Güneş, Nil Nehri’nin durgun sularına yansırken, Firavun altın tahtında kibirle oturuyordu. Sarayının sütunları, zulmü altında ezilen insanların ahlarıyla yankılanıyordu. O, kendini ilah ilan etmiş, halkına hükmetmenin sarhoşluğuna kapılmıştı. Ancak Allah, zalimlerin zulmünü ebedi kılmayacak, adaletini tecelli ettirecekti.
Uyarılar ve Meydan Okuma
Musa Peygamber, Allah’ın elçisi olarak Firavun’a defalarca uyarılarda bulundu. ‘Ey Firavun! İsrailoğulları’nı serbest bırak, Allah’ın yoluna dön!’ dedi. Fakat Firavun, bu çağrıyı küçümseyerek, ‘Ben sizin en yüce rabbinizim!’ diye karşılık verdi. Halkı da onun peşinden giderek hakikati reddetti, Allah’ın ayetlerini inkâr etti.
Felaketin İlk İşaretleri
Firavun ve kavmi için azap kapıları aralanmıştı. Nil Nehri kana bulandı, çekirgeler tarlaları yok etti, kurbağalar sarayları bastı, kara veba insanları kırıp geçirdi. Her bela geldiğinde Firavun pişmanlık gösteriyor, ‘Ey Musa! Bize dua et, biz de senin Rabbine inanacağız!’ diyordu. Ama bela kalkar kalkmaz tekrar isyana dönüyorlardı.
Son Darbe: Kızıldeniz’in Yarılanışı
Nihayet, Allah Musa’ya ve inananlara Mısır’ı terk etmelerini emretti. İsrailoğulları, gece vakti yola koyuldular. Sabah olduğunda Firavun, ordusuyla peşlerine düştü. Karşılarında Kızıldeniz uzanıyordu, yol bitmişti. Musa, asasıyla suya dokundu ve deniz ikiye yarıldı. İsrailoğulları kurtuluşa ererken, Firavun ve ordusu onları takip etti.
Helak Anı
Firavun, gücüne ve ordusuna güvenerek dalgalardan oluşan duvarların arasına daldı. Ama Allah’ın vaadi hakikatti. Sular, büyük bir öfkeyle üzerlerine kapandı. Firavun, son nefesinde gerçeği kabul etti: ‘İnandım! Musa’nın Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur!’ Ama artık çok geçti. Bedeni, ibret olsun diye sudan çıkarıldı, fakat ruhu ebedi azaba mahkûm oldu.
Geriye Kalan Sessizlik
Firavun’un ihtişamlı sarayları, orduları ve hazineleri bir anda yok olup gitmişti. Dün onun gücüne hayranlık duyanlar, şimdi onun korkunç sonunu konuşuyorlardı. İsrailoğulları özgürlüğüne kavuşmuş, Allah’ın vaadi gerçekleşmişti.
Bir Uyarı: Güç ve Zulmün Sonu
Firavun’un helakı, güç ve iktidarın Allah’a meydan okumak için kullanıldığında neye dönüşeceğini gösterir. Bugün, Firavun’un hikayesinden ders alıyor muyuz, yoksa aynı hatalara mı düşüyoruz?
Güneş, ihtişamla parıldarken Karun’un sarayının altın kapıları açıldı. Herkesin hayranlıkla izlediği bu adam, büyük bir servetin sahibi olarak tanınıyordu. Hazine sandıkları, değerli taşlar, altın ve gümüşle doluydu. Karun, bu zenginliği Allah’ın bir lütfu olarak görmek yerine, kendi aklının ve yeteneğinin eseri olarak görüyordu. ‘Bu serveti kendi ilmim sayesinde kazandım!’ diyerek böbürleniyordu.
Uyarı ve İnkar
Musa Peygamber, ona servetin Allah’ın bir imtihanı olduğunu hatırlattı. Fakirlere yardım etmesini, adaleti gözetmesini öğütledi. Ancak Karun, bu sözleri küçümseyerek, ‘Bana kimse hesap soramaz!’ diye karşılık verdi. Kibrinin ve açgözlülüğünün gölgesinde, halkı ezmeye, mallarını haksız kazançlarla büyütmeye devam etti.
Felaketin İlk İşaretleri
O gün, Karun büyük bir gösterişle halkın arasına çıktı. Üzerindeki kıymetli giysiler, altın işlemeli tahtı, ona eşlik eden hizmetkarları göz kamaştırıyordu. İnsanlar arasında fısıltılar dolaşıyordu: ‘Keşke bizim de Karun gibi servetimiz olsaydı!’ Ancak bir grup mümin, ‘Allah’ın rahmeti daha hayırlıdır!’ diyerek bu sahte ihtişama kapılmamaları gerektiğini hatırlatıyordu.
Helak Anı
Tam o anda, yeryüzü gürleyerek sarsılmaya başladı. Halk dehşetle geri çekildi, Karun’un sarayı ve hazineleriyle birlikte toprağın derinliklerine gömüldüğünü gördüler. Altınlarla dolu sandıklar, muhteşem saraylar, ihtişamla döşenmiş avlular… Hepsi bir anda yok oldu. Karun, servetiyle birlikte, kibirle yükseldiği dünyanın derinliklerine çekildi.
Geriye Kalan Sessizlik
Şimdi onun ihtişamlı sarayından geriye hiçbir iz kalmamıştı. Karun’un adını duyanlar, onun sonunu düşündüklerinde irkiliyorlardı. ‘Dün onun gibi olmayı isteyenler, şimdi onun yerinde olmadıkları için şükrediyorlar!’ dediler.
Bir Uyarı: Servet ve Kibir Nereye Götürür?
Karun’un helakı, insanlığa servetin bir imtihan olduğunu hatırlatır. Servet, kibir ve bencillikle yönetildiğinde, sahibini felakete sürükler. Peki, bugün bizler bu hikayeden ders alıyor muyuz, yoksa aynı hataları mı tekrar ediyoruz?
Sabahın ilk ışıkları, Medyen halkının şatafatlı çarşılarına düşüyordu. Alım satımların hileyle, ölçülerin eksik tartılarla yürüdüğü bu şehir, zenginliğin ve sahtekârlığın iç içe geçtiği bir yerdi. Şuayp Peygamber, yıllardır onları haksızlıktan, aldatmacadan, putperestlikten vazgeçmeye çağırıyordu. Ancak onlar, zenginliklerine güvenerek onun sözlerini alaya alıyor, ‘Ey Şuayp! Senin söylediklerinle işlerimizi terk edecek değiliz!’ diyerek reddediyorlardı.
Uyarı ve Alay
Şuayp Peygamber’in uyarıları, Medyen halkının kulaklarında yankılanırken, onlar kibirle ona karşı çıkıyor, ‘Eğer doğru söylüyorsan, üzerimize azabı getir!’ diye meydan okuyorlardı. Ticaretlerinde adaleti sağlamaktan, dürüst olmaktan kaçındıkları gibi, inananları da eziyetle yıldırmaya çalışıyorlardı.
Felaketin İlk İşaretleri
O sabah, şehirde garip bir sessizlik hâkimdi. Rüzgâr, sıcak bir nefes gibi sokaklarda dolaşıyor, alışılmışın dışında bir kasvet çökmüştü. Gökyüzü kararmaya başladığında ise herkes korkuyla birbirine bakıyordu. Gök gürültüsü Medyen sokaklarını inletirken, şiddetli bir sarsıntı yeryüzünü sarstı.
Helakın Kaçınılmaz Sonu
Aniden gökyüzünden korkunç bir ses yükseldi. O dehşetli sayha, Medyen halkının iliklerine kadar işleyen bir çığlık gibiydi. Bir anda dengelerini kaybettiler, dizleri üzerine yıkıldılar. O an her şey bitmişti. Medyen’in o gösterişli binaları, büyük çarşıları bir anda yerle bir olmuştu. Toprak, adaletsizliği yutan bir mezar gibi üzerlerini örtmüştü.
Geriye Kalan Sessizlik
Şuayp Peygamber ve ona inananlar, bu felaketten kurtulmuş, helak edilen kavminin harabelerine hüzünle bakıyordu. ‘Ey kavmim! Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ettim, ama siz öğüt almadınız!’ dediğinde, geride sadece sessizlik vardı. Medyen, kibir ve haksızlığın bedelini ödemişti.
Bir Uyarı: Tarih Tekerrür Edecek mi?
Şuayp kavminin akıbeti, adaletin ve dürüstlüğün ne denli önemli olduğunu hatırlatır. Haksızlıkla yükselen toplumlar, eninde sonunda adaletin tokadıyla sarsılırlar. Bugün, geçmişten ders alıyor muyuz, yoksa tarihin tekerrür etmesine mi yol açıyoruz?
Nuh Kavminin Helakı: Tufanın Uyarısı ve Kaçınılmaz Son
Günler birbirini kovalıyor, Nuh Peygamber’in uyarıları kavminin kulaklarında yankılanıyordu. Ancak onlar, dalga geçiyor, onu deli olmakla suçluyorlardı. Şehvet, kibir ve azgınlık içinde yüzen bu halk, Allah’ın azabına karşı umursamaz bir tavır sergiliyordu.
Uyarı ve Alay
Nuh yıllarca onları doğru yola çağırmış, Allah’a yönelmeleri için sabırla mücadele etmişti. Ancak kavmi, putlarına tapmaktan, azgınlık ve taşkınlık içinde yaşamaktan vazgeçmiyordu. Onun sözlerini dinlemek yerine, kulaklarını tıkıyor, ‘Ey Nuh, artık yeter! Eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin azabı getir!’ diye meydan okuyorlardı.
Ve o an geldi…
Tufanın İlk İşaretleri
Nuh’un Rabbinden aldığı emirle inşa ettiği gemi, alay konusu olmuştu. Gök yüzünü kara bulutlar kaplamaya başladığında ise kimse hâlâ yaklaşan felaketi fark etmiyordu. Yeryüzü titredi, uzaklardan gelen bir uğultu duyuldu. Bir anda gökyüzü delinircesine yağmur boşaldı. Toprak yarıldı ve yeraltındaki sular yüzeye fışkırdı.
Tufanın Şiddeti ve Helak
Sular yükselirken, insanlar panikle kaçışmaya başladılar. Evler, ağaçlar, putlar, saraylar… Her şey suya kapılıp gidiyordu. Nuh, son bir kez daha oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle gel, kâfirlerle olma!’ Ancak oğlu, ‘Ben dağa sığınırım, beni kurtarır’ diyerek kibirle cevap verdi. Fakat ilahi emir kesindi; büyük bir dalga aralarına girerek oğlunu ve inkârcıları yuttu.
Geriye Kalan Sessizlik
Gemi, Allah’ın buyruğuyla selametle dağların üzerine oturduğunda, artık yeryüzünde Nuh’a inananlardan başka kimse kalmamıştı. O an geldiğinde, her şey bitmişti. Yeryüzü sessizliğe büründü, tufanın izleri geride yalnızca ibret dolu bir kıssa bıraktı.
Bir Uyarı: İnsanlık Aynı Hatayı Yapacak mı?
Nuh kavminin helakı, insanlığa önemli bir uyarıdır. Kibirlilik, hakikati reddetme ve Allah’a isyan, her dönemde toplumların çöküşüne sebep olmuştur. Bugün, geçmişten ders alıyor muyuz, yoksa tarihin tekerrür etmesine mi yol açıyoruz?
Lût Kavminin Helakı: Günahın Gölgesinde Gelen Kaçınılmaz Son
Gecenin karanlığı, Sodom ve Gomorra topraklarına çökmüştü. Şehir, her zamanki gibi zevk ve sefahat içinde kaybolmuş, insanoğlunun en düşük arzularına teslim olmuştu. Lût Peygamber’in tüm uyarılarına rağmen, sapkınlıkları ve taşkınlıklarıyla Rabb’lerine isyan etmeye devam ediyorlardı.
Ancak, o gece farklıydı…
Uyarı ve Reddediş
Lût Peygamber yıllardır onları uyarıyor, doğru yola davet ediyordu. Fakat halk, alaycı bakışlarla ona gülüyor, “Bizi eğlencemizden alıkoyan bir adamdan başka bir şey değilsin!” diyerek hakikati reddediyorlardı. Allah’ın azabının kaçınılmaz olduğunu kavrayamıyor, kendi bâtıl yaşam tarzlarını terk etmeyi reddediyorlardı.
Ve o an geldi…
Meleklerin Gelişi
Gizemiyle gecenin içine doğan ışık huzmeleri, üç yabancıyı Lût’un kapısına getirmişti. Onlar, sıradan insanlar gibi görünseler de aslında Yüce Allah’ın gönderdiği meleklerdi. Lût, konuklarını içeri aldı, ancak kavmin azgınları bu yabancıları rahatsız etmek için evinin kapısına dayandı. Lût’un yalvarışları karşısında kahkahalarla gülen bu sapkın topluluk, o gece hak ettikleri cezanın ne olduğunu henüz bilmiyorlardı.
Helakın Başlangıcı
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber felaketin ayak sesleri duyulmaya başladı. Melekler, Lût’a ve ona inanan az sayıdaki insana şehri terk etmelerini ve asla geriye dönüp bakmamalarını emretti. O anda, şehre ilahi gazap indi. Yeryüzü sarsıldı, gökyüzü öfkeyle haykırdı.
Gökten taşlar yağdı, şehrin sokakları ölümle doldu. Şimşekler gökyüzünü yardı, yeraltındaki lavlar kasabayı yuttu. Bir zamanlar şehvet ve sefahatin başkenti olan bu yer, artık bir harabe, bir ibret nişanesi olmuştu.
Geriye Kalan Sessizlik
Lût ve ailesi, Allah’ın emriyle şehri terk etmişti. Ancak, helak olan kavmini ardında bırakırken, bir anlık merak veya içindeki eskiye duyulan özlemle geriye bakan eşi, bir anda taş kesilerek cezanın kurbanlarından biri oldu.
Lût kavmi, Allah’a isyanlarının bedelini en ağır şekilde ödemişti. Bugün, onların yaşadığı topraklar, Lut Gölü olarak bilinir ve bu ibretlik kıssa, nesiller boyu insanlığa ders olarak aktarılır.
Bir Uyarı: Tarih Tekerrür Eder Mi?
Lût kavminin akıbeti, insanlığa bir uyarıdır. Zulüm, ahlaksızlık ve azgınlık, toplumları çöküşe götüren en büyük sebeplerdendir. Peki, günümüz insanı bu ibret dolu helaktan ders alıyor mu? Yoksa tarih, bir kez daha tekerrür mü edecek?
Ad ve Semud Kavimlerinin Helaki: Unutulmuş Uyarılar ve Kaçınılmaz Son
Bir zamanlar yeryüzünde azametleriyle tanınan iki büyük kavim vardı: Ad ve Semud. Her ikisi de Allah’ın verdiği nimetlerle yüzlerce yıl refah içinde yaşadılar, ancak sonunda kibirleri ve azgınlıkları sebebiyle unutulmaz bir sonla yüzleştiler.
Ad Kavmi: Rüzgarın Gazabı
Ad kavmi, bugün Yemen ve Umman arasında bulunduğu tahmin edilen Ahkaf bölgesinde yaşamaktaydı. Göklere yükseltikleri muhteşem yapılar, gücün ve kudretin timsaliydi. Ancak onlar, Hz. Hud’un getirdiği ilahi mesajlara kulak tıkamış, “Bizden güçlüsü var mı?” diyerek Allah’ın uyarılarını küçümsemişlerdi.
Sonunda felaketin ilk işaretleri geldi: Yedi gece sekiz gündüz sürecek bir kasırga. Rüzgar, küçükten büyüe her şeyi yerle bir etti. O dev yapılar, insanoğlunun övündüğü ihtşam, toz ve enkaz içinde yok oldu. Ad kavmi, kibirlerinin bedelini kıyameti andıran bir fırtınayla ödedi.
Semud Kavmi: Titreten Sarsıntı
Ad kavminin yok oluşundan sonra ibret almayan bir başka topluluk Semud kavmiydi. Bugün Suudi Arabistan’daki Medain Salih bölgesinde yaşadıkları tahmin ediliyor. Kayaları yontarak muhteşem evler inşa eden bu kavim de, Hz. Salih’in davetini reddetmiş, kendilerine mucize olarak gönderilen deveyi vahşice katletmişti.
Uyarılar art arda gelmişti, fakat kibirleri onları kör etti. Sonunda o çok beklenen ceza indi: Gökten gelen korkunç bir sayha (gürleme) ve şiddetli bir deprem. Toprak ayaklarının altında titrerken, nefesleri kesildi. Semud kavmi, taşlara oydukları evlerinde depremin dehşetiyle donakaldı.
Bir Uyarı ve Hatırlatma
Ad ve Semud kavimleri, insanoğlunun ibretle hatırlaması gereken felaketlerin en çarpıcı örneklerindendir. Onlar, güçlerinin ve mükemmeliyetlerinin kendilerini kurtaracağını sanmışlar, ancak ilahi adaletin önünde boyun eğmişlerdir.
Bugün dünyada benzer bir kibir ve azgınlıkla hareket eden toplumlar, Ad ve Semud’un akıbetinden ders çıkarmazsa, tarih tekerrür etmekten geri durmayacaktır.
Kuvve-i Şeheviyye ve Gadabiyye Olmasaydı: Hareketsiz, Anlamsız ve Yok Olmaya Mahkûm Bir Dünya
Allah Teâlâ, insanı ve diğer canlıları belirli duygular ve kuvvetlerle donatarak yaratmıştır. Bu kuvvetler, canlıların hayatta kalmasını, gelişmesini ve imtihan dünyasında varlığını sürdürmesini sağlar. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü) ve Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü), yaratılışın temel dinamiklerindendir. Eğer bu iki kuvvet hiç olmasaydı:
Canlılar yaşam mücadelesi vermez, hayatta kalamazdı.
İnsan, neslini devam ettiremez, dünya boş bir yere dönüşürdü.
Hayat durağan, anlamsız ve ruhsuz olurdu.
Adalet, cesaret ve kahramanlık gibi kavramlar olmazdı.
Bu makalede, bu iki kuvvetin hikmeti, eksikliklerinin doğuracağı felaketler ve İslam’ın denge anlayışı ele alınacaktır.
1. Kuvve-i Şeheviyye Olmasaydı: Hayatın Devamı Mümkün Olmazdı
Kuvve-i Şeheviyye, canlıların yaşamak ve çoğalmak için sahip olduğu arzu ve istek gücüdür. Eğer bu duygu olmasaydı:
İnsanlar yemek yeme ihtiyacı duymaz, açlıktan ölürdü.
Neslin devamı sağlanamaz, insanlık kısa sürede yok olurdu.
Hiçbir canlı çoğalmaz, dünyada canlılık tamamen sona ererdi.
İnsan çalışmaz, üretmez, ilerlemezdi.
Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, insanın dünyaya bağlanmasını sağlayan istekler, onun imtihan vesilesidir. Eğer bu istekler olmasaydı, insan bu imtihanı kaybederdi.
2. Kuvve-i Gadabiyye Olmasaydı: Adalet ve Mücadele Kaybolurdu
Kuvve-i Gadabiyye, insanın ve diğer canlıların kendilerini korumasını, zulme karşı çıkmasını ve haklarını savunmasını sağlayan mücadele gücüdür. Eğer bu kuvvet olmasaydı:
İnsanlar ve hayvanlar kendilerini savunamaz, kolayca yok olurdu.
Kimse zulme karşı durmaz, zalimler dünyayı ele geçirirdi.
Cesaret, kahramanlık, adalet ve fedakârlık gibi kavramlar olmazdı.
Canlıların doğasında mücadele olmadığı için doğa dengesiz hale gelirdi.
Kur’an-ı Kerim’de mücadele ruhunun gerekliliği şöyle anlatılır:
“Eğer Allah, insanların bir kısmını diğerleriyle defetmeseydi, yeryüzü bozulurdu. Fakat Allah, âlemlere lütuf sahibidir.” (Bakara, 251)
Bu ayet, mücadele ruhunun adaleti ve düzeni sağladığını gösterir. Eğer kuvve-i gadabiyye olmasaydı, zalimler karşısında hiç kimse direnemez, dünya adaletsiz bir hale gelirdi.
3. Bu İki Kuvvetin Yokluğu, Hayatı Durağan ve Anlamsız Hale Getirirdi
İnsanı hayata bağlayan şey, arzularının olması ve bu arzularını koruyabilmek için mücadele edebilmesidir. Eğer hem kuvve-i şeheviyye hem de kuvve-i gadabiyye olmasaydı:
Hayat monoton ve anlamsız olurdu.
İnsan, dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, çalışmaz ve üretmezdi.
Sevgi, aşk, tutku gibi hisler kaybolurdu.
Hiçbir başarı için çaba harcanmaz, ilerleme sağlanmazdı.
Ne zorluklara göğüs geren kahramanlar ne de adaleti savunan liderler olurdu.
Bu durumda, insan sadece var olan, ama hiçbir şey yapmayan bir varlığa dönüşürdü. Oysa Allah, insanı yeryüzünde halife olarak yaratmış (Bakara, 30) ve ona sorumluluklar yüklemiştir.
4. İslam’da Bu İki Kuvvetin Dengeli Kullanımı
İslam, şehveti de, öfkeyi de tamamen reddetmez; ancak bunların dengeli kullanımını öğütler. Aşırı şehvet insanı harama, aşırı öfke ise zulme götürür.
Şehvetin meşru tatmini için evlilik teşvik edilir.
Öfkenin kontrol altına alınması için sabır ve adalet öğütlenir.
İslam, her iki duygunun da akıl ve iman ile dengelenmesini ister.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şehvet ve öfke ile ilgili şu nasihatleri vermiştir:
“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)
“Güçlü kişi, güreşte rakibini yenen değil; öfkelendiğinde kendini kontrol edebilendir.” (Buhârî)
Bu hadisler, şehvetin helal yoldan tatmin edilmesini ve öfkenin kontrol altında tutulmasını öğütlemektedir.
5. Sonuç: Hayatı Anlamlı Kılan Bu İki Kuvvetin Hikmetine Şükretmeliyiz
Kuvve-i Şeheviyye ve Kuvve-i Gadabiyye, hayatın devamlılığı ve anlam kazanması için yaratılmış ilahi bir düzendir. Eğer bu iki kuvvet olmasaydı:
Hayat var olamaz, insanlar ve hayvanlar neslini sürdüremezdi.
Hiçbir şey için mücadele edilmez, adalet ortadan kalkardı.
Sevgi, bağlılık, fedakârlık, kahramanlık gibi hisler olmazdı.
Dünya monoton, amaçsız ve ruhsuz bir yere dönüşürdü.
Bu yüzden, bu duyguları doğru kullanarak Allah’a şükretmeli, şehveti helal dairede yaşamalı ve öfkeyi adalet ile dengelemeliyiz.
Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:
“Öfkeni dizginle, çünkü o seni yakıp kül edebilir. Şehvetini yönet, çünkü o seni esir edebilir. Her ikisini de dengele, çünkü o seni gerçek özgürlüğe götürebilir.”
Allah bizlere, şehveti iffetle, öfkeyi adaletle ve tüm duygularımızı imanla yönetmeyi nasip eylesin. Âmin.
@@@@@@@@
EĞER INSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ ŞEHEVIYYE OLMAYACAK OLSA, HİÇ BİR ŞEY OLMAYACAĞI GİBİ, HERŞEY DE ANLAMSIZ OLACAK VE KIYMETSİZ KALACAKTI.
Kuvve-i Şeheviyye: Hayatın Devamlılığı ve İmtihanın Gerekliliği
Allah Teâlâ, insanı üç temel kuvvetle yaratmıştır:
1. Kuvve-i Akliyye (Akıl ve düşünme gücü)
2. Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü)
3. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)
Bu üç kuvvet, insanın hayatını sürdürmesi, gelişmesi ve imtihanı kazanması için verilmiştir. Kuvve-i Şeheviyye, yani arzu ve istek duygusu, insana yemek yeme, neslini devam ettirme, huzur ve mutluluk arayışı içinde olma gibi temel ihtiyaçları kazandırır.
Eğer bu duygu olmasaydı:
İnsan hayatı devam etmezdi.
İnsanın dünyaya karşı ilgisi olmaz, çalışmak ve üretmek anlamsız hale gelirdi.
Aile kurma ve neslin devamı mümkün olmazdı.
Hayattaki hiçbir şeyin kıymeti olmaz, dünya boş ve anlamsız bir yer olurdu.
Ancak bu kuvvet yanlış kullanıldığında, insanı hırs, israf, haram ve ahlaksızlık bataklığına sürükleyebilir. Bu makalede, Kuvve-i Şeheviyye’nin hikmeti, yanlış kullanımı ve İslam’ın sunduğu dengeyi ele alacağız.
1. Kuvve-i Şeheviyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği
Allah, bu duyguyu insana hayatı sürdürmesi ve imtihanı başarması için vermiştir. Bu duygu olmadan insan:
Yemek yeme ve içme isteğine sahip olmaz, açlıktan ölürdü.
Evlilik ve aile kavramı oluşmaz, insan nesli devam etmezdi.
Dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, ilerleme kaydedemezdi.
İnsan, ne cenneti arzulardı ne de imtihana anlam verebilirdi.
Kur’an’da Allah, dünyanın süslerini insanların hoşuna gidecek şekilde yarattığını şöyle bildirir:
“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)
Bu ayet, insanın fıtratındaki arzuların bir imtihan unsuru olduğunu gösteriyor. Bu arzular, insanı Allah’a yaklaştıran birer vesile olabilir. Ancak yanlış kullanılırsa insanı felakete de sürükleyebilir.
2. Kuvve-i Şeheviyye’nin Yanlış Kullanımı: Nefsin Tuzağına Düşmek
Kuvve-i Şeheviyye, kontrolsüz bir şekilde kullanıldığında insanı nefsinin kölesi haline getirebilir. Kur’an-ı Kerim’de nefsinin arzularına uyanlar şöyle anlatılır:
“Kendi arzusunu ilah edinen ve Allah’ın da bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)
Bu ayet, şehvetin yanlış kullanımının, insanı helake sürükleyebileceğini gösteriyor. Günümüzde:
İsraf ve lüks tutkusu, insanı kibir ve bencilliğe sürüklüyor.
Helal olmayan ilişkilere düşkünlük, aile yapısını bozuyor.
Maddi hırs, insanı kul hakkı yemeye, adaletsizliğe ve harama yöneltiyor.
Bu yüzden İslam, şehveti tamamen yok etmeyi değil, onu dengelemeyi öğütler.
3. İslam’da Şehvetin Dengeli Kullanımı
İslam, ne tamamen arzulara teslim olmayı ne de arzuları bastırmayı öğütler. Asıl hedef, bu kuvveti hayırlı ve helal yolda kullanmaktır.
Evlilik, şehvetin helal çerçevede yaşanmasını sağlar.
İbadet ve takva, insanı haramlardan korur.
Şükür ve kanaatkârlık, israf ve doyumsuzluğun önüne geçer.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:
“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)
Bu hadis, şehvetin meşru bir şekilde yönlendirilmesini öğütleyen en güzel rehberdir.
4. Kuvve-i Şeheviyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler
1. Hz. Yusuf’un (a.s) İffetli Duruşu
Hz. Yusuf (a.s), Züleyha’nın kendisini günaha çağırmasına rağmen şöyle demiştir:
“Rabbim! Zindan, bunların beni çağırdığı şeyden daha hayırlıdır.” (Yusuf, 33)
Bu olay, şehvetin kontrol altına alınmasının insanı Allah’a daha yakın kıldığını gösterir.
2. Hz. Süleyman’ın (a.s) Dünya Sevgisini Hikmetle Kullanması
Hz. Süleyman (a.s), dünyanın nimetlerini kullanırken onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirmiştir. Onun hikmetli duası şöyledir:
“Rabbim! Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimseye nasip olmasın. Şüphesiz Sen, büyük lütuf sahibisin.” (Sad, 35)
Bu, dünya nimetlerini Allah yolunda kullanmanın en güzel örneklerinden biridir.
5. Sonuç: Şehvetin Hikmetle ve Takva ile Dengelenmesi
Kuvve-i Şeheviyye, insan hayatının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Ne tamamen yok edilmesi ne de sınırsız bir şekilde serbest bırakılması doğrudur.
İslam, bu duyguyu helal dairede yaşamayı, haramdan sakınmayı ve şükür ile dengelemeyi öğretir.
Eğer şehvet hiç olmasaydı, hayatın anlamı ve devamlılığı olmazdı.
Eğer şehvet kontrolsüz olsaydı, insan nefsinin esiri olurdu.
Doğru kullanıldığında, şehvet insana huzur, saadet ve Rabbine yakınlık kazandırır.
Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:
“Nefsin isteklerini terk etmek zordur. Ama sonuçta bu seni sultan eder.”
Allah bizlere, nefsimizin arzularını hikmetle yönetmeyi, şehveti helal ve hayırlı yolda kullanmayı ve dünya nimetlerini şükürle değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli sayılar geçmekte ve bunlar farklı anlamlar ihtiva etmektedir. İşte bazı önemli sayılar ve ilgili ayetler:
1. Bir (1) – Teklik ve Birlik
“De ki: O, Allah bir tektir.” (İhlâs Suresi, 112:1)
Allah’ın birliğini ve tekliğini vurgulayan birçok ayet bulunmaktadır.
2. İki (2) – Çiftlik ve Şahitlik
“Biz her şeyi iki çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.” (Zâriyât Suresi, 51:49)
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmadığına şahitlik etti…” (Âl-i İmrân Suresi, 3:18)
3. Üç (3) – Üçlü Gruplar
“Kimi zaman üç kişi fısıldaşırlar…”
“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az, yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir. Sonra onlara yaptıklarını Kıyamet günü haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.”
(Mücadele Suresi, 58:7)
“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.” (Mâide Suresi, 5:73)
4. Dört (4) – Denge ve Evrensel Düzen
“Allah yeryüzünü dört günde yarattı.”
“O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.”
(Fussilet Suresi, 41:10)
“Haram aylar dörttür.” (Tevbe Suresi, 9:36)
5. Beş (5) – Beş Vakit Namaz ve Beş Duyu
“Kim beş vakit namaza devam ederse…” (Hadis-i Şerif, Kur’an’da beş vakit namaz işaret edilir: İsra 17:78, Hud 11:114)
“Bu sebeple akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah’ı tesbih edin.
﴾18﴿ Göklerde ve yerde her türlü övgü O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de O’nu tesbih edin.” Rum Suresi. 17-18.
Asr suresi ve Salatil vusta. Orta yani ikindi namazı.
“Size beş şey sorulmadan kıyamet kopmaz…” (Tirmizi, Kıyamet 5; İbn Mace, Fiten 25)
6. Altı (6) – Yaratılış Günleri
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık.” (Kaf Suresi, 50:38)
7. Yedi (7) – Kutsal ve Mükemmeliyet
“Biz göğü yedi kat olarak yarattık.” (Mülk Suresi, 67:3)
“Tavaf yedi şavttır.” (Hac ibadetiyle ilgili hadislerde geçer.)
8. Sekiz (8) – Arş ve Cennet Kapıları
“O gün Rabbinin Arş’ını onların üstünde sekiz (melek) taşır.” (Hâkka Suresi, 69:17)
“Cennetin sekiz kapısı vardır.” (Hadis-i Şerif)
9. Dokuz (9) – Mucizeler ve Aylar
“Musa’ya dokuz mucize verdik.” (İsra Suresi, 17:101)
“Anne karnında dokuz ay kalma süresi.” (Ahkâf Suresi, 46:15)
10. On (10) – Tamlık ve Bolluk
“Kim bir iyilik yaparsa, ona on kat sevap vardır.” (En’âm Suresi, 6:160)
12. On İki (12) – İsrailoğulları ve Aylar
“Biz onları on iki kabileye ayırdık.” (A’râf Suresi, 7:160)
“Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı on ikidir.” (Tevbe Suresi, 9:36)
40. Kırk (40) – Olgunluk ve İmtihan
“Musa, kavmiyle kırk gece buluştu.” (Bakara Suresi, 2:51)
“İnsanın olgunluk çağı kırk yaşına ulaşmasıdır.” (Ahkâf Suresi, 46:15)
50. Elli (50) – Zaman ve Sabır
“O günün süresi elli bin yıl gibidir.” (Meâric Suresi, 70:4)
1000. Bin (1000) – Çokluk ve Bereket
“Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır.” (Kadir Suresi, 97:3)
70.000 – Af ve Rahmet
“Yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz cennete girecektir.” (Hadis-i Şerif)
Bu sayıların geçtiği ayetler farklı bağlamlarda kullanılmış olup her biri ayrı bir mesaj içermektedir. Daha fazla detay için belirli bir sayı hakkında derinlemesine inceleme yapabilirim.
İslam’da sayılar bazı özel anlamlar ve hikmetler içerir. Kur’an ve hadislerde belirli sayıların sıkça tekrar edilmesi, bu sayıların manevi ve sembolik yönleri üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. İşte İslam’da bazı önemli sayıların anlamları:
1 – Tevhid ve Birlik
Allah’ın birliğini ifade eden en önemli sayı 1’dir. “Allah birdir” ilkesi İslam’ın temel taşıdır. Kelime-i Tevhid (Lâ ilâhe illallah) bu birliği vurgular.
3 – Tekrar ve Bereket
Hadislerde bazı duaların ve ibadetlerin üç kez tekrar edilmesi önerilir. Peygamberimiz (sav), bazı duaları ve istiğfarları üç defa tekrar etmiştir. Ayrıca gusül abdesti alırken suyu üç defa dökmek gibi sünnetler de vardır.
7 – Mükemmellik ve Kutsallık
Kur’an’da göklerin yedi kat olduğu belirtilir (Bakara, 2:29).
Kâbe’yi tavaf yedi şavttır.
Cehennemin yedi kapısı olduğu bildirilir (Hicr, 15:44).
12 – Zaman ve Düzen
Kur’an’da bir yılın 12 ay olduğu belirtilir (Tevbe, 9:36). İslam tarihinde de 12 İmam inancı Şii mezhebinde büyük bir öneme sahiptir.
19 – Kur’an’ın Matematiği
Kur’an’da 19’un önemi bazı araştırmacılar tarafından vurgulanmıştır. Müddessir Suresi’nde (74:30), “Üzerinde on dokuz vardır” ayeti bu sayının önemine işaret eder. Bazı araştırmalar, Kur’an’daki kelime ve harf dizilimlerinin 19 sayısıyla belirli bir düzen oluşturduğunu öne sürmektedir.
40 – Sabır ve Olgunluk
Peygamberimiz 40 yaşında vahiy almıştır.
Hz. Musa Tur Dağı’nda 40 gün kalmıştır.
İnsanın olgunluk çağı Kur’an’da 40 yaş olarak belirtilmiştir (Ahkaf, 46:15).
Bu sayılar, İslam’da sadece rakamsal değerler taşımaz; aynı zamanda manevi, sembolik ve hikmetli anlamlar içerir. Ancak, İslam sayı mistisizmini aşırıya kaçmadan, hurafelerden uzak bir şekilde anlamayı öğütler.
************
Hurufilik, 14. yüzyılda İran’da Fazlullah Esterabâdî tarafından kurulan mistik ve ezoterik bir akımdır. Adını, Arapça “harf” (حرف) kelimesinden alır ve harflerin gizemli anlamlarını, sayı değerlerini ve sembolik önemlerini yorumlamaya dayanır. Hurufilik, İslam’ın bâtıni yorumlarından biri olarak kabul edilir ve özellikle harflerin ve kelimelerin Tanrı’nın sırlarını sakladığını öne sürer.
Hurufiliğin Temel Öğretileri
1. Harflerin Kutsallığı: Harfler, evrenin yaratılışında temel unsurlar olarak görülür. Her harfin ilahi bir anlamı ve enerjisi vardır.
2. İnsan Yüzü ve Tanrı’nın Sırları: Hurufilere göre insan yüzü, Tanrı’nın sıfatlarının bir yansımasıdır ve yüz hatlarında ilahi sırlar saklıdır.
3. Numeroloji ve Gizli Anlamlar: Arapça ve Farsça harflerin sayı değerleri hesaplanarak derin anlamlar çıkarılır.
4. Kur’an ve Diğer Metinlerin Ezoterik Yorumu: Kutsal metinler, zahiri (dış) anlamlarının ötesinde derin, gizli mesajlar içerir.
5. Mehdi İnancı: Fazlullah Esterabâdî, kendisini Mehdi ve ilahi hakikatin tecellisi olarak görmüştür.
Hurufiliğin Tarihi ve Yayılması
Fazlullah Esterabâdî (1340-1394): Hurufiliğin kurucusudur. Görüşleri nedeniyle Timur İmparatorluğu tarafından idam edilmiştir.
Hurufiliğin Osmanlı’ya Etkisi: Hurufilik, Osmanlı coğrafyasına da yayılmış ve özellikle Bektaşilik tarikatı içinde izler bırakmıştır.
Takipçileri ve Sonrası: Hurufilik, Osmanlı döneminde zaman zaman baskılara uğramış ve gizli öğretiler halinde devam etmiştir.
Hurufilik, zamanla etkisini kaybetse de özellikle Bektaşi geleneği ve bazı mistik akımlar içinde izlerini sürdürmüştür. Fazlullah’ın öğretileri, harflerin kutsallığına dayanan mistik ve simgesel bir anlayışın temel taşlarından biri olarak görülür.
NİSA,İNSAN VE RİCAL KELİMELERİNIN ASIL VE KOKÜ VE GELDİĞİ MANALR NEDİR? NİSA SURESINE BU AD NEDEN VERİLMİŞ VE IHTIVA ETTİĞİ KONULAR NELERDİR?
NİSÂ, İNSAN VE RİCÂL KELİMELERİNİN ASIL VE KÖK ANLAMLARI
Nisâ (نساء)
Kökü: Arapça “ن س و” (n-s-w) kökünden gelir.
Anlamı: Kadınlar demektir. Bu kelime “nisevî” (kadınsı) gibi türevlerde de kullanılır.
Bağlantılı Anlamlar: Kimi dilbilimcilere göre “nesy” (unutmak) kökünden gelebileceği de söylenmiştir, ancak bu tartışmalıdır.
İnsan (إنسان)
Kökü: Arapça “أ ن س” (e-n-s) kökünden türediği düşünülür.
Anlamı: İnsan, beşer anlamına gelir.
Bağlantılı Anlamlar: “Ünsiyet” (alışkanlık, dostluk) köküyle bağlantılı olduğu düşünülür. Alternatif bir görüş ise “nisyan” (unutkanlık) kelimesinden türediği yönündedir.
Rical (رجال)
Kökü: Arapça “ر ج ل” (r-j-l) kökünden gelir.
Anlamı: Erkekler, adamlar anlamındadır.
Bağlantılı Anlamlar: “Racul” (adam, erkek) kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten gelen “ricl” (ayak) kelimesi de yürümek, hareket etmekle ilişkilidir.
2. NİSÂ SURESİNE BU AD NEDEN VERİLMİŞTİR?
Nisâ Suresi, adını 1. ayetinde geçen “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” (Nisâ 4:1) ifadesindeki “نساء” (kadınlar) kelimesinden alır.
Bu surede özellikle kadın hakları, evlilik, miras, boşanma gibi sosyal düzenlemeler yer aldığı için “Kadınlar Suresi” anlamına gelen Nisâ ismi verilmiştir.
3. NİSÂ SURESİ’NİN İÇERDİĞİ KONULAR
Nisâ Suresi, İslam’da aile, toplum düzeni ve sosyal adaleti konu alan en kapsamlı surelerden biridir. Başlıca içerdiği konular şunlardır:
Aile ve Kadın Hakları:
Kadınların mirastan pay alması (4:7-12).
Kadınların evlilik hakları (4:19-21).
Evlilikte adalet ve çok eşlilik (4:3).
Yetim kızların hakları (4:127).
Toplum ve Sosyal Adalet:
Yetimlerin malını haksız yere yememek (4:2).
Fakirlerin korunması ve yardımlaşma (4:36).
İslam toplumunda barış ve adaletin sağlanması (4:58-59).
Savaş ve Cihad:
Savunma savaşına izin verilmesi (4:74-76).
Münafıkların savaş karşısındaki tutumu (4:88-91).
İnanç ve İtaat:
Allah’a ve Peygamber’e itaat (4:59).
Yahudi ve Hristiyanların yanlış inançları (4:171).
Hz. İsa’nın ilahlığının reddi (4:157-158).
Ceza Hukuku ve Adalet:
Kısas cezası ve adalet (4:92-93).
Hırsızlık ve zina ile ilgili hükümler (4:15-16).
Nisâ Suresi, özellikle toplumun temel taşlarını oluşturan kadınlar, yetimler, aile düzeni ve sosyal adalet gibi konulara vurgu yaparak İslam’daki toplumsal düzenin nasıl olması gerektiğini anlatır.
***********
Adem, Havva, Beşer, Racul, Nisa, Habil, Kabil isimlerinin asılları kök manaları ve bu isimlerin ne için, neden ve kim tarafından verilmiştir?
Bu isimlerin kökleri ve anlamları, özellikle İslamî ve Semitik diller açısından incelendiğinde, derin etimolojik ve dini anlamlar taşır. İşte detaylar:
1. Adem (آدَم)
Kök ve Anlam: Adem ismi, Arapça’da “toprak” veya “insan” anlamına gelir. İbranice’de “Adamah” (אדמה) kelimesi “toprak” demektir ve bu kelime ile bağlantılı olduğu düşünülür. Adem, ilk insan olarak yaratıldığı için bu isim verilmiştir.
Kim Tarafından Verildi? Adem’in ismini Allah verdi. İslamî inanca göre, Allah Adem’i topraktan yaratmış ve ona isimleri öğretmiştir (Bakara 2:31).
2. Havva (حواء)
Kök ve Anlam: Havva ismi, İbranice “Chavvah” (חַוָּה) kelimesinden gelir ve “hayat veren” anlamını taşır. Arapça’da “hayat” kelimesiyle de ilişkilidir.
Kim Tarafından Verildi? Havva isminin Adem tarafından verildiği rivayet edilir. Zira Havva, İslamî ve Kitâbî kaynaklarda “ilk kadın” ve “hayat veren” olarak tanımlanır.
3. Beşer (بشر)
Kök ve Anlam: Arapça asıllı olan “Beşer” kelimesi, “insan”, “derisi görünen canlı” anlamına gelir. “Beşere” fiili, “güzel haber vermek” anlamına da gelir.
Neden Kullanıldı? Beşer kelimesi, Kur’an’da insan türünü tanımlamak için kullanılır. Adem ve Havva’dan sonra gelen tüm insanlar için genel bir tabirdir.
4. Racul (رجل)
Kök ve Anlam: Racul, Arapça kökenli olup “adam” veya “erkek” anlamına gelir. Kökü “rıcl” (رجل) olup “yürüyen” anlamıyla da ilişkilidir.
Neden Kullanıldı? Erkek cinsiyetini ifade etmek için yaygın bir kelime olarak kullanılır.
5. Nisa (نساء)
Kök ve Anlam: Nisa, Arapça’da “kadınlar” anlamına gelir. Tekil formu “imra’a” (امرأة) iken, çoğulu “nisa”dır.
Neden Kullanıldı? Kadın cinsiyetini ifade etmek için kullanılan genel bir terimdir. Kur’an’da “Nisa Suresi” adıyla da geçer.
6. Habil (هابيل)
Kök ve Anlam: Habil ismi, İbranice asıllıdır ve “nefes”, “buhar” veya “geçici olan” anlamına gelir.
Kim Tarafından Verildi? Adem’in oğludur ve ismi Kitâbî kaynaklarda geçer. Allah’a kurban sunmuş, ancak kardeşi Kabil tarafından öldürülmüştür.
7. Kabil (قابيل)
Kök ve Anlam: Kabil ismi de İbranice “Qayin” (קַיִן) kelimesinden gelir ve “elde eden, sahip olan” anlamını taşır.
Kim Tarafından Verildi? Adem’in büyük oğludur. Kur’an’da ismi geçmese de, hadislerde ve Kitâbî kaynaklarda kardeşi Habil’i kıskanarak öldürdüğü anlatılır.
Bu isimlerin çoğu, dini ve tarihi kaynaklarda ilk insan topluluğunu tanımlamak için kullanılmıştır. Adem ve Havva, ilk insanlar olarak; Habil ve Kabil, insanlık tarihindeki ilk kardeşler olarak önemli bir yer tutar. Beşer, Racul ve Nisa ise genel insan ve cinsiyet kavramlarını ifade eder.
MADDİ VE MANEVİ YÖNDEN İFLAS ETMİŞ, DÖKÜLEN, DESPOT VE KAVGACI ESKİYİ ARAYAN ESKİMİŞLER
(Bu makaleyi geçmiş darbe gunlerini ve kavga ortamlarini arzu eden gelişmemiş, kendini aşamamış, bu toprakların mahsulü olmayan kısır ve dar görüşlü insanlara ve derneklere, vs, ithaf ediyorum. )
Maddi ve Manevi Çöküş: Eskimiş Zihniyetlerin Günümüze Etkisi
Zaman, insanlığın en büyük öğretmenidir. Tarih boyunca, birçok toplum yükseldi, zirveye ulaştı ve ardından çöküşe geçti. Bu döngü, bireyler için de geçerlidir. Bazıları değişimi benimseyip ilerlerken, kimileri eskiye sıkı sıkıya sarılarak zamanın gerisinde kalır. Özellikle maddi ve manevi açıdan iflas etmiş bireyler ve topluluklar, çoğu zaman despotluk ve kavga ile ayakta kalmaya çalışır. Ancak bu yöntem, yalnızca geçici bir direniş sunar; kalıcı bir başarı getirmez.
Eskimiş Zihniyetlerin Maddi ve Manevi İflası
Eskimiş zihniyetlere sahip kişiler, geçmişin bir zamanlar güçlü olduğu yanılgısına kapılarak, bugünün gerçeklerinden kaçma eğilimindedir. Onlar için değişim bir tehdit, yenilik ise bir ihanettir. Bu nedenle, maddi ve manevi çöküş içinde olan bireyler çoğunlukla:
1. Despot ve Baskıcı Bir Tavır Sergilerler: Otoriter bir anlayışla etraflarını kontrol etmeye çalışırlar. Baskı ve korku yoluyla hâkimiyetlerini sürdürmeye çalışırken, aslında güçsüzlüklerini ve içlerindeki korkuyu açığa vururlar.
2. Geçmişe Övgüler Dizerek Günümüzü Küçümserler: Geçmişin daha iyi olduğunu savunurlar, ancak bunun arkasında genellikle değişime ayak uyduramamanın getirdiği bir direnç yatar.
3. Kavgacı ve Tartışmacı Olurlar: Haklılıklarını ispat etmek adına sürekli çatışma halindedirler. Kendi düşüncelerini savunmak yerine, karşıt fikirleri yok etmeye çalışırlar.
4. Ekonomik ve Sosyal Çöküş İçinde Kaybolurlar: Maddi kayıplarını telafi etmek yerine, başkalarını suçlamaya yönelirler. Çoğu zaman yeniliğe yatırım yapmak yerine eski alışkanlıklarına devam ederek daha fazla kayıp yaşarlar.
5. Manevi Boşluk İçinde Kıvranırlar: Maddi kayıplarıyla birlikte manevi değerlerini de kaybetmiş olurlar. İnanç ve ahlak gibi kavramlar onlar için yalnızca bir araç haline gelir.
Günümüzün Getirdiği Gerçekler ve Çıkış Yolları
Dünya sürekli değişiyor ve dönüşüyor. Yeni fırsatlar, yeni anlayışlar ve yeni yaşam tarzları her geçen gün ortaya çıkıyor. Günümüzde başarılı olmanın ve ilerlemenin temel prensipleri şunlardır:
Değişime Açık Olmak: Eskiyi tamamen reddetmek yerine, geçmişten ders alarak yeniye adapte olabilmek gerekir.
Adalet ve Hoşgörü ile Hareket Etmek: Despotluk ve baskı yerine, adil ve anlayışlı bir yönetim anlayışı benimsemek gerekir.
Eğitim ve Bilgiye Yatırım Yapmak: Maddi ve manevi olarak güçlü kalmanın yolu, sürekli öğrenmekten ve kendini geliştirmekten geçer.
Manevi Değerleri Yeniden Keşfetmek: Maneviyatı samimi bir şekilde yaşamak, bireyin hem kendisine hem de topluma daha faydalı olmasını sağlar.
Barışçıl Bir Tavır Benimsemek: Kavga ve çekişme yerine, diyalog ve uzlaşma yolları aranmalıdır.
Sonuç: Geçmişi Özlemle Anmak mı, Geleceği İnşa Etmek mi?
Eskimiş zihniyetler, geçmişin tozlu sayfalarında kaybolurken, ileriyi görenler yeni fırsatlar inşa eder. Maddi ve manevi iflasın en büyük sebebi, değişime direnmek ve geçmişe saplanıp kalmaktır. Oysa zaman, ilerleyenleri ödüllendirirken, geride kalanları yok olmaya mahkûm eder.
Gerçek güç, geçmişi bir ders olarak alıp geleceğe umutla bakabilmektir. Bugün, eskiye özlem duymaktan çok daha fazlasını yapmamız gereken bir zamandır: Daha adil, daha bilinçli ve daha aydınlık bir gelecek inşa etmek!
YÜZ YILDIR TÜRKİYE’YE AYAR VERMEYE ÇALIŞAN AYARSIZLARIN HAZİN DURUMU
**Yüz Yıldır Türkiye’ye Ayar Vermeye Çalışan Ayarsızların Hazin Sonu: Tarihin Tekerrür Eden İbreti**
Türkiye, coğrafyası kadar derin bir tarihî mirasın ve jeopolitik mücadelenin merkezinde yer alır. Son yüzyılda bu topraklara “ayar vermeye” kalkanların hikâyesi ise, bir yandan güç mücadelesinin perde arkasını gözler önüne sererken, diğer yandan kibrin, hesapsızlığın ve tarihî hafıza noksanlığının nelere mal olduğunu anlatan ibretlik bir destana dönüşmüştür.
### **Tarihin Tekerrür Eden Oyunu: “Biz Sizi Düzeltelim!”**
20. yüzyılın başları, Osmanlı’nın son döneminde Batılı güçlerin “hasta adam”ı paylaşma planlarıyla doluydu. Türk milletini tarih sahnesinden silme, Anadolu’yu parçalama ve kendi çıkarlarına göre şekillendirme arzusu.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye, jeostratejik konumu nedeniyle Batı bloğunun “sadık müttefiki” olarak görüldü, ancak iç işlerine müdahale çabaları hiç eksik olmadı. Darbeler, ekonomik krizler ve toplumsal kutuplaşmaların gölgesinde, “demokrasi dersi” vermeye kalkanlar, aslında kendi çıkarlarını korumaktan başka bir şey düşünmüyordu.
### **Modern Çağın “Ayarsız” Müdahaleleri**
21. yüzyılda küresel güç dengeleri değişirken, Türkiye’nin bölgesel etkinliği artıyordu. Bu durum, geleneksel merkezlerin rahatsızlığını körükledi. Siyasetten ekonomiye, kültürden askerî stratejilere kadar her alanda Türkiye’yi dizayn etme çabaları yeniden hız kazandı. Fakat bu kez araçlar farklıydı: Medya manipülasyonları, finansal spekülasyonlar, sivil toplum kisvesi altında yürütülen psikolojik operasyonlar…
Ancak bu müdahalelerin ortak bir kaderi vardı: **Türkiye’nin dinamik toplumsal yapısını ve devlet geleneğini hafife almak.** Örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, bir ülkenin iradesini çökertmek isteyenlerin nasıl halkın direnişi karşısında tökezlediğinin en net ispatıydı. Benzer şekilde, ekonomik saldırılar karşısında Türkiye’nin alternatif arayışlara girmesi, “tek kutuplu dünya” düzenine meydan okuyan bir tavrın yansıması oldu.
### **Neden Başarısız Oluyorlar? İki Temel Yanılgı**
1. **Kültürel ve Tarihî Kodları Anlamamak:**
Türkiye, bin yıllık devlet geleneği, çok katmanlı kimliği ve jeopolitik hafızasıyla hareket eden bir ülkedir. Bu topraklara “proje” dayatmak isteyenler, genellikle bu derinliği görmezden gelir. Oysa Anadolu, medeniyetlerin beşiğidir; her taşın altında bir direniş hikâyesi, her krizde bir çıkış stratejisi saklıdır.
2. **Halkın İradesini Küçümsemek:**
Türk halkı, tarih boyunca işgallere, ekonomik ambargolara ve psikolojik savaşa direnmiş bir toplumdur. Bugün de sosyal medya trendleriyle veya kısa vadeli siyasi manevralarla bu iradeyi dönüştürmek mümkün değildir. “Dış mihraklar” kavramının Türkiye’de bu denli güçlü bir karşılık bulmasının nedeni, halkın bu oyunları çoktan öğrenmiş olmasıdır.
### **Sonuç: Ayarsızların Aynasından Ders Çıkarmak**
Türkiye’ye “ayar vermeye” kalkanların hazin durumu, aslında küresel güç mücadelesinin bir yansımasıdır. Tarih, kimin ne zaman “ayarsız” olduğunu her seferinde gösterir. Bugün Suriye’den Libya’ya, Karabağ’dan Doğu Akdeniz’e uzanan sahalarda Türkiye’nin attığı adımlar, bu gerçeğin bir tezahürüdür: **Hiçbir dış müdahale, bir milletin kaderini belirleyemez.**
Bu süreçten çıkarılacak en büyük ders şudur: Türkiye, kendi yolunu kendi tarihî birikimi ve toplumsal ittifakıyla çizecek kadar güçlü bir devlet geleneğine sahiptir. “Ayarsız” müdahaleler ise, tıpkı geçmişte olduğu gibi, tarihin çöplüğünde kaybolup gidecektir.
> Unutulmasın ki, ayar vermeye kalkanlar, önce kendi içlerindeki ayarsızlığı düzeltmelidir.
Yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hz. Süleyman, dervişi hemen çağırtır ve yargılamaya başlar.
Derviş kendini şöyle savunur:
‘Efendim, kuşu avlamak istedim.
Önce kaçmadı, teslim olacağını düşünüp üzerine atladım, bu esnada kanadı kırıldı.’ Müşteki kuş bu sözlere hemen itiraz eder ve şöyle der:
‘Avcı olsa hemen kaçardım.
Onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım.
Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez diye düşündüm.’
Hz. Süleyman bu sözleri haklı bulmuş ve ceza olarak dervişin kolunun kırılmasına hükmetmiş.
Ancak yaralı kuş bu karara da itiraz etmiş ve demiş ki:
‘Efendim, kolunu kırarsanız iyileşince yine aynı şeyi yapar.
Siz en iyisi üzerindeki derviş hırkasını çıkarın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.’
@@@@@@@
Bu hikayeden çıkarılabilecek ibretli mesajlar şunlardır:
1. Görünüşe Aldanma: İnsanlar dış görünüşleriyle değil, eylemleriyle değerlendirilmelidir. Derviş kıyafeti giymek, birinin gerçekten erdemli ve güvenilir olduğu anlamına gelmez.
2. Güvenin Sorumluluğu: İnsanlar, kendilerine duyulan güveni suistimal etmemelidir. Derviş kılığına giren kişinin bunu kötüye kullanması, güveni istismar etmenin büyük bir hata olduğunu gösterir.
3. Gerçek Adalet: Adalet sadece fiziksel cezalarla sağlanmaz. Asıl önemli olan, yanlış davranışların tekrarlanmamasını sağlayacak önlemler almaktır. Kuşun önerisi, cezadan çok önleyici bir tedbir niteliğindedir.
4. İnsanların Maskeleri: İnsanlar her zaman göründükleri gibi olmayabilir. Bazıları iyilik kisvesi altında kötülük yapabilir. Bu yüzden her zaman dikkatli ve bilinçli olmak gerekir.
5. Adaletin Etkili Şekilde İşletilmesi: Bir hatanın köküne inmek, sadece failin cezalandırılması değil, benzer hataların tekrar yaşanmamasını sağlamak da adaletin bir parçasıdır. Kuşun isteği, uzun vadede daha büyük bir iyiliği hedefler.
Bu hikâye, insanların başkalarına güvenmeden önce onları tanımaları gerektiğini ve adaletin yalnızca ceza ile değil, bilinçlendirme ve önleyici tedbirlerle de sağlanabileceğini gösterir.
@@@@@@@
Hüsnü Zan ve Âdem-i İtimat: Güven ve Tedbirin Dengesini Kurmak
İnsan ilişkilerinin temel taşlarından biri güven duygusudur. Ancak güven, körü körüne inanmak ile ihtiyatlı bir şüphecilik arasında dengeli bir yerde konumlanmalıdır. Bu açıdan, hüsnü zan (iyi düşünmek) ve âdem-i itimat (güvenmemek) kavramları, insan ilişkilerinde dengeyi sağlayan iki önemli ilke olarak karşımıza çıkar. Bu makalede, hüsnü zan ve âdem-i itimat kavramlarını ele alarak, hayatın farklı alanlarında nasıl dengeli bir şekilde uygulanabileceğini irdeleyeceğiz.
Hüsnü Zan: İnsanlara Karşı İyi Düşünmek
Hüsnü zan, başkaları hakkında olumlu düşünmek, onların niyetlerini iyiye yormak anlamına gelir. İnsanların kusurlarını örtmek, hatalarını affetmek ve onlara güvenmek, toplumsal birlikteliği ve kardeşliği güçlendiren unsurlardır.
Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde de hüsnü zan teşvik edilmiştir. Özellikle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Müslümanların birbirleri hakkında iyi düşünmelerini ve kötü zanda bulunmamalarını tavsiye etmiştir. Çünkü bir insan hakkında kötü düşünmek, hem bireysel ilişkileri zedeler hem de toplumsal huzuru bozar.
Ancak hüsnü zan, kişinin her durumda safça inanması ya da göz göre göre aldatılmasına yol açacak bir naiflik değildir. Aklın ve sağduyunun devreye girmesi gerektiği durumlar vardır.
Âdem-i İtimat: Herkese Körü Körüne Güvenmemek
Âdem-i itimat, yani herkese hemen güvenmemek, insanın hayatında hayal kırıklıkları yaşamaması için önemli bir tedbirdir. Ne yazık ki bazı insanlar iyi niyetleri suistimal edebilir. Bu yüzden insan, hüsnü zan ile hareket ederken, aynı zamanda tedbirli ve dikkatli olmalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadisinde, “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz” buyurarak, geçmişte kötü niyetli kişilerin tuzağına düşen birinin, aynı hatayı tekrarlamaması gerektiğini vurgulamıştır. Bu, hüsnü zan ile âdem-i itimat arasında bir denge kurmanın gerekliliğini ortaya koyar.
Güven ve Tedbirin Denge Noktası
Hayatta hem iyimser olmak hem de dikkatli olmak gerekir. Ne sürekli şüpheci ve güvensiz bir hayat yaşamak ne de herkese sınırsız güvenmek sağlıklı bir yaklaşımdır. İşte bu dengeyi kurabilmek için şu hususlara dikkat edilmelidir:
1. İlk Adım Hüsnü Zan Olmalı: İnsanlarla ilişkilerde başlangıç noktası iyi düşünmek ve iyi niyetli olmaktır. Herkesi kötü zannetmek, insanın ruhunu yoran ve toplumda ayrışmalara yol açan bir tutumdur.
2. Gözlem ve Deneyim Önemlidir: İnsanları değerlendirmek için zaman tanımak ve onların davranışlarını gözlemlemek gerekir. Bir kişi sürekli güven kıran hareketlerde bulunuyorsa, ona karşı tedbirli olmak gerekir.
3. Tedbirli Olmak Aldanmayı Önler: İnsan, her durumda bir güven mekanizması oluşturmalı ve tamamen kontrolsüz bir güven ilişkisi kurmaktan kaçınmalıdır. Örneğin, iş hayatında güven, yazılı anlaşmalar ve belgelerle desteklenmelidir.
4. İnsanı Tanımadan Büyük Sırlar Açıklanmamalıdır: Güvenilirliği test edilmemiş kişilere kişisel bilgileri veya sırları açmak, büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlanabilir.
Sonuç
Hüsnü zan ve âdem-i itimat, birbirine zıt gibi görünen ancak birlikte uygulandığında insan hayatını dengeleyen iki önemli ilkedir. Hayatta karşılaşılan insanların çoğu iyi niyetlidir, ancak kötü niyetli olanlar da vardır. Dolayısıyla, herkese hemen güvenmek yerine dikkatli olmak, ancak insanlara da iyi niyetle yaklaşmak en sağlıklı yoldur. Çünkü aşırı şüphecilik insanı yalnızlaştırırken, aşırı güven de hayal kırıklıklarına yol açabilir. Doğru olan, güven ve tedbir arasında sağlam bir denge kurmaktır.
1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER, YAKTILAR,YIKTILAR, ŞİMDİDE YURTLARINDAN ÇIKARTIP İŞGAL ETTİLER.-2-
### **1948: Tarihin Sessiz Çığlığı ve Filistin’in Kayıp Çocukları**
Yıl 1948… İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmaya çalışan dünya, Ortadoğu’da yeni bir trajedinin başlangıcına tanık oldu. Filistin toprakları, yüzyıllardır barındırdığı kültürel ve dini çeşitliliğin aksine, silahların gölgesinde bir kimlik savaşına sahne oldu. Bu makale, 1948’de yaşananları tarihsel, sosyolojik ve insani boyutlarıyla ele alarak, bugüne uzanan etkilerini irdelemeyi amaçlıyor .
#### **1. Tarihsel Kökler: Sömürgecilik ve Siyonizm’in Doğuşu**
Filistin’deki çatışmanın kökleri, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yükselen milliyetçi dalgaya ve Siyonizm hareketine dayanır. Theodor Herzl’in öncülüğündeki Siyonist Kongre, Yahudiler için “vaat edilmiş topraklar” fikrini küresel bir projeye dönüştürdü. 1917’deki **Balfour Deklarasyonu** ise İngiltere’nin desteğiyle bu hedefi meşrulaştırdı . Ancak bu süreçte Filistin’in yerli halkı Araplar, topraklarının demografik ve siyasi dönüşümüne karşı direniş gösterdi. 1930’larda artan Yahudi göçleri ve İngiliz mandasının çelişkili politikaları, gerilimi tırmandırdı .
#### **2. 1948: Nakba (Büyük Felaket) ve İşgalin Başlangıcı**
14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildiğinde, Filistinliler için **Nakba** (Felaket) başlamıştı. BM’nin **Paylaşım Planı** (1947) ile toprakların %56’sı Yahudilere, %43’ü Araplara bırakılsa da, Arap devletleri bu planı reddetti. İsrail’in kuruluşunu takip eden saatlerde Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak orduları savaşa girdi. Ancak İsrail, askeri üstünlüğü ele geçirerek topraklarını %78’e genişletti .
Bu süreçte **700.000 Filistinli** evlerini terk etmek zorunda kaldı. Köyler yakıldı, katliamlar yaşandı ve mülteci kampları oluştu. Örneğin, Deir Yasin katliamı gibi olaylar, Filistinlilerin kolektif hafızasında derin izler bıraktı . İsrail’in “Bağımsızlık Savaşı” olarak adlandırdığı bu dönem, Filistinliler için bir **soykırım ve sürgün** anlamına geliyordu .
#### **3. Uluslararası Sessizlik ve İki Halkın Travması**
Holokost’un oluşturduğu küresel sempati, Siyonizm’in meşruiyetini güçlendirdi. Ancak bu durum, Filistinlilerin haklarının görmezden gelinmesine yol açtı. Batılı devletler, İsrail’i hemen tanıdı; Filistinlilerse **vatansız** kaldı .
İsrail toplumu, tarihsel Yahudi travmalarını güvenlik politikalarına dönüştürdü. Filistinliler ise topraklarını koruma mücadelesini kimliklerinin bir parçası haline getirdi. Bu karşı duruş, çatışmayı kronikleştirdi .
#### **4. Günümüze Uzayan İşgal ve İnsani Kriz**
1948’den bugüne, İsrail’in işgal politikaları Gazze ve Batı Şeria’da yoğunlaştı. 2006’dan beri Gazze’ye uygulanan abluka, insani krizi derinleştirdi. 2023’teki son çatışmalarda **100.000’e yakın sivil** hayatını kaybederken, ölenlerin çoğunluğunu kadın ve çocuklar oluşturdu . İsrail’in “orantısız güç” kullanımı, uluslararası hukuku ihlal ettiği eleştirilerini beraberinde getirdi .
#### **5. İbret ve Uzlaşı Arayışı: Tarih Ne Söylüyor?**
– **Tarihin Tekerrürü:** Filistin’de yaşananlar, sömürgecilik ve etnik temizlik tarihinin bir yansıması. İngiliz mandası, Balfour Deklarasyonu ve BM’nin çifte standartları, bugünkü çözümsüzlüğün temelini attı .
– **Kimlik ve Bellek Savaşı:** İsrail, Holokost travmasını ulusal kimliğine entegre ederken; Filistinliler, Nakba’yı nesilden nesile aktarıyor. Bu durum, barış için **ortak bir dil** eksikliğini gösteriyor .
– **Adalet ve Diyalog:** Kalıcı barış, ancak iki halkın acılarının tanınmasıyla mümkün. Uluslararası toplumun tarafsız bir rol üstlenmesi ve işgalin sona ermesi şart .
### **Sonuç: Geçmişten Ders Çıkarmak**
1948, yalnızca bir tarih değil, insanlığın yüzleşmekten kaçındığı bir aynadır. Filistinlilerin evlerinden koparılması, Yahudilerin tarihsel travmaları ve uluslararası sistemin çöküşü, bize şunu hatırlatıyor: **Hiçbir halkın trajedisi, başka bir halkın acısını meşrulaştıramaz.** Tarih, ibret alanlar için bir rehber; unutanlar içinse bir kâbustur. Barış, ancak adalet ve empatiyle inşa edilebilir.
Beyne pıhtı atma neden kaynaklanıyor,niçin artıyor, çaresi,tedbir ve tavsiyesi nedir?
Beyne pıhtı atması (inme veya felç), beyin damarlarının bir kan pıhtısıyla tıkanması sonucu kan akışının kesilmesi ile oluşur. Tıbbi olarak iskemik inme olarak adlandırılır ve son yıllarda görülme sıklığı artmaktadır.
Beyne Pıhtı Atmasının Nedenleri
1. Yüksek tansiyon (Hipertansiyon) – En önemli risk faktörüdür, damarları zayıflatır ve pıhtı oluşumuna zemin hazırlar.
2. Damar sertliği (Ateroskleroz) – Damarların daralması, kan akışını yavaşlatır ve pıhtı riskini artırır.
3. Kalp hastalıkları – Özellikle ritim bozuklukları (atrial fibrilasyon) ve kalp kapak hastalıkları pıhtı oluşumuna sebep olabilir.
4. Şeker hastalığı (Diyabet) – Damarları yıpratarak pıhtı riskini artırır.
5. Sigara ve alkol kullanımı – Kanın pıhtılaşma eğilimini artırır.
6. Yüksek kolesterol – Damarların daralmasına ve pıhtı oluşumuna neden olur.
7. Obezite ve hareketsizlik – Kan dolaşımını yavaşlatarak pıhtı oluşumunu kolaylaştırır.
8. Stres ve depresyon – Dolaylı olarak tansiyonu yükseltir ve kan akışını olumsuz etkiler.
9. Genetik yatkınlık – Ailede inme geçmişi varsa risk artar.
10. Düzensiz beslenme – Fast food ve işlenmiş gıdalar damar sağlığını bozar.
Son Yıllarda Neden Artıyor?
Hareketsiz yaşam tarzı (masa başı işler, az hareket etme)
1. Tansiyonu kontrol altına almak (Tansiyon 120/80 mmHg seviyesinde olmalı)
2. Şeker ve kolesterolü dengelemek
3. Düzenli egzersiz yapmak (Haftada en az 150 dakika yürüyüş)
4. Sağlıklı beslenmek (Sebze, meyve, tam tahıllar, zeytinyağı tüketmek)
5. Bol su içmek (Kanın akışkanlığını korur)
6. Sigara ve alkolden uzak durmak
7. Düzenli uyku (7-8 saat) ve stresten kaçınmak
8. Kan sulandırıcı ilaçlar kullanmak (Doktor önerirse aspirin, varfarin, klopidogrel gibi ilaçlar)
9. Fazla kilo almaktan kaçınmak
10. Düzenli sağlık kontrolleri yaptırmak (Özellikle tansiyon, şeker, kolesterol ölçümleri)
Beyne Pıhtı Attığında Ne Yapılmalı? (Acil Müdahale)
İlk 3-4,5 saat içinde hastaneye ulaşmak hayati önem taşır.
Yüzde eğrilik, konuşmada bozulma, kolda veya bacakta ani güçsüzlük varsa hemen 112 Acil Servis aranmalıdır.
İnme belirtileri olan kişiye su ya da yiyecek verilmemelidir (boğulma riski olabilir).
Kan sulandırıcı tedavisi (trombolitik ilaçlar) uygulanması için hastaneye hızla ulaşmak gerekir.
Erken teşhis ve doğru önlemlerle beyne pıhtı atma riski büyük oranda azaltılabilir. Sağlıklı yaşam alışkanlıkları, düzenli doktor kontrolleri ve bilinçli hareket etmek en iyi koruyucu tedbirlerdir.
@@@@@@@
Beyne pıhtı atmasının korona aşısı ile bir ilgisi varmı?
Koronavirüs aşıları ile beyne pıhtı atma (inme) riski arasında bazı araştırmalar yapılmıştır. Ancak genel tıbbi veriler, aşıların pıhtılaşma riskini ciddi şekilde artırmadığını göstermektedir. Ancak, belirli durumlarda minimal bir risk olduğu düşünülmektedir.
1. Korona Aşısı ve Pıhtılaşma İlişkisi
Bazı vaka raporlarında, özellikle AstraZeneca ve Johnson & Johnson gibi vektör bazlı aşılarla aşılanan bazı bireylerde nadir görülen kan pıhtısı (tromboz) vakaları bildirilmiştir. Buna Trombotik Trombositopeni Sendromu (TTS) veya VITT (Aşı ile İlişkili Trombotik Trombositopeni) denir.
Ancak bu durum oldukça nadirdir ve genellikle bağışıklık sistemi ile ilgili bir yanıt sonucu ortaya çıkar.
mRNA aşıları (Pfizer-BioNTech, Moderna) için yapılan araştırmalarda ciddi pıhtılaşma riski tespit edilmemiştir.
2. COVID-19’un Kendi Başına Pıhtılaşma Riskini Artırması
Asıl büyük risk, COVID-19 hastalığının kendisidir.
Koronavirüs kanın pıhtılaşma eğilimini artırır ve inme, kalp krizi ve damar tıkanıklıklarına yol açabilir.
COVID-19 geçiren kişilerde inme riski, hastalığı geçirmeyenlere göre %200-300 daha fazla olabilir.
3. Kimler Daha Fazla Risk Altında?
Korona aşısı sonrası pıhtı riski çok düşük olsa da, bazı kişiler daha dikkatli olmalıdır:
Daha önce derin ven trombozu (DVT) veya emboli geçirmiş kişiler
Genetik pıhtılaşma hastalıkları olanlar
Doğum kontrol hapı veya hormon tedavisi kullananlar
Aşırı sigara kullananlar
Şiddetli obezite ve hareketsiz yaşam sürenler
4. Önlemler ve Tavsiyeler
Aşı sonrası bacaklarda ani şişme, nefes darlığı, göğüs ağrısı, baş ağrısı veya görme bozukluğu gibi belirtiler olursa derhal doktora başvurulmalıdır.
Aşı sonrası bol su içmek, yürüyüş yapmak ve uzun süre hareketsiz kalmamak faydalıdır.
Kan sulandırıcı ilaç kullanıyorsanız, doktorunuza danışarak aşı öncesinde ve sonrasında dikkatli olmalısınız.
Sonuç: Korona Aşısı mı Daha Riskli, COVID-19 mu?
Aşılar, COVID-19’un yol açabileceği pıhtı riskini büyük oranda azaltır.
Aşı sonrası pıhtı oluşma riski son derece düşüktür (milyonda 1-2 vaka).
COVID-19 enfeksiyonu ise pıhtı riskini kat kat artırmaktadır.
Dolayısıyla, aşı olmak, uzun vadede pıhtı riskini azaltan bir adımdır.
Eğer özel bir sağlık durumunuz varsa, kan pıhtılaşması geçmişiniz varsa veya risk grubundaysanız, aşı olmadan önce bir doktorunuza danışmanız faydalı olacaktır.
@@@@@@@@
Beyne pıhtı atmasının tedavisinde hacamatın olumlu etki ve katkıları nelerdir?
Hacamat, İslam dünyasında ve geleneksel tıpta kullanılan bir tedavi yöntemi olup, kan dolaşımını düzenleme, toksinleri temizleme ve vücudu rahatlatma gibi etkileri olduğu düşünülmektedir. Beyne pıhtı atması (inme) sonrası veya önlenmesi konusunda hacamatın doğrudan bilimsel olarak kanıtlanmış bir tedavi olduğu söylenemez. Ancak bazı dolaylı faydaları olabilir.
1. Hacamatın Kan Dolaşımına Etkileri
Hacamatın temel faydaları arasında kan dolaşımını artırmak ve damarları rahatlatmak bulunur.
Kan akışını hızlandırarak pıhtı oluşumunu önlemeye yardımcı olabilir.
BU DA GEÇER YA HU: Hayatın Geçiciliği Üzerine Bir Hikmet
Hayat, sürekli bir değişim ve dönüşüm sürecidir. Mutluluklar, hüzünler, zenginlikler, fakirlikler… Hepsi gelir ve gider. İşte tam da bu gerçeği anlatan, Anadolu irfanında derin bir yere sahip olan bir söz vardır: “Bu da geçer ya hu.” Bu söz, hayatın geçiciliğini hatırlatır ve insana her türlü durumda sabırlı, şükürlü ve tevekküllü olmayı öğretir.
Geçicilik: Hayatın Kaçınılmaz Gerçeği
İnsan yaşamı, bazen bir bahar sabahı gibi ferah ve neşelidir, bazen ise kışın en sert ayazı gibi çetin ve yorucu. Ancak hiçbir an, hiçbir duygu, hiçbir durum sonsuza dek sürmez. Güzel günler de zor zamanlar da nihayetinde gelip geçer. İnsan, bunun farkında olarak yaşadığında hem sevinçleri abartmaz hem de sıkıntılara gereğinden fazla kapılmaz. Çünkü bilir ki her şey bir gün sona erecek ve değişecektir.
Mutlulukta ve Kederde Dengede Kalmak
Bu hikmetli söz, sadece zor zamanlarda değil, iyi günlerde de kulağa küpe olmalıdır. İnsan bazen mutluluk ve başarı içinde kaybolabilir, elde ettiği şeylerin kalıcı olduğunu sanabilir. Oysa ki bu da geçicidir. Şatafatın, gücün, gençliğin sonsuza kadar sürmeyeceğini bilen bir insan, kibirden uzak durur ve sahip olduklarının kıymetini daha iyi bilir.
Aynı şekilde, dertler ve sıkıntılar da kalıcı değildir. İnsan en zor anlarında bile “Bu da geçer ya hu” diyerek kendine güç verebilir. Çünkü fırtınalar nasıl sonsuza dek sürmezse, acılar da bir noktada hafifler veya tamamen kaybolur.
Tasavvufta ve Büyük Düşünürlerin Sözlerinde “Bu da Geçer Ya Hu”
Tasavvufta bu söz, dünya hayatının bir imtihan olduğu anlayışıyla sıkça vurgulanır. Mevlâna’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözünde olduğu gibi insan, başına gelen olaylarla olgunlaşır. Sufiler, dünya hayatını bir han, bir yolculuk olarak görür ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığını kabul ederler.
Sonuç: Teslimiyet ve Huzur
“Bu da geçer ya hu” sözü, insanı hem hayatın iniş çıkışlarına karşı hazırlıklı kılar hem de manevi bir huzura ulaştırır. Şükretmeyi, sabretmeyi ve her durumda dengede kalmayı öğretir. Bize düşen, bu sözü sadece dilimizle değil, ruhumuzla da anlamak ve hayatımıza rehber edinmektir. Çünkü gerçekten de her şey geçer ve geriye sadece yaşadığımız anın kıymeti kalır.