BERCESTE VE İZAHI – 70–

BERCESTE VE İZAHI – 70–

​Fuzûlî’den Bir Beyt: Hakikî Kurbân
​İktibas: “Yılda bir kurbân keserler halk-ı âlem ıyd için / Dem-be-dem sa’at-be-sa’at ben senin kurbânınam” – Fuzûlî
​Bu beyit, şair Fuzûlî’nin derin bir aşk ve teslimiyet hissiyatını dile getirdiği müstesna bir örnektir. Beyitte, kurbân mefhumu, dinî bir vecibe olmanın ötesinde, beşerî bir aşkın ve ilâhî bir sevginin timsali olarak ele alınmıştır. Fuzûlî, âlem halkının yılda bir kez bayram için kurban kestiğini belirtirken, kendisinin ise her an, her saniye Hakk’ın aşkına kurban olmaya hazır olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, sadece bir dinî ritüeli değil, aynı zamanda nefsin ve benliğin sürekli bir arınma hâlini, Hakk’a adanmış bir hayatı tasvir eder.
​Kurbânın manası, İslâmî terminolojide, kişinin Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için birtakım fedakârlıklarda bulunmasıdır. Bu fedakârlık, hayvan kesimi şeklinde tezahür etse de, asıl hedef, kalpteki benliği, enaniyet ve nefsanî arzuları Hakk’ın yolunda feda etmektir. Fuzûlî’nin beyti, bu hakikî kurbân mefhumunu en veciz şekilde ortaya koyar. O, maddî bir kurbânın sınırlı zaman ve mekânla mukayyed olduğunu, oysa kendi aşkının ve teslimiyetinin sonsuz ve kesintisiz olduğunu dile getirir. Onun bu hâli, bir dervişin, bir âşıkın tüm varlığını maşukuna adaması gibi, bir kulun da tüm varlığıyla Rabbine yönelmesini sembolize eder. Bu beyit, bize, ibadetlerin şekil ve kalıplarından ziyade, onlara can veren manevî derinliğin ne kadar mühim olduğunu hatırlatır. Hakikî kurbân, ancak tüm hayatı ihâta eden bir teslimiyet ve aşkla mümkün olur.

​Leskofçalı Gâlib’den İbretli Bir Beyit: Hayatın İdâresi
​İktibas: “Âkil olur kim geçer eyyâmı hüsn-i hâl ile / Eylemez ser-mest kendin neş’e-i ikbâl ile” – Leskofçalı Gâlib
​Bu beyit, Leskofçalı Gâlib’in hikmetli bir nasihatini ihtiva eder. Şair, akıllı ve basiretli kişinin, hayat günlerini güzel bir hâl ve tutumla geçirdiğini, gelecek bir saadetin veya başarının sarhoşluğuyla bugünü zayi etmediğini ifade eder. Bu, hayatın idaresine dair son derece mühim bir öğüttür. Akıl, sadece doğru ve yanlışı ayırt etmekle kalmaz, aynı zamanda insanın hayatını, anını ve istikbalini doğru bir şekilde yönetmesini sağlar. İnsan, genellikle gelecekteki mümkün olan bir sevinç veya başarı için bugünün kıymetini bilmez, mevcudu ihmal eder. Bu durum, sürekli bir erteleme, tatminsizlik ve nihayetinde hüsranla neticelenir.
​İkbâl, yani yükseliş ve başarı, çoğu zaman insanı gafil kılan bir neşe kaynağı olabilir. Bu neşe, bazen geçici, bazen de yanıltıcıdır. Gâlib’in uyarısı, bu neşeye kapılıp kendinden geçmemek, hayatın her anında ölçülü ve şuurlu kalmaktır. Bu beyit, bize, hayatta dâima mevcut olan anın kıymetini bilmek, her hâlimizde sükûneti ve aklı muhafaza etmek gerektiğini telkin eder. Asıl olan, neşenin veya ikbâlin getirdiği bir sarhoşlukla değil, her ânı bir nimet bilerek, güzel bir hâl ile yaşamaktır. Bu hikmetli beyit, bize, hayatın yalnızca geleceğe yönelik bir koşuşturmadan ibaret olmadığını, asıl mananın, içinde bulunulan anın güzelliğini ve kıymetini idrak etmekte saklı olduğunu hatırlatır.

​Yenşehirli Avni’den Kalbe Yönelik Bir Nasihat: Hakikî Servet
​İktibas: “İki çeşm-i sirişk-efşân ile bir kalb-i vîrân al / Tükenmez hasra gelmez dâ’imî îrâd lâzımsa” – Yenişehirli Avni
​Bu beyit, Yenişehirli Avni’nin manevî bir servet tarifi ve nasihati olarak karşımıza çıkar. Şair, eğer tükenmez, sınırı olmayan ve daimî bir gelir, yani manevî bir kazanç istiyorsan, akan gözyaşlarıyla dolu bir çift göz ve harap olmuş bir kalbe sahip ol, der. Bu ifade, maddî servet peşinde koşan dünyaya bir serzeniş ve maneviyâtın hakikatine bir davettir. Beyitteki “harap kalp” ve “akan gözyaşı”, nefsin yıkılışını ve Hakk’a yönelişin alametlerini sembolize eder. Harap olmuş kalp, nefsânî arzuların, enâniyetin ve dünyevî ihtirasların terk edildiği, arınmış bir kalptir. Bu kalp, artık dünyadan bir beklentisi olmayan, yalnızca Hakk’ın rızasını arayan bir kalptir.
​Gözyaşları ise, bu manevî uyanışın ve pişmanlığın bir tezahürüdür. Pişmanlık gözyaşları, kalbi temizler, ruhu arındırır ve insanı Yaradan’a yaklaştırır. Bu durum, dünyevî hırs ve menfaatlerden arınmış bir hayatın, kalbinin kapısını ilâhî rahmete açmasını anlatır. Avni’nin bu nasihati, bize, hakikî zenginliğin malda veya makamda değil, manevî bir temizlenmede ve kalpteki teslimiyette olduğunu öğretir. Tükenmez gelir, ancak ilâhî rahmet ve bereketle elde edilir. Bu da ancak, nefsinin esaretinden kurtulmuş ve kalbini Hakk’a açmış olanlara nasip olur. Bu beyit, insanı, asıl servetini iç dünyasında aramaya ve kalbini ihya etmeye davet eder.

​Mislî’den Tevâzu ve Âcizliğin Beyânı: Kâinatın İbreti
​İktibas: “Sun’-ı Zâtü’llâh yeterken aynımı ibret heme / Hâne-i vîrânımı ta’mîre üstâd olmadım” – Mislî
​Mislî’nin bu beyti, bir yandan kâinatın ihtişamı karşısındaki hayretini, diğer yandan kendi nefsi karşısındaki acziyetini dile getirir. Şair, Allah’ın yarattığı her şeydeki sanatı ve hikmeti görmenin, ibret alması için gözüne kâfi geldiğini ifade eder. Bu, kâinatı bir ibret nazarıyla, bir ilâhî kitap olarak okuma sanatıdır. Her varlıkta, bir kelebeğin kanadında, bir çiçeğin renginde, bir dağın heybetinde Allah’ın kudret ve sanatının izleri görülür. Bu ibretli bakış açısı, insana tevhid bilincini ve yaratıcının büyüklüğünü hatırlatır. Ancak, Mislî bu hayranlığı kendi acziyetiyle birleştirir.
​Beytin ikinci mısrasında, “virane olmuş gönlümü tamir etmeye üstat olamadım” diyerek, kâinatı okuyabilme becerisine rağmen, kendi iç dünyasını, manevî viraneliğini ıslah etmede başarısız olduğunu itiraf eder. Bu itiraf, derin bir tevazu ve samimiyeti ihtiva eder. İnsan, ne kadar dış dünyaya, kâinata bakıp ibret alsa da, kendi nefsini, kendi hatalarını düzeltmekte zorlanır. Bu beyit, bize, dışarıdaki mükemmel nizamı ve sanatı idrak etmenin mühim olduğunu, ancak asıl zor olanın, kendi iç dünyamızı, nefsimizi ve kalbimizi ihya etmek olduğunu anlatır. Hakiki bir üstatlık, ancak bu iç yolculukta kazanılır. Mislî’nin beyti, bu zorlu iç mücadeleyi ve insanî acziyeti en samimî şekilde ortaya koyar.

​Râhmî’den Hayatın Çelişkileri Üzerine Bir Beyit: Gece ve Gündüzün Hikmeti
​İktibas: “Âbisten-i safâ vü kederdir leyâl hep / Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar” – Râhmî
​Râhmî’nin bu beyti, hayatın tekrarını ve çelişkilerini, gece ve gündüz metaforuyla tasvir eder. Şair, gecenin hem mutluluğa (safâ) hem de kedere (keder) gebe olduğunu belirtir. Bu, hayatın tabiatında bulunan zıtlıkları ve belirsizlikleri ifade eder. Gece, bazen huzur ve sükûnetin, bazen de hüzün ve ıstırabın sembolü olabilir. İnsan hayatında da durum böyledir; bir an neşeyle dolarken, bir sonraki an kederle yüzleşilebilir. Bu zıtlıklar, hayatın bir parçasıdır ve insanı olgunlaştıran, derinleştiren unsurlardır.
​Beytin ikinci mısrası, “Gecenin dölyatağından gün doğmadan neler doğar,” diyerek, bu belirsizliği ve hayatın sürprizlerini vurgular. Gece, henüz aydınlığın zuhur etmediği bir zamandır ve bu karanlıkta, kimsenin tahmin edemeyeceği yeni durumlar, hadiseler, sevinçler veya üzüntüler ortaya çıkabilir. Bu, aynı zamanda bir umut beyanıdır. En karanlık anlarda bile, sabahın doğması gibi, yeni bir umut ışığının, yeni bir imkânın ortaya çıkabileceğini işaret eder. Bu beyit, bize, hayatın zıtlıklarla dolu olduğunu kabullenmeyi, belirsizlikler karşısında sabırlı olmayı ve her anın kendi içinde bir sürpriz barındırdığını idrak etmeyi öğretir. Hayat, sadece bir istikametten ibaret değildir; o, sayısız ihtimallerle dolu, sürekli değişen bir süreçtir.

​Makalelerin Özeti
​Bu makaleler, kadim şairlerin beyitleri üzerinden derin bir maneviyat ve hikmet deryasına dalmaktadır. Fuzûlî’nin beyti, kurbân mefhumunu maddî bir vecibeden manevî bir teslimiyete taşıyarak, hakikî aşkın ve adanmışlığın ancak tüm varlığıyla olabileceğini belirtir. Leskofçalı Gâlib’in hikmetli sözleri, aklın ve basiretin sadece bilgiyle değil, aynı zamanda hayatın her ânını güzel bir hâl ile yaşamayı becermekle elde edileceğini, geleceğin getireceği neşenin sarhoşluğuna kapılmamak gerektiğini anlatır. Yenişehirli Avni ise, hakiki servetin maddî zenginlikte değil, günahlarına pişmanlıkla ağlayan bir göz ve nefsinden arınmış harap bir kalpte olduğunu öğütler. Mislî’nin beyti, kâinatın ibret verici nizamına hayranlık duyarken, kendi nefsini ıslah etmedeki acziyetini itiraf ederek derin bir tevazu dersi verir. Son olarak, Râhmî’nin beyiti, hayatın tekrarında gece ve gündüzün temsil ettiği zıtlıkları, yani sevinç ve kederin kaçınılmazlığını ele alarak, her anın sürprizlerle dolu olduğunu ve bu belirsizlikler karşısında hazırlıklı ve umutlu olunması gerektiğini belirtir. Bu beyitler, bize sadece şiirsel bir haz sunmakla kalmayıp, aynı zamanda hayatın farklı yönlerine dair evrensel ve ibretli dersler ihtiva etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 69–

BERCESTE VE İZAHI – 69–

​Makale: Berceste Beyitlerden Hayat Dersleri

​1. “Senden bilirim yok bana bir faide ey gül / Gül yağı eller sürünür çatlasa bülbül” – Osman Nevres
​İktibas:
​Senden bilirim yok bana bir faide ey gül
​Gül yağı eller sürünür çatlasa bülbül
​Etsem de abesdir sitem-i hâre tahammül
​Gül yağı eller sürünür çatlasa bülbül
​Osman Nevres

​İzah ve Açıklama:
​Osman Nevres’in bu beytinde, bülbülün güle olan derin aşkı ve bu aşkın karşılıksızlığı ele alınmıştır. Şair, bülbülün çilekeş hayatını, güle duyduğu muhabbetten dolayı çektiği ızdırabı, gülün ise bu aşka karşı kayıtsızlığını tasvir eder. Gül, bülbülün çektiği bunca çileye rağmen, bülbülün aşkından bihaber, sadece “ellere”, yani başkalarına hizmet eder. Gülün yağı başkalarının ellerine sürülürken, bülbül bu durumdan dolayı aşkından çatlar, yanar. Şair bu durumdan hareketle, dikenlerin zulmüne tahammül etmenin de abes olduğunu ifade eder.
​Bu beyit, bir vefasızlık ve karşılıksızlık temasını işler. İnsan hayatında da durum böyledir; bazen birine karşı duyulan derin sevgi ve sadakat, karşı taraftan aynı karşılığı bulamayabilir. Hatta kişi, sırf bu sevgi yüzünden acı çekerken, sevdiği şey veya kişi başkalarına fayda verir. Bu, vefâ ve sadakatin sadece menfaat uğruna olmadığı, bülbül gibi gönül çilesi çekenler için bir ibret vesilesi olduğunu gösterir.

​2. “Her nefesde eyledik yüz bin günah / Bir günaha etmedik hiçbir gün âh” – Süleyman Çelebi
​İktibas:
​Her nefesde eyledik yüz bin günah
​Bir günaha etmedik hiçbir gün âh
​Süleyman Çelebi

​İzah ve Açıklama:
​Süleyman Çelebi’nin bu derin ve düşündürücü beyti, insanoğlunun günahkâr yapısını ve bu günahlar karşısındaki gafletini ortaya koyar. Şair, her nefeste sayısız günah işlediğimizi, lakin bu günahlar için bir an bile ah edip nedamet duymadığımızı dile getirir. Bu beyit, beşerî zaafiyetin ve mânevî körlüğün hazin bir tasviridir. İnsan, nefsine uyarak pek çok hata yapar, ancak bu hataların sorumluluğunu idrak etmekte, tövbe ve istiğfar etmekte aciz kalır.
​Bu beyit, bizleri iç muhasebeye, nefs-i emmârenin tehlikelerine ve tövbenin ehemmiyetine davet eder. Asıl ibret, işlenen günahların çokluğunda değil, o günahlardan dolayı duyulan pişmanlığın yokluğundadır. Zira Allah, kulunun günahını bağışlamaya her zaman hazırdır, yeter ki kul o günahına samimiyetle ah edip, O’na yönelsin. Süleyman Çelebi, bu beyitle, gaflet perdesini yırtıp, insana vicdanın sesini dinlemesini telkin eder.

​3. “Her kime kılsan nazar sen anı senden yeğ bilüp / Görme kendi kendözün zira ki şeytânlık budur” – Muhibbî
​İktibas:
​Her kime kılsan nazar sen anı senden yeğ bilüp
​Görme kendi kendözün zira ki şeytânlık budur
​Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)

​İzah ve Açıklama:
​Muhibbî mahlasını kullanan Kanuni Sultan Süleyman’a ait olan bu beyit, tevazu ve alçakgönüllülük üzerine derin bir ahlâk dersi verir. Beyit, karşımıza çıkan her insanı kendimizden daha üstün, daha hayırlı görmemiz gerektiğini ve kendimizi beğenmenin, kendini öne çıkarmanın şeytanî bir hâl olduğunu ifade eder.
​Bu beyit, kibir ve gururun ne kadar tehlikeli bir huy olduğunu vurgular. İnsanın kendi nefsini beğenmesi, diğer insanları küçümsemesi, kibir hastalığının en bariz alametidir ve bu durum, onu şeytanın izine sürükler. İslam ahlâkında da önemli bir yer tutan bu prensip, insana daima mütevazı olmayı, başkalarının meziyetlerini görmeyi ve kendi kusurlarını idrak etmeyi emreder. Zira hakikî kemâlât, ilim ve servetle değil, kalbin tevazu ile bezenmesiyle elde edilir. Bu beyit, bize insan ilişkilerinde daima saygılı olmayı ve kendi nefsini terbiye etmeyi öğretir.

​4. “Esîr-i dâm-ı aşkın ola-lı senden vefâ görmem” – Fuzûlî
​İktibas:
​Esir-i dâm-ı aşkın olalı senden vefa görmem
​Seni her kanda görsem ehl-i derde aşina görmem
​Vefa vü âşinâlık resmi senden reva görmem
​Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultânım
​Fuzûlî

​İzah ve Açıklama:
​Fuzûlî’nin bu gazelinden alınan beyitler, Divan Edebiyatı’nın en lirik ve hüzünlü eserlerinden biridir. Aşkın tuzağına esir düşen âşık, sevgilisinden vefa görmemekten şikâyet eder. Sevgili, o kadar ilgisiz ve kayıtsızdır ki, âşığın derdini bile anlamaz. Şair, vefanın ve tanışıklığın (aşinalığın) sevgiliden uzak olduğunu, ondan bu hasletleri beklemenin de yersiz olduğunu ifade eder.
​Bu beyitler, Fuzûlî’nin aşk anlayışının temelini teşkil eden mâşuk (sevgili) tipini mükemmelen yansıtır. Burada aşk, karşılıklı bir alışveriş değil, âşığın kendi içinde yaşadığı bir ıstırap ve fedakârlıktır. Âşık, sevgilinin zulmüne ve cefasına razıdır, hatta bu cefadan lezzet alır. Bu, maddî bir aşkın ötesinde, tasavvufî bir aşk anlayışına işaret eder. Zira tasavvufî aşkta âşık, maşukunda kendi varlığını yok eder, fenâ fi’l-maşuk mertebesine ulaşmaya gayret eder. Bu beyitler, aşkın her zaman mutluluk değil, bazen de ayrılık, hasret ve ıstırap olabileceğini, ancak asıl kıymetin bu çilede saklı olduğunu gösterir.

​5. “Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur” – Yavuz Sultan Selim
​İktibas:
​Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur
​Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur
​Sâdıkâne belki ol âlemde bir dildâr olur
​Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur
​Yavuz Sultan Selim

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitler, Yavuz Sultan Selim’e atfedilen ve devlet adamlığı, dostluk ve sadakat üzerine önemli bir uyarı niteliğindeki sözlerdir. Şair, hükümdara hitaben, “Herkesi kendine sadık bir dost sanma” der. Zira dost zannettiğin kişiler, belki de düşmanındır (ağyâr). Belki de bu âlemde sana sadık olan tek kişi, senin gerçek sevgilindir (dildâr). Bu beyitler, hayatın ve insan ilişkilerinin karmaşık ve değişken yapısına işaret eder.
​Bu nasihatler, sadece bir hükümdar için değil, her insan için geçerlidir. Zira insanoğlu, dost ve düşman ayrımını yaparken yanılgıya düşebilir. Yavuz Sultan Selim, bu beyitlerle, dost zannettiklerinin düşman, düşman zannettiklerinin ise dost olabileceği gibi, sadakatin çok nadir ve kıymetli bir haslet olduğunu belirtir. Hayat, bir tiyatro sahnesi gibidir ve bu sahnede herkesin bir rolü vardır: Dost, düşman, sevgili, kumandan. Asıl marifet, bu rolleri doğru okuyabilmek ve her şeyin fani olduğunu idrak etmektir. Bu beyitler, bize teyakkuzda olmayı ve insanların iç yüzünü anlamaya çalışmayı telkin eder.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Osmanlı edebiyatının usta şairleri Osman Nevres, Süleyman Çelebi, Fuzûlî, Muhibbî ve Yavuz Sultan Selim’in berceste beyitlerini ele alarak, bu beyitlerin ihtiva ettiği derin manaları izah etmiştir. Bülbül ve gülün karşılıksız sevgiden yola çıkarak vefanın ehemmiyeti; günahların çokluğu ve nedametin azlığıyla gafletin tehlikesi; tevazuun ahlâkî önemi ve kibrin şeytanî bir huy olduğu; aşkın ıstırap yönü ve tasavvufî boyutu; ve son olarak da dostluk ve sadakatin fani dünyadaki değişkenliği gibi konular genişçe ele alınmıştır. Bu beyitlerin her biri, insanlık durumuna, ahlâkî tekâmüle ve hayatın ibretli yönlerine dair kıymetli dersler sunmaktadır. Makale, bu beyitlerin sadece edebi birer eser değil, aynı zamanda hayatın kendisini anlama ve idrak etme yolunda birer rehber olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 68–

BERCESTE VE İZAHI – 68–

​Gönül İlimleri ve Hayatın İmtihanları: Hikmetin Derinliklerinde Bir Seyahat
​Hayat, kimi zaman akıl ve mantıkla çözülemeyen düğümlere, kimi zaman da kalbin derinliklerinde saklı kalmış sırr-ı hakikatlere şahidlik ettiğimiz bir yolculuktur. İnsanoğlu, bu seyahatte farklı ilimlerin ve hallerin tesiri altında kalır. Beyitler, bize bu muazzam seyahat hakkında hikmet dolu kapılar aralamaktadır. Her bir mısrası, derin bir manayı ihtiva eder ve okuyucuyu tefekküre sevk eder.
​İlmin Hamalı mı, Taşıyıcısı mı?
​Mevlânâ Hazretleri’nin hikmetli sözüyle başlayalım:
​İlmhâ-yı ehl-i dil hammâlişân
İlmhâ-yı ehl-i ten ahmâlişân
(Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.)

​Bu beyit, ilmin hakiki gayesi ve onu elde edenin halet-i ruhiyesi hakkında mühim bir muhteva arz eder. Gönül ehli, ilmi ruhlarını terakki ettirmek, kalplerini nurlandırmak ve Hakk’a vâsıl olmak için öğrenir. Onların ilmi, bir fener gibi yollarını aydınlatır, onlara yük olmaz, aksine hafiflik ve ferahlık verir. Bu ilim, bir hamalın sırtındaki yük değil, bir kuşun kanadındaki tüy misali, onları göklere yükseltir.
​Fakat ten ehli için durum farklıdır. Onlar ilmi, nefsani arzularına hizmet etmek, başkalarına karşı üstünlük taslamak ve dünya menfaatleri elde etmek için kullanırlar. Bu tür bir ilim, ruhu beslemekten ziyade, benliği şişirir ve ağırlık yapar. İlim, bir bilgi yığınından ibaret kalır ve sahibine yük olmaktan öteye gidemez. Bu, tıpkı susuz bir çölde taşıdığı suyun lezzetini bilmeyen bir hamalın durumuna benzer. İlmin hakikatine vâkıf olamayan ten ehli, aslında ilmi değil, cehaletin en ağır yükünü taşımaktadır.
​Aşkın Kelâmı ve Vahdetin Sırrı
​Bâkî’nin aşk ve vahdeti anlatan beyti, gönül ehlinin idrakine ışık tutar:
​Kelâm-ı aşk ey Bâkî ser-â-ser sırr-ı vahdetdir
Murâdı cümlenin birdir bütün dünyâyı söyletsen
(Ey Bâkî! Aşk bahsinde söylenilen bütün kelâmlar baştan sona vahdet sırrını anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak dünyadaki herkesi konuştursan bile aslında amaçlarının bir olduğunu görürsün.)

​Bu beyit, aşkın evrensel ve birleştirici gücünü vurgulamaktadır. Hakiki aşk, sadece beşerî bir duygu değil, yaratılışın özünde yatan bir vahdet sırrıdır. Aşkı konuşan her dil, aslında aynı kaynaktan beslenir ve aynı hakikate işaret eder. İster bir şâirin mısralarında, ister bir ârifin sözlerinde, ister bir dervişin zikrinde olsun, her biri bu aşkın farklı tezahürlerini dile getirir.
​Bâkî, bu beyitle aşkın farklı dillerde, farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda söylenilse dahi, aslında hepsinin tek bir gayeye hizmet ettiğini anlatır: Vahdet-i Vücud (varlığın birliği) sırrına erişmek. Aşk, insanı parçalı ve dağınık olan hayattan kurtarır ve onu bütünün bir parçası yapar. Herkesin konuştuğu şey farklı gibi görünse de, özünde hepsi Hakk’a duyulan aşkı ve O’nunla bir olma arzusunu anlatır.
Ve her şeyin O’ndan olduğunu görmek ister.
​Feleğin Dengesiz Dönüşü ve Hayatın Gecikmiş Fırsatları
​Mezâkî’nin beyiti, hayatın imtihanlarını ve fırsatların kıymetini anlamamız için bize bir ayna tutar:
​Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra
Döner vefk-i merâm üzere felek ammâ neden sonra
(Felek, bin tane boş kadehten sonra bir tane dolu kadeh sunar. Elbette bir gün bizim arzumuz istikametinde döner ama iş işten geçtikten sonra.)

​Hayat, bizi sabır ve azimle sınayan bir süreçtir. Çoğu zaman istediğimiz şeylere kavuşmak için uzun bir bekleyiş ve sayısız hayal kırıklığı yaşarız. Felek, yani kader, binlerce boş kadeh sunar, ümitsizlik ve yorgunluk verir. Ancak nihayet bir gün, belki de en beklemediğimiz anda, arzuladığımız o dolu kadehi önümüze koyar. Lakin bu bekleme, bazen çok uzun sürer ve arzu ettiğimiz şey, iş işten geçtikten sonra, manasını yitirmiş bir halde gelir.
​Bu beyit, bize hayatın zamanlamasının bizim beklentilerimizle uyuşmadığını, her şeyin belli bir hikmet ve nizam üzere cereyan ettiğini anlatır. Önemli olan, bu süreçte pes etmemek, sabırla sebat etmek ve her anın kıymetini bilmektir. Zira bir şeyin kıymetini bilmek, onu elde etmekten daha mühim olabilir.
​Aşkın İmtihanı: Ölüm mü Ayrılık mı?
​Nef’î’nin beyti, aşkın en çetin imtihanlarından birini, yani ölüm ile ayrılığı karşılaştırır:
​Ölmek âsân âşıka bir dem firâk-ı yâr güç
Böyle müşkil derd esîri hastaya timâr güç
(Bir âşık için ölmek kolay, fakat sevgiliden ayrılmak güç. Böylesine büyük bir derdin esiri olan âşık için tedavi güç.)

​Aşk, insanı her türlü beşeri bağdan ve kaygıdan azade kılar. Hakiki âşık için bu dünyevi hayatın bir ehemmiyeti yoktur. Onlar için asıl hayat, maşukla vuslatta gizlidir. Bu sebeple, ölüm onlar için bir korku değil, vuslata giden bir köprüdür. Ancak, maşuktan ayrı kalmak, yani firak, âşık için ölümden daha zor ve yakıcı bir azaptır. Zira ölüm bedenin sonu iken, firak ruhun parçalanması ve acı çekmesidir.
​Nef’î, bu beyitle aşkın şiddetini ve âşığın çaresizliğini tasvir eder. Bu kadar derin bir derde düşen bir hastanın, yani âşığın, kolay kolay tedavi edilemeyeceğini ifade eder. Zira onun derdi, ne maddî bir hastalıktır ne de basit bir gönül yarası. Bu, ruhun ve kalbin derinliklerinde hissedilen, ancak maşukla vuslatla sona erebilecek bir ıstıraptır.
​Gizli Bir Ateşin Açıklanamayan Hâli
​Nedîm’in beyti, bir ney’in derinliklerindeki yanık sese mana katarak, bir gönül halini anlatır:
​Olmada derûnında hevâ âteş-i sûzân
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde
(Hava onun içinde yakıcı bir ateş hâline geliyor. Bu ney’in içinde acaba nasıl bir hâl var, anlatamıyorum.)

​Nedîm, ney’in içindeki havayı yakıcı bir ateşe benzeterek, bir gönüldeki aşk ve hasretin tarif edilemez halini ifade eder. Ney, içindeki havayla güzel sesler çıkarır, ancak bu sesler, aslında ney’in içindeki boşluğun, yani bir nevi “yokluğun” sesidir. Bu yokluk, bir âşıkın içindeki yanık hali ve tarifsiz duyguları sembolize eder. Bu hissiyat, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derin ve müteessirdir.
​Bu beyit, bize hayatın ve kalbin bazı hallerinin kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak hissedilebileceğini gösterir. Aşkın, hasretin ve ilâhî olanın idraki, kelimelerin ve aklın ötesindedir. Tıpkı ney’in içindeki havayı yakan ateşin nedenini anlatmakta aciz kalışımız gibi, bir gönüldeki hakikat sırrını da tam anlamıyla açıklamak mümkün değildir.
​Makale Özeti
​Bu makale, Mevlânâ, Bâkî, Mezâkî, Nef’î ve Nedîm’in beyitleri üzerinden ilim, aşk, kader ve gönül halleri gibi derin konuları ele almaktadır. Makalenin muhtevası, gönül ehlinin ilminin onlara yük değil, feyiz verdiğini; aşkın, bütün dilleri birleştirerek vahdet sırrını anlattığını; hayatın ve kaderin sabır gerektiren imtihanlarını ve fırsatların gecikmiş gelebileceğini; aşkın en büyük azabının ölüm değil, firak olduğunu ve son olarak da bazı gönül hallerinin kelimelerle değil, ancak hissedilerek anlaşılabileceğini izah etmektedir. Her bir beyit, hayatın farklı bir yönüne ayna tutarak, okuyucuyu tefekkür ve hikmet yolculuğuna davet eder.


Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 67 –

BERCESTE VE İZAHI – 67 –

​Görsel 1: Niyâzî-i Mısrî Beyiti
​İktibas:
​Geç ak ile karadan halkı bırak aradan
​Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin mânevî yolculuğunda ulaştığı bir merhaleyi ve bu merhalede aldığı bir ilahî daveti ifade eder. “Ak ile kara” hak ile bâtıl, iyi ile kötü, zahir ile batın gibi zıtlıkları temsil eder. Ancak sûfînin kemâl mertebesinde bu zıtlıkların ötesine geçmesi, onları aşması esastır. Bu, fani olanın, halkın ve masivanın ötesine geçerek Hakk’a yönelişin bir işaretidir. “Halkı bırak aradan” ifadesi, insanların takdir ve kınamalarından, dünya meşgalelerinden ve nefsin isteklerinden yüz çevirme emridir. Nihayetinde “Sana gel oldu” cümlesi, kulun Rabb’ine kavuşmak için vuslat çağrısını alması ve bu davete icabet etmesi gerektiğini vurgular. Bu bir uyarı ve aynı zamanda bir müjdedir.

​Görsel 2: Mu‘allim Cûdî Beyiti
​İktibas:
​Hidayet senden olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab
​Arabca bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab

​İzah ve Açıklama:
​Mu‘allim Cûdî, bu beyitte hidayetin ancak Allah’tan gelebileceği hakikatini dile getirir. “Dirâyet”, yani akıl, kavrayış ve yetenek, ilahi hidayet olmadan bir fayda vermez. Şair, bu durumu Ebu Cehil örneği ile kuvvetlendirir. Ebu Cehil, Arapça’yı ve Kur’an’ın nazil olduğu dili en iyi bilenlerden olmasına rağmen, kalbinde hidayet olmadığı için ayetler ona tesir etmemiştir. Bu beyit, bilginin, zekanın ve maddi donanımın, manevi bir uyanış olmadan tek başına hiçbir kıymeti olmadığını, asıl olanın ilahi feyiz ve irfan olduğunu anlatır.

​Görsel 3: Fuzûlî Beyiti
​İktibas:
​Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
​V’er sen sen isen neyim ben-i zâr

​İzah ve Açıklama:
​Fuzûlî’nin bu dizesi, tasavvufî aşkın zirvesini ve fenâ fî’llâh makamını anlatır. Aşık ile Maşuk arasındaki varlık-yokluk, benlik-senlik muammasını dile getirir. “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr?” cümlesi, eğer ben kendi benliğimde kalırsam, senin varlığın neye delalet eder, seninle nasıl birleşirim sorusunu sorar. Bu, benlik davasının ilahi aşkla birleşmeye mâni olduğunu vurgular. “V’er sen sen isen neyim ben-i zâr?” cümlesi ise, eğer sen (Maşuk) kendi varlığında kâmil isen, fâni ve zavallı olan ben (aşık) senin karşında neyim, benim varlığım ne ifade eder sorusunu sorar. Bu, kulun mutlak varlık karşısındaki mutlak yokluğunu, acziyetini ve teslimiyetini ifade eder.

​Görsel 4: Şeyh Gâlib Beyiti
​İktibas:
​Bir şü’lesi var ki şem’-i cânın
​Fânûsuna sığmaz âsûmânın

​İzah ve Açıklama:
​Şeyh Gâlib’in bu mısrası, insan ruhunun (cân) ilahi bir nur taşıdığını ve bu nurun, sonsuz ve sınırsız olduğunu anlatır. “Şem’-i cân”, yani can mumu, ilahi bir nurla tutuşmuştur. “Fânûsına sığmaz âsûmânın” ifadesi, bu ilahi nurun, gök kubbenin bile fanusuna sığmayacak kadar yüce, geniş ve kudretli olduğunu ifade eder. Bu beyit, insanın mahiyetinde saklı olan ilahi sırrı, onun kâinatı aşan ruhani potansiyelini ve âlemlerin üzerinde bir kıymete sahip olduğunu vurgular.

​Görsel 5: Taşlıcalı Yahyâ Beyiti
​İktibas:
​Ten gözü Hakkı görmeğe hergiz ehak değil
​Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil

​İzah ve Açıklama:
​Taşlıcalı Yahyâ, bu beyitte zahirî duyuların, yani ten gözünün ve kulağının, mutlak hakikat olan Hakk’ı idrak etmeye kâfi olmadığını dile getirir. Görülen ve işitilen şey, maddi âleme ait olandır. “Hakkı görmeğe hergiz ehak değil” ifadesi, Hakk’ın fiziksel ve zahirî bir varlık olarak görülemeyeceğini, O’nun ancak kalp gözüyle, basiret ile idrak edilebileceğini vurgular. “Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil” cümlesi, hakiki görmenin ve işitmenin, manevî bir idrakle gerçekleştiğini, bu idrakin ise tenin değil, kalbin ve ruhun hasleti olduğunu belirtir.

​Makale
​Sevgi, Hidayet ve Varlık Muamması: Sûfî Şairlerin Dilinden Hikmet İncileri
​Edebiyatın ve irfanın derin sularında seyreden bir gemi misâli, asırlar öncesinden yankılanan sesler, beyitlerin kanatlarında bu demimize ulaşmakta ve ruhumuzu muhtelif manevi ufuklara sevk etmektedir. Niyâzî-i Mısrî’den Mu‘allim Cûdî’ye, Fuzûlî’den Şeyh Gâlib’e ve Taşlıcalı Yahyâ’ya uzanan bu mübarek silsile, hakikatin izini süren âriflerin gönül hâllerini ve bu yolculukta edindikleri hikmetleri ifade eder. Bu beyitler, sadece estetik birer manzume değil, aynı zamanda hayatın ve varoluşun en temel suallerine cevap arayan derin felsefi ve manevi muhtevaları ihtiva etmektedir.
​Sûfînin yolu, evvela kendinden ve masivadan geçme yoludur. Niyâzî-i Mısrî, bu hâli veciz bir şekilde dile getirir: “Geç ak ile karadan halkı bırak aradan / Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu.” Bu beyit, ârifin, zıtlıkların ötesine geçerek fâni olan her şeyden yüz çevirmesi gerektiğini anlatır. Dünya hayatının cazibesi ve halkın nazarının esaretinden kurtulmak, ilahi vuslat için atılması gereken ilk ve en çetin adımdır. Bu, aynı zamanda bir davet-i ilâhiyedir; “sana gel” fermanı, kulun gönlünde yankılanan ilahi bir nefestir. Bu nefs, dünya meşgaleleri içinde bunalan insana bir nefes, bir çıkış kapısı gösterir ve aslına, vatan-ı aslisine dönmeye davet eder. Tarih boyunca bu davete icabet edenler, zâhirin dar kalıplarından kurtulup mananın sonsuz semâlarında seyr u seyahate çıkmışlardır.
​Ancak bu seyahatte, akıl ve ilim tek başına kâfi gelmez. Mu‘allim Cûdî, bu hakikati Ebu Cehil misâliyle dile getirir: “Hidayet senden olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab / Arabca bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab.” Bu beyit, hidayetin, yani doğru yolu bulmanın sadece ilahi bir lütuf olduğunu vurgular. Tarih, bu hakikati defaatle ispat etmiştir. Bilgi ve akıl, insanı yüceltebildiği gibi, hidayetten yoksun ise dalâlete de sürükleyebilir. Ebu Cehil’in ilmi, onun kalbindeki kibri gidermeye kâfi gelmemiştir. Bu, her birimiz için ibretlik bir ders olup, maddi ilmin ve yeteneğin, manevi bir rehberlik ve ilahi bir nur olmadan faydasız kalacağını gösterir. Gerçek ilim, Allah’a yaklaştıran, kalbi aydınlatan ilimdir.
​Aşk ise bu yolculuğun nihai menzilidir. Fuzûlî, bu aşkın getirdiği benlik muammasını dile getirir: “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr / V’er sen sen isen neyim ben-i zâr.” Bu beytin muhtevası, tasavvufun en derin meselelerinden biri olan fenâ halini izah eder. Âşık, Maşuk’a vuslat için kendi benliğinden, nefsinden ve varlık davasından vazgeçmek zorundadır. Aşk, bir yok oluş ve yeniden varoluş halidir. Âşık, kendi benliğini ilahi varlıkta eriterek hakiki varlığa ulaşır. Bu, sadece bir şairin hissi değil, aynı zamanda manevi bir tecrübedir. Aşkın ateşiyle yanan kalp, fâni olan her şeyi yakar ve geriye sadece sonsuz ve mutlak varlığa duyulan bir bağlılık kalır.
​Bu sonsuzluk hissi, Şeyh Gâlib’in beytinde de yankılanır: “Bir şü’lesi var ki şem’-i cânın / Fânûsuna sığmaz âsûmânın.” Bu beyit, insan ruhunun, fani beden fanusunda tutuşan, ancak âlemleri dahi aşan bir nur taşıdığını anlatır. Bu, insanın ilahi bir emaneti taşıdığının, kâinatın en şerefli mahluku olduğunun bir ilanıdır. İnsan, kendi içinde barındırdığı bu ilahi sır ile âlemin sırrını çözebilir. Bu hakikat, insanın sadece bir et ve kemikten ibaret olmadığını, bilakis ruhunun sonsuz bir potansiyel taşıdığını, bu potansiyelin doğru yöne çevrilmesi halinde en yüce makamlara ulaşabileceğini gösterir.
​Nihayet, bu manevi seyahatin en önemli şartı, doğru idrak kabiliyetine sahip olmaktır. Taşlıcalı Yahyâ, bu hususu şu veciz sözlerle özetler: “Ten gözü Hakkı görmeğe hergiz ehak değil / Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil.” Bu beyit, Hakikat’in ten gözüyle görülemeyeceğini, maddi âlemin duyularıyla anlaşılamayacağını belirtir. Gerçek idrak, kalp gözüyle, basiret ile gerçekleşir. Bu, zahirden batına, maddeden manaya doğru bir yolculuktur. İnsanoğlu, bu hakikati idrak etmeden, sadece gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inanırsa, Hakikat’e perde çekmiş olur. Bu beyit, bizi zahirî duygunun ötesine geçmeye, kalbimizin ve ruhumuzun sesine kulak vermeye davet eder.
​Özet:
​Bu beyitler, insan-ı kâmilin manevi sergüzeştini ve bu yoldaki en temel kaideleri anlatır. Niyâzî-i Mısrî, halktan ve dünyadan geçerek Hak’ka dönme davetini, Mu‘allim Cûdî hidayetin ancak ilahi bir lütuf olduğunu ve ilmin tek başına kâfi olmadığını, Fuzûlî aşkın benlikten geçme ve Maşuk’ta fânî olma halini, Şeyh Gâlib insan ruhunun âlemleri aşan ilahi bir nur taşıdığını, Taşlıcalı Yahyâ ise Hakikat’in zahirî duyularla değil, ancak kalp gözüyle idrak edilebileceğini izah eder. Her bir beyit, kendi içinde derin bir hikmet barındırmakla birlikte, hepsi bir araya geldiğinde, insanın hakiki bir varoluş arayışında izlemesi gereken manevi yol haritasını ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 66 –

BERCESTE VE İZAHI – 66 –

​1. Makale: Ebna-yı Asrın Meşgalesi ve Sünnetin Terki
​İktibas:
“Ebna-yı asr meşgale-i dünyeviyyeden / İcrâ-yı sünnet etmeyerek terk olundu farz” – Beliğ Mehmed Emin
​Bu beyt, çağımızın insanının fani ve geçici dünya meşgaleleriyle ne kadar derinden meşgul olduğunu, bu meşguliyetin bir neticesi olarak da Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek sünnetlerini terk etmeye başladığını ve bu terkin en nihayetinde farzların dahi terkine sebep olduğunu pek veciz bir şekilde dile getiriyor. Beliğ Mehmed Emin, asr-ı hazırın derdine parmak basarak, sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini ve onun hayatın merkezinden uzaklaşmasının manevi bir çöküşe yol açacağını ihtar ediyor.
​Tarihî ve edebî bir perspektiften baktığımızda, İslam medeniyeti her zaman sünnetin ihyası ve tatbiki üzerine bina edilmiştir. Ne zaman ki fertler ve cemiyetler sünnet-i seniyyeyi hayatın her safhasına tatbik etmekten gafil oldular, o zaman manevi buhranlar ve maddî çöküşler zuhur etmiştir. Sünnet sadece Peygamber’e olan sevginin bir nişanesi değil, aynı zamanda hayatı tanzim eden, insanı kemale erdiren ve cemiyeti ıslah eden bir mihenk taşıdır. Bir müslüman için sünnet, farzlara giden yolu aydınlatan bir meşale, farzları muhafaza eden bir surdur. Sünnetin ihmali, farzlara karşı duyarsızlığın başlangıcıdır. Günümüzde “sünneti terk etmek” deyimi, sadece nafile ibadetlerin değil, aynı zamanda ahlaki, içtimai ve ekonomik alandaki Nebevi düsturların da göz ardı edilmesini ihtiva eder. Bu durum, Müslüman toplumların hem kalbî hem de harici hayatlarında bir boşluk ve huzursuzluk oluşturmuştur. Bu makalenin muhtevası, bu boşluğu doldurmak için sünnete yeniden sarılmanın elzemiyetini vurgulamaktadır.
​Özet: Bu makale, Beliğ Mehmed Emin’in beytinden hareketle, çağımızın insanının dünya meşgaleleri sebebiyle sünneti terk etmesinin, farzların da terkine yol açtığını ele almaktadır. Tarihî misallerle sünnetin İslam medeniyetindeki ehemmiyetine vurgu yaparak, onun terk edilmesinin manevi ve maddî çöküşlere sebep olduğunu anlatmaktadır. Netice olarak sünnet-i seniyyenin sadece bir ibadet değil, hayatın her safhasını kuşatan bir nizam olduğunu ve ona yeniden sarılmanın manevi bir zaruret olduğunu ifade eder.

​2. Makale: Gönül Divanesinin Kavgası
​İktibas: “Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gitdik / Gönül derler ser-i kûyında bir dîvânemiz kaldı” – Hayâlî
​Bu beyt, Hayâlî’nin derin ve lirik bir anlatımıyla, fani hayatın geçiciliğini ve geride kalan yegâne hakikatin gönül olduğunu ele almaktadır. “Biz gittik” derken şair, maddi varlığının, bedeninin faniliğini ve bu dünyadan ayrılışını sembolize eder. Lakin geride kalan, sevgilinin semtinde bıraktığı “garip âşık” olan gönül divanesidir. Bu, hem dünyadan ayrılışın hüznünü hem de gönlün ebedî bir aşkla bakî kalışının müjdesini taşır.
​Edebî açıdan bu beyt, tasavvufî şiirde sıkça rastlanan bir motifin, yani “gönül”ün bir “garip âşık” olarak resmedilişinin en güzel örneklerinden biridir. Gönül, dünyanın gürültüsünden, dünya meşgalesinden uzakta, sadece maşukuna adanmış bir divane, bir mecnundur. Bu makalede, bu divane gönlün nefs ve dünya ile olan kavgası, çetin imtihanları ve en nihayetinde maşukuna vuslat arzusu ele alınmıştır. Şair, okuyucuya bir nasihat misali, “Ey efendi! Sen bu dünyada ne kadar meşgul olursan ol, fanisin. Asıl bakî kalacak olan, o garip divane gönüldür. O gönlü hoş tut ki, o seni hakikate ulaştırsın” der gibidir. Hayâlî’nin bu beyti, fani hayatın geçiciliği karşısında asıl gayenin gönül hayatını abad etmek olduğunu ve bu uğurda her türlü meşakkatten kaçınmamak gerektiğini öğreten ibretli bir ders mahiyetindedir.
​Özet: Bu makale, Hayâlî’nin beytinden yola çıkarak, fani dünya hayatı karşısında asıl bakî kalacak olanın maşukuna adanmış gönül divanesi olduğunu izah etmektedir. Gönlün bir garip âşık olarak tasvir edilmesi, tasavvufî ve manevi bir derinlik kazanmakta ve okuyucuya dünya meşgalesinden sıyrılarak gönül hayatını mamur etme nasihatini vermektedir. Makale, bu beyitteki derin manaları ve öğütleri ele alarak, insana asıl hayatı ve gayesini hatırlatmaktadır.

​3. Makale: Hak Binin Gözü Olmayan Tabiat
​İktibas: “Tabî’at rûşen olmaz olmayınca dîde-i hak-bîn / Alır mı beyt-i bî-revzen ziyâ hurşîd-i enverden” – Fitnat
​Fitnat Hanım’ın bu beyti, maddî ve manevî hayat arasındaki tezatı ve manevî idrakin ehemmiyetini pek güzel bir şekilde izah etmektedir. Beytin birinci mısrası, tabiatın hakikatinin, “hakikati gören göz” (dide-i hak-bîn) olmadan anlaşılamayacağını belirtir. İkinci mısra ise bu hakikati, penceresi olmayan bir evin güneşin en parlak ışığından bile faydalanamayacağı gibi bir misalle teyid eder.
​Bu beyitteki ana fikir, insanın evrenin ve hayatın sırlarını çözebilmek için sadece maddî duyulara ve akla itimat etmemesi gerektiğidir. İnsanın tabiatı ve kâinatı tam manasıyla idrak edebilmesi için manevî bir basirete, yani “hakikati gören bir göze” ihtiyacı vardır. Aksi halde, o kişi maddî âlemin perdeleri arkasında hakikatten mahrum kalır.
“O göz, kalb gözüdür. Kalb gözü kör olan, Cenab-ı Hakk’ı müşahede edemez. Çünkü akıl ve his ile maddiyata bakar, mazi ve müstakbelin karanlıklarını aydınlatacak bir nur-u imanîye muhtaçtır. Hem dünya bir aynadır; Cenab-ı Hak, o aynada esma-i hüsnasının cilvelerini tecelli ettirir.”
Bu beyt ve bu muhteva, aynı hakikate işaret etmektedir. İnsanın manevî basireti olmadan, etrafındaki harikulade hâdiseleri ve kâinat kitabını okuyamayacağı ve dolayısıyla hakikatin güneşinden mahrum kalacağı vurgulanmıştır.
​Özet: Bu makale, Fitnat Hanım’ın beytini tahlil ederek, kâinatın sırlarının “hakikati gören göz” olmadan idrak edilemeyeceğini anlatmaktadır. Penceresi olmayan evin misaliyle, insanın sadece maddî duyularla yetinmesinin, onu hakikatten mahrum bırakacağını vurgulamıştır. Makale, manevi basiretin ehemmiyetini ve kalb gözünün zaruretini anlatmaktadır.

​4. Makale: Dertli Kul Olmadan Sultanlık Arzulamak
​İktibas: “Var sen Niyâzî yürü atma okun ileri / Derdiyle kul olmadan sultânı arzûlarsın” – Niyâzî-i Mısrî
​Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde manevî yolda ilerlemek isteyenlere, adeta bir mürşid gibi, hikmet dolu bir nasihat vermektedir. “Okunu ileri atma” derken, sabırsız davranmamayı, manevî mertebelere acele etmemeyi, tecelli ve keşif peşinde koşmamayı öğütler. Asıl manevi ilerleme, dertli bir kul olmayı gerektirir. “Derdiyle kul olmadan sultanı arzularsın” mısraında ise, ilahi aşkın ve manevi makamların, çekilen sıkıntı ve dertlerin neticesi olduğunu ifade eder.
​Bu beyt, tasavvuf yolundaki pek mühim bir ilkeye işaret eder: Dert ve mihnet, Allah’a vuslatın anahtarıdır. Kul, derdini ve sıkıntısını Allah’a arz ettikçe, O’na olan bağlılığı ve kulluğu artar. Bu dert, kulun ham nefsini pişiren bir ateş, ruhunu yücelten bir nurdur. Sultanlık makamı, yani Allah’a yakınlık, bu dertle kul olmanın bir neticesidir. Aceleci ve sabırsız olanlar, bu dertten kaçarak menzile ulaşamazlar. Bu makale, dert ve mihnetin manevi terakkideki ehemmiyetini, sabrın ve tevekkülün kıymetini anlatarak, Niyâzî-i Mısrî’nin bu hikmetli nasihatini geniş bir şekilde ele almaktadır.
​Özet: Bu makale, Niyâzî-i Mısrî’nin beytinden hareketle, manevî yolda aceleciliğin yanlışlığını ve ilahi aşka ulaşmak için dertli bir kul olmanın elzemiyetini izah etmektedir. Dert ve mihnetin, insanın manevi derecesini yükselten bir imtihan olduğunu ve asıl sultanlığın, yani Allah’a yakınlığın, ancak bu dertlere sabırla göğüs germekle elde edilebileceğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 65 –

BERCESTE VE İZAHI – 65 –

İktibas ve İzah
​Asıl Metin:
​طَاعَتِم اولما دى سكا لايق
روشن ايله بو قلبي يا خالق
​Latin Harfleriyle:
​Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Ta‘âtim olmadı sana lâyık
Rûşen eyle bu kalbi yâ Hâlık
​İzahı:
​Bu beyitte, Hâlık (yaratıcı) olan Allah’a hitaben bir yakarış söz konusudur. Şair, Allah’a lâyık bir ibadetin, O’nun ululuğuna yakışır bir kulluğun ifa edilemediğini itiraf ediyor. Ardından, günahlarla kararmış olan kalbinin aydınlatılması ve nurlandırılması için Allah’tan niyazda bulunuyor. Bu, kulun acizliğini, Allah’ın ise kudret ve merhametini ortaya koyan derin bir tefekkürü ihtiva eder.

​Asıl Metin:
​دوستى كر زهر مار ايچسه اولور آب حيات
خصمى صو ايچسه دوز البته زهر ماره صو
​Latin Harfleriyle:
​Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmi su içse döner elbette zehr-i mâra su
​İzahı:
​Bu beyit, dostluğun ve düşmanlığın mahiyetini Fuzûlî’nin edebi dehasıyla ifade etmektedir. Şair, eğer dost, yılan zehri bile içse o zehrin ona hayat suyu olacağını belirtirken, düşmanın ise berrak suyu içse bile o suyun ona yılan zehrine dönüşeceğini söylüyor. Bu, dostluğun ve düşmanlığın maddi şeylerin mahiyetini bile değiştirebilecek manevi bir kuvvet olduğunu anlatır. İnsan ilişkilerinde kalbin safiyetinin ve niyetin ne denli ehemmiyetli olduğunu vurgular.

​Asıl Metin:
​دردمندم يا رسول الله دوا اول دردمه
دستگير اول يا حبيب الله بو عاصى مجرمه
سن شفاعت كانى واركن يالوارايىم بن كيمه
بن رسول كبريانك بلبل نالانيم
مجرمم كرجه جمال مصطفى حيرانيم
​Latin Harfleriyle:
​Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Derdimendim yâ Resûlallâh devâ ol derdime
Dest-gîr ol yâ Habîballâh bu âsî mücrime
Sen şefâ‘at kânı varken yalvarayım ben kime
Ben Resûl-i kibriyânın bülbül-i nâlânıyım
Mücrimim gerçi cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
​İzahı:
​Bu kasidede, şairin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin sevgi, özlem ve bağlılığı ifade edilmektedir. Şair, derdine derman bulmak ve günahlarından kurtulmak için Hz. Resûl’den yardım istiyor. Onu “Habîballâh” (Allah’ın sevgilisi) ve “şefâ‘at kânı” (şefaat madeni) olarak tanımlayarak, onun yanında başka bir mercie başvurmanın gereksiz olduğunu belirtiyor. Kendi acziyetini “âsî mücrim” (asi günahkâr) olarak nitelerken, kendisini Hz. Peygamber’in güzelliğine hayran olan, onun için inleyen bir bülbül olarak tasvir ediyor. Bu, ümmetin Hz. Peygamber’e olan sonsuz muhabbetini ve onun şefaatine olan ümidini gösteren manidar bir tablodur.

​Asıl Metin:
​كذشتم از سر مطلب تمام شد مطلب
حجاب چهره مقصود بوده مطلبها
​Latin Harfleriyle:
​Mefâ‘îlün Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Gozeştem ez-ser-i matlab temâm şod matlab
Hicâb-ı çehre-i maksûd bûde matlabhâ
​İzahı:
​Bu beyit, irfan ve tasavvufi bir derinliği ihtiva etmektedir. Şair, arzu ve isteklerinden vazgeçtiğini, bu nedenle de arzuladığı şeye ulaştığını söylüyor. Çünkü ona göre, istekler ve arzular, asıl maksadın yani Hakikat’in yüzündeki bir perdedir. İstekler, kulun manevi yolculuğunda birer engel teşkil eder. Ne zaman ki kul, fani olan tüm isteklerinden arınır, işte o zaman kalbindeki manevi perdeler kalkar ve asıl maksat olan ilahi hakikat tecelli eder.

​Asıl Metin:
​كيتمه اى يولجى برابر اوتوروب آغلا ليم
المم بر يور گك كارى دكل پايلشا ليم
​Latin Harfleriyle:
​Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Gitme ey yolcu berâber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım
​İzahı:
​Bu beyit, Mehmet Akif Ersoy’a ait olup, derin bir hüzün ve empatiyi dile getirir. Şair, ayrılık vakti gelen birine hitap ederek, onunla birlikte oturup ağlamak istediğini belirtir. Bu, sadece bir hüzün paylaşımı değil, aynı zamanda manevi bir teselli arayışıdır. İkinci mısra, bu hüznün şahsî bir elemden öte, omuzlanması zor bir yük olduğunu anlatır. Şair, bu büyük elemi tek başına taşıyamayacağını ve bu yükün paylaşılması gerektiğini ifade eder. Bu, milletin ve ümmetin ortak elemlerini, dertlerini ve ıstıraplarını dile getiren, toplumsal bir acının müşahede edildiği manevi bir tablodur.

​Makale
​İrfan ve İnsan
​İnsanın dünya hayatı, daima bir arayış ve yolculuktan ibarettir. Bu yolculukta kimi zaman en büyük yoldaşı kalbi, kimi zaman ise en büyük düşmanı yine kendi nefsidir. Yukarıda iktibas edilen beyitler, bu çetin yolculuğun farklı menzillerinde duran ve her biri ayrı bir hikmet, edep ve ibret ihtiva eden mühim duraklardır.
​Muradi’nin beyiti, insanın acziyetini ve Allah karşısındaki kulluğunun yetersizliğini dile getirir. “Ta‘âtim olmadı sana lâyık / Rûşen eyle bu kalbi yâ Hâlık” diyerek, fani bir varlık olan kulun, Yüce Yaratıcı’ya lâyık bir ibadet sunmasının imkânsızlığını idrak edişini gösterir. Bu itiraf, bir yeis değil, bilakis Cenab-ı Hakk’ın sınırsız rahmetine ve kudretine olan itimadın bir neticesidir. Kalbi günahlarla kararmış olan bir kul, kendi çabasıyla o kalbi aydınlatamayacağını bilir. Bu sebeple, mütevazı bir yakarışla, kalbinin nurlandırılmasını, ilahi feyizle aydınlanmasını niyaz eder. Bu durum, Allah’ın rahmetinin kulun amellerinden daha üstün olduğunu ve kulluğun temelinde O’nun lütfuna sığınmanın yattığını gösteren en büyük delillerdendir.
​Fuzûlî’nin eşsiz beyiti ise, dostluğun ve düşmanlığın manevi tesirini gözler önüne serer. “Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât / Hasmi su içse döner elbette zehr-i mâra su.” Bu söz, sadece bir edebi sanat değil, aynı zamanda bir irfan dersidir. Dostluk, kalbin ve niyetin safiyetinden neşet eden bir nurdur. Bu nur, maddi zehri bile manevi bir şifa kaynağına dönüştürebilir. Zira hakiki dost, dostunun hayrına çalışır ve ona manevi kuvvet verir. Düşmanlık ise, kin ve hasetle dolu bir kalbin eseri olup, en berrak suyu bile zehre dönüştürebilir. Tarihte dostluk uğruna nice fedakârlıklar yapılmış, düşmanlık yüzünden nice kavimler helak olmuştur. Bu beyit, insan ilişkilerinde kalbinin ne denli ehemmiyetli olduğunu, iyi niyetin ve saf sevginin her türlü kötülüğü alt edebileceğini gösterir.
​Ali Ulvi Kurucu’nun beyiti ise, aşk-ı Nebi’nin bir yansımasıdır. “Derdimendim yâ Resûlallâh devâ ol derdime / Dest-gîr ol yâ Habîballâh bu âsî mücrime.” Şair, tüm dertlerine derman ve tüm günahlarına şefaatkâr olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmektedir. Bu, o devirde ve her devirde ümmetin Hz. Resûl’e olan derin bağlılığının bir ifadesidir. Asırlar boyunca İslâm coğrafyasında yazılan naatlar, mersiyeler ve methiyeler, bu aşkın ve ümidin birer nişanesidir. Bu beyit, sadece bir edebi eser değil, aynı zamanda ümmetin manevi sığınağının Hz. Resûl olduğunu beyan eden bir itikadi metindir.
​Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beyti ise tasavvufi bir tecrübeyi anlatır. “Gozeştem ez-ser-i matlab temâm şod matlab / Hicâb-ı çehre-i maksûd bûde matlabhâ.” İnsanın en büyük arayışı, mutlak hakikate ulaşmaktır. Bu hakikate giden yol, nefsani arzulardan ve fani isteklerden arınmakla mümkündür. Derviş, dünya malından ve şöhretinden vazgeçtiğinde, kalbindeki perdeler kalkar ve maksat tecelli eder. Bu, bir paradoksu ihtiva eder: İstekten vazgeçmek, isteğe ulaşmaktır. Zira dünya menfaatleri, insanı gerçek maksadından alıkoyan birer perdedir. Bu, Hz. İbrahim’in (a.s.) putları kırması gibi, insanın da kalbindeki fani putları kırması gerektiğini anlatır.
​Mehmet Akif Ersoy’un beyiti ise, manevi bir elemin paylaşımına davettir. “Gitme ey yolcu berâber oturup ağlaşalım / Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım.” Bu söz, sadece şahsi bir elemin ifadesi değil, İstiklal Şairimizin milletin içinde bulunduğu durumu yansıtan bir çığlığıdır. O, milletin elemini kendi elemi bilmiş ve bu yükü tek başına taşıyamayacağını ifade etmiştir. Tarihimiz nice zorlu devirleri görmüş, milletimiz nice elemler çekmiştir. Akif’in bu feryadı, o elemlerin ne kadar ağır olduğunu ve ancak ortak bir ruhla aşılabileceğini göstermektedir. Bu, aynı zamanda bir dayanışma ve kardeşlik çağrısıdır.
​Özet
​Bu makale, Muradi, Fuzûlî, Ali Ulvi Kurucu, Sâ’ib-i Tebrîzî ve Mehmet Akif Ersoy gibi büyük şairlerin beyitleri üzerinden insanlığın manevi ve ahlaki hallerine dair derinlikli bir tefekkür sunmaktadır. Muradi’nin beyiti, kulun acziyetini ve Allah’ın rahmetine olan ihtiyacını; Fuzûlî’nin beyiti, dostluk ve düşmanlığın manevi tesirini; Ali Ulvi Kurucu’nun beyiti, ümmetin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin sevgi ve bağlılığını; Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beyiti, tasavvufi yolculukta nefsin arzu ve isteklerinden arınmanın ehemmiyetini ve Mehmet Akif Ersoy’un beyiti ise, milletin ortak elem ve kederini ve bu yükün paylaşılması gerektiğini izah etmektedir. Her bir beyit, kendi muhtevasında insan hayatına dair mühim hakikatleri ve dersleri ihtiva etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 64 –

BERCESTE VE İZAHI – 64 –

​Makale 1: Ebedi Hayatın Sırrı: Taçlıcalı Yahyâ’nın İlahi Aşkı
​İktibas: “Cihânın cânısın sensiz vücûdumda hayât olmaz / Bana senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz” – Taçlıcalı Yahyâ
​İzah ve Açıklama:
Taçlıcalı Yahyâ’nın bu beyiti, görünürde beşerî bir aşkı terennüm etse de, hakikat-i hal vechesinden ilahi aşka bir intikal noktasıdır. Şair, âlemlerin canı olan Sevgili’yi (Allah veyahut Peygamber Efendimiz) hayata hayat veren olarak tasvir ediyor. O olmadan bedenin sadece bir et ve kemik yığınından ibaret olacağını, asıl hayatın manevî bir ruh ile mümkün olduğunu ifade ediyor. Bu manevî ruh, ancak O’nunla vuslat sayesinde elde edilebilir. “Senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz” ifadesi, bu manevî hayattan mahrum kalmanın, yani İlahi nurdan ve merhametten uzaklaşmanın, fâni bedenin ölümünden çok daha ağır bir yok oluş olduğunu belirtir. Bu bir fena değil, bir fenâ-i mutlak halidir. Aşk, mecazdan hakikate intikal eden bir köprü vazifesi görür.
​Makale Muhteviyatı:
Hakiki bir hayatın sadece nefes alıp vermekten ibaret olmadığı, bilakis manevi bir varoluşun eseri olduğu düşüncesi, Tasavvuf ve İrfan geleneğinin en mühim kaidelerindendir. Taçlıcalı Yahyâ’nın bu mısraları, bu hakikate işaret eder. Hayatın muhteviyatını maddî varlığın ötesine taşıyan bu beyit, bizi asıl hayat kaynağını aramaya davet eder. İnsan, fıtratı gereği bir şeye bağlanmak, bir şeye yönelmek ihtiyacı hisseder. Bu yönelişin nihai noktası, bütün varlıkların kaynağı olan Yaratıcı’dır. O’nun rızasından uzaklaşmak, asıl hayatı kaybetmektir. Bu yüzden, İmam-ı Gazali’nin de buyurduğu gibi, “İnsan, dünya hayatında gurbette bir yolcu gibidir. Asıl vatanı ise manevi âlemdir.” Şair, bu beyitte manevi vatanından ayrı düşmenin, ölüme denk bir musibet olduğunu anlatmaktadır. Bu, maddî ölümden sonraki manevî yok oluşa veya ahiretteki hüsrana bir telmihtir. Bu manevi hayatı elde etmenin yolu, O’nunla daimî bir rabıta içinde olmaktan geçer. Bu rabıta, ibadetle, zikirle ve O’nun yolunda fedakârlıklarla tesis edilir. Bu şekilde manevî diriliğe kavuşan insan, maddî ölüme dahi bir vuslat kapısı olarak bakar.
​Özet:
Taçlıcalı Yahyâ’nın beyti, hayatın asıl muhteviyatının İlahi aşk ve manevi varoluş olduğunu anlatır. Maddî varlığın canı, Yaratıcı’nın tecelliyatı ve inayetiyle mümkündür. O’ndan uzak kalmak ise, maddî ölümden daha zor ve çetin bir yok oluşu, yani manevî ölümü ihtiva eder. Asıl hayat, O’na olan yakınlık ve O’nunla olan vuslat iledir.

​Makale 2: Vuslatın Pınarı: Fuzûlî’nin Mahşer Günü Duası

​İktibas: “Umdûğum oldur ki mahrûm olmayam dîdârdan / Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su” – Fuzûlî
​İzah ve Açıklama:
Fuzûlî, bu beytinde âşıkane ve hasret dolu bir niyazda bulunuyor. “Umdûğum oldur ki” diyerek, en büyük ümidinin ve arzusunun ne olduğunu belirtir: “dîdârdan”, yani Sevgili’nin yüzünü görmekten mahrum kalmamak. İkinci mısra ise bu ümidi bir metaforla derinleştirir: “Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su”. Bu mısra, “vuslat pınarından, o yüzü görmeye susamış olan bana su ver” manasına gelir. Burada “su”, o ilahi didarın kendisidir. Bu beyit, ahiretteki en büyük ödülün, Cennet’in dahi üstünde olan Allah’ın cemalini görmek olduğu inancına bir telmihtir. Fuzûlî, dünya hayatında çektiği aşk ve hasretin nihai karşılığının bu olmasını dilemektedir.
​Makale Muhteviyatı:
Fuzûlî’nin bu mısraları, tasavvufî edebiyatın en nadide örneklerindendir. “Susuzluk” (teşne) kelimesi, dünya hayatında duyulan manevi hasreti, ibadetlere ve zikirlere olan ihtiyacı simgelerken, “su” kelimesi, bu hasretin dinmesini sağlayan ilahi tecelliyi, Cemalullah’ı temsil eder. Bu beyit, sadece bir edebi ifade değil, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde işaret edilen bir müjdeye dayanır.
​T.D.V. Meali: Tevbe Sûresi, 72. Ayet
“Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın rızası ise hepsinden daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.”
​Bu ayet, Allah’ın rızasının cennetlerden daha büyük bir nimet olduğunu belirtir. Fuzûlî’nin beyti, bu ilahi müjdeyi idrak eden bir kalbin sesi gibidir. Bu, imanın zirvesidir. Zira mümin, dünya hayatında zorluklara tahammül eder, ibadetlerini ifa eder ve her şeyden önemlisi, kalbini O’na bağlar. Mahşer günü, O’nun cemalini görmek, bütün bu çabaların en büyük karşılığıdır. Şair, bu makamın kendisinden mahrum kalmamasını dileyerek, bütün âşıklara rehberlik ediyor. Bu durum, aynı zamanda bir ibret dersi de sunar: asıl gayenin dünya metaı veya geçici zevkler değil, ebedi mutluluğun kaynağı olan İlahi Cemal olduğu hakikatini hatırlatır.
​Özet:
Fuzûlî’nin beyti, mahşer günü en büyük ümidin, İlahi Didâr’ı görmek olduğunu terennüm eder. O’nun cemaline olan susuzluk, dünya hayatındaki bütün manevi çabaların kaynağıdır. Bu beyit, müminler için Cennet’in dahi üstünde bir makam olan Cemalullah’a kavuşma arzusunu dile getirir ve bu arzuya erişmenin en büyük kurtuluş olduğunu vurgular.

​Makale 3: Kalemin Dilemması: Nâbî’nin Vefa ve Muhabbet Arayışı
​İktibas: “Kalem keç-dil mürekkeb rû-siyâh kâğıd dü-rû bilmem / Kimi etsem o şûha arz-ı hâlim yazmada mahrem” – Nâbî
​İzah ve Açıklama:
Nâbî’nin bu beyiti, derin bir hicranı ve vefa arayışını sembolik bir dille ifade eder. “Kalem keç-dil” (kalem garazkâr, eğri huylu), “mürekkeb rû-siyâh” (mürekkep kara yüzlü, vefasız), “kâğıd dü-rû” (kâğıt iki yüzlü) ifadeleri, şairin aşk derdini anlatmak için kullandığı araçların dahi güvenilmez olduğunu, yani aşkının büyüklüğünü anlatmaya kifayet etmediğini belirtir. Bu araçların her biri bir kusur taşır. Bu yüzden şair, kime güvenip de hâlini sevgiliye arz edeceğini, aşkının sırrını kime emanet edeceğini bilemez. Bu, sadece beşerî bir aşka has bir durum değil, aynı zamanda hakiki muhabbeti ifade etmenin zorluğuna da bir işarettir.
​Makale Muhteviyatı:
Nâbî’nin bu beyiti, edebiyat ve psikoloji açısından önemli bir muhteva ihtiva eder. Kalemin “keç-dil” yani eğri huylu olması, insanın içindeki hisleri tam olarak kelimelere dökememesini sembolize eder. Mürekkebin “rü-siyah” olması, yazılanların bazen yanlış anlaşılmaya, kara yüzlü olmaya, yani istenmeyen sonuçlara yol açabilmesini ifade eder. Kâğıdın “iki yüzlü” olması ise, sözlerin ve yazının bazen ikiyüzlülükle, samimiyetsizlikle kullanılabileceği tehlikesini işaret eder. Nâbî, bu araçların hiçbirine güvenemediğini, yani sözün ve yazının aciz kaldığını, sadece kalpten kalbe bir rabıtanın esas olduğunu ima eder. Bu durum, insan ilişkilerinde güvenin, samimiyetin ve hakiki muhabbetin ne kadar nadir bulunduğunu gösteren bir ibret dersidir. Gerçek duygu ve düşünceler, çoğu zaman dilden ve kalemden dökülenlerden çok daha derindir. Bu nedenle, kalpten gelen bir muhabbeti ancak yine kalbi temiz olan birine anlatmanın mümkün olduğu mesajı verilir. Bu, hem Allah’a olan aşkı ifade etme zorluğunu hem de beşerî ilişkilerde samimiyet arayışını dile getiren düşündürücü bir beyittir.
​Özet:
Nâbî’nin beyti, aşk derdini ifade etmek için kullanılan araçların (kalem, mürekkep, kâğıt) dahi güvenilmez olduğunu anlatır. Bu beyit, kelimelerin ve ifadelerin, kalpteki derin duyguları tam olarak yansıtmakta aciz kaldığını gösterir. Asıl sırrın, kelimelerin ötesinde, kalpten kalbe olan bir rabıta ile iletilebileceği vurgulanır. Bu, insan ilişkilerinde samimiyet ve güvenin ne kadar kıymetli olduğunu gösteren bir ibret dersidir.

​Makale 4: Fani Dünya ve Hür İnsan: Lâedrî’nin Nasihati
​İktibas: “Ey gönül bir cân için her câna minnet eyleme / İzzet-i dünyâ için sultâna minnet eyleme” – Lâedrî
​İzah ve Açıklama:
Lâedrî (Şairi bilinmeyen), bu beyitte insan onurunu ve şerefini muhafaza etmenin önemini vurgulayan çok kıymetli bir öğüt verir. “Ey gönül bir can için her cana minnet eyleme” diyerek, insanın hayatını sürdürmek için dahi her insana boyun eğmemesi gerektiğini, izzetini ve şerefini koruması gerektiğini belirtir. İkinci mısra, bu öğüdü daha da genişleterek, “İzzet-i dünyâ için sultâna minnet eyleme” der. Yani, dünyevi bir makam, mevki veya zenginlik için bir hükümdara dahi el açıp boyun eğme, şahsiyetinden taviz verme. Bu, tam anlamıyla hür bir insan olma çağrısıdır. Bu beyit, kişisel onurun, maddî kazanımların çok üstünde olduğunu gösteren güçlü bir nasihat ihtiva eder.
​Makale Muhteviyatı:
Bu beyit, tarihi ve toplumsal açıdan derin bir muhteviyat taşır. Osmanlı İmparatorluğu gibi monarşik bir düzende, sultanın mutlak otoritesi altında yaşarken bu tür bir nasihatin verilmesi, bireysel onurun ne kadar mühim bir kavram olduğunu gösterir. İslam ahlakında “izzet-i nefs” (nefis şerefi) kavramı çok önemlidir. Sadece Allah’a kul olmak, O’ndan başkasına boyun eğmemek, şahsiyetin temelini oluşturur. Bu beyit, bu inancın edebi bir ifadesidir. İnsan, kendi değerini ve onurunu ancak başkasına karşı minnet etmeyerek koruyabilir. Dünya malı için bir başkasına boyun eğmek, insanı manen köleleştirir.
​T.D.V. Meali: Tevbe Sûresi, 71. Ayet
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah, azîzdir (üstün ve güçlü), hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).”
​Bu ayetteki “Aziz” kelimesi, Allah’ın şerefli ve üstün olduğunu belirtir. Bu, Müslümanın da ancak Allah’a kullukla izzet bulacağını ima eder. Lâedrî’nin beyti, bu ilahi prensibi dünya hayatına uygulamamızı tavsiye eder. Bir makam, bir mevki, bir zenginlik için onurdan taviz vermek, hakiki izzeti kaybetmek demektir. Makale, bu beyitten yola çıkarak, hürriyetin sadece fiziksel değil, aynı zamanda manevi bir hal olduğunu, gerçek hürriyetin ise sadece Allah’a karşı kul olmakla mümkün olduğunu izah edecektir.
​Özet:
Lâedrî’nin beyti, insanın hayatını idame ettirmek veya dünya malı elde etmek için şahsiyetinden ve onurundan taviz vermemesini öğütler. Gerçek izzet ve hürriyetin, sadece Allah’a kulluk etmekle elde edilebileceğini ve başkalarına boyun eğmenin manevi bir esaret olduğunu belirtir. Bu, her dönemde geçerliliğini koruyan, düşündürücü ve ibretli bir nasihattir.

​Makale 5: Kabir ve Aşk: Hâfız Ahmed Soyyiğit’in Ebedi Dost Arayışı
​İktibas: “Kapatırlar seni bir hâl-i harâba yalnız / Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul” – Hâfız Ahmed Soyyiğit
​İzah ve Açıklama:
Hâfız Ahmed Soyyiğit’in bu beyti, insana kabir hakikatini ve bu yoldaki yalnızlığını hatırlatan son derece ibretli bir uyarı niteliğindedir. “Kapatırlar seni bir hâl-i harâba yalnız” mısrası, kabrin kaçınılmaz bir akıbet olduğunu ve insanın oraya tek başına gireceğini vurgular. Bu “hâl-i harâb”, yani harap yer, fani dünyanın bütün ihtişamının anlamsızlaştığı, her şeyin geride bırakıldığı kabir hayatıdır. İkinci mısra, bu yalnızlık ve karanlık ortamda insana neyin yâr, yani dost olabileceğini düşündürür: “Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul”. Bu yâr, dünyadaki dostlar, aile veya mal-mülk değildir. Bu yâr, ancak insanın bu dünya hayatında amel olarak biriktirdikleri, yani salih amelleri, imanı ve Allah’a olan yakınlığı olabilir.
​Makale Muhteviyatı:
Bu beyit, metafizik ve ahlaki açıdan derin bir muhteva taşır. İnsan, hayatı boyunca birçok şeye bağlanır, birçok dost edinir ve mal-mülk biriktirir. Ancak, ölüm kapısı bütün bu bağları koparır. Kur’an-ı Kerim ve hadisler bu hakikati defaatle vurgular.
​T.D.V. Meali: Abese Sûresi, 34-37. Ayetler
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendine yetecek bir derdi vardır.”
​Bu ayetler, kıyamet gününün dehşetini tasvir ederken, Hâfız Ahmed Soyyiğit’in beyti, bu yalnızlığın daha ilk adımı olan kabirde başladığını hatırlatır. İnsan, kabirde tek başına kalır ve sadece amelleri ona yoldaşlık eder. Bu, dünya hayatında boş işlerle vakit kaybetmek yerine, ebedi hayat için hazırlık yapmanın önemine dair bir ibret dersidir. “Karanlık geceler” ifadesi, kabir azabını ve cehalet karanlığını da simgeleyebilir. Bu karanlığı aydınlatacak yegâne şey, Kur’an’ın nuru, namazın aydınlığı, zikrin sıcaklığı ve salih amellerin ferahlığıdır. Makale, bu beyitten yola çıkarak, hayatın fani olduğunu, asıl hedefin ebedi hayatın yoldaşını, yani salih ameli aramak olduğunu izah edecektir.
​Özet:
Hâfız Ahmed Soyyiğit’in beyti, insanın kabirdeki yalnızlığını ve bu yalnızlığa çare olacak tek dostun salih ameller olduğunu anlatır. Dünya hayatındaki bütün bağların ölümle son bulacağı ve asıl yoldaşın bu fani hayat boyunca biriktirilen manevi sermaye olduğu vurgulanır. Bu, insanı dünya malına ve geçici zevklere aldanmaktan alıkoyan, ibretli ve düşündürücü bir nasihattir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü

Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü

Ne garip bir tecellîdir ki, hak ile bâtılın mücadelesi binler yıl öncesinden bugüne değişmeden devam eder. Firavun’un zulmü nasıl Nil’in sularına bebekleri gömdüyse, bugünün zalimleri de Akdeniz’in sularına, Gazze’nin topraklarına masumları gömüyor. Ve bu devrin Firavunları, insanlık kisvesi altında en büyük insanlık cinayetini işlemektedir.
Bir sözleşme, bir ateşkes denildi. Lâkin ateşkes, zalim için nefes, mazlum için yeni bir mezar oldu. İsrail, kendi elleriyle öldürdüğü esirleri bahane ederek, bombalarının pasını yeniden temizledi. Gazze’de taş üstünde taş kalmamışken, onlar üç-beş leş-kerinin ardına düşüp “adalet” davası güder göründüler. Hâlbuki adaletin ilk şartı, vicdanın ölmemesidir. Fakat onların vicdanı, bombaların dumanı arasında çoktan boğulmuştur.
Gazze, bugün insanlığın aynasıdır. O aynaya bakan herkes kendi yüzünü görür. Kimisi orada şefkatin, sabrın, metanetin timsalini görür; kimisi de kendi sükûtunun, korkaklığının ve menfaatinin karanlık yüzünü…

Zulümle Âbâd Olunmaz

Tarihin sayfaları şehadet eder ki, hiçbir kavim zulümle bâkî kalmamıştır. Nemrud’un ateşi nasıl serinliğe döndüyse, Firavun’un sarayı da nasıl dalgalara mezar olduysa, bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır. Çünkü zulmün kökü, rahmetle sulanmaz; gazapla kurur.
İsrail, kendi yaptığı mezalimi “güvenlik” ve “öz savunma” maskesiyle gizlemeye çalışırken aslında kendi sonunu kazıyor. Çünkü öldürdüğü her çocuk, göğe yükselen bir delil oluyor. Her yıkılan ev, kıyamet günü bir mahkeme binası olacak.
Ve elbette Allah’ın adaleti, bir gün mutlaka tecellî edecek.
Kur’ân buyurur:
“Zulmedenler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ, 26/227 — TDV Meali)

Unutulan Gazze ve Hatırlanan Leş-kerler

Bugün dünya basını, “üç İsrailli ölmüş” diye ağıt yakıyor; oysa yüz binlerce Gazzeli toprağın altında sessizce uyuyor.
Bir insanlık faciası, birkaç propaganda cümlesine indirilmiş.
Gazze’de bir annenin çocuğunun elinden düşen son ekmek parçası haber değeri taşımıyorsa, orada insanlık bitmiş demektir.
Gazze sadece bir şehir değil, insanlığın imtihan sahasıdır.
Ve biz bu imtihanda sınıfta kaldık.
Kimi sessizliğiyle, kimi menfaat hesabıyla, kimi korkaklığıyla…

Hikmetle Bakıldığında

Belki de bu hâdise, insanın kendi aynasına bakması içindir.
Çünkü zulme karşı sessiz kalan, zalimin suçuna ortaktır.
Gazze, sadece İsrail’in değil; sessiz dünyanın da vicdan mahkemesidir.
Ve bu mahkemede her bir suskun dudak, bir suç belgesi hükmündedir.

Son Söz

Gazze’nin yıkılan duvarlarından hâlâ tek bir nida yükseliyor:
“Biz ölmedik, sadece Rabbin vaadine yürüdük.”
Zalim bilsin ki, mazlumun duası yerde kalmaz.
Bir gün adaletin fırtınası esecek; o gün ne bombalar, ne yalanlar, ne de diplomatik oyunlar bir işe yarayacak.
O gün, hak yerini bulacak, bâtıl yok olup gidecek.
Ve tarih, bu çağın zalimlerini değil, sabırla direnen Gazzelileri yazacak.
Çünkü zafer, her zaman kılıçla değil, hakla, sabırla ve imanla kazanılır.


Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

www.tesbitler.com
16/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

Fakirlik Edebiyatı ve Zihniyetin Maskesi: Hakikatin Perdesi Aralandı

Fakirlik Edebiyatı ve Zihniyetin Maskesi: Hakikatin Perdesi Aralandı

Tarih, yalnızca hâdiselerin değil, zihniyetlerin de aynasıdır.
Bir milletin geçmişine baktığınızda sadece kimlerin iktidarda olduğunu değil, hangi fikirlerin gönüllerde hüküm sürdüğünü de görürsünüz.
İşte Türkiye’nin son yarım asırlık serencamı da böyledir:
Bir tarafta üretim, terakki ve gayretle büyümek isteyen bir millet;
diğer tarafta “yoksulluk” edebiyatı üzerinden siyaset inşa etmeye çalışan bir zihniyet.

Fakirliği Savunmak mı, Kullanmak mı?

1970’lerden itibaren sol ve sosyalist çevreler, “fakir halkın temsilcisi” iddiasıyla sahneye çıktı.
Kendilerini mazlumun sesi, halkın umudu gibi göstermeye çalıştılar.
Lâkin zaman geçti, maskeler düştü, hakikat göründü:
Bu “fakirlik” onların ideolojisinin değil, siyasî sermayesinin ta kendisiydi.
Her fırsatta “açız, yoksuluz, perişanız” diye feryat edenlerin,
bugün milyarlık servetlerle, yalılarla, lüks araçlarla boy göstermesi;
hakikatin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkışıdır.

Fakirliği Kutsamak, Çalışmayı Küçümsemek

Hâlbuki bizim medeniyetimizde fakirlik bir şeref vesilesi değil, sabrın imtihanıdır.
Zenginlik ise bir fitne değil, emanetin ağırlığıdır.
Ama sol zihniyet, “fakirliği kutsayarak” çalışkanlığı, üretimi, gayreti gölgeledi.
İşsizliği sistemin değil, iradenin eseri olmaktan çıkarıp,
“ezilmişlik” perdesi altında bir siyasî kimlik hâline getirdi.
Böylece halkın gayreti değil, şikâyeti üzerinden siyaset kuruldu.
Ve her seçim dönemi aynı sahne yeniden oynandı:
Bir yanda fakir halkın yıpranmış yüzleri, diğer yanda o yüzlerden geçinen ideolojik tüccarlar…

Sefer Karaaslan Misali: Hakikat Perdesinin Aralanışı

Yakın zamanda yaşanan hadise bunun en canlı örneğidir.
Çöpten karton toplayan bir ihtiyarın görüntüsü, “açlık ve sefaletin sembolü” diye paylaşılır paylaşılmaz, memleketin gündemini kapladı.
Ancak perde aralandığında, o ihtiyarın hem Almanya hem Türkiye’den emekli maaşı alan, mülk sahibi, sağlıklı bir insan olduğu ortaya çıktı.
Yani ortada “fakirlik” değil, çalışma sevgisi ve üretken bir ruhun azmi vardı.
Ne var ki bu hakikat, ideolojik kalıplara sığmadı.
Çünkü “fakirlik” bazıları için bir hakikat değil, bir araçtı.

Gerçek Fakir, Hakikati Kaybedendir

Fakirlik, cebin boş olması değildir;
vicdanın, aklın ve hakkaniyetin boşalmasıdır.
Gerçek fakir, haksızlığı meşrulaştıran, halkın inancını istismar eden,
yalanı hakikat diye pazarlayandır.
Bu sebeple, bugün lüks sofralarda oturup “halk aç” diyenlerin,
asıl açlığı vicdan ve ahlâk açlığıdır.

Tarihin Aynasında Bir Gerçek

Osmanlı, asırlarca adaletle hükmetti.
Halkın rızkı helalinden, kazancı alın terindendi.
O devrin insanı bilir ki, fakirlik bir kader bahanesi değil, gayretsizliktir;
çalışmak ise kulluğun bir tezahürüdür.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Kişinin kazancının en hayırlısı, kendi elinin emeğiyle kazandığıdır.”
Ama bugünün ideolojik kalıntıları, çalışmayı değil, yakınmayı öğretti.
Üretmeyi değil, bahane bulmayı sevdirdi.
Fakirliği değil, fakirlik görüntüsünü pazarladı.

Son Söz: Hakikat Güneşi Perde Arkasında Kalmaz

Bugün hakikat yeniden doğmaktadır.
Millet artık boş sloganlara değil, alın terine bakmaktadır.
Gerçek yoksulluk değil, yoksulluk duygu ve hissi ve hissesi satılmaktadır.
Fakat güneş, çamurla sıvanmaz; hakikat, perdeyle örtülmez.
Çünkü zaman, her şeyi süzer.
Ve sonunda hakikat, yalanın maskesini düşürür.
“Zulüm ve yalan, bir müddet yaşar;
fakat hakikat bir kere doğdu mu, gölgesini bile yaşatmaz.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

LAFIZ VE MANA İNCELİKLERİ

LAFIZ VE MANA İNCELİKLERİ

Ahlâm, ihtilâm ve hilm kelimeleri Arapça asıllı olup kökleri, manaları, kullanıldıkları yerler ve hatta harf terkibinden doğan mânâ incelikleri bakımından birbirinden farklıdır.
Fakat hepsi ح ل م (ḥ-l-m) kökünden türemiştir. Bu kök, genel olarak “akıl, olgunluk, yumuşaklık, rüya ve sabır” mânâsını taşır.
Şimdi kelime kelime inceleyelim:

🌙 1. AHLÂM (أَحْلَام)

Kökü: حُلْم (ḥulm) → çoğulu Ahlâm
Asıl ve Sarfî Yapısı: “Ahlâm”, hülye / rüya anlamındaki “ḥulm” kelimesinin çoğuludur.
🔹 Lügat Mânâsı:
• Rüya, düş.
• Özellikle ergenlikte görülen rüya (cinsî rüya) anlamında da kullanılır.
• Aynı kökten gelen “ḥilm” ile aynı harflerden oluştuğu için bazen “aklî olgunluk” mânâsına da mecazen kullanılır.

🔹 Kur’ân’da Kullanımı:

“(أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ)”
(Yûsuf, 12/44 — TDV Meali: “Dediler ki: Bunlar karışık düşlerdir; biz böyle düşlerin tabirini bilmeyiz.”)
Buradaki Ahlâm kelimesi, karışık, manasız rüyalar için kullanılmıştır.
🔹 Muradifleri (Yakın Mânâlıları):
• Ru’yâ (رؤيا): Hakikî, ilâhî kaynaklı rüya.
• Hülyâ (حُلْم): Kuruntulu, hayalî düş.
• Menâm (منام): Uyku veya rüya hâli.
🔹 İlleti (Sebep Mânâsı):
Rüya görmek, nefsin uyku hâlinde zahirle irtibatının kesilmesiyle ruhun gaybî âleme açılmasıdır. Bu sebeple “Ahlâm”, nefsin gaybî idrakinin sembolik anlatımıdır.
🔹 Hizmeti (Faaliyeti):
İnsanın iç âleminden veya gaybdan gelen işaretleri, remzleri, tefekkür ve tezekkür için bir vesile kılmak.
🌊 2. İHTİLÂM (اِحْتِلَام)
Kökü: ح ل م (ḥ-l-m)
Babı: “İf‘ilâl” babı (اِفْتِعَالٌ) → “İhtilâm”
🔹 Lügat Mânâsı:
• Ergenlik çağına girip rüya görmek suretiyle meni gelmesi.
• Büluğ, rüşd ve cinsî olgunluk hâli.
🔹 Istılahî Mânâsı:
Fıkıhta “ihtilâm olmak” kişinin bülûğa erdiğini gösteren işarettir.
Yani bir çocuğun “ihtilâm olması”, artık dinen mükellefiyet (sorumluluk) yaşına erişmesidir.
🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“Ey iman edenler! Sizden olan küçükler, henüz ergenlik çağına erişmemiş (لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ) olanlar…”
(Nûr, 24/58 — TDV Meali: “Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunanlar ve sizden olup henüz ergenlik çağına ulaşmamış çocuklar…”)
Buradaki hulüm kelimesi “ihtilâm” ile aynı kökten gelir ve “ergenlik, olgunluk çağı” demektir.
🔹 Muradifleri:
• Bülûğ (بلوغ): Ergenlik, olgunluk.
• Rüşd (رشد): Aklen ve ahlaken olgunluk.
🔹 İlleti:
İnsanın yaratılışındaki tabii tekâmülün bir sonucu; cismanî olgunluğun işareti.
🔹 Hizmeti:
Mükellefiyetin başlangıcını, yani kulluğun sorumluluk çağına girişi belirtir.

🌾 3. HİLM (حِلْم)
Kökü: ح ل م (ḥ-l-m)
🔹 Lügat Mânâsı:
• Yumuşak huyluluk, ağır başlılık, aklın sükûneti.
• Acelecilikten, öfkeden uzak, vakar ve sabır hâli.
🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu (حَلِيمٌ), içli ve kendini Allah’a vermişti.”
(Hûd, 11/75 — TDV Meali)
“Allah Halîmdir, Ğafûr’dur.”
(Bakara, 2/235)
🔹 Muradifleri:
• Rauf: Merhametli.
• Sabûr: Sabırlı.
• Hakîm: Hikmet sahibi.
• Vekûr: Ağırbaşlı, teenni sahibi.
🔹 İlleti:
Akıl ve kalp dengesinden doğan manevî olgunluk hâlidir.
Nefsin hiddetine karşı kalbin itminanını muhafaza etmesi, ilahî bir sıfat olarak da “Allah’ın Hilm sıfatı” tecellisidir.
🔹 Hizmeti:
Toplumda sulh, vakar ve merhamet iklimi oluşturur; nefsi ıslah eder.
🌟 Kısa Fark Özeti:
Kelime – Asıl Mânâ Sahası -İlleti Hizmeti Ahlâm Rüya, düş Ruhî ve hayalî
Uyku hâlinde ruhun tecellisi
Gaybî işaretleri
idrak
İhtilâm – Rüya yoluyla bülûğa erme
Bedenî, nefsânî – Cismanî olgunluk Mükellefiyetin başlangıcı
Hilm -Yumuşaklık, sabır, olgunluk
Ahlâkî, kalbî – Akıl ve kalp sükûnu
Ahlâkı kemale erdirmek
hilm; ene ve nefsin galeyânını kıran bir fazilettir.
Meselâ:
“Hilm, nefsin celâline karşı bir cemâldir.”

******

Bu üç harf, hem lafız olarak hem de tasavvufî ve hakikî mânâ katmanlarında birbirine ince bir nizamla bağlanır.
Her harf, bir tecellî mertebesi gibidir.

🕊️ 1. Harf: ḥâ’ (ح)

🔹 Harfin Mânâsı:
• Arap harflerinin “nefesli” harflerindendir; boğazın derûnundan çıkar.
• Hayat (حياة), hakk (حقّ), hubb (محبّة), hakikat (حقيقة) gibi kelimelerin başında bulunur.
🔹 Remzî ve Tasavvufî Mânâsı:
• “Hayatın ve Rahmetin nefesi”ni temsil eder.
• Harfin şekli “açık bir kavis” gibidir; bu da rahmetin kuşatıcılığı ve kalbin yumuşaklığına işarettir.
• Nefesin başı, yani varlığın ilk soluğu gibidir.
🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
“ḥâ” burada, rüya ve yumuşaklık kökünün ilk unsuru olarak, hayatın kaynağı olan latif duyuşu başlatır.
Yani hilm, şiddet değil, hayatın rahmet nefesiyle başlar.

🌾 2. Harf: lâm (ل)

🔹 Harf Mânâsı:
• “Lütuf”, “bağlantı” ve “iltihak” mânâsına gelir.
• Lâm, Arapça’da mülkiyet, bağ, yöneliş manasını taşır: “lillâh = Allah içindir.”
🔹 Remzî Mânâsı:
• Harfin şekli, aşağıdan yukarıya uzanan bir hat gibidir; kulun Allah’a yönelişi, kalbin yükselişi.
• Tasavvufta muhabbet hattı olarak görülür: “ح”da doğan rahmet nefesi, “ل”de yöneliş bulur.
🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
Lâm, “ḥâ”nın rahmetini düzenleyen aklın bağıdır.
Böylece “ḥilm”de, rahmet duygusu akılla terbiye edilir: duyguda rahmet, tavırda ölçü.

🌙 3. Harf: mîm (م)

🔹 Harf Mânâsı:
• “Mâ, mevcûdiyet, mânâ, mahiyet” köklerinin ana harfidir.
• Harf şekliyle kapsayıcı bir daireyi andırır; bu da “cem” (birleştirme) ve “tamamlanma”yı ifade eder.
🔹 Remzî Mânâsı:
• “Mîm” varlığın son halkası, meyveleşme ve tecellî mertebesidir.
• “ḥâ”nın hayat nefesi, “lâm”ın lütuf bağıyla birleşir ve “mîm”de kemâl bulur.
🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
Mîm, hilm’in meyvesidir: sükûnet, vakar ve olgunluk.
Rüya (ḥulm) hâlinde bu, ruhun gayba açılışı;
Ahlâkta (ḥilm) ise bu, nefsin akıl ve rahmetle terbiye bulmasıdır.
🌿 Bütün Olarak “ح ل م” Kökü:
Harf -Temsil Ettiği Mana
Hilm’de Vazifesi
ḥâ (ح)Hayat, rahmet, nefes
Duygusal yumuşaklık, rahmetin aslı
lâm (ل)Lütuf, bağ, yöneliş
Aklın düzenleyici bağı
mîm (م)Mânâ, meyve, tamamlanma
Sabır, vakar, kemâl neticesi
🔸 Böylece ḥilm, bu üç mertebenin birleşimiyle oluşur:
Hayat (ḥâ) → Lütuf (lâm) → Mânâ (mîm)
Bu sıralama, “şiddetten sükûnete”, “nefsîden ruhânîye” giden terbiyeyi gösterir.
🌺 Tasavvufî Mânâyla Netice:
• Ahlâm (rüyalar): Ruhun ḥâ mertebesinde seyridir — rahmet nefesinin gaybî yansımalarıdır.
• İhtilâm: Lâm mertebesidir — cismaniyetle ruhun bağ kurduğu olgunluk hâlidir.
• Hilm: Mîm mertebesidir — bu bağın kemâle erdiği, rahmetin akılla birleştiği hâl.
Yani ح ل م kökü, insandaki ruhî yolculuğun üç hâlini de ihtiva eder:
“Hayatın nefesi (ḥâ) → Aklın lütfu (lâm) → Kalbin kemâli (mîm).”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 63 –

BERCESTE VE İZAHI – 63 –

​İktibas 1: Sa’dî-i Şîrâzî
​Benî Âdem a’zâ-yı yek-dîgerend
Ki der-âferîneş zî-yek gevherend
Çü uzvî be-derd âvered rûzgâr
Dîger uzvhâ-râ ne-mâned karâr
To kez-mihnet-i dîgerân bî-gamî
Neşâyed ki nâmet nehend âdemî

​İzah ve Açıklaması: Bu beyitler, İslâm medeniyetinin ve irfanının temel prensiplerinden olan insanlık vahdetinin en güzel ifadelerinden biridir. Şair, bütün insanların bir vücudun organları gibi olduğunu, yaratılış itibarıyla aynı cevherden olduklarını belirtir. Zira bir uzuv acı çektiğinde, diğer uzuvlar rahat duramaz. Eğer sen başkalarının derdine ve mihnetine alâkasız kalıyorsan, insan ismine lâyık değilsin. Bu beyitler, merhamet, yardımlaşma ve empati gibi insani hasletlerin ehemmiyetini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
​İnsanlık Vücudu ve Cihanşümul Şuur Makalesi
​İnsanlık, zamanın ve mekânın dar kalıplarını aşan, müşterek bir mukadderata sahip tek bir vücuttur. Bu hakikat, sadece dini ve ahlaki bir telkin değil, aynı zamanda hayatın bizzat kendisine sirayet eden bir düsturdur. Sa’dî-i Şîrâzî’nin asırlar evvel lisanından dökülen bu beytin muhtevası, günümüzde dahi cihanşümul bir şuur ve vicdan çağrısı olarak kulaklarımızda çınlamaktadır. Yaratılışın aynı cevherden neşet etmesi, tenlerimizdeki renk farklılıklarını, coğrafyamızdaki uzaklıkları ve lisanlarımızdaki ayrılıkları anlamsız kılmaktadır. Zira insan, kalbinin atışı, hissiyatının derinliği ve aklının genişliğiyle her yerde aynıdır.
​Bu beytin en çarpıcı cevabı, bir vücudun a’zâları arasındaki o hassas rabıtada gizlidir. Bir el, bir parmak veya bir göz acı çektiğinde, bu acı tüm vücuda yayılır ve huzursuzluk hâsıl eder. Bu, fıtrî bir reaksiyondur ve vücudun ahenk içinde yaşaması için zaruridir. Aynen öyle de, dünyanın herhangi bir bucağında bir insan, açlıktan, zulümden veya sefaletten mustarip olduğunda, bu ıstırabın yankısı, insanlık ailesinin her bir ferdinin kalbinde hissedilmelidir. Eğer bu fıtrî tepki köreldiyse, kalplerimiz katılaşmış, vicdanımız pas tutmuş demektir. O halde insan, isminin muhtevasına yaraşır bir hayat sürmekten uzaklaşır.
​İnsanlık tarihi, bu hakikate ya kulak verenlerin inşa ettiği merhamet ve adalet medeniyetleriyle, ya da bu sese sağır kalanların sebep olduğu yıkım ve gözyaşlarıyla doludur. Birlik ve beraberlik, sadece fiziki bir yakınlık değil, aynı zamanda manevi bir bağdır. Bu bağın kuvveti, ancak başkasının derdine ortak olmakla, onun yarasını sarmaya çalışmakla anlaşılır. Zira insan, başkalarıyla kurduğu münasebetle insaniyetini kemâle erdirir. Sa’dî’nin beyitleri, bizlere bencilliğin ve gafletin, insanlık cevherimize en büyük ihanet olduğunu hatırlatır. Zira başkasının derdine derman olamayan bir kalp, kendi hayatının da muhtevasını idrak edemez. Bu, sadece bir şairin sesi değil, insanlığın ortak vicdanının ezelden ebede uzanan beyanıdır.
​Özet: Sa’dî-i Şîrâzî’nin beyitleri, insanlığın bir vücut gibi olduğunu, birinin derdinin tüm vücudu etkilediğini vurgular. Eğer bir insan, başkasının acısına alâkasız kalırsa, insanlık vasfını yitirmiş olur. Makale, bu fikirden hareketle, merhamet, empati ve insanlık şuurunun medeniyetlerin inşasındaki ehemmiyetini ve hayatın her veçhesine sirayet eden bu hakikati ele almaktadır.

​İktibas 2: Nev’î
​Kahr-ı dehr ile olur tûtî guraba hem-nîşîn
Yine şevkâyı gurab eyler garâbet bundadır

​İzah ve Açıklaması: Nev’î’nin bu beyti, dünyanın kahredici tecellileri karşısında hayatın ne kadar garip bir hâl alabileceğini izah eder. Papağan (tûtî), güzelliğin, zarafetin ve hoş lisanın; karga (gurab) ise çirkinliğin, uğursuzluğun ve kaba sesin sembolüdür. Normalde bir araya gelemeyecek bu iki varlığın, zamanın kahriyle yan yana gelmesi bir garipliktir. Fakat esas gariplik, bu vaziyete düşen papağanın şikayetlerini kargaya yapmasıdır. Bu, ıstırabın, insanı çareyi umulmadık yerlerde arayacak bir perişanlığa sürüklemesini ve kaderin tuhaflıklarını ihtiva eder.
​Kaderin Cilvesi ve Hayatın İronisi Makalesi
​Hayatın muhtevası, bazen insanı kendi iradesinin haricinde, akla ve mantığa muhalif durumlara düşürebilir. Kaderin cilveleri, alışılageldik nizamları altüst ederek, güzeli çirkinle, haklıyı haksızla, bilgini cahille aynı kefeye koyabilir. Nev’î’nin bu beyti, bu garip ve trajik manzarayı, papağan ile karga sembolizmi üzerinden hikmetli bir şekilde ortaya koymaktadır. Papağan, lisanı ve zarafetiyle hayranlık uyandıran bir varlık iken, karga uğursuz ve kaba bir imgedir. Bu iki zıt unsurun, feleğin kahrı neticesinde aynı mecliste bulunması, hayatın bazen ne kadar garip görünebileceğinin bir göstergesidir.
​Ancak beytin asıl derinliği, papağanın şikayetini kargaya yapmasında saklıdır. Bu durum, ıstırabın insanı, derdini anlayamayacak, hatta derdinden zevk alabilecek birine açma mecburiyetine sevk edişini ihtiva eder. Bu bir nevi, çaresizliğin en son mertebesidir. Bu, hayatın acı bir ironisidir. Zira insan, dermanı dertte, teselliyi kederde bulmaya çalışabilir. Bu, aynı zamanda, insanın en zorlu anlarda bile fıtratından tamamen kopmadığını ve içindeki şikayet etme arzusunun kime karşı olursa olsun tezahür ettiğini gösterir.
​Tarihî süreçte pek çok edebi ve felsefi metin, bu türden “garabetleri” konu edinmiştir. Ehl-i kemâlin, ehliyetsiz kişilerce idare edildiği, hakikatin lisanının gürültüye boğulduğu dönemler, bu beytin muhtevasına en güzel misallerdendir. Asıl olan, bu türden garabetler karşısında insanın kendi özünden, duruşundan ve şahsiyetinden taviz vermemesidir. Zira papağan, ne kadar kargaya şikayet etse de, onun lisanı ve zarafeti değişmez. Hayatın zorlukları, karakterin ve asaletın mihenk taşıdır. Bu durumda insan, fıtratına sığınarak, dertlerini dertten anlamayanlara değil, bizzat Hakk’a arz etmeli, iç huzurunu korumaya gayret etmelidir.
​Özet: Nev’î’nin beyti, feleğin adaletsizliği sonucu güzellik ve zarafetin, çirkinlik ve kabalıkla aynı seviyeye inmesini ve bu durumun asıl ironisinin, ehl-i kemâlin derdini ehline değil, tam zıddına arz etmesi olduğunu anlatır. Makale, bu beyit üzerinden hayatın ironik yönlerini, kaderin cilvelerini ve insanın zorluklar karşısında kendi özünü korumasının ehemmiyetini ele alır.

​İktibas 3: Beliğ Mehmed Emin
​Abes değil dil-i mecrûha tünd-hûyî-i yâr
Zarardır etse zahmdâra merhamet cerrâh

​İzah ve Açıklaması: Bu beytin izahı, aşkın ve şefkatin zahiri manalarından farklı bir derinliğe işaret eder. Şair, yaralı gönüllü bir aşık için sevgilinin sert mizacının abes olmadığını söyler. Ardından bu durumu, yaralıya merhamet gösteren bir cerrahın hastasına zarar vermesiyle mukayese eder. Bu, bazen acı veren müdahalelerin, nihayetinde iyileşme ve kemale erme için elzem olduğunu ima eder. Hakiki merhamet, sadece yumuşaklık ve tesellide değil, aynı zamanda zaruri acıya katlanma ve onu uygulamada da tecelli edebilir.
​Aşkın Cerrahı ve Büyümenin Sancısı Makalesi
​Gönül yaraları, çoğu zaman teselli ve yumuşak bir dokunuş arar. Ancak Beliğ Mehmed Emin’in bu beytinin muhtevası, bu beklentinin aksine, yaralı bir gönlün en büyük şifasının, bazen bizzat sevgilinin sert ve müdahale edici tabiatında gizli olabileceğini düşündürür. Bu, bir paradoks gibi görünse de, hayatın ve aşkın en temel hakikatlerinden birine işaret eder: Büyüme ve olgunlaşma, çoğunlukla sancılı bir süreçtir.
​Bu beytin en can alıcı noktası, sevgilinin tutumunu bir cerrahın ameliyatına benzetmesidir. Bir cerrah, hastasının yarasını temizlemek ve onu iyileştirmek için, o yaraya dokunmak ve neşter vurmak zorundadır. Bu işlem, hastaya acı verir. Fakat bu acı, merhametsizlikten değil, bilakis şifaya kavuşturma gayretinden kaynaklanır. Cerrahın en büyük merhameti, yarayı görmezden gelmek değil, onu tedavi etme cesaretini göstermesidir. Eğer cerrah, hastanın acısına dayanamayıp ona merhamet gösterseydi, yara kapanmaz, iltihaplanır ve daha büyük bir zarara yol açardı.
​Tasavvufî ve edebi eserlerde sıkça rastlanan bu düşünce, aşkın sadece lütuf ve ihsandan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir terbiye ve tezkiye vasıtası olduğunu ihtiva eder. Hakiki sevgili, maşukun kusurlarını örterek değil, onu eksikliklerinden arındırarak kemale erdirir. Bu süreçte yaşanan her çile, her kahır ve her sert muamele, aslında ruhun cilalanması ve kalp aynasının parlatılması için bir vesiledir. Aşkın cerrahı, neşterini vuran sevgili, ruhumuzu arındıran ilahi takdirin bir tecellisi olabilir. Bu, âşığın yarasının, aslında bir terakki ve manevi yükseliş yolculuğunun başlangıcı olduğunu idrak etmesini sağlar. Zira kalbimizdeki yaralar, bizi dünya hayatının fani hazlarından uzaklaştırıp, ebedi olana yöneltir.
​Özet: Beliğ Mehmed Emin’in beyti, yaralı bir gönül için sevgilinin sert mizaçlı olmasının lüzumsuz olmadığını, zira cerrahın yaralıya merhamet göstermesinin ona zarar vereceğini söyler. Makale, bu analoji üzerinden, hayat ve aşkta bazen yaşanan acı ve zorlukların, aslında manevi büyüme ve olgunlaşma için gerekli olduğunu, zira hakiki merhametin daima zahiren hoş görünmediğini anlatmaktadır.

​İktibas 4: Sâlih Baba
​Ezelden âşıkız aşkın belâsın inkıyâd etdik
Ki biz abdâl-ı aşkız derd gibi dermânımız vardır

​İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tasavvufî aşkın, sıradan bir duygunun ötesinde, ilahi bir makama ve vazifeye işaret ettiğini ortaya koyar. Şair, aşıkların ezel âleminden beri var olduklarını, aşkın getirdiği tüm belalara teslim olduklarını ifade eder. Kendilerini “aşkın abdalları” olarak tanımlar ve dertlerinin aynı zamanda dermanları olduğunu belirtir. “Abdâl,” manevi yolculukta belli bir dereceye ulaşmış, kendisinden dünya kaygısını atmış, Allah’ın iradesine tam teslim olmuş kişilere verilen bir isimdir. Aşkın bu mertebesi, acının bizzat şifaya dönüştüğü bir makamı ihtiva eder.
​Derdin Derman Olduğu Aşkın Abdalları Makalesi
​Aşk, beşeri lisanla anlatılması zor bir kavramdır. Ancak tasavvufi irfanda aşk, fani varlıklara duyulan geçici bir duygu olmaktan öte, kâinatı var eden ilahi sırra ulaşmanın yegane vasıtası olarak kabul edilir. Sâlih Baba’nın bu beytinin muhtevası, bu aşkın kaynağını ezelî ve ebedî bir hakikate bağlar. Aşkın getirdiği belâlara inkıyâd etmek, yani onlara gönülden teslim olmak, âşığın bu yoldaki en büyük imtihanı ve aynı zamanda en büyük yükselişidir. Zira bu teslimiyet, insanın kendi benliğinden sıyrılıp, mutlak olana yönelmesini temin eder.
​”Biz abdâl-ı aşkız” ifadesi, bu teslimiyetin en yüce mertebesini ifade eder. Abdal, dünya hayatının kaygılarından arınmış, manevi bir özgürlüğe kavuşmuş, ilahi aşkın sırrına vâkıf olmuş kâmil bir insandır. Bu şahsiyetler için aşkın derdi, bir hastalık değil, bizzat ruhun gıdası ve kemâle erdiricisi olur. Bu, derdin derman, dermanın ise dertten neşet ettiği bir paradokstur. Bu aşkın ıstırabı, fani bir ayrılığın getirdiği acı değil, aksine ilahi hakikate daha yakın olma iştiyakının verdiği bir tatlı sızıdır. Bu sızı, âşığı uyanık tutar, onu daima vuslat yolunda seyr ü sefere sevk eder.
​Bu makamda, âşık için dünya hayatının mihnetleri, zahirî acıları, adeta bir derman faaliyeti görür. Zira her bir meşakkat, onu daha derinden düşünmeye, hayatın manasını sorgulamaya ve nihayetinde Yaradan’a daha sıkı sarılmaya iter. Derdin derman olduğu bu aşk mertebesi, insanın fıtratındaki en derin yaraların, yine o aşkın kendisiyle iyileştirilebileceğini ihtiva eder. Sâlih Baba, bu beyit ile fani aşklarda derman arayan gönüllere, hakiki dermanın bizzat aşkın kendi içerisinde saklı olduğunu fısıldar. Bu, sadece bir şairin cevabı değil, aynı zamanda manevi hayatın en büyük hikmetlerinden biridir.
​Özet: Sâlih Baba’nın beyti, ilahi aşka ezelden beri aşık olunduğunu ve bu aşkın belalarına teslimiyetin, âşıkı “aşkın abdalı” makamına ulaştırdığını anlatır. Makale, bu fikir üzerinden tasavvufi aşkın paradoksal muhtevasını, yani acının ve derdin bizzat derman olduğu manevi hâli ele almaktadır.

​İktibas 5: Abdurrahman Şeref
​İntisâbı feleğin cehle midir
Dâr-ı dünyâ yüzü nâ-ehle midir

​İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tarihin her döneminde akıl ve hikmet ehli insanların zihinlerini meşgul eden suallere cevap aramaktadır. Şair, feleğin (kaderin) cahillere intisap edip etmediğini, yani dünyanın gidişatının neden cahillerin ve bilgisizlerin lehine olduğunu sorgular. İkinci mısrada ise dünya hayatının (dâr-ı dünyâ) ehline, yani layık olanlara değil de, ehliyetsiz ve liyakatsiz olanlara yüzünü dönüp dönmediğini sorar. Bu beyit, dünyevi adaletsizlikler, ehliyet ve liyakatin bazen göz ardı edilmesi ve cahillerin meşru olmayan yollarla yükselmesi gibi konulara işaret eder.
​Hayatın İmtihanı ve Varlığın Sırrı Makalesi
​İnsanlık tarihi, daima birbiriyle çatışan iki kuvvetin hikayesini anlatır: Hak ile Bâtıl, Adalet ile Zulüm, Hikmet ile Cehalet. Abdurrahman Şeref’in bu beyti, bu ebedi çatışmanın en sancılı suallerini dile getirir. “Feleğin intisâbı cehle midir?” suali, tarihin pek çok döneminde hikmet erbabının dilinden düşmeyen bir serzeniş olmuştur. Hak edenin değil, bilakis hak etmeyenin mevki ve makama geldiği, liyakatin değil, menfaatin esas alındığı zamanlarda bu soru daha bir ehemmiyet kazanır.
​Bu suale cevabımız, dünyayı bir imtihan sahası olarak görme perspektifimizle doğrudan bağlantılıdır. Şayet dünya, nihai bir adalet ve mükâfat yeri olsaydı, bu türden adaletsizlikler yaşanmazdı. Ancak dünya hayatı, asıl olan ahiret hayatının bir mukaddimesidir. Bu yüzden dünya, iyiler için bir imtihan, kötüler için ise bir fırsat ve aynı zamanda bir aldanış yeridir. Nâ-ehle yüzünü dönen dünya, aslında onların faniliğini ve geçiciliğini tebarüz ettirir. Zira cehaletle elde edilen her başarı, temelden yoksun bir bina gibidir; bir rüzgârda yıkılmaya mahkûmdur.
​Bu beyit, bir yandan dünyevi hayatın zahiri adaletsizliklerine dair bir sızlanış ihtiva ederken, diğer yandan da sabır ve hikmetle bu vaziyete karşı durmanın lüzumuna işaret eder. Hakiki liyakat, dışarıdan gelen bir tasdikle değil, içten bir olgunlukla ve hakikate olan bağlılıkla ölçülür. Ehil olanın, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması, aksine kendi nefsini ve ilmini terbiye etmeye devam etmesi gerekir. Zira bu dünya, sadece maddiyatla değil, maneviyatla da ayakta durur. Ehil olanın vazifesi, cehaletin karanlığında bir kandil gibi parlamak ve hakikatin yolunu aydınlatmaktır. Nihayetinde feleğin adil tecellisi, dünya hayatının değil, ebedi hayatın muhtevası içinde tecelli edecektir. Bu hakikat, mümin bir kalbe sonsuz bir sükûn ve hayat neşvesi bahşeder.
​Özet: Abdurrahman Şeref’in beyti, dünyanın neden cahillere ve ehliyetsiz kişilere yüzünü döndüğünü, neden adaletsizliğin yaygın olduğunu sorgular. Makale, bu sorulara cevaben, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğu fikrini ele alır ve gerçek liyakatin, sabrın ve hikmetin ehemmiyetini vurgular. Ehil olanların, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması gerektiği ifade edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 62–

BERCESTE VE İZAHI – 62–

Fodlacızâde Ahmed Râsim: Ömrün Tek Saati
​“Saat-i vahidedir ömr-i cihan / Saatî tâ’ate sarf eyle hemân”
​Bu beyit, Fodlacızâde Ahmed Râsim’in kaleme aldığı, dünya hayatının kadrini ve kıymetini anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şâir, dünya ömrünü yalnızca bir saatlik bir zaman dilimine benzeterek, insana bu kısacık vakti mâsiyetle değil, ibadetle geçirmesi gerektiğini tavsiye etmektedir. Dünya hayatının faniliği ve geçiciliği, bu beyitte son derece veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu kısacık ömrü, Allah’a kulluk ve tâatle doldurmak, kişinin ebedî saadetini temin etmesinin yegâne yoludur. Bu beyit, bize yalnızca hayatın kısalığını değil, aynı zamanda her ânın, her saniyenin ne kadar paha biçilmez olduğunu da hatırlatmaktadır.
​Asr-ı Saadetten kalma bir hakikat olan, “Ömrünüzü bir saat farz edin, o saatin her anını ibadetle geçirin.” sözü, bu beyitteki muhtevayı teyid etmektedir. İnsan, nefsine aldanıp dünya heveslerinin peşinde koşarken, zamanın akışına ve ömrünün çabucak geçişine gâfil kalabilir. Ancak bu beyit, bir uyarıcı vazifesi görerek insana âhiret hazırlığını geciktirmemesi gerektiğini, her bir nefesin kıymetini bilmesi ve onu Rabbine kullukla değerlendirmesi gerektiğini öğütler. Bu, insanın yalnızca dünyevî bir varlık olmadığını, aynı zamanda uhrevî bir hedefe doğru yürüdüğünü hatırlatan bir beyittir.

​Hoca Ahmed-i Yesevî: Aşk Derdinin Dermanı Yoktur

​“Işka tüştüñ otka tüştüñ küyüp öldüñ / Pervâne dik cāndın kiçüp ahker bulduñ / Derdge tolduñ gamge solduñ tilbe bulduñ / Işk derdini sorsañ hergiz dermānı yok”
​Hoca Ahmed-i Yesevî’nin bu beyiti, ilâhî aşkın yakıcı ve dönüştürücü gücünü anlatmaktadır. Şâir, aşka düşmeyi ateşe düşüp yanmaya benzetir. Bu yanış, mâsivâdan (Allah’tan gayrı olan her şeyden) geçiş ve hakikî mâşuk olan Allah’a yöneliş sürecidir. Beyitte, aşığın pervaneye benzetilmesi dikkat çekicidir. Pervane, ışığa olan tutkusundan dolayı ateşe atılır ve feragat etmeye sevk eder. Aşkın getirdiği bu derin acı ve hüzün, âşığı adeta bir deliye çevirir. Bu dert, mânevî bir hastalık olup, dünya ilâçlarıyla şifa bulmaz.
​Bu beyit, bir hakikati daha ifşa eder: İnsanların fânî dünyalıklarına duydukları sevgi ve muhabbet, bir derttir ve bu dertten ancak mâşuk olan Allah’a yönelerek kurtulunabilir. Aşkın getirdiği bu mânevî dert, zâhiren kederli gibi görünse de, bâtınen bir şifadır. Nitekim, bu dertle dolan gönül, dünyaya karşı soğur ve âhirete yönelir. Bu beyit, insana aşkın dünyevî değil, uhrevî bir muhtevası olduğunu hatırlatır. İnsanı gaflet uykusundan uyandıran, onu hakikate sevk eden bir derttir bu.

​Fuzûlî: Âşık Mizacının İstikameti ve Derdi

​“Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm / Âşıkın derdine dermân etseler bîmâr olur”
​Fuzûlî, bu beyiti ile aşkın, insanı kemale erdiren bir hususiyetini dile getirir. Bir âşıkın mizacının istikamet bulması, yani doğru yolda olması, aşk derdine yakalanmasıyla mümkündür. Zîrâ aşk, âşıkı nefsanî arzulardan uzaklaştırır, onu mânevî olgunluğa ulaştırır. Dünyevî meselelere karşı kayıtsız kalmasını sağlar ve onu Hak yoluna yönlendirir. Ancak şâir, aynı zamanda aşkın, âşık için bir hastalık gibi olduğunu da belirtir. Öyle ki, eğer bu hastalığa, yani aşk derdine bir derman bulunsa, âşık hastalanır, yani manevî istikametini kaybeder. Bu, aşkın zâhirî bir hastalık gibi görünse de, bâtınî bir şifa, bir mânevî tedavi olduğu anlamına gelir.
​Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin “Dert, insanı Allah’a yakınlaştırır.” sözü, bu beyitteki muhtevayı teyid eder. Aşk, âşıkı dert sahibi yapar ve bu dert, onu Yaradan’a yaklaştırır. Bu, fânî olandan kalıcı olana, geçici olandan ebedî olana yönelişin bir neticesidir. Aşk derdi, bir imtihan olduğu gibi, aynı zamanda bir lütuftur. Zîrâ bu dert, âşıkın kalbini temizler ve onu mâneviyatın zirvesine taşır.

​Ziyâ Paşa: Rızka Kanaatin Sultanlığı
​“Rızkına kānî olan gerdūna minnet eylemez / Âlemin sultânıdır muhtâc-ı sultân olmayan”
​Ziyâ Paşa, bu beyitinde kanaat etmenin, rızıkta gözü olmamanın getirdiği izzeti ve üstünlüğü vurgulamaktadır. Kendi rızkına razı olan, yani Allah’ın kendisine taksim ettiği nasibe kanaat eden kimse, dünyanın malına ve mevkiine minnet etmez. Zîrâ o, malın ve makamın fânî olduğunu idrak etmiştir. Bu kimse, kimseye muhtaç olmayan, kendi halinde bir sultandır. Beyitin ikinci mısrası, bu hakikati daha da güçlendirmektedir: “Sultana bile muhtaç olmayan, âlemin sultanıdır.” Bu, insanın gerçek zenginliğinin malda ve mülkte değil, gönül zenginliğinde olduğunu, başkasına el açmaktan uzak durmanın, en büyük servet olduğunu ifade eder.
​Bu beyit, günümüz insanına önemli bir ders verir. İnsanlar, sürekli daha fazlasını arzularken, kanaat etmenin getirdiği huzuru ve mutluluğu unutmuşlardır. Ziyâ Paşa, asıl sultanlığın dış görünüşte veya makamda değil, iç huzurda ve kimseye muhtaç olmamakta olduğunu vurgular. Bu, bir nevi “Gönül zenginliği, gerçek zenginliktir.” hikmetinin bir tezahürüdür.

​Nâbî: Mizacın Esnekliği

​“Misâl-i âb ederiz nik ü bedle âmîziş / Bu kârgehde mu’ayyen mizâcımız yokdur”
​Nâbî’nin bu beytinde, su gibi olmanın, yani iyilikle kötülükle bir arada bulunmanın düşüncesi anlatılmaktadır. Nâbî, insanların farklı karakterde ve mizacın katı kalıpları içinde kalmamasının önemini vurgular. Nitekim su, içine girdiği kabın şeklini alır. İyiyle beraber olduğunda iyilikle, kötüyle beraber olduğunda ise kötülükle bir arada bulunabiliriz. Ancak bu, Nâbî’nin ahlâkî bir duruş sergilemediği anlamına gelmez. Bilakis, bu beyit, insana hayatın çeşitli durumlara ve insanlara karşı esnek olabilme kabiliyetini öğütler. Zîrâ dünya, farklı görüşlerin, farklı fikirlerin ve farklı karakterlerin bir arada bulunduğu bir kârgâhtır. Katı bir mizaca sahip olmak, insanın bu kârgâhta uyum sağlamasını güçleştirir.
​Bu beyit, insanlara bir hoşgörü ve esneklik dersi vermektedir. İnsanın her şeye karşı katı bir tutum sergilemesi, onu sosyal hayattan uzaklaştırır. Bu, aynı zamanda insanın kendini geliştirebilmesi, farklı görüşlere açık olabilmesi için de bir gerekliliktir. Ancak bu esneklik, kişinin kendi değerlerinden taviz vermesi anlamına gelmez. Bilakis, bu esneklik, kişinin kendi kimliğini koruyarak, farklılıklarla bir arada yaşama kabiliyetini gösterir.

​Makale Özeti
​Bu makale, Fodlacızâde Ahmed Râsim, Hoca Ahmed-i Yesevî, Fuzûlî, Ziyâ Paşa ve Nâbî’nin hikmet dolu beyitleri üzerinden insan hayatının çeşitli veçhelerini izah etmektedir. Fodlacızâde, dünya hayatının bir saatlik ömür gibi kısa olduğunu, bu sebeple her anın ibadetle değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Hoca Ahmed-i Yesevî, ilâhî aşkın yakıcı ve dönüştürücü gücünü anlatır ve aşk derdinin, dünyevî dertlere benzemediğini, aksine bir şifa olduğunu belirtir. Fuzûlî, âşıkın mizacının ancak aşk derdiyle istikamet bulacağını, bu derdin dermanının olmadığını, çünkü derdin kendisinin bir şifa olduğunu dile getirir. Ziyâ Paşa, rızkına kanaat eden kimsenin kimseye minnet etmeyeceğini ve bu kanaatin kişiyi âlemin sultanı yapacağını ifade eder. Nâbî ise, insan mizacının katı olmaması gerektiğini, su gibi esnek ve uyumlu olmanın hayatın içinde bir gereklilik olduğunu beyan eder. Bu beyitler, farklı şâirlerin kaleminden çıkmış olsa da, hepsi de insanın mânevî kemâlini, dünyanın faniliğini, aşkın derinliğini ve kanaatin kıymetini ihtiva eden ortak bir hikmet havuzunda birleşmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 61–

BERCESTE VE İZAHI – 61–

​1. : Taşlıcalı Yahyâ – Derûnî âşinâ ol taşradan bîgâne sansınlar

​İktibas:
Derûnî âşinâ ol taşradan bîgâne sansınlar
Bu bir zîbâ revişdir âkil ol divâne sansınlar
​İzah ve Şerh:
Taşlıcalı Yahyâ, bu beytinde tasavvufî ve ahlakî bir ders vermektedir. Şair, insana, gönülden samimi ve dostça olmayı, lakin bunu dışarıdan gizlemeyi telkin eder. Bu, gösteriş ve riyadan uzak durmanın, salih amelleri gizlemenin bir remzidir. İkinci mısrada ise bu husus daha da tebarüz eder: “Bu güzel bir yoldur, sen akıllı ol da insanlar seni deli sansınlar.” Bu, hakikî hikmetin ve akıllılığın, avamın tasavvur ettiği gibi dünyevî menfaatlere değil, manevî hakikatlere yönelmek olduğunu ifade eder. Dışarıdan “deli” görünmek, dünyanın boş ve fani işlerine itibar etmemek, hakikat yolunda sebat etmek manasına gelir. Nitekim peygamberler ve evliyaullah, ilk etapta kendi kavimleri tarafından garip, hatta “mecnun” telakki edilmişlerdir. Bu beyit, samimiyetin ve hakikatin dış görünüşten daha mühim olduğunu ve bu yolda yürüyenlerin, avamın takdirini değil, Hakk’ın rızasını aramaları gerektiğini beyan eder.

​2.: Tâhirü’l-Mevlevî – Çeşminin bilmem nasıl te’sîr-i sihr-âmîzi var

​İktibas:
Çeşminin bilmem nasıl te’sîr-i sihr-âmîzi var
Aşka mecbûr etdi sevdâdan usanmış gönlümü
​İzah ve Şerh:
Bu beyitte, ilâhî aşkın gönüldeki müessiriyeti ve gücü tasvir edilir. Şair, sevgilinin (hakikî manada Allah’ın) bakışlarının nasıl bir sihirli tesiri olduğunu bilemediğini söyler. Bu tesir, gönlü zaten sevdadan yorulmuş ve bıkmış bir hale getirir. Bu, iradenin acziyeti ve ilâhî çekimin kaçınılmazlığına işaret eder. İnsan, ne kadar aşkın ıstıraplarından yorulsa ve uzaklaşmaya çalışsa da, ilâhî bir celb ile tekrar aşka mecbûr olur. Bu durum, ilâhî takdirin ve kudretin tecellisidir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin mesnevisinde de belirttiği gibi, aşk, bir irade meselesi değil, ilâhî bir cezbe ve mecbûriyet halidir. Gönül, tıpkı mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi, ilâhî aşka doğru çekilir. Bu beyit, bu manevî cazibenin ve ilâhî aşkın gönül üzerindeki tesirinin acziyetini ve teslimiyetini veciz bir şekilde ifade eder.

​4. Şeyhülislâm Yahyâ – Kanâ’at gencine mâlik olup künc-i selâmetde

​İktibas:
Kanâ’at gencine mâlik olup künc-i selâmetde
Fakir olur şeh-i devrâna baş eğmez gedâlarda
​İzah ve Şerh:
Şeyhülislâm Yahyâ, bu beytinde kanaatin ve nefsine hâkim olmanın getirdiği manevî zenginliği ve izzeti tarif eder. Kanaat, yani elinde olana rıza göstermek, bir **”hazine”**ye benzetilmiştir. Bu hazineye sahip olan kişi, dünyevî zenginliklerin peşinde koşmaz ve gönül huzuru (künc-i selâmet) içinde bir hayat sürer. Böyle bir kişi, fakir olsa bile, o devrin en kudretli hükümdarına bile boyun eğmez. Zira onun fakirliği, mal yokluğundan değil, gönül tokluğundandır. Bu, İslâm ahlakının en mühim kaidelerinden biri olan istigna yani kimseye muhtaç olmama ve kanaat sahibi olma prensibini vurgular. Bâtınî fakirlik, gönül fakirliği, insana bir hürriyet ve izzet bahşeder. Mal mülk peşinde koşanlar, bir müddet sonra o malın esiri olurlar. Lakin kanaat hazinesine sahip olanlar, dünyanın gelip geçici mevkilerinden ve güçlerinden azade olur, hakiki hürriyeti elde ederler.

​4.: Nahîfî – Ağardı mûy-ı rîş ü ser gönül dünyâya kanmazsın
​İktibas:
Ağardı mûy-ı rîş ü ser gönül dünyâya kanmazsın
Sabâh oldu dahi sen hâb-ı gafletden uyanmazsın
​İzah ve Şerh:
Bu beyit, insan hayatının fâniliğini ve ömrün sona erdiğini, ancak insanın hâlâ gaflet uykusundan uyanmadığını izah eden ibret verici bir ikazdır. Şair, saç ve sakalların ağardığını, yani ömrün artık ihtiyarlık çağına geldiğini ifade eder. Bu, aynı zamanda ecelin yaklaştığının ve hayatın sonbahar mevsimine girildiğinin bir nişanesidir. Bütün bu işaretlere rağmen, insan hâlâ dünyaya kanmaya, yani dünyanın geçici zevklerine aldanmaya devam etmektedir. Beytin ikinci mısrası, bu gaflet halini daha da şiddetle vurgular: “Sabah oldu, sen hâlâ gaflet uykusundan uyanmıyorsun.” Burada “sabahın olması” mecazî bir ifadedir; ömrün sonuna gelinmesi, kıyamet alametlerinin görülmesi ve ölümün yakınlaşması gibi manaları ihtiva eder. Bu beyit, insanı derin bir tefekküre sevk eder ve ona bu fani hayattan uyanıp ahiret için hazırlık yapması gerektiğini hatırlatır. Dünyanın geçici cazibesine kapılanların, ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını ibretli bir lisanla anlatır.

​Kanaat Hazinesi, İnsanın İmtihanı ve Gönül Uyanıklığı
​Hayat, mana ve muhteviyatı itibarıyla derin bir denize benzer. Bu denizde yüzebilmek, onun gelgitlerine karşı dirayetli olmak ve sahile selametle çıkabilmek için, ecdadımızın bize miras bıraktığı hikmet incilerinden istifade etmemiz zaruridir. Yukarıda izahına çalıştığımız beyitler, bu hikmetin birer numunesidir. Bu beyitlerde, gönlün dağdağalı seyrinden, ruhun olgunlaşma serüvenine, hayatın imtihanlarından, nefs ile mücadelenin ehemmiyetine kadar pek çok kıymetli ders bulunmaktadır.
​Hak yolunda ilerleyen her mürid, nefsânî isteklerinin ve dünyevî lezzetlerin aksine, manevî bir cehd ve cihad ile karşı karşıya kalır. Bu cehd, onun iç dünyasını perişan etse de, bu perişanlık, gönlün kemale ermesi ve Hak’ka yakınlaşması için bir zarurettir.
​Diğer beyit, insanın zâhirî ve bâtınî hallerini mukayese ederek bize ahlakî bir ders verir. Gerçek hikmet, başkalarının gözünde itibar ve saygı kazanmakta değil, bilakis Hakk’ın nazarında makbul olmaktır. Bu yolun yolcuları, bazen avamın nazarında “deli” veya “mecnun” gibi görünebilirler. Lakin bu hal, onların nefslerinden ve dünyanın fani süslerinden ne kadar uzaklaştıklarının bir delilidir. Zira dünya ehlinin aklına uymayanlar, ahiret yolunun en akıllı yolcularıdır.
​Diğer beyit, ilâhî aşkın gönül üzerindeki tesirini anlatır. İnsan, nefsinden ve dünyevî sıkıntılardan yorulsa da, ilâhî bir celb ile tekrar aşka düşer. Bu hal, insan iradesinin acziyetini ve ilâhî takdirin azametini gösterir. Gönlümüzü yeniden sevgiye mecbûr eden bu celb, bizi Hak’ka yaklaştırır ve O’nun rızasına erdirir.
​Diğer beyit, kanaat hazinesinin ne kadar kıymetli olduğunu vurgular. Kanaat, bir gönül zenginliğidir. Dünyevî zenginlikler gelip geçici ve sahibini esir eden şeyler iken, kanaat hazinesine sahip olan fakirler, dünyanın en zengin hükümdarlarından bile daha hür ve daha izzetlidirler. Zira onlar, kimseye minnet etmez ve nefslerinin esiri olmazlar.
​Son beyit ise, hayatın faniliğini ve gaflet uykusunun tehlikesini hatırlatır. Ömür bir nehrin akışı gibi akıp giderken, insan bu dünyanın aldatıcı süslerine kanmaya devam eder. Saç ve sakallar ağarır, ecel yaklaşır; lakin gaflet uykusu bitmez. Bu beyit, insanı bir an evvel uyanmaya ve fani hayatın bitiminde ebedî bir hayatın başladığını idrak etmeye davet eder.
​Netice olarak, bu beyitler, birbiriyle bütünlük arz eden bir hayat düşüncesi sunar: Sevginin meşakkatiyle olgunlaşan, dış görünüşe aldanmayıp bâtınî zenginliği arayan, ilâhî aşka teslim olan, kanaat hazinesiyle gönlü tok olan ve gaflet uykusundan uyanıp ahiretine hazırlanan bir mü’min modeli. Bu modellerin hepsi, bize sadece fani bir hayatın değil, ebedî bir hayatın kapısını açacak yolları işaret eder.

​Makale Özeti
​Bu makale, farklı beyitin izah ve şerhini yaparak, bu metinlerin ihtiva ettiği derin manaları aydınlatmaktadır. Her bir beyit, kendi hususi muhteviyatı içinde, sevginin ıstıraplı tabiatından, hakikî hikmetin dış görünüşe aldanmamak olduğuna; ilâhî aşkın gönül üzerindeki kaçınılmaz tesirinden, kanaatin manevî zenginliğine ve son olarak hayatın faniliğine ve gaflet uykusundan uyanmanın zaruretine işaret eder. Bütün bu beyitler, bize sadece fani bir hayatın değil, ebedî bir hayatın kapısını açacak yolları işaret eden, ibretli ve düşündürücü bir hayat düşüncesi sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 60 –

BERCESTE VE İZAHI – 60 –

​Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında
​Yunus Emre
​İktibas:
​Göçdü kervan kaldık dağlar başında
​Kerivan göçtü gitti, yükünü tuttu. Biz dağ başında yapayalnız kalakaldık.

​Makale: İnsan Hayatında Yalnızlık ve Vuslat Hasreti
​Yunus Emre, Türk-İslam tasavvuf hayatının en mühim şahsiyetlerinden biridir. Onun eserleri, sadece edebi birer metin olmaktan öte, asırlar boyunca insanlara manevi bir rehberlik vazifesi görmüştür. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası da onun bu derin irfanının ve yalnızlık temasının en veciz ifadelerinden biridir.
​Bu beyit, zahiren bir seyyahın veya tüccarın, yoldaşlarından geri kalmasını anlatır gibi görünse de, Yunus’un lisanında bu durum, insanın fani hayatta manevi yoldaşlarından, yani Hak dostlarından geri kalmasının, yahut bu hayattan göçenleri seyredip kendi fâniliğiyle yüzleşmesinin bir remzidir. Kervan, aslında Hak’ka doğru yol alan müminlerin cemaatini, bu hayattan Hakk’a yürüyen ruhları yahut mürşidlerin arkasından giden talebeleri sembolize eder. Bu kervan, menzile yani vuslata doğru ilerlerken, “dağlar başında kalmak” ise bu manevi yolculuğa iştirak edemeyen, fani dünyanın gurbetinde tek başına kalmış, gönlü vuslat hasretiyle yanan insanın halidir.
​Bu mısrada işlenen yalnızlık, sadece beşerî bir yalnızlık değil, daha ziyade manevi bir gurbet hissini, yani Hak’tan uzak kalmanın getirdiği hicranı ifade eder. Yunus, bu mısrasıyla, insanın ne denli varlık içerisinde dahi yalnız olabileceğini, şayet kalbi Hak’la vuslat arayışında değilse, o kervandan geri kalacağını ve bu gurbetin en ıssız “dağlar başında” yaşanacağını idrak ettirir. Bu, aynı zamanda insanın hayatının bir anlık gafletle heba olabileceği, ebedi hayata hazırlıksız yakalanabileceği hakikatine bir tenbihtir. Kervan yükünü tutmuş, yani azığını almış ve yoluna devam etmiştir; biz ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp, ebedi hayatın azığından mahrum bir halde geride kalmışızdır.
​Yunus’un bu irfanı, bize şu ibreti sunar: Ebedi hayata giden yolda, yani manevi kervanda yer almak için gafletten uyanmak ve daima hazırlıklı olmak gerekir. Aksi halde, bu dünyadaki en büyük azap, ebedi yolculuğun kervanından geri kalmak ve dağlar başında yapayalnız bir gönülle hayıflanmaktır. Bu beyit, her bir mü’min için bir vicdan muhasebesi, bir uyanış çağrısı ve fani hayatın imtihanlarına karşı bir hatırlatmadır.
​Özet: Bu makalede, Yunus Emre’nin “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası, insanın manevi yolculukta geride kalmasının remzi olarak izah edilmiştir. Kervan, Hakk’a yürüyen müminleri ve Hak dostlarını; dağlar başında kalmak ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp ebedi hayata hazırlıksız yakalanan insanın gurbet ve yalnızlığını sembolize eder. Bu mısra, gafletten uyanışa, ebedi hayata hazırlığa ve manevi yoldaşlarla beraber yürümenin ehemmiyetine bir tenbih niteliğindedir.

​Temâşâ-yı Cemâl-i Lutfunla Mest Olup Hayrân

​Hüseyin Vassâf
​İktibas:
​Temâşâ-yı cemâl-i lutfunla mest olup hayrân
Gidersem dâr-ı ukbâya ne devlet yâ Resûlallâh
​Ey Allah’ın Resûlü! Çok latîf olan güzelliğini seyrederek mest ve hayran olmuş bir vaziyette ahirete gidersem benim için bundan daha büyük bir devlet olmaz.

​Makale: Peygamber Sevgisi ve Ahiret Devleti
​Aşk ve muhabbet, İslâm tasavvufunun temel unsurlarındandır. Bu aşkın zirvesi ise, kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) duyulan muhabbettir. Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, bu derin aşk ve hayranlığın en veciz ifadelerinden birini ihtiva eder. Şair, Peygamber Efendimiz’in latîf cemâlini temâşâ etme lütfunu, ahiret saadetinin dahi üstünde bir “devlet” olarak tavsif etmektedir.
​Bu beyitteki “cemâl-i lutfun” terkibi, sadece fiziki güzelliğe işaret etmez; O’nun ahlâkının, merhametinin, edep ve kemâlinin bütününü ifade eder. Bu güzelliği seyretmekten mest olmak, aklın ve idrâkin ötesinde bir aşk vecdine ermektir. “Hayrân” olmak ise, bu aşkın getirdiği şaşkınlık ve hayranlık hâlidir. Şair, bu vaziyette ahirete, yani “dâr-ı ukbâya” gitme arzusunu beyan ederken, bunun kendisi için en büyük “devlet” olacağını vurgulamaktadır.
​Bu beyit, Peygamber sevgisinin kul için ne denli mühim ve kıymetli olduğunu göstermektedir. Zira şair, ahiretteki cennet ve diğer nimetlerin dahi, Hazret-i Peygamber’i temâşâ ederek huzur-u Hak’ka vasıl olmanın yanında ikinci planda kaldığını ima etmektedir. Bu, bir mümin için Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Resûlü’ne duyulan aşkın, dünyevi veya uhrevi hiçbir nimete mukabil tutulamayacağını beyan eden yüksek bir edebi ve manevi tavırdır. İslam tarihindeki pek çok büyük şahsiyet, bu nevi aşkın neşvesiyle yaşamış ve eserler vermiştir. O’nun ahlâk ve şahsiyetine hayran olup, O’nun Sünnetine ittiba etmek, bu muhabbetin en mühim alâmetidir.
​Netice-i kelâm, bu beyit, bir Müslümanın gönlünde Hazret-i Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) beslemesi gereken derin sevgi ve hayranlığın bir ifadesidir. O’na olan aşk ve bağlılık, sadece bu hayatta değil, ahiret hayatında da en büyük kazanç ve saadet vesilesi olacaktır. Zira şefaatine nâil olmak, O’nun nuruyla huzur-u İlahi’ye varmak, mümin için her türlü cennet nimetinden daha üstün bir makamdır.
​Özet: Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, Hazret-i Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkî ve manevî güzelliğine duyulan derin aşkı ve hayranlığı anlatır. Şair, bu güzelliği seyrederek ahirete gitmeyi, yani O’nun huzurunda ebediyete intikali, en büyük devlet ve saadet olarak tasvir eder. Bu beyit, Peygamber sevgisinin bir müminin hayatındaki merkezî rolünü ve bu muhabbetin uhrevi hayattaki kıymetini vurgulamaktadır.

​Ya Dendanın Söker Ya Gasb Eder Zevk-i Dimağından
​Fennî
​İktibas:
​Ya dendanın söker ya gasb eder zevk-i dimağından
Felek nân-pâreyi ehl-i kemâle bî-bedel vermez
​Felek kemâl ehli güzel insanlara dünya nimetini verir; ama bunu bedelsiz yapmaz. Ya dişini söker alır yiyemezsin ya da yesen bile tadını alamazsın.

​Makale: Dünya Nimetlerinin Bedeli ve İmtihanın Hakikati
​Fennî’nin bu beyiti, dünya hayatının çetin imtihanlarına ve nimetlerin bedelsiz olmadığını anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şair, feleği (zamanı, kaderi, dünyayı) bir pazarlıkçıya benzetmekte, hatta daha keskin bir ifadeyle, kemâl ehli insanlara dahi hiçbir nimeti bedelsiz vermediğini beyan etmektedir.
​Beyitin ilk mısrası, dünya nimetlerinin, yani “nân-pâre”nin (ekmek parçasının), elde edilmesi için ödenen ağır bedelleri sembolize eder. “Ya dendanın söker” ifadesi, bu nimete ulaşmak için çekilen zorlukları, zahmetleri ve acıları; “ya gasb eder zevk-i dimağından” ifadesi ise, elde edilen nimetin keyfinin, lezzetinin ve tadının kaçması, yani bereketsiz olması veya tadı damakta bırakmaması halini anlatır. Bir insan bir nimete sahip olabilir, lâkin o nimetin tadını alamaz, zira elde etme süreci o kadar zorlu ve meşakkatli olmuştur ki, o lezzeti idrak edecek dimağ kalmamıştır.
​Bu beyit, özellikle “ehl-i kemâl” yani olgun ve faziletli insanlar için bu hakikatin daha keskin olduğunu vurgular. İmtihan-ı İlahi, kâmil insanları daha da yüksek derecelere çıkarmak için, onlara her nimetin bir imtihanla geldiğini öğretir. Bu durum, dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruş sergilemeyi, kanaat sahibi olmayı ve her şeye Hak’tan geldiği şuuruyla yaklaşmayı gerektirir. Dünya, ehl-i kemâle cennet olmadığı gibi, onların saadetinin de ölçüsü değildir. Asıl saadet, bu imtihanlar karşısında sabır ve şükür ile mukabelede bulunmaktır.
​Bu beyitteki hikmet, bizlere dünyanın aldatıcı yüzünü, her nimetin ardında gizli bir imtihan olduğunu ve asıl lezzetin ebedi hayatta olduğunu hatırlatır. Fennî, bu veciz ifadesiyle, dünya hayatının cazibesine kapılmamayı, nimetlere esir olmamayı ve daima sabır ve şükürle hareket etmeyi tavsiye etmektedir. Zira felek, yani dünya, nimeti verirken bile bizden bir şeyler alır.
​Özet: Fennî’nin bu beyti, dünya nimetlerinin bedelsiz olmadığını ve feleğin, yani dünyanın, kemâl ehli insanlara dahi her nimeti bir bedel karşılığında verdiğini anlatır. Bu bedel, ya nimete ulaşırken çekilen zorluklar (“diş sökmek”) ya da nimete sahip olunduğunda tadının, lezzetinin kaçması (“dimağdan zevki gasbetmek”) şeklinde tecelli eder. Makale, bu hikmetin dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruşu ve imtihanlara karşı sabır ve şükrü gerektirdiğini izah etmektedir.

​Biz İlahî Bir Nefesden Mest Olan Rindân-ız
​Veysel Öksüz
​İktibas:
​Biz ilâhî bir nefesden mest olan rindân-ız
Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz
​Ey Rabbim! Biz bir nefesten sarhoş olan rintleriz. Her ne kadar dış görünüş itibariyle virane olsak da gönlümüz mamurdur.

​Makale: Rindlik, Gönül Zenginliği ve Dış Görünüşün Aldatıcılığı
​Veysel Öksüz’ün bu beyiti, tasavvufî rindlik mefhumunu en veciz biçimde ifade etmektedir. Rind, zahirde dünyevî kaidelere uymayan, belki de umursamaz gibi görünen, lâkin bâtınında ilahî aşka ve irfana gark olmuş kişidir. Bu beyitte şair, kendisini ve yoldaşlarını tam da bu vasıflarla tavsif etmektedir.
​”Biz ilahî bir nefesden mest olan rindân-ız” mısrası, bu kimselerin sarhoşluğunun şarapla değil, ilahî bir nefesle, yani Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, rahmeti veya manevi bir feyziyle olduğunu belirtir. Bu “mestlik”, aklî idrakin ötesinde bir vecd hâli, bir manevi sarhoşluktur. Onlar, zahirde dünya ehli gibi yaşamazlar, zira onların kalpleri ilahî bir neşve ile doludur.
​Beyitin ikinci mısrası, bu durumun en mühim tezatını ortaya koyar: “Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz.” Bu ifade, bir insanın dış görünüşünün aldatıcı olabileceği hakikatini idrak ettirir. “Zâhiren vîrâne” olmak, dünyaya ehemmiyet vermemek, belki de fakir ve bakımsız görünmek, dünyanın süsüne aldırış etmemektir. Fakat bu dış görünüşün tam aksine, bu kişilerin “gönlü ma’mûr”, yani abadân, ilim, irfan, hikmet ve muhabbetle doludur. Onlar, dışarıdan bakıldığında hiçbir kıymeti yokmuş gibi görülebilirler, ama içlerinde Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan bir gönül, bir hazine barındırırlar.
​Bu beyit, insanlara bir ders niteliğindedir. Dış görünüşe aldanmamayı, insanları kıyafetleri veya maddi durumlarına göre yargılamamayı telkin eder. Asıl zenginlik, mal ve mülk ile değil, gönül ile, ilahî aşk ve muhabbetle elde edilen manevi zenginliktir. Gönlü ma’mur olan kişi, dışarıdan virane de görünse, Hak katında en değerli olanlardan biridir. Zira kalplerin ma’muriyeti, ilahî iltifatın en mühim alâmetidir.
​Özet: Veysel Öksüz’ün bu beyiti, rintlerin dünyevi görünüşlerine aldırış etmeyen, ancak gönülleri ilahî aşk ve feyz ile dolmuş kimseler olduğunu izah eder. “İlahî bir nefesden mest olmak”, manevi bir sarhoşluğu; “zâhiren virane” olmak ise dış görünüşe ehemmiyet vermemeyi, dünyadan el etek çekmeyi ifade eder. Beyit, asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu ve dış görünüşün aldatıcı olabileceğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 59 –

BERCESTE VE İZAHI – 59 –

​Şeyh Galib Hazretlerinin Beyti
​İktibas
​Bırakmak kayd-ı sûdu hoş-nîşîn-i sâhil olmakdır
Hevâ-yı nefs-i şûmun çâresi deryâ-dil olmakdır
​İzah ve Açıklama
​Şeyh Galib Hazretleri bu beyitte, nefsin kötü arzularına karşı verilecek mücadeleyi, deniz kenarında rahatça oturmak ile geminin fırtınalı denizde yol almasına benzetiyor. İlk mısrada, kâr ve zararın hesabını yapmayı bırakmanın, yani dünya menfaatlerine olan bağlılıktan vazgeçmenin, insanı sahilin huzur ve emniyetine ulaştırdığını ifade ediyor. İkinci mısrada ise, uğursuz nefsin heva ve heveslerinin çaresinin, gönlü bir derya gibi genişletmek olduğunu belirtiyor. Bu, nefsin dar ve boğucu isteklerinden kurtulmanın yolunun, gönül deryasını sonsuz merhamet ve ilahi aşkla doldurmaktan geçtiği anlamına gelir.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Nefis Deryasında Gönül Sahili
​İnsan hayatı, bazen sâkin bir deniz kenarı gibi huzurlu, bazen ise fırtınalı bir derya gibi çalkantılıdır. Nefis ise bu deryada bir gemi misalidir ki, dümenini tutan heva ve heveslerdir. Şeyh Galib, bu muazzam beytiyle bizlere nefisle olan mücadelenin sırrını ifşa ediyor. İnsanın fani hayatı boyunca peşinde koştuğu kâr ve zarar hesapları, aslında onu asıl sahilden, yani huzurdan alıkoyan birer prangadır. Bırakmak kayd-ı sûdu, yani dünya telaşını terk etmek, maneviyat denizinin engin sularında serbestçe seyredebilmenin yegane şartıdır.
​Nefsin arzuları, bir girdap gibi insanı içine çeker. Her bir heves, her bir nefsanî istek, gönül gemisini batma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Şeyh Galib, bu uğursuz hevaların çaresini “deryâ-dil olmak” olarak gösterir. Gönlü bir derya gibi genişletmek, nefsaniyetin dar kalıplarından sıyrılarak, ilahi aşkın ve merhametin sonsuzluğuna açılmaktır. Bu genişleme, her türlü kötü duygu ve düşünceyi, tıpkı bir deryanın en kirli suları bile arıtıp temizlemesi gibi, içinde eritir ve yok eder.
​Tarih, derya-dil olmuş nice büyük şahsiyetle doludur. Onlar ki, nefislerinin fısıltılarına kulak asmamış, dünya menfaatlerinin peşinde koşmamışlardır. Onların gönlü, öyle bir deryaya dönüşmüştür ki, nefsanî arzuların fırtınaları bu deryada bir damla bile olamamıştır. Bu makam, sadece tefekkürle değil, aynı zamanda amel-i salihle de elde edilir. Gönlümüzü genişletmek, sadece okumakla değil, aynı zamanda tecrübe etmekle mümkündür.
​Bu beyt, bizlere bir ibret dersi verir. Asıl huzur, dış dünyada değil, iç dünyamızdadır. Nefsin isteklerine teslim olmak yerine, gönlümüzü ilahi sevgilinin muhabbetiyle doldurmalıyız. Ancak o vakit, hayatın fırtınalı deryasında sükûnet bulur ve gönül sahilimizin huzuruna kavuşuruz. Bu, sadece bir şairin sözü değil, aynı zamanda maneviyat yolcuları için bir yol haritasıdır.

​Özet
​Şeyh Galib, kâr ve zarar hesabından vazgeçip dünya kaygılarından kurtulmanın huzura ermekle eşdeğer olduğunu; nefsin kötü heveslerinin çaresinin ise gönlü derya gibi genişletip ilahi aşkla doldurmak olduğunu ifade eder. Makalede bu konu, insan nefsi ve gönlü arasında geçen bir mücadele olarak ele alınmıştır.

​Salih Baba Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​“Kûntü kenz”in mebde‘inden aşk u sevdâ hû çeker
“Lâ”yı iskat eyleyenler dâ’im “illâ hû” çeker

​İzah ve Açıklama
​Salih Baba Hazretleri, meşhur bir hadis-i kudsiden hareketle bu beytini inşa etmiştir. İlk mısra, “Küntü kenz” yani “Ben gizli bir hazine idim” hadis-i kudsîsine atıfta bulunur. Yaratılışın başlangıcından beri aşk ve sevdanın “O”nu, yani Allah’ı çağırdığını ifade eder. Yaratılışın asıl gayesi, o gizli hazinenin, yani Cenâb-ı Hakk’ın bilinmek istenmesidir. İkinci mısra ise, “lâ” (yoktur) kelimesini ortadan kaldıranların, yani nefiy ve ispatın sırrına vâkıf olanların, daima “illâ Hû” (Ancak O vardır) diye O’nu zikrettiklerini belirtir. Bu, tasavvufi bir hakikati dile getirir: “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidindeki “lâ” (yoktur) makamını aşanlar, yani Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını idrak edenler, sadece O’nun varlığını görür ve daima O’nun adını zikrederler.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale

​Varlığın Sırrı: “Lâ”dan “İllâ Hû”ya
​Âlemin varoluşu, hadis-i kudsîde işaret olunan bir sırra dayanır: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım.” Bu kutlu kelâm, her şeyin aşk ve sevda ile var olduğunu ve bu varlığın gayesinin, Yaratıcının bilinmesi olduğunu bize anlatır. Salih Baba Hazretlerinin beyti, bu sırrı tasavvufi bir derinlikle açar. Her bir zerrenin ve her bir varlığın, yaratılışın başlangıcından beri sonsuz bir aşkla “Hû” diye feryad ettiğini dile getirir.
​Tasavvufun en temel prensibi olan tevhid, bir nefy (olumsuzlama) ve bir isbat (olumlama) ile tahakkuk eder. “Lâ ilâhe” (hiçbir ilah yoktur) diyerek bütün sahte ilahları, nefsanî istekleri ve dünya putlarını reddederiz. Bu, nefsin ve egonun prangalarından kurtuluştur. Salih Baba’nın beyitindeki “Lâ’yı iskat eyleyenler” ifadesi, işte bu manayı ihtiva eder. Kim ki, dünya ve nefsine dair her şeyi “yok” sayar, o kimse için sadece “illâ Hû” (ancak O vardır) gerçeği kalır. Bu mertebeye ulaşanlar, zâhirî âlemde gördükleri her şeyde, ancak ve ancak Hâlık’ın tecellilerini müşahede ederler.
​Bu beyit, bizlere iki aşamalı bir maneviyat yolculuğunu işaret eder. Birinci aşama, “lâ” makamıdır ki, bu, nefsin ve dünyanın faniyetini idrak edip onlardan yüz çevirmektir. İkinci aşama ise “illâ Hû” makamıdır ki, bu, bütün varlığın perde arkasında sadece Hak Teâlâ’nın varlığını hissetmek ve daima O’nunla meşgul olmaktır. Sâlih Baba, bu hakikati nefsine hakim olan ve dünya zevklerinden el çeken âriflerin dilinden beyan eder. Bu yolculuk, kolay bir seyahat değildir; kalbin daimi bir arınma ve terbiye hâlinde olmasını gerektirir.
​Tarihte, bu yolda yürüyen nice veli zatlar, dervişler ve âşıklar, “lâ”nın imtihanlarından geçerek “illâ Hû”nun vuslatına erişmişlerdir. Onlar, dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilmiş, bütün varlıklarını feda ederek Rablerinin rızasını talep etmişlerdir. Bu makale, bizlere hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak nefsi ve fani olan her şeyi terk ederek, ebedi olana yönelmekle mümkündür.

​Özet
​Salih Baba, “Küntü kenz” hadis-i kudsisi ile yaratılışın gayesini ve aşkın kökünü işaret eder. “Lâ”yı yok sayanların “illâ Hû”ya ulaştığını, yani nefsanî ve fani olan her şeyi terk edenlerin sadece Allah’ın varlığını idrak ettiğini belirtir. Makalede bu, manevi bir yolculuk olarak izah edilir.

​Vâsıf Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Dil harâb-ı aşkınım sensin sebeb berbâdıma
Bir tesellî ver gelip bâri dil-i nâ-şâdıma
​İzah ve Açıklama
​Vâsıf Hazretleri, bu beytinde ilahi aşkın acısını ve bu aşkın gönülde açtığı harabiyeti dile getirir. “Dil harâb-ı aşkınım” ifadesi, gönlünün aşkın etkisiyle harabeye döndüğünü, perişan olduğunu belirtir. “Sensin sebeb berbâdıma” diyerek bu perişanlığın ve harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. İkinci mısrada ise, bu perişan haldeki mutsuz gönlüne gelip bir teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Bu beyit, zâhirde beşeri bir aşkı ifade eder gibi görünse de, tasavvufî bir muhtevaya sahiptir ve ilahi aşka duyulan hasreti ve özlemi dile getirir. Aşkın yıpratıcı gücünün verdiği acıyı ve bu acının ancak sevgilinin iltifatı ile hafifleyeceğini anlatır.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Harap Gönülden Teselli Nâğmesi
​Vâsıf’ın bu nağmesi, insan gönlünün en derinlerinde yankılanan bir feryattır. Aşk, insanın iç dünyasını bir harabeye çevirirken, aynı zamanda o harabeyi yeniden inşa etme gücünü de barındırır. “Dil harâb-ı aşkınım” sözü, bir şikayet değil, bir şükür makamıdır. Zira gönül, dünyevî dertlerin ve nefsanî arzuların kalabalığından temizlenerek, ilahi aşkın ateşiyle harap olur ve ancak bu harabiyetle manevî bir dirilişe erer.
​Bu beyit, ilahi aşka susamış bir kalbin halini tasvir eder. Aşığın gönlü, mâşukun nazarlarıyla harap olur, zira o nazarlar, dünyevî olan her şeyi silip süpürür. Bu haraplık, fânî olanın silinip bâkî olanın ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden aşık, bu haraplığın sebebini sevgilide bulur ve bu halinden memnundur. Ancak bu harabiyet, beraberinde büyük bir hasreti ve özlemi de getirir. Aşığın perişan gönlü, ancak sevgilinin tesellisiyle huzura erebilir. O teselli, mâşukun cemâlini görme arzusudur.
​Vâsıf’ın bu mısraları, tarihte nice âşıkın hissiyatına tercüman olmuştur. Leyla için Mecnun’un, Şirin için Ferhat’ın, Mevlânâ için Şems’in aşkı, gönülleri harabeye çevirmiş ama aynı zamanda onları ebedî olana ulaştıran bir köprü olmuştur. Bu beyit, bize aşkın sadece tatlı bir his olmadığını, aynı zamanda yıpratıcı ve arındırıcı bir güç olduğunu da gösterir. Aşkın ateşiyle yanan gönüller, dünyevî kirlerden temizlenir ve teselliyi sadece sevgilinin yakınlığında bulur.
​İnsan hayatı, bu türden haraplıklar ve yeniden inşa süreçlerinden ibarettir. Her birimiz, gönlümüzde Vâsıf’ın teselli aradığı o mutsuz gönlü taşırız. Gönlümüzü harap eden şey, bazen bir dünya meşgalesi, bazen bir hata, bazen ise bir kayıp olabilir. Ancak asıl teselli, fani olanın değil, bâkî olanın dergâhında bulunur. Unutmamalıyız ki, her harap gönlün bir teselliye ihtiyacı vardır ve bu teselliyi bulacağımız yer, ancak Yaradan’ın muhabbet denizidir.

​Özet
​Vâsıf, ilahi aşkın gönlü nasıl harap ettiğini ve bu harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. Mutsuz ve harap gönlüne teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Makalede bu durum, aşkın arındırıcı ve yıpratıcı gücü üzerinden izah edilerek, gerçek tesellinin ilahi aşkta bulunduğu vurgulanır.

​Mevlânâ Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih
Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih
​İzah ve Açıklama
​Mevlânâ Hazretlerinin bu beyiti, dünyaya karşı bir ikaz ve tavsiye niteliğindedir. “Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih” Farsça bir ifade olup, “O (dünya) sana vefalı olmaz, sen de ona gönül verme” anlamına gelir. Dünya hayatının faniliğine ve geçiciliğine dikkat çeker. İkinci mısra, “Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih” ise “O (dünya) senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış” demektir. Bu mısra, insanın dünya hayatına bağlanmadan, fani olan her şeyden yüz çevirerek, manevi bir uyanıklık içinde olması gerektiğini vurgular.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Dünya Gönlünden Vuslat Diyarına
​Mevlânâ Hazretlerinin bu veciz beyiti, bize, dünya hayatına karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğütler. Dünya, bir konaklama yeri, bir menzil, bir geçit durağıdır. Bu durakta kalmaya çalışan, dünya malına, makamına ve zevklerine gönül veren kimse, sonunda hüsrana uğrar. “O sana vefalı olmaz” diyerek, dünyanın aldatıcı ve vefasız yüzünü ortaya koyar. Nice krallar, sultanlar, zenginler gelip geçmiştir; hiçbirisi dünya malını beraberinde götürememiştir. Bu, dünyanın vefasızlığının en açık delilidir.
​İnsanoğlu, fıtratı gereği bir şeye bağlanma ihtiyacı hisseder. Mevlânâ, bu beyitte gönlümüzü kime ve neye vereceğimizi gösterir. Fani olana gönül bağlamak, gelip geçici bir gölgeye sarılmak gibidir. Asıl olan, bâkî olanın peşinden gitmektir. Bu yüzden Mevlânâ, “sen de ona gönül verme” diyerek bizi bu aldatıcı bağlanmadan sakındırır.
​Beytin ikinci mısrası, bu öğüdü daha da derinleştirir. “O senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış.” Bu ifade, sadece dünyanın faniliğini bilmekle yetinmememiz gerektiğini, aynı zamanda aktif bir şekilde ondan yüz çevirmemiz gerektiğini vurgular. Dünya, biz onu terk etmeden bizi terk edecektir; ölümle, hastalıkla, ayrılıkla… Mevlânâ, bu kaçınılmaz sondan önce irademizle dünyadan yüz çevirmemizi, gönlümüzü Allah’a ve ahirete vermemizi öğütler. Bu, bir tür özgürleşme eylemidir. Maddi bağlardan kurtulup, manevi bir hayata yönelmektir.
​Bu beyit, İslâm medeniyetinin ve tasavvufun temel prensiplerinden birini yansıtır: Zühd. Zühd, dünyadan el çekmek değil, dünyaya kalbini vermemektir. Elinde olup, gönlünde olmamaktır. Nitekim, tarihte nice mütefekkir, alim ve veli, dünya malına sahip olsalar bile, ona gönül vermemişlerdir. Onlar, bu beyitin muhteviyatını hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bu makale, bize bir kez daha hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak dünya meşgalelerinden arınıp, kalbimizi ebedi olana yöneltmekle mümkündür.

​Özet
​Mevlânâ, dünyanın vefasızlığına dikkat çekerek ona gönül verilmemesi gerektiğini öğütler. Asıl hikmetin, dünya bizden vazgeçmeden bizim ondan vazgeçmeye çalışmamız olduğunu belirtir. Makalede bu öğüt, zühd prensibi üzerinden izah edilerek, gerçek hayatın ancak bu şekilde elde edilebileceği vurgulanır.

​Avnî (Fatih Sultan Mehmed) Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil
Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni
​İzah ve Açıklama
​Avnî mahlasını kullanan Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinin bu beyiti, ilahi aşkın getirdiği çileleri ve gönül dertlerini samimi bir şekilde dile getirir. Beyitin ilk mısrası, “Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil” yani “Sevgilinin eziyeti, düşmanın kınaması, ayrılığın yakıcı ateşi ve gönlün zayıflığı” gibi dertleri sayar. İkinci mısrada ise “Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni” diyerek, bu dertlerin hepsinin ilahi bir takdirin neticesi olduğunu, sanki Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını ifade eder. Bu beyit, padişahlık makamının ihtişamına rağmen, ilahi aşkın getirdiği çilelerin ne kadar derin olduğunu gösterir.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Sultanın Gönül Mihneti: Aşk ve Derdin Sırrı
​Tarihin en büyük hakanlarından Fatih Sultan Mehmed’in, bir cihan padişahı olmanın ötesinde, içli bir gönül ehli olduğunu bu beyitlerden anlarız. Fatih, sadece kılıcıyla değil, kalemi ve kalbiyle de bir fatihti. Bu beyit, onun gönlünün derinliklerinde yatan bir hasretin ve ıstırabın nâğmesidir. Bir padişahın bile, sevdiğinin eziyetine, düşmanın kınamasına, ayrılığın yakıcı ateşine ve gönlün zayıflığına mâruz kalması, insanlık halinin evrenselliğini gösterir.
​Bu beyit, ilahi aşkın, makam ve mevki tanımadığını, herkesi kendi potasında erittiğini ispatlar. Fatih Sultan Mehmed, bu dertleri bir şikayet olarak değil, bir “imtihan” olarak görür. “Türlü türlü dert için yaratmış Allah’ım beni” sözü, bir acizlik ifadesi değil, bir teslimiyet ve tevekkül beyanıdır. O, bu dertlerin rastgele olmadığını, bilakis ilahi bir iradenin eseri olduğunu bilir. Zira dert, insanın manevî olarak yücelmesine vesile olan bir lütuftur. Dertler, kalbi dünyaya bağlayan zincirleri kıran birer balyozdur.
​Bu dertlerin her biri, insanı asıl yurduna, Hak Teâlâ’ya yaklaştırır. Sevgilinin eziyeti, ilahi aşkın cilvesidir. Düşmanın kınaması, insanın nefsine boyun eğmek yerine Hak yolunda sebat etmesini sağlar. Ayrılığın ateşi, vuslatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. Gönlün zayıflığı ise, insanın ancak Allah’a dayanarak güç bulabileceğini idrak ettirir.
​Bu makale, Fatih Sultan Mehmed’in sadece bir kumandan ve fatih olmadığını, aynı zamanda derin bir maneviyata sahip bir mümin olduğunu gösterir. O, bu beyitiyle, bize, hayatın sadece zaferlerden ve başarılardan ibaret olmadığını, asıl manevî zaferin, dertleri bir imtihan olarak kabul edip, onlara karşı sabır ve tevekkülle durabilmek olduğunu öğretir. Gerçek büyüklük, fethettiği topraklarda değil, fethettiği gönüllerde ve çektiği çilelere karşı gösterdiği sabırda yatar.

​Özet
​Fatih Sultan Mehmed, çektiği dertleri saydıktan sonra, Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını dile getirir. Makalede bu beyit, ilahi aşkın getirdiği çilelerin bir imtihan ve manevi bir terbiye vesilesi olduğu üzerinden izah edilerek, Fatih’in bu dertlere karşı teslimiyet ve tevekkül içinde olduğu vurgulanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025