve düşmanlık etme cüretidir.
• Misal (Mücâdele, 58:22): “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
Netice
Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiği bu menfî kavramların tamamı, “zulüm” ana başlığı altında toplanmaktadır. İster âhireti inkâr (hakikate zulüm), ister cimrilik (mala ve fukaraya zulüm), ister ölçüde hile (insanlara zulüm), ister hevâya tabi olmak (Allah’a karşı şirke varan zulüm), isterse nefsini hüsrana sürüklemek (ene’ye zulüm) olsun, hepsi temelde adaletin zıddı olan “zulüm” dairesi içindedir. Bu kavramlar, insanın ebedî saadetini tehdit eden manevî hastalıkların teşhisidir.
*************
Olumlu Yönleri İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, Kur’an’da övülen ve mükafat (sevap) verileceği bildirilen vasıfları tanımlar.
Olumlu Kavramlara Misaller:
Olumlu vasıflardan bazıları şunlardır:
• صَادِقُ الْوَعْدِ: Vadini yerine getiren, sözünde duran kimse.
• من اهْتَدَى: Doğru yolda olan kimse.
• من تزكى: Küfür ve günahlardan arınan kimse.
• مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ: Allah’a ve Resulü’ne itaat eden.
• الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف: İyiliği emredenler.
• النَّامُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ: Kötülükten men edenler.
• الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ: Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili sınırlarını koruyanlar.
• الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ: Ceza ve hesap günü olan ahireti tasdik eden kimseler.
• الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ: İman edip salih amel işleyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ: Namazlarında derin saygı içinde olan kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ: Mahrem yerlerini, namuslarını koruyan ve zina etmeyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ: Emanetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ: Faydasız ve boş işlerden ve sözlerden yüz çevirenler.
• الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ…: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayan, öfkelerini yenen ve insanları affedenler.
***************
Kur’an’ın temel gayeleri doğrultusunda şu şekilde izah edebiliriz:
1. Temel Esas: İman, Hidayet ve Tasdik
Bütün olumlu vasıfların hareket noktası ve zemini “iman”dır.
• من اهْتَدَى (Doğru yolda olan kimse): Hidayet, bu vasıfların ilk adımıdır. Kişinin, kendi aklî ve kalbî tercihleriyle Allah’ın gösterdiği doğru yolu (Sırat-ı Müstakim’i) seçmesi ve kabul etmesidir.
• الَّذِينَ آمَنُوا (İman edenler): Hidayeti kabul edenler, iman dairesine girenlerdir. Bu, sadece bir dil ikrarı değil, kalbî bir bağlılıktır.
• الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ (Hesap gününü tasdik edenler): İmanın en mühim rükünlerinden biri ahirete, yani hesap ve ceza gününe (Yevm-i Din) şüphesiz inanmaktır. Bu tasdik, kişinin dünyadaki bütün amellerini (fiillerini) bir mesuliyet şuuruyla yapmasını sağlar. Zira amellerinin bir karşılığı olacağına yakînen inanır.
2. İmanın Gereği: İtaat, Tezkiye ve Sınırları Koruma
İman, kişiyi edilgen (pasif) kılmaz; aksine onu faal bir itaate ve arınmaya sevk eder.
• مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ (Allah’a ve Resulü’ne itaat eden): İman ve tasdik, tabii bir netice olarak Allah’ın emirlerine ve bu emirleri tebliğ edip bizzat yaşayan Resulü’nün (s.a.v.) sünnetine uymayı gerektirir.
• الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ (Allah’ın sınırlarını koruyanlar): İtaat, sadece emirleri yapmak değil, aynı zamanda yasaklardan (nehiylerden) kaçınmaktır. “Hududullah” (Allah’ın sınırları), helal ve haram dairesinin çerçevesidir. Mü’min, bu çerçevenin dışına taşmamakla mükelleftir.
• من تزكى (Küfür ve günahlardan arınan kimse): Tezkiye (arınma), bu sürecin hem sebebi hem de neticesidir. Kişi, imanıyla küfürden, itaatiyle de günahlardan arınır. Bu, devamlı bir nefis mücahedesi ve istiğfar halidir.
3. Derûnî Boyut: İbadette Huşu ve Ciddiyet
Mü’minin Rabbi ile olan irtibatı, onun derûnî hayatını şekillendirir.
• الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ (Namazlarında derin saygı içinde olanlar): Kur’an, sadece “namaz kılanları” değil, “namazlarında huşu içinde olanları” medheder. Bu, ibadetin zahirî şeklinden ziyade, kalbî huzur, Allah’ın huzurunda olduğunun idraki ve derin bir saygı hali olan “huşu”nun ehemmiyetini gösterir.
• الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ (Faydasız ve boş işlerden yüz çevirenler): Huşu hali, sadece namaza mahsus değildir; hayatın tamamına sirayet eder. Mü’min, vaktinin ve ömrünün kıymetini bilir. “Lağv” yani malayani, boş, faydasız söz ve işlerden yüz çevirir. Bu, onun hayat ciddiyetini ve ulvî bir gayeye matuf yaşadığını gösterir.
4. Zahirî ve Toplumsal Boyut: Ahlakî Faziletler
İman ve ibadetle elde edilen derûnî olgunluk, kişinin muamelatına (sosyal ilişkilerine) ve ahlakına en güzel şekilde yansır.
• الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ (Namuslarını koruyanlar): Mü’minin en bariz vasfı “iffet”tir. Bu, sadece zinadan kaçınmak değil, aynı zamanda harama bakmamayı, hayâ duygusunu muhafaza etmeyi ve neslin korunmasını ihtiva eden geniş bir ahlakî duruştur.
• صَادِقُ الْوَعْدِ (Vadini yerine getiren): Bu, “Müslüman” kimliğinin en temel alametidir. Söz verdiğinde durmak, ahde vefa göstermek.
• الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ (Emanetlerini ve sözlerini gözetenler): Bu vasıf, صَادِقُ الْوَعْدِ kavramını tamamlar. Mü’min, “emin” kimsedir (el-Emîn). Kendisine tevdi edilen her türlü maddi ve manevi emanete (görev, sır, mal, aile) riayet eder ve verdiği sözlerin (ahid) arkasında durur.
5. Nefis Terbiyesi ve Toplumsal Sorumluluk
Mü’min, sadece kendi nefsini terbiye etmekle kalmaz, aynı zamanda içinde yaşadığı topluma karşı da mesuliyet taşır.
• الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ… (Bollukta ve darlıkta infak edenler…): Bu, Âl-i İmrân Suresi’nde (134. ayet) zikredilen “müttakilerin” vasfıdır. Mal sevgisi olan nefsine galebe çalıp, hem varlıkta (serra) hem de yoklukta (darra) Allah yolunda harcar (infak).
• “…öfkelerini yenen ve insanları affedenler.”: Aynı ayetin devamı, nefis terbiyesinin zirvesini gösterir. Gücü yettiği halde öfkesine (gazabına) hakim olmak (Kazımu’l-Ğayz) ve kendisine kötülük yapanları affetmek, imanın ve ahlakın kemale erdiğinin delilidir.
• الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف (İyiliği emredenler) ve النَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ (Kötülükten men edenler): (Not: Listede النَّامُونَ -uyuyanlar- olarak yazılmış, doğrusu النَّاهُونَ -men edenler- olmalıdır.) Bu, mü’minin toplumsal misyonudur: “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”. Mü’min, iyiliğin (maruf) yayılmasına ve kötülüğün (münker) engellenmesine kayıtsız kalamaz. Bu, toplumsal ıslahın temel dinamiğidir.
Netice: Salih Amel
الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (İman edip salih amel işleyen kimseler) kavramı, aslında diğer bütün maddeleri ihtiva eden bir şemsiye kavramdır.
“Salih Amel”, yukarıda sayılanların tamamıdır: Huşu ile namaz kılmak, iffeti korumak, emanete riayet etmek, boş işten yüz çevirmek, infak etmek, affetmek ve iyiliği yayıp kötülüğe mani olmak… Bütün bunlar “salih amel” dairesindedir.
Kur’an-ı Kerim, bu vasıfları zikrederek, mü’minlerden sadece soyut bir imanı değil; o imanı hayatın her sahasında (ibadette, ahlakta, ticarette, ailede ve toplumda) ispat eden, yaşayan, görünür kılan bir “salih amel” bütünlüğü talep etmektedir. Bu kavramların hepsi, “felaha eren” (kurtuluşa eren) mü’minlerin (Bkz: Mü’minûn Suresi, 1-11) ayrılmaz vasıflarıdır.
****************
Kavramlara Dair Genel Esaslar
• Bir Arada Bulunma: “iman” ve “küfür” gibi zıt kavramlar ayrı insanlarda bulunur; bir insanda aynı anda bulunmaz. Ancak “iman” ve “günah” gibi kavramlar aynı insanda bulunabilir.
• Karşılık: Övme ve sevap, itaat eden ve çirkin fiilleri yapmayanlara; yerme ve ceza ise günah işleyen ve farzları ihlal edenlere verilir.
4. “Din” Kavramı
Kaynaklarda “Din” kavramına da özel olarak değinilmiştir:
• Kullanımı: “Din” kelimesi Kur’an’da bu formatta 92 yerde geçmektedir.
• Anlamları ve Terkipleri: Kur’an’da “din” kelimesi yalın olarak veya çeşitli terkipler halinde farklı anlamlarda kullanılmıştır41. Bunlardan bazıları:
• دِينُ الْحَقِّ (Hak din)
• دين الله (Allah’ın dini)
• دِينُ القيم (Doğru din)
• دِينُ الْخَالِص (Halis din)
• دين الْمَلِكِ (Hükümdarların kanunu)
• يَوْمِ الدِّينِ (Din / hesap günü)
• Tarihçesi: “Din” olgusu ilk insandan beri vardır. Yüce Allah, “hak din” ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den (a.s.) itibaren insanlara “vahiy” yoluyla bildirmiştir.
• İnsan ve Din: Allah, insanları “hak dine” zorlamamıştır. Bununla birlikte, “hak din”den sapan ve onu tahrif eden insanlar olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an vahyedilmeye başlandığında, Hicaz bölgesinde “şirk dini”, Hristiyanlık ve Yahudilik mevcuttu. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar), Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı.
*************
1. Kavramlara Dair Genel Esaslar (Zıtlık, İctima ve Karşılık)
Kavramların insan hayatındaki tezahürüne dair temel bir Ehl-i Sünnet prensibini ortaya koymaktadır.
A. Bir Arada Bulunma (İman, Küfür ve Günah Münasebeti)
Metinde belirtildiği gibi, Kur’anî terminolojide “iman” (tasdik, kabul, teslimiyet) ile “küfür” (inkâr, örtme, reddetme) birbirinin zıddıdır. Bunlar, $varlık$ ve $yokluk$ gibidir; bir kalpte aynı anda ikisi birden bulunamaz. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu icap ettirir.
Ancak metnin işaret ettiği ikinci nokta daha mühimdir: “İman” ve “günah” münasebeti.
• İman, kalbî bir ameldir; tasdiktir.
• Günah (veya fısk), azalarla (veya kalple) işlenen bir ameldir (eylemdir).
Ehl-i Sünnet akîdesine göre, bir mü’min, imanını inkâr etmediği müddetçe, büyük günah (günah-ı kebîr) işlese dahi iman dairesinden çıkıp “kâfir” olmaz. O kişi, “günahkâr (fasık) bir mü’min” olur. Bu, “iman ve günah aynı insanda bulunabilir” esasının temelidir.
Bu ayrım, imanı amelin bir cüz’ü sayan (büyük günah işleyeni imansız gören) Haricî veya Mutezilî telakkilerin aksine, imanın “tasdik” olduğunu vurgular. Kur’an-ı Kerim bu nüansa şöyle işaret eder:
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.”1
(2Nisâ, 4/116 )
Ayet, “şirk” (ki bu küfrün en büyüğüdür) ile “bunun dışındaki günahlar” arasında net bir ayrım yapmaktadır. Şirk affedilmezken, diğer günahlar Allah’ın meşîetine (dilemesine) bağlıdır. Bu da, günah işleyenin “mü’min” vasfını (tevbe etmediği takdirde cezaya müstehak olsa bile) kaybetmediğini gösterir.
B. Karşılık (Mükâfat ve Mücâzât Prensibi)
Kur’an’ın “adalet” ve “hesap” anlayışının özüdür. Bu, İlâhî sistemin temel direğidir: Hiçbir fiil, niyet ve amel karşılıksız kalmayacaktır.
• İtaat ve Salih Amel (Övme ve Sevap): Allah’ın emirlerine uymak ve çirkin fiillerden (fahşâ) kaçınmak, $sevap$ (mükâfat) ile karşılık bulur.
• Günah ve İhlal (Yerme ve Ceza): Günah işlemek ve farzları terk etmek, $ceza$ (mücâzât, azab) ile karşılık bulur.
Bu prensip, Kur’an-ı Kerim’de “zerre” misaliyle en veciz şekilde ifade edilmiştir:
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.”
(Zilzâl, 99/7-8 )
2. “Din” Kavramı
Kur’an’daki en merkezî kavramlardan biri olan “din” kelimesini tahlil etmektedir.
A. Anlamları ve Terkipleri
Metnin işaret ettiği gibi “din” kelimesi (92 yerde geçişiyle) çok zengin bir muhtevaya sahiptir. Bu terkipler, kelimenin farklı vechelerini gösterir:
• Sistem, Şeriat ve İtaat (Tevhid Manasında):
• $دِينُ الْحَقِّ$ (Hak Din), $دين الله$ (Allah’ın Dini), $دِينُ القيم$ (Doğru Din), $دِينُ الْخَالِص$ (Halis Din) terkipleri, Allah tarafından gönderilen, tahrif edilmemiş, tevhid esasına dayalı “İslâm”ı ifade eder. Bu, sadece bir inanç sistemi değil, hayatın tamamını ihata eden bir $nizamdır$.
• Kur’an bu hakikati şöyle tasrih eder: “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 3/19 – TDV Meali)
• Kanun, Otorite ve Egemenlik (Mülk Manasında):
• $دين الْمَلِكِ$ (Hükümdarların kanunu) terkibi, Hz. Yusuf kıssasında (Yusuf, 12/76) geçer. Burada “din” kelimesi, Mısır hükümdarının yürürlükteki “hukuk sistemi, kanunu” manasında kullanılmıştır. Bu, kelimenin “otorite” ve “egemenlik” manalarını da ihtiva ettiğini gösterir.
• Hesap, Ceza ve Karşılık Günü (Ahiret Manasında):
• $يَوْمِ الدِّينِ$ (Din / hesap günü) terkibi, Fâtiha Suresi’nde $مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ$ (Din gününün sahibi) olarak geçer. Buradaki “din”, yukarıda “Karşılık” bahsinde izah edilen “ceza ve mükâfatın verileceği gün”, yani $hesap günüdür$.
• Bu kullanım, “din”in aynı zamanda “borç” (deyn) köküyle olan münasebetini de gösterir; zira o gün, kulların Allah’a olan kulluk borçlarının hesabının görüldüğü gündür.
B. Tarihçesi ve İnsan ile Münasebeti
“din”in tarihî ve beşerî boyutuna dair mühim noktalara temas etmektedir:
• Din, Fıtrîdir (İlk İnsandan Beri Varlığı):
• Metnin “din olgusu ilk insandan beri vardır” tespiti, dinin sonradan icat edilmiş (evrimleşmiş) bir sebep değil, $fıtrî$ (yaratılıştan gelen) bir ihtiyaç ve İlâhî bir rehberlik olduğunu vurgular. İlk insan olan Hz. Âdem (a.s.), aynı zamanda ilk peygamberdir ve “hak din” (Tevhid) ona vahyedilmiştir.
• Rum Suresi’ndeki şu ayet, bu fıtrî bağlantıyı $دِينُ القيم$ terkibiyle kurar:
“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlılıkla hak dine çevir. Allah’in insanları (üzerine) yarattığı fıtrata (uygun hareket et). Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte doğru din ($دِينُ القيم$) budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Rûm, 30/30 )
• Tahrif (Sapma) ve Tecdid (Yenileme):
• Metin, insanların “hak din”den saptığını ve onu “tahrif ettiğini” belirtir. Bu, peygamberler tarihinin (Tevhid mücadelesinin) özetidir. İnsanlar, Hz. Âdem’e verilen Tevhid dinini zamanla bozmuş, ona $şirk$ (ortak koşma) bulaştırmışlardır. Bu sebeple Allah, “hak dini” yeniden tesis etmek (tecdid) için peyderpey peygamberler göndermiştir.
• Hürriyet (Zorlama Olmaması):
• “Allah, insanları ‘hak dine’ zorlamamıştır” ilkesi, Kur’an’ın en temel esaslarındandır:
“Dinde zorlama ($لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ$) yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır…”
(Bakara, 2/256 )
• İman, kalbî bir tercih ve irade meselesidir. Zorlama ile elde edilen bağlılık, Kur’anî manada “iman” değil, “nifak” veya “teslimiyet” (görünüşte) olur.
• Hicaz Bölgesindeki Vaziyet (Şirk Dini):
• “Müşrikler… Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı” tespiti, Kur’an’ın indiği “şirk dini”nin yapısını anlamak için anahtardır.
• Mekke müşrikleri $ateist$ (Allah’ı inkâr eden) değillerdi. Onlar, Allah’ın $Rab$ (Yaratıcı, Rızık Verici, Kâinatın Sahibi) olduğunu kabul ediyor, fakat $İlâh$ (ibadet edilecek, dua edilecek, şefaat istenecek yegâne merci) olma vasfında O’na ortaklar (putlar, melekler, atalar) koşuyorlardı.
• Kur’an’ın ilk mücadelesi, bu $tevhid-i rubûbiyyet$ (Rab olarak birlenme) kabulünü, $tevhid-i ulûhiyyet$ (İlâh/Mabud olarak birlenme) ile tamamlatmaktır.
Hülâsa (Özet)
Bu durum, Kur’anî kavramların bir $sistem$ olduğunu göstermektedir:
• İman ve Küfür zıt kutuplardır; biri olmadan diğeri tanımlanamaz.
• İman (kalbî tasdik) ile Günah (amelî eksiklik) bir kişide bulunabilir; bu, rahmetin ve tevbenin kapısını açık tutar.
• Tüm fiiller bir Karşılık (mükâfat/mücâzât) bulacaktır.
• Bu karşılığın verileceği gün, $يَوْمِ الدِّينِ$ (Din Günü)’dür.
• Bu hesap gününe hazırlığın yolu, Allah’ın fıtrata uygun olarak Hz. Âdem’den beri vahyettiği $دِينُ الْحَقِّ$ (Hak Din) olan İslâm’a, hiçbir zorlama olmaksızın, irade ile tabi olmaktır.
**************
Temel bir Kur’an kavramı olan “kul” (abd) ve Allah’ın kullarına karşı tavrı hakkında kaynaklara dayalı malumat aşağıdadır:
“Kul” (Abd) Kavramı
Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir. Bu sebeple Allah, kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de “kul” sıfatı ile hitap etmiştir. Zira insan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur. İnsan, pek çok hususta Allah’ın iradesine boyun eğer ve O’nun hükmü altındadır. İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun “kul” olmasına mâni değildir.
Allah’ın Kullarına Karşı Tavrı
Kaynaklarda, Allah’ın kullarına karşı tutumu çeşitli başlıklar altında izah edilmektedir:
a) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
Kullarına karşı çok lütufkâr olan Allah, yeryüzünün bütün ziynetlerini ve rızıklarını kulları için var etmiştir.
• A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Bu ayet-i kerimeye göre, yeryüzünün ziynetleri ve rızıkları aslında müminler için var edilmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mümin olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece müminlerindir.
• Yüce Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet (güzel sonuç) muttakilerindir.
• A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.””
• Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
• Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar.
• Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
• Allah’ın herkese bol rızık vermemesinin hikmeti şöyle açıklanır:
• Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
b) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
Hidayet Yüce Allah’tandır. O, kullarından dilediğini İslam ile müşerref kılar.
• En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”
**********************
1. ‘Abd’ (Kul) Kavramının külli İzahı
Kur’an-ı Kerim’de “kul” (abd) kavramı, temel olarak iki farklı, fakat birbiriyle bağlantılı manayı ihtiva eder:
• a) Tekvînî (Yaratılış) Kulluk (Abd-i Iztırârî):
“Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir.” Bu, O’nun Rubûbiyetinin cihan şümul (evrensel) bir tecellisidir. Bu açıdan bakıldığında, kâinattaki her mahlûk, varlığını ve devamını O’na borçludur. İnsan, iman etsin veya inkâr etsin, iradesi dışında (ızdırârî olarak) Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına (mesela biyolojik yapıya, doğuma, ölüme) tâbidir. Bu cihetle, her insan, istisnasız olarak Allah’ın “kulu”dur. Metninizdeki “İnsan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur” ifadesi bu hakikati tasvir etmektedir.
• b) Teşriî (İradî) Kulluk (Abd-i İhtiyârî):
Bu, insanın kendi iradesi ve tercihi ile Allah’ı yegâne Rab ve İlâh tanıması, O’na iman edip emirlerine itaat etmesidir. Bu kulluk, “ibadet” ile eş anlamlıdır ve mükafat veya cezayı gerektiren imtihanın esasını teşkil eder. Metninizdeki “İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun ‘kul’ olmasına mâni değildir” cümlesi, kişinin teşriî kulluğu reddetse bile tekvînî kulluktan çıkamayacağını vurgular.
Allah Teâlâ, her iki manadaki kula da hitap eder; ancak O’nun rızası ve “güzel sonuç” (âkıbet), iradî olarak kulluğu seçenleredir.
2. Allah’ın Lütfu, Rızkı ve Hidayeti (Kullara Karşı Tavrı)
Allah’ın bu “kullarına” karşı muamelesini iki ana eksende toplamaktadır: Maddî (Rızık) ve Manevî (Hidayet).
a) Lütuf ve Rızık Taksimindeki Hikmet
Allah’ın kullarına olan muamelesinin temelinde O’nun “Latîf” (lütufkâr) ismi yatar:
Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
Bu lütfun en zahirî tecellisi “rızık”tır.
• Rızkın Umumîliği (Genelliği):
A’râf Suresi 32. ayet, rızık ve zînetlerin aslen müminler için yaratıldığını, fakat imtihan gereği dünyada kâfirlerin de bunlardan faydalandırıldığını belirtir. Bu, Allah’ın Rahmân (dünyada ayırt etmeksizin rızık veren) isminin bir tecellisidir.
A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günüde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Rızkın Taksimi (Dağıtımı): Allah, rızkı kulları arasında farklı ölçülerde taksim eder. Sebe’ Suresi’ndeki ayetler (36. ve 39.) bu taksimin tamamen O’nun dilemesine (meşîetine) bağlı olduğunu vurgular.
Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Taksimdeki Hikmet: Şûrâ Suresi 27. ayet, bu farklı taksimatın hikmetini açıklar. Eğer rızık herkese eşit ve bol verilseydi, bu durum insanın yapısındaki isyan meyli sebebiyle “azgınlığa” (tuğyana) sebep olacaktı. Allah, her kulunun halini, ne kadar rızkın ona hayırlı olacağını “hakkıyla bilen” (Habîr) ve “gören” (Basîr) olarak, rızkı bir ölçü ile indirir. Bu, dünya imtihanının ve toplumsal nizamın bir gereğidir.
Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Nihâî Sonuç (Akıbet): Dünyadaki rızık taksimi, Allah katındaki değeri göstermez. Asıl üstünlük ve “güzel sonuç” (âkıbet), takvâ sahiplerinindir. Allah, yeryüzünü (ve Cenneti) neticede muttaki kullarına miras bırakacağını vaat eder.
A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”
Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
b) Hidayet İradesi
Allah’ın kullarına en büyük lütfu, maddî rızıktan öte, manevî bir rızık olan “hidayet”tir.
En’âm Suresi 88. ayet, hidayetin kaynağının münhasıran Allah olduğunu (O’nun Hâdî ismi) ve bu lütfu “dilediği” kuluna verdiğini beyan eder:
En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”
Bu ayet, hidayetin Allah’tan bir lütuf olduğunu belirtmekle beraber, aynı ayetin devamında “Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı…” denilerek, kulun iradesinin (şirk koşma tercihinin) bu hidayeti ve amelleri boşa çıkarabileceğine de işaret eder. Kur’an bütünlüğünde bakıldığında, Allah’ın “dilemesi”, kulun kendi cüz’î iradesiyle hidayete yönelmesine veya ondan yüz çevirmesine bağlı olarak tecelli eder. Allah, hidayeti talep edene ve ona layık olana verir; dalâleti (sapıklığı) ise tercih edene verir. Ancak her iki durumda da yaratıcı olan O’dur.
Bütüncül Netice (Hülâsa)
Ayetler ve kavramlar, bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu tablo ortaya çıkar:
• Rubûbiyet ve Kulluk: Her insan, yaratılış (tekvîn) planında Allah’ın “kuludur”.
• İmtihan ve Muamele: Allah, bu kullarını dünya hayatında hem maddî (rızık) hem de manevî (hidayet) nimetlerle imtihan eder.
• Rahmân ve Latîf (Rızık): Rahmân sıfatıyla dünyada herkese rızık verir; ancak Latîf ismi ve hikmeti gereği, azgınlığı önlemek için bu rızkı farklı ölçülerde (imtihan gereği) taksim eder.
• Hâdî (Hidayet): Hâdî sıfatıyla, iradesini hayra yönelten kullarına hidayeti lütfeder.
• Âkıbet ve Adalet: Dünyadaki bu taksim (rızık ve hidayet) ne olursa olsun, nihâî “güzel sonuç” ve ebedî miras (Cennet), iradelerini kullanarak Allah’a karşı gelmekten sakınan (muttaki) kulların olacaktır.
******************
c) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
“Küfür”, nimetlere nankörlük ederek Allah’ı ve dinini reddetmek ve inkâr etmektir. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez ve kulları için küfre razı olmaz.
Zümer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”
• Allah’ın, kullarının küfrüne razı olmamasının sebebi, onlara karşı çok şefkatli olmasıdır.
ç) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
Kullarını yaratan, onlara rızık ve sıhhat veren Allah’tır. O, kullarına karşı çok şefkatlidir.
• Bakara Suresi 2/207: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.”
• Bu şefkatin bir tezahürü olarak Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve tövbe ettiği zaman günahlarını affeder.
d) Allah, Kullarının Tövbelerini Kabul Eder
“Tövbe”, kulun işlediği günahtan pişman olup Allah’a yönelmesi ve halini ıslah etmesidir. Tövbeleri kabul etmek, Allah’ın kuluna bir lütfudur. Çünkü Allah, “Tevvâb” (tövbeleri çok kabul eden)dir.
• Tevbe Suresi 9/104: “Onlar, kullarından tövbeyi kabul edenin, sadakaları alanın Allah olduğunu ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?”
• Şûrâ Suresi 42/25: “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”
e) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
Allah, kullarının gizli-aşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir. Kullar, Allah’ın murakabesi (gözetimi) altındadırlar. Bilen ve gören olarak O, kullarına kâfidir.
• İsrâ Suresi 17/17: “Biz, Nûh’tan sonra da nice nesilleri helâk ettik. Rabbin, kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak yeter.”
• İsrâ Suresi 17/30: “Şüphesiz Rabbin, rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.”
• Zümer Suresi 39/36: “Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.”
• Allah, kullarının bütün hâllerini bilir ve ona göre adaletle muamele eder.
f) Allah, Kullarına Zulmetmez
Allah, kullarına asla zulmetmez.
• Âl-i İmrân Suresi 3/182: “Bu, kendi ellerinizin önceden işledikleri yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
• Mü’min Suresi 40/31: “Nûh kavminin, Âd’ın, Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum). Yoksa Allah, kullarına zulmetmek istemez.””
• Fussilet Suresi 41/46: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
• Allah, kimseyi hak etmeden cezalandırmaz, sevaplarını eksiltmez ve herkese çalıştığının karşılığını tam verir.
g) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
Allah, kullarına yakındır ve dua ettikleri zaman dualarını kabul eder.
• Bakara Suresi 2/186: “Kullarım, sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.”
• Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip salih amel işlemeleri gerekir.
• Şûrâ Suresi 42/26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”
ğ) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
Allah, kullarının üstünde tam hâkimdir.
• En’âm Suresi 6/61-62: “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar görevlerinde eksiklik yapmazlar. Sonra insanlar, gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.”
***************
1. Rubûbiyetin Esası: Şefkat ve Rıza
Kur’an’ın tasvir ettiği Allah-kul münasebetinin temelinde, Allah’ın sonsuz şefkati ve merhameti yatar.
• Allah’ın Kullarına Şefkati : O, er-Raûf’tur; kullarına karşı şefkati sonsuzdur. Bakara Suresi 207. ayette belirtildiği gibi, bu şefkat, O’nun kullarının hayrını istemesinin kaynağıdır. Bu şefkatin bir neticesi olarak, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve hatadan dönmesini bekler.
• Küfre Rıza Göstermemesi : Bu şefkatin tabii bir sonucu olarak, Allah kulunun “küfür” bataklığına saplanmasına razı olmaz. Zümer Suresi 7. ayet, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur.” Allah’ın zâtı, kulun imanından bir fayda görmez veya küfründen bir zarar görmez. Lâkin O, rubûbiyetinin ve şefkatinin bir gereği olarak, kulunun kendisine nankörlük etmesine (küfür) değil, şükretmesine (şükür) razı olur. Çünkü küfür, kulun kendi fıtratına, istidadına ve ebedî saadetine karşı işlediği en büyük cinayettir. Allah’ın buna razı olmaması, kulunun helâk olmasını istememesindendir.
2. Dönüş ve Kabul: Tövbe ve Lütuf
Allah’ın şefkati, kul hata ettiğinde dahi onu terk etmez. Bu noktada “Tövbe” kavramı devreye girer.
• Tövbeleri Kabul Etmesi : Kul, fıtratına aykırı davranıp günaha girdiğinde, Allah ona bir çıkış yolu açmıştır: Tövbe. Tövbe, kulun pişmanlığı ve halini ıslah etme azmidir. Allah ise et-Tevvâb’dır (Tövbeleri çok kabul eden). Şûrâ Suresi 25. ayette “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan” buyrulması, O’nun rahmet kapısının daima açık olduğunu gösterir. Bu, O’nun şefkatinin ve küfre razı olmamasının bir başka tezahürüdür; kulunun temizlenerek rızasına tekrar kavuşmasını murad eder.
3. Murakabe ve Kifâyet: İlim ve Kudret
Kulun her hâli, Allah’ın mutlak ilmi ve hâkimiyeti altındadır. Bu durum, kul için hem bir teminat hem de bir mesuliyet sahası oluşturur.
• Bilen ve Gören Olarak Yetmesi : Allah, el-Habîr (her şeyden haberdar) ve el-Basîr’dir (her şeyi gören). İsrâ Suresi 17. ve 30. ayetler, O’nun ilminin hem helâk edilecek nesillerin günahlarını hem de kullarının rızık taksimatını ihata ettiğini gösterir. Kul, Allah’ın bu “murakabesi” (gözetimi) altındadır. Zümer Suresi 36. ayetteki “Allah, kuluna yetmez mi?” suâli, bu ilim ve kudretin kul için bir “kifâyet” (yeterlilik) olduğunu ilan eder. O’nun her şeyi bildiğini bilen bir kul, başkalarından korkmaz ve O’na tevekkül eder.
• Kullarının Üstünde Tam Hâkim Olması: Allah, el-Kâhir’dir. O, kullarının üstünde “mutlak hâkimiyet sahibidir” (En’âm 6/61). Bu hâkimiyet, sadece kâinatın idaresinde değil, aynı zamanda kulun hayatı (koruyucu melekler) ve ölümü (canı alan elçiler) üzerinde de tamdır. Hiçbir şey O’nun kudretinin ve iradesinin dışına çıkamaz. Hüküm, başı ve sonu itibariyle yalnız O’nundur.
4. Muamelenin Esası: Adalet ve İcâbet
Allah’ın bu mutlak hâkimiyeti ve her şeyi bilmesi , O’nun muamelesinin temelini oluşturur: Adalet ve İcâbet.
• Kullarına Zulmetmemesi : Allah’ın ilmi ve kudreti mutlak olduğu için, O’nun muamelesinde “zulüm” düşünülemez. O, el-Adl’dir. Fussilet Suresi 41/46’da belirtildiği gibi, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” Mü’min Suresi 40/31’deki gibi, geçmiş kavimlerin helâki dahi onların kendi tercih ve isyanlarının bir neticesidir, yoksa Allah’ın bir zulmü değildir. Bu, O’nun mükemmel adaletinin bir isbatıdır.
• Kullarına Yakın Olması ve Duaları Kabul Etmesi : Allah, mutlak hâkim ve her şeyden müstağni olmasına rağmen, kullarına “çok yakın”dır (Bakara 2/186). O, el-Karîb ve el-Mucîb’dir. Bu yakınlık, O’nun şefkatinin bir tezahürüdür. Kulun O’na yönelmesine, duasına ve talebine cevap verir. Ancak bu icâbet, bir şarta bağlanmıştır: “benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler” (Bakara 2/186) ve “iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder” (Şûrâ 42/26). Bu da, O’nun adaletinin ve rızasının bir gereğidir.
Bütünlük İçinde Netice
Tüm bu kavramlar bir araya getirildiğinde, Kur’an’ın tasvir ettiği Allah-kul münasebeti şu şekilde özetlenebilir:
Allah Teâlâ, kullarına karşı sonsuz şefkat sahibidir. Bu şefkatinin bir gereği olarak, onların en büyük zarara uğramasına, yani küfre düşmelerine razı olmaz. Bu sebeple, hata ettiklerinde dahi onlara tövbe kapısını açarak et-Tevvâb olduğunu gösterir.
Bununla birlikte Allah, kullarına yakındır, onların dualarını işitir ve el-Mucîb olarak onlara icâbet eder. Ancak bu yakınlık ve şefkat, O’nun mutlak adaletine mâni değildir. O, el-Habîr ve el-Basîr olarak her şeyi bilir ve görür. Bu mükemmel ilmi sayesinde, kullarına asla zulmetmez ; herkes sadece kendi yaptığının karşılığını alır.
Nihayetinde, bütün bu münasebetler O’nun el-Kâhir ismiyle tecelli eden mutlak hâkimiyeti altında cereyan eder. O, hem şefkatiyle kuluna en yakın olan (Karîb) hem de kudretiyle her şeyin üstünde olan (Kâhir); hem tövbeleri kabul eden (Tevvâb) hem de adaletle hükmeden (Adl) yegâne Rab’dir.
****************
İman ve Mümin Kavramları
“mümin”in sadece iman eden kimse olarak değil, aynı zamanda imanının gerektirdiği vazifeleri yerine getiren kimse olarak tanıtıldığı belirtilmektedir.
İman Esasları:
Müminler; Allah’a, meleklere, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmezler ve peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar.
Müminin Vasıfları:
Müminlerin başlıca vasıfları şunlardır:
• Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, okunan ayetler imanlarını artıran kimselerdir.
• Allah’ı severler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler.
• Kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hak olan Kur’ân’a saygı duyar.
• Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağırıldıkları zaman, “İşittik, itaat ettik” derler.
• Namazlarını dosdoğru, huşu içinde ve ara vermeden kılarlar.
• Mallarının zekâtını verirler.
• Allah’ın verdiği rızıktan Allah yolunda harcarlar (infak).
• Müminlere yardım ederler ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
• İyiliği emreder ve kötülüğü men ederler.
• Gerektiğinde Allah yolunda hicret ederler.
• Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler ve düşman ordularıyla karşılaştığı zaman kaçmazlar.
• Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan dinini yaşarlar.
• Emanetlerine ve sözleşmelerine (Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere) riayet ederler.
• Günahlarına tövbe eden, durumlarını düzelten ve dinlerinde ihlaslı olanlardır.
• Allah’a tevekkül ederler.
• Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
• Irzlarını (namuslarını) zinadan korurlar.
• Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar.
• Kasten bir mümini öldürmezler.
• Şirk, küfür, nifak, batıl ve faydasız inanç, söz ve fiillerden yüz çevirirler.
• Kıyametten korkar ve hak olduğunu bilirler.
• Kızdıkları zaman bağışlar ve işlerini danışma ile yaparlar.
• Müşriklerle evlenmezler.
• Babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmazlar.
• Cehennem ehli oldukları belli olduktan sonra, yakınları bile olsa müşrikler için Allah’tan bağış dilemezler.
******************
Kur’ân-ı Kerîm’de “iman”, sadece lisan ile ifade edilen bir tasdikten ibaret değildir. “Mümin” ise, bu imanı kalbine yerleştirmekle kalmayıp, o imanın gerektirdiği vazifeleri hayatına aksettiren, inancını amele dönüştüren kimsedir. İman, derûnî bir tasdik ise, müminin vasıfları da bu tasdikin zahirî bir tezahürüdür.
Bu bütünlük, iki temel unsur üzerinde bina edilmiştir:
1. Temel Dayanak: İman Esasları
Müminin şahsiyetinin temelini, vesikanızda da belirtildiği gibi, şüpheden âzâde bir inanç sistemi oluşturur. Bu sistem;
• Allah’a,
• Meleklerine,
• Kur’ân’a ve önceki kitaplara (ilahi rehberliğin bütünlüğüne),
• Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere (aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın),
• Ve Ahiret gününe (hesap ve ceza gününe)
kayıtsız şartsız inanmayı ihtiva eder. Bu esaslar, müminin hayata bakışını, nazarını ve kâinatı yorumlayışını şekillendiren sarsılmaz bir temeldir.
2. İmanın Tezahürü: Müminin Vasıfları
İman esasları üzerine bina edilen mümin şahsiyeti, vesikanızda detaylandırıldığı üzere, hayatın her sahasını kuşatan bir vasıflar bütünü olarak ortaya çıkar. Bu vasıflar, müminin inancının lafızda kalmadığının, bilakis bir hayat nizamına dönüştüğünün isbatıdır. Bu vasıfları bir bütünlük içinde şu başlıklar altında mütalaa edebiliriz:
A. Derûnî Hayat ve Rabb ile Münasebet
Müminin en belirgin vasfı, Allah ile olan canlı ve samimi münasebetidir:
• Allah anıldığı zaman kalbi titrer ve ilahi ayetler okunduğunda bu, onun imanını artırır.
• Kalbi, Allah’ın zikrine ve inen hakikate (Kur’ân’a) karşı derin bir saygı ve huşu içindedir.
• En mühimi, Allah’ı sever ve bu sevginin bir neticesi olarak Allah’a ve Resûlü’ne tam bir teslimiyetle itaat eder.
• Zorluklar ve kararlar karşısında sadece Allah’a tevekkül eder.
• Günah işlediğinde derhal tövbe edip durumunu düzelten ve dininde ihlaslı (samimi) olandır.
B. İbadet ve Ahlâkî Sorumluluk
Bu derûnî bağlılık, muayyen amellerle zahirî bir şekil kazanır:
• Namazı sadece bir adet olarak değil, dosdoğru, huşu içinde ve devamlılık arz edecek şekilde kılar.
• Malî bir ibadet olan zekâtı verir ve Allah’ın kendisine verdiği rızıktan başkalarını da faydalandırmak için infak eder (Allah yolunda harcar).
• Emanetlerine ve verdiği sözlere (hem Allah’a hem insanlara karşı) riayet eder.
• Namusunu (ırzını) zinadan ve her türlü çirkinlikten muhafaza eder; büyük günahlardan ve fahiş şeylerden titizlikle kaçınır.
C. İçtimaî (Sosyal) Duruş ve Münasebetler
Mümin, inancını içtimaî hayata taşır. O, pasif bir inanan değil, aktif bir fazilet timsalidir:
• Müminlere karşı: Alçak gönüllüdür, onlara yardım eder ve zulme uğradıklarında onlarla yardımlaşır.
• Kâfirlere karşı: Onurlu ve zorlu bir duruş sergiler; dinini yaşarken hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmez.
• Topluma karşı: İyiliği emreder (emr-i bi’l-ma’rûf) ve kötülüğü men eder (nehy-i ani’l-münker).
• Anlaşmazlıkta: Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağrıldıklarında “İşittik ve itaat ettik” diyerek teslim olurlar.
• İdarede: İşlerini danışma (meşveret) ile yaparlar ve kızdıkları zaman öfkelerini yenip bağışlarlar.
D. Mücadele ve Tavır (Velâ ve Berâ)
İman, aynı zamanda bir duruşu ve net bir tavrı gerektirir:
• Gerektiğinde Allah yolunda hicret eder; malı ve canı ile cihad eder ve düşmanla karşılaştığında sebat gösterir, kaçmaz.
• Şirkten, küfürden, nifaktan ve her türlü batıl, faydasız söz ve fiilden yüz çevirir.
• İman ile küfrü net bir çizgiyle ayırır: Müşriklerle evlenmez.
• Yakın akrabası (babası, oğlu, kardeşi) bile olsa, Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmaz (Velâ ve Berâ prensibi).
• Bu prensibin bir neticesi olarak, Cehennem ehli oldukları belli olan müşrikler için, akrabaları dahi olsalar, Allah’tan bağışlanma dilemezler.
• Kasten bir mümini öldürmek gibi en büyük günahlardan birinden şiddetle kaçınır.
Hülasa olarak;
Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği “Mümin”, iman esaslarını kalben tasdik etmiş; bu tasdiki ibadetleriyle, ahlâkıyla, içtimaî münasebetleriyle ve gerektiğinde malı ve canıyla ortaya koyduğu mücadele ile ispatlayan kâmil bir şahsiyettir. İman, hayatın bir kısmını değil, tamamını kuşatan; derûnî ve zahirî her fiile istikamet veren bir bütünlüktür.
******************
Takva ve Muttakiler Kavramları
Vesikalarda “takva” (sorumluluk) bilinci, Kur’ân’ın rehberliğinden faydalanmanın bir şartı olarak zikredilir. Takva, “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilir ve şu manaları ihtiva eder:
• Allah’ın azabından, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden, kötülüklerden ve kötü işlerden, fitneden ve insana zarar veren her türlü inanç, söz, fiil ve davranıştan sakınmak.
• Takvaya erişmek için Allah’a ibadet etmek, ilahi hükümlerle amel etmek, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını unutmamak, Kur’ân’a uymak ve onun dışındaki yollara uymamak emredilmiştir.
Takvanın Zıddı (Zulüm):
Belgelerde “takva”nın, Kur’ân’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu vurgulanır.
• Takvanın Birinci Derecesi: Şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmaktır.
• Muttakilerin Zıddı: Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin zıddı olarak şu gruplar zikredilir: Kâfirler, Zalimler, Mücrimîn (suçlular), Fâcirûn (doğru yoldan çıkanlar), Tâğîn (isyanda haddi aşanlar), Mütekebbirîn (büyüklenenler), Sâhirîn (alay edenler), Mu’tedûn (haddi aşanlar, saldırganlar), Fâsıkûn (Allah ve Peygamberi’ne itaat etmeyenler), Müşrikîn (Allah’a ortak koşanlar) ve Münafıkûn (ikiyüzlüler).
***************
Takva, Kur’anî ıstılahta (terminolojide) derûnî bir hassasiyeti ve Cenâb-ı Hakk’a karşı mesuliyet şuurunu ifade eder.
1. Takva Kavramı: Vikaye (Korunma) ve Sakınma
“takva” kelimesinin “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilmesi, kelimenin kök manasına tam olarak mutabıktır. Takva, “vikaye” kökünden gelir; bu da bir şeyi muhafaza etmek, onu zararlı tesirlerden korumak demektir.
Bu açıdan takva sahibi (Muttaki) olmak; şu manaları ihtiva eder:
• Allah’ın Azabından Sakınmak: Kişinin, Rabbine karşı isyan etmekten, O’nun gazabını celbedecek fiillerden azamî derecede kaçınmasıdır.
• Ateşten Korunmak: Metninizde zikredildiği gibi, “yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden” sakınmaktır. Bu, imanın bir gereğidir.
• Kötülüklerden (Seyyiat) ve Fitneden İçtinab Etmek: Takva, sadece inanç boyutuyla kalmaz; kişinin sözlerini, fiillerini ve davranışlarını da kapsar. İnsanı fitneye, günaha ve zarara sevk edecek her türlü yoldan uzak durma iradesidir.
2. Takvaya Erişmenin Yolları
Vesikanızda, takvaya erişmek için “Allah’a ibadet etmek” ve “ilahi hükümlerle amel etmek” gerektiği belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim, bu bağlantıyı çok net bir şekilde kurar. İnsanlığa yapılan ilk hitaplardan biri şöyledir:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin ki sakınasınız (takvaya eresiniz).” (Bakara, 2/21)
Bu ayet-i kerime, ibadetin gayesinin takvaya ulaşmak olduğunu açıkça beyan eder. Takva;
• Kur’an’ın emir ve yasaklarını daima hatırda tutmak (zikir),
• Hayatını Kur’an’a göre tanzim etmek (ittiba),
• Ve Allah’ın yolu (Sırat-ı Müstakim) dışındaki bütün sapkın yollardan yüz çevirmekle kazanılır.
Zaten Kur’an’ın hidayet rehberi olması da ancak takva sahipleri içindir. Nitekim Bakara Suresi’nin hemen başında bu hakikat şöyle ifade edilir:
“Elif Lâm Mîm. O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, sakınanlar (muttakiler) için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/1-2 )
3. Takva’nın Zıddı: Zulüm
Metninizdeki “takva”nın Kur’an’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu tespiti, son derece mühim bir noktadır.
• Zulüm: Bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, haksızlık etmektir.
• Takva: Her şeyi yerli yerine koymak (adalet), haddi bilmek ve haktan (Allah’tan) sakınmaktır.
Kur’an-ı Kerim’de zulmün en büyüğü “şirk” olarak tasvir edilir. Zira şirk, yaratılmış aciz varlıkları, mutlak Yaratıcı olan Allah’a denk tutma cüretidir; yani en büyük haksızlık ve haddi aşmadır. Hz. Lokman’ın (a.s.) oğluna nasihati bu zıtlığı gösterir:
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk) elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân, 31/13 )
Dolayısıyla, “Takvanın Birinci Derecesi” olan şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmak, zulmün zirvesinden takvanın temeline atılan ilk ve en mühim adımdır. İman etmeyen (kâfir) veya ortak koşan (müşrik) kişi, en büyük zalimdir; çünkü Yaratıcısının hakkını (tevhid) gasbetmiştir. Takva ise bu hakkı teslim etmekle başlar.
4. Muttakilerin Zıddı Olan Gruplar (Hidayetten Mahrum Kalanlar)
Vesikanızda takva sahiplerinin zıddı olarak sayılan gruplar, Kur’an’ın “hidayetten nasipsizler” olarak tasvir ettiği ana zümrelerdir. Bu gruplar, takvanın (sakınma ve korunma) tam aksini yaparak kendilerini ilahi vikayeden mahrum bırakanlardır:
• Kâfirler (Örtenler) ve Müşrikîn (Ortak Koşanlar): Takvanın temeli olan imanı reddeden veya şirke bulaştıranlardır.
• Zalimler (Haksızlık Edenler): Başta şirk olmak üzere, Allah’ın hudutlarını çiğneyenlerdir.
• Mücrimîn (Suçlular) ve Fâcirûn (Doğru Yoldan Sapanlar): Allah’ın emirlerine karşı cürüm işleyen ve O’nun yolundan sapanlardır. Fâcir, takvanın zıddı olarak fısk u fücur içinde olan demektir.
• Fâsıkûn (İtaat Etmeyenler): Allah ve Peygamberi’ne itaatten çıkan, ahdini bozanlardır.
• Tâğîn (İsyanda Haddi Aşanlar) ve Mu’tedûn (Saldırganlar): Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmeyip tuğyan eden (azgınlaşan) ve başkalarının hakkına tecavüz edenlerdir.
• Mütekebbirîn (Büyüklenenler): Takvanın esası olan Allah’a karşı tevazu ve teslimiyet yerine, kibir ve enaniyet gösterenlerdir.
• Sâhirîn (Alay Edenler): Kur’an’ın bu bağlamda kullandığı “sâhirîn” (سَاخِرِينَ) kelimesi, genellikle “alay edenler, istihza edenler” (müstehziîn) manasındadır. Onlar, Allah’ın ayetleriyle ve müminlerle alay ederek takvadan uzaklaşırlar.
• Münafıkûn (İkiyüzlüler): Zahiren (dışsal olarak) iman etmiş görünseler de, derûnî (içsel) olarak küfür üzeredirler. Takvanın gerektirdiği kalbî samimiyetten (ihlâs) mahrumdurlar.
Hülasa (Özet)
Hülasa olarak, göndermiş olduğunuz vesika, Kur’an’ın merkez kavramlarından birini (Takva) ve onun zıddını (Zulüm) doğru bir surette tespit etmiştir. Takva, sadece belirli ibadetleri yapmak değil, bütün bir hayatı Allah’ın (c.c.) rızası doğrultusunda tanzim etme şuuru ve O’nun koruması altına girme iradesidir. Kur’an’dan istifade edebilmenin anahtarı takvadır; bu anahtara sahip olmayanlar ise metinde sayılan ve Allah’ın hidayetinden mahrum kalan zümrelerdir.
*******************
Zulüm Kavramı
Takva kavramının zıddı olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılır.
• Bu takva-zulüm ikilemi birçok ayette görülür.
• Meryem Suresi’nde (71-72. ayetler) Allah Teâlâ, “(Ey kafirler!) Sizden hiçbir kimse yoktur ki cehenneme uğrayacak olmasın. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” buyurduktan sonra, “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” diyerek bu iki grubu ayırır.
• Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) hitaben, “(Ey Peygamberim!) Sonra seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” denildikten sonra, “Çünkü onlar, Allah’a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” buyrularak, Allah’ın muttakilerin dostu olduğu belirtilir.
• Zulmün Birinci Derecesi: İmanı terk edip şirk, küfür ve nifaka düşmektir.
4. Hicret ve Cihad Kavramları
Vesikalarda müminin, dinini yaşama mücadelesi bağlamında hicret ve cihad kavramlarına yer verilir:
• Mümin, yaşadığı beldede Allah’a kulluk vazifesini yerine getiremezse veya dinini izhar etmesi (açığa vurması) mümkün olmazsa, öncelikle o durumu değiştirmek için bütün gücüyle çalışır ve ibadetinden taviz vermez.
• Eğer bu durumu değiştirmesi mümkün değilse, ibadetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilir.
• Bu husus, Ankebût Suresi 56. ayet ile delillendirilir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”.
• Müfessirlerden Said b. Cübeyr bu ayeti, “Bir beldede günah fiiller işlenirse oradan çık.” şeklinde; Atâ b. Yesâr, “İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın.” şeklinde; Mücahid b. Cebr ise, “Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin.” şeklinde yorumlamıştır.
• Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” ifadesi, “Bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin” manasındadır.
5. Kurtuluşa Erenler
Manevi kurtuluşa eren kimselerin vasıfları şu şekilde sıralanmıştır:
• Müslüman
• Muhsin (İyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden)
• Salih ameller işleyen
*****************
1. Temel Ahlâkî İkilem: Takva ve Zulüm, Kur’an-ı Kerim insanları temelde iki ahlâkî kutba ayırır: Takva ehli (muttakiler) ve Zulüm ehli (zalimler).
• Zulüm Kavramı: Takvanın, yani Allah’a karşı mesuliyet bilincinin ve O’nun hudutlarını muhafaza etmenin tam zıddı olarak konumlandırılmıştır. Metniniz, zulmün en birinci ve en şiddetli derecesini; imanı terk ederek şirk (Allah’a ortak koşma), küfür (inkâr) ve nifak (münafıklık) olarak tarif etmektedir. Bu, varlığın en temel hakikatine, yani Allah’ın birliğine (Tevhid’e) karşı işlenen en büyük haksızlıktır.
• Ahiretteki Ayrışım: Bu iki grubun akıbeti, metninizde Meryem Suresi (71-72. ayetler) ile net bir şekilde ortaya konulmuştur. Herkesin Cehennem’e uğrayacağı (bu uğramanın mahiyeti müfessirlere göre değişse de) mutlak bir hüküm olarak belirtildikten sonra, asıl ayrışım gerçekleşir: “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” Bu, takvanın kurtarıcı, zulmün ise helak edici vasfını gösterir.
• Dünyadaki Dostluk (Velâyet): Bu ikilem sadece ahirette değil, dünyada da bir saflaşmayı beraberinde getirir. Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) Allah’ın şeriatına uyması ve “bilmeyenlerin” (yani zalimlerin) heva ve heveslerine tâbi olmaması emredilir. Sebep olarak ise şu ebedî prensip vazedilir: “Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” Demek ki, mü’minin hayattaki temel tercihi, zalimlerin velâyetinden (dostluk ve idaresinden) çıkıp, Allah’ın velâyetine sığınmaktır.
2. İman Mücadelesi: Hicret ve Cihad
Mü’min, takvayı seçip zulmü reddettiği andan itibaren, bir “mücadele” (cihad) alanına girmiş olur. Metniniz, bu mücadelenin “dinini yaşama” bağlamındaki iki mühim unsurunu, Hicret ve Cihad’ı ele alır.
• Zulüm Zemininde Dindarlık: Mü’min, eğer yaşadığı yerde (beldede) zulüm hâkimse ve bu zulüm onun Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmesine veya dinini izhar etmesine (açığa vurmasına) mani oluyorsa, öncelikle o durumu değiştirmek için gücü nisbetinde çalışır (bu cihadın bir parçasıdır).
• Hicretin Farziyeti: Şayet mü’min, bulunduğu yerde ibadetlerinden taviz vermek zorunda kalıyorsa ve durumu değiştirmeye muktedir değilse, “ibadetini kolaylıkla yapabileceği” bir başka yere göç etmesi, yani Hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilmiştir.
• Kur’anî Delil: Bu hükmün delili, Ankebût Suresi’nin 56. ayetidir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”
• Kavramların İrtibatı: Metninizdeki müfessir iktibasları (Said b. Cübeyr, Atâ b. Yesâr, Mücahid b. Cebr), bu ayetin sadece mekân değiştirmek olmadığını; aynı zamanda “günah işlenen yerden çıkmak”, “isyan ile emredilenden kaçınmak” ve topyekûn bir “cihad” manalarını da ihtiva ettiğini gösterir. Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” emri, “Bana isyan konusunda (zalimler de dâhil) kimseye itaat etmeyin” manasındadır. Bu, takvanın zulüm karşısındaki fiilî tezahürüdür.
3. Mücadelenin Neticesi: Kurtuluşa Erenler
Bu süreç, yani zulmü reddedip takvayı seçmek (iman) ve bu uğurda gereken mücadeleyi (cihad) veya fedakârlığı (hicret) göze almak, mü’mini nihai hedefe ulaştırır: Manevi Kurtuluş (Felah).
Metniniz, kurtuluşa eren bu kimselerin vasıflarını üç temel başlıkta toplamıştır:
• Müslüman: Allah’a teslim olan, Tevhid’i kabul edip şirk ve küfürden (yani zulmün birinci derecesinden) yüz çeviren kimsedir.
• Muhsin: Bu, imanın ve İslam’ın en kâmil mertebesidir (İhsan). Metninizdeki tarife göre Muhsin; “iyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden” kimsedir. Bu, takvanın zirvesidir.
• Salih Ameller İşleyen: İman ve teslimiyetin (Müslüman olmanın) ve ihsan şuurunun (Muhsin olmanın) sadece kalpte kalmayıp, fiillere dökülmüş halidir.
Külli Değerlendirme (Hülasa)
Kavramlar silsilesi, Kur’an-ı Kerim’in mü’mine çizdiği hayat yolculuğunu özetlemektedir:
Bu yolculuk, kalpte Takva ile Zulüm (Tevhid ile Şirk) arasında net bir tercih yapmakla başlar. Bu tercihin neticesinde mü’min, “Allah’ın dostluğunu” kazanırken, “zalimlerin dostluğundan” ayrılır. Bu ayrışım, dünyada bir Cihad (mücadele) gerektirir. Eğer zulmün hâkim olduğu bir ortamda imanını yaşamak imkânsız hale gelirse, bu mücadele Hicret (göç) etmeyi farz kılar. Bu zorlu süreci imanla (Müslüman), ihsanla (Muhsin) ve Salih Amellerle tamamlayanlar, hem dünyada izzetli bir duruş sergiler hem de ahirette nihai Kurtuluşa ererler.
Not: Gemini Pro 2.5 yapay zeka ile yazılmıştır.
SONSÖZ (Hâtime)
Kur’an-ı Kerîm’in temel kavramları üzerine yürüttüğümüz bu araştırma, Kelâmullah’ın insanlığa sunduğu mesajın ne kadar net, muhkem ve külli olduğunu bir kez daha ispatlamıştır.
Tetkiklerimiz neticesinde görülmüştür ki, Kur’an’ın ahlâkî ve itikadî yapısı, iki temel ve şümullü kavramın etrafında şekillenmektedir: Bütün müspet kavramların “odak kelimesi” olan “Takva” ve bütün menfi kavramların en geniş şemsiyesi olan “Zulüm”.
“Övme İfade Eden Kavramlar” başlığı altında tahlil edilen الْمُؤْمِنِينَ (Mü’minîn), الْمُحْسِنِينَ (Muhsinîn), الصَّالِحِينَ (Sâlihîn), الصَّابِرِينَ (Sâbirîn) gibi bütün faziletler, “Takva” binasını teşkil eden temel unsurlardır. Bu vasıflar, “iman ve itaat” yolculuğunun tezahürleridir.
Buna mukabil, “Yerme İfade Eden Kavramlar” başlığındaki الظَّالِمُونَ (Zâlimûn), الْكَافِرُونَ (Kâfirûn), الْمُشْرِكِينَ (Müşrikîn), الْمُنَافِقِينَ (Münâfikîn), الْفَاسِقُونَ (Fâsikûn) gibi bütün menfi sıfatlar ise, “inkâr ve isyan” yolunun durakları olup, hepsi neticede “Zulüm” ana başlığı altında toplanmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın, “kul” olarak yarattığı insana karşı olan muamelesi; O’nun sonsuz Lütufkâr, Şefkatli, Tövbeleri Kabul Eden (Tevvâb), Adaletli (Adl) ve kuluna Yakın (Karîb) olduğunu ayetlerle göstermektedir. Ancak Allah (c.c.), kulunun küfrüne (nankörlüğüne) razı olmamaktadır.
Netice olarak bu çalışma, Kur’an-ı Kerîm’in, lafız ve mana bütünlüğü içinde, insana iki net yol sunduğunu ortaya koymuştur: Biri Takva’ya, diğeri Zulüm’e çıkan yol.
Hayat imtihanındaki en büyük vazifemiz, Zulüm’ün her çeşidinden (başta şirk, küfür ve nifak) sakınarak, “Takva” zırhına bürünmek ve Kur’an’ın övdüğü الْمُسْلِمِينَ (Müslimîn), الْمُحْسِنِينَ (Muhsinîn) ve Salih Amel işleyen o “Kurtuluşa Erenler” zümresine dâhil olmaya gayret etmektir.
Cenâb-ı Hak, bizleri kelâmını doğru anlayan, yaşayan ve “Müttakî” kulları zümresine ilhak eylesin. Âmin.
Kanalizasyonun Patlaması: Dağdan Şehre İnen Eşkıya
Her milletin tarihinde öyle devirler vardır ki, kir birikir, pas kalınlaşır, maskeler yıllarca cilâlanır da hakikat bir türlü görünmez. Fakat bir gün gelir, zamanın dişlisi dönmeye başlar; pası kazır, kiri döker, maskeyi yırtar. İşte Türkiye de o devrini yaşıyor.
Yağan rahmet yağmurları yüzlerdeki boyaları giderip, gerçek yüzleri ortaya çıkardı.
Bir zamanlar dağlarda yankılanan silah sesleri, aslında şehirdeki karanlık sofralarda pişen ihanetin yankısıydı. Dağdaki eşkıya, şehrin kucağında beslenmiş, şehrin artığıyla semirmişti. Fakat o günlerde milletin nazarı dağa çevrilmişti. Gözler dağdaki kurdu izlerken, şehrin kalbindeki çakallar post değiştirip sokağa inmişti.
Süleyman Soylu döneminde dağdaki ateşin üstüne su serpildi. Terörün dişleri sökülürken, millet derin bir nefes aldı. Ancak o mücadele, aynı zamanda içerideki bataklığa da bir işaret fişeğiydi. Çünkü görüldü ki, dağdaki terörü doğuran rahim, şehirdeki ihanetti.
Sonra nöbeti devralan Ali Yerlikaya, bu defa dağdan gelen sisin şehre çökmüş tortularına yöneldi. Zira artık içerde, kılıfına uydurulmuş bin çeşit terör vardı. Dosyalarda değil, masalarda; dağlarda değil, makam odalarında; hendeklerde değil, ihale ve rüşvet ağlarında…
Ajanlıkla ticaret, yolsuzlukla bürokrasi, kumarla spor, propaganda ile medya iç içe geçmişti.
Bir milleti çökertmek için dağdaki silah değil, şehirdeki kalem, mikrofon ve imza daha öldürücü olabiliyordu. İşte bugün, yüz yıllık kanalizasyon patlamışsa; bu, yüz yıl boyunca temizlenmemiş vicdanların, hesabı sorulmamış kirlerin ve iltimasla sıvanmış duvarların sonucudur.
Maskeler düştü.
Keller göründü.
Artık kimse aynadan kaçamıyor.
Bir milletin dirilişi, önce kendi pisliğini görmesiyle başlar. Dağdaki düşmanı yenenler, şimdi şehrin içindeki düşmanla imtihan olunmaktadır.
Zira dışarıdaki düşman, içerideki hainle el ele vermezse hiçbir şey yapamaz.
Asıl savaş, siperin ötesinde değil, sinesinin içindedir.
Bu hâl bize şunu fısıldıyor:
Temizlik, bir defalık değil, daimîdir.
İçteki pas temizlenmedikçe, dışarıdaki toz silinmez.
Ve eğer şehirdeki ihanet sızarsa, dağdaki eşkıya tekrar iner.
Çünkü biri diğerinin aynasıdır.
Hülâsa (Özet)
* Dağdaki terörle mücadele dönemi (Süleyman Soylu devri), dış düşmanın safında başarı kazandırdı.
* Fakat görüldü ki içerideki kokuşmuşluk, dışarıdakinden daha tehlikelidir.
* Ali Yerlikaya dönemiyle birlikte, içerideki kirli ağlar, örgütlü yapılar, gizli şebekeler deşifre edilmeye başlandı.
* Ortaya çıkan manzara, yüz yıllık bir kanalizasyonun patlaması gibi oldu; yolsuzluk, rüşvet, ihanet, ajanlık ve kumar gibi içtimaî hastalıklar saçıldı.
* Bu tablo, bir milletin arınma devresidir. Çünkü hakikat, ancak kir yüzeye çıkınca görünür.
* Gerçek temizlik, sadece dağda değil, şehirde; sadece dışta değil, içte başlar.
Asırlık Prangalar ve Bir Milletin Uyanışı: Küllerinden Doğrulmanın Hikmeti
Tarih; milletlerin sadece zaferlerini değil, aynı zamanda en derin imtihanlarını, en çetin mücadelelerini ve varlıklarını idame ettirme gayretlerini de kaydeder. Cihan şümul bir imparatorluğun bakiyesi üzerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti için geçen bir asır, sadece bir devlet inşa etme süreci değil, aynı zamanda hem dahilî hem de haricî sayısız tazyike karşı bir “beka” mücadelesi olmuştur. Bu, kökleri derinlere uzanan bir ağacın, dört bir yandan sarıldığı sarmaşıklardan kurtulma çabasının hikâyesidir.
Bir asırlık bu uzun ve meşakkatli yolculuk, adeta “gizli bir kuşatma” altında geçmiştir. Milletin iradesini ve manevi dinamiklerini hedef alan bu kuşatma, çok katmanlı bir yapı arz etmiştir. Bir yanda, milletin tabiatına aykırı ideolojilerin, “gizli komiteler” ve “dinsiz cereyanlar” suretinde manevi hayatı hedef alması; diğer yanda, jeopolitik satranç tahtasında Türkiye’yi piyonlaştırmak isteyen haricî güçlerin faaliyetleri yer almıştır. Soğuk Savaş devrinin “Gladyo” tertipleri, “derin devlet” olarak anılan gayrimeşru yapılar, NATO içindeki stratejik bağımlılıklar ve komünizmle mücadele adı altında tesis edilen fakat milletin kendi evlatlarını birbirine düşüren dernekler, bu kuşatmanın en görünen veçheleriydi.
Bu yapılar, milletin enerjisini tüketmek için en tesirli silahı, yani “fitneyi” kullanmıştır. Darbeler, askeri müdahaleler, siyasi istikrarsızlıklar ve “sağ-sol,” “Alevi-Sünni,” “Türk-Kürt” gibi suni ayrımlar üzerinden körüklenen iç kavgalar, Türkiye’nin ayağındaki en ağır prangalar olmuştur. JİTEM, PKK, FETÖ, İŞİT gibi terör şebekeleri ve bunların ardındaki CIA, MOSSAD, M16 gibi dış istihbarat servislerinin faaliyetleri, bu asırlık senaryonun farklı aktörleri olarak sahne almıştır. Maksat tekti: Kendi medeniyet havzasından koparılmış, tarihi iddialarından vazgeçmiş, enerjisi içeride tüketilmiş ve “eli kolu bağlı” bir Türkiye. Bu hal, milletin olumlu bir adım atmasını, külli bir kalkınmaya girişmesini ve mazlum coğrafyalara umut olmasını engellemeye matuftu.
Ancak tarih, aynı zamanda büyük uyanışların da şahididir. Milletlerin hafızası, onlara yapılanı unutmaz; sadece doğru anı bekler. Özellikle 15 Temmuz 2016’da yaşanan hadise, bu milletin tarihinde bir “ibret” vesikası ve bir “kırılma” noktası olmuştur. O gece, millet, bedenini tanklara siper ederken, aslında asırlık “vesayet” zincirine karşı bir irade beyanında bulunmuştur. Bu hadise, “ajanlık faaliyetlerinin” en cüretkâr halinin deşifresi olmuş; devletin kılcal damarlarına sızmış yapıların ve “gizli mason komiteleri” gibi perde arkası unsurların tasfiyesi için zaruri bir zemini hazırlamıştır. MOSSAD ajanlarının deşifresi veya farklı odakların tutuklanması gibi haberler, bu büyük temizliğin sadece görünen tezahürleridir.
Bugün Türkiye, o “yüz yıllık uykudan” uyanmış, toparlanmaya ve etrafını yeniden görmeye başlamıştır. Bu uyanış, sadece dahilî bir temizlikten ibaret değildir. Asıl mühim olan, Türkiye’nin kendi “aslına” rücu etme gayretidir. Bu gayret, Batı’nın çizdiği dar kalıpları reddederek, yüzünü yeniden İslam ve Türk dünyasına dönmesinde tecelli etmektedir. Kardeş ve dost devletlerle kurulan stratejik bağlantılar, pasif bir bekleyişten “toplu bir ayağa kalkışa” geçişin işaretidir.
Lakin yolun sonuna gelinmemiştir. Zincirler kırılmaya başlanmış, ancak tam manasıyla sökülüp atılmamıştır. Uyanış gerçekleşmiş, ancak yola yeni girilmiştir. Bu süreçte, eski alışkanlıkların, eski yapıların ve “son kalıntıların” ortaya dökülmesi, temizliğin derinleştiğini göstermektedir. Bu, sancılı bir doğumdur.
İbret şudur ki; bir milletin en büyük gücü, ne ordusudur ne de iktisadi zenginliği. Bir milletin asıl kudreti, tarih şuurunda, manevi bağlarının kuvvetinde ve “birlik” olabilme kabiliyetinde gizlidir. Türkiye’nin asırlık kuşatmadan kurtulup kurtulamayacağı, bu temel dinamikleri ne kadar ihya edebildiğine bağlıdır. Düşmanını tanıyan, dostunu bilen ve en mühimi “kendini bilen” bir millet, eninde sonunda prangalarını kırar ve tarih sahnesindeki şerefli mevkiine yeniden kavuşur. 📰 Makale Özeti
Bu makale, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihini, “maddi ve manevi bir kuşatma” olarak tahlil etmektedir. Bu süreçte derin devlet, Gladyo, gizli komiteler, darbeler, terör örgütleri (PKK, FETÖ, İŞİT) ve dış istihbarat servisleri (CIA, MOSSAD) gibi dahilî ve haricî unsurların, ülkenin enerjisini tüketerek ilerlemesini engellediği vurgulanmaktadır.
Makaleye göre, özellikle 15 Temmuz hadisesi, bu asırlık kuşatmaya karşı milletin bir “uyanışı” olmuş ve gizli yapıların deşifre edilip tasfiyesine zemin hazırlamıştır.
Günümüzde Türkiye’nin bu “zincirlerden sıyrılmaya” başladığı, kendi aslına dönerek İslam ve Türk devletleriyle bağlantı kurarak “toplu bir ayağa kalkış” arayışında olduğu belirtilmektedir. Ancak, bu mücadelenin henüz bitmediği, “son kalıntıların” temizlendiği sancılı bir yola yeni girildiği ifade edilerek, gerçek kurtuluşun tarih şuuruna ve milli ve manevi birliğe bağlı olduğu tespitiyle son bulmaktadır.
Zincirlerinden Sıyırılan Bir Millet: Türkiye’nin Asırlık Uyanışı
Yüzyıllar boyu adaletin, merhametin ve hikmetin sancaktarı olan bu millet; son bir asırdır, görünmeyen ellerin kurduğu bir tuzağın, küresel bir çemberin içinde nefes almaya çalıştı.
Bir yanda derin devlet, gladyo ve gizli komiteler, diğer yanda mason locaları, CIA, Mossad, MI6, NATO merkezli şebekeler, ajan faaliyetleri ve dahili işbirlikçiler…
Hepsi tek bir hedefe yönelmişti:
Bu milletin imanını zayıflatmak, hafızasını silmek, tarihine düşman etmek, ruh kökünü koparmak ve “benliğini” eritmek.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, “modernleşme” kisvesi altında manevî damarlar kurutulmak istendi.
Kur’ân’ın nuru yerine akılcılığın ve maddeciliğin karanlığı sokuldu.
“Din terakkiye mâni” diyen batı hayranı zümreler, milletin öz evlatlarını birbirine düşürdü.
Darbelere zemin hazırlandı, iç kavgalar körüklendi, her on yılda bir milletin iradesine pranga vuruldu.
Oysa bütün bu fitnelerin arkasında, küresel bir akıl, inkârcı bir sistem ve maneviyata düşman bir zihniyet vardı.
Milletin Dirilişi
Fakat bu millet, tarihte nice badirelerden geçmişti.
Moğol istilasına da, Haçlı seferlerine de, Balkan bozgunlarına da göğüs germişti.
Çünkü bu topraklarda sadece insanlar değil; iman, sabır ve kader şuuru da yoğrulmuştu.
15 Temmuz gecesi, asırlık bir uyanışın ilk işaretiydi.
Zira o gece sadece bir darbe değil; yüz yıllık bir plan da yerle bir oldu.
Millet, o gecede imanıyla tankları durdurdu, kalbiyle kurşunlara direndi.
Bu hâdise, asırlardır uyuyan bir ruhun yeniden dirilişiydi.
O günden sonra Türkiye, içindeki hastalıklı damarları temizlemeye başladı.
Mason localarından sızan karanlık eller, devletin damarlarından sökülmeye başlandı.
CIA’nın, Mossad’ın, FETÖ’nün ve Gladyo’nun kaleleri birer birer yıkıldı.
Bu, sadece siyasî bir temizlik değil; manevî bir arınmaydı.
Yeni Dönem: Diriliş ve Dayanışma Çağı
Bugün Türkiye, etrafındaki İslâm devletleriyle yeniden bağ kurmaya, mazlum milletlerle cihanşümul bir kardeşlik inşa etmeye başlamıştır.
Türk dünyasıyla, İslâm coğrafyasıyla, Asya ve Afrika’daki mazlum halklarla tek bir ses, tek bir nefes olmaya yönelmiştir.
Bu uyanış, sadece siyasî bir diriliş değil; imanî, ahlakî ve kültürel bir silkiniştir.
Çünkü bir milletin gerçek gücü, tankta değil; imanında ve ahlakında gizlidir.
Ve Türkiye artık bunu idrak etmektedir.
Lâkin hâlâ zincirlerin son halkaları çözülmektedir.
Hâlâ medyasında, kültüründe, eğitiminde o gizli ellerin izleri sürmektedir.
Fakat bu defa fark vardır:
Millet uyanmıştır, oyun görülmüştür, perde yırtılmıştır.
Hikmetli Sonuç
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.”
Evet, Türkiye bir asırdır zincirlerle bağlanmış, fakat zincirleriyle beraber büyümüş bir çınardır.
Şimdi o zincirleri koparmakta ve köklerine yeniden dönmektedir.
Bu diriliş, bir milletin değil; bir ümmetin dirilişidir.
Ve bu dirilişin adı iman, birlik, hikmet ve izzettir.
Hülasa (Özet):
Türkiye, yüz yıldır iç ve dış mihrakların kurduğu görünmez zincirlerle maddî ve manevî olarak kuşatılmıştır.
Derin devlet yapılanmaları, yabancı istihbaratlar, masonik ağlar ve içteki işbirlikçiler, milletin benliğini söndürmeye çalışmıştır.
Ancak 15 Temmuz sonrası başlayan temizlik süreciyle Türkiye, hem devlet hem millet olarak yeniden dirilme sürecine girmiştir.
Bugün hâlâ bazı zincirler çözülmemiş olsa da, millet artık uyanmış, manevî şuuru yeniden canlanmıştır.
Bu uyanış, sadece Türkiye’nin değil, bütün İslâm âleminin geleceğine dair bir ümit ve yeniden doğuş işaretidir.