YARATILIŞTAKİ TEDRİCİLİK

YARATILIŞTAKİ TEDRİCİLİK

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, yaratılışı (halk) tek bir anlık fiil olarak değil, hikmet ve sanat dolu, katmanlı ve mertebeli bir süreç (Merâtibü’l-Halk) olarak tasvir eder. Bu tasvir, hem insanın anne karnındaki mikrokosmos yolculuğunda hem de kâinatın makrokosmos sahnesindeki varlık serüveninde kendini gösterir. Yaratılıştaki bu tedricîlik (aşamalı olma), Allah’ın sadece Kâdir (güç yetiren) değil, aynı zamanda Hakîm (her işi hikmetli), Musavvir (en güzel sureti veren) ve Sâni’ (sanatla yapan) olduğunun en parlak delillerindendir.
​Mü’minûn Sûresi: Ontolojik Yaratılış Aşamaları
​Cenâb-ı Hak, insanın yaratılış mertebelerini en açık şekilde Mü’minûn Sûresi’nde beyan buyurur:
​وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۘ ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ
“Andolsun biz insanı, çamurdan süzülüp çıkarılmış bir özden yarattık. Sonra onu, oturaklı bir yere (rahme) bir nutfe (sperm) olarak yerleştirdik. Sonra o nutfeyi bir alaka (rahim duvarına tutunan embriyo) yaptık. Peşinden, o alakayı, bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (izâm) çevirdik; bu kemiklere de et (lahm) giydirdik. Sonra onu, bambaşka bir yaratılışla (halkan âhar) varettik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14)

​Bu âyetler, modern embriyolojinin asırlar sonra keşfedeceği biyolojik hakikatleri haber vermesinin ötesinde, daha derûnî bir ontolojik (varlıksal) yükselişi tasvir eder:
• ​Maddenin Mertebeleri: Yaratılış, en basit ve potansiyel halden (nutfeden) başlayarak, giderek daha karmaşık ve organize yapılara (alaka, mudga, izâm, lahm) doğru ilerler. Bu, varlığın sadece biyolojik değil, aynı zamanda “kıymet” ve “sanat” açısından da mertebe kat ettiğini gösterir. Bir damla su, şekilsiz bir et parçasına, o da kemiklerden müteşekkil bir iskelete ve en sonunda tam bir bedene dönüşür. Her aşama, bir önceki aşamadan daha mükemmel ve daha sanatlıdır.
• ​Varlığın Sıçraması (Halkan Âhar): Âyetlerin zirve noktası, “Sonra onu, bambaşka bir yaratılışla varettik” (ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ) ifadesidir. Bu, önceki maddi ve biyolojik mertebelerden tamamen farklı, nitelikli bir sıçramadır. Müfessirlerin ekseriyeti, bu “bambaşka yaratılış”ın insana Ruh’un üflenmesi olduğunu belirtmişlerdir. Bu noktada varlık, sadece et ve kemikten ibaret bir canlı olmaktan çıkar; akıl, şuur, irade, vicdan ve iman kabiliyetine sahip bir “insan” haline gelir. Bu, maddeden manaya, biyolojiden metafiziğe geçişin ta kendisidir. Demek ki yaratılış, düz bir çizgi değil, her mertebede Allah’ın farklı bir isminin tecellîsiyle yükselen ve sonunda manevi bir kimlik kazanan ontolojik bir merdivendir.
​”Altı Günde Yaratma”nın Manevî Devirleri (Mertebeleri)
​Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyette göklerin ve yerin “altı günde” (fî sitteti eyyâm) yaratıldığını beyan eder. Buradaki “yevm” (gün) kelimesini, bizim 24 saatlik dünya günümüz olarak anlamak, zaman mefhumunun izafiliğini ve Allah’ın zamandan münezzeh olduğunu göz ardı etmek olur.
​Bu “altı gün”, altı uzun devir, altı mertebe veya altı kozmolojik evre olarak anlaşılmalıdır. Allah’ın kudreti her şeye bir anda “Ol!” demeye yettiği halde, kâinatı bu altı devirde, yani mertebelerle yaratmasının pek çok hikmeti vardır:
• ​Esmâ’nın Tecellîsi: Ani ve def’î bir yaratılış, sadece Allah’ın mutlak Kudret’ini gösterirdi. Fakat mertebelerle yaratılış; Kudret ile birlikte Hikmet’i, İlim’i, İrade’yi, Nizam’ı, Sanat’ı (el-Hakîm, el-Alîm, el-Musavvir, en-Nazzâm isimlerini) de gösterir. Her bir devir, Allah’ın farklı isimlerinin nakışlarını sergileyen bir sayfa gibidir.
• ​Kanunların Vazedilmesi: Kâinatın tedricî olarak yaratılması, Allah’ın kâinata yerleştirdiği ve bizim “tabiat kanunları” dediğimiz İlâhî âdetlerin (Sünnetullah) yerleşmesine ve görünür olmasına imkân tanımıştır.
• ​Tefekkür ve İbrete Davet: Bu mertebeli yaratılış, şuur sahibi varlıkları (insan ve cinleri) kâinat kitabını okumaya, bu nizam ve hikmet üzerine tefekkür etmeye ve Yaratıcı’nın azametini idrak etmeye davet eder.
​Bu altı devrin mahiyeti hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, kâinatın büyük patlamadan galaksilerin oluşumuna, yeryüzünün hayata elverişli hale getirilmesinden bitkiler, hayvanlar ve nihayet insanın yaratılmasına kadar geçen büyük kozmolojik ve biyolojik evreleri temsil ettiği düşünülebilir.
​Risale-i Nur’un “Mertebelerle Halk” Anlayışıyla Kur’ânî Paralellikler
​Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda yaratılıştaki bu mertebeli ve tedricî olma hakikatini “Kanun-u Tedric” olarak isimlendirir ve Kur’ânî temellerini izah eder. Ona göre, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi bir anda yaratmaya muktedir iken, hikmetiyle aşamalı bir yaratılışı tercih etmesi, O’nun sanatının ve isimlerinin mükemmelliğini göstermek içindir.
​Bu anlayış, yukarıda zikredilen Kur’ânî hakikatlerle tam bir paralellik arz eder. Risale-i Nur’daki izahlar, bu âyetlerin bir nevi tefsiri mahiyetindedir. Mesela, bu hikmet şöyle iktibas edilebilir:
​”Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. Bu hikmetin sırrıdır ki, Hâlık-ı Kâinat, icadda, biri ibdâ’, diğeri inşâ olmak üzere iki tarzı ihtiyar etmiştir. (…) Fakat inşâ ve terkipte, zîhayat ve zîşuuru, bir kanun-u tekâmül ile, yani tedricî bir surette mertebelerden geçirerek icad ediyor. Çünkü hikmet-i Rabbâniye, o zîhayatın vücudunda, pek çok Esmâsının cilvelerini nakşetmek ve pek çok hâcetlerini ona takmak ve pek çok âlât ve cihâzât ile onu teçhiz etmekle, camid ve basît bir maddeye nisbeten çok san’atlı ve kıymettar ve kemalli bir vücut veriyor. O vücudu, bir anda ibdâ’ gibi halk etmek, o hikmet-i ekmeli ve san’at-ı etemmi kısmen gizler.” (RNK, Lem’alar, On Yedinci Lem’a’nın On Üçüncü Notası)

​Bu iktibastan da anlaşıldığı üzere:
• ​Paralellik 1: Risale-i Nur, Kur’ân gibi, yaratılışın tedricî olmasının sebebini, Allah’ın pek çok isminin (Esmâ’sının) cilvelerini gösterme hikmetine bağlar.
• ​Paralellik 2: Mü’minûn Sûresi’ndeki insanın mertebelerden geçirilerek “halkan âhar” yani “bambaşka bir yaratılışa” mazhar olması, Risale-i Nur’daki “camid ve basît bir maddeye nisbeten çok san’atlı ve kıymettar ve kemalli bir vücut verme” ifadesiyle örtüşür. İnsanın yaratılışı, en mükemmel sanatın sergilendiği bir zirvedir.
• ​Paralellik 3: “Altı günde yaratma”nın ardındaki hikmet, yani kâinat kitabının okunabilir ve anlaşılabilir kılınması, Risale-i Nur’un ana gayelerinden olan “kâinatı Esmâ-i Hüsnâ’nın bir tecellîgâhı olarak okuma” metoduyla tam bir uyum içindedir.
​Netice olarak, Kur’ân-ı Kerîm ve onun manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur, yaratılışın; hikmetsiz, tesadüfî ve tekdüze bir fiil olmadığını, bilakis her aşaması hesaplı, her mertebesi sanatlı ve her katmanı manalı olan İlâhî bir inşa faaliyeti olduğunu ders verirler.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 19th, 2025

VARLIĞIN HAKİKATİ NUR UNSURU

VARLIĞIN HAKİKATİ NUR UNSURU

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm’de “nur” kavramı, hem kâinatın fizikî yapısını hem de insanın manevi yolculuğunu aydınlatan merkezî bir mefhumdur. Bu kavram, Allah’ın Zât’ını, hidayetini ve kâinattaki tecellîlerini anlamada bir anahtar vazifesi görür. Modern ilmin “enerji” olarak isimlendirdiği temel varlık prensibi ise, bu kadîm hakikatin tefekkür edilmesinde yeni bir nazar açısı sunabilir.

​”Allah, Göklerin ve Yerin Nurudur” Âyetinin Mânevî ve Fizikî Manaları

​Nur Sûresi’nin 35. âyeti, “nur” kavramının zirve noktasını teşkil eder:
​اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَّكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir cam içindedir, cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu lamba ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş değmese bile ışık verecek olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Nûr 24/35)

​Bu âyet-i kerîmedeki “nur” ifadesi, müfessirler tarafından iki ana vechede tahlil edilmiştir:
• ​Mânevî Mana (Hakikî Mana): Âyetteki “nur”dan asıl murad, hissî ve fizikî ışık değildir. Zira Allah, maddeden ve cisimden münezzehtir. Buradaki mana şudur:
• ​Varlık Veren (Mûcid): Allah, gökleri ve yeri yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran yegâne Zât’tır. O olmasaydı, bütün kâinat adem (yokluk) karanlığında kalırdı. Varlığın kendisi, O’nun en-Nûr isminin bir tecellîsidir.
• ​Hidayet Veren (Hâdî): Allah, akılları cehalet ve şüphe karanlığından, kalpleri küfür ve isyan karanlığından iman ve marifet aydınlığına çıkaran hidayetin kaynağıdır. Kur’ân bir nurdur, Peygamber (s.a.v) bir nurdur, iman bir nurdur ve bütün bu nurların menbaı Allah’tır. Âyetin sonundaki “Allah nûruna dilediğini kavuşturur” ifadesi, bu manayı kuvvetlendirir.
• ​İdare Eden (Müdebbir): Göklerdeki ve yerdeki bütün nizamı kuran, her şeyi hikmetle aydınlatan ve idare eden O’dur. Kâinattaki her kanun, her sanat, O’nun ilim ve hikmetinin bir nurudur.
• ​Fizikî Mana (Teşbihî Mana): Cenâb-ı Hak, kendi nurunu (hidayetini) insanların zihnine yaklaştırmak için, onların bildiği en parlak ve en latîf şey olan fizikî ışıktan bir misal getirir. Nasıl ki maddi nur, eşyanın görülmesini ve tanınmasını sağlıyorsa, Allah’ın manevi nuru da hakikatlerin bilinmesini ve idrak edilmesini sağlar. Dolayısıyla, kâinattaki bütün fizikî ışık kaynakları (güneş, yıldızlar vs.) O’nun en-Nûr isminin mahlûku ve O’nun yaratma fiilinin zayıf bir gölgesidir. O, nurun kendisi değil, Nurun Yaratıcısı ve Sahibidir.

​Hidayet ve Fizikî Işık Olarak “Nur”un Mukayesesi

​Kur’ân-ı Kerîm, “nur” kelimesini bu iki mana arasında derin bir bağlantı kurarak kullanır:
• ​Nur (Hidayet)  مقابل Zulumât (Dalâlet): Kur’ân’da “nur” tekil (müfred) olarak gelirken, karşıtı olan “karanlıklar” (zulumât) çoğul (cem’î) olarak gelir. ​”Allah iman edenlerin velîsidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri ise tâğuttur, onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar…” (Bakara 2/257)
Burada “nur”un tekil olması, hakikatin ve hidayetin tek bir yol olduğunu (Tevhid); “zulumât”ın çoğul olması ise küfür, şirk ve dalâlet yollarının sayısız olduğunu gösterir. Bu kullanım tamamen manevîdir.

• ​Nur (Fizikî Işık): Cenâb-ı Hak, maddi ışığı da “nur” olarak isimlendirir. ​ “Güneşi ışık (Ziyā’), ayı da nur kaynağı (nūr) yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir eden O’dur…” (Yûnus 10/5)
Bu âyette Güneş’in kendi ışığı için “Ziyā'” (daha parlak ve kaynak olan ışık), Ay’ın yansıyan ışığı için “nūr” kelimesinin kullanılması, Kur’ân’ın fizikî hadiselerdeki inceliğini gösterir.

​Mukayesenin Neticesi: Her iki kullanım da “aydınlatma, ortaya çıkarma, görünür kılma” ortak manasında birleşir. Fizikî nur, maddi âlemi gözlere görünür kılar. Manevî nur (iman ve Kur’ân), hakikatler âlemini akıllara ve kalplere görünür kılar. Fizikî olan, manevî olanın bir misali, bir delili ve bir mertebesidir. Gözü aydınlatan Güneş, kalbi aydınlatan İman Nurunun Sâni’ini isbat eder.

​Enerji Kavramı Üzerinden Tecellî-i Esmânın Tahlili

​Modern fizik, maddenin esasında yoğunlaşmış bir enerji olduğunu ortaya koymuştur. Kâinattaki her şey, atom altı parçacıklardan dev galaksilere kadar, enerjinin farklı tezahürlerinden ibarettir. Bu ilmî hakikat, Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîsini tefekkür etmek için yeni ve müessir bir pencere açar.
​Enerji, Kudret Sıfatının Tecellî Sahasıdır: Enerji, tarif olarak “iş yapabilme kabiliyeti”dir. Kâinattaki bütün hareket, değişim ve dönüşümün arkasındaki temel güçtür. Bu açıdan bakıldığında, bizim “enerji” dediğimiz şey, İlâhî Kudret sıfatının mahlûk âlemindeki en temel ve cihan şümul tecellîlerinden biridir. Enerji, mahlûktur; Kudret ise onun Hâlık’ıdır.
​Esmâ-i Hüsnâ’nın Enerji Üzerindeki Nakışları:
• ​el-Kaviyy, el-Metîn, el-Kādir: Atom çekirdeğini bir arada tutan o muazzam nükleer enerji, bu isimlerin bir tecellîsidir. Bir gram maddede saklı olan devasa potansiyel (E=mc²), Kudret-i İlâhiye’nin sonsuzluğuna işaret eden bir harftir.
• ​el-Musavvir, el-Bârî, el-Hâlık: Aynı temel enerji “hamurundan”, farklı suretlerde milyarlarca varlığın (elektron, yıldız, çiçek, insan) yaratılması, bu isimlerin tecellîsidir. Enerji, bu isimlerin nakışlarını işlediği bir “tuval” gibidir.
• ​el-Hakîm, en-Nazzâm, el-Adl: Enerjinin asla yok olmaması (Termodinamiğin 1. Yasası), daima en düzensiz hale doğru akması (Entropi), belirli ve şaşmaz kanunlara tâbi olması; kâinattaki her tecellînin hikmet, nizam ve adaletle olduğunu gösterir.
• ​en-Nûr, el-Hayy, el-Kayyûm: Güneşten yayılan elektromanyetik enerji (ışık ve ısı), yeryüzündeki hayatın kaynağıdır. Bu enerji, el-Hayy (Hayat Veren) ve en-Nûr (Nurlandıran) isimlerinin bir tecellîsidir. Bütün varlıkların ayakta durması ve varlığını sürdürmesi için gereken enerjinin sürekli yaratılması, el-Kayyûm isminin bir yansımasıdır.
​Bu tahlil, enerjiyi ilahlaştırmak değil, bilakis onu bir “âyine-i esmâ” (isimlerin aynası) olarak görmektir.
​Her bir mevcut, Esma-i İlahiyeye birer ayna ve o esmaya ve sıfât-ı mukaddeseye birer delil ve birer alâmettir.

​Bizim “enerji” dediğimiz mahlûk, Allah’ın Kudret sıfatının ve el-Kaviyy, el-Musavvir, el-Hakîm gibi pek çok isminin üzerinde nakışlarını gösterdiği, sürekli akan ve tazelenen bir tecellî nehridir. Bu nazarla tabiata bakıldığında, her hareket ve her dönüşüm, bir Esmâ tecellîsi olarak okunabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 19th, 2025

AKAN BUYUK NEHİR: ZAMAN

AKAN BUYUK NEHİR: ZAMAN

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm’de zaman, mahlûk (yaratılmış) bir boyuttur ve Allah’ın mutlak ilmi ve iradesi olan Takdir’den ayrı düşünülemez. Kâinattaki her hadise, her hareket ve bizzat zamanın akışı, ezelî bir ilimle takdir edilmiş bir nizamın tecellîsidir. Bu iki mefhum arasındaki derûnî bağlantı, varlığın hem zahirî (fizikî) hem de bâtınî (metafizik) yapısını anlamada anahtar bir rol oynar.

​Zamanın Akışı ve Kaderin Seyri: “Küllün fî Felekin Yesbahûn”

​Cenâb-ı Hak, kâinattaki kusursuz nizamı ve her şeyin bir ölçü ile hareket ettiğini beyan ederken şöyle buyurur:
​لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (Yâsîn 36/40)

​Bu âyet-i kerîme, lafzı itibarıyla gök cisimlerinin hareketini tasvir ederken, manası itibarıyla zaman ve takdir ilişkisine dair mühim hakikatleri ihtiva eder:
• ​Yörünge ve Takdir: Âyette geçen “felek” (yörünge) kelimesi, her bir varlığın kendisi için çizilmiş olan mukadder seyrini, yani Kader’ini temsil eder. Nasıl ki Güneş, Ay ve diğer gezegenler kendileri için tayin edilen yörüngeden bir an bile şaşmazlarsa, kâinattaki her bir zerre, her bir canlı ve her bir hadise de İlâhî Takdir’in çizdiği hayat yörüngesinde seyreder. Bu seyrin dışına çıkmak mümkün değildir.
• ​Hareket ve Zaman: “Yesbahûn” (yüzmektedirler) fiili, devamlı bir hareketi ve akışı ifade eder. Bizim “zaman” olarak idrak ettiğimiz şey, esasen varlıkların bu takdir edilmiş yörüngelerindeki hareketlerinin bir neticesidir. Gecenin gündüzü, gündüzün de geceyi takip etmesi, mevsimlerin döngüsü, hayatın doğuş, büyüme ve ölüm merhaleleri; tamamı bu nizamlı hareketin, yani Kader’in açığa çıkmasının farklı vecheleridir. Zaman, Kader’in yazıldığı kitabın sayfalarının birbiri ardınca çevrilmesinden ibarettir.

• ​İlâhî Nizam: Bu âyet, zamanın akışının başıboş ve tesadüfî olmadığını, aksine mutlak bir ilim, irade ve kudretin eseri olan şaşmaz bir kanuna tâbi olduğunu isbat eder. Varlıkların hareketindeki bu kusursuz intizam, onların hareket ettiği boyut olan zamanın da aynı intizamla yaratıldığını gösterir. Zaman, Kader’in icraat sahasıdır.

​”Levh-i Mahfuz” ve “Kader Levhası”: İlmî ve Metafizik Manaları

​Bu kavramlar, Takdir’in mahiyetini anlamada merkezî bir yer tutar.
• ​Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levha): Bu, Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî ilminin bir unvanıdır. Kâinatta olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyin —en küçük teferruatına kadar— yazılı olduğu manevi bir “kitap”tır. O, değişmekten, bozulmaktan, tahrif edilmekten ve unutulmaktan korunmuştur.
• ​Metafizik Açıklama: Levh-i Mahfuz, zaman ve mekânın ötesindedir. O, Allah’ın ilminin tecellî ettiği bir “ayna” gibidir. Bizim için “gelecek” olan hadiseler, o ilimde “şimdi”dir. O, bütün zamanları ve mekânları aynı anda ihata eden bir ilimdir. Bu, bir mimarın, yapacağı binanın bütün planını, en ince teferruatına kadar zihninde ve projesinde mevcut kılmasına benzetilebilir. Bina zaman içinde inşa edilse de, projesi en başından beri bütünüyle mevcuttur.
• ​İlmî Açıdan Bir Bakış: Levh-i Mahfuz’u, kâinatın bütün bilgilerini ihtiva eden bir nevi “kozmik ana kod” veya “İlâhî bilgi bankası” olarak düşünmek, aklı yaklaştıran bir teşbihtir. Nasıl ki bir DNA molekülü, bir canlının bütün biyolojik planını içinde barındırıyorsa, Levh-i Mahfuz da bütün varlık âleminin planını, programını ve mukadderatını ihtiva eder.
• ​Kader Levhası: Bu tabir, bazen Levh-i Mahfuz ile eş manalı kullanılsa da, Risale-i Nur gibi eserlerde daha hususi manalara da gelir. Kader, Levh-i Mahfuz’daki o ezelî ilmin, her bir varlık için hususi bir “ölçü” ve “program” şeklinde tayin edilmesidir. Bu programın yazıldığı levhalar ise farklı mertebelerde olabilir. Mesela, Kur’ân’da zikredilen “Levh-i Mahv ve İsbat” (Silme ve Yazma Levhası) buna bir misaldir. ​”Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır; ana kitap O’nun katındadır.” (Ra’d 13/39)
Bu âyet, “şartlara bağlı” kader tecellîlerine işaret eder. Dua, sadaka gibi sâlih amellerle bazı mukadderatın değişebileceği hakikati, bu “Levh-i Mahv ve İsbat”ta gerçekleşir. Ancak bu değişimin kendisi dahi, asıl ve mutlak olan Levh-i Mahfuz’da ezelen bilinmekte ve yazılıdır.

​Zamanın Kur’ân’daki İzafî ve Mutlak Yönleri

​Kur’ân-ı Kerîm, zamanın tek ve sabit bir akış hızı olmadığını, farklı varlık boyutlarına ve idrak seviyelerine göre “izafî” (göreceli) olduğunu asırlar öncesinden haber vermiştir.
• ​İzafî Zaman: Zamanın akışı, onu tecrübe edene göre değişir. ​
“…Şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac 22/47)
“Melekler ve Rûh (Cebrâil), oraya, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir.” (Meâric 70/4) ​
Bu âyetler, zamanın mutlak bir sabit olmadığını açıkça ortaya koyar. İnsan idrakinin ölçüsü olan “dünya günü”, İlâhî katlardaki veya melekût âlemindeki zaman ölçüsüyle bir değildir. Bu hakikat, 20. yüzyılda fiziğin keşfettiği “zamanın izafiyeti” (göreceliliği) prensibiyle de aklı ikna edici bir paralellik arz eder. Fizik ilmine göre zaman, hıza ve kütle çekimine bağlı olarak yavaşlayıp hızlanabilen bir boyuttur. Kur’ân’ın bu beyanları, zamanın farklı varlık mertebelerinde farklı “hızlarda” aktığının manevi bir ifadesidir.

• ​Mutlak Yönü: Zamanın mutlak yönü ise, zamanı yaratan Zât-ı Akdes’e aittir. Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir. O’nun için geçmiş, şimdi ve gelecek yoktur; hepsi birdir ve O’nun ezelî ilminde hazırdır. Levh-i Mahfuz, bu mutlak ilmin bir unvanıdır. Bizim için zamanın içinde tedricen (yavaş yavaş) gerçekleşen hadiseler, O’nun nazarında bir anda mevcuttur. Yaratılıştaki “Kün fe yekûn” (Ol der, oluverir) sırrı, bu zaman üstü mutlak irade ve kudretin bir ifadesidir.
​Hülâsa, Kur’ân’a göre zaman; Kader nehrinin aktığı yataktır. Bu akış, mutlak bir nizam içinde seyreder (Yâsîn 40). Bütün bu seyrin programı ve bilgisi Levh-i Mahfuz’da ezelen mevcuttur. Bizim tecrübe ettiğimiz bu zaman akışı ise sabit ve tek tip değil, farklı boyutlara göre değişen izafî bir mahiyete sahiptir. Mutlak olan ise, zamanı ve Kader’i yaratan Cenâb-ı Hakk’ın zaman üstü ilmi ve iradesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 19th, 2025

KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, insanı maddi ve manevi bütünlüğü içinde ele alır. Bu bütünlüğün merkezinde ise bilinç, akıl ve kalp gibi birbiriyle derûnî bir irtibat halinde olan idrak mekanizmaları bulunur. Kur’ân, bu mekanizmaların nasıl çalıştığını, birbirini nasıl etkilediğini ve hakikate ulaşmada veya hakikatten sapmada ne gibi roller üstlendiğini çeşitli âyetlerde tasvir eder.

​İdrak Merkezi: “Kalplerin Mühürlenmesi” ve “Akletmez misiniz?” İfadeleri

​Kur’ân-ı Kerîm’de idrakin, imanın ve inkârın merkezi olarak sıklıkla “kalp” (القلب) zikredilir. Lâkin buradaki kalp, sadece kan pompalayan biyolojik bir uzuv değil, insanın manevi hayatının, hislerinin, inançlarının ve en mühimmi hakikati anlama ve tasdik etme kabiliyetinin merkezi olan “latîfe-i Rabbâniyye”dir.
Akıl (العقل) ise, bu merkeze hizmet eden, delilleri toplayan, nazar ve tefekkür eden, bağlantılar kuran bir alet ve kuvvettir.
​Bu iki unsurun etkileşimi, bilhassa inkâr edenler için kullanılan “kalplerin mühürlenmesi” ifadesi ile mü’minlere ve bütün insanlığa yöneltilen “akletmez misiniz?” (أَفَلَا تَعْقِلُونَ) hitabının bir arada geçtiği veya aynı bağlantıda zikredildiği yerlerde açıkça görülür.
​Mesela, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
​”Andolsun biz, cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar; gözleri vardır ama onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7/179)

​Bu âyette “anlamama” fiili kalbe isnat edilmiştir. Gözün ve kulağın getirdiği zahirî veriler, kalbin tasdik ve idrak süzgecinden geçmediği zaman hakikate ulaştıramamaktadır. Kalp, kibrin, inadın veya günahlarda ısrar etmenin neticesinde manen hastalanır ve nihayetinde mühürlenir. Bu mühürlenme, aklın faaliyetini yitirmesi demek değildir. İnsan dünyevi işleri için aklını pekâlâ kullanabilir, hesap yapabilir, sanat icra edebilir. Ancak mühürlenmiş bir kalp, aklın iman hakikatlerine dair sunduğu delilleri ve neticeleri kabul etme kabiliyetini kaybeder. Akıl, kapıyı çalar ama kapı içeriden kilitlidir.
​Dolayısıyla, “akletmez misiniz?” hitabı, aslında aklı kullanarak elde edilen verilerin ve varılan neticelerin, kalbin tasdikine sunulması için bir davettir. İdrak merkezinin kendisi kalptir; akıl ise bu merkezin en mühim müşaviri ve aletidir. Kalp bozulduğunda, aklın getirdiği en parlak deliller dahi tesirsiz kalır. İdrak, bu ikisinin sağlıklı bir etkileşimiyle mümkündür.

​”Enfüs” Delilleri: Kalp-Akıl Arası Bir Bilinç Boyutu

​Cenâb-ı Hak, hakikatin delillerini iki ana başlıkta sunacağını beyan eder:
​سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki) ufuklarda ve kendi öz benliklerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

​Bu âyet-i kerîme, insan bilincinin hakikate ulaşma seyrinde iki temel tefekkür sahasını işaret eder:
• ​Âfâk (Ufuklar): İnsanın dışında, haricî âlemde yer alan delillerdir. Güneşten galaksilere, atomlardan hücrelere kadar bütün kâinat, Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve hikmetini gösteren birer “âyet”tir. Bu zahirî delilleri incelemek, gözlemlemek ve onlardan neticeler çıkarmak, daha çok aklın sahasıdır. Âfâkî tefekkür, aklın nazarını dış dünyaya çevirmesidir.
• ​Enfüs (Nefisler/Öz Benlikler): İnsanın kendi derûnî âlemindeki, iç dünyasındaki delillerdir. Bu, sadece biyolojik yapıdan ibaret değildir. İnsanın aczi, fakrı, duyguları, vicdanı, fıtratına yerleştirilmiş ebediyet arzusu, yaratılışı üzerindeki harika sanat, ruhunun bedeni idare edişi gibi sayısız derûnî hakikat, “enfüsî” delilleri teşkil eder. Bu delilleri tefekkür etmek ise, doğrudan doğruya kalbin ve vicdanın sahasıdır.
​”Enfüs”, bu manada kalp ile akıl arasında köprü kuran bir bilinç boyutudur. İnsan aklıyla dış âlemdeki (âfâk) nizamı ve sanatı gördükten sonra, kendi içine (enfüs) dönerek bütün bu kâinatın bir küçük misalini kendi varlığında bulur. Kendi yaratılışındaki mu’cizeyi, ruhunun mahiyetini, sonsuz arzularını ve ihtiyaçlarını kalbiyle hissettiğinde, aklın dışarıda bulduğu deliller içeride tasdik edilir. Akıl “Böyle bir kâinatın mutlaka bir Sânii olmalı” derken, kalp ve vicdan “Evet, benim bu sonsuz arzularımı tatmin edecek ve bu acizliğime merhamet edecek ancak O Sâni’-i Zülcelâl’dir” diye cevap verir.
​Böylece enfüsî tefekkür, aklın soyut istidlâllerini (delil getirme), kalbin şuhûdî (görür gibi) ve zevkî bir marifetine dönüştürür. Bu, bilginin imana ve marifete dönüştüğü çok hususi bir bilinç tecrübesidir.

​Modern Bilinç Kuramlarıyla Mukayeseli Bir Kur’ân Tahlili

​Modern bilim ve düşünce, bilinci (consciousness) çoğunlukla materyalist ve redüksiyonist (karmaşık) bir açıdan ele alır. Bu yaklaşıma göre bilinç, beynin karmaşık nöronal faaliyetlerinin bir neticesi, bir “yan ürün”üdür. Merkezde tamamen beyin ve onun fiziko-kimyasal süreçleri vardır.
​Kur’ân-ı Kerîm’in sunduğu model ise bu dar çerçevenin çok ötesinde, külli ve manevi bir yapı arz eder:
• ​Menşe (Kaynak) Farkı: Modern düşünce bilincin menşeini “madde”de ararken, Kur’ân bilincin ve hayatın temel kaynağının Allah tarafından insana üflenen Ruh (الروح) olduğunu beyan eder. Ruh, mahiyeti bizce meçhul, ilâhî bir emirdir. Dolayısıyla bilinç, maddenin bir ürünü değil, maddeye hayat ve idrak veren manevi bir cevherdir.
• ​Merkez Farkı: Modern bilim bilincin merkezini beyin olarak görür. Kur’ân ise idrakin, imanın ve manevi bilincin merkezini kalp olarak tayin eder. Beyin, düşünme, analiz etme, hafıza gibi zihinsel faaliyetlerin aletidir ve Kur’ânî terminolojideki “dimağ”a tekabül edebilir. Ancak “ben” idraki, iman, sevgi, korku gibi bilincin en derûnî tecrübelerinin merkezi kalptir. Kalp, ruhtan gelen manevi hayatı işleyen ve onu anlamlı bir bilinç haline getiren manevi bir organdır.
• ​Amaç Farkı: Materyalist düşünce için bilincin hayatta kalma mekanizması olmaktan öte bir gayesi yoktur. Kur’ân’a göre ise bilinç, insana Allah’ı tanıması (marifetullah), O’na iman ve ibadet etmesi ve bu imtihan dünyasında O’nun eserlerini tefekkür ederek manen yükselmesi için verilmiş ilâhî bir lütuftur. Bilinç, gayesi olan bir emanettir.
​Hülâsa:
​Modern bilimin “bilincin zor problemi” (the hard problem of consciousness) olarak adlandırdığı, yani “maddeden nasıl olup da sübjektif bir tecrübe, bir ‘ben’ hissi çıktığı” meselesi, materyalist paradigma içinde cevapsızdır. Kur’ân bu probleme en başta bir cevap verir: Çünkü “ben” dediğimiz şuurun kaynağı madde değil, Allah’tan gelen Ruhtur.
​Netice olarak Kur’ân; Ruh’u hayat ve şuurun kaynağı, Kalp’i bu şuurun manevi idrak ve iman merkezi, Akıl’ı ise bu merkeze hizmet eden bir tefekkür aleti olarak tasvir eden çok katmanlı ve külli bir bilinç modeli sunar. Bu model, insanı sadece et ve kemikten ibaret bir varlık olarak değil, hem âfâkî hem de enfüsî delilleri okuyabilen, maddesi ve manasıyla bir “kâinat nüsha-i münevveresi” olarak ele alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 19th, 2025

ZEHRA’NIN GÖZLERİ

ZEHRA’NIN GÖZLERİ

Yıllar önce bir filim seyretmiştim.
Ağlayarak.
Bir kaç kere de öğrencilerle beraber seyretmiştim.
Üzülerek.
“Zehranın Gözleri”
Bugün onun ve benzerinin haberlerini duyunca irkildim ve ‘Zehranın Gözleri’ni hatırladım.
Hüzünlenerek.
Meğer ne kadar da kaybedilen Gözler ve Organlar varmış.
İnsanlığın kaybını görerek.

Filmin genel muhtevası özetle şöyle:[1]

********

“Zehra’nın Gözleri” (İng. The Eyes of Zahra / Ar. Ayn al-Zahra / Fars. Chashmhā-ye Zehra) filmi, İran yapımı bir televizyon dizisi/film serisidir. Yönetmeni Aref Lorestani, yapım yılı 2004’tür. İran’da çekilmiş, ancak Filistin’de yaşanan zulmü anlatmaktadır. Aşağıda hem konu özeti, hem de vermek istediği mesajlar yer almaktadır.
🎬 KONU ÖZETİ
Film, işgal altındaki Filistin’de geçer.
Başkahraman Zehra, küçük, masum bir Filistinli kız çocuğudur. Gözleri çok güzeldir; temizliği, safiyeti ve imanının nurunu yansıtır.
Ancak bu “gözler”, aynı zamanda bir zulmün hedefi hâline gelir.

Olay örgüsü kısaca şöyledir:
• İsrail ordusunda görevli bir komutanın çocuğu gözleri görmeyen bir hastadır.
• Komutan, bu çocuğa göz nakli yapmak için Filistinli çocuklardan organ temin etme planı yapar.
• Sözde “sağlık taraması” bahanesiyle Filistinli çocuklar toplanır; aslında organ nakli için uygun göz aranır.
• O sırada Zehra’nın gözleri dikkat çeker; “bu gözler kurtuluş olabilir” derler.
• Ancak bu masum çocuk, o an insanlığın ve vicdanın sembolüne dönüşür.
• Hikâye ilerledikçe Zehra ve ailesi zulüm, sürgün, kayıp ve direniş arasında savrulur.
• Abisi İsmail, gördüğü vahşet karşısında direnmeye karar verir.
• Finalde Zehra, gözlerini kaybeder; ama o gözler, hakikatin, iman ve mazlumiyetin bir aynası olarak kalır.

🌿 VERİLMEK İSTENEN MESAJLAR
1. Zulüm, sadece toprakla değil; insanlıkla ilgilidir
Film, işgalin sadece toprak gaspı olmadığını; insanın onurunun, bedeninin, hatta organlarının bile gasp edilmek istendiğini gösterir.
Zehra’nın gözleri üzerinden “insanlık körleşmesi” anlatılır.
“Bir çocuğun gözlerine sahip olmak isteyen zalim, aslında kendi vicdanını yitirmiştir.”

2. Göz: Görmek ve Görülmek Sembolü

Zehra’nın gözleri iki anlam taşır:
• Hakikati gören bir bakışın sembolü,
• Görülmeyen bir halkın (Filistin’in) sesidir.
Filmde göz, “nur”, “şuur” ve “vicdan” demektir.
Zehra’nın gözleri alınsa bile, o iman gözüyle gören bir millettir.
Zalimlerin körlüğü ise asıl karanlıktır.

3. Masumiyetin Kurban Edilişi

Zehra, hem masumiyetin hem çocukluğun temsilidir.
Onun gözleriyle birlikte insanlığın vicdanı da sökülmek istenir.
Bu, savaşın en derûnî yönünü —masumların bedel ödemesini— gösterir.
“Savaş, en çok çocukların gözlerini karartır.”

4. Direnişin ve Fedakârlığın Hikmeti

Zehra’nın abisi İsmail, zulmü görünce sessiz kalamaz.
Direniş, burada sadece silahla değil, imanla, sabırla ve fedakârlıkla gösterilir.
Film, şunu demek ister:
“Mazlum, susarsa zalim büyür. Direniş, var olmanın duasıdır.”

5. Vicdan Körlüğüne Tenkit

Filmin derin anlamlarından biri de, dünyadaki sessizliği tenkit etmesidir.
Batı dünyasının, insan haklarından söz ederken Filistin’deki zulme göz yumması eleştirilir.
Bu yüzden “Zehra’nın gözleri” aslında dünyanın vicdan aynasıdır.
“Zehra’nın gözlerine bak; orada hem Filistin’i, hem insanlığın utancını görürsün.”

🌙 SONUÇ OLARAK

“Zehra’nın Gözleri” filmi, bir çocuğun gözlerinden tüm insanlığın vicdanını anlatır.
Zehra’nın gözleri alınır, ama hakikati gören bakış sökülemez.
Bu film, seyircisine şu suali bırakır:
“Kim daha kör?
Gözleri alınan çocuk mu,
Yoksa bu zulme susan dünya mı?”

*******

18-10-2025 TARİHLİ HABER:

“Cenazelerin teslimi vahşeti doğruladı! Organlarını çalıp öldürmüşler

İsrail ordusunun cenazesini teslim ettiği bazı Filistinlilerin organlarının eksik olduğu ortaya çıktı. Bazı cenazeler gözleri bağlı, elleri ve ayakları kelepçeli şekilde gönderildi.
İsrail ile Hamas, Gazze’de ateşkes planının ilk aşamasını onaylamasının ardından karşılıklı olarak cenazeler teslim ediliyor.
Hamas, hayatını kaybeden 28 İsrailli esirden 10’unun cesedini teslim etti. Tel Aviv yönetimi de üç günde 120 Filistinlinin naaşını teslim ederken, İsrail ordusunun Filistinlilerin naaşlarından organ çaldığı ortaya çıktı.
“GÖZLER, KORNEALAR EKSİKTİ”
Gazze’deki hükûmetin Medya Ofis Müdürü İsmail es-Sevabite “Cenazelerin çoğu içler acısı bir durumda geldi. Bu durum, sahiplerinin sahada infaz edildiğini ve sistematik işkenceye maruz kaldığını gösteriyor” dedi. Filistinlilerin naaşlarından organ çalmasını “vahşi bir suç” olarak nitelendiren Sevabite, olayı ortaya çıkarmak üzere uluslararası bir soruşturma komitesi kurulması çağrısında bulundu.
Sevabite “Bazı şehitlerin cenazeleri gözleri bağlı, elleri ve ayakları kelepçeli şekilde teslim edildi. Diğerlerinin bedenlerinde ise boğma izleri ve boyunlarında ipler bulunuyor, bu da kasten öldürme vakalarına işaret ediyor. Pek çok Filistinlinin de gözler, kornealar ve diğer organlar gibi bazı kısımları eksikti” dedi.

Gazetemiz daha önce İsrail’in Filistinlilerin organlarını çaldığını deşifre etmişti. Siyonist vahşetin organ hırsızlığına devam ettiği ortaya çıktı.

“NETANYAHU YARDIM MİSYONUNU ENGELLİYOR”
Öte yandan Hamas’tan yapılan açıklamada ateşkes anlaşmasına bağlılığın sürdürüldüğü belirtilerek “İsrailli esirlerin cenazelerinin teslim süreci biraz zaman alabilir. Çünkü bunların bir kısmı işgal güçleri tarafından yıkılan tünellerde, bir kısmı ise yıkılan binaların enkazının altında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kurtarma çabalarını ve insani yardım misyonunu engelliyor” denildi.

Filistinliler, Nasır Hastanesinde kurulan ekrana yansıtılan görüntüden yakınlarını teşhis etmeye çalışıyor.

AİLELERİN EN ZOR GÖREVİ
Gazze Şeridi’nin güneyindeki Nasır Hastanesinde Sağlık Bakanlığından ekipler, İsrail’in isim veya bilgi vermeden iade ettiği cesetlerin kimliğini tespit etmek için Filistinlilerle birlikte titiz bir çalışma yürütüyor. Bakanlık tarafından kurulan büyük ekranın önünde toplanan kayıp yakınları, dijital kod kullanılarak kendilerine gösterilen naaşların görüntülerini dikkatle inceliyor ve “göz yordamıyla” yakınlarını teşhis etmeye çalışıyor.
Tanınmaz hâle gelen naaşları pür dikkat inceleyen Filistinli aileler, işkence, yanık, darp ve infaz izlerinin olduğu naaşlarda yakınlarına ait en ufak bir iz ya da ipucu arıyor.”[2]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 

[1] https://m.youtube.com/watch?v=n88wXJdO6rE&pp=ygUWWmVocmHigJluxLFuIGfDtnpsZXJpIA%3D%3D

[2] https://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/cenazelerin-teslimi-vahseti-dogruladi-organlarini-calip-oldurmusler-1153678

Loading

No ResponsesEkim 19th, 2025

Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

 

  1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ

Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

  1. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil

Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:

“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)

Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.

  1. Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.

İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.

Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

 

*************   

 

  1. “Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî

İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Cenâb-ı Hak, insanın eline, emanet olarak… işârât ve nümûneleri câmi’ bir ene vermiştir—tâ ki o ene bir vahid-i kıyas olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin.”

  1. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma

Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.

Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.

  1. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?

Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.

Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.

 

************  

 

Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

  1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”

Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?

  1. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri

İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.

  1. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar

İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:

  • Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
  • Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.
  1. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı

Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.

  1. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat

Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.

Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.

 

Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati

  1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat

Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?

  1. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet

Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:

  • Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
  • İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
  • Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.
  1. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi

Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:

  • Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
  • Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
  • Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.
  1. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı

Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:

  • Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
  • Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.
  1. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına

Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.

Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

KUR’AN-I KERİMDE KENDİSİNE İMKâN VERİLENLER VE NETİCESİ

KUR’AN-I KERİMDE KENDİSİNE İMKâN VERİLENLER VE NETİCESİ

 

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına verdiği imkanları ve neticelerini şu ana başlıklar altında tahlil etmek mümkündür:

  1. Bütün İnsanlığa Verilen Umumî (Cihanşümul) İmkanlar

Cenâb-ı Hak, mü’min veya kâfir ayırt etmeksizin bütün insanlara var olmaları ve O’nu tanıyabilmeleri için temel imkanlar bahşetmiştir. Bu imkanlar, insanın mesuliyetinin de temelini oluşturur.

  • Hayat ve Fıtrat: Her şeyden evvel, insana “hayat” nimeti verilmiş ve fıtratına Allah’ı tanıma kabiliyeti dercedilmiştir.
  • Akıl ve İrade: İnsana, hak ile batılı, hayır ile şerri ayırt edebilmesi için “akıl” nimeti ve bu ikisi arasında seçim yapabilmesi için “irade-i cüziyye” (tercih hürriyeti) verilmiştir.
  • Duyular ve Hisler: Görmek, işitmek, hissetmek gibi zahirî ve derûnî duygular, kâinattaki ilahî sanatları ve ayetleri nazar edip tefekkür etmesi için birer vasıtadır.

Nitekim Cenâb-ı Hak bu hakikati şöyle beyan buyurur:

“Allah, sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmezken çıkardı ve şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 16/78)

  • Kâinat Kitabı: Bütün tabiat, içindeki nizam ve intizam ile, Yaratıcısının varlığına ve birliğine, ilim, irade ve kudretine isbat olarak insanın önüne serilmiş bir “kitap” hükmündedir.

Gelişme ve Netice:

Bu umumî imkanları kullanan insanlardan bir kısmı; aklını, nazarını ve kalbini kullanarak kâinattaki ayetleri okur, tefekkür eder ve Yaradan’a iman eder. Diğer bir kısmı ise bu imkanları enaniyetine, nefsanî arzularına ve tabiatperestliğe sarf ederek hakikatten yüz çevirir ve küfre sapar.

  1. Mü’minlere Bahşedilen Hususî İmkanlar

İman etme iradesini gösteren kullarına Cenâb-ı Hak, hidayetlerini artırmak ve istikametlerini muhafaza etmek için ilave imkanlar ve lütuflar sunar.

  • Vahiy ve Peygamberler: Akıl tek başına her hakikati idrak edemeyeceği için, Cenâb-ı Hak peygamberler ve mukaddes kitaplar göndererek yol göstermiştir. Kur’an-ı Kerim, mü’minler için en büyük hidayet rehberidir.

“O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/2)

  • Dua ve İbadet: Kullarına, doğrudan kendisine müracaat etme, yardım isteme ve manen yükselme imkanı olan “dua” ve “ibadet” kapısını açmıştır.

“Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.'” (Mü’min, 40/60)

  • Tevbe ve Mağfiret: İşlenen günah ve hatalardan sonra pişmanlık duyup O’na yönelenler için “tevbe” kapısını daima açık tutarak, manevî temizlik ve yeniden başlama imkanı vermiştir.

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer, 39/53)

Gelişme ve Netice:

Bu hususî imkanları değerlendiren mü’minler, imanlarını ve salih amellerini artırır, ahlâken tekâmül eder, Allah’a olan yakınlıkları ziyadeleşir. Bu hayat yolculuğunun neticesi, ebedî saadet yurdu olan Cennet ve Allah’ın rızasına mazhar olmaktır.

  1. Kâfirlere ve Zâlimlere Verilen Mühlet ve İmkanlar (İstidraç)

Kur’an-ı Kerim’in en mühim ihtar konularından biri de inkâr edenlere, zalimlere ve günaha dalanlara verilen dünyevî imkanlardır. Bu imkanlar, onlar için bir lütuf değil, neticesi elim bir azap olan “istidraç”tır. Yani, Cenâb-ı Hak onlara mühlet verir, nimetlerini artırır; onlar da bu durumu kendileri için bir hayır zannederek isyan ve tuğyanlarını daha da artırırlar.

  • Mal, Mülk ve İktidar: Firavun, Karun, Nemrut gibi tarihî şahsiyetler ve inkârcı kavimlere verilen zenginlik, saltanat ve güç, onların kibirlerini ve Allah’a karşı isyanlarını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

“Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En’âm, 6/44)

  • Mühlet Verilmesi: Cenâb-ı Hak, onların cezasını hemen vermeyip erteler. Bu mühlet, onların tevbe etmeleri için bir fırsat iken, onlar bunu gafletle geçirip azgınlıklarını artırırlar.

“İnkâr edenler, kendilerine mühlet vermemizin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak günahları artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 3/178)

Gelişme ve Netice:

Kendilerine verilen dünyevî imkanları bir hak ve kendi maharetlerinin bir neticesi zanneden bu kimseler, şükrü terk edip şımarıklığa ve zulme yönelirler. Verilen mühletin sonunda ise ya dünyada (Ad, Semud kavimleri gibi) helak edici bir azapla ya da ahirette ebedî hüsran ve Cehennem azabıyla karşılaşırlar. Kur’an-ı Kerim’de Karun’un akıbeti bu duruma çarpıcı bir misaldir:

“Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek hiçbir topluluğu olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabileceklerden de değildi.” (Kasas, 28/81)

Hülâsa

Cenâb-ı Hak, adalet ve hikmetinin bir tecellisi olarak her insana hakikati bulması için aklı, iradeyi ve kâinatı birer delil olarak vermiştir. İman yolunu seçenlere ise vahiy, dua ve tevbe gibi hususî desteklerle yolunu aydınlatmıştır. İnkâr ve isyan yolunu seçenlere ise mal, mülk ve mühlet gibi imkanlar vererek onların kendi iradeleriyle en derin isyana batmalarına müsaade etmiştir ki, cezaları tam bir adalet olsun.

Neticede, verilen her imkan bir “imtihan vesilesi”dir. Akıbeti belirleyen, bu imkanların kendisi değil, insanın cüz’i iradesiyle o imkanları hangi yolda kullandığıdır. Bir grup bu imkanlarla Allah’a şükrederek ebedî saadete ulaşırken, diğer grup aynı imkanlarla nankörlük ve isyan ederek ebedî hüsrana düçar olur.

 

*************   

 

Hz. Yusufa verilen imkan:

 

Cenâb-ı Hakk’ın, Hazret-i Yusuf’a (aleyhisselâm) lütfettiği imkânlar, onun peygamberlik vazifesini ifa edebilmesi ve “ahsenü’l-kasas” yani kıssaların en güzeli olarak anılan hayat hikâyesindeki ilâhî maksatların tahakkuku için verilmiş büyük lütuflardır. Bu imkânları Kur’ân-ı Kerîm’in, bilhassa Yusuf Sûresi’nin tasvirleri ve Risale-i Nur Külliyatı’nın işaretleri zaviyesinden şu şekilde tasnif edebiliriz:

  1. İlim, Hikmet ve Hadiselerin Te’vili (Yorumlanması)

Hazret-i Yusuf’a verilen en mühim ve en bariz imkân, hadiselerin, özellikle de rüyaların derûnî manalarını anlama ve tabir etme ilmidir. Bu hususiyet, hayatının her safhasında bir dönüm noktası teşkil etmiştir.

  • Çocukluğunda Müjdelenen İlim: Daha küçük bir çocukken gördüğü rüyayı babası Hazret-i Yakub’a anlattığında, bu hususi istidadı müjdelenmiştir.

“Babası, “Yavrucuğum!” dedi, “Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır. İşte rabbin seni böylece seçecek, sana olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya‘kūb soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin her şeyi bildirmektedir, hikmet sahibidir.” (Yûsuf, 12/5-6)

  • Olgunluk Çağında Verilen Hikmet: Mısır’da Aziz’in sarayında olgunluk çağına eriştiğinde bu ilim ve hikmet ona bir lütuf olarak verilmiştir.

“Yûsuf olgunluk çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız.” (Yûsuf, 12/22)

  1. Mülk ve İktidar

Kuyudan, kölelikten ve zindandan sonra Hazret-i Yusuf, ilmi ve liyakati sayesinde Mısır’ın en mühim idari makamına getirilmiştir. Bu, hem bir imtihan hem de ilâhî adaletin tecellisi için verilmiş bir imkândı.

  • Hazinelerin Başına Geçmesi: Zindandan çıktıktan sonra hükümdarın rüyasını doğru tabir etmesiyle, kendi isteği üzerine Mısır’ın hazinelerinin başına getirilmiştir.

“(Yûsuf) Dedi ki: “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum, (bu işi) iyi bilirim.” (Yûsuf, 12/55)

  • Mısır’da Yerleşik Kılınması: Bu vazife, ona Mısır’da tam bir hareket serbestliği ve iktidar sağlamıştır.

“İşte böylece Yûsuf’a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki ve imkân verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz; güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yûsuf, 12/56)

  1. Ahlâkî Fazilet, İffet ve İlâhî Muhafaza

Hazret-i Yusuf’a verilen en büyük derûnî imkânlardan biri de, en zorlu şartlarda dahi onu günahtan ve yanlıştan muhafaza eden ilâhî korumadır. Züleyha’nın kendisine olan meyli karşısındaki duruşu, bunun en parlak isbatıdır.

  • Rabb’inin Bürhanını Görmesi: Tam günaha düşme tehlikesiyle yüz yüze kaldığı anda, Allah’ın bir bürhanı (kesin delili) ile muhafaza edilmiştir.

“Andolsun, kadın ona (göz koyup) istek duymuştu. Eğer rabbinin delilini görmemiş olsaydı, o da ona istek duyacaktı. Biz, ondan kötülüğü ve fuhşu uzaklaştırmak için işte böyle yaptık. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 12/24)

  1. Hüsn-ü Cemal (Fevkalade Güzellik)

Hazret-i Yusuf’a (a.s.) bahşedilen olağanüstü güzellik, onun kıssasında mühim bir yer tutar. Bu güzellik, hem onun için bir imtihan vesilesi olmuş hem de insanların dikkatini çekerek ilâhî kudretin bir nişanesi olarak tecelli etmiştir.

Bu imkânların tamamı, Hazret-i Yusuf’un hayatının sonunda yaptığı şu dua ile özetlenmektedir:

“Rabbim! Gerçekten bana mülkten verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihlerin arasına kat!” (Yûsuf, 12/101)

Bu ayetler göstermektedir ki Hazret-i Yusuf’a (a.s.) verilen her imkân, neticede Allah’ın iradesiyle, onu peygamberlik vazifesine hazırlamak, bir milleti kıtlıktan kurtarmak ve parçalanmış bir aileyi yeniden bir araya getirmek gibi yüksek gayelere hizmet etmiştir. Onun hayatı, sabır ve şükürle ilâhî imkânların nasıl hayra kullanılabileceğinin en güzel misallerinden birini teşkil eder.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 86–

BERCESTE VE İZAHI – 86–

​1. Hâfız-ı Şirâzî’den Himmet ve Azâdeliğin Sırrı
​Gulâm-ı himmet-i ânem ki zîr-i çerh-i kebûd
Zi-herçi reng-i ta‘alluk pezîred âzâdest

​Hâfız-ı Şirâzî, bu beytinde himmetin (yüksek gayret, manevi kudret) ulviyetini dile getirmektedir. Şair, kendisini “mavi gök kubbenin altında her türlü bağdan, alakadan, dünya lezzetinden kurtulmuş olan kişinin himmetinin kölesi” olarak vasıflandırmaktadır. Bu, bir insanın ulaşabileceği en büyük manevî mertebelerden birine işaret eder. Dünya hayatı, insanı sayısız bağlarla kendisine bağlar: mal, mülk, şöhret, mevki, şehvet… Bu bağlar, insan ruhunu esir eder ve onu asıl gayesinden uzaklaştırır. Asıl hürriyet, bu bağlardan azâde olmaktır. Hâfız, bu hürriyete erişebilmiş birinin himmetine hayranlık duymaktadır. Bu beyit, dünya malına tamah etmeden, fani lezzetlere takılıp kalmadan yüksek bir gayeye yönelmenin, yani himmet sahibi olmanın, gerçek bir kulluk nişanesi olduğunu beyan eder. Bu, kalbin yalnızca Allah’a bağlanması ve O’nun rızasından başka bir gaye gütmemesidir.

​2. Ahmed-i Dâ‘î’den Şükran ve Fedakârlık İklimi
​Şükrâne senin yoluna bin cân ola bir gün
Ger hazretine ermeye imkân ola bir gün

​Ahmed-i Dâ‘î’nin bu beyti, Yaradan’a duyulan derin şükranı ve O’nun huzuruna erişme arzusunu ihtiva eder. Şair, Rabb’inin lütuflarına şükür olarak bin can feda etmeye hazır olduğunu söylemektedir. Bu, şükrün en yüce mertebesidir. Şükür, sadece dil ile “elhamdülillah” demekten ibaret değildir; aynı zamanda canı ve tüm varlığıyla bu nimete karşılık vermeye niyet etmektir. “Ger hazretine ermeye imkân ola bir gün” ifadesi ise, bu şükranın asıl gayesinin Allah’ın huzuruna kabul edilmek olduğunu vurgular. İnsan, bu fani hayattaki her nimeti, O’nun rızasına ulaşmak için bir vesile olarak görmelidir. Bu beyit, kulun, Allah’a karşı hissettiği minnettarlığı ve O’na kavuşma aşkını, en coşkun ve fedakârane bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu, İslâm tasavvufundaki “fenafillâh” (Allah’ta yok olma) makamına işaret eden bir hissiyattır.

​3. Süleyman Nazîf’ten Gönül İffeti ve Teslimiyet
​Arz-ı hâl etmez dil-i gam-dîdemiz dildâre de
Etmesin muhtâc Rabbim yâre de ağyâre de

​Süleyman Nazîf’in bu beyti, bir yandan gönlün izzetini, diğer yandan ise Allah’a tam bir tevekkül halini yansıtmaktadır. Şair, kederlerle dolu gönlünün dahi, sevdiğine halini arz etmediğini ifade eder. Bu, gönül izzetinin ve sır saklama ahlâkının bir göstergesidir. Gerçek dertler, ancak Allah’a arz edilir. Beytin ikinci mısraı ise bu hakikati duayla taçlandırır: “Ey Rabbim! Beni ne yâre (sevdiğime) ne de ağyâre (yabancılara, düşmanlara) muhtaç etme.” Bu dua, bir kulun en samimi niyetini yansıtır. İnsan, aciz ve zayıf bir varlıktır; ancak bu acizliğini Yaradan’dan başkasına göstermemek, O’na sığınarak başkalarına karşı onurunu muhafaza etmek, en büyük manevî kuvvettir. Bu beyit, Allah’tan başkasına boyun eğmemenin, O’ndan başkasından yardım dilememenin ve gönül dertlerini yalnızca O’na açmanın önemini hikmetle anlatmaktadır.

​4. Bağdatlı Rûhî’den Gerçek Müşkül ve Fazilet
​Âdeme müşkil değil mâl ü menâl eksikliği
Müşkil oldur ki ola fazl ü kemâl eksikliği

​Bağdatlı Rûhî, bu beytinde insan hayatındaki asıl zorluğun ne olduğunu veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Şair, bir insanın mal ve mülk eksikliğinin büyük bir mesele olmadığını, asıl zorluğun (müşkülün) fazilet ve kemâl (erdem ve olgunluk) eksikliği olduğunu beyan etmektedir. Bu, Divan Edebiyatı’nda sıkça işlenen bir tema olan maddiyat ile maneviyat mukayesesinin en çarpıcı örneklerindendir. Maddi fakirlik, dünya hayatının geçici bir halidir ve sabır ile aşılabilir. Lâkin manevi fakirlik, yani erdemden, ahlâktan ve olgunluktan mahrum kalmak, bir insanın hem dünya hem de ahiret hayatını mahvedebilir. Zira mal ve mülk, insanı geçici olarak mutlu edebilir, ancak kemalât, hayat boyu kalıcı bir izzet ve huzur sağlar. Bu beyit, bize insanı kâmil olmanın, ruhunu terbiye etmenin ve ahlâkını güzelleştirmenin, her türlü maddi servetten daha üstün bir hayat gayesi olduğunu hatırlatmaktadır.

​Yüksek İklimlerde Gönül Yolculuğu
​Hayat, kimi zaman çetin sınavlardan müteşekkil bir mektep, kimi zaman ise ruhani seyahatlerin izini taşıyan bir haritadır. İnsan, bu yolculukta nice duraklardan geçer; zenginlik, fakirlik, sevinç, hüzün, kavuşma ve ayrılık… Bu durakların her biri, esasında insanın ruhunu olgunlaştırmak ve onu asıl gayesine yönlendirmek için birer basamaktır. Divan Edebiyatı’nın nadide incileri olan bu beyitler, bu hayat yolculuğunun manevî muhtevasına dair derin hikmetler sunar.
​Gönül, ilâhî aşka tutulduğunda, dünyanın fani süslerinden müstağni olur. Bu gönül, ne kavuşmanın neşesine abartılı bir biçimde sevinir, ne de ayrılığın kederine boğulur. Bu, ilahi takdire tam bir teslimiyet ve rızâ halidir. Bu hal, insanı gelip geçici duygu dalgalanmalarından korur ve ruhuna sebat verir.
​Bu gönül zenginliğine ulaşan kişi, Hâfız-ı Şirâzî’nin ifadesiyle, dünya bağlarından azâde bir himmetin kölesi olur. “Gulâm-ı himmet-i ânem ki zîr-i çerh-i kebûd / Zi-herçi reng-i ta‘alluk pezîred âzâdest” diyen Hâfız, dünya menfaatlerine olan her türlü bağlılıktan kurtulmuş, nefsani arzularını terbiye etmiş bir insanı tarif eder. Bu, gerçek hürriyettir. Bu hürriyet, insana yüksek bir himmet ve gayret kazandırır. Zira kalbi dünya bağlarından kurtulan bir kişi, tüm enerjisini asıl gayesi olan Rabbine yakınlaşmaya sarf eder.
​Bu yakınlaşma gayesi, Ahmed-i Dâ‘î’nin beytinde en yüksek fedakârlık ve şükür hissiyatıyla ifade bulur. “Şükrâne senin yoluna bin cân ola bir gün / Ger hazretine ermeye imkân ola bir gün” diyen şair, Rabb’inin lütuflarına karşı duyduğu minnettarlığı canını feda etmeye hazır olduğunu ifade ederek gösterir. Bu, şükrün zirvesidir. İnsan, nimetlerin gerçek sahibinin farkına vardığında, bu nimetleri O’nun rızasına ulaşmak için bir vasıta olarak kullanır. Bu beyit, bize şükrün sadece bir sözden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir hayat biçimi olduğunu öğretir.
​Süleyman Nazîf’in beyti ise bu manevî yolculukta izzetin ve teslimiyetin önemine dikkat çeker. “Arz-ı hâl etmez dil-i gam-dîdemiz dildâre de / Etmesin muhtâc Rabbim yâre de ağyâre de” diyen şair, kederle dolu gönlünün dahi başkalarına açılmadığını, zira bir müminin derdini yalnızca Allah’a arz etmesi gerektiğini dile getirir. Bu, kulun Allah’a olan güveninin bir tezahürüdür. İnsan, yaratılmışlara muhtaç olmamak için Yaradan’a sığınmalı, halini yalnızca O’na açmalıdır. Bu, hem manevî onurun hem de tam bir tevekkülün en net ifadesidir.
​Son olarak, Bağdatlı Rûhî, bu yolculuğun en mühim kaidesini beyan eder: “Âdeme müşkil değil mâl ü menâl eksikliği / Müşkil oldur ki ola fazl ü kemâl eksikliği”. Bu beyit, tüm bu hikmetli sözlerin özüdür. Asıl mesele, maddî eksiklikler değil, manevî ve ahlâkî eksikliklerdir. Zira mal ve mülk fani birer emanet iken, fazilet, erdem ve kemalât, insanın ahiret hayatına taşıyacağı kalıcı birer hazinedir. Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir; gerçek hürriyet, nefsani bağlardan kurtulmaktır; gerçek şükür, Allah’a olan bağlılığın ifadesidir; ve en büyük dert, ahlâkî ve manevî olgunluktan mahrum kalmaktır. Bu beyitler, bize bu hakikatleri hatırlatarak, hayatımızı bu manevî esaslar üzerine bina etmeye davet etmektedir.
​Özet
​Bu makale, farklı beyit üzerinden insan hayatının manevî muhtevasını ele almaktadır. Hâfız-ı Şirâzî, dünya bağlarından azâde olmanın getirdiği gerçek hürriyeti ve yüksek himmeti; Ahmed-i Dâ‘î, Allah’a duyulan şükranın ve O’na kavuşma arzusunun derinliğini; Süleyman Nazîf, kulun izzetini ve sadece Allah’a tevekkül etmenin önemini; ve Bağdatlı Rûhî, asıl sıkıntının maddi eksiklikler değil, manevi olgunluk ve ahlâk eksikliği olduğunu izah etmektedir. Bu beyitler, maddi unsurların ötesinde, insanı kâmil olmaya, yüksek ahlâka ve Allah’a olan tam bir teslimiyet ve bağlılığa çağıran manevî bir bütünlük arz etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 85 –

BERCESTE VE İZAHI – 85 –

​1. Beyit: Leskofçalı Gâlib
​İktibas:
​Ber zamân bulmaz fenâ dünyâde erbâb-ı himem
Sâhibi mahv olsa da âsâr kendin gösterir.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Leskofçalı Gâlib’in kaleminden, himmet sahibi insanların bu fâni dünyada asîl gayeler peşinde koşarken yok olup gitmeyeceklerini dile getirmektedir. Onların fizikî varlıkları sona erse bile, geride bıraktıkları eserler ve hayırlı işler vasıtasıyla adları, hatıraları ve tesirleri daim kalır. Bu, fânîliğe karşı bir bekâ arayışı ve bu arayışın himmet yoluyla tahakkuku meselesidir. Eserler, şahısların manevî bekâsını sağlayan birer delildir.
​Himmet ve Âsâr: Fânî Dünyâda Bâkî Kalmak
​İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından itibaren faniliğin idrâkiyle yaşamıştır. Bu fani hayatın içinde, geride bir iz bırakma, unutulup gitmeme arzusu, en temel hislerden biridir. Kimi bu arzuyu şan ve şöhretle, kimi mal ve mülkle, kimi de makam ve mevki ile tatmin etmeye çalışsa da, bu beyitte Leskofçalı Gâlib, ebedîliğe giden asıl yolun himmetten geçtiğini haber vermektedir.
​Himmet, sadece yüksek bir gayeye sahip olmak değil, aynı zamanda o gaye için azimle, kararlılıkla ve fedakârca çalışmak demektir. Bu, bir şahsiyetin ruhunda barındırdığı ulvi ideallerin fiilîyata dönüşmesidir. Himmet sahibi insanlar, yani “erbâb-ı himem”, maddî menfaatlerin ve dünyevî lezzetlerin ötesinde, insanlığa, vatanına veya dinine fayda sağlayacak işlere yönelirler. Onların maksatları, şahsî çıkarlarını aşan, cemiyetin istifadesine yönelik maksatlardır.
​Bu makamda, bir şahsın bedeninin, yani “sâhibinin”, mahv olup gitmesi, yâni fânî olması mukadderdir. Ancak, Leskofçalı’nın da belirttiği gibi, asıl mühim olan, o şahsın mahv olması değil, geride bıraktığı “âsârın”, yâni eserlerinin varlığıdır. Eserler, birer şahittir. Onlar, himmetin somutlaşmış hâlidir. Bir âlimin telif ettiği eserler, bir sanatkârın yaptığı sanat eseri, bir hayır sahibinin yaptırdığı medrese veya çeşme, bir devlet adamının ihdas ettiği nizamlar; hepsi de bir himmetin neticesidir. Bu eserler, sahipleri ölüp toprağa karışsa bile, varlıklarını devam ettirir ve o şahsın ruhunu, fikrini, himmetini nesilden nesile aktarır. İşte bu hâl, fânî dünya için ne kadar ibretli bir tablodur ki; cesetler fânî, lakin ruhlar ve onların yansımaları olan eserler bâkî kalır.
​Tarih, bu hakikatin sayısız misalleriyle doludur. Eserleriyle çağları aydınlatan İbn-i Sina’lar, İbn-i Haldun’lar, Bîrûnî’ler; himmetleriyle medeniyetler kuran Fatih’ler, Yavuz’lar, Kanunî’ler… Onların cisimleri toprak olsa da, isimleri dillerde, fikirleri akıllarda, eserleri hayatın her köşesinde yaşamaktadır.
​Özet: Bu makale, Leskofçalı Gâlib’in beytinden hareketle, fani dünyada ebedî bir iz bırakmanın himmet ve eserler yoluyla mümkün olduğunu izah etmektedir. Himmet sahibi insanların bedenleri yok olsa bile, geride bıraktıkları eserler vasıtasıyla adları ve gayeleri bâki kalır. Bu durum, insanı, asıl bekâya ulaştıranın şan ve şöhret değil, faydalı ve kalıcı işler yapmak olduğu fikrine sevk etmektedir.

​2. Beyit: Nev’î
​İktibas:
​Geldimse n’ola ben şu’arâ devrine âhir
Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Şâir Nev’î’nin mütevazı bir edayla, kendi devrinin son şairlerinden biri olmasını yadırgamaması gerektiğini ifade etmektedir. Beytin ana fikri, asil ve kıymetli kişilerin, yani “ekâbirin”, bir meclise veya bir devre en son katılanlar olmasının bir âdet, bir gelenek olduğu yönündedir. Nev’î bu beyitle, kendi şiirinin kıymetine ve edebiyat tarihindeki yerine dair zarif bir gönderme yapmaktadır.
​Zamanın Sonunda Gelenler: Edeb ve İrfanın Zirvesi
​Nev’î’nin bu beyti, yalnızca şahsî bir hissiyatı değil, aynı zamanda edep ve irfan meclislerine dair derin bir hakikati de ihtiva etmektedir. Şiir meclisleri, divan edebiyatının kalbidir. Bu meclislerde, şairler hünerlerini sergiler, birbiriyle yarışır ve birbirine ilham verirlerdi. Nev’î’nin kendi devrinin sonlarında gelmesi, onu diğer şairlerden aşağı kılmaz, bilakis, bu durumu bir edeb kaidesine bağlayarak bir üstünlük alâmetine dönüştürür.
​”Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir.” cümlesi, bir nevi “son gülen iyi güler” kabilinden bir sözün edebî bir karşılığıdır. Asil ve kıymetli şahsiyetler, kalabalıkların ve aceleci tavırların dışında, bir sükûn ve ihtişamla meclise teşrif ederler. Onlar, meclisin sonunu taçlandıran birer mücevher gibidirler. Bu, aynı zamanda hayatın genel bir hakikatidir: Çok aceleci davrananlar çoğu zaman sığ ve yüzeysel kalırken, sabırla ve kemalâtla ilerleyenler, en sonunda en yüksek mertebelere erişirler.
​Bu beyitteki “ekâbir” kelimesi, yalnızca rütbece yüksek olanları değil, aynı zamanda ilimde, irfanda ve ahlâkta kemâle ermiş olanları da işaret eder. Onlar, meclisin en kıymetli şahsiyetleri olarak kabul edilir ve bu kıymet, acelecilikle değil, olgunlukla ve zamanla kazanılır. Edebiyat tarihi de bu hakikati teyit eder. Nice şairler, eserlerini olgunlaştırmak için uzun yıllar sarf etmiş ve nihayetinde edebiyatın zirvelerine çıkmışlardır. Nev’î, kendi şiirini de bu olgunlaşmış sanatın bir neticesi olarak görmekte ve bu hâlin bir kusur değil, bir meziyet olduğunu dile getirmektedir.
​Bu beytin ibretli tarafı, insana acele etmemesi, sabırlı olması ve bir işin kemâlini hedeflemesi gerektiğini hatırlatmasıdır. Zirveye ulaşmak için koşuşturmak yerine, kendi yolunda sükûnetle ve kemâle erme gayretiyle yürümek, esasında daha garantili bir başarı yoludur.
​Özet: Nev’î’nin beyti, bir devrin son şairi olmasının bir eksiklik değil, bir olgunluk alâmeti olduğunu ifade etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, kıymetli ve asil şahsiyetlerin, bir meclise veya bir hayata en son katılanlar olmasının bir edep ve irfan kaidesi olduğunu izah etmektedir. Acelecilik yerine kemal ve olgunluğun tercih edilmesi gerektiği fikri vurgulanmaktadır.

​3. Beyit: Râsih
​İktibas:
​Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne.

​İzah ve Açıklama:
​Şâir Râsih, bu beyitte, gönül hâlinin bir yansımasını dile getirmektedir. O, gönlünün gam ile dolu olduğunu ve bu yüzden sevinç ve neşeden, yani **”sürûr”**dan, şimdilik gelmemesini istemektedir. Bunun sebebini ise çok zarif bir benzetme ile açıklamaktadır: Bir evde misafir, “mihmân”, üzerine bir başka misafirin gelmesi uygun değildir. Bu beyit, insan gönlünün bir anda zıt hisleri bir arada barındıramayacağı hakikatini dile getirmektedir.
​Gönül Hâli ve Zıt Duyguların İmtizâcı
​İnsan gönlü, fâni dünyanın en girift muhteviyâtını barındıran bir âlemdir. Sevinç ve hüzün, keder ve neşe, umut ve yeis gibi zıt duygular, zaman zaman bu gönül evine misafir olurlar. Râsih’in bu beyti, bu duygusal karmaşıklığın bir resmidir. Şair, gamın gönlünde misafir olduğunu ve bu misafirin varlığı sebebiyle sevinci geri çevirdiğini söyler. Bu, sevinci istemediği için değil, gönül evinin gam ile meşgul olmasından dolayıdır. Zira bir eve iki misafirin üst üste gelmesi, ne misafirlere ne de ev sahibine rahatlık verir. Bu durum, duygusal bir sükûnet arayışının ve iç bir tertibin ifadesidir.
​Bu beyit, aynı zamanda bir ibret dersi de ihtiva eder. Hayat, her zaman sevinç ve neşe dolu değildir. Gam ve keder de hayatın bir parçasıdır. Önemli olan, bu duygularla nasıl başa çıktığımızdır. Şair, gamı bir misafir gibi kabul etmekte ve ona hakkını vermektedir. O, gamdan kaçmamakta, aksine onunla yüzleşmektedir. Bu hâl, duygusal olgunluğun bir göstergesidir. Zira hayat, yalnızca neşeden ibaret değildir ve keder anlarında dahi bir edeb, bir sükûn ve bir sabır muhafaza etmek gerekir.
​Râsih’in bu beyitte kullandığı “misafir” benzetmesi, duyguların geçiciliğine de işaret eder. Gam da, sevinç de, insan gönlünde kalıcı değildir. Onlar, gelip geçen misafirler gibidirler. Mühim olan, bu misafirleri ağırlarken asalet ve edebten ayrılmamaktır.
​Özet: Râsih’in beyti, insan gönlünün bir anda iki zıt duyguyu barındıramayacağını, özellikle gam varken sevincin yer bulamayacağını ifade etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, duygusal hâllerin geçiciliği ve insanın gam ve kederle yüzleşme biçimi üzerine bir izah sunmaktadır.

​4. Beyit: Alvarlı Muhammed Lütfi
​İktibas:
​Âşık der inci denden
İncinme incidenden
Kemâlde noksân imiş
İncinen incidenden.

​İzah ve Açıklama:
​Alvarlı Efe’nin bu beyti, tasavvufî bir muhteviyât taşımaktadır ve insan ilişkilerindeki incinme ve affetme meselelerine dair hikmetli bir nasihattir. Şair, aşık olanın, yani kemal mertebesine ulaşmış bir insanın, incitenlerden incinmemesi gerektiğini buyurmaktadır. Zira incinenlerin, yani başkasının sözünden veya fiilinden incinenlerin, “kemâlde noksân”, yani olgunluk noktasında eksik olduğunu ifade etmektedir.
​Kemâle Ermek ve Gönül Genişliği
​İnsan ilişkileri, karşılıklı incinme ve incitme ihtivâ eden karmaşık bir ağdır. Alvarlı Muhammed Lütfi, bu beytiyle bu tekrarı kırmanın yolunu göstermektedir. O, bir “âşık”ın, yani kalbi aşk ile, muhabbet ile dolu olanın, her türlü incitmeye karşı mukavemet göstermesi gerektiğini dile getirir. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aksine, yüksek bir manevî olgunluğun bir neticesidir. Gerçek kemal, başkasının kusurunu affedebilmekte ve o kusurdan incinmemekte tecellî eder.
​”Kemâlde noksân imiş incinen incidenden.” cümlesi, düşündürücü ve ibretli bir hüküm ihtiva etmektedir. Bu, bir nevi “sen inciniyorsan, kemâl yolunda henüz merhaleler katetmen gerekiyor” demektir. Zira bir insanı inciten, kendi noksanlığı ve kusuru sebebiyle bu eylemi yapmaktadır. Onu affetmek, o noksanlığı görmezden gelmek, esasında o eylemi gerçekleştirenin değil, incinenin manevî üstünlüğünü gösterir. Tasavvufta bu hâl, ahlâk-ı hamîde, yani güzel ahlâkın bir nişanıdır. Hz. Mevlânâ’nın “Kimseye incinme, kimseyi de incitme” düsturu, bu beytin ruhuna tercüman olmaktadır.
​Bu beyit, aynı zamanda düşündürücü bir soru da ihtiva eder: Kim daha fazla noksandır, inciten mi, incinen mi? Alvarlı Efe, bu sorunun cevabını vererek, incinenin kendi içinde bir kemâl noksanlığına sahip olduğunu buyurur. Bu, insanı kendi nefsine bakmaya, kendi olgunluğunu sorgulamaya sevk eden bir durumdur. Her incinme anı, esasında bir nefs muhasebesi fırsatıdır.
​Özet: Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beyti, insanı incitenlere karşı incinmemeyi öğütlemektedir. Makale, bu beyitten hareketle, kemâle ermiş bir insanın gönül genişliğini ve affediciliğini izah etmektedir. Gerçek olgunluğun, başkasının incitici davranışından etkilenmemekle mümkün olduğu ve her incinmenin bir nefs muhasebesi fırsatı olduğu vurgulanmaktadır.

​5. Beyit: Hz. Mevlânâ
​İktibas:
​Ân sepidî mü delîl-i puhtegist
Pîş-i çeşm-i beste kiş kûtehgist.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Hz. Mevlânâ’nın Farsça kaleminden çıkmıştır ve manası şöyledir: “Saç ağarması olgunluğa delil midir? Gözü bağlı olanın önünde kış kısadır.” Bu beyit, saçların ağarmasının her zaman olgunluk, bilgelik ve tecrübe alâmeti olmadığını ifade eder. Asıl olgunluk, fiziksel görünüşle değil, manevî ve ahlâkî tekâmülle ilgilidir. Gözü kapalı, yani hakikati görmeyen bir kimse için hayat ve tecrübe kısadır, zira o, hayatın derinliklerini idrâk edemez.
​Zâhirî Olgunluk ve Bâtınî Hikmet
​Toplumda, yaşlılığın ve beyaz saçların bir bilgelik ve tecrübe göstergesi olduğu yaygın bir kanaattir. Hz. Mevlânâ, bu beyitle bu zâhirî düşünceyi sorgulamaktadır. O, asıl olgunluğun (puhtegî), sadece saçların ağarmasıyla, yani fizyolojik bir süreçle gelmeyeceğini dile getirir. Gerçek olgunluk, hikmet, tefekkür ve manevî bir tekâmül ile elde edilir.
​Beytin ikinci mısrası, bu fikri daha da pekiştirmektedir: “Gözü bağlı olanın önünde kış kısadır.” Gözü kapalı olmak, sadece görmemek manasına gelmez; aynı zamanda hakikatlere karşı kör olmak, manevî bir basirete sahip olmamak demektir. Böyle bir kimse için, hayatın en zorlu dönemleri, yani “kış” bile, kısa ve anlamsızdır. O, bu zorluklardan bir ders, bir hikmet çıkaramaz. Hayatın derinliklerini idrak edemeyen bir kimse için, yaşadığı yıllar da, tecrübeler de bir anlam ifade etmez.
​Mevlânâ’nın bu beyti, insanı, sadece yaşlanmakla yetinmeyip, aynı zamanda olgunlaşmaya ve kemâle ermeye teşvik etmektedir. Bu, bir nevi “bilgi yaşla değil, başla kazanılır” kabilinden bir nasihattir. Nice gençler vardır ki, yaşlılardan daha olgun ve basiret sahibidir. Nice yaşlılar vardır ki, geçen ömürlerine rağmen hâlâ çocukça tavırlar sergilemektedirler. Asıl mesele, yaşlanmak değil, tekâmül etmektir.
​Özet: Hz. Mevlânâ’nın beyti, saç ağarmasının tek başına olgunluk alâmeti olmadığını, asıl olgunluğun manevî bir basiret ve tekâmülle elde edildiğini izah etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, fiziksel yaşlanma ile manevî olgunlaşma arasındaki farkı ve hayatın derinliklerini idrak etmenin önemini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 84 –

BERCESTE VE İZAHI – 84 –

​Hikmet ve İbret Aynasında Berceşte Beyitler
​Hayat, binlerce müteharrik mananın, binlerce derin hissin ve binlerce ibretli vakanın bir araya geldiği bir meşherdir. Bu meşherde, kimi zaman kudret ve şükrün engin manasına dalarken, kimi zaman hasretin fırtınalı denizinde seyir ederiz. Kimi zaman gurbet ve hasretin sızılarını hisseder, kimi zaman ise vefânın ve dostluğun esrarlı iklimine gireriz. Bu beyitler, bize bu meşherin kapılarını aralayan birer anahtar hükmündedir.
​1. Sûrûrî: Kudret ve Şükranın Sonsuzluğu
​İlk beytimiz, Sûrûrî’ye ait olup, insan için şükrün ne kadar büyük bir nimet olduğunu şu şekilde ifade eder:
​Tende kudret kandân olsun ni’met-i cân şükrüne
​Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nân şükrüne

​Bu beytin manası, insana bahşedilen can nimetinin şükrünü eda etmeye kâfi gelmez. Öyle ki, bir insana bin tane dil verilse bile, sadece kendisine lütfedilen bir lokma ekmeğin şükrünü bile tam olarak eda edemez.
​Bu beyit, İslâmî tefekkürde mühim bir yer işgal eden şükür mefhumunu en derûnî bir şekilde ele alır. Şükür, sâdece lisanla “Elhamdülillah” demekten ibaret değildir; bilâkis, kalbin, aklın ve bütün uzuvların bu nimetin kıymetini bilmesi, onu verene karşı minnet hissi duyması ve o nimeti Allah’ın rızasına muvâfık bir şekilde kullanması demektir.
​Sûrûrî, bu beyitle bizi tefekküre davet eder. Bir damla suyun dahi nasıl bir kudret eseri olduğunu, bir lokma ekmeğin dahi ne kadar uzun bir silsileden geçerek soframıza geldiğini hatırlatır. Tohumun toprağa düşmesinden, Güneşin onu yeşertmesine, rüzgârın onu sallamasına, çiftçinin onu biçmesine kadar nice meşakkatli hâdiseler zinciri, bir lokma ekmeğin muhtevasında gizlidir. Bu muazzam kudret ve azametin karşısında, insanın kendi acziyetini idrak etmesi ve bu idrakin neticesinde şükrünü artırması gerekmektedir. Şükür, nimeti artırır. Çünkü Allah, “Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir” (İbrahim Sûresi, 7. ayet) buyurmaktadır. Bu ayet-i kerime, şükrün manevî ve maddî neticelerini bizlere anlatır.
​2. Mislî: Hasret ve Bekleyişin Kalpteki İzleri
​İkinci beyitte, Mislî’nin kaleminden hasret ve intizarın o karmaşık hâlini okuruz:
​Geh havâtır yol bulur kalbe ve lakin bî-sebât
​İntizâr râhında bekler çeşm-i bîdârım seni

​Bu beytin izahı, “Bazen hatıralar, fikirler kalbe yol bulur; fakat kararsız bir şekilde gelir. Benim uykuya hasret gözlerim, bekleme yolunda senin yolunu gözlüyor” şeklindedir.
​Bu beyit, hasretin o ince sızılarını tasvir eder. Kalbe gelen hatıraların kararsızlığı, yani bir görünüp bir kaybolması, sevgilinin vasıl olamaması hâlinin kalpteki derin ıstırabını gösterir. Uykuya hasret kalan gözler ise, hasretin şiddetinin, bedenin en temel ihtiyaçlarını dahi unutturacak derecede arttığını anlatır. Aşk ehli, sevgiliye duyulan iştiyakın ve onun vuslatına olan sabırsız bekleyişin tesiriyle uyuyamaz. Bu bekleyiş, bir dâvâya, bir hedefe veya bir gayeye duyulan sevginin de bir remzidir.
​Mü’min bir ferd için bu beyit, Hak ve hakikat aşkına bir pencere açar. Bazen kalbimize gelen manevî ilhamlar, tefekkürler kararsız bir şekilde gelir. Asıl olan, bu ilhamlara ve tefekkürlere vuslat yolunda sebat etmektir. Tıpkı bir sevgilinin yolunu gözleyen gözler gibi, mü’minin de Rabbi’nin rızasına ve vuslatına hasret duyması, bu yolda sabırla ve kararlı bir şekilde yürümesi gerekmektedir. Kalbin, Hakk’a kavuşmak için uykusuz kalması, en büyük vuslatın müjdesi olabilir.
​3. Sa’dî-i Şîrâzî: Terbiyenin Kâbiliyete Bağlılığı
​Son beyit, Sa’dî-i Şîrâzî’nin hikmet dolu nasihatini barındırır:
​Pertev-i nikân ne-gîred her ki bünyâdeş bedest
​Terbiyet nâ-ehl-râ çon gîrdgân ber-gunbedest

​Manası, “Kötü tıynetli olan kişiler, iyilerin nurunu kabul etmez. Kabiliyetsizi terbiye etmek, kubbede ceviz durdurmak gibidir” şeklindedir.
​Bu beyit, terbiyenin, ancak kabiliyetli ve fıtratı temiz olan insanlarda tesir edeceğini anlatır. Kalbi kötülük ve hıyanetle dolu olanlar, en büyük iyilikleri ve güzel sözleri bile kabul edemezler. Bu, tıpkı karanlık bir zemin üzerine düşen ışığın, o karanlığı aydınlatamaması gibi bir durumdur. Terbiyenin ve ilmin tesiri, ancak kalbi ve ruhu bu tesire açık olanlarda görülür.
​Sa’dî, bu hikmetli sözüyle aynı zamanda: Bütün nefsânî ve süflî hevesatın, fıtratın bir cüzü olmadığını, bilâkis, fıtratın bu hevesattan iğtinâ ve istigrak ve İnsanın fıtratı, bu hevesât-ı süfliyeye mâil olmaz. Belki o hevesât ve şehvâtı, nefs-i emmâre telkin ve tahrik eder.
Bu sebeple, kalbi kötüye meyyal olan bir kişiye verilen terbiye, ne kadar müsmir ve feyizli olursa olsun, o kişinin fıtratında bir karşılık bulamaz. Sa’dî, bu zorluğu kubbede ceviz durdurmaya benzeterek, meselenin vahametini ve güçlüğünü çok veciz bir şekilde ifade eder. Bu, cehaletin bir mazeret olmaktan ziyade, kötü bir fıtratın ve tabiatın neticesi olduğunu da gösterir.
​Özet
​Bu makalede ele alınan beyitler, hayatın farklı veçhelerini, şükürden hasrete ve terbiyeye kadar geniş bir muhteva ile ihtiva etmektedir. Sûrûrî’nin beyiti, Allah’ın nimetlerine şükrün sonsuzluğunu ve insan acziyetini anlatırken, Mislî’nin beyiti hasretin ve intizarın kalpteki derin izlerini tasvir eder. Son olarak, Sa’dî-i Şîrâzî, terbiyenin, ancak fıtratı müsait olanlarda tesir edeceğini ve kötü huylu birine verilen terbiyenin ne kadar beyhude bir gayret olduğunu hikmetli bir şekilde dile getirir. Bu beyitler, bize tefekkür, sabır, aidiyet ve hikmetin derin manalarını hatırlatarak, hayatımıza yön veren mühim dersler sunar. Her biri, kendi mefhumu içerisinde bir ayna gibi, ruhumuzun ve kalbimizin hâlini bize gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 83 –

BERCESTE VE İZAHI – 83 –

​1. Hakikat Yolculuğu: Fuzûlî’den Bir İktibas
​İktibas: “Kad enâre’l-ışku li’l-uşşâki minhâce’l-hüdâ / Sâlik-i râh-ı hakikat aşka eyler iktidâ”
Türkçe İzâh ve Açıklama: Aşk, âşıklara hidâyet yolunu aydınlatınca, hakikat yolcusu da aşka uyar ve onun gösterdiği yoldan gider.
​Bu beyt, büyük Dîvan şâiri Fuzûlî’nin tasavvufî aşk anlayışını veciz bir biçimde dile getirmektedir. “Minhâc-ı hüdâ” tabiri, doğru ve aydınlık yolu işaret eder. Fuzûlî’ye göre, kâmil bir mürşid gibi aşk, hakikate susamış bir sâliki (yolcu) doğru istikamete sevk eden bir kılavuzdur. İnsan, nefsanî arzularla dolu olan bu fânî hayatta, hakiki Vuslat’a erebilmek için nefsini terbiye etmeli, hamlığını aşk ateşinde yakmalıdır. Bu ateş, onu maddî kayıtlardan kurtararak mânevî bir yükselişe hazırlar. Aşk, mecazdan hakikate köprüdür; beşerî aşktan ilâhî aşka bir geçiş kapısıdır. Bu açıdan, aşka tâbi olan kişi, Allah’a giden yolda asla sapmaz, zira aşk onun kalbine konmuş ilâhî bir nurdur.
​Bu beytin ihtiva ettiği makale şöyledir:
Aşk, Hakikatin Mîhenk Taşıdır
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana Hakikati arayan bir yolcudur. Bu zorlu ve meşakkatli yolculukta nice duraklar, nice imtihanlar vardır. Fuzûlî’nin bu mübarek beytinde buyurduğu üzere, hakikat yolunun yegâne rehberi aşktır. Aşk, sadece bir duygu değil, aynı zamanda ruhu temizleyen, kalbi arındıran ve insana ulvî gayeler bahşeden bir nurdur. Mecazî aşklardan süzülen damlalarla Hakiki Aşk denizine ulaşan sâlik, o denizdeki feyz ile hakikate yelken açar. Aşk, âşığın gözündeki perdeyi kaldırarak ona kâinattaki bütün güzelliklerin bir ve tek kaynaktan neş’et ettiğini gösterir. Böylece, yolcu kendi benliğinden soyunarak Maşuk’un varlığında fânî olur. Bu fânîlik, aslında ebedî bir dirilişin başlangıcıdır.

​2. Dünyaya Meyl Etmeyenin İsyanı: İsmail Hakkı Zühdü Efendi’den Bir İktibas
​İktibas: “Ey felek bî-derd olan insanı al da taşa çal / İstemem dünya seni hûbânın al da taşa çal”
Türkçe İzâh ve Açıklama: Ey dertten nasibi olmayan insanı al da taşa vur! Ey dünya, güzelliklerini de al, onları istemem, taşa vur!
​ Bu beyit, dünyaya karşı duyulan şiddetli bir kayıtsızlığı ve nefsanî arzulardan, zevk ve sefalardan yüz çevirmeyi anlatır. Dert, tasavvuf ehli için bir lütuf ve manevi bir yükseliş vesilesidir. Bî-derd olmak, dertten nasipsiz kalmak ise mânevî bir felakettir. Dolayısıyla, şair, felekten dertsizleri taşa çalmasını istiyor; bu, onların hamlıklarının ve gafletlerinin cezasıdır. Keza, dünya ve onun fânî güzellikleri de aşığın nazarında değersizdir.
​Bu beytin ihtiva ettiği makale şöyledir:
Dert, Âşığın En Bâkiyâne Azığıdır
Modern hayat, insana dertsiz bir hayat vaat eder. Oysa ki mâneviyatı derin olan bir kalp için dert, bir imtihan olduğu kadar, aynı zamanda bir terbiye ve olgunlaşma vesilesidir. İsmail Hakkı Zühdü Efendi, bu hakikati en keskin ifadesiyle dile getirir: bî-derd olan, yani kalbi hiç dert çekmemiş insan, hakiki mânada dirilmemiştir. Dert, ruhu sarsar, dünya zevklerinin boşluğunu idrak ettirir ve kalbi Allah’a yönelmeye sevk eder. Bu nedenle, âşık, dünyanın bütün güzelliklerinden, hûbânından (güzellerinden) yüz çevirir ve onları değersiz addeder. Zira onun gözü Maşuk’un cemalinden gayrısını görmez. Hakiki hayatın lezzeti, dünyanın geçici zevklerinde değil, Maşuk’a vuslat arzusunda ve bu uğurda çekilen dertlerdedir.

​3. Günah Yükünün Ağırlığı: Tâhirü’l-Mevlevî’den Bir İktibas
​İktibas: “Eli boş gidilmez gidilen yere / Rabbim boş gelmedim ben suç getirdim”
Türkçe İzâh ve Açıklama: Gidilecek yere eli boş gidilmez. Rabbim, ben sana eli boş gelmedim, (aksine) günahlarla dolu bir hayat getirdim.
​Bu kıt’a, Tâhirü’l-Mevlevî’nin kendi kabir taşına yazılmasını vasiyet ettiği meşhur bir sözüdür. Beytin devamı, “Dağlar çekemezken o ağır yükü / İki kat sırtımda pek güç getirdim” şeklindedir. Şair, Ahzâb Sûresi’ndeki “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi…” (33:72) meâlindeki ayete telmihte bulunmaktadır. İnsan, nefsine zulmederek bu emaneti yüklenmiştir. Tâhirü’l-Mevlevî, bu ağır emanetin bilincinde olarak, Rabb’in huzuruna eli boş gelmediğini, aksine günah ve suçlarla dolu bir hayatın yükünü getirdiğini itiraf eder. Bu, bir acziyetin, bir pişmanlığın ve Allah’ın merhametine sığınmanın en samimi ifadesidir.
​Bu beytin ihtiva ettiği makale şöyledir:
İnsan ve Emanet Yükü: Hakikate Açılan Kapı
İnsanın bu fânî hayattaki en büyük mücadelesi, nefsine galip gelmek ve kendisine yüklenen İlâhî emaneti korumaktır. Tâhirü’l-Mevlevî, bu zorlu yükün farkında olarak, Rabb’in huzuruna varış anını tasvir etmektedir. Dağların dahi çekinip kaçtığı bu manevî emanet yükü, insanoğlunun omuzlarına yüklenmiştir. Bu kıt’a, insanın günahkâr yönünü, kusurlu tabiatını ve buna rağmen Allah’ın engin merhametine olan ümidini gösterir. Eli boş gitmemek, günahla dolu da olsa bir hayattan ibaret bir şeyler getirmiş olmaktır. Bu, o günahları getirerek, affedilme talebinde bulunmaktır. İbret odur ki; insan, Rabb’in divanına suçsuz olarak çıkmayı değil, suçunu itiraf edip tövbe kapısına sığınmayı tercih etmelidir. Zira Hakiki Vuslat, ancak pişmanlık ve teslimiyetle mümkündür.

​4. Gafil İnsan ve Vakit: Şeyyâd Hamza’dan Bir İktibas
​İktibas: “Ne yatarsın ey gafil gözün aç gör bu erkânı / Hakk’a ermek diler isen oku âyât-ı Kur’ân’ı”
Türkçe İzâh ve Açıklama: Ey gafil insan, neden yatıyorsun? Gözünü aç da bu nizamı, bu kainat erkânını gör! Eğer Allah’a ermek istiyorsan, Kur’an’ın ayetlerini oku.
​Şeyyâd Hamza’nın bu beyti, insana gafletten uyanması için güçlü bir çağrıdır. “Erkân,” yani nizam, düzen ve kaide, bu beyitte kâinatın muazzam işleyişini ve bu düzenin yaratıcısını işaret eder. Gafil insan, dünyaya dalıp asıl vazifesinden habersiz olandır. Şair, insandan sadece gözüyle değil, gönül gözüyle de bakmasını ister. Hakikate ermenin yolu ise bu kâinat kitabını ve onun asıl muhtevası olan Kur’an-ı Kerim’i idrakten geçer. Zira Kur’an, bütün sırları ihtiva eden ve insanı doğruya, güzele ve hakikiye sevk eden ilâhî bir kelâmdır.
​Bu beytin ihtiva ettiği makale şöyledir:
Gaflet Uykusundan Uyanmak: Kalp Gözünü Açmak
Hayat, bir uyanış ve idrak serüvenidir. Fakat insanoğlu, çoğu zaman gaflet perdeleriyle örtülmüş bir kalp ile hayatını idâme ettirir. Şeyyâd Hamza’nın bu nasihati, bu gaflet uykusunun ne kadar tehlikeli olduğunu bize hatırlatır. Kâinat, ilâhî sanatın en mükemmel bir eseridir. Her bir zerrede, her bir hadisede hikmetler gizlidir. Gaflet, bu hikmetleri görmeye mâni olan bir hastalıktır. Bu hastalıktan şifa bulmanın yegâne ilacı ise Kur’an-ı Kerim’in şifalı ayetlerini okumak ve tefekkür etmektir. Zira Kur’an, insana hem kâinat kitabını doğru okumayı öğretir hem de kendi nefsindeki sır perdelerini aralar. Hakikat, ancak bu iki kitabın birlikte okunmasıyla idrak edilebilir.

​5. Dert ve Şifâ: Dede Ömer Rûşenî’den Bir İktibas
​İktibas: “Bir derde sataşdım ki devâ yâdıma gelmez / Bir rence ulaştım ki şifâ yâdıma gelmez”
Türkçe İzâh ve Açıklama: Öyle bir derde düştüm ki, ilâcı, devası aklıma bile gelmiyor. Öyle bir zahmete, bir ıstıraba ulaştım ki, şifa aklıma gelmiyor.
​Dede Ömer Rûşenî’nin bu beyti, bir âşığın aşk derdinin derinliğini ve şiddetini tasvir eder. Aşk, öyle bir derttir ki, bütün maddî ve manevî dertlerin devası olan şifayı unutturur. Bu beytin muhtevası, aşkın bir hastalık değil, aksine âşığı bütün hastalıklardan kurtaran bir hayat pınarı olduğunu işaret eder. Aşk derdiyle yanan âşık, çektiği acıdan dahi haz alır. Zira bu acı, onu Maşuk’a yaklaştıran bir vesiledir. Aşkın ıstırabı, ruhu inceltir, kalbi cilâlar ve onu Vuslat’a hazırlar. Bu nedenle, o dertten kurtulmayı, yani şifâ bulmayı bile düşünmez, zira o dert, onun için bir lütuf haline gelmiştir.
​Bu beytin ihtiva ettiği makale şöyledir:
Aşk Derdi: En Tatlı Şifa
İnsanın hayatında tattığı en büyük lezzetlerden biri, dert çekmektir. Lakin bu dert, sıradan bir dert değil, aşk derdidir. Dede Ömer Rûşenî, bu derdin derinliğini öyle bir dille anlatır ki, devasının dahi akla gelmeyecek kadar derin ve müessir olduğunu belirtir. Aşk, âşığı öyle bir mestliğe sevk eder ki, o mestlikte ne zahmet kalır ne de şifâ arayışı. Aşk derdiyle yanan kalp, âdeta temizlenir ve bütün kötülüklerden arınır. Bu dert, dünyevî zevklere olan meyli ortadan kaldırır ve ruhu ilâhî bir zevke hazırlamaya başlar. Öyle ki, bu dert, âşığı nefsinden uzaklaştırarak, onu bir ve tek olan Maşuk’a yöneltir.

​Makalenin Hülasası (Özeti)
​Bu makale, Fuzûlî, İsmail Hakkı Zühdü Efendi, Tâhirü’l-Mevlevî, Şeyyâd Hamza ve Dede Ömer Rûşenî gibi büyük şahsiyetlerin eserlerinden iktibas edilen beyitler üzerinden insan hayatının manevî seyrini ele almaktadır. Aşkın, hakikate giden yolda bir kılavuz olduğu, dert ve ıstırabın ruhu olgunlaştıran bir lütuf olduğu, gafletten uyanışın kâinatı ve Kur’an’ı idrakle mümkün olacağı ve günah yükünün ancak tövbe ve itirafla hafifleyeceği hususlarına değinilmektedir. Makale, bu beyitlerin her birinin ayrı bir konuyu işlediğini ancak temelinde “insanın varoluş gayesi” ve “Hakiki Vuslat” arayışı gibi ortak bir manevî muhtevayı ihtiva ettiğini anlatır. Her bir beyit, insana kendi iç dünyasına dönüp tefekkür etmesi ve hayatını mânevî bir gayeyle yaşaması için bir davet hükmündedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 82 –

BERCESTE VE İZAHI – 82 –

​1. Beyit: Lâne-i mürg-i garîbi kul yıkar Allah yapar
​Beytin İktibası:
“Lâne-i mürg-i garîbi kul yıkar Allah yapar”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, mazlumun, garibin ve zayıfın hakkının nihayetinde ilahi adalet tarafından tecelli edeceğini anlatan derin bir hakikati ihtiva eder. Sözlükte “lâne” kuş yuvası, “mürg-i garîb” garip kuş, “kul yıkar” kul yıkar, “Allah yapar” ise Allah yapar demektir. Beytin muhtevası, bir kulun, zayıf ve kimsesiz bir kuşun yuvasını dahi yıkması halinde, Cenâb-ı Hakk’ın o yıkılan yuvayı yeniden inşa edeceğini ifade eder. Bu, sadece somut bir yuvayı değil, aynı zamanda mazlumun kalbini, umudunu, huzurunu ve hayatını temsil eder.
​Makale: Garibin Duası ve İlahi Adalet
​Hayat, kimi zaman zalimin gücüyle, mazlumun çaresizliğiyle sınanan bir arenaya dönüşür. Güçlü olanın, zayıf olanın üzerine yürümesi, elindeki imkânla kimsesizin yuvasını bozması, insanoğlunun tarih boyunca şahit olduğu en acı sahnelerden biridir. Ancak bu beyit, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bir hakikati haykırır: “Lâne-i mürg-i garîbi kul yıkar Allah yapar.” Bu sadece bir kuş yuvasının metaforik yıkılışı ve yeniden inşası değildir; bu, insafın ve vicdanın unutulduğu yerde ilahi adaletin tecellisinin kaçınılmaz bir hakikatidir.
​Tarih, bu hakikatin nice ibretli misalleriyle doludur. Nitekim Firavunların zulmü, mazlumların feryadına kulak tıkamış, ancak en nihayetinde bir nehir, o firavunun saltanatını tarihin derinliklerine gömmüştür. Nemrut’un kibirle ateş yığdığı sahne, İbrahim’in (a.s) yakarışıyla bir gülistana dönüşmüştür. Edebi bir incelikle bakıldığında, garip kuşun yuvası, sadece birkaç çer çöp ve topraktan ibaret değildir; o, bir canlının sığınacak limanı, huzur bulacağı hanesidir. Onu yıkmak, o canın huzurunu ve güvenini altüst etmektir. İşte bu sebeple bu beyitteki yıkım, basit bir eylem değil, aynı zamanda bir zulüm ve haksızlık sembolüdür.
​Ancak, beyitin ikinci mısrasının verdiği cevap, bütün haksızlıkların ve zulümlerin üzerine bir nur gibi doğar: “Allah yapar.” Bu, yıkılan sadece bir yuva değil, aynı zamanda bir kalp dahi olsa, o kalbi onaracak ve yeniden inşa edecek olanın Cenâb-ı Hakk olduğunu müjdeler. Garibin duası, kimsesizin ahı, o an duyulmaz gibi görünse de, yedi kat semanın ötesinde, arşın sarsılmasına sebep olan bir güce sahiptir. Bu beyit, zalime bir ihtardır; yaptığının yanına kalmayacağını, ilahi adaletin şaşmaz bir terazi gibi işlediğini fısıldar. Aynı zamanda mazluma bir tesellidir; yalnız olmadığını, en büyük gücün, en büyük yardımcının kendisiyle olduğunu bildirir.
​Bu hikmetli söz, bize hayatın bütününe dair bir ders verir: Yapıp ettiklerimizden mesul olduğumuz, zira iyiliğin de, kötülüğün de bir karşılığının olduğu. Ve en önemlisi, insan fani de olsa, ona uzanan el, o elin tutunduğu o güç, bâkidir.
​Özet: Bu beyit, zayıf ve mazlumun uğradığı zulmün nihayetinde ilahi adalet tarafından karşılık bulacağını, bir kulun yıktığı bir yuvayı dahi Allah’ın yeniden yapacağını vurgular. Bu, hem zalime bir ikaz, hem de mazluma bir teselli muhteva eder.

​2. Bir hurûşuyla eder bin hâne-i ikbâli pest
​Beytin İktibası:
“Bir hurûşuyla eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i aşk-ı inkisârın görmüşüz”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Nâbî’ye ait olup, dertli ve kırık kalplerin ahının ne kadar güçlü olduğunu anlatır. Beyitteki “hurûş” coşku, galeyan anlamındadır. “Hâne-i ikbâl” ise makam, mevki ve zenginlik evidir. “Pest” alçak, aşağı anlamında kullanılır. “Ehl-i derd”, dert ehli, dertli kişiler demektir. “Seyl-i aşk-ı inkisâr”, kırgınlık ve hüzün selidir. Beytin muhtevası, dert ehlinin, dertli insanların coşkulu ve gönül kırıklığı dolu bir ahının, binlerce makam ve mevki evini, yani iktidar ve zenginliği alçaltıp yerle bir edebileceğini ifade eder. Şair, bu aşk ve dert selini bizzat gördüğünü belirtir.
​Makale: Ahların Yankısı ve Gönül Sultanlığı
​Tarih, sadece kılıçların ve orduların değil, aynı zamanda gönüllerin ve ahların da bir sahnesidir. Nâbî’nin bu derin ve hikmet dolu beyiti, görünürde zayıf ve önemsiz gibi duran bir feryadın, ne denli yıkıcı bir güce sahip olabileceğini gözler önüne serer. “Bir hurûşuyla eder bin hâne-i ikbâli pest” cümlesi, saltanatların, kibrin ve gücün mutlak olmadığını, onların dahi bir mazlumun âhıyla sarsılabileceğini işaret eder. Ehl-i derd, yani dertli ve muzdarip insanlar, kimsesizlerin, garibanların, gönlü kırık olanların ortak ismidir. Onların coşkusu, ne bir sevinç narası, ne de bir zafer marşıdır; o, birikmiş acıların, suskun feryatların birikip volkan gibi patlamasıdır. Bu hurûş, bir sel gibi, zalimin sarayını, zenginin kasasını, kibirlinin mevkiini alıp götürecek bir kudrete haizdir.
​Bu sözün edebi kudreti, bizlere, gönül dünyasının maddî dünyadan daha güçlü olduğunu fısıldar. İktidar, servet ve makamlar, insanoğlunun en büyük hayalleri olabilir. Ancak bunlar, ancak adalet, merhamet ve gönül zenginliği ile birleştiğinde kalıcı bir değere haiz olurlar. Aksi takdirde, bu ‘ikbal haneleri’ kumdan yapılmış şatolar gibidir. Bir dertlinin, bir mazlumun gönül kırıklığı seli, o şatoları bir anda yerle bir etme potansiyeline sahiptir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) kıssasında Nemrut’un kudretli orduları, bir sivrisineğin küçücük varlığı karşısında nasıl aciz kaldığını ibretle izlemişizdir. Benzer bir şekilde, Yavuz Sultan Selim’in, Mısır Seferi dönüşü, dervişlerin sohbetinde kendisinden bahsedenlere söylediği: “Biz Mısır’a bir dervişin duasıyla gittik” şeklindeki rivayetler, bu hakikatin tarihi bir tasdikidir.
​Makalenin muhtevasına göre, dertli kalplerin ahı, kâinatın dengesini sarsacak bir güç taşır. Bu, sadece bir şairin hayali değil, aynı zamanda İslâm inancında yer bulan bir hakikattir. Zira bir hadis-i şerifte, “Mazlumun duası ile Allah arasında bir perde yoktur” buyrulmuştur. Bu beyit, bizlere kibir ve zulüm yerine tevazu ve merhameti tavsiye ederken, gönül almanın, bir kalbi kazanmanın bütün dünyalara bedel bir değerde olduğunu hatırlatır.
​Özet: Bu beyit, mazlum ve dertli kişilerin bir ahının, zalimin ve kibirlinin makamlarını, zenginliklerini yerle bir edebilecek güce sahip olduğunu anlatır. Gönül dünyasının maddî dünyadan daha üstün ve güçlü olduğunu vurgular.

​3. Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc ü taht ister
​Beytin İktibası:
“Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc ü taht ister
Reh-i himmetde ancak kalb-i nerm ü pây-ı saht ister”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit de Nâbî’ye aittir ve manevi bir olgunluğun tarifini yapar. “Câh” makam ve mevki, “tâc ü taht” ise taç ve taht yani iktidar anlamına gelir. Beytin ilk dizesi, gönlün bu fani makam, mevki ve iktidar gibi dünyevi heveslerden arınmış olduğunu ifade eder. İkinci dizede ise gönlün, “himmet” yani büyük gayret, azim yolunda yürümesi için “kalb-i nerm” yani yumuşak bir kalp ve “pây-ı saht” yani sağlam, katı bir ayak istediği belirtilir. Gönül, dış unvanlar peşinde koşmak yerine, iç bir kuvvet ve manevi bir kararlılık talep eder.
​Makale: Gönlün Mülkü ve Hakiki Gayret
​Hayat, kimi zaman bir koşu yarışı gibidir; herkes bir makama, bir unvana, bir tahta ulaşmak için koşturur. Ancak bu beyit, bizlere bu fani yarışın ötesinde, asıl koşulması gereken bir yolun ve kazanılması gereken bir mülkün olduğunu fısıldar: gönlün mülkü. Nâbî’nin söylediği gibi, “Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc ü taht ister.” Hakiki bir gönül, dünyanın gelip geçici makamlarına ve saltanatlarına tamah etmez. Zira bilir ki, bu saltanatlar fani, oysa gönül mülkü bâkidir.
​Beyitin ikinci dizesi, bu manevi yolculuğun nasıl olması gerektiğini çok hikmetli bir şekilde açıklar. Gönül, bu gayret yolunda, birbiriyle zıt gibi görünen iki vasfı talep eder: “kalb-i nerm ü pây-ı saht”. “Kalb-i nerm” yani yumuşak kalp, merhametin, şefkatin, affediciliğin ve tevazuun sembolüdür. Bu yolculukta insanlara karşı yumuşak, acıyan, incitmeyen bir kalbe sahip olmak esastır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadiste, “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve birbirlerini kayırmada bir vücudun azaları gibidir” buyurmuştur. Yumuşak bir kalp, bu manevi bütünlüğün temel taşıdır.
​”Pây-ı saht” yani sağlam ayak ise, yolculukta sebat etmenin, kararlılığın, azmin ve iradenin sembolüdür. Hak yolunda, hakikatin peşinde yürürken, ayakların sarsılmaz ve sağlam olması gerekir. Zira bu yol, birçok zorluk, engel ve imtihanla doludur. Bazen düşer, bazen yorulur insan. Ancak “sağlam bir ayak”, bütün bu zorluklara rağmen yolda kalmayı, istikametini korumayı temsil eder.
​Bu beyit, bir denge dersi verir. Sadece yumuşak kalpli olmak yetmez, zira bu kişi zorluklar karşısında dirençsiz kalabilir. Sadece sağlam ayaklı olmak da yetmez, zira katı bir kalp insanı merhametsizliğe ve kibre sürükleyebilir. Hakiki erdem ve olgunluk, yumuşak bir kalbin merhameti ile sağlam bir iradenin sebatını birleştirebilmektedir. Bu iki vasıf, hem bireysel hem de toplumsal hayatta muvaffak olmanın anahtarıdır. Tarihin büyük şahsiyetleri, gönülleri merhamet dolu iken, hak bildikleri yolda hiçbir zorluk karşısında yılmamış, ayakları sağlam bir şekilde sebat etmiştir. İşte bu vasıfları kendinde toplayanlar, taç ve tahtlara değil, gönüllere taht kurarlar.
​Özet: Bu beyit, hakiki gönül zenginliğinin dünyevi makam ve unvanlarda değil, manevi bir gayretin ve sebatın yolunda olduğunu anlatır. Bu yolculukta, insanlara karşı yumuşak ve merhametli bir kalbe, ancak hakikatin yolunda kararlı ve sağlam bir iradeye sahip olmanın gerekliliğini vurgular.

​4.Hezârân fülk-i Nûh’u gark-ı tûfân-ı belâ etmiş
​Beytin İktibası:
“Hezârân fülk-i Nûh’u gark-ı tûfân-ı belâ etmiş
Kenâr-ı âfiyet şeklinde bir girdâbdır dünyâ”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Yenişehirli Avni’ye aittir ve dünyanın aldatıcı mahiyetini anlatır. “Hezârân” binlerce, “fülk-i Nûh” ise Nuh’un gemisi demektir. “Gark-ı tûfân-ı belâ” ise bela tufanına batmış anlamını taşır. Beyitin ilk mısrası, binlerce Nuh’un gemisinin bile bu dünyanın bela tufanına battığını ifade eder. İkinci mısrada ise dünyanın, dışarıdan emniyetli ve huzurlu bir sahil gibi görünen bir girdap olduğu vurgulanır. Bu beyit, dünyanın görünen yüzüyle, hakiki yüzü arasındaki zıtlığı gözler önüne serer.
​Makale: Dünyanın Girdabı ve Gerçek Kurtuluş
​Dünya, insanoğlunun binlerce yıldır aldanışa düştüğü, cazibesiyle baş döndüren bir yerdir. Dışarıdan bakıldığında, her şeyiyle bir huzur ve emniyet sahili gibi görünür. Oysa bu beyit, o sahilin gerçekte, binlerce gemiyi yutan bir girdap olduğunu haykırır. “Hezârân fülk-i Nûh’u gark-ı tûfân-ı belâ etmiş” mısrası, dünyanın imtihanının ne kadar çetin olduğunu, en sağlam gemilerin, yani en güçlü ve korunmuş kişilerin bile bu dünyanın bela tufanına kapılıp gidebileceğini anlatır. Nuh’un (a.s.) gemisi, tarihte ilahi bir kurtuluşun sembolüdür. Ancak şair, dünyanın tufanının, bu sembolik gemilerden binlercesini yutacak kadar şiddetli olduğunu belirtir. Bu, dünyaya güvenen herkesin er ya da geç bu aldatıcı girdapta kaybolup gideceği uyarısıdır.
​”Kenâr-ı âfiyet şeklinde bir girdâbdır dünyâ” dizesi, bu hakikatin en çarpıcı ifadesidir. İnsanlar, dünyada huzur ve güvenlik arayışıyla hayatlarını feda ederler. Maddi zenginlik, şöhret ve güç peşinde koşarlar, bunları birer sığınak, birer liman zannederler. Ancak bu beyit, o limanların aslında ölümcül girdaplar olduğunu, insanları içine çekip yuttuğunu vurgular. Bu, sadece bir şairin tasavvuru değil, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde sıkça vurgulanan bir hakikattir. Cenâb-ı Hak, dünya hayatının bir aldanıştan ibaret olduğunu, o hayatın bir oyun ve eğlence olduğunu buyurmuştur.
​Bu beyit, bizlere hayatımıza dair bir muhasebe yapma fırsatı sunar. Gerçek kurtuluş, dünya nimetlerine sırt çevirmek değil, o nimetleri bir amaç değil, bir araç olarak görmektir. Hakiki sığınak, dünya gemisinden inip, hakikatin limanına, yani imanın ve salih amellerin gemisine binmektir. Zira Nuh’un gemisi, sadece birkaç kişiyi kurtarmıştır, ancak bu dünyanın tufanı, binlerce gemiyi yutacak kadar kudretlidir. Bu sebeple kurtuluş, sadece Allah’a tevekkül etmek, O’nun buyruklarına uymak ve dünyanın aldatıcı cazibelerine karşı uyanık olmakla mümkündür.
​Özet: Bu beyit, dünyanın aldatıcı ve tehlikeli mahiyetini anlatır. Dışarıdan güvenli bir sahil gibi görünen dünyanın, aslında binlerce Nuh’un gemisini yutacak bir bela girdabı olduğunu ifade eder. Gerçek kurtuluşun, dünyanın cazibesine kapılmak yerine, iman ve salih amellerle ilahi bir limana sığınmak olduğunu vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 81–

BERCESTE VE İZAHI – 81–

​Vefâ Umdum Bu Dünyâda Derd-i Bî-Pâyân İmiş Bildim / Sonu Ma’mûre-i Dehrin Yine Vîrân İmiş Bildim – Kütahyalı Rahîmî
​İktibas:
​”Vefâ ummam bu dünyâya derd-i bî-pâyân imiş bildim
​Sonu ma’mûre-i dehrin yine vîrân imiş bildim”
​Kütahyalı Rahîmî

​Açıklama ve İzah:
​Kütahyalı Rahîmî’nin bu beyti, dünya hayatına dair hikmetli bir hakikati dile getirmektedir. Şâir, dünyaya vefâ beklemenin beyhude bir çaba olduğunu, zira bu dünyanın sonu gelmeyen bir dert ve imtihan yurdu olduğunu idrak ettiğini ifade eder. İnsan, fıtratı gereği bir şeye bağlandığında ondan bir karşılık, bir vefâ umar. Ancak dünya, bu beklentilere cevap vermeyen, aksine sürekli bir hüzün ve keder yatağı olan bir yerdir. “Derd-i bî-pâyân” ifadesi, dünya hayatının bitmek tükenmek bilmeyen sıkıntılarını, her sevinçten sonra gelen bir kederi ve sürekli değişen halleri pek beliğ bir şekilde anlatır. İkinci mısrada ise “ma’mûre-i dehr” yani dünyanın mamur, şen ve şenlikli hali tasvir edilir. İnsan, dünyada bir düzen kurar, bir mamuriyet tesis eder ve bu düzenin bâki kalacağını zanneder. Oysa şâir, bu mamuriyetin sonunun yine bir viraneye döneceğini bildirir. Bu, hem ferdî hayatın nihayetinde ölüme ve toprağa karışmasına hem de maddî dünyanın ve medeniyetlerin bir gün yok olmasına işaret eder. Bu beyit, insana dünyanın aldatıcı cazibesinden uzaklaşmayı ve vefânın ancak bâki olan Yüce Yaratıcı’da aranması gerektiğini ihtar eder.

​Aşk İçün Sâf Eyle Gel Sûfî Derûn-ı Kalbi Kim / Zeynet Eder Kâşânesin Elbette Mihmân İsteyen – Hânîf
​İktibas:
​”Aşk içün sâf eyle gel sûfî derûn-ı kalbi kim
​Zeynet eder kâşânesin elbette mihmân isteyen”
​Hânîf

​Açıklama ve İzah:
​Hânîf’in bu beytinde, bir sûfîye, yani hakikat yolcusuna hitap edilmektedir. Şâir, kalbi aşk için arındırmaya, saf ve temiz bir hale getirmeye davet eder. Bu aşk, mecazî değil, hakiki aşktır; yani Allah’a olan muhabbettir. Kalbin arındırılması, nefsanî arzulardan, dünyevî kirlerden, riyadan ve her türlü mâsivâdan temizlenmesi manasına gelir. İnsan kalbi, bu manevî temizlik olmadan, Allah’ın tecellisine ve muhabbetine lâyık bir yer olamaz. Beytin ikinci mısraı, bu manevî davetin hikmetini bir teşbih ile izah eder. “Zeynet eder kâşânesin elbette mihmân isteyen” ifadesi, bir eve misafir gelmesini arzu eden kimsenin, o evi temizleyip süslemesine benzetilir. Bu teşbihte kalb, misafirin (Aşk) geleceği bir ev; kalbin temizlenmesi, evin süslenmesi ve hazırlanmasıdır. Bu, kulun kalbini aşkın tecellisine lâyık hale getirmesi gerektiği hakikatini vurgular. Kalbini Allah’ın aşkına açmak isteyen her kul, evvela o kalbi her türlü kirden arındırmalı, manevî bir zinetle süslemelidir.

​Ser-â-pâ Çeşm-i İbretden Geçirdim Nüsha-i Dehri / İçinde Ma’nî-i Ârâma Dâ’ir Bir İbâret Yok – Nâbî
​İktibas:
​”Ser-â-pâ çeşm-i ibretden geçirdim nüsha-i dehri
​İçinde ma’nî-i ârâma dâ’ir bir ibâret yok”
​Nâbî

​Açıklama ve İzah:
​Nâbî’nin bu beyti, dünyanın geçiciliğine ve huzurun dünya hayatında bulunamayacağına dair derin bir tecrübeyi ve gözlemi anlatır. Şâir, “nüsha-i dehr” yani dünya kitabını, “çeşm-i ibret” yani ibret gözüyle baştan sona (ser-â-pâ) incelediğini söyler. Bu inceleme, yalnızca maddî ve fizikî bir gözlem değil, aynı zamanda manevî ve derûnî bir tefekkür ve sorgulama sürecidir. Bu kitabın her sayfası, her satırı, insana geçiciliği, fenâyı ve imtihanı anlatır. Ancak Nâbî, bu kitabın hiçbir sayfasında, hiçbir satırında “ârama”, yani huzura, sükûnete ve kalbî dinginliğe dair bir ibare, bir işaret bulamadığını belirtir. Bu, dünya hayatının tabiatı gereği insana tam bir huzur ve tatmin veremeyeceği hakikatini dile getirir. Dünyevî lezzetler, geçici ve aldatıcıdır. Gerçek huzur, ancak Allah’a yönelmekle, O’nunla itminana ermekle elde edilebilir. Bu beyit, insana dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu ve asıl huzur yurdunun ahiret olduğunu hatırlatır.

​Edeb Bir Tâc İmiş Nûr-ı Hudâdan / Giy Ol Tâcı Emîn Ol Her Belâdan – Lâedrî
​İktibas:
​”Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hudâdan
​Giy ol tâcı emîn ol her belâdan”
​Lâedrî

​Açıklama ve İzah:
​Bu meçhul şâire ait beyit, edebi bir tac olarak nitelendirerek, onun manevî kıymetini pek yüksek bir seviyeye taşır. Edeb, sadece görgü kuralları veya nezaket demek değildir. Bilâkis, Allah’a, Peygambere, Kur’an’a, âlimlere, büyüklere ve bütün mahlûkata karşı gösterilen saygı ve hürmetkâr tutumun bütünüdür. Bu beyitte edeb, doğrudan “Nûr-ı Hudâdan”, yani Allah’ın nurundan yapılmış bir taç olarak tavsif edilir. Bu, edep vasfının ilâhî bir menşei olduğunu ve kulun manevî hayatında pek mühim bir yer tuttuğunu gösterir. İkinci mısra ise bu tacı giyenin, yani edeb vasfını kazananın her türlü belâdan emin olacağını vaat eder. Bu, edebin sadece ahlakî bir değer değil, aynı zamanda insana bir nevi koruma sağlayan manevî bir zırh olduğuna işaret eder. Edebli insan, diliyle, eliyle ve kalbiyle kimseye zarar vermediği gibi, kendisine yönelik şerleri de ilâhî himaye ile def eder. Bu beyit, her mü’min için edebin, hayatın merkezine konulması gereken esaslı bir meziyet olduğunu ihtar eder.

​Dür Olup Emvâl-i Dünyâdan Ferâğ Ettim Serim / Zengîni Muhtâc İmiş Dehrin Fukarâsı Kerîm – Zerefşân
​İktibas:
​”Dür olup emvâl-i dünyâdan ferâğ ettim serim
​Zengîni muhtâc imiş dehrin fukarâsı kerîm”
​Zerefşân

​Açıklama ve İzah:
​Zerefşân’ın bu beyti, dünya malına karşı takınılması gereken tavrı ve bu açıdan zengin ile fakirin ahvalini kıyaslayarak mühim bir ders verir. Şâir, dünya mallarından uzaklaşıp huzur bulduğunu (dür olup, ferâğ ettim serim) söyler. Bu, maddî varlıkları terk etmek değil, onların esiri olmamak, onlara kalben bağlanmamak manasındadır. Asıl dikkat çekici olan ikinci mısradır: “Zengîni muhtâc imiş dehrin fukarâsı kerîm.” Yani dünyanın zengini, daha fazlasını elde etmek için sürekli bir muhtaçlık hali içindeyken, fakirleri kanaatkâr ve cömerttir. Zengin, sahip olduğu şeylerden doymaz, sürekli daha fazlasını talep eder ve bu doyumsuzluk onu bir nevi muhtaç kılar. Öte yandan fakir, sahip olduğu azla yetinmeyi öğrendiği için, bu durum onu kanaat ve cömertlik gibi yüce hasletlere sevk eder. Bu beyit, mal ve mülkün gerçek zenginliği getirmediğini, asıl zenginliğin kalbî kanaat ve cömertlik olduğunu vurgular. İnsana, dünya malına karşı bir tavır almayı, kanaatkâr olmayı ve gerçek kıymetin maddiyatta değil, maneviyatta olduğunu hatırlatır.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede, beş farklı beyit üzerinden hayatın ve insanî hallerin derinliklerine bir yolculuk yapılmıştır. Kütahyalı Rahîmî’nin beyti, dünyanın vefâsız ve imtihanlarla dolu bir yer olduğu hakikatini ortaya koyarak insana fâni olanı değil, bâki olanı aramayı öğütler. Hânîf’in beyti, hakiki aşka ulaşmanın yolunun kalbin manen arındırılmasından geçtiğini, kalbin ancak bu temizlikle ilâhî tecelliye lâyık bir konak olabileceğini ifade eder. Nâbî’nin beyti, dünya kitabının içinde huzura dair bir ibare bulunmadığını, dolayısıyla gerçek sükûnetin ancak ahirete yönelik bir yönelişle mümkün olduğunu belirtir. Lâedrî’ye ait beyit ise edebin ilâhî bir nur olduğunu ve onu kendine taç yapanın her türlü beladan emin olacağını vurgulayarak, edebin manevî bir koruyucu olduğunu ihtar eder. Son olarak, Zerefşân’ın beyti, dünya malının gerçek zenginlik getirmediğini, asıl zenginliğin kalbî kanaat ve cömertlik olduğunu, dünya zenginlerinin dahi muhtaç bir ruha sahip olabileceğini anlatır. Netice itibarıyla, bu beyitlerin hepsi, insana fâni olandan yüz çevirip bâki olana yönelmeyi, kalbi temizlemeyi, edebli olmayı ve malın değil, maneviyatın peşinden gitmeyi öğütleyen derin hikmetler ihtiva eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 80–

BERCESTE VE İZAHI – 80–

​1. Fenni’nin Beytleri Işığında Maddî Hayatın Aldatıcılığı

​Fennî’ye ait beytler, insanı maddî hayata karşı bir muhasebeye ve irfanî bir bakış açısına davet etmektedir.
​”Hüner sanma çalıp çarpıp da sahib-i mülk ü mâl olmak
Nasib olmaz o günâ mâl ile âsûde-hâl olmak”

​Bu beyt, mal ve mülk edinmenin bir hüner, bir fazilet olmadığını, hatta bu malı gayr-i meşru yollardan elde etmenin gerçek bir huzur ve sükûnet getirmediğini vurgulamaktadır. İnsanlık tarihi, hırs ve ihtirasla elde edilen servetlerin, sahiplerine saadet yerine felaket getirdiğine dair sayısız hikmetli kıssa ve ibretli vakıa ihtiva eder. Bu dünya hayatında haksız kazançlar peşinde koşanların, elde ettikleri maddî varlıklarla kalplerinin huzur bulamaması, İlâhî bir kanundur. Mal ve mülk, bir vasıta iken, amaç haline geldiğinde ruhu kirletir ve insanı asıl gayesinden uzaklaştırır. Karun’un hazineleri, Firavun’un saltanatı, Nemrud’un ihtişamı, nihayetinde onların helakine sebebiyet vermiştir. Bu maddî kazançlar, ebedî saadeti değil, fânî hayatın yalanını temsil eder.
​”Hayâl ü hâtıra gelmez mi hiç Kârûn-misâl olmak
Gözüm nûru yalan dünyâda imkân-ı bekâ yokdur”

​Bu beytler, Kur’an’ın ibretlik kıssalarından olan Karun vakıasına atıfta bulunmaktadır. Karun, servetiyle övünen ve malın asıl sahibini unutan bir kimseydi. Nihayetinde tüm hazineleriyle birlikte yerin dibine geçirilmiştir. Fennî, bu tarihi vakıayı hatırlatarak, insanoğluna malın ne kadar aldatıcı olduğunu ihtar etmektedir. Zira bu dünya, bir imtihan sahasıdır ve gerçek bir beka yeri değildir. Eşyanın ve hayatın fânî olduğu aşikârdır. Gözümüzün nuru olan bu dünya dahi, sonsuzluğa dair bir vaatte bulunmaz. Her şey, bir son bulmaya mahkûmdur. Bütün bu hakikatler karşısında, mal hırsıyla gözü dönen, ruhu tatminsizleşen ve kalbi kasvetle dolan bir insanın hali ne kadar hazindir.
​”Yalan dünyâya aldanmak kadar vâzıh hatâ yokdur”

​Son beyit, bu dünya hayatının aldatıcı bir surette olduğunu ve bu aldatmaya kapılmaktan daha bariz bir hatanın olmadığını dile getirmektedir. İnsan, bu fânî dünyaya gelip geçerken, onun güzelliklerine, makamına, mevkisine ve zenginliğine aldanırsa, asıl varlık gayesini unutur. Bu aldanış, insanı yalnızca dünyada değil, asıl ebedî hayatta da zarara uğratır. Bu sebepledir ki, Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde sıkça dünya hayatının geçiciliği ve bir aldanma vesilesi olduğu vurgulanır. Bu husus, akl-ı selim ve kalb-i selim sahibi her insan için apaçık bir hakikattir.

​Makale Özeti
​Bu makalede, Fennî’nin beytleri üzerinden maddî hayata düşkünlüğün fâsıklık ve aldanış olduğu anlatılmıştır. Mal edinme hırsının, Karun gibi nice insanı helake sürüklediği tarihi ve ibretli vakıalarla izah edilmiştir. Eşyanın ve hayatın fânî olduğu ve bu yalan dünyaya aldanmanın en büyük hata olduğu vurgulanmıştır. Gerçek bekanın ve huzurun ancak maddî hırslardan arınmış, manevî bir hayatla mümkün olabileceği sonucuna varılmıştır.

​2. İtrî’nin Şefaat Ümidi ve İnsanî Aşkın Tezahürü
​Görselde yer alan İtrî’ye ait beyt, Hazreti Peygamber’e (s.a.v.) duyulan aşkın ve şefaat ümidinin müstesna bir tezahürüdür.
​”Yâ Resûlallâh umaram diyesin rûz-i cezâ
Gerçi cürmüm çokdur ammâ İtrîyâ mağfûrsun”

​Bu beyitteki derin duygu, İtrî’nin, kıyamet günü Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şefaatine mazhar olma arzusunu dile getirmektedir. “Yâ Resûlallâh, umarım ki, o ceza gününde bana ‘Ey İtrî! Günahın çok olsa da affedildin.’ dersin” şeklindeki bu iltica, bir sanatçının ruhundan süzülüp gelmiş, hakiki bir aşktır. Bu aşk, günahlarının ağırlığı altında ezilen bir kulun, son sığınak olarak Allah’ın en sevgili elçisine yönelişini ifade eder.
​Peygamber sevgisi, müslüman bir şairin kalbinde en müstesna bir mevkiye sahiptir. Bu sevgi, yalnızca kuru bir hürmet değil, aynı zamanda ruhun kurtuluşunu o mübarek kapıda arayan bir tevekkül ve itimattır. İtrî, bu beyitle, bir müminin kalbinde daima yaşayan şefaat-i uzmâ ümidini dile getirir. İslam medeniyetinin muhteşem eserleri, camileri, ilim meclisleri ve edebi metinleri, bu aşktan ve ümitten ilham almıştır.
​Bu beyit, insanın ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemesi gerektiğini de hatırlatır. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan muhabbet, bu rahmete ve affa erişmek için bir vesile kabul edilmiştir. Bu durum, insanı asla günah işlemeye teşvik etmez; bilakis, yaptığı hataların bilinciyle daha fazla pişmanlığa sevk ederken, şefaat kapısını da açık tutar. İtrî, bu beyitle, Allah’ın rahmetinin gazabından üstün olduğunu ve bu rahmetin tecellisinin en büyük vesilesinin de Hazreti Peygamber (s.a.v.) olduğunu ifade etmektedir. Bu beyitteki samimiyet ve ümit, İslâm tasavvufunun özünü teşkil eden recâ (ümit) ve havf (korku) dengesini de muhteşem bir şekilde resmetmektedir.

​Makale Özeti
​Bu makalede, İtrî’nin beyitleri üzerinden Peygamber sevgisinin ve şefaatine olan derin ümidin manevî bir izahı yapılmıştır. Beytin, bir sanatçının ruhundan süzülen samimi bir iltica olduğu ve günahkâr bir kulun dahi Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemesi gerektiğini vurgulayan bir muhteva ihtiva ettiği anlatılmıştır. Bu sevginin, İslâm medeniyetinin ve sanatının en önemli ilham kaynaklarından biri olduğu ifade edilmiştir.

​3. Esrâr Dede’nin Beytiyle Aşkın Gerçek Vasıfları
​Esrâr Dede’ye ait bu beyit, bülbül ile pervanenin aşk anlayışını mukayese ederek, gerçek aşkın ne olduğu hususunda manidar bir ders vermektedir.
​”Da’vâsını terk etsin bülbülde fedâ yokdur
Bir nükteciği aşkın pervânede kalmışdır”

​Beytin ilk mısraı, bülbülün aşktan bahseden feryatlarının (da’vâsının) samimiyetsiz olduğunu ifade etmektedir. Bülbül, güle olan aşkını gece gündüz feryat ederek ilan eder. Lâkin bu aşk, yalnızca dile gelen bir davadan ibarettir; zira bülbül, aşkı uğruna kendisini feda etme fedakârlığına sahip değildir. Onun aşkı, güle karşı duyduğu bir ilgi ve hasretten öteye geçmez. Gerçek aşk, sadece sözle ve feryatla dile getirilmez; bilakis, fedakârlık ve teslimiyet gerektirir. Bülbül, bu vasıflardan mahrum olduğu için aşk davasında samimi değildir.
​Beytin ikinci mısraı ise, hakiki aşkın pervanede tecelli ettiğini vurgulamaktadır. Pervane, ışığa olan aşkıyla yanıp tutuşur ve bu aşkın neticesinde tereddüt etmeden kendini ateşe atar ve feda olur. Pervanenin bu fedakârlığı, aşkın en ince, en manidar nükteciklerinden biridir. Onun aşkı, sözde kalmaz, fiiliyata dönüşür. Bu durum, gerçek aşkın kendisini feda etmeyi ve yok olmayı gerektiren bir vasıf olduğunu işaret eder. İnsan da İlâhî aşka ve hakikate ulaşmak istiyorsa, bülbül gibi sözde kalmamalı, pervane gibi benliğini ve nefsini bu yolda feda etmelidir. Bu, tasavvufî bir dille Fenâfillah mertebesine ulaşma gayretidir.
​Bu beyit, İslâm edebiyatında sıkça rastladığımız bülbül-gül ve pervane-mum metaforlarını yeniden yorumlayarak, aşkın ne derece büyük bir teslimiyet gerektirdiğini gözler önüne sermektedir. Hakikî aşk, karşılığında bir beklenti olmaksızın, sevgili uğruna kendi varlığını feda etme cesaretini gösterir. Bülbülün aşkı beşerî, pervanenin aşkı ise ilâhî aşka yaklaşan bir nitelik taşır.

​Makale Özeti
​Bu makalede, Esrâr Dede’nin beyiti üzerinden, gerçek aşkın sözde kalmayıp fedakârlık ve yok olmayı gerektiren bir vasıf olduğu ele alınmıştır. Bülbülün feryatlarının aksine, pervanenin kendisini ateşe atarak gösterdiği fedakârlığın, hakiki aşkın sembolü olduğu ifade edilmiştir. Bu durumun, tasavvuftaki Fenâfillah mertebesine işaret ettiği ve aşkın ancak bu teslimiyetle kemale erebileceği vurgulanmıştır.

​4. Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan İnsan Hayatının Amacı
​ Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya ait beyt, insan hayatının en temel amacını ve bu amacı idrak edemeyenlerin durumunu irfanî bir bakış açısıyla ortaya koymaktadır.
​”Hânenin lâzım olan sâhibidir bilmeyen
Bilmeyen hânesinin hânesinin tâlibidir”

​Beytin muhtevası, “evin sahibini bilmeyen, evin peşindedir” şeklinde izah edilebilir. Bu beyitteki “hâne” (ev), metaforik bir şekilde bu dünya hayatını ve insanın maddî varlığını ifade eder. “Hânenin sâhibi” (evin sahibi) ise, tüm varlığın yaratıcısı olan Yüce Allah’tır.
​Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu veciz beyitle, insanın bu dünya hayatında en temel vazifesinin, her şeyin sahibi olan Rabbini tanımak ve bilmek olduğunu vurgulamaktadır. İnsan, bu hakikati idrak edemediği takdirde, yani evin sahibini (Allah’ı) bilmediği takdirde, bu fânî dünyanın (hânenin) peşinde koşar ve onun geçici nimetlerine aldanır. Dünya malına, makamına, şan ve şöhretine olan bu aşırı düşkünlük, aslında insanın asıl amacından sapmasının bir neticesidir. Bu sâlike, dünya, bir menzil değil, ancak bir vasıtadır.
​Bir müminin hayatındaki asıl gaye, dünyayı bir konak olarak kabul edip, bu konakta kalbiyle Rabbi’ne yönelmek, aklıyla O’nun sanatını ve varlığını tefekkür etmektir. Rabbini tanımayan bir insan ise, bu misafirhaneyi kendi evi gibi görüp, bütün hayatını onun tezyinatıyla geçirir. Bu durum, bir yolcunun, menzile ulaşmak yerine, duraklarda oyalanmasına benzer.
​Bu beyit, aynı zamanda, “Kendini bilen Rabbini bilir” hikmetli sözünün de bir yansımasıdır. İnsan kendi acziyetini, fakirliğini ve fâniliğini idrak ettikçe, her şeyin mutlak sahibi olan Allah’ı daha iyi tanır ve O’na yönelir. Rabbini bilmeyen ise, kendi aciz varlığını dahi anlayamaz ve bu fânî dünyanın peşinde heba olur gider. Bu sebeple, Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu beyitle hem bir irfanî ders vermekte, hem de insanlığı hakiki amaçlarına davet etmektedir.
​Makale Özeti
​Bu makalede, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın beyiti üzerinden, insan hayatının temel gayesinin Allah’ı bilmek ve tanımak olduğu izah edilmiştir. Beyitteki “hâne” metaforuyla dünya hayatının, “hânenin sahibi” metaforuyla ise Allah’ın kastedildiği belirtilmiştir. Rabbini bilmeyen bir insanın dünya nimetlerine aşırı düşkünlüğünün ve bu durumun asıl amacından sapmak olduğu vurgulanmıştır.

​5. Belîğ’in Beytiyle Manevî Hayatın Yüceliği
​Belîğ’e ait beyit, manevî bir seyahat olan **”Sülûk”**un mahiyetini ve bu yolda ilerleyenlerin vasıflarını anlatmaktadır.
​”Sülûk erbâbı sür’atle geçer aşk-ı mecâzîden
Cihânda kimse menzil ittihâz etmez pül üstünde”

​Bu beyit, hak yolunun yolcusu olan sülûk erbâbının (dervişlerin), maddî ve mecazî aşkları kolayca aştığını ifade etmektedir. Sülûk, tasavvufî bir terim olarak, manevî hakikatlere ulaşmak için çıkılan yolculuğu ifade eder. Bu yolculuğa çıkan dervişler, öncelikle mecazî aşkın ve dünyevî bağların ötesine geçerler. Mecazî aşk, maddî güzelliklere, insanlara, makama ve mala olan ilgidir. Sülûk erbâbı, bu fânî ve geçici bağlara takılıp kalmaz; bilakis, asıl olan hakiki aşka, yani İlâhî aşka yönelir.
​Beytin ikinci mısraı, bu durum için çok manidar bir benzetme kullanır: “Cihânda hiç kimse bir köprü üzerinde konaklamaz.” Köprü (pül), bu dünya hayatını temsil ederken, konaklamak (menzil ittihâz etmek), bu dünyayı asıl gaye edinmeyi ifade eder. İnsanlar, bir yerden bir yere gitmek için köprüleri kullanırlar; köprüler, sadece bir vasıtadır. Kimse, köprünün üzerinde ev kurup orada kalmayı düşünmez.
​Belîğ, bu metaforu kullanarak, dünya hayatının da bir köprü gibi olduğunu, gerçek menzilin ise asıl yurdumuz olan ahiret olduğunu anlatır. Sülûk erbâbı, bu idrake sahip olduğu için, dünyanın geçici zevklerine ve maddî kazanımlarına bağlanmaz. Onlar, dünya hayatını sadece bir geçiş noktası, bir vasıta olarak görürler. Bu idrak, onları mecazî aşkların girdabından kurtarır ve hakiki aşka, yani Allah’a ve O’nun rızasına ulaştırır.
​Bu beyit, insanlara dünya hayatına karşı bir teslimiyet ve kanaat dersi verirken, manevî yolculuğun inceliklerini de gözler önüne sermektedir. Hakikat yolcusu, bu fânî dünyaya takılıp kalmaz; gönlünü ebedî olan menzile yöneltir.

​Makale Özeti
​Bu makalede, Belîğ’in beyiti üzerinden manevî bir yolculuk olan sülûkun mahiyeti ve bu yolculukta ilerleyenlerin vasıfları ele alınmıştır. Dünyanın bir köprü (geçiş noktası) ve asıl menzilin ise ahiret olduğu benzetmesiyle, dünya hayatının geçiciliği vurgulanmıştır. Sülûk ehlinin, mecazî aşkları aşıp hakiki aşka yönelmesinin önemi izah edilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 79–

BERCESTE VE İZAHI – 79–

​1. Beyit: Azerî Çelebi’nin İnsan ve Söz Üzerine Hikmetli Sözleri
​İktibas:
“Halk-ı cihan lutf ile hep şâd olur
Bir söz ile bir gönül âbâd olur”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insan ilişkilerinde nezaketin, lütfun ve güzel sözün ne denli mühim bir yer tuttuğunu anlatır. Şair, dünya halkının, yani insanların, kendilerine gösterilen lütuf ve iyilikten dolayı mutlu olduğunu, ferahladığını dile getirir. Ancak beyitin ikinci mısrası, bu genel hakikati daha da hususi bir boyuta taşır. Sadece bir tek güzel sözün dahi, yıkılmış, ıssız kalmış bir gönlü yeniden mamur ve âbâd edebileceğini ifade eder.
​Bu beyit, Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) “Güzel söz sadakadır” hadis-i şerifini hatırlatır. Bir insanın gönlünü almak, ona moral vermek, derdine ortak olmak veya sadece güzel bir kelamla hitap etmek, maddi bir yardım yapmaktan daha tesirli olabilir. Zira para ve mal ile giderilen ihtiyaçlar sadece geçicidir, ancak güzel bir sözün bıraktığı tesir kalıcıdır. Sıkıntılı bir anında, bunalımda olan bir kişiye uzatılan bir el, sarf edilen tesellî veren bir cümle, o kişinin hayatına yeni bir yön verebilir. Bu, aynı zamanda İslam’ın tebliğ metodunun da temelidir. Tebliğ, kaba ve sert bir üslupla değil, bilakis lütuf, merhamet ve güzel sözle yapılır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Firavun’a dahi “yumuşak söz” ile konuşulması emredilmiştir.

​2. Beyit: Haşmet’ten Dünyanın Aldatıcı Zînetine Karşı Bir Uyarı
​İktibas:
“Aldanma meded zînet-i dünyâyı n’idersin
Bî-vâye gelip dehre tehî-mâye gidersin”
​İzah ve Açıklama:
​Haşmet, bu beyitte dünyanın aldatıcı ve geçici süslerine aldanmamamız hususunda kuvvetli bir ikazda bulunur. Şair, dünyanın süslerine aldanarak ne yaptığımızı sorgular. Hayatımızdaki gayenin, sadece dünya malı ve zevkleri peşinde koşmak olmadığını vurgular.
​Beyitin ikinci mısrasında, dünyanın fâniliğini ve ahiretin ebedîliğini akıllara kazır. İnsan, bu dünyaya “bî-vâye” yani hiçbir şeye sahip olmadan, çıplak bir şekilde gelmiştir. Öyle ise, bu dünyadan da “tehî-mâye”, yani boş bir sermaye ile, hiçbir şey elde etmeden gidecektir. Bu beyit, Hazret-i Ali (radıyallâhu anh)’nin “Dünya, bir gölge gibidir. Sen onu kovalarsan ondan kaçar; ona sırtını dönersen seni takip eder” sözüyle de aynı manada. Dünyanın malı, mülkü, şöhreti, makamı sadece birer imtihan vesilesidir. Hakiki sermaye, iman, amel-i salih ve güzel ahlaktır. İnsan, bu dünyadan giderken, sadece bu sermayeyi beraberinde götürür. İbret alınacak en mühim husus, dünya hayatının bir hazırlık dönemi olduğu ve ahiret hayatının ise ebedî bir hayat olduğudur. Bu makalenin muhtevası, bu manevî sermayenin kıymetini idrak etmeye matuf olmalıdır.

​3. Beyit: Bayburtlu Zihnî’den İnsanlığın Göçü ve Yalnızlığı Üzerine
​İktibas:
“Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Câmlar şikest olmuş meyeler dökülmüş
Sâkiler meclisden kesmiş ayağı”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Bayburtlu Zihnî’nin 1828 Rus istilasından sonra memleketine dönerek gördüğü hazin manzarayı tasvir eder. Beyit, sadece tarihî bir olayı değil, aynı zamanda insanın fâniliğini, mekanların geçiciliğini ve hayatın acı hakikatlerini dile getirir. Şair, yurduna döndüğünde, geçmişin izlerinin silinmiş olduğunu, cana can katan insanların artık orada olmadığını görür. “Ayağ göçürmüş” ifadesi, insanların tamamen oradan ayrıldığını, göç ettiğini anlatır. Yurt, ıssız bir otağa dönmüş, evler yıkılmış, camlar kırılmış ve meyveler dökülmüştür.
​”Sâkiler meclisden kesmiş ayağı” mısrası ise manevî bir derinlik taşır. Zira “sâkî”, meclise neşe veren, meclislerin sâkileri, yani hayatı yaşanılır kılan, ilim ve irfanla meclislere feyz veren kişiler artık orada değillerdir. Bu, sadece bir şehrin harabiyetini değil, aynı zamanda bir medeniyetin, bir kültürün çöküşünü de sembolize eder. Bu beyit, bize vatan ve millet sevgisini, aynı zamanda dünyanın bir handan ibaret olduğunu, her şeyin fani olduğunu hatırlatır. Tarih, bu gibi göç ve yıkım hikâyeleriyle doludur. Bu hikayeler, bizlere hayatın ne kadar kırılgan ve değişken olduğunu, bu sebeple de her anı kıymet bilerek yaşamamız gerektiğini telkin eder.

​4. Beyit: Lâedrî’den İzzet-i Nefs ve Cömertlik Üzerine
​İktibas:
“Agniyâya arz-ı hâcet etme müstağnî bulun
İhtiyâcın söylemekdir şahsı ednâ gösteren”
​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, dilenmekten, zenginlere el açmaktan kaçınmayı, izzet-i nefsi muhafaza etmeyi öğütleyen bir ahlak dersidir. Şair, zenginlere, makam sahibi insanlara ihtiyaç arz etmemeyi, onlara halini anlatmamayı tavsiye eder ve “müstağnî” yani tok gözlü ve kimseye muhtaç olmayan bir tavır sergilemeyi öğütler.
​Beyitin ikinci mısrası, bu öğüdün gerekçesini açıklar: “İhtiyâcın söylemekdir şahsı ednâ gösteren.” Yani bir insanın ihtiyaçlarını başkalarına söylemesi, o kişiyi alçak, değersiz gösterir. Bu, İslam ahlakında mühim bir yer tutan “istiğnâ” (tok gözlülük) ve “iffet” (el açmaktan kaçınma) mefhumlarına işaret eder. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh)’ın “İsteyene verme, ondan isteyene ver” sözü, bu hususu ne kadar mühim gördüklerinin bir işaretidir. Zira istemek, bir insanı zelil kıldığı gibi, veren kişi için de riyakârlık kapısını açabilir. İnsan, ihtiyaçlarını sadece ve sadece Allah’a arz etmeli, O’ndan istemelidir. Bu, hem Allah’a olan tevekkülün bir ifadesi hem de kulun izzetini korumasının bir yoludur. Bu beyit, aynı zamanda cömertliği de dolaylı olarak teşvik eder. Zira kimse el açmaya mecbur kalmıyorsa, bu, toplumda cömert insanların varlığının bir neticesidir.

​5. Beyit: Şeyhülislâm Yahyâ’dan İlim ve Marifet Üzerine Bir Soru
​İktibas:
“Nîçe demdir sa’y edersin fazl u dâniş kesbine
Yoksa Yahyâ ma’rifet erbâbına rağbet mi var”
​İzah ve Açıklama:
​Şeyhülislâm Yahyâ, bu beyitte ilim, fazilet ve marifet yolunda harcanan gayretin ehemmiyetini sorgulayan bir sual sorar. Beyit, şairin kendine veya hitap ettiği kişiye “Ne zamandır ilim ve fazilet kazanmak için gayret ediyorsun?” şeklinde bir soruyla başlar. Bu soru, bir uyarı ve teşvik niteliğindedir.
​İkinci mısra, bu gayretin asıl maksadını ortaya koyar: “Yoksa Yahyâ, marifet erbabına rağbet mi var?” Şair, ilim ve fazilet kazanma gayretinin, Allah’ın rızasına ulaşma, marifetullahı idrak etme ve bu yolda yürüyen insanlara karşı bir rağbet ve sevgi besleme amacına matuf olup olmadığını sorgular. Bu, ilim öğrenmenin sadece dünya menfaati veya şöhret için değil, aksine manevî bir gaye için olması gerektiği hususunda mühim bir nasihattir. İlim, bir gaye değil, bir vasıtadır. Gayesi, Allah’a yakınlaşmak ve insanlığa hizmet etmektir. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi “İlim, müminin yitiğidir, nerede bulursa alır.” Bu yitik, sadece bir bilginin değil, aynı zamanda manevî bir marifetin ve hikmetin de peşinde koşmaktır. Zira kuru bir bilgi, eğer bir hikmete ve marifete dönüşmezse, sahibine yük olur. Bu beyit, bize ilmin hakiki manasını ve hedefini hatırlatır.

​Makale: Hayatın Hikmetli Durağı: Gönül, İzzet ve Marifet
​İnsan hayatı, bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız her bir hadise, okuduğumuz her bir beyit, bize yolumuzu aydınlatan birer fener hükmündedir. Yüzyıllar öncesinden bize seslenen bu beyitler de, asırlar boyunca kulaktan kulağa, dilden dile intikal etmiş ve mana dünyamızda derin izler bırakmıştır.
​Azerî Çelebi, bu yolculuğun en mühim kaidelerinden birini bize hatırlatır: İnsan, güzel söz ile mamur olur. Dünya halkı, yani bütün insanlar, kendilerine gösterilen lütuf ve merhametten ferah bulur. Lâkin bu ferahlık, sadece maddî lütuflarla değil, bilakis bir kelamla, bir tatlı sözle de mümkün olur. Bir gönlü abad etmek, koca bir bina inşa etmekten daha kıymetlidir. Zira bina yıkılır, harabe olur, lakin gönülde yeşeren bir tohumun meyvesi baki kalır. Gönül kırmanın, Kâbe’yi yıkmakla eşdeğer tutulması da bu hikmetin bir yansımasıdır. Öyle ise, hayatımızda en mühim sermayemiz, dilimizden çıkan söz olmalıdır.
​Ancak, bu dünyada sadece sözlerle değil, aynı zamanda bir aldanışla da karşı karşıyayız. Haşmet’in beyiti, dünya hayatının bu aldatıcı yüzünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Dünya, bir pazar yeri gibidir. Herkes bir şeyler alır, satar, biriktirir. Lakin bu pazarın sonunda herkesin eli boştur. Dünya, bir imtihan meydanıdır. Herkes bu meydanda bir vazife icra eder. Lakin bu vazifenin sonu ölümle nihayet bulur. İnsan bu dünyaya bî-vâye, yani boş, maddi sermayesiz bir şekilde gelir ve bu dünyadan da tehî-mâye, yani manevi bir sermaye ile gider. Bu durum, bize dünya malı ve şöhretin fâniliğini, gerçek sermayenin ise kalplerde toplanan salih ameller olduğunu telkin eder.
​Bu fânilik ve göç, sadece ferdî değil, aynı zamanda toplumsal bir realitedir. Bayburtlu Zihnî’nin memleketine döndüğünde gördüğü manzara, insanlık tarihinin de bir özetidir. Bir zamanlar neşeli meclislerin sâkileri olan insanlar, birer birer çekip gitmiş, geride harabe bir yurt kalmıştır. Tarih, bu tür acı hadiselerle doludur. Medeniyetler yükselir, sonra yıkılır; şehirler kurulur, sonra harabe olur. İnsan bu manzaradan ibret almalıdır. Zira bugün mamur görünen bir yurt, yarın ıssız kalabilir. Bu yüzden, hayatın fâni olduğunu idrak ederek, bu dünyada kalıcı olanın, gönüllerde bırakılan hoş bir seda ve hizmet olduğunu anlamalıyız.
​Bu fâni ve geçici hayatta, insanın izzet ve şerefini koruması da büyük bir sanattır. Lâedrî’nin beyiti, bize bu sanatı öğretir. İnsan, ihtiyaçlarını başkalarına arz ederek, kendi izzetini zedeler. Bu, sadece maddî bir dilenme değil, aynı zamanda manevî bir dilenmedir. İnsan, kendi ihtiyacını sadece Allah’a arz etmeli, O’na tevekkül etmelidir. Zira ihtiyaçlarını bir beşere anlatmak, o insanı zelil kıldığı gibi, yardım eden kişi için de riyakârlık kapısını açabilir. İzzet, bir insanın kendi ayakları üzerinde durması, nefsine ağır geleni yapmaması ve kimseye el açmamasıdır.
​Bu izzet ve istiğnâ halini korumak, ancak ilim ve marifetle mümkündür. Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyiti, ilmin ve gayretin asıl maksadını sorgular. İlim, sadece bir meslek veya makam için değil, bilakis marifet, yani Allah’ı bilme ve tanıma yolunda bir vasıta olmalıdır. Eğer ilim, bir insanı daha kâmil, daha hikmetli bir hale getirmiyorsa, sadece bir bilgi yığını olarak kalır ve bu bilgi, sahibine yük olur. İlim, bir kalbin nuru, bir hayatın düsturu olmalıdır.
​Bu beyitlerin her biri, hayatın birer dersini, hikmetini anlatır. Onlar, sadece kelimelerden ibaret değildir, bilakis insanlığın asırlardır biriktirdiği manevî bir mirastır. Bu mirasa sahip çıkmak, bize düşen bir vazifedir.
​Makale Özeti:
​Bu makale, beş farklı beyitin izah ve açıklamasını yaparak, bu beyitlerin ihtiva ettiği derin manevî ve ahlakî dersleri ele alır. Azerî Çelebi’nin beyiti, güzel sözün ve lütfun insan gönlü üzerindeki müspet tesirini vurgularken, Haşmet’in beyiti, dünya hayatının aldatıcı süslerine karşı bir ikazda bulunur ve fâniliği hatırlatır. Bayburtlu Zihnî’nin beyiti, bir yurdun harabiyeti üzerinden insanlığın ve medeniyetlerin fâniliğini, aynı zamanda tarihî hadiselerden alınacak ibretleri dile getirir. Lâedrî’nin beyiti, izzet-i nefs ve tok gözlülüğün ehemmiyetini anlatır, insanların ihtiyaçlarını sadece Allah’a arz etmesini telkin eder. Son olarak, Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyiti, ilim ve marifet yolunda harcanan gayretin asıl maksadının, Allah’a yakınlaşmak ve manevî bir kemale ermek olması gerektiğini sorgular. Bu beyitler, bir bütünlük içerisinde, hayatın geçiciliği, güzel ahlakın lüzumu, izzet-i nefsin kıymeti ve ilmin hakiki gayesi gibi mühim mevzuları ele almaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025