BAŞA DÖNÜŞ: İLK GÜNAHTAN SON TUZAĞA

BAŞA DÖNÜŞ: İLK GÜNAHTAN SON TUZAĞA

İnsanlık, ilk hatasını bir meyveyle değil, bir açılışla yaptı.
Cennette gizlenmesi emredilen bir noktanın açılmasıyla, “örtü” kalktı; sırlar açığa çıktı; edep duvarı yıkıldı.
O gün yasak meyveden önce, “göz” yanıldı.
Ve o yanılgıdan, bugüne dek süren bir imtihan doğdu: Avretin açılması.
Âdem’in cennetten çıkarılışına sebep olan şeytan, dünyada maskesini değiştirdi.
Artık görünmez bir fısıltı değil; medya, moda, şöhret ve ihtirasla süslenmiş bir sistemdir.
Cennette fısıldayan yılan, dünyada insan suretine büründü.
Adı: Siyonizm, Mossad, ve küresel ifsat şebekesi.

Tarih Tekerrür Ediyor

Cennetten çıkışın bahanesi “örtünün açılmasıydı”.
Bugün ise insanlığın dünyadan kovulma vesilesi, yine aynı perdenin yırtılması olacaktır.
Bir milletin yıkımı da, bir medeniyetin çöküşü de çoğu kez iffetin yitimiyle başlar.
Tarih bunun sayısız örneğine şahittir:
Roma, sefahatle çöktü;
Endülüs, ahlâk zaafıyla yıkıldı;
Osmanlı, Tanzimat’la birlikte edep çizgisini kaybetti.
Ve şimdi, Batı uygarlığı kendi eliyle, kendi “ahlâk kanalizasyonunu” patlattı.
Epstein hadisesi bir “şahıs suçu” değil; bir medeniyetin çürümesinin sembolüdür.
Cennet gibi görünen malikânelerde, cehennemî işler döndü.
Servet, şehvetle birleşti; kudret, zulümle.
Ve nihayet, o maskeli dünya kendi pisliğinde boğulmaya başladı.
Kokular artık gizlenemiyor.
Kanalizasyon patladı; sular ısınıyor.

Modern Şeytanın Tuzağı

Epstein’ın kurduğu ağ, bir tek adamın değil, bir zihniyetin eseridir.
Kadını meta hâline getiren, iffeti ayaklar altına alan, bedeni ticaretin nesnesine çeviren bu sistemin adı: Modern Cahiliye.
O dönemde kız çocukları diri diri gömülürdü,
bugün ise onların ruhları ekranlarda, podyumlarda, reklamlarda gömülüyor.
Beden satılmıyor belki, ama “edep” satılıyor.
İşte bu, şeytanın son ve en kurnaz oyunudur.
O yüzden, bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Zina, bir toplumda yayılırsa, Allah onlara daha önce görülmemiş hastalıklar gönderir.” (İbn Mâce, Fiten, 22)
Bugün bu hüküm, ilahi adaletin bir yankısı gibi karşımızda duruyor.
Şöhret, şehvet, servet üçgeninde dönen bir dünya kendi ilahını kendi eliyle yonttu.
Lakin ilahlar düşüyor, maskeler yırtılıyor, oyunlar bozuluyor.

İlahi Adalet Tecelli Eder

Hiçbir şey gizli kalmaz.
Cennetteki hatayı Allah açığa çıkardı, dünyadaki oyunları da O ortaya döker.
Epstein’ın dosyası kapanmadı; çünkü bu mesele mahkeme salonlarında değil, ilahi mizanlarda hükme bağlanacaktır.
Bugün Trump, yarın başkaları…
Kim olursa olsun, zulmün ve fuhşun üzerine bina edilen her saltanat çökecektir.
İnsanın en büyük düşmanı şeytandır, ama şeytanın en büyük silahı utanmazlıktır.
Bir toplumdan haya giderse, her şey gider.
Zira edep, hem cennetin anahtarı, hem dünyanın direğidir.

KONUYLA ALAKALI AYETLER

1. A‘râf Sûresi, 27. Ayet:
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de aldatmasın…”
2. Nûr Sûresi, 19. Ayet:
“İman edenler arasında hayâsızlığın yayılmasını isteyenler için, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
3. İsrâ Sûresi, 32. Ayet:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”
4. Hac Sûresi, 41. Ayet:
“Onlar ki, kendilerini yeryüzünde güçlendirdiğimizde, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”

ÖZET

Cennetten çıkış, avretin açılmasıyla başlamıştı; insanlığın dünyadaki çöküşü de aynı sebeple sürmektedir.
Şeytanın cennette kurduğu tuzağı, bugün modern düzen sürdürmektedir.
Epstein olayı bu zincirin bir halkasıdır; bir milletin ya da bir şahsın değil, bütün bir sistemin ahlaki çöküşünü göstermektedir.
Lakin ilahi adalet şaşmaz.
Her örtü kalktığında hakikat de açığa çıkar.
Ve sonunda, “örtü”ye sahip çıkanlar kurtulacak; edepsizliğe sapanlar kendi kurdukları çukura düşecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




MANŞETLERİN ORTAK DİLİ

MANŞETLERİN ORTAK DİLİ

12 Kasım 2025 tarihli gazete manşetleri, Türkiye’nin içinden geçtiği süreci, toplumsal ve siyasî hayatındaki derin tezatları ortaya koyan, asrın en ibretlik ve düşündürücü manzaralarından birini tasvir etmektedir.
Bu manşetlerden hareketle hazırlanan, günün küllî (bütüncül) ruhunu tahlil eden “vurucu” ve “ibretli” bir makale aşağıdadır:

🔥 Bir Tarafta Şehadet, Bir Tarafta Siyaset: 12 Kasım’ın Vurucu İbreti
Tarih, bazı günleri milletlerin hafızasına silinmez bir mühürle kazır. 12 Kasım 2025, böyle bir gündür. Bu tarih, birbiriyle taban tabana zıt iki büyük hadisenin aynı anda vicdanlara çarptığı, “ibret” kelimesinin manasını en ağır şekliyle idrak ettiğimiz bir dönemeç olmuştur.
Gazete manşetlerinin bir yüzü, milletçe yüreğimize düşen ateşi haykırmaktadır: “Herkül Faciası”, “Yüreğimiz Yandı”, “Askeri Kargo Uçağı Düştü”, “Şehitlerimiz Var”.
Bu manşetler, vatan müdafaası için vazife başında olan evlatlarımızın şehadet şerbetini içtiği millî bir yası ilân etmektedir. Bu haberin olduğu yerde söz biter; geriye sadece dua, rahmet ve milletçe kenetlenme zarureti kalır. Bu, fedakârlığın, adanmışlığın ve bu topraklar için ödenen bedelin en ulvî, en acı tasviridir.

Ancak, aynı günün gazete sayfalarını çevirdiğimizde, tam bir tezatla sarsılıyoruz. Millî yasın hemen yanında, Türkiye’nin siyasî ve idarî hayatının temellerini sarsan, “asrın davası” olarak nitelendirilen bir başka hadise durmaktadır.
Manşetler, bu defa bambaşka bir lisan kullanmaktadır: “Ekrem İmamoğlu’na Rekor Hapis İstemi”, “2 Bin 430 Yıl Hapis İstemi”, “Suç Eko Sistemine 2352 Yıl”, “Tarihin En Büyük Soygun Davası”, “İktidar Özü: Suç Örgütü”, “Borsayı Çökerten İBB İddianamesi”.

Bu, 12 Kasım’ı “asrın haberi” yapan asıl ibretlik noktadır.
Bir yanda vatan için canını feda eden “Devlet”in kahraman evlatları; diğer yanda “Devlet”in imkânlarını kullanarak “suç örgütü” kurmakla, “160 milyar liralık vurgun” yapmakla ve “Devleti ele geçirmek”le itham edilen bir idarî yapı…

Bu manzarayı “düşündürücü” kılan nedir?

Bu hadise, basit bir siyasî çekişme veya rutin bir yolsuzluk iddiasının çok ötesindedir. İddianamede yer alan suçlamaların vahameti (“suç örgütü”, “terör bağlantısı”, “kamuyu 30 yılda 160 milyar zarara uğratma”), talep edilen cezanın astronomik seviyesi (“2430 yıl”) ve karşı tarafın bu davayı “hukukî değil, tamamen siyasi” olarak nitelemesi; Türkiye’nin ne kadar derin bir beka ve nizam mücadelesi içinde olduğunu göstermektedir.

Manşetlerden biri, bu iki zıt hadiseyi tek bir cümlede özetler gibidir: “Devlet Unutmaz”.
Devlet, şehidini de unutmaz; iddialara göre kendisine kasteden, milletin milyarlarca lirasını soyan veya bir “suç eko sistemi” kuran yapıyı da unutmaz. 12 Kasım 2025, bu iki hakikatin aynı anda tecelli ettiği gündür.
Bu, “ibretli” bir derstir. Çünkü bu manzaralar bize, bir milletin aynı anda hem en yüksek “fazileti” (şehadet) hem de en derin “zafiyet” iddialarını (yolsuzluk ve örgütlü suç) yaşayabileceğini göstermiştir.

Netice olarak;
12 Kasım’ın vurucu mesajı şudur: Bir milletin yüreği şehitleri için yanarken, aynı milletin idarecileri “tarihin en büyük soygunu” ile itham edilebiliyorsa, orada durup düşünmek gerekir. Bu gazete manşetleri, bizlere fani makamların, siyasî kavgaların ve milyarlarca liralık servetlerin, şehitlerimizin kanıyla korunan “vatan” mefhumu yanında ne kadar ehemmiyetsiz kaldığını; ancak bu ehemmiyetsiz hırsların, o mukaddes yapıya ne kadar büyük zararlar verebileceğini göstermiştir.
Asrın haberi, bir facia veya bir iddianame değil; bu ikisinin aynı güne sığdığı, fazilet ile ihanet iddialarının aynı sayfada yer aldığı bu acı tablonun bizzat kendisidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSALE-İ NURDA GEÇEN BATIL MEZHEBLER-GÖRÜŞLERİ VE CEVAPLARI

RİSALE-İ NURDA GEÇEN BATIL MEZHEBLER-GÖRÜŞLERİ VE CEVAPLARI


Şu eserlerden Seçilmiştir:
1-Lemalar
2-Sözler
3-Mektubat
4-Mesnevi-i Nuriye
5-Emirdağ Lahikası
6-İşarat-ül İ’caz
7-Muhakemat
8-Kastamonu Lahikası

*LEM’ALAR:
10- keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.
13- nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.
Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:
“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti.
Ben çok acıdım.
14- Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır.
27- Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”
Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).”
30- Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.
31- Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar.
Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.
82- Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” 1 diye hükümlerinde hata ettiklerini..
84- Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır” diye dalâlete gidiyorlar. Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işleyen bir mü’minin imanı gider.
… kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
115- Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.
131- Ey ikinci, bozuk Avrupa!
.. “Hayat bir cidaldir” diye, ahmakane hükmetmişsin.
Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun.
.. “Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğu…
136- ilm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var” diye usul-i şeriatın bir düsturudur. 3 Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; 4 fakat fâsık merdûdü’ş-şehadettir. Çünkü haindir.
201- 1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!”
… Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”
İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyo
220- “Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: ‘Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.'”
….. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-ü ihtiyarîden başka ellerinde olmayan, firavunlaşmış kendi nefisleri hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu bâtıl ve hata düsturu Kadîr-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.
397- Mühim bir suale kat’î bir cevap: Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevap: Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Yerdeki âyinelerin tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilâkis, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemâl-i mutlakta ve istiğnâ-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberrâ, muallâ olan bir Zât-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünkü müteaddit şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin, yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki, intizamla tahrik eden hareket etmemek ve devamla tağyir eden mütegayyir olmamak gerektir—tâ ki o iş intizamla devam etsin.
Saniyen: Tagayyür ve tebeddül, hudüsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise, hem kadîm, hem her cihetçe kemâl-i mutlakta, hem istiğnâ-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcibü’l-Vücud olduğundan, elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

*******************************
SÖZLER:
183-EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim!
184-Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.
Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.
186-İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen, ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre tehir edilerek, ehl-i imanın hataları kısmen bu dünyada cezası verilir. HAŞİYE-1
Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?
Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَۤاصَّةً     (Enfâl Sûresi, 8:25.)
Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”
300-Amelin en iyi suretini taharrîden neş’et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.
BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”
Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: “Hakikatte kabih ve fâsittir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme.
553-maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrâkıyyunun meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, “Herbir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın işrâkıyyun kısmı dahi, melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “ukul-u aşere” ve “erbâbü’l-envâ'” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar” gibi, her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdat derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, (HAŞİYE-Melâike mânâsını ve ruhaniyatın hakikatini inkâra mecal bulamamışlar; belki fıtratın namuslarından “kuvâ-yı sâriye” diye, “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!.) “kuvâ-yı sâriye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.
584-diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları (HAŞİYE-Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesiyle Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir ulûhiyet verip kendi başına musallat eder.) beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.
585-silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
586-felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hattâ “El-hükmü li’l-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der.( HAŞİYE-Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.) Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.
O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.
587-Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ  kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfuruşâne düsturu nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti nerede?
587-Nübüvvetin tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u gàliyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ  yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ  “Birden bir sudur eder”; yani “Bir zâttan bizzat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder” diye, Ganiyy-i ale’l-Itlak ve Kadîr-i Mutlakı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle “akl-ı evvel” namında bir mahlûku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan işrâkıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.
588-Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar.
589-Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat” demişler, ihtiyarını nefyetmişler, ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor” diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
…Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.
592-İşte, وَلاَ الضَّۤالِّينَ  ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ  ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.
اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ  ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.
610-Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki: Madem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.
Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna münasebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âli bir teveccühü olacaktır.
Hem madem Âdem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde, âsârının şehadetiyle, yani küre-i arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallallahu Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan Mirac, ona elyak ve ona evfaktır.
613-Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıyoruz:
Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der, “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum. Nasıl Miraca inanacağım?” Biz de deriz ki:
Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san’atlı bir nakış Nakkâşsız olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir Nakkâşı vardır.
616-Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki, “Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat’ edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?”
Biz de deriz ki: Cenâb-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır. 2 Fakat herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. 3
Nasıl ki, güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki, âyine-misal senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın; hiçbir cihette ona yanaşamazsın.
Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, “Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”
Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve birşey göstermek elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki:
Feza-yı ulvî, bil’ittifak, esir ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyâlât-ı lâtife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedâhe gösterdiği gibi, şu yıldızlar dahi, bizzarure, menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu aklın gözüne sokuyorlar.
617-Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin, “Bin müşkülâtla tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder, gider, gelir?”
Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser; takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat’ ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile, Mevlevî gibi, etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahmân ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı berk gibi Arş-ı Rahmân’a çıkaramaz mı?
Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, “Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter.”
Biz de deriz ki: Madem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin destgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş. Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette, hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem Cennette cisim ruh ile beraber gider. Elbette, Cennetü’l-Me’vâ gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâya urûc eden zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi ayn-ı hikmettir.
Yine hatıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhaldir.”
Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, uruçta sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan birşeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?”
Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Miracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nuranî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.
631-Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak.
639-Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir.
654-Bir yıldızın tokatıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalâletin vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki dâvâdan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikât yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair, ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.
658-Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihetle ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından, ehl-i tevhidin mesleğini teşkikâtıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir sual ediyor.
666-Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci sualine karşı kat’î ve mukni ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor.
683-EHL-İ DALÂLETİN vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki: “Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san’atı, kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.”
Elcevap: Biz dahi Kur’ân namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasâretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.
Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur. Diğeri, Kur’ân-ı Hakîmin tarif ettiği saadetli yoldur.
İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:
Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor.
Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider.
685-İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici meyusiyete mukabil hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız karşı gelebilir? Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaçla muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz?
…Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibâdât cihâzâtını nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarf ettiğinizden, bil’istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenâb-ı Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü hakikî bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.
686-İşte, ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir; muvakkaten hissettirmez. “Tuh onların aklına!” de.

***********************
MEKTUBAT
9-Ehl-i İtizâlin bazı imamları “Cehennem sonradan halk edilecektir” demeleri, halihazırda tamamıyla inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabâvettir.
Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim.
31-Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz.
55-azı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekàdaki bâkiyat ve ehl-i bekà, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez.
72-“Cennet tenasül yeri olmadığından, evlât muhabbeti ve okşaması olmadığını” diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını; hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlât sevmesine ve okşamasına bedel, sâfi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu, şu âyet-i kerime, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
78-Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur. 2 Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz.
88-Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nakkadları o derece hadîsle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadîs olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbni Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.
103-Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) akıllı bir adamdı” deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbârât-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki, o zât-ı kudsîde öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir.
106-Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.
Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm  temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hâdiseler, mu’cizeler, böyle elden ele—kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden—sağlam olarak bize gelmiş. -Allah’a hamd olsun. Bu Rabbimin ihsânıdır.-İşte buna binaen, “Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir?” hatıra gelmemelidir.
178-Kur’ân’ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mu’cize olarak bir nebî dese ki, “Sen kalkamayacaksın,” o da kalkamazsa mu’cize olur. Şu mezheb-i mercûha “Sarfe Mezhebi” denilir. Yani, Cenâb-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kur’ân’ın bir sûresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, “Bir kelimesine de muaraza edilmez” diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak i’câz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.
295-304-İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müthiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır.
372-Diyorsunuz ki: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esah nedir?”
Elcevap: Ehl-i teşeyyu’, imanına kàil; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kàil değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki:
Ebu Talib, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.
380-ulemâü’s-sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki, lüzumsuz, zararlı bir surette şeâir-i İslâmiyenin bedîhiyâtına karşı geliyorlar, tebdili kàbil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû’u aldatmıştır.
397-411-Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.
ŞU ALTINCI KISIM, ins ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşaallah akîm bırakır ve hücum yollarının altısını seddeder.
413-5-BU YAKINLARDA ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan Firavun-meşrep komitenin başlarına derim ki:
Ey ehl-i bid’a ve ilhâd! Altı sualime cevap isterim.
416-Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor.”
Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.
417-422-Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’ 1 Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”
Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.
İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.
Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.
İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.
Üçüncüsü: Bir rivayette 1 lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.
Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!
436-Ehl-i dalâlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.
Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’âline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhalefeti dahi iki cihetledir.
Biri, Zemahşerî gibi, haline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.
Diğer kısmı ise—hâşâ—âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.
***********************
MESNEVİ-İ NURİYE
134- Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.
136-Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?
…Âyâ, zanneder misin ki, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.
***********************
EMİRDAĞ LAHİKASI – 1 –
23- Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür.
25- bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzünden bid’alara giren ve ihlâsı kaybeden âlimleri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh…
40- şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.
45- Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
81-“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem Lâ ilâhe illâllah der, ehl-i kıbledir.
Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfizîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman’a (Radıyallahu Anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.
213- Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vâkıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Âişe-i Sıddîka (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.”
Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffin Harbindeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.
Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sadeddin-i Taftazanî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…
İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damarıyla en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-i Kur’âniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar.
Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü’t-Teymiye ve İbnü’l-Kayyim-i Cevzî’nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.
…. Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sadeddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zâlim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki –Lanetullahi alezzalimine vel münafikin.- gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.
217-Şeâir-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdisâtı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mânâ vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük, on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi, büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi.

EMİRDAĞ LAHİKASI – 2 –
30-Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden.
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:
“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”
….Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz. Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.”
Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?
…Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur.
Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:
“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”
Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır.
*******************
İŞARAT-ÜL İ’CAZ
44-S – Avâm-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.
C – Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhilerinden Sekkâkî gibi bir zât, İmruu’l-Kays veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. Maahâzâ, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasiyle kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin, yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir. Çünkü, nefiy cihetinin, yani Sâni’siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.
81-Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İ’tizale karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hâsıl-ı bilmasdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.
Sonra Ehl-i Cebre döner söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak hakîmdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.
84-ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.
89-S – Bir kâfirin mâsiyet-i küfriyesi, mahduttur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlâhiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvâfık değildir; merhamet-i İlâhiye müsaade etmez.
C – O kâfirin cezası gayr-ı mütenahi olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâp edilen o mâsiyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir
….S – Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun?
C – Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve mâsiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
150-Evet, Kur’ân ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenâb-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikriyle i’câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir.
Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’câzı tarif ve tâbir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz.
********************
MUHAKEMAT
16-kavm-i Arap, sair akvamı bel’ ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise, Vehb, Kâ’b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. Fakat—hayfâ!—sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet verdiler.
Hem de, vakta ki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı îmââtlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirlerdi—fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki, Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadis-i sahihtir.
….Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu.
Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı.
….şu hikmet ve İsrailiyat dahi, daire-i İslâmiyete duhulleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar.
114-Vâcibü’l-Vücudu mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hatâ-yı mahzdır. İşte şu hatâ-i bîedebâne ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakikî olduklarına; ve Mutezile, hayvanları ef’âl-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlâhînin nefyine; ve mecusîler, halk-ı şer başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umur-u hasisiye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin? Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader, şu vehim itikad tarikiyle olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.
118-maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezc etmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiyye o derece Vâcibe hasr-ı nazar etmişler ki, mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır; “Bir vardır” derler. El’insaf! Serâ-Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ envâ ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelâle kasem ederim ki, dünyada şu iki mesleğin temasını intaç eden rey-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir rey yoktur.
***************
KASTAMONU LAHİKASI:
53-kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Çünkü mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.
…O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman mâsumlar da yanarlar; onlara acımamak olmuyor. Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.
Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.
56-Hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.
130-Risale-i Nur’un Isparta’da kat’i galebesi, zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habîsi hükmünde bazı zındıklar, o mağlûbiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağı kadar Kur’ân ve Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde, hizbü’ş-şeytanın Peygamber (a.s.m.) ve Kur’ân hakkında mesleklerince söyledikleri tâbirâtı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş. Onun gibi Yahudi, mütemerrid ve dinsiz feylesoflarından ve Avrupanın zındıklarının eskiden beri Kur’ân ve Peygamber’in (a.s.m.) hâlâtından medâr-ı tenkit buldukları noktaları, bu İslâm ismi altındaki zındık, kurnazcasına, safdil Müslümanlara ve Risale-i Nur’u görmeyenlere dinlettirmek ve göstermek için öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü gizlemeye çalışmış ki, şeytanette, şeytandan ileri gitmiş; beni çok müteessir etti.
226-Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünkü, Selef-i Sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebâire mâruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.
MEHMET ÖZÇELİK
04-02-2016

✧✧

KONUYLA İLGİLİ BİR TAHLİL

Risale-i Nur, bu asırda imana hücum eden bâtıl mezhebleri ve dalâlet fırkalarının fikirlerini, menşe’lerini (kaynaklarını) teşhis ve tasvir ederek, Kur’an’ın sarsılmaz mantıkî isbatları ve derûnî hikmetleriyle bunları aklen ve naklen çürütmektedir.

1. Tevhid, Ulûhiyet ve Kâinatın Yaratılışına Dair Bâtıl Görüşler ve Cevapları
Risale-i Nur, Allah’ın varlığı, birliği (Tevhid), sıfatları ve kâinattaki mutlak tasarrufuna karşı geliştirilen felsefî ve materyalist (maddiyyun) görüşleri temelden tenkit eder.

a) Tabiiyyun (Naturalizm) ve Maddiyyun (Materyalizm):
Bu görüş, kâinatın varlığını “tabiat”a, “esbab”a (sebeplere) veya “kendi kendine teşekkül”e (tesadüfe) isnat eder.
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 201): “Evcedethu’l-esbab, yani, ‘Esbab bu şeyi icad ediyor.'” Veya “Teşekkele binefsihî, yani, ‘Kendi kendine teşekkül ediyor.'” Yahut “İktezathu’t-tabiat, yani, ‘Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.'”
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 220): “Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor.” Bu, Sâni-i Kadîr’in “yoktan var etme” (icad) ve “var olanı yok etme” (idam) kudretini inkârdır.
• Risale-i Nur’un Cevabı: Bu fikirler, (Sözler, 592)’de Fâtiha Sûresi’nin tefsirinde zikredilen “وَلاَ الضَّۤالِّينَ” (dalâlete düşenler) taifesinin mesleği olarak tasvir edilir. Risale-i Nur, kâinattaki her bir mevcudun üzerindeki hâtem-i ehadiyeti (birlik mührünü) göstererek, esbabın “icad” değil, ancak “perde” olduğunu isbat eder. Esbab, (İşarat-ül İ’caz, 81)’de belirtildiği gibi “müessir-i hakikî” değildir.
• (Muhakemat, 114)’te bu hal, “Vâcibü’l-Vücudu mümkinata kıyas etmek” olarak, yani kendi aczini Hâlık’ın kudretine teşmil etmek olarak tenkit edilir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Cenâb-ı Hak, yaratılışta hiçbir ortağı olmadığını ve her şeyin O’nun kudretiyle olduğunu beyan eder:
• $”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”$
(Bakara, 2:29)
• Tabiat ve tesadüf fikrini reddeder:
• $”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?”$
(Mülk, 67:3)
• Yoktan yaratmayı (icad) ve yok etmeyi (idam) isbat eder:
• $”Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.”$
(Yâsîn, 36:82)

b) Felsefenin Dalâlet-pîşe Görüşleri:
Risale-i Nur, nübüvvet silsilesine (vahye) itaat etmeyen felsefenin (Sözler, 584) ürettiği bâtıl esasları tenkit eder.
• Bâtıl Görüş (Sözler, 587): Eski felsefenin şirk-âlûd düsturu: “الواحد لا يصدر عنه إلا واحد
(Birden ancak bir sudur eder). Bu görüş, Allah’ı (Hâlık’ı) “akl-ı evvel” denilen bir mahlûku yaratmaya mecbur bırakır ve sair mahlûkatı o vasıtalara taksim ederek şirke kapı açar.
• Bâtıl Görüş (Sözler, 589): Cenâb-ı Hakk’a “mûcib-i bizzat” (kendi kendine mecbur) demek, O’nun İhtiyar’ını (seçme hürriyetini) nefyetmektir.
• Bâtıl Görüş (Sözler, 585): İnsaniyetin gayesini “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib” (Vâcibü’l-Vücud’a benzemek) olarak gören Eflâtun ve Aristo gibi filozofların firavunâne hükmü.
• Risale-i Nur’un Cevabı: (Sözler, 587)’de Kur’an’ın tevhid düsturu olan “اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ” (Vahdet/birlik gösteren her şey, ancak birden sudur eder) kaidesiyle cevap verilir. Kâinattaki her şeyde bir birlik mührü vardır, bu da Sâni’in bir olduğunu isbat eder. (Sözler, 589)’da kâinattaki nihayetsiz intizam ve hikmetlerin, Sâni’in “ihtiyarını” isbat ettiği belirtilir. (Sözler, 587)’de felsefenin “teşebbüh”üne (benzeme) karşı, nübüvvetin “تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ” (Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın) düsturu; yani acz, fakr ve kusurunu bilerek abd (kul) olma yolu gösterilir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Allah’ın mutlak irade ve ihtiyarını isbat eden ayet:
• $”…Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.”$
(Bakara, 2:253)
• Kulluğun esasını belirleyen ayet:
• $”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$
(Zâriyât, 51:56)

2. Kader ve Ef’âl-i İbâd (Kulların Fiilleri) Hakkındaki Bâtıl Mezhebler
İslâm Kelâmı içinde Ehl-i Sünnet’in vasat (orta) yolundan sapan iki ifrat (aşırı) ve tefrit (yetersiz) mezheb tenkit edilir:
a) Mutezile Mezhebi:
Bu mezhep, aklı hâkim ittihaz ederek (Sözler, 588) ifrata sapmış, Cenâb-ı Hakk’ı “takdis” ve “tenzih” etme gayesiyle (Lem’alar, 84; Muhakemat, 114) dalâlete düşmüştür.
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 84; İşarat-ül İ’caz, 84): “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır.” Yani, kul fiilinin yaratıcısıdır. Sebebi, “şerrin icadını şer telâkki ettikleri” için küfür ve dalâletin yaratılmasını (hilkatini) Allah’a vermemeleridir.
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 82): “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır.”
• Bâtıl Görüş (Sözler, 300): Eşyadaki hüsün (güzellik) ve kubh (çirkinlik) zâtîdir; yani Allah emrettiği için güzel değil, güzel olduğu için emretmiştir.
• Risale-i Nur’un Cevabı (Ehl-i Sünnet): (İşarat-ül İ’caz, 81)’de Ehl-i Sünnet’in vasat yolu şöyle tasvir edilir: Kul, fiilinin hâlıkı (yaratıcısı) değildir, sadece kâsibidir (kazananıdır). “Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî yoktur.”
• (Lem’alar, 84)’te, kebâiri işlemenin imansızlıktan değil, “his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden” geldiği belirtilir.
• (Sözler, 300)’de Ehl-i Sünnet görüşü şöyle izah edilir: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Yani emir ve nehiy, hüsün ve kubhdan öncedir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Fiillerin yaratıcısının Allah olduğunu belirten ayet (Mutezile’ye cevap):
• $”Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.”$
(Sâffât, 37:96)
• Kulun iradesini (kesb) isbat eden ayet (Cebriye’ye cevap):
• $”De ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’…”$
(Kehf, 18:29)
• Büyük günah işleyenin kâfir olmadığını, şirk hariç affın mümkün olduğunu belirten ayet (Mutezile ve Hariciye’ye cevap):
• $”Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklık içindesiniz’ demiştik.’ Yine şöyle derler: ‘Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.'”$
(Nisâ, 4:48)
b) Cebriye Mezhebi:
Mutezile’nin zıddına, kulun iradesini tamamen nefyeden (inkâr eden) tefrit mezhebidir.
• Bâtıl Görüş (İşarat-ül İ’caz, 81 – Zımnen): Abdin (kulun) “bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında” olduğu görüşü.
• Risale-i Nur’un Cevabı (Ehl-i Sünnet): (İşarat-ül İ’caz, 81)’de bu görüş de reddedilir: “Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak hakîmdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.”

3. Nübüvvet, Hilafet ve Sahabe Konusundaki Bâtıl Görüşler
Risale-i Nur, Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesinin temeli olan Sahabe-i Kiram’a (r.a.) ve Hilafet-i Raşidîn’e dair ifrat ve tefritkâr görüşleri reddeder.
• Bâtıl Görüş (Şîa): (Lem’alar, 27) “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).”
• Bâtıl Görüş (Haricîler ve Bazı Siyaset Meftunları): (Lem’alar, 30) “Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar.”
• Bâtıl Görüş (Vahhâbîlik ve Müfrit Râfızîlik): (Emirdağ Lahikası, 213) Sahabeler zamanındaki fitneleri (Cemel ve Sıffin Vakıaları) bahane ederek, mübarek zâtlara tenkit ve hattâ lânet (Yezid ve Haccac meselesinde olduğu gibi) yolunu açmak.
• Risale-i Nur’un Cevabı (Ehl-i Sünnet): (Lem’alar, 27)’de Ehl-i Sünnet’in icmâı belirtilir: “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”
• (Lem’alar, 31)’de hem Alevîlere hem Ehl-i Sünnet’e hitaben, bu “cüz’î meseleleri” bırakıp, “zındıka cereyanı”na karşı ittihad (birlik) etmeleri gerektiği ihtar edilir.
• (Emirdağ Lahikası, 213)’te, Ehl-i Sünnet’in bu fitnelerden bahis açmayı menettiği, Hazret-i Ali’nin haklı, diğer tarafın içtihad hatası üzere olduğu ve affa mazhar oldukları belirtilir. Lânet etmenin “amel-i salih” olmadığı, Sadeddin-i Taftazanî’nin cevazına mukabil Seyyid Şerif Cürcanî gibi allâmelerin “caiz değil” görüşünün daha isabetli olduğu ifade edilir.

4. Âhiret, Ceza ve Şefkat Konusundaki Bâtıl Görüşler
İmanın rükünlerinden olan âhirete, hususan Cehennemin ebediyetine ve adaletine dair şüpheler tenkit edilir.
• Bâtıl Görüş (İşarat-ül İ’caz, 89): “Bir kâfirin mâsiyet-i küfriyesi, mahduttur… Ebedî ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlâhiyeye uygun olmadığı…”
• Bâtıl Görüş (Kastamonu Lahikası, 53): Kâfirlerin Cehennemde yanmasını “kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak.”
• Risale-i Nur’un Cevabı: (İşarat-ül İ’caz, 89)’da, küfrün “gayr-ı mütenahi bir cinayet” olduğu altı cihetle isbat edilir. Çünkü küfür, kâinatın ve bütün mevcudatın kıymetini inkâr ve Sâni’in esmâsına karşı bir tecavüzdür. Ayrıca, “Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu” belirtilir; zira “adem, şerr-i mahzdır.”
• (Kastamonu Lahikası, 53)’te bu bâtıl şefkat, “bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir” diye reddedilir. Sebebi: “mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr… olduğu gibi”, binler mazlum ehl-i imanın hayat-ı ebediyesini mahveden o zâlimlere (kâfirlere) şefkat etmek, o mazlumlara “dehşetli bir merhametsizliktir.”
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Cezanın ebediyetini ve adaletini tasdik eden ayetler:
• $”Şüphesiz, inkâr edip zulmedenleri Allah bağışlayacak değildir. Onları cehennem yolundan başka bir yola iletecek de değildir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu ise Allah’a çok kolaydır.”$
(Nisâ, 4:168-169)
• $”…’Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.'”$
(Mülk, 67:10)

5. Şeâir-i İslâmiye ve Bid’atlere Dair Bâtıl Görüşler
Risale-i Nur, “hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle” (Kastamonu Lahikası, 56) ve “Frenkleri taklide çalışmak” (Mesnevi-i Nuriye, 134) suretiyle dine sokulmak istenen bid’atleri ve şeâiri (İslâm’ın sembollerini) tahrif girişimlerini tenkit eder.
• Bâtıl Görüş (Ulemâü’s-sû’): (Mektubat, 416) Ezan ve kamet gibi şeâirin “ecnebîleri körü körüne taklitçilik” ile “kendi lisanlarına tercüme edilmesi.” Buna hüccet olarak “dâr-ı harp”teki yeni Müslümanların tatbikatını veya İmam-ı Âzam’ın bir fetvasını göstermeleri.
• Bâtıl Görüş (Avrupa Felsefesi): (Lem’alar, 131) “Hayat bir cidaldir.”
• Risale-i Nur’un Cevabı: (Mektubat, 416)’da “dâr-ı harp” kıyasının “zâhir bir fark” ile bâtıl olduğu, “diyar-ı İslâmda mesağ olamaz” denilir. (Mektubat, 417-422)’de İmam-ı Âzam’ın fetvâsının “beş cihette hususî” olduğu (merkezden uzaklık, hakikî ihtiyaç, Fârisî lisanı, sadece Fâtiha’ya mahsus olması ve hamiyet-i İslâmiyeden gelmesi) izah edilir. Halbuki şimdiki tatbikatın “zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan” bir “meyl-i tahrip” olduğu, bunun da “dini terk ettirmek” manasına geldiği isbat edilir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Şeâire hürmet, takvânın bir parçasıdır:
• $”Her kim Allah’ın nişanelerine (şeâir) saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.”$
(Hac, 22:32)
• Dinî esaslara ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ emredilir:
• $”Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.”$
(Haşr, 59:7)

Netice
Risale-i Nur Külliyatı, sadece müsbet isbat yolunu değil, aynı zamanda menfî olan şüphelerin ve bâtıl görüşlerin menşe’lerini de göstererek Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesini müdâfaa etmiştir. Mutezile’den Maddiyyuna, felsefeden Frenk mukallitliğine kadar her bir dalâlet fırkasının temel dayanaklarını, Kur’an’ın ve akl-ı selîmin mizanıyla çürütmüş; imanın hakikatlerini en muannid (inatçı) feylesofları dahi ilzam edecek (susturacak) bir vuzuh (açıklık) ile ortaya koymuştur.

 

 

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, asrın idrakine ders verirken muhatap olduğu ve cevap verdiği başlıca bâtıl mezhepleri, felsefî cereyanları ve hatalı görüşleri tasvir etmektedir.
Risale-i Nur, imanın esaslarını aklî ve kalbî bürhanlarla (isbatlarla) ortaya koyarken, aynı zamanda bu esaslara zıt düşen veya onları sarsmaya çalışan eski ve yeni bâtıl cereyanların temellerini de tenkit ederek çürütmektedir. Bu cereyanlar birkaç ana başlık altında toplanabilir:
1. Felsefî Cereyanlar ve Maddecilik (Tabiiyyun, Maddiyyun, Dehriyyun)
Bu görüşler, kâinatın işleyişini maddî sebeplere ve tabiata havale eden, Hâlık-ı Zülcelâl’in (c.c.) icraatını ve ihtiyarını (iradesini) perdeleyen veya inkâr eden felsefî ekolleri ihtiva eder.
Bâtıl Görüşler ve İddialar:
• Tabiata ve Sebeplere İcad Vermek: Bu zihniyetin üç temel ifadesi vardır: “Evcedethu’l-esbab” (Esbab, yani sebepler bunu icad ediyor), “Teşekkele binefsihî” (Kendi kendine teşekkül ediyor) ve “İktezathu’t-tabiat” (Tabiat iktiza edip icad ediyor). (Lem’alar, 201).
• Maddenin Ezeliyeti (Azal-Madde): “Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir…” (Lem’alar, 220). Bu görüş, maddenin ezelî olduğunu ve yoktan var edilmediğini iddia eder.
• Vâcibü’l-Vücud’u Mümkinata Kıyas Etmek: Bu felsefelerin temel hatası, “Vâcibü’l-Vücud’u mümkinata kıyas etmek”tir (Muhakemat, 114). Güya Sâni-i Zülcelâl’in azameti, “umur-u hasisiye ve cüz’iyeye tenezzül” etmesine (basit ve teferruata ait işlerle meşgul olmasına) mani imiş gibi batıl bir vehme kapılırlar (İşarat-ül İ’caz, 84).
• Allah’ın İhtiyarını (İradesini) Nefyetmek: Bazı felâsife, Cenâb-ı Hakk’a “mûcib-i bizzat” (zorunlu sebep) diyerek O’nun irade ve ihtiyarını nefyetmişlerdir (Sözler, 589).
• “Hayat Bir Cidaldir” Esası: Bozuk Avrupa felsefesinin “Hayat bir cidaldir” (hayat bir mücadeledir) düsturu (Lem’alar, 131) ve “El-hükmü li’l-galib” (Hüküm galip olanındır) kaidesi (Sözler, 586).
Risale-i Nur’un Cevapları:
• Aczin Teşmili Hatası: Filozofların “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” demeleri, “âciz-i mutlak” olan kendi nefislerini ve esbabı ölçü alıp, bu aczi “Kadîr-i Mutlak” olan Allah’a (c.c.) teşmil etmelerinden kaynaklanan bir “ahmaklık”tır (Lem’alar, 220).
• Tevhid Delili: Kâinattaki her şey, zerreden şemse kadar, üzerlerindeki “parlak sikke” ile (Sözler, 589) ve “intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını” (Sözler, 589) gösterir. “El-vâhidü lâ yesdurü illâ ani’l-vâhid” (Her birliği bulunan, yalnız birden sudur eder) kaidesiyle (Sözler, 587), eşyadaki birlik ve intizam, tek bir Yaratıcı’yı isbat eder.
• Nübüvvetin Düsturu: Felsefenin “Kuvvet galibindir” düsturuna mukabil, nübüvvet “Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir” der, zulmü keser ve adaleti temin eder (Sözler, 586, Haşiye).
• Ayet-i Kerime: Bu bâtıl görüşlerin tamamı, Allah’ın (c.c.) mutlak hâkimiyetini ve yaratıcılığını inkâr veya takyid etme üzerine kuruludur. Kur’ân-ı Kerîm bu iddiayı temelden reddeder:
$أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ$
“İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!” (A’râf Sûresi, 7:54)

2. Kelâmî Mezhebler (Mutezile ve Cebriye)
İslâm düşünce tarihinde ortaya çıkan, bilhassa “kader” ve “insan fiilleri” (ef’âl-i ibâd) konularında Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten ayrılan mezheplerdir.
Bâtıl Görüşler ve İddialar (Mutezile):
• Halk-ı Ef’âl (Fiillerin Yaratılması): “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır” (insan kendi fiillerinin yaratıcısıdır) (Lem’alar, 84). Şerrin icadını şer telakki ettikleri için, küfür ve dalâletin yaratılmasını Allah’a vermezler (Lem’alar, 84).
• Günah-ı Kebâir (Büyük Günahlar): “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” (Lem’alar, 82).
• Hüsün ve Kubh (İyilik ve Kötülük): “Eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü (güzelliği) var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu (çirkinliği) var, sonra ona binaen nehyedilmiş.” (Sözler, 300). Yani iyilik ve kötülük eşyanın zatîsidir, İlâhî emre tâbi değildir.
• Cehennem’in Mâhiyeti: “Cehennem sonradan halk edilecektir” (Mektubat, 9).
Risale-i Nur’un Cevapları (Ehl-i Sünnet ve Cemaat):
• Kesb ve Halk Ayrımı: Ehl-i Sünnet, Mutezile’ye karşı der ki: “Abd, kesb denilen… esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.” (İşarat-ül İ’caz, 81).
• Cebriye’ye Cevap: Ehl-i Cebr’in “Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar… altındadır” fikrine karşı da “Abd… elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak hakîmdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.” (İşarat-ül İ’caz, 81).
• Günahın Sebebi: “Kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.” (Lem’alar, 84).
• Hüsün ve Kubh Emre Tâbidir: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen (güzel) olur. Nehyeder, sonra kabih (çirkin) olur.” (Sözler, 300). Bu, vesveseye de bir merhemdir; zira kul, zâhir-i şeriate (şeriatın dış yüzüne) uymakla mükelleftir.
• Ayet-i Kerime: İnsanın iradesinin (kesb) ve sorumluluğunun altını çizen, fakat yaratmanın (halk) Allah’a ait olduğunu belirten tevhidî denge:
$لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ$
“…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara Sûresi, 2:286’dan bir bölüm)

3. İslâm İçi Fırkalar ve Bid’at Cereyanları (Şîa, Haricîler, Vahhâbîlik)
Bu başlık, daha çok siyâsî-itikadî fırkaları ve Ehl-i Sünnet’in temel esaslarına muhalif hareketleri kapsar.
Görüşler ve İddialar:
• Şîa (Alevîler): “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).” (Lem’alar, 27). Bazı müfrit (aşırı) Alevîler ve Râfizîler, “Hazret-i Ali’ye (r.a.) muhabbetlerinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar” (Emirdağ Lahikası-1, 81) ve bu ifratla sünneti terk edebiliyorlar (Lem’alar, 31).
• Haricîler ve Vahhâbîlik: Ehl-i Sünnet perdesi altında bu fikirlerin girmesi (Lem’alar, 30). Bilhassa Vahhâbîlik damarı, “evliyalar aleyhinde” olmak (Emirdağ Lahikası-1, 213) ve “esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye” gibi ince esasları “ruhsat-ı şer’iye” perdesi altında terk etmeye zemin hazırlamak (Kastamonu Lahikası, 56) şeklinde tezahür eder.
• Ulemâü’s-sû’ (Kötü Âlimler) ve Ehl-i Bid’a: Şeâir-i İslâmiyeyi (Ezan, Kamet gibi) tağyir etmeye (değiştirmeye) teşebbüs (Mektubat, 413). Delil olarak da “ecnebîleri körü körüne taklitçilik” (Mektubat, 416) ve “İmam-ı Âzam’ın fetvâsı”nı (Mektubat, 417) yanlış bir surette kullanırlar.
Risale-i Nur’un Cevapları:
• Ehl-i Sünnet’in İtidal Yolu: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (r.a.) daha efdaldir…” (Lem’alar, 27). Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişlerdir (Emirdağ Lahikası-1, 213).
• İttihad (Birlik) Çağrısı: Risale-i Nur, Ehl-i Sünnet ve Alevîlere, “mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı (çekişmeyi) aranızdan kaldırınız” diye seslenir. Zira asıl tehlike olan “zındıka cereyanı” birini diğeri aleyhinde âlet edip ezer (Lem’alar, 31).
• Bid’atlere Karşı Tavır: Şeâiri tağyir, “zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret… saikasıyla” yapılıyorsa, bu “dini terk ettirmektir” (Mektubat, 422). İmam-ı Âzam’ın fetvâsı ise beş cihetten hususîdir ve bu duruma delil olamaz (Mektubat, 417-422).

4. Diğer Bâtıl Görüşler ve Zihniyetler
• Mülhidlerin (Ateistlerin) Şüpheleri:
• Mirac’ın İmkânsızlığı: “Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder?” (Sözler, 617).
• Cevap: “Arz gibi ağır bir cismi… bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi?” (Sözler, 617). Ruh süratinde hareket eden lâtif cismin bu urûcu (yükselişi) akla muhalif değildir.
• Kaderi Tenkit ve Şekvâ (Şikayet):
• Görüş: “Ah, of edip şekvâ etmek” (Lem’alar, 14).
• Cevap: “Şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.” (Lem’alar, 13). Bu, “bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır.” (Lem’alar, 14).
• Ebedî Cezaya Karşı Yanlış Şefkat:
• Görüş: Kâfirlerin Cehennemde ebedî yanmasına şefkat etmek (Kastamonu Lahikası, 53). Veya “kısa bir zaman”daki küfre “gayr-ı mütenahi bir ceza”nın adalete uymadığı iddiası (İşarat-ül İ’caz, 89).
• Cevap: Bu şefkat, “o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır” (Kastamonu Lahikası, 53). Yani, kâfirin zulmettiği hadsiz mâsumlara karşı bir merhametsizliktir. Ayrıca, o kısa zamandaki küfür, “gayr-ı mütenahi bir cinayet”tir (İşarat-ül İ’caz, 89). Ve “Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür” (İşarat-ül İ’caz, 89).
• Ayet-i Kerime: Kur’ân-ı Kerîm, bu ebedî cezayı açıkça bildirir:
$إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَظَلَمُوا لَمْ يَكُنِ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقًا \ إِلاَّ طَرِيقَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا$
“Şüphesiz, inkâr edenler ve zulmedenler var ya, Allah onları asla bağışlayacak ve doğru bir yola iletecek değildir. Onları ancak içinde ebedî kalacakları cehennemin yoluna iletir. Bu ise Allah’a çok kolaydır.” (Nisâ Sûresi, 4:168-169)
• Masumların Musibete Uğraması:
• Sual: “Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?” (Sözler, 186).
• Cevap: Bu, “sırr-ı kadere taallûk” eder (Sözler, 186). Umumî musibet, ekseriyetin hatasından gelir (Sözler, 186). Mâsumlar için o musibet, şehadet gibi mânevî bir mertebedir; onlar için bir “tezahür-ü rahmet”tir (Kastamonu Lahikası, 53).
• Ayet-i Kerime:
$وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ$
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (hepinizi kuşatır). Bilin ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl Sûresi, 8:25)

Hülâsa (Özet):
Risale-i Nur Külliyatı, felsefeden (tabiiyyun, maddiyyun, bozuk Avrupa felsefesi), kelâmî mezheplerden (Mutezile, Cebriye) ve İslâm içi fırkalardan (Haricîlik, Vahhâbîlik, müfrit Şîa) gelen bütün bâtıl görüşleri; tevhid, nübüvvet ve haşir ekseninde, aklı ve kalbi ikna eden bürhanlarla çürütmektedir. Bütün bu bâtıl yolların temelde ya Allah’ın kudretini ve ilmini inkâr (ilhad), ya O’na ortak koşmak (şirk), ya da O’nu mahlûkata benzetmek (teşbih ve kıyas-ı maalfârık) hatalarından kaynaklandığını isbat etmektedir.

 


Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025

 

 




RİSÂLE-İ NUR-DA DUA- 2 –

RİSÂLE-İ NUR-DA DUA- 2 –

Duanın Mahiyeti: Ubudiyetin Ruhu ve Tevhidin İlanı

Risale-i Nur Külliyatı’nda duanın mahiyeti, onun her şeyden evvel bir ibadet olduğu cihetiyle ele alınır. Dua, kulun kendi aczini ve fakrını dergâh-ı İlâhiyeye arz etmesi hasebiyle, ubudiyetin ruhu ve halis bir imanın neticesidir.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de dua ile ibadeti birleştiren ayet-i kerimelerle teyit edilir. Cenâb-ı Hak, duayı terk etmeyi bir “kibir” ve ibadetten yüz çevirme olarak vasıflandırır:
$(Meali){ Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin, size icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” }$
(Mü’min, 40/60)
Bu ayet, duanın sadece bir “istek” listesi olmadığını, bizatihi “kulluk” (ibadet) olduğunu gösterir. Zira dua eden kimse, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir.” itikadıyla, O’nun her şeye Kadir (Kadir-i Mutlak) ve her şeyi Bilen (Alîm-i Mutlak) olduğunu, yani Tevhid’i ilan etmiş olur.
Bu sebeple, insanın ehemmiyeti ve kıymeti, ancak bu ubudiyet şuuruyla yaptığı dua nisbetindedir.
$( Meali){ De ki: “Duanız olmazsa rabbim size ne diye değer versin ki? Siz (Peygamber’in getirdiğini) yalan saydınız, bu yüzden azap yakanızı bırakmayacak!” }$
(Furkān, 25/77)

Kâinatın Üç Lisanlı Duası: İstidat, İhtiyaç ve Kavl
“Üç kısım dua”, kâinattaki bu ubudiyetin cihanşümul (evrensel) yapısını gösterir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu üç nevi duayı ekseriyetle Mektubat ve Mesnevi-i Nuriye gibi eserlerinde izah eder:
• İstidadî Dua (Kabiliyet Lisanıyla): Bu, bütün tohumların, çekirdeklerin ve varlıkların “olmak” istedikleri kâmil surete (mükemmel yapıya) kavuşmak için yaptıkları duadır. (Bkz. Mesnevi-i Nuriye, Şule). Bir buğday tanesinin sümbül olmak, bir yumurtanın kuş olmak istemesi; hatta sebeplerin bir araya gelmesi (esbabın içtimaı), neticeyi (müsebbebi) Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir lisan-ı istidat duasıdır.
• İhtiyacî Dua (İhtiyaç Lisanıyla): Bu, bütün zîhayatların (canlıların) fıtrî ihtiyaçlarının lisanıdır. Sizin de belirttiğiniz gibi bitkilerin suya, güneşe yönelmesi, hayvanatın rızık talebi, hatta midenin açlık hissiyle rızık istemesi, fiilî ve hâlî birer ihtiyacî duadır.
• Kavlî Dua (Söz Lisanıyla): Bu, şuurlu varlıklar olan insanların ve cinlerin lisan ve kalp ile yaptıkları meşhur duadır.
Bu açıdan bakıldığında, küre-i arz baştan başa muazzam bir dua ve zikir halindedir. İnsanın kavlî duası, bu kâinat senfonisine iştirak ederek o muazzam sese tesanüd (dayanışma) eder. Hatta Risale-i Nur’un nazarına göre, kâinatın yaratılış sebeplerinden (sebeb-i hilkat-ı alem) biri de, bu kâinatın neticesi olan insanın ve bilhassa Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm’ın cihanşümul duasıdır

İcabet ve Kabul Sırrı: Hikmet ve Rahmetin Tecellisi

Dua bahsinde en çok zihinleri meşgul eden husus, duanın kabul edilip edilmediği meselesidir.
İcabet (cevap vermek) başkadır, Kabul (aynen yerine getirmek) başkadır.
Cenâb-ı Hak, her duaya mutlaka cevap (icabet) verir. Bu O’nun “Karîb” (yakın) ve “Mucîb” (icabet eden) isimlerinin muktezasıdır.
$( Meali){ Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki ben, şüphesiz onlara çok yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. }$
(Bakara, 2/186)
Ayet “duasını kabul ederim” (أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ – ücîbü da’vete’d-dâ’) buyurur. Risale-i Nur, bu “icabet”in, istenen şeyin “aynen verilmesi” demek olmadığını, bilakis Hikmet-i İlâhiyye’ye tabi olduğunu ders verir.
Mesela: “doktor” misali bu sırrı açar: Hasta, doktordan hikmetine ve hastalığının mizacına aykırı bir ilaç istese, doktor “Ne istersin?” diye icabet eder (cevap verir), lakin o zararlı ilacı vermeyerek kabul etmez. Yahut daha faydalısını verir.
Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak, kulunun duasına :
• Ya aynen istediğini (matlubunu) verir.
• Ya daha evlâsını (daha hayırlısını) verir (Erkek evlat isteyene Hz. Meryem gibi bir kız evladı vermesi gibi).
• Ya da fani dünyaya dair isteğini, ebedi olan ahireti hesabına kabul eder (Dünya saadeti isterken, onu ahiret saadetine çevirir).
• Veya o duanın ibadet cihetini kabul eder, ahirette sevap olarak verir.
Bu sebeple, “Duam kabul olmadı” demek yerine, “Henüz vakti gelmedi” veya “Daha hayırlı bir surette kabul edildi” demek, imanın ve ubudiyetin gereğidir.

Duanın Vakti ve Esbab-ı Kabul (Kabul Sebepleri)

Madem dua bir ibadettir, o halde o ibadetin vaktini bildiren alâmetler vardır. Mesela:dünyevi maksatlar ve başa gelen belalar, duanın neticesi değil, o duanın vaktidir.
• Yağmursuzluk, “Yağmur Namazı” vaktinin geldiğini ilan eder.
• Güneş tutulması, “Küsuf Namazı” vaktini bildirir.
• Zalimlerin tasallutu ve belaların gelişi ise, hususi dualar ve tazarrular için birer vakittir.
Bu vakitler girdiği zaman, o ibadetin (duanın) yapılması gerekir. Eğer dünyevi maksat hâsıl olursa (mesela yağmur yağarsa), nurun alâ nur (nur üstüne nur) olur; hem ibadet yapılır hem maksat hâsıl olur. Eğer maksat hâsıl olmazsa, “Dua kabul olmadı” denilemez, zira o ibadetin semeresi asıl ahirette alınacaktır.

Bu ibadetin makbuliyet şartları ise sarih bir şekilde sıralanmıştır:
• İhlas: Duanın, dünyevi matlubun tahsiline değil, sırf ibadet kasdıyla yapılması.
• Tevbe ve İstiğfar: Duaya başlamadan evvel manevi bir temizlik (Baştan istiğfar).
• Salavat: Duanın hitamında Rahmeten li’l-Âlemîn’e (sav) salavat getirmek (İki makbul duanın [istiğfar ve salavat] arasındaki dua makbul olur).
• Hususi Vakit ve Mekânlar: Cuma günü (hususan saat-i icabe), mübarek üç aylar, Ramazan ve Kadir Gecesi gibi vakitler.
• Iztırar Hali: Kişinin tam bir çaresizlik ve acz içinde kalarak, bütün esbaptan ümidini kesip doğrudan Rabbine iltica etmesi. Bu hal, duanın en mühim kabul sebeplerindendir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hale işaret edilir:
$( Meali){ Yahut duçar kaldığında ona kim icabet ediyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor? Allah’tan başka bir ilah mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz! }$
(Neml, 27/62)
Hz. Yunus (as)’ın münacatı (Birinci Lem’a) ve Hz. Eyyüb (as)’ın münacatı (İkinci Lem’a), bu ıztırar halinin ve acz-i tam ile yapılan duanın en azîm nümuneleridir.

Netice: “Eğer Vermek İstemeseydi, İstemek Vermezdi.”
Risale-i Nur’un dua bahsindeki en mühim müjdesi, bu kelâm-ı kibardır (Bkz. Mektubat, 24. Mektup).
Cenâb-ı Hak, bize “isteme” duygusunu ve “dua etme” kabiliyetini vermişse, bu mutlaka “vermek” istediğinin isbatıdır.
Eğer Rahmet hazinelerinden bize ihsanda bulunmayı murad etmeseydi, o hazinelerin anahtarı olan isteme kabiliyetini ve dua hissini bize vermezdi. Bu hakikat, kulun duaya sarılması için en büyük bir teşvik ve Rahmet-i İlâhiyye’ye karşı hüsn-ü zannın zirvesidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nur-da-dua/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025

 

 




Hapishane Mektubları

Hapishane Mektubları

Risale-i Nur Külliyatı’nın “hapis” mefhumuna bakış açısını ve bu mefhumu nasıl bir “Medrese-i Yusufiye” olarak yeniden manâlandırdığını vuzûh ile ortaya koymaktadır.

1. Hapishane Mefhumunun Dönüşümü: Medrese-i Yusufiye Sırrı

Risale-i Nur’da hapishane, zâhirî bir ceza ve tecrid mekânı olmaktan çıkarılıp, mânevî bir terbiye ve tekâmül merkezi olarak “Medrese-i Yusufiye” (Yusuf Aleyhisselâm’ın Medresesi) şeklinde vasıflandırılır. Bu tabir, doğrudan doğruya Hazret-i Yusuf’un (a.s.) haksız yere zindana atılmasına ve orayı bir irşad ve tefekkür mekânına çevirmesine telmihtir.
Cenâb-ı Hak, onun zindanda kalışını şöyle beyan eder:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“(Yûsuf) onlardan, kurtulacağına inandığına dedi ki: ‘Efendinin yanında benden bahset.’ Fakat şeytan ona, efendisine (Yûsuf’tan) bahsetmeyi unutturdu. Böylece (Yûsuf) birkaç sene daha zindanda kaldı.” (Yûsuf Sûresi, 12:42)
Hazret-i Yusuf, bu mekânı bir hüsran ve ye’s (ümitsizlik) yeri değil, bilakis tevhid hakikatlerini anlattığı bir dershâne kılmıştır. Bu sırra binaen, Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri için hapis, fânî sıkıntıların bâkî meyvelere tebdil edildiği bir “çilehâne” ve “inzivâgâh” hükmüne geçmiştir.
• Müradifleri (Alakalı Mefhumlar): İmtihan (sınanma), ıslah (düzelme, iyileşme), tefekkür (derin düşünme), inzivâ (kenara çekilme), keffâret (günahlara bedel), mânevî kazanç.
Bu medreseden alınan dersler, “üç dört adamı öldüren bir adamın, tahta bitlerini öldürmekten çekinir” hâle gelmesi gibi, en azılı cânileri dahi ıslah edebilmiştir.

2. Gençliğin Sû-i İstimâli ve Akıbeti
En mühim meselelerden biri, gençlik nimetinin “sû-i istimâl” edilmesidir. Gençliğin, akıldan ziyade hissiyatı dinlemesi, onu fânî ve anlık lezzetlere (sefâhet) sevk eder.
• “Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.”
Bu hissiyatın ve hevesatın kaynağı, terbiye edilmemiş “Nefs-i Emmâre”dir. Kur’ân-ı Kerîm, bu hakikati Hazret-i Yusuf’un lisanından şöyle beyan eder:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, rabbimin merhameti olmadıkça daima kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Yûsuf Sûresi, 12:53)
Bu kör hissiyata tâbi olmanın akıbeti, “hastahâneler”, “hapishâneler”, “meyhâneler” veya “kabristan” olarak gösterilir. Hapishanedeki ekser gençlerin durumu, bu acı hakikatin canlı bir şahididir.
• Müradifleri: Sefâhet (gayr-i meşru eğlence), hevâ ve heves (nefsin geçici arzuları), gaflet (habersizlik, umursamazlık), hissiyat (duygular), hüsran (ziyan), zevâl (sona erme).

3. Zulm-ü Beşer İçinde Adalet-i İlâhiye ve Hikmet
Risale-i Nur talebelerinin hapse girmeleri zâhiren bir “zulm-ü beşer”dir (insanların zulmü). Fakat imân nazarıyla bakıldığında, bu zulmün perdesi altında “Adalet-i İlâhiye”nin ve “Hikmet-i Rabbâniye”nin bir cilvesi vardır. Mutezile fırkasının hatasına işaret edilerek, “halk-ı şer (şerrin yaratılması), şer değil; belki kesb-i şer (şerri işlemek), şerdir” düsturu hatırlatılır.
Yani, başa gelen musibetler (hapis gibi), neticeleri itibarıyla hayra hizmet edebilir. Bu musibetin hikmetleri şöyle sıralanır:
• Kader-i İlâhînin bir hissesi (bilinmeyen kusurlara karşı adalet).
• Rızkın bir hissesi (rızkın oraya sevki).
• Hikmet ve Rahmet-i Rabbâniye (diğer mahpusları nurlandırmak ve teselli vermek).
• Nefsin bilmediği kusurları (tevbe ve istiğfara sevk etmesi).
Bu bakış açısı, kulun başına gelen hadiselerdeki kendi mesuliyetini idrak etmesini sağlar.
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ Sûresi, 4:79)
• Müradifleri: Kader (alın yazısı), hikmet (gizli sebep, bilgelik), rahmet (merhamet), rızâ (hoşnutluk), teslimiyet (boyun eğme), kesb (kazanma, irade ile yapma).

4. Sabır, Şükür ve Mânevî Kazanç Fırsatı
Madem musibet, kaderin bir cilvesi ve mânevî terbiye için bir fırsattır; o halde kula düşen vazife, şekvâ (şikayet) değil, “sabır içinde şükretmek”tir.
Hapishane, haricî dünyadaki birçok günaha mâni olduğu gibi, orada yapılan ibâdetlerin sevabını da katbekat artırır.
• “Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup…”
• “Husûsan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibâdet hükmüne geçmesiyle…”
Bu ağır imtihan altında gösterilen sabır ve teslimiyet, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın himayesi ve gözetimi altında olmanın bir nişanıdır. Bu hakikat, hapiste iken mânevî bir ihtar ile gelen şu ayetle de teyid edilmiştir:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen bizim gözetimimizdesin. Kalktığında rabbini hamd ile tespih et.” (Tûr Sûresi, 52:48)
• Müradifleri: Sabır (tahammül), şükür (minnettarlık), tevekkül (Allah’a dayanma), beşaret (müjde), necat (kurtuluş), rahmet (merhamet).

Netice
Takdim edilen “Hapishane Mektubları” iktibasları, Risale-i Nur mesleğinin temelini teşkil eden “müsbet hareket” ve “imân nazarı” ile hadiselere bakışın bir tezahürüdür.
Bu izaha göre hapis;
• Gençler için; Sefâhetin fânî lezzetlerinin acı bir neticesi ve bir ikazıdır.
• Mahpuslar için; Nefis terbiyesi, günahlardan keffâret ve ıslah olmak için bir fırsattır.
• Nur Talebeleri için; Haksız bir zulüm altında, sabır, şükür ve teslimiyetle fânî saatleri bâkîleştiren, ibâdet sevabını katlayan ve Hazret-i Yusuf’un (a.s.) vazifesini (tevhid dersi verme) icra ettiren bir “Medrese-i Yusufiye”dir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/hapishane-mektublari/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




Hakikat Arayışı ve Asrın İbretleri: Varlık Gayesi, Fani Sermaye ve Değerler Nizamı Üzerine Bir Tahlil

Hakikat Arayışı ve Asrın İbretleri: Varlık Gayesi, Fani Sermaye ve Değerler Nizamı Üzerine Bir Tahlil

​İnsanoğlu, bu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, derûnî bir mana arayışı içindedir. Bu arayışta ona rehberlik eden hikmetler, bazen kâinatın nizamında, bazen zamanın akışında, bazen de tarihî ve sosyal hadiselerin ibretli lisanında gizlidir.
​Tahlilimize esas olan bu altı veciz ifade, bu mana yolculuğunun temel duraklarını teşkil eder: Gaye (Dünyanın ne olduğu), Vazife (İnsanın ne olduğu), Metot (Vazifenin nasıl yapılacağı), Sapma (Gaye ve vazifeden uzaklaşma) ve Ölçü (Her şeyin hakikî değerinin ne olduğu).

1. Gayenin Tespiti: Dünya Bir “Mezraa” ve “Destgâh”tır
​”Dünya bir destgâh (tezgah) ve bir mezraadır (tarladır), âhiret pazarına münasib olan mahsulâtı yetiştirir.”
(Bedîüzzaman, Mektubat – 293)

​Bu ifade, varlık âleminin en temel mantıkî tasvirini sunar. Dünya, kendi başına bir gaye değil, bir “vâsıta”dır. İki güçlü edebî teşbih (benzetme) kullanılır:
• ​Destgâh (Tezgâh): Dünya, ham malzemenin (ömür, sağlık, ilim) işlendiği, kıymet kazandığı bir atölyedir. Burada işlenen “eserler” (ameller), başka bir âlemde sergilenecektir.
• ​Mezraa (Tarla): En meşhur hadîs-i şerife (“Dünya ahiretin tarlasıdır”) atıf yapar. Bu, bir “faaliyet” ve “süreç” mefhumudur. Tarlada tesadüfe yer yoktur; ne ekersen onu biçersin.
​Hikmeti ve İbreti: Bu tasvir, dünyaya (tabiata) “gayesiz” veya “tesadüfî” bir varlık olarak bakan felsefeleri (düşünce akımlarını) temelden reddeder. Her şeyin “âhiret pazarına münasib” (uygun) olması, kâinattaki her hadisenin bir mana ve neticeye yönelik olduğunu isbat eder. Bu, abesiyetin (boşunalığın) değil, mutlak bir hikmetin delilidir.

2. Vazifenin İdrakı: İnsan Bir “Misafir”dir
​”Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır… Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.”
(Risale-i Nur – İman ve Küfür Muvazeneleri – 112)

​Dünya “tarla” ise, bu tarladaki insan kimdir? Bu vecize, insanın konumunu “misafir” olarak tanımlar. Bu misafirlik, mantıken iki netice doğurur:
• ​Sahiplenmemek: Misafir, ev sahibi gibi davranmaz. Mülkün geçiciliğini bilir.
• ​İzin Dairesinde Hareket Etmek: Ev sahibi olan “Zât-ı Kerîm”in (Cenâb-ı Hak) rızası ve “izni dairesinde” hareket eder.
​Hikmeti ve İbreti: En kıymetli varlığımız olan “sermaye-i ömür” (ömür sermayesi), fani bir hayata değil, “hayat-ı ebediye” (sonsuz hayat) için “sarf edilmelidir.” Bu, bir “ticaret”tir. Bu ticareti doğru yapanın “bütün cihazatı” (organları, duyguları) ahirette lehine şahitlik edecektir. Bu, muazzam bir “hesap verebilirlik” ve “mesuliyet” şuurudur.

3. Metodun Belirlenmesi: Sermayenin “Bugün” Kullanılması
​”DÜN GİTTİ. YARIN MEÇHUL. BUGÜN SENİN ELİNDE… Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil; Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikii istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye at.”
(Sözler)

​Gaye (ahiret) ve Vazife (misafirlik ticareti) belli olduktan sonra, bu ticaretin “nasıl” yapılacağı sorusu kalır. Cevap “vakit”tir. Bu söz, zamanı mantıken üçe ayırır:
• ​Dün (Geçmiş): “Gitti.” Geri alınamaz. Üzerinde tasarruf hakkımız bitmiştir (Pişmanlık veya tövbe hariç).
• ​Yarın (Gelecek): “Meçhul.” Elimizde “senet yok.” Ona mâlik değiliz, bir vehimdir.
• ​Bugün (Hâzır Zaman): “Senin elinde.” Tek “hakiki ömür” ve tek “hakiki sermaye” budur.
​Hikmeti ve İbreti: Ebedî istikbali kazanmak için fani “bugünü” kullanmak gerekir. Bu söz, sadece bir tespitle kalmaz, “vurucu” bir eylem planı sunar: Günün tamamını istemez; “lâakal (en az) bir saatini” bir “ihtiyat akçesi” (yedek akçe, sigorta fonu) gibi “hakikii istikbal” (ebedî gelecek) için ayır. Bu, en akıllıca ve en mantıklı yatırımdır.

4. Tarihî Sapma (Tenkit 1): “Batmak” Olarak “Batılılaşma”
​”Batılılaşmanın, batmak olduğunu idrak ettiğimiz zaman iş işten geçmişti.”
(Cemil Meriç, 1976 – Büyük Gazete)

​İlk üç vecize, İlahî nizamı ve hikmeti tasvir etti. Bu vecize ise, tarihî ve kültürel bir “ibret” dersidir. Bu, “Gaye”den ve “Hakiki İstikbal”den sapmanın acı bir tenkididir (eleştirisidir).
​Cemil Meriç, bir medeniyetin kendi “aslî” gayesini unutup, başka bir medeniyeti (Batı) körü körüne taklit etmesini “terakki” (ilerleme) değil, “batmak” olarak tanımlar. Bu “batış”;
• ​Manevî bir batıştır (Ahiret gayesini kaybetmek).
• ​Kültürel bir batıştır (Kendi kimliğini kaybetmek).
• ​Ahlâkî bir batıştır (Değerler nizamını kaybetmek).
​Hikmeti ve İbreti: En acı olan, bu batışın “idrak edildiği” vakit, “iş işten geçmiş” olmasıdır. Bu, telafisi zor bir tarihî pişmanlığın ifadesidir. “Âhiret pazarı” için mahsul yetiştirmesi gereken “mezraa”nın, fırtınaya ve sele teslim edilmesinin ibretlik neticesidir.

5. Siyasî Sapma (Tenkit 2): Bir Düstûrun Reddi
​”Laiklik elden gidiyormuş. Gitsin! Cehennemin dibine kadar yolu var!”
(Hasan Celal Güzel)

​Bu ifade, “vurucu” ve siyasî bir tenkittir. Cemil Meriç’in kültürel tenkidini, siyasî bir düstûr (ilke) üzerinden zirveye taşır. Bu sözün hikmeti, ilk üç vecizede kurulan mantıkî düzlemde anlaşılabilir:
​Eğer dünya bir “mezraa” ve ahiret için “çalışma” yeri ise ve bu çalışma için günde “bir saat” dahi olsa seccadeye ihtiyaç varsa; bu “mezraa” ile “ahiret” arasındaki bağı kasıtlı olarak koparan, dini sadece vicdanlara hapsedip “destgâh”ın (dünyanın) tamamından kovan bir anlayış (“Laiklik”in bu şekilde yorumlanması), bu bakış açısına göre “en büyük tehlike” olarak görülür.
​Hikmeti ve İbreti: Bu söz, “Hakiki İstikbal” davasını, fani bir “siyasî ilke” davasından daha üstün gören bir şuurun dışa vurumudur. “Cehennemin dibine kadar yolu var!” ifadesi, o ilkenin ahiret sermayesini engellemesine duyulan öfkenin ve reddiyenin en keskin ifadesidir.

6. Küllî Ölçü ve Değerler Nizamı: Laleli Baba’nın Dört “Hiç”i
​**”Laleli Baba’nın şu dört ‘Hiç’ini, hiç unutmamak lazımdır:
• ​Dünyanın bütün sıkıntıları, cehennem azabının yanında ‘Hiç’tir.
• ​Cehennem azabının en korkunç derecesi, Allah’ı görmekten mahrum kalmanın yanında ‘Hiç’tir.
• ​Dünyanın bütün nimetleri, cennet nimetleri yanında ‘Hiç’tir.
• ​Cennetin bütün nimetleri, Allah’ı bir defa görmenin yanında ‘Hiç’tir.”**

​Bu son vecize, bütün bu tahlilin “küllî ölçüsü” ve “değerler hiyerarşisi”dir. Neden dünyanın fani nimetlerine aldanmamalı ve neden “Batılılaşma” gibi fani gayeler “batmak”tır? Cevabı bu dört “hiç” verir:
• ​1 ve 3 (Dünya vs. Ahiret): Dünyanın azamî sıkıntısı da, azamî nimeti de ahiretin yanında “Hiç”tir. Bu, “dünya mezraadır” sözünün mantıkî isbatıdır.
• ​2 ve 4 (Ahiret vs. Rü’yetullah): Bu, daha derûnî bir ölçüdür. İstenen veya kaçınılan şey, sadece “Cennet” veya “Cehennem” değildir. Gaye, bizzat o Cennet ve Cehennemin Sahibidir.
• ​En büyük azap, ateş değil, O’ndan “mahrum kalmaktır” (Hicap).
• ​En büyük nimet, huri veya köşk değil, O’nu “bir defa görmektir” (Rü’yetullah / Cemâlullah).
​Hikmeti ve İbreti: Bu dört “Hiç”, “a’lâ-yı illiyyîn”e gitmenin ne demek olduğunu tasvir eder. Bu, bütün gayelerin ve hedeflerin “O”na yönelmesi gerektiğinin, O’nun rızası ve cemâli yanında her şeyin “hiç” kaldığının ilanıdır. Bu, asrın materyalist (maddeci) ve dünyevî felsefelerine (düşünce akımlarına) karşı en hikmetli ve edebî cevaptır.

​Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu vecizelerin işaret ettiği manaların aslı (esası) olan ayet-i kerimelerden bazıları şunlardır:
• ​Dünyanın Mezraa Olması (Vecize 1 ve 2):
• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
• ​”Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan salih ameller ise, Rabbinin katında sevap olarak da, ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46)
• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)

• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

• ​”Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan salih ameller ise, Rabbinin katında sevap olarak da, ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46)

• ​Zamanın Kıymeti ve “Bugün” (Vecize 3):
• ​”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)
• ​”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 59/18)
• ​”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)

• ​”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 59/18)

• ​Haktan Sapma ve Batış (Vecize 4 ve 5):
• ​”Yeryüzünde fesat (bozulma) çıktı; karada ve denizde insanların kendi elleriyle işledikleri (kötülükler) yüzünden…” (Rûm, 30/41)
• ​”Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da O’nu severler…” (Mâide, 5/54)
• ​”Yeryüzünde fesat (bozulma) çıktı; karada ve denizde insanların kendi elleriyle işledikleri (kötülükler) yüzünden…” (Rûm, 30/41)

• ​”Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da O’nu severler…” (Mâide, 5/54)

• ​Nihâî Gaye ve Değer Ölçüsü (Vecize 6 – Rü’yetullah ve Mahrumiyet):**
• ​”O gün bir takım yüzler parıl parıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (Kıyâme, 75/22-23)
• ​”Hayır! Şüphesiz onlar, o gün Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.” (Mutaffifîn, 83/15)
• ​”O gün bir takım yüzler parıl parıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (Kıyâme, 75/22-23)

• ​”Hayır! Şüphesiz onlar, o gün Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.” (Mutaffifîn, 83/15)

​Makalenin Özeti

​Bu araştırma yazısı, altı veciz sözü tahlil ederek küllî bir mana haritası çıkarmıştır.
• ​Yazı, dünyanın “âhiret pazarı” için mahsul yetiştiren bir “tarla” ve “tezgâh” olduğunu (Vecize 1) belirleyerek Gaye’yi tespit etmiştir.
• ​İnsanın bu tarlada “ömür sermayesi” ile ebedî hayat ticareti yapan bir “misafir” olduğunu (Vecize 2) belirleyerek Vazife’yi tanımlamıştır.
• ​Bu ticaretin tek hakiki sermayesinin “bugün” olduğunu (Vecize 3) belirleyerek Metod’u ortaya koymuştur.
• ​Cemil Meriç’in “Batılılaşma batmaktır” (Vecize 5) ve Hasan Celal Güzel’in “Laiklik” (Vecize 4) tenkitlerini, bu ebedî gayeden saptıran “tarihî ve siyasî sapmalar” olarak ibretle tahlil etmiştir.
• ​Son olarak, Laleli Baba’nın “Dört Hiç” (Vecize 6) tasvirini, bütün bu mücadelenin “küllî değer ölçüsü” olarak sunmuştur. Bu ölçüye göre, dünyanın veya cennetin nimetleri dahi “hiç”tir; en büyük gaye ve en yüce saadet, Allah’ın cemâlini görmektir (Rü’yetullah).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA HÜKÜM İFADE EDEN CÜMLELER

RİSALE-İ NUR’DA HÜKÜM İFADE EDEN CÜMLELER

Risale-i Nurların her bir cümlesi başlı başına bir hüküm ifade eder. Ancak biz o sayısız harika hükümler içerisinde belirli olanları seçmeye çalıştık.
Hükümlerin de en muhkemlerini almayı arzu ettik.
Şu eserlerden seçtik;
1-Lemalar
2-Sözler
3-Mektubat
4-Mesnevi-i Nuriye
5-Emirdağ Lahikası
6-İşarat-ül İ’caz
7-Muhakemat

*LEM’ALAR
Sh-6-esbabın tesiri yok.
9-“Eyyûb’u da hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.'” Enbiyâ Sûresi, 21:83.
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir.
10-işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.
Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
11-Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.
14-Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.
23-Mesele-i İmamet bir mesele-i fer’iye olduğu…
30-Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.
59-âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.
60-Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder.
64-kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.
66-Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.
74-Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esir” dedikleri madde ile doludur.
94-seyyiâtta sebep nefistir, mücâzâta bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebep Haktandır, illet de Haktandır. Yalnız, insan iman ile tesahup eder. “Mükâfâtını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.
216-Kur’ân’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli cezaları…
223-Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor.
313- Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, خَالِدِينَ (“Ebedî kalıcılar…” Nisâ Sûresi, 4:169.) de hapseder.
416- Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) ve Neml’i ve Nâka-i Salih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in, arasıra istimâl için bir tek cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rubûbiyet öyle iktiza ederler.

*******************************

SÖZLER:
5-BİSMİLLÂH her hayrın başıdır.
6-Bütün mevcudat lisan-ı hâl ile “Bismillâh” der.
14-İnsan, ism-i Rahmân’ı tamamıyla gösterir bir surettedir.
18-iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır.
20-Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
21-âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.
23-namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder.
145-Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.
155-Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek.
158-Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
160-Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
162-Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
190-Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:
Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.
299-Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.
503-Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.
504-küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir.
505-Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, malûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.
506-kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.
Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.”
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.
Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”
Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’ etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”
Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu.
526-ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.
530-Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı bir hüccet-i kàtıadır ki, o rivâyetlerin sahih kısmı fazilet-i cüz’iye hakkındadır.
Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envârına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve in’ikâs vardır. Malûmdur ki, in’ikâs ve tebaiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.
546-iman, mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi, mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, Cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, Cehennem, onun bir meyvesidir.
Nasıl ki küfür, Cehenneme duhulüne sebeptir. Öyle de, Cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir.
581-Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.
702-İmam-ı Rabbânî Radıyallahü anh demiş ki: “Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.” Teemmel!
765-“Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecirliği de parçalayacaktır”
Bir rüyada demiştim: “Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakāt-ı beşerin şedîd olan harbine terk-i mevki‘ ediyor.”Zîrâ beşer edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur, onun yükünü çeker. Onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyâr, edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor.
807-Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.
820-Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ân’a sarılmaktır.
822-Zaman İmanı Kurtarmak Zamanıdır.

***********************
*MEKTUBAT:
31-nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, “Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
79-esmâ-i İlâhiyenin herbiri ayrı ayrı birer âyine ister.
80-Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışların âyinelerinde cilve-i cemâllerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.
239-Sâni-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise, kâinat dairesindeki mânialar, kayıtlar Onun önüne geçemez, Onun icraatını takyid edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef’âl kâinata havale edilse, o kadar müşkülât ve karışıklığa sebebiyet verir ki, hiçbir intizam kalmadığı gibi, hiçbir şey dahi vücutta kalmaz, belki vücuda gelemez.
435-Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhaldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin.
***********************
MESNEVİ-İ NURİYE
19-Hayat, Hâlıkın ehadiyetine burhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.
20-eserin kemâli bilmüşahede fiilin kemâline, fiilin kemâli bilbedâhe ismin kemâline, ismin kemâli bizzarure sıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakîn ile şuûnatın kemâline delâlet eder. Şe’nin kemâli ise, hakkalyakîn bir sûretle Zâtın kemâlini gösterir.
.. kâinatta görünen âsârın kemâli, hadsî bir müşahedeyle, ef’âlin mükemmeliyetine, ef’âlin kemâli de fâilin kemâl-i esmâsına, esmânın kemâli sıfâtın kemâline, sıfâtın kemâli şuûnat-ı zâtiyenin kemâline, şuunatın kemâli Zât-ı Zülcelâlin kemâline delâlet eder.
39-Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.
61-Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
70-İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir.
87-Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur.
94-Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.
110-Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.
111-Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.
125-Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.
Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.
139-Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir.
144-insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
146-Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlar ile resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.
151-Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.
160-Mahlûkatın en zâlimi insandır. İnsan kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur.
183-rivâyetlerde vardır ki, “İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gaflet ile muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzîe ile avdet ederler.”
189-İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir.
195-Kezalik mânevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit Besmeleye, her saatte Lâ ilâhe illallâh’a ihtiyaç vardır. Ve hâkezâ…
***********************
EMİRDAĞ LAHİKASI – 1 –
221-Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için daire-i İslâmiyede eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil, muarız vaziyetini alan ehl-i İslâm, o dâhilî düşmanlıkları muvakkaten unutmak, maslahat-ı İslâmiye muktezasıdır.

EMİRDAĞ LAHİKASI – 2 –
23- komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.
145- Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor.
Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.
Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatler halinde İslamiyete girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyete dehalet edecektir.
*******************
İŞARAT-ÜL İ’CAZ
43-A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.
44-İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
114-insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir.
166-İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.
215-Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.
.. Cenâb-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten sonra, cevâhir-i ferde kalb etmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmışır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.
*******************
MUHAKEMAT
13-Âlemde meylü’l-istikmal vardır.
19-Hadis, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.
MEHMET ÖZÇELİK
04-02-2016

✧✧

Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif eserlerinden (Lem’alar, Sözler, Mektubat, Mesnevi-i Nuriye, Emirdağ Lahikası, İşarat-ül İ’caz, Muhakemat) cemedilen “Hüküm İfade Eden Cümleler” Risale-i Nur’un yapısını ve gayesini anlamak noktasında mühim bir anahtardır.
Risale-i Nur’un her bir cümlesi, bir hakikatin isbatı veya bir düsturun tesbiti hükmündedir. Bu eserler, sadece birer tefekkür metni değil, aynı zamanda Kur’an-ı Hakîm’in bu asra bakan muhkem (sağlam, sarsılmaz) hükümlerini izhar eden bir tefsirdir.
Bu açıdan “hüküm” kelimesini, sadece fıkhî (hukukî) manasıyla değil, daha geniş bir muhteva ile ele almak iktiza eder. Buradaki “hüküm”; bir hakikatin kat’î surette beyan edilmesi, bir esasın vazedilmesi, kâinattaki bir İlahî kanunun (sünnetullah) tasviri veya imanî bir meselenin şüpheye yer bırakmayacak şekilde isbatı manasındadır.
Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de mutlak “Hâkim”in (hüküm ve hikmet sahibi) kendisi olduğunu beyan buyurur:
$﴿…Hüküm ancak Allah’ındır. O, gerçeği anlatır ve O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.﴾$
(En’âm Sûresi, 6:57 – Meali)
Risale-i Nur’da iktibas edilen bu cümleler, işte bu İlahî hükümlerin birer in’ikâsı (yansıması) ve tefsiri mesabesindedir. Bu hükümlerin geniş ve detaylı izahını, Birkaç kategoride tahlil edebiliriz:

1. Akaid ve İmanî Hükümler (İnanç Esaslarına Dair Hükümler)
Risale-i Nur’un temel gayesi imanı kurtarmak olduğu için, en muhkem hükümleri imanî esaslar üzerinedir. Bu hükümler, müradif olarak “imanın rükünleri” veya “akaid kaideleri” olarak da ifade edilebilir.
• Misal: “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” (Sözler, sh-807)
• İzahı: Bu, bir hüküm cümlesidir. Bir tefekkür neticesi değil, bir tesbittir. Hayatın ve kâinatın gayesini iki temel esasa bağlayan bir hüküm verir: 1. İman, 2. Namaz. Varlık hiyerarşisindeki en yüksek mertebeyi isbat eder.
• Misal: “iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” (Sözler, sh-18)
• İzahı: Bu, imanın ve küfrün yapısı (mahiyeti) hakkında verilmiş bir hükümdür. Onların sadece bir tasdik veya inkârdan ibaret olmadığını, içlerinde (derûnî olarak) gelecekteki neticelerinin çekirdeklerini taşıdıklarını hükme bağlar. Bu, $﴿…Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir.﴾$ (Müddessir, 74:38) ayetinin bir tefsiridir.
• Misal: “İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.” (İşarat-ül İ’caz, sh-44)
• İzahı: Bu, imanın tarifini ve haddini çizen muhkem bir hükümdür. İmanın nasıl tahakkuk edeceğini net bir kaideye bağlar.

2. Kevnî (Kâinata Dair) ve Fıtrî Hükümler
Bunlar, Allah’ın kâinata ve tabiata koyduğu kanunların (sünnetullah) ve fıtratın (yaratılış) değişmez düsturlarının hüküm şeklinde ifadesidir.
• Misal: “esbabın tesiri yok.” (Lem’alar, sh-6)
• İzahı: Bu, tevhid akidesinin kâinata bakan en net hükmüdür. Sebeplerin tesir-i hakikîsi olmadığını, onların sadece birer perde olduğunu hükme bağlar. Bu, $﴿…Yaratma da, emir de (hüküm de) O’nun değil midir?…﴾$ (A’râf, 7:54) ayetinin bir tasviridir.
• Misal: “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur…” (Lem’alar, sh-11)
• İzahı: Bu, hayatın yapısı hakkında bir hükümdür. Musibetlerin gayesini tesbit eder. Onların tesadüfî veya şer olmadığını, hayatın tekemmülü (olgunlaşması) için birer vasıta olduğunu hükme bağlar. $﴿Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.﴾$ (Bakara, 2:155) ayetinin hikmetini izah eden bir hükümdür.
• Misal: “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor.” (Lem’alar, sh-223)
• İzahı: Bu, tesettür emrinin sadece nass (ayet) ile değil, aynı zamanda fıtrat (yaratılış) kanunu ile de sabit olduğunu ifade eden içtimaî ve fıtrî bir hükümdür.
• Misal: “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır… ‘ene’ namında öyle bir miftah vermiş ki…” (Sözler, sh-581)
• İzahı: Bu, insanın kâinattaki mevkiini ve vazifesini tesbit eden bir hükümdür. Enenin (benlik) yapısını, hem bir kilit (muammâ) hem de bir anahtar (miftah) olduğunu hükme bağlar.

3. Ubudiyet, Ahlâk ve Sünnet-i Seniyye Hükümleri
Bunlar, insanın Allah’a karşı vazifelerini, ahlâkî faziletleri ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ittibâı (uymayı) tesbit eden düsturlardır.
• Misal: “BİSMİLLÂH her hayrın başıdır.” (Sözler, sh-5)
• İzahı: Bu, amelî hayatın en muhkem hükmüdür. Her meşru fiilin kıymet kazanmasının ve bereket bulmasının şartını hükme bağlar.
• Misal: “Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur.” (Lem’alar, sh-59)
• İzahı: Bu hüküm, $﴿De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…﴾$ (Âl-i İmrân, 3:31) ayetinin net bir tefsiridir. Allah muhabbetinin isbatının (delilinin) ancak ittibâ-ı Sünnet olduğunu kat’î bir hüküm ile beyan eder.
• Misal: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.” (Lem’alar, sh-11)
• İzahı: Dünyanın mahiyetini (yapısını) tesbit eden bir hükümdür. İnsanın dünyadaki vazifesinin hizmet ve imtihan olduğunu, lezzet ve ücret peşinde olmanın hayatın gayesine aykırı (zıt) olduğunu hükme bağlar.

4. Kader, İhtiyar ve Mesuliyet Hükümleri
Bunlar, Ehl-i Sünnet akidesinin en derin meseleleri hakkında verilmiş, ifrat ve tefriti (aşırılıkları) ortadan kaldıran muhkem hükümlerdir.
• Misal: “Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir.” (Sözler, sh-505)
• İzahı: Bu, kader meselesinin özünü çözen hükümdür. Allah’ın ezelî ilminin, kulun ihtiyarına (seçimine) tâbi olduğunu, icbar edici (zorlayıcı) olmadığını hükme bağlar. Bu hüküm, Cebriye (insanın ihtiyarını inkâr eden) ve Mutezile (kaderi inkâr eden) fırkalarının yanılmalarını reddeder.
• Misal: “Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, ‘Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.'” (Sözler, sh-506)
• İzahı: Bu hüküm, kaderin nasıl taalluk ettiğini tesbit eder. Sebepleri ihmal etmeyi (görmezden gelmeyi) veya sebeplere tesir vermeyi reddeden bir hükümdür.
• Misal: “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.” (Sözler, sh-503)
• İzahı: Fiil-i beşer (insan fiili) meselesinde muhkem bir hükümdür. Şerri kesb etmenin (tercih etmenin) mesuliyetinin kula, ancak yaratmanın (halk) Allah’a ait olduğunu ve bu yaratmanın şer olmadığını, netice itibarıyla hayra baktığını hükme bağlar.

5. İçtimaî ve İstikbale Yönelik Hükümler
Bunlar, zamanın yapısını, cemaatin ehemmiyetini ve istikbale dair Kur’anî müjdeleri ifade eden hükümlerdir.
• Misal: “Zaman cemaat zamanıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, sh-87)
• İzahı: Bu, asrın içtimaî yapısını tesbit eden bir hükümdür. Ferdî (bireysel) çalışmaların yerine şahs-ı mânevînin (tüzel kişiliğin) hâkim olduğunu hükme bağlar.
• Misal: “Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir.” (Emirdağ Lahikası-1, sh-221)
• İzahı: Bu, içtimaî hayat için elzem (çok lüzumlu) ve vâcib (gerekli) bir hükümdür. İttihad-ı İslâm (İslam birliği) için bir düstur tesbit eder.
• Misal: “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.” (Emirdağ Lahikası-2, sh-145)
• İzahı: Bu, ye’se (ümitsizliğe) karşı imanî bir nazarla (bakışla) istikbalin hakikatini hükme bağlayan bir müjdedir.

Netice-i Kelâm
Bu muhkem cümleler, Risale-i Nur’un hüküm ve hikmet dolu yapısını açıkça göstermektedir. Bu hükümler, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin şahsî kanaatleri veya felsefî çıkarımları değil, doğrudan Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerinden istinbat edilmiş imanî ve İslâmî düsturlardır.
Her biri, müridif olarak, hayat için bir rehber, tefekkür için bir ölçü ve akide için bir mihenk taşı hükmündedir. Bu hükümlerin istinadgâhı (dayanak noktası) Kur’an olduğu için, zamanın geçmesiyle eskimez, muhkem yapılarını muhafaza ederler.
Cenâb-ı Hak, kâinattaki hükümlerini (kanunlarını) şu ayetle tasdik eder:
$﴿Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir (düsturudur, hükmüdür).﴾$
(Yâsîn Sûresi, 36:38 – Meali)
Risale-i Nur’daki bu hükümler de, o İlahî takdirin iman âlemindeki tasvirleri ve isbatlarıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025

 

 




Risale-i Nur’dan Damlalar

Risale-i Nur’dan Damlalar

Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif eserlerinden (Sözler, Lem’alar, İşarat-ül İ’caz, Şualar, Mesnevi-i Nuriye, Mektubat, Tarihçe-i Hayat, Lahikalar ve Muhakemat) cemedilmiş birer hikmet ve hakikat hazinesidir.
Bu iktibaslar, imanın esasatından (erkân-ı imaniye) insanın hilkatindeki gayeye, kâinatın sırlarından ahlâkî düsturlara ve içtimaî tenkitlere kadar uzanan geniş bir tefekkürî seyahati tasvir etmektedir.

1. Tevhid, Rububiyet ve Kudret-i İlâhiye
Bu iktibasların temel taşı, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdaniyetini ve kâinat üzerindeki mutlak Rububiyetini isbattır.
İzahı:
Külliyat’tan yapılan iktibaslarda, kâinatın “bir saray, bir ev gibi muntazam idare edildiği” (Sözler, 12-13) vurgulanır. Yıldızları zerreler gibi kolayca çeviren bir Kudret-i Ezeliye’nin; şeriki, naziri, zıddı ve niddi olamayacağı aklî delillerle ortaya konulur. “Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez” (Sözler, 652) ve “Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir” (Sözler, 652) düsturları, O’nun kudretinin azametini ve tesir-i hakikînin sadece O’na ait olduğunu (İşarat-ül İ’caz, 79) gösterir. Her şeyin birbiriyle merbut olması (“Bir Şey, Her Şeysiz Olmaz”, Sözler, 651), kâinatın bir elden çıktığını (Şualar, 159) ilân eder.

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Vahdet, Ehadiyet, Samediyet, Rububiyet-i Âmme (Umumî Rablik), Saltanat-ı Külliye, Şeriksizlik (Ortaksızlık), Tesir-i Hakikî, Vâcibü’l-Vücud.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İktibasınızda da yer alan şu âyet, bu bahsin hülâsasıdır:
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür.” (Şûrâ, 42:11)
• Tevhidin zaruretine dair:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve göklerin düzeni kesinlikle bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21:22)
• Kudretinin azametine dair:
“Gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Mü’min, 40:57)

2. İnsanın Vazife-i Asliyesi: Ubudiyet ve Marifetullah

İnsanın bu dünyaya gönderiliş gayesinin (vazife-i hayat) ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

İzahı:
İnsanın vazifesinin “yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek” veya “batn ve fercin hizmetine münhasır” olmadığı (Sözler, 113) kuvvetle tenbih edilir. Kâinattan “maksad-ı a’lâ” (en yüce maksat), Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyetinin tecellisine karşı insanın “ubudiyet-i külliye” (küllî kulluk) ile mukabele etmesidir (Sözler, 246). İbadet, bu ubudiyetin fiilî bir şükrüdür (İşarat-ül İ’caz, 107) ve kalbî amellerin güneşi “iman”, bedenî amellerin fihristesi “namaz” olarak tasvir edilir (İşarat-ül İ’caz, 43).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Marifetullah (Allah’ı tanımak), Muhabbetullah (Allah’ı sevmek), Şükür, Tefekkür, İman, İslâmiyet, Takva, Feraiz (Farzlar), İman İlmi.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• Hilkatin gayesine dair:
“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51:56)
• İnsanın başıboş olmadığına dair:
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” (Kıyâme, 75:36)

3. Acz ve Fakrın Yüksek Makam Oluşu
Risale-i Nur mesleğinin dört esasından ikisi olan acz ve fakr, iktibaslarda bir zafiyet değil, bir kuvvet menbaı olarak gösterilir.

İzahı:
İnsanın “nihayetsiz aczi ve fakrı”, onu “nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip” (Sözler, 6) Allah’ın dergâhında en makbul “şefaatçı” olur. Kâmil insanlar, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri edip (sığınıp), acz ve havf (korku) ile Allah’a iltica etmekte bir lezzet bulmuşlardır (Sözler, 29). Mektubat’taki iktibasta bu, “fakr-ı mutlak” ve “acz-i mutlak” (Mektubat, 18) olarak formüle edilmiştir. Bu yol, enaniyetin (egonun) firavunlaşmasına mani olur.

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Tevekkül, İltica, Dehalet (Sığınma), Ene (Benlik), Enaniyet (Benlik davası), Teberri (Uzak durma, sığınma), İstinad (Dayanma), İstimdad (Yardım isteme).

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İnsanın fıtrî fakrına dair:
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Zengin ve övgüye lâyık olan ancak Allah’tır.” (Fâtır, 35:15)
• Tevekkül ve aczin neticesine dair:
“…Kim Allah’a dayanıp güvenirse, O, ona yeter. Şüphesiz Allah, dilediği şeyi yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 65:3)

4. Risalet-i Muhammediye (ASM) ve Sünnet-i Seniyye’ye İttiba
İktibaslar, Peygamber Efendimiz’in (ASM) kâinattaki mevkiine ve O’nun Sünnetine uymanın ehemmiyetine büyük bir yer ayırmaktadır.

İzahı:
Hz. Muhammed (ASM), “nev-i beşerin andelib-i zîşanı” (insanlığın şanlı bülbülü), “kâinatın mâ-bihil iftiharı” (iftihar vesilesi) ve “bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı” (Sözler, 245, 329) olarak tasvir edilir. O’nun hayatı, “hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsa” (Lem’alar, 317) yani özetin de özetidir. Kurtuluş, O’nun Sünnetine ittiba iledir. Bu ittibaı “ehemmiyetsiz görmek” cinayet, “tenkid etmek” ise “dalalet-i azîme” (büyük sapkınlık) olarak nitelendirilir (Lem’alar, 54).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
İttiba-ı Sünnet (Sünnete uymak), Fahr-i Kâinat, Habibullah, Hakikat-ı Muhammediye, Şefaat, Salavat, Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet (Peygamberlik divanının mührü).

Konuyla Alakalı Âyetler:
• Resulullah’a (ASM) ittibaın ehemmiyetine dair:
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”” (Âl-i İmrân, 3:31)
• O’nun (ASM) âlemlere rahmet olduğuna dair:
“Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21:107)

5. Haşir (Yeniden Diriliş), Âhiret ve Hayat-ı Ebediye
İnsanın ebedî bir hayata namzet olduğu ve ölümün bir yokluk olmadığı hakikati, iktibasların mühim bir rüknünü teşkil eder.

İzahı:
Mevt (ölüm), “zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak” (Sözler, 188) ve “ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesi” (İşarat-ül İ’caz, 205) olarak tarif edilir. İnsanın ruhunda bulunan “hadsiz istidadat-ı maneviye” (Sözler, 487) ve vicdanındaki “Ebed!.. ebed!” (Sözler, 489) sesi, bu fâni dünyanın onun hakikî vatanı olamayacağını, “başka âleme gönderileceğini” (Sözler, 492) isbat eder. Haşir, “haktır ve muhakkaktır” (Şualar, 185).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Beka (Ebedîlik), Saadet-i Ebediye, Şekavet-i Daime, Berzah Âlemi, Dâr-ı Beka, Dâr-ı İmtihan, Cennet, Cehennem, Mevt (Ölüm).

Konuyla Alakalı Âyetler:
• Haşrin hakikatine dair:
“O, “Çürümüş kemiklere kim hayat verecekmiş!” dedi. De ki: “Onlara ilk defa hayat veren diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.”” (Yâsîn, 36:78-79)
• Dünya ve âhiret hayatının mahiyetine dair:
“Bu dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29:64)

6. İman ve Küfrün Mukayesesi (Dinsiz Felsefeye Tenkit)
İktibaslar, imanın bir nur ve lezzet; küfrün ve ondan neş’et eden “dinsiz felsefenin” ise bir elem ve zulümat (karanlık) olduğunu tasvir eder.

İzahı:
Dinsiz felsefenin “en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır” (Sözler, 54). Bu felsefe, “hakikatsiz bir safsata” ve “kâinata bir tahkir” (aşağılama) olarak görülür (Sözler, 118). “Maddiyyunluk, Bir Taun-u Manevîdir” (Sözler, 681). Buna mukabil “Hakikî Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır” (Sözler, 690) hakikati ilân edilir. İman ilmi, “ilimlerin şahı ve padişahı” (Sözler, 699) olarak yüceltilir.

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Dalalet (Sapkınlık), Küfr-ü Mutlak (Mutlak inkâr), Safsata, Tabiat Bataklığı (Tabiatçılık), Nur-u İman, Zulümat-ı Kalbî (Kalbî karanlıklar), Hidayet.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İman ve küfrün farkına dair:
“Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğûttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2:257)

7. Kader, İrade-i Cüz’iye ve Mes’uliyet

İktibaslar, Kader meselesine ve insanın mes’uliyetine (sorumluluğuna) dair mühim izahlar ihtiva etmektedir.

İzahı:
İnsan, “seyyiatından (kötülüklerinden) tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur” (Sözler, 433). Kader, “hakikî illetlere bakar, adalet eder”; insanlar ise “zahirî gördükleri illetlere” bakarak “kaderin aynı adaletinde zulme düşerler” (Sözler, 433). İnsana bir “cüz’-i ihtiyarî” (seçme hakkı) verilmiştir (İşarat-ül İ’caz, 183). “Kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur” (Şualar, 220).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
İrade-i Külliye (Allah’ın küllî iradesi), İrade-i Cüz’iye (İnsanın cüz’î iradesi), Cüz’-i İhtiyarî, İmtihan, Teklif (Yükümlülük), Adalet-i İlahiye, Hayr ve Şer.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İnsanın mes’uliyetine dair:
“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. Biz, seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4:79)

Netice
Bu “damlalar”, Risale-i Nur’un kâinatı ve hayatı Kur’an nazarıyla nasıl okuduğunu gösteren parlak birer misaldir. Her bir iktibas, birbiriyle irtibatlı muntazam bir tefekkür nizamı oluşturmaktadır. Bu nizam; Allah’ı (CC) isim ve sıfatlarıyla tanımak (Marifetullah) ile başlar, kâinattaki Rububiyet tecellilerini tefekkür eder, insanın bu tecellilere karşı ubudiyet vazifesini idrak ettirir, bu vazifenin en mükemmel muallimi olan Resul-i Ekrem’e (ASM) ittibaı ders verir ve nihayetinde bu imtihan dünyasından sonraki ebedî saadet veya şekavet yurdu olan Haşir ve Âhiret hakikatine yakînî bir iman kazandırmayı hedefler.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-damlalar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




Küllî Bir Nazar: Varlık, Vazife, Adalet ve Rıza-yı İlahî Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

Küllî Bir Nazar: Varlık, Vazife, Adalet ve Rıza-yı İlahî Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

​İnsanın varoluş serüveni, “Ben kimim?”, “Nereden geldim?”, “Nereye gidiyorum?” ve “Bu âlemdeki yerim nedir?” sualleri etrafında şekillenir. Bu suallerin cevaplarını İslâm hikmetinin nazarında berraklaştıran altı temel direk gibidir. Bu tahlil, bu altı hakikati, mantıkî bir sıra içinde birbirine bağlayarak izah etmeyi amaçlar.

1. Aslî Münasebet: Mâlik ve Memlûk (Hak Talep Edilemez, Şükür Gerekir)
​”İnsanın Cenab-ı Hak’tan hiçbir hakkı taleb etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima ona şükretmeye medyundur. Çünkü mülk onundur. İnsan onun memluküdür.” (Risale-i Nur Külliyatı)

​Bu ifade, insan ile Allah (c.c.) arasındaki en temel münasebeti, yani “Mülk ve Memlûkiyet” hakikatini tesis eder. Modern felsefelerin (düşünce akımlarının) aksine, bu hikmet nazarında, insan kâinata “hak talep eden” bir varlık olarak gelmemiştir.
• ​Mantıkî İzah: Vücudu (varlığı) kendisine ait olmayan, yokluktan varlık sahasına çıkarılan “memlûk” (yaratılmış, sahip olunan) olan insanın, Mâlik-i Hakikî (gerçek mülk sahibi) olan Hâlık’ından (Yaradan’ından) bir “hak talebinde” bulunması, aslî bir hata olur. Bir san’at eseri, San’atkâr’ını sorgulayamaz.
• ​İbreti: İnsanın vazifesi “talep” değil, “şükür”dür. Ona verilen her aza, her nefes, her nimet; bir “hak” değil, bir “ihsan” ve “lütuf”tur. Bu şuur, insanın “haddini bilmesini” (bir sonraki vecizede gelecek) ve kulluk makamını idrak etmesini sağlar. Varlığımızın karşılığı ancak şükür olabilir.

​2. Varlığın Gayesi: Dâr-ı İmtihan ve “Masîr” (Dönüş)

​”وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ” (Ve ileyhi’l-masîr) “Yani, ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp vazifelerini bitirip… yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelal’ine dönecekler…” (Risale-i Nur – Mektubat)

​Birinci sözdeki “memlûk” olan insanın, bu dünyadaki varlık sebebi bu sözde açıklanır.
• ​Mantıkî İzah: Mülk sahibi (Allah), memlûkünü (insanı) başıboş bırakmamıştır. Onu, bir “memuriyet” (vazife) ve bir “ticaret” (ebedî hayatı kazanma) için, bir “dâr-ı imtihan” (imtihan yurdu) olan bu dünyaya göndermiştir. Mezarlıklar bu fani “memuriyet” mahallinin geçiciliğinin en ibretli tasviridir.
• ​Hikmeti: Bu ticaret ve memuriyetin bir sonu vardır. Ayet-i kerimenin vurguladığı gibi: “Ve ileyhi’l-masîr” (Dönüş O’nadır). Bu, bir “yok oluş” değil, vazifeyi tamamlayıp aslî sahibine (Mevlâ-yı Kerîm’e) dönmektir. Bu dünya bir “yolculuktur” ve “vatan-ı aslî”ye (gerçek yurda) bir “dönüş” mukadderdir.

3. Fâniliğin İbreti ve Ebedî Saadet Uğruna Çalışmak

​”Madem herşey helâk olacak, ey zaîf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklımı başına topla, yaradılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir.” (Risale-i Nur – Barla)

​Bu vecize, “dönüş” hakikatinin ve “memlûk” oluşumuzun mantıkî neticesini “vurucu” bir surette beyan eder.
• ​Mantıkî İzah: “Madem herşey helâk olacak” (yok olup fâniliğe gidecek). Bu, kâinatın en büyük kanunudur. Güneş (Şems) dahi fâni iken, ona nisbeten bir “zerre” hükmünde olan “zaîf insanın” hayatı elbette fânidir.
• ​İbreti ve Emri: Akıl, bu fânilik karşısında şu neticeye varmak zorundadır: “Aklını başına topla.” Fâni olan için ebedî bir hırsla çalışmak akılsızlıktır. Akıl, fâni ömrü (sermayeyi), “saadet-i ebediyeyi temin edecek” (sonsuz mutluluğu kazandıracak) bir ticarette kullanmayı emreder. Bu, “haddini bilmek” ve “yaradılışındaki hikmeti düşünmektir.”

​4. Adaletin Mantıkî Zarureti: Hâkim-i Hafîz’in Divanı

​”En âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin.” (Onuncu Söz)

​”Ebedî saadet” için çalışan veya ebedî felakete sürüklenen insanın bu ticaretinin neticesi ne olacaktır? Bu söz, “adalet-i ilahiyye”nin ve “muhasebe”nin (hesabın) mantıkî bir isbatıdır.
• ​Mantıkî İzah (Kıyas): Bu, hikmetli bir kıyastır (analojidir). Bizler, sıradan bir devletin bile (en âdi raiyetin en âdi muameleleri) en küçük kayıtları tuttuğunu, ihmal etmediğini görüyoruz. Bu kadar hassas bir nizam kuran Kâinatın Hâkimi (Hâkim-i Hafîz), elbette “raiyetin en büyüklerinden” (insan gibi şerefli mahlukattan) sâdır olan “en büyük amelleri” (iman, küfür, zulüm, adalet gibi) kaydetmemesi, “muhafaza etmemesi”, “muhasebe”ye çekmemesi ve “mükâfat ve mücazat” (ödül ve ceza) vermemesi “mümkün müdür?”
• ​Hikmeti: Mümkün değildir. Adalet terazisinin simgelediği gibi, zerre kadar hayır ve şer karşılıksız kalmayacaktır. Bu, “dâr-ı imtihan”ın ciddiyetini ve zaruretini gösterir.

5. Gayelerin Gayesi: Rıza-yı İlahî’nin Kâfî Oluşu

​”Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez.” (Bedîüzzaman)

​Muhasebe var, peki bu muhasebedeki en büyük “mükâfat” (kâr) nedir? Bu söz, bütün gayelerin ve hedeflerin zirvesini tayin eder:
• ​Edebî ve Hikmetli Tahlil: Hedef, sadece cehennemden kurtulmak veya cenneti kazanmak değil, o cehennem ve cennetin Sahibinin “Rızası”nı kazanmaktır. Bu, ihlâsın zirvesidir.
• ​Değer Ölçüsü: Bu söz, “hakiki” değer ile “izafî” değeri ayırır:
• ​”Eğer o yâr ise (Allah dost ve razı ise), herşey yârdır.” Bütün musibetler, zorluklar dahi o rızanın nuruyla “dost” ve “güzel” görünür.
• ​”Eğer o yâr değilse…” Bütün dünyanın takdiri, alkışı, makamı, serveti “beş para değmez.” Çünkü ebedî saadeti temin etmez, aksine kaybettirir. Bu, Mâlik’in rızasını her şeyin üstünde tutmaktır.

6. Asrın Vurucu Vazifesi: İmanı Kurtarmak ve Kuvvetlendirmek

​”Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkalarının imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.” (Risale-i Nur)

​Bütün bu hakikatler silsilesi (Mâlik, İmtihan, Ebedî Gaye, Adalet, Rıza) anlaşıldıktan sonra, bu vecize “ibretli” ve “tarihî” bir tesbitte bulunur: “Bu zamanda” ne yapmalı?
• ​Tarihî ve İbretli Tahlil: Bu ifade, içinde bulunulan “zamanın” (asrın) hususiyetine dikkat çeker. Öyle bir zamandır ki, tehlike artık sadece “amel” (eylem) noksanlığı değil, bizzat “iman” (inanç) temelinin sarsılmasıdır.
• ​Çift Yönlü Vazife: Bu zorlu zamanda en büyük “ihsan” (Allah’ın lütfu) ve en acil “vazife” iki yönlüdür:
• ​İmanını Kurtarmak: Kendi temelini (imanını) şüphe ve dalalet fırtınalarından muhafaza etmek.
• ​Başkalarının İmanına Kuvvet Vermek: Sadece kendini kurtarmakla kalmayıp (bu, Rıza-yı İlahî’ye tam uymaz), imanını kurtarma mücadelesi verenlere “kuvvet verecek surette çalışmak.” Birbirine yardım eden insanlar, bu müşterek vazifenin en güzel tasviridir. Bu, “bu zamanda” yapılacak en büyük “ticaret”tir.

​ Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu altı vecizenin işaret ettiği hakikatlerin aslı (esası) olan ayet-i kerimelerden bazıları şunlardır:
• ​Mâlik ve Memlûk / Şükür (Vecize 1):
• ​”Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur…” (Âl-i İmrân, 3/189)
• ​”…Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrâhîm, 14/7)
• ​”Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Kasas, 28/60)
• ​”Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur…” (Âl-i İmrân, 3/189)

• ​”…Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrâhîm, 14/7)

• ​”Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Kasas, 28/60)

• ​Dâr-ı İmtihan ve Dönüş (Vecize 2):
• ​”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…” (Mülk, 67/2)
• ​”Ayetin aslı: “…Dönüş ancak O’nadır.” (Arapçası: وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ – Ve ileyhi’l-masîr) (Âl-i İmrân, 3/28)
• ​”Doğrusu biz Allah’a âidiz ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156)
• ​”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…” (Mülk, 67/2)

• ​”Ayetin aslı: “…Dönüş ancak O’nadır.” (Arapçası: وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ – Ve ileyhi’l-masîr) (Âl-i İmrân, 3/28)

• ​”Doğrusu biz Allah’a âidiz ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156)

• ​Fânilik ve Ebedî Gaye (Vecize 6):
• ​”Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27)
• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)
• ​”Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27)

• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)

• ​Adalet, Muhasebe ve Terazi (Vecize 3):
• ​”Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)
• ​”Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (hesaba katar)ız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)
• ​”Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)

• ​”Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (hesaba katar)ız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)

• ​Rıza-yı İlahî (Vecize 5):
• ​”…Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Mâide, 5/119)
• ​”…Allah’ın rızası ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/72)
• ​”…Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Mâide, 5/119)

• ​”…Allah’ın rızası ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/72)

• ​İmanı Muhafaza ve Yardımlaşma (Vecize 4):
• ​”Zamana yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)
• ​”Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm, 66/6)
• ​”Zamana yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)

• ​”Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm, 66/6)

​Makalenin Özeti
​Bu araştırma yazısı, altı hikmetli sözü birbiriyle irtibatlandırarak küllî bir manayı tahlil etmiştir:
• ​Temel münasebetimiz, “Mâlik” olan Allah’a karşı “memlûk” oluşumuzdur; bu, “hak talebini” değil, “şükrü” gerektirir (Vecize 1).
• ​Bu “memlûk” olan insan, “dâr-ı imtihan” olan dünyaya “ticaret ve memuriyet” için gönderilmiş olup, dönüş (masîr) kaçınılmaz olarak Hâlık’ınadır (Vecize 2).
• ​Bu imtihanın mantığı, her şeyin “helâk” olacağı (fânilik) gerçeğine dayanır; akıl, fâni ömrü “saadet-i ebediyeyi” kazanmak için kullanmayı emreder (Vecize 6).
• ​Bu ticaretin başıboş olmadığının delili, “Hâkim-i Hafîz”in adaletidir; en küçük ameli kaydedenin, en büyük amelleri “muhasebe” etmemesi ve “mükâfat/mücazat” vermemesi mantıken imkânsızdır (Vecize 3).
• ​Bu muhasebedeki en büyük mükâfat ve en yüce gaye, dünyanın alkışları değil, “Rıza-yı İlahî”dir; “Eğer O yâr ise, herşey yârdır.” (Vecize 5).
• ​Sonuç olarak, “bu zamanda” en acil ve en büyük vazife, bu hakikatlerin temeli olan “imanı kurtarmak” ve “başkalarının imanına kuvvet verecek surette çalışmak” olarak tespit edilmiştir (Vecize 4).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

Risale-i Nur Külliyatı’nın temel esası ve gayesi olan “Tevhid-i Hakikî”yi (Hakikî Tevhid) isbat etme yolunda pek mühim noktaları bir araya getirmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, Risale-i Nur’un “dükkanında Tevhid’den başka bir şey bulunmadığının” bir hülasası mahiyetindedir.

1. Kâinat: Bir Kitab-ı Samedânî ve Tevhid Mührü
“Bir kitabda yazılı bir harf…” cümlesi, Risale-i Nur mesleğinin esasını teşkil eden mana-yı harfî bakış açısını, yani eşyaya kendi namına değil (mana-yı ismî), Sâni’i namına (mana-yı harfî) bakmayı ders verir.
“(Alem de bir kitab olup…)” şeklinde izah edildiği gibi, kâinat, her bir mahluku bir “harf”, bir “kelime”, bir “cümle” ve her bir nevi bir “risale” olan muazzam bir Kitab-ı Kebir’dir. Bu kitabın her bir harfi, sadece kendi yapısını değil, asıl olarak Kâtib’ini, Nakkaş’ını ve Sâni’ini, yani Allah’ı (celle celâluhu) esmasıyla tarif eder.
Cenâb-ı Hak, bu kitabın her yerine kendi birliğinin mühürlerini vurmuştur:
• Sikke-i Mahsusa (Hususi Mühür): Her bir cüz’îde, mesela tek bir çiçekte veya bir sinekte görülen o şeye mahsus san’at, intizam ve hikmet, onun Sâni’inin hususi mührüdür.
• Hâtem-i Has (Özel Mühür): Bütün bir nev’in (mesela bütün sineklerin veya bütün çiçeklerin) aynı plan, aynı program ve aynı temel yapıda yaratılması, o nev’e vurulmuş özel bir mühürdür.
• Hâtem-i Vâhidiyet (Vâhidiyet Mührü): Bütün “aktar-ı semavat ve arzın” (göklerin ve yerin her tarafının) tek bir elden idare edilmesi, rızıklarının aynı kanunla verilmesi , bütün varlıkların birbiriyle tam bir tesanüd (dayanışma) içinde olması , bütün kâinatın tek bir Zât’ın idaresinde olduğunu gösteren Vâhidiyet mührüdür.
• Sikke-i Ehadiyet (Ehadiyet Mührü): Kâinatın bütününde tecelli eden isimlerin (mesela Hayy, Kayyûm, Alîm, Kadîr) aynı anda tek bir zerrede, tek bir hücrede veya tek bir insanda tecelli etmesi, o Zât’ın “her şeyin yanında hâzır ve nâzır” olduğunu ve “mekândan münezzeh” olduğunu gösteren Ehadiyet sikkesidir.
Bu mühürler o kadar açıktır ki, “Hebenneka” kıssasında olduğu gibi, en ahmak bir adam dahi kâinattaki bu intizamı gördüğünde Sâni’i inkâra gitmemelidir. Zira kâinattaki bu intizam ve san’at, Sâni’in varlığına öyle kuvvetli şehadet eder ki, O’nu inkâr etmek, kendi varlığını inkâr etmekten daha akıl dışıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ Suresi, 17:44)

2. Şirkin ve İnkârın Muhaliyeti (İmkansızlığı)
Tevhid’in isbatı kadar, zıddı olan şirkin ve inkârın (Allah’ı tanımamanın) aklen ne derece imkânsız ve muhal olduğunu isbat etmeye odaklanmıştır.
Risale-i Nur mesleği, imanı “kabul”den ziyade “isbat” üzerine kurar. İnkârı ise sadece “red” değil, “aklen imkânsızlığını” (muhaliyetini) gösterir.
• Her Zerreye İlahlık Vermek Mecburiyeti: Eğer kâinattaki zerreler (atomlar) Allah’ın “memur-u İlahî”si (ilahi memurları) olmasalar, o vakit her bir zerrenin gördüğü vazifeyi (mesela bir hava zerresinin hem bir çiçeğin bünyesinde çalışıp hem bir insanın nefesinde vazife görmesi) kendi başına yapabilmesi için, nihayetsiz bir ilme, hadsiz bir kudrete, her şeyi görür bir göze [sahip olması gerekir. Bu ise, “zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmek” demektir. Bir Vâcib-ül Vücud’u (varlığı zorunlu olan Allah’ı) kabul etmemek, sayısız muhal ilahları kabule mecbur eder.
• Esbabın (Sebeplerin) Acziyeti: “Varlıkların yaratılmalarındaki üç muhal” olarak sıralanan yollar (kendi kendine teşekkül, esbabın icadı, tabiatın iktizası) aklen batıldır. Zira sebepler (esbab), yaratmak için değil, sadece İlahi kudrete “perdedar” olmak için vaz edilmişlerdir. “terzilik san’atı” misaliyle bunu harika izah eder. En kabiliyetli insan dahi dikenli bir ağaca gömlek giydiremezken, Sâni’-i Hakîm’in her baharda “üç yüz binden fazla risaleleri” (yani nebatat ve hayvanat taifelerini) noksansız yaratması, sebeplerin ve tabiatın ne kadar âciz, Sâni’in ise ne kadar Kadîr olduğunu gösterir.
• Hâkimiyetin İştiraki Reddetmesi: “âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir.” Basit bir köyde iki muhtarın nizamı bozması gibi, kâinat gibi sonsuz derecede intizamlı bir saltanatta zerre kadar bir şirkin (ortaklığın) bulunması, o nizamı alt üst ederdi. Kâinattaki bu kusursuz nizam, Hâkim’in Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olduğunu isbat eder.
Kur’an-ı Kerim, bu şirk ve inkâr yolunun batıl olduğunu ve yaratmanın sadece Allah’a mahsus olduğunu şöyle beyan eder:
“İşte bu, Allah’ın yarattığıdır. Haydi, Allah’tan başkalarının ne yarattığını bana gösterin! Hayır, o zâlimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokmân Suresi, 31:11)
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr Suresi, 59:24)

3. Tevhid-i Âmî’den Tevhid-i Hakikî’ye Terakki
“Tevhid iki kısımdır” bahsi, marifetullahtaki (Allah’ı tanımadaki) mertebeleri gösterir:
• Tevhid-i Âmî (Genel Tevhid): Kâinata bir bütün olarak bakıp “Bütün bu âlem Allah’ındır” demektir. Bu, çarşıdaki bütün malların tek bir zâta ait olduğunu genel olarak bilmektir. Bu, “Heme Ost” (Her şey O’dur) diyen Vahdet-ül Vücud meşrebinin bir gölgesi değil, “Heme Ezost” (Her şey O’ndandır) hakikatinin avamî bir mertebesidir.
• Tevhid-i Hakikî (Hakikî Tevhid): Kâinatın bütününe “Allah’ındır” dedikten sonra, kâinattan çekilip her bir mahluka, her bir zerreye doğrudan nazar edip, o şeyin üzerindeki san’atı, isimlerin cilvesini ve Ehadiyet mührünü okuyabilmektir.
“Her denk üzerinde o zâta aid olduğunu okur ve bilir.” Bu, taklidden tahkike geçmektir.
Risale-i Nur’un gayesi, bu ikinci yol olan Tevhid-i Hakikî’yi, yani “Âlemde her bir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir” hakikatini isbat etmektir.

4. Marifet Yolları: İnnî ve Limmî / İmkân ve Hudûs
Tevhid’in isbatında kullanılan mantıkî bürhanlara (delillere) gelince:
• Bürhan-ı İnnî (Eserden Müessire): “dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale” denilmiştir. Bütün Risale-i Nur, bu bürhan üzerine bina edilmiştir. San’atlı bir esere (kâinata) bakarak Sâni’in (Allah’ın) varlığını, birliğini ve sıfatlarını isbat eder. Bu yol, “şübhelerden daha sâlimdir.”
• Delil-i İmkân (Contingency Argument): Bu delil, her mahlukun “mütesaviy-üt tarafeyn” (iki tarafı eşit) olduğunu, yani varlığı ile yokluğunun eşit ihtimalde olduğunu belirtir. Madem bir zerre, “gayr-ı mütenahî imkânlar, ihtimaller” arasından “muayyen bir yola sülûk eder” ve hikmetli bir vazife yapar; öyleyse onu “tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid” vardır. O da Vâcib-ül Vücud olan Allah’tır.

Hülâsa: Tevhid’in Sühuleti (Kolaylığı) ve Dalaletin Müşkilâtı
Netice olarak,
• Tevhid Yolu: “Suda, havada, ziyada yürümek” gibi kolaydır. Zira her şeyi Vâhid-i Ehad’e isnad ettiğinizde, bir karınca “Firavun’un sarayını başına yıkar”, bir mikrop “en cebbar bir zalimi kabre sokar.” Çünkü intisab (bağlılık) vardır. Bütün yükü Kadîr-i Mutlak’a bırakmak vardır.
• Şirk ve Dalalet Yolu: “Buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli” ve “nihayetsiz müşkilât” ile doludur. Zira Allah’ı tanımayan ve O’na tevekkül etmeyen insan, “kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir.”
O (cc), bize şah damarımızdan daha yakındır. Biz O’ndan uzağız. O’nun şiddet-i zuhurundan (görünmesinin şiddetinden) gizlenmesi , zıddı ve noksanı olmamasındandır.
Cenâb-ı Hak, bu hakikatleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle teyid eder:
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf Suresi, 50:16)

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-tevhide-dair-notlar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın kelamı olması hasebiyle, her harf ve kelimesinde derin hikmetler barındıran mu’cizevî bir kitaptır. O’nun üslûbu, sadece bir hükmü bildirmekle kalmaz, aynı zamanda o hükmün sebebini, gayesini ve ardındaki ilahî maksadı da beyan eder.
Bu noktada, “لِ” (Li) ve “لِمَ” (Lime) edatları, Kur’an’ın bu “gayeli” üslûbunu anlamada kilit bir faaliyete sahiptir. Bu edatlar, Arap dilbilgisinde “sebebiyet” , “gaye” ve “illet” bildirmek için kullanılır.
Kur’an’ın bu edatları kullanmasındaki temel hikmet; kâinatta hiçbir şeyin “abesten” (gayesiz, tesadüfî) yaratılmadığını, her emrin, her yasağın ve her hadisenin ilahî bir hikmete, bir gayeye mebnî (dayalı) olduğunu insana idrak ettirmektir.
İşte bu edatların ve müradiflerinin (eş anlamlılarının) Kur’an’daki kullanımı, verdikleri mesajlar ve hikmetleri:
1. “لِ” (Li) Edatı: Lâm-ı Ta’lîl (Sebep ve Gaye Bildiren ‘Li’)
Bu, Kur’an’da sebebiyet bildiren edatların en meşhurudur. Genellikle “için”, “diye”, “-sın diye”, “amacıyla” şeklinde tercüme edilir. Bir fiilin veya emrin “neden” yapıldığını, gayesinin ne olduğunu açıklar.
Hikmeti ve Mesajları:

* Yaratılışın Gayesini Bildirmek: Allah Teâlâ’nın kâinatı ve insanı neden yarattığını bu edatla açıklar. En küllî gaye budur.
* Hükümlerin Maslahatını (Faydasını) Göstermek: Farz kılınan ibadetlerin veya yasaklanan fiillerin ardındaki hikmeti, insana sağlayacağı faydayı veya koruyacağı zararı gösterir.
* Tefekküre Sevk Etmek: Kâinattaki nizamın ve hadiselerin “neden” o şekilde cereyan ettiğini beyan ederek, insanı aklını kullanmaya ve tefekküre davet eder.
* İmtihanın Aslını (Esasını) Belirtmek: Dünyadaki musibetlerin, nimetlerin veya hadiselerin birer “imtihan” gayesi taşıdığını vurgular.
Ayetlerden Misaller :
* En Küllî Gaye (İbadet):
> “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
> (Zâriyât, 51/56)
> Buradaki “li-ya’budûn” (لِيَعْبُدُونِ), yaratılışın gayesinin “kulluk” olduğunu açıkça bildirir.
>
* İmtihanın Gayesi:
> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”
> (Mülk, 67/2)
> Buradaki “li-yebluvekum” (لِيَبْلُوَكُمْ), hayat ve ölümün gayesinin “sınamak” (imtihan) olduğunu gösterir.
>
* Hükümlerin Hikmeti (Oruç):
> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınasınız diye oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”
> (Bakara, 2/183)
> Buradaki “le’allekum tettekûn” (لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ – …sakınasınız diye), orucun farz kılınmasındaki sebebin “takvaya erişmek” olduğunu beyan eder. (Bu ayette ‘Li’ yerine ‘Le’alle’ gelse de aynı gaye manasını taşır.)
>
* Hükümlerin Hikmeti (Kısas):
> “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (adam öldürmekten) sakınırsınız.”
> (Bakara, 2/179)
> Buradaki “fi’l-kısâsi hayâtun” (kısasta hayat vardır) ifadesi, hükmün gayesini (hayatı korumak) açıklar. Ayetin devamındaki “le’allekum tettekûn” (sakınasınız diye) yine gayeyi pekiştirir.
>
* Tefekkür ve Akletme Gayesi:
> “…Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki akıl erdiresiniz.”
> (Bakara, 2/242)
> Buradaki “le’allekum ta’kılûn” (لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ – …akıl erdiresiniz diye), ayetlerin açıklanma sebebinin “akletmek” olduğunu bildirir.
>
2. “لِمَ” (Lime) Edatı: Sual ve Tenkit (Sorgulama)
Bu edat, “Li” (için) ve “Mâ” (ne) kelimelerinin birleşimidir ve “Ne için?”, “Neden?”, “Niçin?” manasına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu edat, genellikle bir durumu sorgulamak, muhatabı tenkit etmek (eleştirmek) veya bir çelişkiyi (zıtlığı) ön plana çıkarmak için kullanılır.
Hikmeti ve Mesajları:
* Çelişkiyi (Zıtlığı) Göstermek: İnsanın sözü ile fiili arasındaki tutarsızlığı yüzüne vurmak için kullanılır.
* Tevbih ve Azarlama (Tenkit): Yapılan bir hatayı veya yanlışı sorgulayarak muhatabı kınamak ve uyarmak maksadı taşır.
* Hakikati İdrak Ettirme: Muhataba “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorarak, yaptığı fiilin manasızlığını veya yanlışlığını onun kendisinin idrak etmesini sağlamaktır.
Ayetlerden Misaller ( Meali ile):
* Söz ve Fiil Çelişkisi:
> “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”
> (Saf, 61/2)
> Buradaki “lime tekûlûn” (لِمَ تَقُولُونَ – Niçin söylüyorsunuz?), mü’minleri derinden sarsan bir tenkittir. Gaye, onları söz ve fiil birliğine davet etmektir.
>
* Nankörlüğü Sorgulama:
> “(İnsana) ‘Rabbinden sana ne (gibi bir zarar) geldi ki O’nun (emirlerine) karşı geldin?’ denildiği zaman (ne cevap verecek?)” [Bu ayet Tefsirî bir manadır, Saf Suresindeki daha sarihtir]
> Daha net bir misal: Hz. Zekeriya’nın (a.s.) durumunda:
> “Zekeriyyâ, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?’…” (Âl-i İmrân, 3/40). Burada “nasıl” (Ennâ) kullanılsa da, “Lime” (niçin) edatı da bu hayret ve sorgulama makamlarında kullanılır.
>
* Kâfirlerin İnadını Sorgulama:
> “…De ki: ‘O halde niçin (inanıyorsanız) daha önceki peygamberleri öldürüyordunuz?'”
> (Bakara, 2/91)
> Buradaki “fe-lime taktülûn” (فَلِمَ تَقْتُلُونَ – O halde niçin öldürüyordunuz?), onların iddialarındaki samimiyetsizliği ve çelişkiyi ortaya koyar.
>
3. Diğer Sebebiyet Bildiren Müradifler
Kur’an’da “Li” dışında, aynı gaye ve sebep manasını taşıyan başka edat ve terkipler de vardır:

A. “كَيْ” (Key)
“Li” gibi, “için”, “-sın diye” manasına gelir ve kuvvetli bir gaye bildirir.
* Misal:
> “…Tâ ki (o mal) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın…”
> (Haşr, 59/7)
> Buradaki “key lâ yekûne” (كَيْ لَا يَكُونَ – …olmasın diye), fey ve ganimet mallarının taksimindeki ilahî hikmeti (servetin tek elde toplanmasını engelleme) açıklar.
>
B. “حَتَّى” (Hattâ)
Asıl manası “kadar” (sona eriş) olsa da, çok sık olarak “sonucunda … olsun diye” şeklinde bir gaye manası taşır.
* Misal:
> “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…”
> (Bakara, 2/193)
> Buradaki “hattâ lâ tekûne fitnetun” (حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ – Fitne kalmayıncaya/yok oluncaya kadar/olsun diye), mücadelenin gayesini net olarak çizer.
>
C. “مِنْ أَجْلِ” (Min Ecli)
“Sebebiyle”, “…yüzünden”, “…uğruna” manasında, çok net bir sebebiyet bildirir.
* Misal:
> “Bu sebeple (Habil-Kabil kıssası) İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde (çıkardığı) bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur…”
> (Mâide, 5/32)
> Buradaki “min ecli zâlike” (مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ – Bu sebeple), konulan ağır hükmün sebebini, önceki kıssaya (ibretlik hadiseye) bağlar.
>
Özet ve Küllî Manalar
Kur’an-ı Kerim’in “Li”, “Key”, “Hattâ” gibi edatları kullanarak hükümleri ve hadiseleri “sebeplendirmesi”;
* Tesadüfün Reddi: Kâinatta hiçbir şeyin başıboş, gayesiz ve tesadüfî olmadığını, her şeyin bir “İllet-i Gâiye” (en yüce gaye) olan Allah’ın ilim ve hikmetine bağlı olduğunu ders verir.
* Aklî Bir Davet: İnsanı “Neden?” sorusunu sormaya ve cevaplarını Kur’an’da aramaya sevk eder. Bu, aklı iptal eden bir dogma (yanlış inanç) değil, aklı kullandıran hikmetli bir üslûptur.
* Tatmin Edici İman: Mü’minin, “Neden namaz kılıyorum?”, “Neden bu musibet başıma geldi?”, “Allah dünyayı neden yarattı?” gibi en temel suallerine cevap verir. Bu cevaplar, imanı taklitten tahkike (araştırmaya dayalı) çıkarır ve kalbi mutmain kılar.
* Hükümlerdeki Rubûbiyet: Allah’ın sadece “Yaratan” değil, aynı zamanda her şeye bir gaye ile “hükmeden” (Rab) olduğunu, O’nun emirlerinin insanın hem dünyası hem ahireti için en faydalı nizam olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

Risale-i Nur’un hakikati, “asrın hakikatıdır.” O, bu asrın idrakine, hususiyetle de fen ve felsefeden neş’et eden (kaynaklanan) şübehat (şüpheler) ve dalalet (sapıklık) cereyanlarına karşı Kur’an-ı Hakîm’in elmas bir kılıcı ve manevî bir tefsiridir.
Bu izahı, altı ana başlıkta tanzim edebiliriz:

1. Hakikati: Asrın İdrakine Kur’anî Bir Reçete Olması

“Risale-i nurlar asrın idrakine söylenmiş hakikatlardır” Bu, onun mahiyetinin temelidir.
Risale-i Nur, “hakaik-i imaniye”yi (iman hakikatleri) aklî, mantıkî ve hissî burhanlar (isbatlar, deliller) ile isbat eder. O, sadece nakle değil, akla da hitap eder. Bu asrın “akıl” ve “fen” ile meşgul olan idrakine, imanın “makul” (akla uygun) ve “mâkul” (anlaşılabilir) olduğunu gösterir.
• Müradifler (Hakikat): Gerçek, doğruluk, esas, temel, bâtılın zıddı.

Risale-i Nur’un menbaı (kaynağı) olan Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisi “hak”tır. Bu hakkın bu asra bakan cihetini izah eder.
• Ayet :
Ra’d 13:1
${Elif-lâm-mîm-râ. Bunlar, kitabın (Kur’an’ın) âyetleridir. Sana rabbinden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar.}$
“Risale-i nurlar küfrün tüm kalelerini herc-ü merc etmiştir” ifadesi, hakkın bâtıla galebesini (üstün gelmesini) ifade eder.

• Ayet :
Enbiyâ 21:18
${Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine atarız da o, bâtılın başını ezer. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. (Yalandan) Allah’a isnat ettiğiniz vasıflardan ötürü yazıklar olsun size!}$

2. Lisanı: Tahrif ve Sadeleştirmenin İlmî Cehd Gereği Reddi

En mühim noktalardan biri, “Tercümeler ile, sadeleştirme bahaneleri ile tahrif edilmemelidir” ve “Risalelerin sadece dini değil, dili de muhafazaya çalıştığını bilmemektedirler” ikazıdır.
Bu lisan, sıradan bir lisan değil, “Kur’anî ıstılahları” (terimleri) muhtevi (ihtiva eden) bir “ilmî lisan”dır. Kelimeler, manaların zarflarıdır; zarf yırtılırsa veya kabaca değiştirilirse, mazruf (içindeki muhteva) zayi olur veya en azından derûnî manası kaybolur. Risale-i Nur’daki “ene,” “zerre,” “tabiat,” “adem” gibi kelimeler, basit müradiflerle karşılanamayacak derecede derin ve tefsirî bir muhtevaya sahiptir.
• Müradifler (Tahrif): Bozma, değiştirme, aslından saptırma, manayı kaydırma.
Lisanın muhafazası, vahyin aslıyetinin muhafazasıyla doğrudan bağlantılıdır. Kur’an, lafzı ve manasıyla bir bütündür.
• Ayet :
Fussilet 41:3
${Bu, bilen bir toplum için âyetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.}$
Kur’an’ın bu “ayrıntılı” ve “belirli bir dilde” (Arapça) olması, o dilin ve o dilden neş’et eden İslâmî terminolojinin ehemmiyetini gösterir. Risale-i Nur, bu terminolojiyi muhafaza ederek dinin ruhunu da muhafaza etmeye çalışır.

3. Üslûbu: Muhatabı Seviyesine Çıkaran Tedris Metodu

“Risale-i Nurlar muhatabın seviyesine inmekten ziyade, muhatabını kendi seviyesine çıkarmaktadır” tesbiti, onun bir “tedris” (eğitim) ve “terbiye” (yetiştirme) metodu olduğunu gösterir.
Onu “günlük gazete” gibi görenler veya “ilmi çalışma içerisine girmeyenler,” bu eserin bir “tefekkür” ve “mütalaa” kitabı olduğunu idrak edememişlerdir. İlim, çaba (cehd) ve gayret ister. Risale-i Nur, okuyucusunu “avâm” (sıradan) seviyesinden “tahkik” (araştırma, derinleşme) seviyesine davet eder. Sizin “er mesabesindeki avama, rütbe takarak… ona rütbe takmaktadır” benzetmesi bu hakikati pek güzel tasvir eder.
• Müradifler (İlmî Çalışma): Tedkikat, mütalaa, tahsil, tefekkür, nazar-ı dikkat.
Bilgi ve idrak seviyesi, gayretle yükselir. Bilenle bilmeyen bir olmaz.
• Ayet :
Zümer 39:9
$(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve rabbinin rahmetini umarak ibadet eden kimse mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.}$

4. Menbaı: Kesbî Değil, Vehbî ve Kur’anî Olması

“Risale-i Nurlar kesbi değil tamamen vehbidirler” ifadesi, bu eserlerin beşerî bir düşünce veya “kesbî” (çalışmayla elde edilen) bir ilim olmadığını, doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden ve ilhamından süzüldüğünü belirtir.
Bu, Müellifinin (Bediüzzaman Said Nursi) sıkça vurguladığı gibi, “sünühat,” “ihtarât” ve “ilham” neticesidir. O, kendini bir “tercüman” olarak görür. Bu, felsefenin zıddına “hikmet”tir. Felsefe kesbîdir, hikmet ise ekseriyetle vehbîdir (Allah vergisidir).
• Müradifler (Vehbî): Allah vergisi, bağışlanmış, ilhama dayalı, çalışmayla kazanılmayan.
• Müradifler (Kesbî): Çalışarak elde edilen, kazanılmış, aklî çabaya dayalı.
“Risale-i Nurdaki her bir mesele 200 ayetin hülasa ve izahıdır” tesbiti de bu vehbî menbaı teyit eder. O, Kur’an’dan başka üstad kabul etmez.

• İktibas (Risale-i Nur):

“Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, ona sahip çıkayım? Belki, Kur’ân-ı Hakîm’in feyziyle, benim kalbime ve fikrime gelmiş. Ben de tanzim etmişim.”
Hikmetin “verilmesi” (vehbî oluşu) Kur’an’da şöyle ifade edilir:
• Ayet :
Bakara 2:269
${Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.}$

5. Neticesi: İstikamet, Teslimiyet ve Uhuvvet Kazandırması

Risale-i Nur’un nazari (teorik) hedefi “iman-ı tahkikî” (araştırmaya dayalı iman), amelî (pratik) neticesi ise “istikamet” ve “teslimiyet”tir.
“Risale-i nurun en büyük hususiyeti, kendisini okuyana istikamet ve teslimiyeti vermesidir.” Bu, imanın sadece bilgiden ibaret olmadığını, bir hayat nizamı olduğunu gösterir. Tahkikî iman, sarsılmaz bir “teslimiyet” (Allah’a boyun eğme) ve “istikamet” (dosdoğru yol üzere olma) doğurur.
• Müradifler (İstikamet): Doğru yol, dosdoğru olma, sırat-ı müstakim, ifrat ve tefritten (aşırılıklardan) uzak olma.
• Müradifler (Teslimiyet): Boyun eğme, kendini Allah’a verme, İslâm olma, rıza gösterme.
İslâmiyetin özü istikamet ve teslimiyettir.
• Ayet :
Hûd 11:112
${Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.}$
Ayrıca, “sadakat, sebat, uhuvvet, muhabbet, tesanüd” gibi ulvi kavramları kazandırması, Risale-i Nur’un sadece ferdî bir kurtuluş değil, aynı zamanda “içtimaî” (toplumsal) bir “ihya” (diriliş) projesi olduğunu da gösterir.
• Ayet :
Hucurât 49:10
${Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.}$

6. Kapsamı: Cihan Şümul (Evrensel) ve Küllî Bir Dava Olması

“Risale-i nurlar asırları aşan bir eserdir” ve “Dünyasına giremeyeceği ve fethedemeyeceği insan yoktur” ifadeleri, davasının “cihan şümul” (evrensel) olduğunu gösterir.
O, muayyen bir coğrafyaya veya zamana hapsedilemez. Çünkü o, imanın ve küfrün mücadelesi gibi “ezelî” ve “ebedî” bir davayı ele alır. “Umumül belva” (herkesin müptela olduğu yaygın musibet) haline gelen meselelere (tabiatçılık, tesadüf, şirkin modern suretleri) çözümler getirmesi, onun bu küllî ve cihan şümul yapısındandır.
• İktibas (Risale-i Nur):
“Risale-i Nur, bu asrı, belki gelecek asırları tenvir edecek (aydınlatacak) bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.”
Bu davanın cihan şümul olması, Kur’an’ın mesajının cihan şümul olmasından gelir:
• Ayet :
Furkân 25:1
${Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.}$

Hâtime (Sonuç):
Bu tesbitler, Risale-i Nur’un neden “anlaşılmak için yazıldığını,” neden “sadeleştirme” adı altında tahrife uğratılmaması gerektiğini ve neden muhatabından “ilmî bir gayret” ve “tefekkür” talep ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. O, vehbî bir Kur’an hazinesidir ve bu asrın manevî hastalıklarına karşı “istikamet” ve “teslimiyet” reçetesidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nurun-hakikati/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

Bu esaslar üç ana başlık altında ele alınacaktır:
• Hizmetin Kudsiyeti: İhlas ve Şahs-ı Manevi
• Cazibenin Sırrı: Asrın İdrakine Hitap ve Kapsayıcılık
• Temel Gaye: İmanı Kurtarmak ve Hayata İstikamet Vermek

1. Hizmetin Kudsiyeti: İhlas ve Şahs-ı Manevi
Hizmetin kudsiyetinin “başkalarının bu işe müdahalesini reddettiğini” ve “Üstad bile kendini devre dışı bırakmış” olduğunu ifade ediyor.
Bu tesbit, Risale-i Nur mesleğinin temel taşı olan ihlâs ve bu ihlâstan doğan şahs-ı manevi mefhumları ile doğrudan alakadardır.

İhlâs ve Rıza-yı İlahi:
Hizmetin kudsiyeti, fani şahıslara değil, bizzat Kur’an hakikatlerine ve Cenab-ı Hakk’ın rızasına dayanmasından ileri gelir. Bu hizmette maksat, şahsi kemalat veya dünyevi bir menfaat değil, sadece Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu noktada, “nefsi hesabına hizmette ahkam kesenler” veya “münferid bir hareket sonucu” ortaya çıkan enaniyetli tavırlar, hizmetin bu kudsî yapısıyla taban tabana zıttır.

Risale-i Nur Külliyatı’nda bu mana şöyle teyid edilir:
“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”
Bu sırra binaen, hizmette şahsi tasarruflar veya “mıymıntılı haller” ile hizmeti kendi kısır dairesine çekme gayretleri, ihlâsı zedeler.

Şahs-ı Manevi ve Enaniyetin Eriitilmesi:

“Tek yapılacak iş ise; bir buz parçası nevindeki enaniyeti o havuz içerisine atıp eritmektir” teşbihi, Risale-i Nur’daki şahs-ı manevi düsturunun en latif izahlarından biridir. Hizmet, şahısların dehasına değil, talebelerin ihlâs ile tesis ettiği o “havuza”, yani şahs-ı maneviye dayanır.
“Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”
Bu şahs-ı manevi, “Fani olan şahısların maneviyatını ve kemâlatını kendinde cem edip bâkileştiriyor” şeklinde ifade bulmuştur. Hizmetin “istifrağ etmesi” veya “dışarı atması” da, bu kolektif ruha, yani ihlâs düsturuna aykırı hareket eden ferdî enaniyetlerin o havuzda yer bulamamasının bir neticesidir.

Bu birlik ve ihlâsın Kur’an’daki temeli ise şu ayet-i kerimedir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz…”
(Âl-i İmrân Sûresi, 3:103)

2. Cazibenin Sırrı: Asrın İdrakine Hitap ve Kapsayıcılık
“Risale-i Nur her fıtrata uygun devayı sunuyor,” “Yüz kapılı bir saray olan insanın mutlaka bir kapısından dünyasına giriyor” ve “Çobanından eğitimcisine… bütün farklı kesimleri bir çatı altında topluyor” diyerek, eserin cihan şümul cazibesine işaret ediyor.

Asrın İdrakine Uygunluk:
Risale-i Nur’un cazibesi, bu asrın temel hastalığı olan tabiat ve tesadüf fikrine dayalı şüpheleri ve imansızlığı, aklı ikna ve kalbi tatmin ederek tedavi etmesidir. Sadece nakle veya hisse değil, aynı zamanda akla ve ilme dayalı deliller (bürhan) sunar. “Ehli bilim onda bilimsel hakikatları bulurken,” “Asrın idrakine söylüyor” ifadeleri bu hakikati tasdik eder.

“Risale-i Nur, sair telifat gibi, ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur.”

Bu eser, doğrudan Kur’an’dan beslendiği için, her fıtrata hitap eder. O, bir “manevi eczahane”dir. Kur’an-ı Kerim’in bu vasfı, onun tefsiri olan Risale-i Nur’da da tezahür eder:
“Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.”
(İsrâ Sûresi, 17:82)

Telfik ve Tevhid:
“14 asırdır süre gelen velayet yollarını ve ilim zincirlerini tek bir halkada ve havuzda bir araya getirip telfik ediyor”.
Risale-i Nur’un velayet-i kübra (büyük velayet) mesleği olduğunu gösterir. Bu meslek, tarikat gibi derûnî (iç) yolculuktan ziyade, doğrudan Kur’an hakikatlerine dayanarak imanı tahkik etme yoludur. Bu sebeple “ehli tasavvuf ve tarikat da onda zikri, ezkâr ve evradını buluyor” ancak asıl gaye, imandaki tevhidi hayata ve amele de yansıtmaktır.

3. Temel Gaye: İmanı Kurtarmak ve Hayata İstikamet Vermek

Risale-i Nur’un fonksiyonlarını ve nihai gayesini özetlemektedir: “Risale-i Nur problemlere çözüm üretiyor,” “Zulmetten nura çıkarıyor,” “İnsanı insan yapacak esasları gösteriyor” ve “Dinde ve de düşünce ve konuşmayı kısırlaştıran dilde tamirat yapıyor.”

Zulmetten Nura Çıkarmak:

Risale-i Nur’un temel vazifesi, bu asrın en büyük meselesi olan imanı kurtarmaktır. Diğer bütün vazifeler (ahlak, içtimai hayat, fikir istikameti) bu temel üzerine bina edilir. “Küfürde cehennemi, imanda cenneti gösteriyor” ifadesi, bu gayenin bir tezahürüdür.

“Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü, iman saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için…”

Bu vazife, Kur’an’ın “insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma” gayesinin bu asırdaki bir tecellisidir:
“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğûttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.”
(Bakara Sûresi, 2:257)

Müsbet Hareket ve Uhuvvet:

“Risale-i Nur kavgayı kaldırıyor,” “İnsanları kardeş yapıyor, dost yapıyor” .
Hizmetin “müsbet hareket” metodunu gösterir. Hizmetin esası tenkit veya tahrip değil, tamir ve imardır. Bu da ancak Müslümanlar arasındaki kardeşlik (uhuvvet) ruhunun tesisi ile mümkündür.
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”
Bu müsbet hareketin Kur’an’daki emri açıktır:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”
(Hucurât Sûresi, 49:10)

Netice

Risale-i Nur’un kudsiyeti; şahıslardan, makamlardan veya dünyevi alkışlardan değil, doğrudan doğruya Kur’an’a ve ihlâs ile rıza-yı İlahi’ye hizmet etmesinden kaynaklanır. Bu hizmet, ferdî enaniyetleri “şahs-ı manevi havuzunda” eritmeyi, asrın idrakine iman hakikatlerini sunmayı ve insanlığı “zulmetten nura” çıkarmayı gaye edinmiş cihan şümul bir Kur’an tefsiridir.

Bak:

https://tesbitler.com/2017/06/01/risale-i-nurun-kudsiyeti/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

Risale-i Nur’un eğitim sistemi, asrın idrakine ve ihtiyaçlarına cevap veren, hem aklı hem de kalbi tamir ve tatmin eden Kur’anî bir menhecdir (metottur).

1. Eğitimin Başlangıç Noktası: Nefsin Islahı (Tezkiye-i Nefs)
Eğitimin (terbiyenin) ilk ve en esaslı adımı, bizzat eğiticinin veya öğrencinin kendi nefsinden başlamasıdır.
“Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Bu, Kur’anî bir esastır. Nefs, yapısı itibarıyla kötülüğü (fena şeyleri) şiddetle arzu etme meylindedir. Buna Nefs-i Emmâre denir.
• Ayet (Nefs-i Emmâre): Hz. Yusuf’un (a.s.) diliyle bu hakikat şöyle ifade edilir:
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, rabbimin merhamet edip korudukları hariç, şiddetle kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûsuf 12/53)
Bu nefsin ıslah edilmesine ve arındırılmasına ise Tezkiye-i Nefs tabir edilir. Eğitim, bir cihette bu tezkiye yolculuğudur.

• Ayet (Tezkiye):
“Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 91/9-10)
Bediüzzaman’ın daima nefsini muhatap alması , bu tezkiye mücahedesinin bir tezahürüdür ve “başkasına nasihat etmeden evvel kendi nefsine nasihat etme” prensibinin fiilî bir isbatıdır.

2. Nasihatin Tesiri ve Usûlü: Lisan-ı Hal
Metninizde, nasihatin tesirsiz kalmasının üç sebebine işaret edilmektedir: İspat ve iknâ eksikliği, muvazenesizlik ve zamana (ilcaat-ı zamana) uygun konuşmamak.
Bu, eğitimin en mühim unsurlarından birinin Lisan-ı Hal olduğunu gösterir. Söz (lisan-ı kal), ancak fiil ve hal (lisan-ı hal) ile tasdik edildiğinde tesir eder.
• Ayet (Söz ve Fiil Uyumu):
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf 61/2-3)
Risale-i Nur’un tesirinin bir sebebi, müellifinin sözüyle halinin birbirini tasdik etmesidir. Eğitimde muvaffakiyet, mürebbînin (eğiticinin) anlattığı hakikatleri evvelâ kendi hayatında yaşamasıyla mümkündür.

3. Eğitimin Temel Ocağı: Aile ve Valideler
Eğitimin en kalıcı ve sarsılmaz temelleri ailede, hususan valide (anne) tarafından atılır.
“Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”
Bu ilk telkinat, insanın fıtratına atılan çekirdekler hükmündedir.
• Müradif Kavram: Fıtrat: İnsanın, İslâm’ı ve hakikati kabul etme kabiliyetiyle (fıtratullah) yaratılmasıdır. Anneden alınan ilk dersler, bu fıtratı ya muhafaza edip inkişaf ettirir ya da (Allah korusun) bozar.
• Ayet (Ailenin Korunması): Cenâb-ı Hak, ailenin bu merkezî rolüne ve mesuliyetine şöyle işaret eder:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm 66/6)
Bu koruma (vikâye), ancak iman ve fazilet esaslarına dayalı sahih bir terbiye ile mümkündür.

4. Eğitimin Medresesi: Akıl ve Kalbin İmtizacı
Bediüzzaman’ın eğitim modeli, Medresetü’z-Zehra projesinde de tasvir edildiği gibi , akıl ve kalbin beraber hareket etmesini esas alır. Tek kanatla uçuş (pervaz) mümkün değildir.
“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”
Bu imtizaç (bütünleşme), Kur’an’ın iki temel davetine icabettir: Tefekkür (akletme) ve Tezekkür (zikir ve anma).
• Müradif Kavramlar: Tefekkür ve Tezekkür:
• Tefekkür: Aklın, kâinattaki (tabiattaki) ayetlere (delillere) bakıp Sâni’i (Sanatkârı) bulmasıdır.
• Tezekkür: Kalbin, Kur’an ayetleriyle ve zikirle gafletten uyanıp Rabbini hatırlamasıdır.
Risale-i Nur eğitimi, bu ikisini birleştirir.
• Ayet (Akıl ve Kalp Beraberliği):
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (Tezekkür/Kalp). Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (Tefekkür/Akıl): ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!’ (derler).” (Âl-i İmrân 3/191)

5. Eğitimin Gayesi ve Ruhu: İman-ı Tahkikî
Eğitimin nihai gayesi, insanı insan yapmaktır. Bu da ancak iman ile mümkündür. “İman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder.”
Risale-i Nur’un hedeflediği eğitim, iman-ı taklidî (taklide dayalı iman) değil, iman-ı tahkikî (araştırmaya, isbata dayalı iman) kazandırmaktır.
• Ayet (İman ve İlim): İman, ilimle (tahkik ile) kuvvet bulur ve insanın derecesini yükseltir.
“…Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58/11)
Bu imanın hayata yansıması ise ibadetle olur. İmanın amele dönüşmüş en parlak tasviri namazdır. Namaz, eğitimi ve nefis terbiyesini destekleyen en büyük “oto-kontrol” mekanizmasıdır.
• Ayet (Namazın Terbiyevî Gücü):
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29/45)

6. Eğitimin Tahrik Unsuru: Âhiret Akidesi
İnsanı ve toplumu ayakta tutan, zulümden ve tecavüzden alıkoyan, hayatı manalı kılan en büyük hakikat âhirete imandır.
Onuncu Söz’de ,dört esaslı delil (çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatı), ahiret akidesinin içtimaî (toplumsal) hayatın temel taşı olduğunu isbat eder.
• Müradif Kavram: Mesuliyet (Sorumluluk) Şuuru: Ahirete iman, hesap verme şuurunu tesis eder. Bu şuur, eğitimin en güçlü dâhilî müeyyidesidir (yaptırımıdır).
• Ayet (Hesap Şuuru):
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl 99/7-8)
Bu ayet, en küçük bir fiilin dahi karşılıksız kalmayacağını bildirerek, insana cihan şümul bir mesuliyet yükler ve onu terbiye eder.

7. Eğitimin Mayası: Muhabbet
Kâinatın yaratılış mayası muhabbettir. Dolayısıyla, peygamberlerin yolu olan eğitimin esası da muhabbet olmalıdır; Firavunların yolu olan korku değil. Ancak bu muhabbet, fâni mahlûkata değil, Bâkî olan Hâlık-ı Zülcelâl’e tevcih edilmelidir.
• Müradif Kavram: Muhabbetullah ve Havfullah: İnsandaki havf (korku) ve muhabbet (sevgi) cihazları, halka (yaratılmışlara) değil, Hâlık’a (Yaratıcı’ya) yöneltilmelidir. Mahlukattan korkmak elim bir bela, onlara fâni cihetiyle muhabbet etmek belalı bir musibettir.
• Allah sevgisi (Muhabbetullah), O’nun azameti karşısında titremeyi (Havfullah) da beraberinde getirir. Bu korku, sevgiye zıt değil, hürmeti ve ciddiyeti temin eden bir fazilettir.
• Ayet (Karşılıklı Sevgi):
“…Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…” (Mâide 5/54)

8. Eğitimin Vasıtası: Temsil ve Kıssa
Risale-i Nur, en derin ve mücerred (soyut) imanî hakikatleri, temsiller vasıtasıyla muşahhas (somut) hale getirir. Bu, Kur’anî bir tarzdır. Temsiller ve kıssalar, hakikatlerin akla ve kalbe daha kolay yerleşmesini (teshîl) sağlar.
• Ayet (Misal/Temsil):
“Biz, insanlar düşünüp ibret alsınlar diye Kur’an’da onlara her türlü misali verdik.” (Zümer 39/27)
• Ayet (Kıssa):
“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır…” (Yûsuf 12/111)
Bu temsiller, hayalî hikâyeler değil, hakikatlerin dürbünle yaklaştırılmış tasvirleridir [29, 30].

9. Eğitimin Devamlılığı: Muhatabı Tanıma ve Tebliğ
İnsan “yüzer kapılı bir saray” gibidir. Eğitimci (mürebbî), muhatabının bütün kapılarının kapalı olduğunu zannetmemelidir. Mutlaka açık bir kapı, hususan fıtrat kapısı vardır.
Bu, tebliğde ve davette bıkkınlık göstermemeyi, muhataba hikmetle yaklaşmayı gerektirir.
• Ayet (Davet Usûlü):
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphesiz rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)
Bu ayet, eğitimin üç seviyesini gösterir:
• Hikmet: Aklî deliller ve iknâ yolu (ilim sahiplerine).
• Mev’ize-i Hasene (Güzel Öğüt): Kalbi yumuşatan, teşvik ve terhib (korkutma) yolu (avam tabakasına).
• Cidâl-i Ahsen (En Güzel Mücadele): Şüpheleri olanlarla en güzel ve muknî (ikna edici) tarzda konuşmak.

Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
Risale-i Nur’un eğitim sistemi,
• İnsanın kendi nefsinden başlayan (Tezkiye),
• Lisan-ı hal ile tesir eden,
• Ailede ve bilhassa validenin fıtrata ektiği çekirdeklerle temellenen,
• Akıl ve kalbin imtizacıyla (Tefekkür ve Tezekkür) Medrese-i Nuriyelerde inkişaf eden,
• İman-ı tahkikîyi ve namazı merkezine alan,
• Ahiret akidesi ile mesuliyet şuurunu tesis eden,
• Muhabbeti (Muhabbetullahı) esas alıp korkuyu değil hürmeti öğreten,
• Temsil ve kıssalarla en derin hakikatleri kolaylaştıran,
• Ve her insanın fıtrat kapısını bularak hikmetle davet etmeyi sürdüren cihan şümul ve Kur’anî bir terbiye yoludur.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nur-da-egitim/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, hususan Demokrat Parti (DP) iktidarı dönemindeki siyasî duruşunu ve bu duruşun ardındaki derûnî hikmetleri tasvir etmektedir. Bu hikmet, basit bir siyasî tarafgirlik değil, “ehven-i şer” (şerlerin daha hafifi) kaidesine dayanan, iman ve vatanın muhafazasını gaye edinen basiretli bir stratejidir:
1. Siyasî Duruşun Esası: “Ehven-i Şer” ve “Def’-i Mazarrat” Prensibi
Üstad Hazretlerinin Demokrat Parti’yi (DP) muhafazaya çalışmasının temel sebebi, onu “en iyi” olarak görmesinden ziyade, karşısındaki alternatifi “en kötü” olarak tesbit etmesidir.
• Tahlil: Bediüzzaman Hazretleri, o dönemde üç ana siyasî cereyan tesbit eder :
• Komünist, dinsizlik cereyanı: Bunu en dehşetli tehlike olarak görür.
• İfsad komitesi: Dinsizliği neşretmeye çalışan gizli bir yapı.
• Garplılaşmak (Batılılaşmak): Hristiyanlara benzemeyi esas alan siyasîler.
Üstad Hazretlerine göre, Halk Partisi (CHP) iktidara gelirse, “komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır” Bu, iman ve vatan için “zarar-ı azîm”dir (en büyük zarar). Demokrat Parti ise, meslek itibarıyla bu iki dehşetli cereyana (komünizm ve dinsizlik) muarızdır.
Her ne kadar DP içinde üçüncü cereyana (garplılaşma) meyledenler olsa da, bu “vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zarar” hükmündedir.
• Prensip (Müradifler): Bu duruş, fıkıh ve hikmetin mühim bir kaidesi olan “ehven-i şerri ihtiyar” (iki şerden daha hafif olanı seçmek) prensibidir. Bu, “celb-i menâfi”den (faydaları çekmekten) daha mühim olan “def’-i mazarrat” (zararları defetmek) kaidesinin bir icabıdır. “Vücudun gitmemesi için kolun kopması kabul edilmiş” ifadesi, bu prensibin tam bir tasviridir.
• Kur’anî Dayanak (Zaruret Hâli): Bu prensibin Kur’anî temeli, zaruret hâllerinde daha az haram olanın tercih edilmesine cevaz veren düsturlara dayanır.
${…فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَآ اِثْمَ عَلَيْهِ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ}$
“O, size yalnız ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü aşmamak üzere (bunlardan yemesinde) günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara Sûresi, 2:173)
Bu ayet, daha büyük bir zarardan (ölüm) kurtulmak için daha küçük bir zararın (haram olanı yemek) işlenebileceğini gösterir. Üstad’ın siyasî tavrı da, “imanın ve vatanın helâketi” gibi daha büyük bir zararı defetmek için, “dinde lâübali” bazı unsurları barındıran bir partiyi destekleme zaruretine dayanmaktadır.

2. Düşmanlığın Sebebi: Dinsizlik ve İstibdad-ı Mutlak
CHP zihniyetine karşı duruşun şahsî veya siyasî bir rekabet olmadığını, bilakis “dinsizlik” ve “istibdad-ı mutlak” (mutlak despotizm) tehlikesine dayandığını vurgulamaktadır.
• Tahlil: İktibaslar , CHP’nin “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri”ni ve “yirmi yedi yıldır perde altındaki… eşedd-i zulmü” temsil ettiğini belirtir. Risale-i Nur’a ve müellifine yapılan muameleler, bu zihniyetin “keyfî işler” olduğunu ve “tarihte emsali görülmemiş bir cinayet” seviyesine vardığını gösterir.
• Hedef: Tehlike sadece siyasî bir baskı değil, “bu asil Türk milleti”ni ve onun imanını hedef alan bir cereyandır. Üstad, “Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi… inat etse… mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir” diyerek tehlikenin manevî buudunu (boyutunu) ortaya koyar.

3. Fitne, Tefrika ve Irkçılık Tehlikesi
“C planı; Cemaatları birbirine düşürmek” ve “D planı;… çatışmalarını körüklemektir” tahlilleri, Risale-i Nur’daki ikazlarla tam bir mutabakat içindedir.
• Tahlil (Tefrika): Üstad Bediüzzaman, “Halk Partisinin müfrit dessasları”nın ve “müfrit şeytanlar”ın ana hedefinin, “Nur talebelerini Demokratlardan bu tarzda nefret ettirip hükûmeti yıkmaya” çalışmak olduğunu belirtir. Bu, tam olarak “ehli imanın arasına tefrika tohumları saçmak”tır.
• Tahlil (Irkçılık): Üstad, Millet Partisi açısından ve Adnan Menderes’e hitaben yazdığı mektupta , “ırkçılık” tehlikesine şiddetle dikkat çeker. Buna “Frenk illeti” (Avrupa hastalığı) der ve “Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış” tesbitini yapar. Irkçılığın, “hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin… aleyhine cephe almaya mecbur” edeceğini ve milleti böleceğini ifade eder.
• Kur’anî Dayanak (Tefrika ve Fitne): Kur’an-ı Kerim, tefrikayı ve fitneyi en büyük tehlikelerden biri olarak zikreder.
${وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَآءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناً وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ}$
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:103)
${وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَآءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ}$
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:105)

4. Adalet-i Mahza: “Birisinin Günahıyla Başkası Mes’ul Olmaz”
Bediüzzaman’ın mücadelesinin şahıslarla değil, “zihniyet” ve “cereyan”larla olduğunu isbat eder.
• Tahlil: Üstad Hazretleri, Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi olan “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz” düsturunu hem ırkçılığın (unsurculuk) reddine hem de CHP’ye karşı tutumuna esas alır.
• Irkçılığı reddeder, çünkü ırkçılık “bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini… öldürmekte kendini haklı zanneder” .
• Aynı adalet prensibiyle, CHP’ye mensup olan herkesi değil, o partinin “müstebid”, “müfrit” ve “dessas” olan, “İttihatçıların bozuk kısmı”ndan gelen zihniyetini hedef alır. Hatta “eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim” diyerek, meselenin şahsî olmadığını gösterir.
• Kur’anî Dayanak (Şahsî Mesuliyet): Bu düstur, Kur’an-ı Kerim’de defaatle vurgulanan “adalet-i mahza”nın (tam ve saf adaletin) temelidir.
${قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَباً وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ}$
“De ki: “O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir rab mı arayayım? Herkes günahı ancak kendi aleyhine kazanır. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”” (En’âm Sûresi, 6:164)

5. Nasihat, İhtar ve “Öz Tenkit”
“Suçu başkalarında aramak yerine,bir öz eleştiri yapmak gerekmez mi?” suali, Üstad’ın DP’ye olan tavrında açıkça görülmektedir. O’nun desteği körü körüne bir tasdik değil, “ihtar” (uyarı) ve “nasihat” dolu bir muhafazadır.
• Tahlil: Bediüzzaman, DP’lilerin “cinayetleri” başkalarına yüklemesini eleştirir ve onlara “hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz” diye seslenir.
• DP’nin tehlikelerden kurtulması ve “âlem-i İslâmın teveccühünü” kazanması için iki mühim reçete sunar:
• “Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.”
• “Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler.”
• Bu tavır, “dönüş yapıp, telafi ederek, geri adım atmak gerekmez mi?” çağrısıyla örtüşür. Üstad, DP’yi desteklerken bile onları “hakikat-i İslâmiyeye yapışınız!” diyerek ciddî bir surette ikaz etmiştir.
• Kur’anî Dayanak (Nasihat ve İhtar): Bu tavır, mü’minin mü’mine karşı “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) ve “nasihat” vazifesinin bir icabıdır.
${وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِن۪ينَ}$
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât Sûresi, 51:55)

Netice
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, hayat-ı içtimaiyeye (sosyal hayata) bakışının merkezinde “imanın muhafazası” olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde isbat etmektedir. O’nun CHP’ye karşı ve DP’ye lehdar olan tavrı, siyasî partilerin isimlerinden veya şahıslarından ziyade, o partilerin temsil ettiği “zihniyet”e ve “cereyan”lara karşıdır.
Bu duruş;
• Büyük zararı (dinsizlik, komünizm) defetmek için küçük zararı (bazı lâübalilikler) kabul eden “ehven-i şer” hikmetine,
• Milleti parçalayan “tefrika” ve “ırkçılık” fitnelerine karşı uyanık olmaya,
• Zulmü ve cinayeti kim yaparsa yapsın, Kur’an’ın “adalet-i mahza” ve “şahsî mesuliyet” prensibine,
• Dost ve müttefik dahi olsa, hakikati söylemekten, “ihtar” ve “nasihat” etmekten çekinmemeye dayanmaktadır.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nurlarda-cumhuriyet-halk-partisi/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025