Kudretin Kaleminden: Varlık ve Birlik

Kudretin Kaleminden: Varlık ve Birlik

Her anı bir mucize, her zerresi bir ahenk taşıyan şu kâinat, akıl ve kalp sahipleri için daima bir tefekkür ve ibret kaynağı olmuştur. Kadim medeniyetlerden günümüze, insanlık daima “Nereden geldim, nereye gidiyorum ve bu varoluşun arkasındaki sır nedir?” sorularının peşinden gitmiştir. Bu soruların cevabını arayan ruhlar, etraflarındaki her şeyde bir hikmet ve delil bulmuş, bu delillerin izini sürerek varlığın ve birliğin Sahibine ulaşmışlardır. Elinizdeki notlar, bu kutlu yolculuğun yedi basamağını işaret ediyor ve her biri kendi içinde derin bir manayı barındırıyor.

  1. Eser ve Sanatçı

“Bir resim, bir sanatçı olmadan var olamaz. Bir mektup, bir yazar olmadan yazılamaz. Öyleyse, bu uçsuz bucaksız evren, sayısız düzenli yaratıklarla dolu bu âlem, bir yaratıcı olmadan nasıl var olabilir?” Bu hikmetli soru, varoluşun temel mantığını gözler önüne seriyor. Bir iğnenin bile ustasız olamayacağı bir dünyada, gezegenlerin yörüngelerini, atomların ahengini, bir çiçeğin rengini ve bir kuşun kanadını tesadüflere havale etmek, aklın kabul edemeyeceği bir iddiadır. Her eser, sanatçısının varlığını haykırır. Biz de bu kâinatın ihtişamlı müzesinde, her bir sanat eserine bakarak onun Mükemmel Sanatkârını tanırız.

  1. Düzen ve Ahenk

“Dünyadaki düzen, hikmet, merhamet ve adalet, her şeye hükmeden bir varlığın mevcudiyetini gösteriyor.” Bu cümle, bir saatin dişlileri gibi işleyen kâinatın kusursuz mekanizmasına dikkat çekiyor. Güneş’in doğuşu ve batışı, mevsimlerin döngüsü, yer çekiminin hassas dengesi, suyun döngüsü… Tüm bunlar, tesadüflerin eseri olamayacak kadar incelikli bir tasarıma işaret eder. Bu düzen, sadece fiziksel yasalarla sınırlı değildir; merhamet ve adalet de bu düzenin bir parçasıdır. Gecenin ardından gelen aydınlık, kuruyan toprağa düşen yağmur, adaletin tecellisi gibi, her biri bir düzenin ve bu düzeni kuran Mükemmel Varlığın delilidir.

  1. İmkansızlıkları İmkansız Kılma

“Olan şeyleri şansa, kör kuvvete veya doğaya atfedenler, sayısız imkânsızlıkları kabul etmek zorunda kalırlar.” Bir çam kozalağından devasa bir çam ağacının çıkması, toprağın altında cansız görünen bir tohumdan rengarenk bir çiçeğin filizlenmesi, bir balığın denizin derinliklerinde hayatta kalabilmesi… Tüm bunlar, akıl ve mantık çerçevesinde şansa ve tesadüfe bağlanamayacak kadar olağanüstüdür. Her biri, imkânsızı mümkün kılan, kudretin sınırlarını aşan bir Yaratıcının varlığını gösterir. Şayet her şeyi tesadüfe bağlarsak, her bir varlığın kendi kendini var ettiğini kabul etmek gibi, akla ve bilime aykırı bir sonuca varırız ki bu, imkânsızlıkların en büyüğüdür.

  1. İlahi İsimlerin Tezahürü

“Her bir yaratık, dizaynıyla zorunlu varlığın delilidir. Kendi lisanıyla O’nun isimlerini beyan eder.” Bir kelebeğin kanadındaki estetik, bir karıncanın yuvasındaki mühendislik, bir arının peteğindeki geometri… Her biri, o varlığı Yaratanın isimlerinin birer tecellisidir. El-Musavvir (Şekil Veren) isminin tecellisiyle en karmaşık desenler ortaya çıkar; El-Alîm (Her Şeyi Bilen) isminin tecellisiyle her bir varlığın ihtiyacı en ince ayrıntısına kadar karşılanır. Kâinat, her bir parçasıyla bir sergi salonudur ve her sergilenen eser, onu var edenin isimlerini ve sıfatlarını haykırır.

  1. İnsan Doğası ve Vicdan

“İnsanın kalbi, ruhu, aklı ve vicdanı hep birlikte Allah’a olan inancı onaylar.” İnsan, doğuştan bir yaratıcıya inanma eğilimindedir. Ne zaman zor bir duruma düşse, ne zaman çaresiz kalsa, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yardım dileyeceği yüce bir varlığa yönelir. Bu, fıtratında gizli olan bir çağrıdır. Vicdan, iyiliği ve kötülüğü ayırt etme yeteneği, insanın sadece maddeden ibaret olmadığının bir delilidir. Vicdanın sesi, fıtratı bozulmamış her insana doğru yolu gösteren bir rehber gibidir. Bu ses, insanın iç dünyasında yankılanan ilahi bir fısıltıdır.

  1. Yaşam ve Beslenme

“Kendi varlığı için hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyi kendisine boyun eğdiren hayat, ancak sonsuz ve kendi kendine yeten bir varlığın eseri olabilir.” Hayat, kâinatın en büyük sırlarından biridir. Yaşamın devamı için gereken beslenme, üreme ve adaptasyon gibi mucizevi süreçler, bütün canlıların birbirine bağımlı olduğu karmaşık bir ağ oluşturur. Bu ağ, kendi kendine var olamaz. Bir su damlasından koca bir okyanusun oluşumu, cansız topraktan canlı besinlerin çıkması, hayatın varlığı ve devamının, her şeye gücü yeten, ezelî ve ebedî bir Kaynak tarafından düzenlendiğini gösterir.

  1. Kur’an-ı Kerim

“Kur’an, bu dünyanın tercümanı, kâinat kitabının tefsiri ve Yaratıcısından gelen ebedî bir hitabıdır.” Kur’an, sadece bir inanç kitabı değil, aynı zamanda kâinatın sırlarını çözen, insanın varoluş amacını açıklayan ve geçmişten geleceğe uzanan bir rehberdir. Onda bahsi geçen bilimsel gerçekler, tarihi olaylar ve psikolojik derinlikler, onun insan sözü olamayacağını kanıtlar. Kur’an, kendisini indirenle ilgili iddiaları desteklemek için sayısız delil sunar ve bu deliller, tüm varlıkların ve olayların ardındaki hikmeti anlamamıza yardımcı olur.

Özet
Bu makale, Allah’ın varlığına ve birliğine dair yedi temel delili ele almaktadır. İlk olarak, eser ve sanatçı ilişkisi üzerinden, kâinatın bir Yaratıcı olmadan var olamayacağı belirtilir. İkinci olarak, evrendeki düzen ve ahenk, her şeyin bir amaca hizmet eden kusursuz bir tasarıma sahip olduğunu vurgular. Üçüncü delil olan imkansızlıkları imkansız kılma ilkesi, tesadüflerin bir yaratılışı izah edemeyeceğini gösterir. Dördüncü olarak, her bir varlığın kendi özgün tasarımıyla ilahi isimlerin tezahürleri olduğu ifade edilir. Beşinci delil, insanın fıtratına ve vicdanına kodlanmış olan inanma eğilimidir. Altıncı delil olan yaşam ve beslenme, hayatın mucizevi döngüsünün, her şeye gücü yeten bir kaynağın eseri olduğunu belirtir. Son olarak, Kur’an-ı Kerim, kâinatın bir tefsiri ve insanın varoluşuna dair en önemli delil olarak sunulur. Tüm bu deliller, birbiriyle bütünlük içinde, varlığın ve birliğin Sahibine işaret eder.

*******

İktidarın Kaleminden: Varoluş ve Birlik

Her anı bir mucize ve her zerresi bir ahenk olan kâinat, aklı ve kalbi olanlar için her zaman bir tefekkür kaynağı, bir ders kaynağı olmuştur. Eski uygarlıklardan günümüze kadar insanlık hep şu soruların peşinde koşmuştur: “Nereden geldim, nereye gidiyorum ve bu varoluşun ardındaki sır nedir?” Bu sorulara cevap arayan ruhlar, etraflarındaki her şeyde hikmet ve delil bulmuşlar, bu delilleri takip ederek varlık ve birliğin Sahibine ulaşmışlardır. Elinizde tuttuğunuz notalar bu mübarek yolculuğun yedi basamağına işaret ediyor ve her biri kendi içinde derin bir anlam barındırıyor.

  1. Eser ve Sanatçı

“Bir resim, sanatçı olmadan var olamaz. Yazar olmadan mektup yazılamaz. Öyleyse, sayısız düzenli yaratılışla dolu bu uçsuz bucaksız evren, bir yaratıcı olmadan nasıl var olabilir?” Bu bilgece soru, varoluşun temel mantığını gün ışığına çıkarır. Bir yapıcı olmadan bir iğnenin bile var olamayacağı bir dünyada, gezegenlerin yörüngelerini, atomların uyumunu, bir çiçeğin rengini, bir kuşun kanadını sadece tesadüflere emanet etmek, aklın kabul edemeyeceği bir iddiadır. Her sanat eseri, sanatçısının varlığını haykırır. Bu evrenin muhteşem müzesinde, her bir şahesere bakarak onun Mükemmel Sanatçısını tanıyoruz.

  1. Düzen ve Uyum

“Dünyada görünen düzen, bilgelik, merhamet ve adalet, her şeye hükmeden Zorunlu Varlık’ın varlığını gösterir.” Bu cümle, evrenin bir saatin dişlileri gibi işleyen kusursuz mekanizmasına dikkat çekmektedir. Güneşin doğuşu ve batışı, mevsimlerin döngüsü, hassas yer çekimi dengesi, su döngüsü… Tüm bunlar, tesadüflerin eseri olamayacak kadar karmaşık bir tasarıma işaret ediyor. Bu düzen sadece fizik yasalarıyla sınırlı değildir; Merhamet ve adalet de bu düzenin bir parçasıdır. Tıpkı gecenin ışığını takip etmesi, yağmurun kuru toprağa düşmesi gibi, her biri bir düzenin ve bu düzeni kuran Kâmil Varlık’ın birer delilidir.

  1. İmkansızı İmkansız Hale Getirmek

“Olayları şansa, kör güce ya da doğaya bağlayanlar, sonsuz imkansızlıkları kabul etmek zorunda kalırlar.” Bir çam kozalağından çıkan dev bir çam ağacı, toprağın altında cansız gibi görünen bir tohumdan filizlenen rengarenk bir çiçek, okyanusun derinliklerinde hayatta kalan bir balık… Bütün bunlar akıl ve mantık çerçevesinde tesadüf ve tesadüflere mal edilemeyecek kadar olağanüstüdür. Her biri, imkansızı mümkün kılabilen, gücün sınırlarını aşan bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. Her şeyi tesadüflere bağladığımızda, her varlığın kendini yarattığını kabul etmek gibi akla ve bilime aykırı bir sonuca varırız ki bu imkansızlıkların en büyüğüdür.

  1. İlahi İsimlerin Tezahürü

“Her yaratık, tasarımıyla, Gerekli Varlığı kanıtlar; O’nun isimlerini bildirir.” Bir kelebeğin kanadındaki estetik, bir karıncanın yuvasındaki mühendislik, bir arı kovanındaki geometri… Her biri, o varlığı yaratanın isimlerinin bir tecellisidir. Al-Musawwir (Şekillendirici) isminin tezahürü sayesinde en karmaşık desenler ortaya çıkar; Al-Alim (Her Şeyi Bilen) isminin tecelli etmesiyle her varlığın ihtiyaçları en ince ayrıntısına kadar karşılanır. Evren bir sergi salonudur ve sergilenen her parça Yaratıcısının isimlerini ve niteliklerini haykırır.

  1. İnsan Doğası ve Vicdanı

“İnsanın kalbi, ruhu, aklı ve vicdanı hep birlikte Allah’a inancı tasdik eder.” İnsanların bir yaratıcıya inanmak için doğuştan gelen bir eğilimi vardır. Ne zaman zor bir durumda kalsalar ya da bilinçli ya da bilinçsiz olarak çaresiz hissetseler, yardım istemek için yüce bir varlığa başvururlar. Bu onların doğasında saklı bir çağrıdır. Vicdan, iyi ve kötüyü ayırt etme yeteneği, insanın sadece maddi bir varlık olmadığının kanıtıdır. Vicdanın sesi, doğası bozulmamış her insana en doğru yolu gösteren bir rehber gibidir. Bu ses, insanın iç dünyasında yankılanan ilahi bir fısıltıdır.

  1. Yaşam ve Geçim

“Life, which needs nothing yet subjugates everything to itself, can only be the work of an Ever-Living, Self-Sufficient Being.” Life is one of the greatest mysteries of the universe. The miraculous processes required for the continuation of life, such as nourishment, reproduction, and adaptation, form a complex network in which all living things are interdependent. This network cannot exist on its own. The formation of a vast ocean from a drop of water, the emergence of living nourishment from lifeless soil, all indicate that the existence and continuation of life are regulated by an all-powerful, eternal, and everlasting Source.

  1. The Qur’an as a Proof

“The Qur’an is the interpreter of this world, the commentary on the book of the universe, and an eternal address from its Creator.” The Qur’an is not just a book of faith but also a guide that unravels the secrets of the universe, explains the purpose of human existence, and extends from the past to the future. The scientific facts, historical events, and psychological depths mentioned in it prove that it could not be a human word. The Qur’an offers countless proofs to support the claims it makes about its revelation, and these proofs help us understand the wisdom behind all beings and events.
Summary
This article discusses seven fundamental proofs of God’s existence and unity. First, it states that the universe cannot exist without a Creator, based on the relationship between a work and its artist. Second, the order and harmony in the universe emphasize that everything has a perfect design serving a purpose. The third proof, the principle of making the impossible impossible, shows that chance cannot explain creation. Fourth, it is stated that every being’s unique design is a manifestation of divine names. The fifth proof is the innate inclination to believe encoded in a human’s nature and conscience. The sixth proof, life and sustenance, indicates that the miraculous cycle of life is the work of an all-powerful source. Lastly, the Qur’an, presented as a commentary on the universe, is offered as the most important proof of human existence. All these proofs, in harmony with one another, point to the Owner of existence and unity.

******

İlahi Mühür: Varlık ve Birlik Delilleri

Evren, yazarı anlamak isteyenler için her sayfası işaretlerle dolu görkemli bir kitaptır. Gözlemlediğimiz o hassas denge, karmaşık tasarımlar ve derin düzen, kör tesadüflerin sonucu değildir. Aksine, her biri İlahi bir kalemden çıkan kasıtlı vuruşlardır ve her vuruş, Yaratıcı’nın varlığının ve birliğinin bir kanıtıdır. Bu yazı, bu nihai gerçeğe giden yolu aydınlatmak için, sağlanan notlardan hikmet alarak dört anahtar delili inceler.

  1. Eser ve Sanatçı

Bir nesnenin varlığı, doğası gereği onu yapan kişiyi işaret eder. Bir heykel, bir heykeltıraş olmadan; bir şiir, bir şair olmadan var olamaz. Bu temel gerçek, en küçük atomdan en büyük galaksiye kadar tüm yaratılış için geçerlidir. Notların da belirttiği gibi, “Tek bir çiçeği yaratan, tüm baharı da yaratır.” Tek bir tohumu yeşerten el, aynı zamanda koca bir mevsimin açmasını da düzenler. Bu basit ama derin mantık, evrenin bir kaza değil, titizlikle işlenmiş bir başyapıt olduğunu söyler.
Notlar şöyle devam ediyor: “Sanat, Sanatçının mükemmelliğine işaret eder; nakış, Nakkaş’ın maharetinin bir alametidir.” Bir kar tanesinin fraktal desenlerinden insan beyninin karmaşık sinir yollarına kadar doğadaki her detay, sonsuz bir hassasiyetin tasarımını yansıtır. Metin bu fikri güzel bir şekilde yakalar: “Sanat bir Sanatçı olmadan var olamaz; bir tasarım, bir tasarımcı olmadan var olamaz.” Ve zarif bir sadelikle ekler: “Her eser yapıcısını gösterir. Her sanatlı nakış, kendi nakkaşını ilan eder.”
Bu, yaratıcı ile yaratılan arasında derin bir bağlantı olduğunu gösterir. Dünyadaki tasarım ve anlamın varlığı, onun rastgelelikten değil, bir amaçla yapıldığının kanıtıdır. “Mademki manasız, sanatsız, şekilsiz şeyler bir ustası olmadan var olamaz; o halde tasarımlarla süslenmiş, anlamla dolu ve hikmetle düzenlenmiş olan evren elbette bir ustası olmadan var olamaz.”

  1. Düzen ve Ahenk

Evren sarsılmaz, mükemmel bir düzenle işler. Gezegenler yörüngelerinde o kadar hassas bir şekilde hareket eder ki, pozisyonlarını yüzyıllar öncesinden tahmin edebiliriz. Fizik yasaları evrenin her yerinde tutarlıdır. Bu ahenk bir tesadüf değil, kasıtlı bir varoluş halidir. Notlar bunu şöyle onaylar: “Her şeyde sonsuz bir düzen vardır. Her şeyde sonsuz bir denge bulunabilir.” Bu düzen, notların işaret ettiği gibi, “tesadüfü reddeder.” O kadar mükemmeldir ki, ancak her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir varlığa atfedilebilir.
Bu gözlem, Allah’ın varlığının doğrudan bir delili olarak hizmet eder. “Düzen, Vâcibü’l-Vücûd’a şehadet eder.” Metin ayrıca güçlü bir özet sunar: “Evrendeki evrensel düzen ve denge, her şeyi bilen bir Varlığa işaret eder.” Ve güçlü bir imgelemle sonuca varır: “Her şeyde mükemmel bir düzen vardır ve düzenin kendisi de evreni yöneten Yüce bir Düzenleyicinin kanıtıdır.” İnsan vücudundaki tek bir hücre bile, mükemmel dengesi ve hikmetiyle, bu titiz düzen hakkında çok şey anlatır.

  1. Tesadüfün İmkânsızlığı

Evrenin karmaşıklığını yalnızca tesadüfe atfetmek bir safsatadır. Bunu yapmak, her biri bir öncekinden daha imkânsız olan bir dizi kaza zincirine inanmamızı gerektirir. Notların belirttiği gibi, “Tek bir çiçeği tesadüfe atfetmek, tüm evreni tesadüfe atfetmeyi gerektirir ki bu, akıl sınırlarının ötesindedir.” Tek bir çiçek, biyolojik mühendisliğin bir mucizesidir; onun karmaşık yapısının rastgele bir olay olduğunu öne sürmek, mantığın sınırlarını tüm makul boyutların ötesine germektir. İnsan zihni, kalıpları ve amacı tanımaya yatkındır ve bu kadar ezici kanıt karşısında bunları inkâr etmek, kendi aklımızı inkâr etmektir.

  1. İlahi İsimlerin Tezahürü

Evren sadece düzenli bir sistemden ibaret değildir; o, Yaratıcı’nın sıfatlarının canlı bir ifadesidir. Her bir yaratık ve her bir fenomen, Yaratıcı’sının güzel isimlerini ve niteliklerini yansıtan bir ayna görevi görür. Notlar bunu güzel bir şekilde tanımlar: “Bu evren, her harfinin, her kelimesinin İlahi İsimlerin çoğunu ilan ettiği engin bir kitaptır. Her varlık, üzerine tecelli eden İsimler aracılığıyla Yaratıcı’ya işaret eder.”
Notlara göre, yaratılışın asıl amacı bu isimleri sergilemekti: “Allah’ın İsimleri tecelli etmek istedi ve yaratılış onlara bir ayna olarak ortaya çıktı. Evrendeki sonsuz çeşitlilik, İlahi İsimlerin sonsuz tecellilerinin sonucudur.”
Bu fikir son derece şiirsel ve anlamlıdır. Dünyada gördüğümüz güzellik, Yaratıcı’nın güzelliğinin doğrudan bir yansımasıdır. Hissettiğimiz merhamet, O’nun merhametinin bir yansımasıdır. Bir fırtınada tanık olduğumuz güç, O’nun gücünün bir yansımasıdır. Metin bu kavramı özlü bir şekilde özetler: “Her varlık, kendi Yaratıcısının İsimleri’ne bir aynadır. İsimlerin güzelliği, eserlerin güzelliğinde ortaya çıkar.” Sonuç olarak, “evren, her varlığın Allah’ın isimlerinin güzelliğini gösterdiği engin bir sergi gibidir.”

Özet
Bu makale, Yaratıcı’nın varlığı ve birliğine dair dört temel delili, sağlanan notlardan doğrudan alıntı yaparak incelemektedir. İlk olarak, her eserin bir sanatçısı vardır ilkesiyle, evrenin amaçlı tasarımının bir Yaratıcıyı gerektirdiğini savunur. Ardından, her şeyde bulunan derin düzen ve ahengin, tesadüf fikrini reddeden açık bir kanıt olduğunu vurgular. Makale ayrıca, yaratılış için makul bir açıklama olarak tesadüfün imkânsızlığını inceler ve böyle bir inancın aklın ötesinde olduğunu belirtir. Son olarak, evrendeki her varlığın Yaratıcının güzelliğini ve niteliklerini yansıtan bir ayna işlevi gördüğü ilahi isimlerin tecellisi kavramını sunar. Bu deliller, bir bütünlük içinde, tüm evrenin İlahi İsimlerin bir aynası ve sergisi olduğu yönünde güçlü bir argüman oluşturur.

******

The Divine Imprint: Proofs of Existence and Unity

The universe is a magnificent book, each page filled with signs for those who seek to understand its Author. The delicate balance, the intricate designs, and the profound order we observe are not the result of blind chance. Instead, they are deliberate strokes from a divine pen, each one a testament to the existence and unity of the Creator. This reflection explores four key proofs, drawing wisdom from the notes provided to illuminate the path to this ultimate truth.

  1. The Work and the Artist

An object’s existence inherently points to its maker. A sculpture cannot exist without a sculptor; a poem without a poet. This fundamental truth extends to all of creation, from the smallest atom to the grandest galaxy. As the notes state, “The One who creates a single flower also creates the entire spring.” The same hand that brings forth a single seed also orchestrates the blooming of a whole season. This simple yet profound logic tells us that the universe is not an accident but a meticulously crafted masterpiece.
The notes continue, “Art points to the perfection of the Artist; the embroidery is a sign of the skill of the Embroiderer.” Every detail in nature, from the fractal patterns of a snowflake to the complex neural pathways of the human brain, reflects a design of infinite precision. The text beautifully captures this idea: “Art cannot exist without an Artist; a design cannot exist without a designer.” And with elegant simplicity, it adds: “Every work shows its maker. Every artistic embroidery proclaims its Embroiderer.”
This suggests a deep connection between the creator and the created. The existence of design and meaning in the world is proof that it was made with intention, not randomness. “Since even meaningless, artless, patternless things cannot exist without a craftsman, then surely the universe adorned with designs, full of meaning, and arranged with wisdom cannot exist without its master.”

  1. Order and Harmony

The universe operates with an unwavering, perfect order. Planets move in their orbits with such precision that we can predict their positions for centuries to come. The laws of physics are consistent across the cosmos. This harmony is not a coincidence; it is a deliberate state of being. The notes affirm this by stating, “There is endless order in all things—In each thing, endless balance can be found.” This order, as the notes point out, “rejects chance.” It is so perfect that it can only be attributed to an all-knowing, all-powerful being.
This observation serves as a direct proof of God’s existence. “Order testifies to the Necessary Existent (Wajibul-Wujud).” The text also offers a powerful summary: “Universal order and balance in the universe point to an All-wise Being.” And with powerful imagery, it concludes: “In everything, there is perfect order; and order itself is proof of a Supreme Regulator who governs the universe.” Even a single cell in the human body, with its perfect balance and wisdom, speaks volumes about this meticulous order.

  1. Impossibility of Chance

Attributing the complexity of the universe to mere chance is a fallacy. Doing so requires us to believe in a series of impossible accidents, each more improbable than the last. As the notes state, “To attribute a single flower to chance would necessitate attributing the whole universe to chance – an utterly beyond reason.” A single flower is a miracle of biological engineering; to suggest its intricate structure is a random occurrence is to stretch the limits of logic beyond all reasonable bounds. The human mind is hardwired to recognize patterns and purpose, and to deny them in the face of such overwhelming evidence is to deny our own intellect.

  1. Manifestation of Divine Names

The universe is more than just an ordered system; it is a vibrant expression of the Creator’s attributes. Every creature and every phenomenon acts as a mirror, reflecting the beautiful names and qualities of its Maker. The notes describe this beautifully: “This universe is a vast book in which each letter, each word proclaims many of the Divine Names. Every being points to the Creator through the Names manifested upon it.”
The very purpose of creation, according to the notes, was to reveal these names: “The Names of Allah wished to be displayed, and creation came into being as a mirror to them. The endless variety in the universe is the result of the endless manifestations of the Divine Names.”
This idea is deeply poetic and meaningful. The beauty we see in the world is a direct reflection of the Creator’s beauty. The mercy we feel is a reflection of His mercy. The power we witness in a storm is a reflection of His power. The text succinctly summarizes this concept: “Each being is a mirror to the Names of its Maker. The beauty of the Names is revealed in the beauty of the works.” Ultimately, “the universe is like a vast exhibition, where each being shows the beauty of Allah’s names.”

Summary
This article explores four fundamental proofs for the existence and unity of the Creator, directly quoting from the provided notes. It begins with the principle that every work has an artist, arguing that the purposeful design of the universe necessitates a Creator. It then highlights the profound order and harmony found in all things, a clear proof that rejects the notion of chance. The article further explores the impossibility of chance as a viable explanation for creation, noting that such a belief is utterly beyond reason. Finally, it presents the concept of the manifestation of divine names, where every being in the universe acts as a mirror, revealing the beauty and attributes of its Maker. Together, these proofs form a cohesive and compelling argument that the entire universe is a mirror and exhibition of the Divine Names.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

Hakikî İnsan Olmanın Yolu: On Vazife ve Sonsuz Sorumluluk

Hakikî İnsan Olmanın Yolu: On Vazife ve Sonsuz Sorumluluk

“Hem insan –insan olmak için– kendine göre bir derece bu gayeye çalışmalıdır. Bu gayeler ise:

   Evvelen: Şu kâinatta saltanât-ı Rubûbiyetini tasdik ile, mehasin-i kemâlâtına nezaret etmektir.

   Sâniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiye’nin nukûş-u bedâyi’-kârânelerini birbirine gösterip dellâllık etmektir.

   Sâlisen: Künûz-u mahfiye olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini mîzân-ı idrak ile tartmak ve kıymet vermektir.

   Râbian: Kalem-i kudretin mektubatını mütâlaa ile tefekkür etmektir.

   Hâmisen: Fıtratın letâif ve müzeyyenâtını temâşâ etmekle, Fâtır’ın mârifetine ve rü’yetinin temâşâsına iştiyak göstermektir.

   Sâdisen: Sâni’-i Zülcelâl’in san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmasına ve bildirmesine mukâbil, îmân ve mârifet ile mukâbele etmektir.

   Sâbian: Rahîm-i Kerîm’in semerât-ı rahmetinin müzeyyenâtı ile kendini teveddüd suretinde sevdirmesine mukâbil, ona hasr-ı muhabbet ve taabbüd ile tahabbüb etmektir.

Sâminen: Mün’im-i Hakikî’nin maddî ve mânevî nîmetleri lezaizi ile, insanı perverde etmesine mukâbil, fiil ve hâl ve kàl ile hattâ elinden gelse bütün havassı ve letâifi ile o Mün’im-i Hakikî’ye şükür ve hamdetmektir.

   Tâsian: Celil-i Mutlak’ın (Celle Celâlühü) ve Cemil-i Mutlak’ın (Azze Cemâlühü) kâinatın mezâhirinde ve mevcûdâtın âyinelerinde kibriyâ ve kemâlini, celâl ve cemâlini izhar etmesine mukâbil; tekbir ve tesbih ile ve mahviyet içinde ubûdiyet ile ve hayret ve muhabbet içinde secde ile mukâbele etmektir.

   Âşiren: O Rahmân’ın rahmetinin derece-i vüs’atını ve servetinin derece-i kesretini ve ittikan ve intizam içinde cûd-u mutlakını göstermesine mukâbil, tahmid ve ta’zim içinde iftikar ile sual etmektir.

   Hem san’atının letâif ve antikalarını sath-ı zeminde teşhir etmesine mukâbil, takdir ve tahsin ve istihsân ile mukâbele etmektir.

   Hem şu kasr-ı kâinatta, taklid edilmez sikkeleriyle ve ona mahsus hâtemleriyle ve ona münhasır turralarıyla ve ona has fermânlarıyla bütün mevcûdâta damga-i vahdet koymasına ve âyât-ı tevhidi nakşetmesine ve aktar-ı âfâkta bayrak-ı vahdaniyetini ilân etmesine mukâbil; tasdik ile, îmân ve tevhid ile, iz’an ve şehâdet ve ubûdiyet ile mukâbele etmektir.

   İşte, bunlar gibi vücuh-u ibâdât ve tefekkürât ile insan hakikî insan olur. Ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. Yümn-ü îmân ile emânete mâlik emin bir halife-i Arz olur.”
Nur’un İlk Kapısı

******

“Nur’un İlk Kapısı”nda geçen bu pasaj, insanın hakikî insan olmasının yollarını ve Rabbine karşı vazifelerinin inceliklerini gösteriyor.

İnsanın dünyaya gönderiliş gayesi, yalnızca yemek, içmek, barınmak ve neslini devam ettirmek değildir. Eğer öyle olsaydı, hayvanlarla aynı seviyeye indirilmiş olurdu. Halbuki insan, akıl, kalp, ruh ve şuurla donatılmıştır. Bu yüzden insanın hakikî insan olması, Rabbini tanıması, esmâsını anlaması ve ona ubûdiyet ile mukabele etmesiyle mümkündür. Kur’ân bu hakikati şu ayetle özetler:

> “Andolsun ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)

  1. Rubûbiyet Saltanatını Tasdik ve Kemâlâtına Nezaret

İnsanın ilk vazifesi, şu kâinatta sergilenen ilâhî saltanatı tanımak ve tasdik etmektir. Güneşin doğuşu, yıldızların intizamı, hücrelerin muazzam düzeni hep Allah’ın rubûbiyetini gösterir. İnsan bu saltanat karşısında şahit olmalı ve secdeye kapanmalıdır.

Kur’ân:

> “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, her şeye kâdirdir.” (Âl-i İmrân, 3/189)

  1. İlâhî İsimlerin Nakışlarına Dellallık Etmek

Her bir varlık, Allah’ın isimlerini yansıtan bir sanat eseri gibidir. İnsan, bu nakışları fark ederek dillendirir, başkalarına gösterir. Böylece bir “dellâl-ı esmâ” olur.

  1. Gizli Hazineleri Tartmak ve Kıymetlendirmek

Esmâ-i İlâhiyye’nin hazineleri, kainatta gizli cevherler gibi serpilmiştir. İnsan aklıyla bu değerleri tartar ve kıymet biçer. İlmi, sanatı ve hikmeti keşfeder. Bu da onu, kâinatın seyircisi değil, şahitliğine yükseltir.

  1. Kalem-i Kudretin Mektuplarını Okumak

Her bir çiçek, yaprak, yıldız ve canlı Allah’ın “kalem-i kudreti” ile yazılmış bir mektuptur. İnsan bu mektupları okuyarak tefekküre dalar.

Kur’ân:

> “Onlara hem afakta hem nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, onun hak olduğu onlara iyice belli olsun.” (Fussilet, 41/53)

  1. Fıtratın Güzellikleriyle Allah’ın Cemâline İştiyak

İnsana verilen duygular, güzelliklere karşı iştiyak duyar. Bu da aslında Allah’ın cemâlini aramanın bir işaretidir. Dünya güzellikleri fânidir; hakikî güzellik ise Allah’ın cemâlindedir.

  1. Sanatın Mucizelerine Karşı İmanla Mukabele

Allah, insanın gözünün önüne sayısız sanat mucizeleri sergiler. İnsan bu mucizeler karşısında hayret ve imanla mukabele etmeli, nankörlükle değil.

Kur’ân:

> “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor.” (Rûm, 30/50)

  1. Rahmân’ın Sevdirici Nimetlerine Muhabbetle Mukabele

Allah, nimetlerini sadece ihsan için değil, kullarını kendine sevdirmek için de verir. İnsan bu sevgiye muhabbet ve kullukla cevap vermelidir.

  1. Mün’im-i Hakikî’ye Şükür ve Hamd ile Mukabele

İnsan, maddî ve manevî nimetlerle beslenir. Bu nimetler karşısında sadece sözle değil; fiil, hâl ve bütün duygularıyla şükretmek gerekir.

Kur’ân:

> “Eğer şükrederseniz elbette size artırırım.” (İbrahim, 14/7)

  1. Celâl ve Cemâl Karşısında Tesbih ve Secde ile Mukabele

Allah, hem celâlini (azametini) hem cemâlini (güzelliğini) kâinatta izhar eder. İnsan bu tecelliler karşısında tesbih, tekbir, secde ve hayret ile mukabele etmelidir.

Kur’ân:

> “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’a secde eder.” (Ra’d, 13/15)

  1. Tevhidin Sikkelerine İman ve Ubûdiyet ile Mukabele

Kâinatın her köşesinde bir “tevhid mührü” vardır. Atomlardan galaksilere kadar her şey, Allah’ın birliğini ilan eder. İnsan, iman ve ubûdiyetle buna karşılık vermelidir.

Kur’ân:

> “Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O’nun mülkünde O’na ortak yoktur.” (Tevbe, 9/31)

Sosyal ve Tarihî Boyut

İnsanlık tarihi, bu vazifelerin unutulmasıyla zulmetmiş; hatırlanmasıyla ise yükselmiştir. Peygamberler, insanı bu vazifeleri hatırlatmak için gönderilmiştir. Hakikî medeniyet, bu on vazifenin toplumsal hayata taşınmasıyla mümkündür.

Aklî ve İlmî Boyut

İnsan aklı, ilâhî sanat mucizelerini çözmek için verilmiştir.

Kalp, Allah’ın cemâlini ve rahmetini hissetmek içindir.

Şuur, kulluğu idrak etmek için vardır.
Bunlar tesadüf ile izah edilemez. İnsan, ancak bu gayelere yönelirse “ahsen-i takvîm”de kalır.

Sonuç

Bu on vazife, insanı hakikî insan yapar. Onları unutan, hayvanî arzuların esiri olur. Onlara yönelen ise Allah’ın halifesi ve emanetini taşıyan bir kul olur. İşte hakikî insanlık budur.

Özet

On vazife, insanın hakikî insan olmasının yollarını gösterir: Rubûbiyet saltanatını tasdik, esmâya dellallık, gizli hazineleri tartmak, kudret mektuplarını okumak, cemâle iştiyak, imanla mukabele, muhabbetle sevmek, şükürle cevap vermek, tesbih ve secdeyle hayret etmek, tevhid mühürlerini tasdik etmek.

Kur’ân ayetleri bu hakikatleri teyit eder (Tîn 95/4, Fussilet 41/53, İbrahim 14/7, Rûm 30/50).

Sosyal ve tarihî olarak bu hakikatler, insanlığın yükseliş ve düşüşlerinin anahtarıdır.

İnsan, ancak bu görevlerle “ahsen-i takvîm”de kalır ve hakikî bir kul olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

İnsanın Hiçlikten Yüceliğe Uzanan Yolculuğu

İnsanın Hiçlikten Yüceliğe Uzanan Yolculuğu

“Evet insan, çendan nefsinde ve suretinde hiçtir ve hiç hükmündedir. Fakat vazife ve mertebe noktasında, şu kâinât-ı muhteşemenin seyircisi ve şu mevcûdâtın lisan-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin mütâlâacısı ve şu müsebbih ve âbid mahlukatın nâzırı ve ustabaşısı hükmündedir.

   Evet insan, şu dünyaya bir misâfir olarak gönderilmiş. Ve insana mühim istidadât ve o istidâdâta göre mühim vezâif tevdi’ edilmiş.”
Nur’un İlk Kapısı

******

İnsan, varlık itibarıyla zayıf, fanî ve acizdir. Bir damla sudan yaratılmış, rüzgârla sarsılan, hastalıkla yere serilen, ölümle yokluğa sürüklenen bir varlık… Fakat vazife noktasında, ona verilen sorumluluk ve istidatlar açısından bakıldığında, bütün kâinatı okuyabilecek, anlamlandırabilecek ve temsil edebilecek yüceliğe sahiptir. Bu çelişki değil, bilakis insanın mahiyetinin sırrıdır: Zatında hiç, vazifesinde her şey…

Kur’ân bunu şu şekilde bildirir:

> “Doğrusu insanı biz karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan ederiz. Bu sebeple onu işiten ve gören kıldık.” (İnsân, 76/2)

İnsanın Hiçliği: Acz, Fakr ve Fânilik

İnsan kendi başına alındığında hiç hükmündedir:

Bir damla suyun mayasında var edilmiştir.

Bir mikropla yere serilebilir.

Ölüm, en zengin ve kudretli insanı bile bir anda aciz kılar.

Kur’ân:

> “İnsan üzerinden öyle bir zaman geçti ki, o an insan anılmaya değer bir şey değildi.” (İnsân, 76/1)

Bu, insanın varlıkta kendi başına bir kıymetinin olmadığını, hakikî değerinin kendine verilen emanet ve vazife ile ölçüldüğünü gösterir.

İnsanın Yüceliği: Vazife ve İstidat

İnsana verilen vazifeler, onu “hiç”ten “halife-i arz” derecesine çıkarır:

  1. Kâinatın Seyircisi: İnsan, yıldızlardan hücrelere kadar kâinatı temaşa eder, hayretle izler.
  2. Mevcudatın Lisanı: Suskun varlıkların söyleyemediğini insan dile getirir. Çiçek, Allah’ın güzelliğini gösterir; insan ise onu dillendirir.
  3. Kitâb-ı Âlemin Mütâlâacısı: Kâinat büyük bir kitap; insan onun okuyucusu ve yorumcusudur.
  4. Müsebbihlerin Nazırı: Her varlık Allah’ı tesbih eder. İnsan, bu tesbihatı fark eden, onları idrak eden bir nazırdır.
  5. Ustabaşı: Kâinat fabrikasında insan, istidatlarıyla bir ustabaşı gibidir; eşyaya anlam kazandırır, nimetleri şükürle kıymetlendirir.

Kur’ân:

> “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 2/30)

Misafirlik Gerçeği

İnsan, dünyaya bir sahip olarak değil, bir misafir olarak gönderilmiştir.

Misafir, ev sahibinin ikramını takdir eder, nankörlük etmez.

Misafir, vakti dolunca kalkıp gider.

Misafir, kendini evin sahibi sanmaz.

Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:

> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 67/2)

Tarihî ve Sosyal Boyut

Tarih, kendini “sahip” zanneden kavimlerin helak oluşuna şahittir: Nemrut, Firavun, Karun… Kendilerini azametli görenler, aslında bir nefesle yere serildiler.
Ama misafirliğini idrak eden, emaneti tanıyan, kulluğunu bilen peygamberler ve salihler, insanlığın en yüce mertebesine yükseldiler.

İlmî ve Akli Boyut

Modern bilim, insana verilen bu istidatların büyüklüğünü göstermektedir:

İnsan, atomu çözmekte, yıldızları incelemekte, DNA’nın sırlarını keşfetmektedir.

Ama bütün bu keşifler, insanı kâinatın ustası değil, okuyucusu yapmaktadır.

Yani insan, Allah’ın sanatını anlamakla görevli bir “mütâlâacı”dır.

Ahlâkî ve Mantıkî Boyut

İnsanın aczi, onu tevazuya davet eder.

İnsanın vazifesi, onu sorumluluğa çağırır.

İnsanın misafirliği, onu şükre yöneltir.

Mantıken, insan ya “hiçtir” ya da “her şeydir.” Eğer sadece biyolojik bir varlık olarak görülürse, toprak olup gidecek bir hiçtir. Ama vazife ve istidat penceresinden bakılırsa, Allah’ın halifesi olan bir “her şey”dir.

Sonuç

İnsanın mahiyetinde iki yön vardır:

Zatında hiçtir: aciz, fakir, fani…

Vazifesinde büyüktür: kâinatın seyircisi, lisanı, okuyucusu, nazırı ve ustabaşısı.

Bunun idrakiyle yaşayan insan, hakikî şerefini bulur ve Rabbine misafir olduğunu unutmaz.

Özet

İnsan, zatında hiç, vazifesinde yücedir.

Acz ve fakrıyla fani; ama akıl, kalp ve istidatlarıyla kâinatın okuyucusudur.

Dünyaya bir misafir olarak gönderilmiş, emaneti yüklenmiştir.

Kur’ân (Bakara 2/30, Mülk 67/2, İnsân 76/1-2) bu hakikati teyit eder.

Tarih, bu hakikati unutanların helakiyle, hatırlayanların yüceliğiyle doludur.

Hakikî insanlık, bu “hiçlik ve yücelik dengesini” fark etmekle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

İnsanın Hiçlikten Yüceliğe Uzanan Yolculuğu

İnsanın Hiçlikten Yüceliğe Uzanan Yolculuğu

“Evet insan, çendan nefsinde ve suretinde hiçtir ve hiç hükmündedir. Fakat vazife ve mertebe noktasında, şu kâinât-ı muhteşemenin seyircisi ve şu mevcûdâtın lisan-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin mütâlâacısı ve şu müsebbih ve âbid mahlukatın nâzırı ve ustabaşısı hükmündedir.

   Evet insan, şu dünyaya bir misâfir olarak gönderilmiş. Ve insana mühim istidadât ve o istidâdâta göre mühim vezâif tevdi’ edilmiş.”
Nur’un İlk Kapısı

******

İnsan, varlık itibarıyla zayıf, fanî ve acizdir. Bir damla sudan yaratılmış, rüzgârla sarsılan, hastalıkla yere serilen, ölümle yokluğa sürüklenen bir varlık… Fakat vazife noktasında, ona verilen sorumluluk ve istidatlar açısından bakıldığında, bütün kâinatı okuyabilecek, anlamlandırabilecek ve temsil edebilecek yüceliğe sahiptir. Bu çelişki değil, bilakis insanın mahiyetinin sırrıdır: Zatında hiç, vazifesinde her şey…

Kur’ân bunu şu şekilde bildirir:

> “Doğrusu insanı biz karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan ederiz. Bu sebeple onu işiten ve gören kıldık.” (İnsân, 76/2)

İnsanın Hiçliği: Acz, Fakr ve Fânilik

İnsan kendi başına alındığında hiç hükmündedir:

Bir damla suyun mayasında var edilmiştir.

Bir mikropla yere serilebilir.

Ölüm, en zengin ve kudretli insanı bile bir anda aciz kılar.

Kur’ân:

> “İnsan üzerinden öyle bir zaman geçti ki, o an insan anılmaya değer bir şey değildi.” (İnsân, 76/1)

Bu, insanın varlıkta kendi başına bir kıymetinin olmadığını, hakikî değerinin kendine verilen emanet ve vazife ile ölçüldüğünü gösterir.

İnsanın Yüceliği: Vazife ve İstidat

İnsana verilen vazifeler, onu “hiç”ten “halife-i arz” derecesine çıkarır:

  1. Kâinatın Seyircisi: İnsan, yıldızlardan hücrelere kadar kâinatı temaşa eder, hayretle izler.
  2. Mevcudatın Lisanı: Suskun varlıkların söyleyemediğini insan dile getirir. Çiçek, Allah’ın güzelliğini gösterir; insan ise onu dillendirir.
  3. Kitâb-ı Âlemin Mütâlâacısı: Kâinat büyük bir kitap; insan onun okuyucusu ve yorumcusudur.
  4. Müsebbihlerin Nazırı: Her varlık Allah’ı tesbih eder. İnsan, bu tesbihatı fark eden, onları idrak eden bir nazırdır.
  5. Ustabaşı: Kâinat fabrikasında insan, istidatlarıyla bir ustabaşı gibidir; eşyaya anlam kazandırır, nimetleri şükürle kıymetlendirir.

Kur’ân:

> “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 2/30)

Misafirlik Gerçeği

İnsan, dünyaya bir sahip olarak değil, bir misafir olarak gönderilmiştir.

Misafir, ev sahibinin ikramını takdir eder, nankörlük etmez.

Misafir, vakti dolunca kalkıp gider.

Misafir, kendini evin sahibi sanmaz.

Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:

> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 67/2)

Tarihî ve Sosyal Boyut

Tarih, kendini “sahip” zanneden kavimlerin helak oluşuna şahittir: Nemrut, Firavun, Karun… Kendilerini azametli görenler, aslında bir nefesle yere serildiler.
Ama misafirliğini idrak eden, emaneti tanıyan, kulluğunu bilen peygamberler ve salihler, insanlığın en yüce mertebesine yükseldiler.

İlmî ve Akli Boyut

Modern bilim, insana verilen bu istidatların büyüklüğünü göstermektedir:

İnsan, atomu çözmekte, yıldızları incelemekte, DNA’nın sırlarını keşfetmektedir.

Ama bütün bu keşifler, insanı kâinatın ustası değil, okuyucusu yapmaktadır.

Yani insan, Allah’ın sanatını anlamakla görevli bir “mütâlâacı”dır.

Ahlâkî ve Mantıkî Boyut

İnsanın aczi, onu tevazuya davet eder.

İnsanın vazifesi, onu sorumluluğa çağırır.

İnsanın misafirliği, onu şükre yöneltir.

Mantıken, insan ya “hiçtir” ya da “her şeydir.” Eğer sadece biyolojik bir varlık olarak görülürse, toprak olup gidecek bir hiçtir. Ama vazife ve istidat penceresinden bakılırsa, Allah’ın halifesi olan bir “her şey”dir.

Sonuç

İnsanın mahiyetinde iki yön vardır:

Zatında hiçtir: aciz, fakir, fani…

Vazifesinde büyüktür: kâinatın seyircisi, lisanı, okuyucusu, nazırı ve ustabaşısı.

Bunun idrakiyle yaşayan insan, hakikî şerefini bulur ve Rabbine misafir olduğunu unutmaz.

Özet

İnsan, zatında hiç, vazifesinde yücedir.

Acz ve fakrıyla fani; ama akıl, kalp ve istidatlarıyla kâinatın okuyucusudur.

Dünyaya bir misafir olarak gönderilmiş, emaneti yüklenmiştir.

Kur’ân (Bakara 2/30, Mülk 67/2, İnsân 76/1-2) bu hakikati teyit eder.

Tarih, bu hakikati unutanların helakiyle, hatırlayanların yüceliğiyle doludur.

Hakikî insanlık, bu “hiçlik ve yücelik dengesini” fark etmekle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

Selçuklu ve Osmanlı: İki Büyük Devlet, Tek Büyük Dava

Selçuklu ve Osmanlı: İki Büyük Devlet, Tek Büyük Dava

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil, milletlerin kader kitabıdır. Bu kitapta Selçuklu ve Osmanlı, yalnız Türk-İslâm tarihinin değil, bütün insanlık tarihinin en parlak sayfalarını doldurmuştur. İki devlet de İslâm’ın sancaktarlığını yapmış, adaletle hükmetmiş, ilim ve irfanı yüceltmiş, fakat birbirinden farklı hizmet ve misyonlar üstlenmiştir.

  1. Selçuklu: Anadolu’nun Kapısını Açan Öncü

Selçuklu, özellikle Alparslan ve Melikşah dönemlerinde İslâm dünyasına bir koruyucu kalkan oldu.

Tarihi Rolü: Malazgirt Zaferi ile Anadolu’yu İslâm’a açtı.

Siyasi Misyonu: Haçlı seferlerine karşı İslâm dünyasını savundu.

Sosyal Hizmeti: Medrese sistemini kurarak ilmi ve irfanı geliştirdi.

Ahlaki Mirası: Adaleti önceledi, halka zulüm etmeyen bir yönetim anlayışı sergiledi.

Selçuklu, bir ağacın kökü gibiydi; kök sağlam olmasa, gövde ve dallar gelişemezdi.

  1. Osmanlı: Dünyaya Nizam Veren Devlet

Osmanlı, Selçuklu’nun mirasını devraldı ama misyonunu daha da büyüttü.

Tarihi Rolü: İstanbul’un fethiyle çağ açıp kapadı.

Siyasi Misyonu: 600 yıl boyunca üç kıtada barış ve düzen sağladı.

Sosyal Hizmeti: Millet sistemiyle farklı din ve kültürleri adaletle yönetti.

Ahlaki Mirası: Adalet, merhamet ve vakıf medeniyetiyle tarihe damga vurdu.

Osmanlı, kökün büyüyüp dallarını göğe uzatan bir ulu çınar gibiydi.

  1. Mukayese ve Hikmet

Selçuklu, fetihle kapı açtı; Osmanlı, o kapıdan girip dünyaya hükmetti.

Selçuklu, Anadolu’yu vatan yaptı; Osmanlı, cihanı kucakladı.

Selçuklu, İslâm dünyasını toparladı; Osmanlı, İslâm dünyasının lideri oldu.

Selçuklu, ilim ve medreselerle temeli attı; Osmanlı, o temelin üzerine sanat, kültür ve medeniyetin sarayını inşa etti.

Hikmet şudur ki: Selçuklu olmadan Osmanlı olmazdı. Osmanlı’nın ihtişamı, Selçuklu’nun ihlaslı ve fedakâr mücadelesinin meyvesidir.

  1. Sosyal ve Siyasi Dersler

Her iki devlet de adalet ile ayakta kaldı, o hal çözülünce çözülme hızlandı.

Her ikisi de ilim ile yükseldi, duraklayınca zayıfladı.

Her ikisi de birlik ile güçlü oldu, ayrılık ve fitne ile yıkıldı.

Tarih bize der ki: Devletin ve toplumun devamı, adalet, ilim, birlik ve ahlak üzerine kuruludur.

  1. Ahlaki ve İbretli Yön

Selçuklu’nun Alparslan’ı, Osmanlı’nın Fatih’i… Her ikisi de “Ben değil, biz” diyerek hareket etti. Her ikisi de şahsiyetini değil, ümmeti büyüttü.
Bugün bireyden topluma kadar herkes için ders şudur:

Kin değil, affetmek;

Bencillik değil, fedakârlık;

Çatışma değil, birlik;

Zulüm değil, adalet.

📌 Sonuç

Selçuklu ve Osmanlı, iki farklı devlettir ama tek bir büyük davanın hizmetkârıdır: İslâm’ın yüceltilmesi, adaletin tesis edilmesi ve insanlığa nizam verilmesi.

Selçuklu, Anadolu’nun kapısını açarak bir tohum ekti. Osmanlı, o tohumu ulu bir çınara dönüştürdü.
Bugünün nesilleri için en büyük ibret, bu iki devletin mirasını hatırlayarak ; adalet, ilim, birlik ve ahlak ile o mirası yaşatmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

İsrail Dünyadan Soyutlanıyor: Küresel Tepki, Direniş ve Yeni Dönem

İsrail Dünyadan Soyutlanıyor: Küresel Tepki, Direniş ve Yeni Dönem

Gazze’de aylardır süren işgal, abluka ve sistematik katliamlar, yalnızca bölgesel değil küresel dengeleri de kökten sarsıyor. İsrail’in sivil altyapıyı yok eden saldırıları, yüzbinlerce Filistinliyi açlıkla yüz yüze bırakması ve özellikle çocukların açlıktan ölümü, artık dünya vicdanını harekete geçirmiş durumda. Bu tablo, İsrail’i uluslararası toplumdan hızla soyutlayan bir sürece dönüştürüyor.

Kolombiya’dan Kömür Ambargosu: Zincirin İlk Halkaları

Kolombiya hükümeti, Cumhurbaşkanı Gustavo Petro’nun talimatıyla İsrail’e kömür ihracatını yasaklayan kararnameyi yürürlüğe koydu. Bu adım, yalnızca ekonomik bir yaptırım değil; aynı zamanda Latin Amerika’dan yükselen güçlü bir “ahlaki tavır” olarak da kayda geçti. Kolombiya’nın kararı, diğer ülkeler için de örnek teşkil edebilecek bir başlangıç olarak görülüyor.

ABD’nin İkili Rolü: Terörün Ortağı ve Yaygınlaştırıcısı

Washington yönetimi, İsrail’in Gazze’deki soykırımına koşulsuz destek veriyor. Ancak mesele yalnızca İsrail’i korumakla sınırlı değil; ABD, küresel ölçekte de terörü yaygınlaştıran bir pozisyona sürükleniyor. Venezuela’dan gelen sert tepkiler bunun açık göstergesi. Başkan Nicolas Maduro’nun çağrısıyla on binlerce gönüllü askeri kayıt yaptırırken, “ABD kıyılarımıza savaş gemisi yığarsa kabusunuz oluruz” mesajı, Amerika’nın müdahaleci politikalarının ne denli gerilim ürettiğini gözler önüne seriyor.

İşgalci Ordunun Bozgunu: Sansür ve Gerçekler

İsrail ordusunun “Gideon’un Savaş Arabaları 2” adını verdiği kapsamlı işgal operasyonu daha ilk saatlerinde ağır kayıplarla sonuçlandı. Zeytun Mahallesi’nde yaşanan çatışmalar, İsrail medyası tarafından “en ağır travma” olarak nitelendirildi. Hamas kaynakları ölü ve yaralı sayısının 50’yi aştığını bildirirken, İsrail tarafında sansür uygulanmaya devam ediyor. Bu durum, işgalci ordunun psikolojik üstünlüğünü kaybettiğini açıkça ortaya koyuyor.

Batı’nın Çifte Standardı: Filistin Devleti Korkusu

Bir yandan Avrupa’nın birçok ülkesi Filistin devletini tanıma yolunda adımlar atarken, ABD tam tersi bir politika izliyor. BM Genel Kurulu için New York’a gelecek Filistin heyetine vize verilmemesi, Washington’un “soykırım ortağı” konumunu daha da pekiştirdi. ABD ve İsrail’in bu panik hali, uluslararası sistemde ciddi bir kırılmanın habercisi.

Z Kuşağının Tepkisi: ABD’de Anlamlı Anket

ABD’de yapılan bir anket, 18-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 60’ının İsrail’e karşı Hamas’ı desteklediğini ortaya koydu. Bu sonuç, Amerikan toplumunda yeni neslin mevcut iktidar politikalarına duyduğu güvensizliği yansıtırken, aynı zamanda Batı’da İsrail’e karşı gelişen vicdani hareketin kök salmaya başladığını gösteriyor.

Türkiye’nin Rolü: İnsan Merkezli Siyaset

Türkiye, İsrail’in Gazze’deki zulmüne karşı en net tavrı ortaya koyan ülkelerin başında geliyor. Ticaretin tamamen durdurulması, Doğu Akdeniz’de İsrail projelerine askeri müdahaleler ve diplomatik baskılar, Ankara’nın stratejisinin somut adımları. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Siyasetimizin merkezinde insan vardır” ifadesi, Türkiye’nin tavrının yalnızca siyasi değil, ahlaki bir ilkeye dayandığını teyit ediyor. Ayrıca BM’de tüm ülkelere çağrı yapılarak İsrail’in uluslararası toplumdan tamamen izole edilmesi hedefleniyor.

Gazze’de İnsanlık Dramı: Açlık ve Ölüm

Birleşmiş Milletler raporlarına göre Gazze’de kıtlık “felaket seviyesi”ne ulaştı. Yüzlerce çocuk açlıktan hayatını kaybetti, binlerce aile yiyecek ve temiz suya erişemiyor. İsrail’in sadece sivilleri değil, onların sığındığı çadırları ve yardım noktalarını da hedef alması, bu krizi “insanlığa karşı suç” boyutuna taşıyor.

Küresel Umut: Sumud Filosu

Bu karanlık tabloya rağmen umut ışıkları da var. Türkiye’nin de katıldığı “Küresel Sumud Filosu” yola çıktı. 44 ülkeden binlerce aktivistin Gazze’ye yardımlarını ulaştırma çabası, insanlığın sessiz kalmadığını ve dayanışmanın halen güçlü olduğunu gösteriyor.

Sonuç: Soyutlanan İsrail, Direnen Filistin

İsrail’in sistematik saldırıları, artık sadece Filistinlileri değil, küresel düzeni de tehdit eden bir boyuta ulaştı. Ancak dünya kamuoyu, devletler, aktivistler ve özellikle genç nesil bu gidişata itiraz ediyor. Bugün İsrail yalnızlaşıyor, ABD’nin ikiyüzlü politikaları sorgulanıyor, Türkiye gibi ülkeler ise insan odaklı bir duruşla ön plana çıkıyor.

Gazze’de hayatını kaybeden her masumun ardından yükselen bu itiraz, yeni bir küresel adalet bilincinin doğuşunu müjdeliyor. İsrail’i bekleyen asıl sonuç, askeri zafer değil; uluslararası izolasyon ve tarihin vicdanında mahkûmiyettir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

Abbâsîlerden Osmanlı’ya: Bir Medeniyetin Yolculuğu

Abbâsîlerden Osmanlı’ya: Bir Medeniyetin Yolculuğu

Tarih, milletlerin kaderini, devletlerin yükselişini ve çöküşünü anlatan bir hikâye kitabıdır. Bu kitapta Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlı, yalnızca birer devlet değil; İslâm’ın dünyaya taşıdığı adalet, ilim ve medeniyetin taşıyıcılarıdır. Her biri bir zincirin halkası gibi birbirine bağlanmış, biri kapanırken diğeri doğmuş, biri zayıflarken diğeri güçlenmiştir.

  1. Abbâsîler: İlmin ve Medeniyetin Altın Çağı

Doğuş: Emevîlerin ardından 750’de kurulan Abbâsîler, İslâm dünyasında adalet ve ilim arayışının yeni bir temsilcisi oldular.

Gelişme: Bağdat, “Dârü’l-hikme”nin kurulduğu, filozofların, matematikçilerin, müfessirlerin yetiştiği bir merkez oldu. Abbâsîler, İslâm medeniyetinin altın çağını temsil etti.

Badireler: İç karışıklıklar, mezhep çatışmaları ve Türk komutanlara bağımlılık, devleti zayıflattı. 1258’de Moğol istilasıyla Abbâsî hilafeti Bağdat’ta sona erdi.

Sonuç: Abbâsîler yıkıldı ama ilim ve hilafet ruhu başka milletlere geçti. İslâm medeniyetinin tohumu, yeni topraklarda filizlenecek zemin buldu.

  1. Selçuklular: Anadolu’nun Kapısını Açan Öncü

Doğuş: Oğuzların Kınık boyundan gelen Selçuklular, 1040 Dandanakan Zaferi ile tarih sahnesine çıktılar.

Gelişme: Alparslan’ın 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapıları İslâm’a açıldı. Medrese sistemi (Nizamiye Medreseleri) ile ilim ve irfan yeniden ayağa kaldırıldı.

Badireler: Taht kavgaları, Haçlı seferleri ve Moğol istilaları Selçukluları yıprattı. Parçalanan Selçuklu mirası, Anadolu beylikleri arasında bölündü.

Sonuç: Selçuklu yıkıldı ama Anadolu’yu İslâm yurdu haline getirdi. Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırladı.

  1. Osmanlı: Bir Cihan Devleti

Doğuş: 1299’da küçük bir uç beyliği olarak doğan Osmanlı, kısa sürede Bizans karşısında güçlendi.

Gelişme: Bursa, Edirne ve İstanbul’un fethiyle devlet kökleşti. Fatih’le cihan devleti oldu, Kanuni ile ihtişama ulaştı. Üç kıtaya adalet ve düzen götürdü.

Badireler: Haçlı ittifakları, Celali isyanları, iç karışıklıklar ve Batı’nın yükselen bilim ve teknolojisi karşısında gerileme başladı.

Kapanış: 19. yüzyılın büyük yıkımları, Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı Osmanlı’yı sona erdirdi. 1922’de saltanat kaldırıldı.

Sonuç: Osmanlı, yalnızca bir devlet değil; üç kıtada İslâm’ın izini, camilerini, medreselerini, adalet sistemini bıraktı.

  1. Hikmetli Mukayese

Abbâsîler ilim ve kültürü yeşertti,

Selçuklular Anadolu’yu İslâm yurdu yaptı,

Osmanlı bu mirası alıp dünyaya nizam verdi.

Her biri ayrı bir misyon taşıdı, ama hepsi tek bir davanın hizmetkârı oldu: İslâm’ın yüceltilmesi ve adaletin hâkim kılınması.

  1. İbretli ve Sosyal Dersler

Adalet varsa devlet yaşar, zulüm varsa çürür.

İlim varsa yükselir, cehalet varsa geriler.

Birlik varsa güçlenir, fitne varsa çözülür.

Ahlak varsa iz bırakır, yozlaşma varsa kaybolur.

Tarih bize öğretir ki: Devletler fanidir, ama hakikat ve adalet bakidir.

📌 Sonuç

Abbâsîlerden Selçuklulara, Selçuklulardan Osmanlı’ya akan bu medeniyet ırmağı, aslında tek bir kaynaktan beslenmiştir: Kur’an’ın nuru ve İslâm’ın adaleti.
Bugün bizlere düşen, bu üç devletten yalnızca bir tarih hatırası çıkarmak değil; onların ibretlerini alıp, adalet, ilim, birlik ve ahlakla yeni bir medeniyet inşa etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

Dünyadan Vakitlice Vazgeçmek: İzzetin ve Yüksekliğin Sırrı

Dünyadan Vakitlice Vazgeçmek: İzzetin ve Yüksekliğin Sırrı

> Yarın seni zillet ve rezaletlere maruz bırakmakla terkedecek olan dünyanın sefahetini bugün kemal-i izzet ve şerefle terkedersen pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü o seni terketmeden evvel sen onu terkedersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun.
>
İnsanlık tarihi, dünyanın gelip geçici sefahatine aldananların hazin sonlarıyla dolu. Güç, zenginlik, şöhret gibi geçici heveslerin peşinden koşanlar, bir zaman sonra bu değerlerin onlara sırtını döndüğüne şahit oldular. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethettiği anki azameti ya da Kanuni Sultan Süleyman’ın dünyaya hükmettiği yıllardaki kudreti, bugünün tozu dumanı içinde birer hatıradan ibaret. Tarih bize, dünya nimetlerinin birer emanet olduğunu ve asıl olanın bu emanetlere nasıl davrandığımızı gösteriyor.
Bediüzzaman Said Nursi bu metninde, dünyanın bizi terk etmesini beklemeden, onu kendi irademizle ve şerefle terk etmenin önemine işaret ediyor. Bu terk ediş, bir kenara çekilip dünyadan el etek çekmek değil, dünyaya bağımlı kalmadan, onun esiri olmadan yaşamak demektir. Dünya malının, makamının ve zevklerinin geçici olduğunu idrak eden bir insan, bunların kaybıyla yaşayacağı zillet ve rezaletten korunur. Böyle bir kişi, tıpkı bir geminin yüklerinden kurtulup denizde hafiflemesi gibi, dünyanın yüklerinden kurtulur ve manevi bir yükselişe geçer. Dünya ona hizmet eder, ama o dünyaya hizmet etmez. Bu bilgelik, bize dünyalıkları elde etmekten çok, onlara olan bağımlılığımızdan kurtulmanın asıl erdem olduğunu fısıldar.

Sözün Hikmeti: Her Doğru Söylenir mi?

> Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazen zarar verse sükût etmek.. yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû’-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarfolur.
>
Bu metin, sözün gücünü ve sorumluluğunu derin bir şekilde ele alıyor. Doğruluk, elbette ki ahlaki bir ilkenin temelidir, ancak her doğru sözün her durumda söylenmesi gerekmediği ince bir bilgeliktir. Tıpkı bir cerrahın neşterini sadece doğru yerlere kullanması gibi, hikmet sahibi bir insan da sözünü sadece fayda sağlayacağı yerlerde kullanır. Tarih, bu konuda pek çok örnekle doludur. Bir komutanın savaş öncesi askerlerinin moralini bozacak doğru ama yıkıcı bir bilgiyi saklaması, bir yöneticinin toplumsal huzuru tehdit edebilecek hassas bir gerçeği doğru zamanda ve doğru şekilde açıklaması, bu hikmetin bir yansımasıdır.
Bediüzzaman, bu metinde sözün niyetine ve sonucuna dikkat çekiyor. Söylenen söz, ne kadar doğru olursa olsun, eğer iyi niyetle söylenmiyorsa veya kötü sonuçlara yol açıyorsa, faydadan çok zarar verebilir. Hakikat, yanlış bir ağızdan veya yanlış bir zamanda çıktığında, amacından saparak haksızlığa hizmet edebilir. Bu nedenle, sözün en önemli erdemi, doğru olmasının yanı sıra, hayra hizmet etmesi ve saf bir niyetle söylenmesidir. Susmak, bazen konuşmaktan daha büyük bir erdemdir. Bu sessizlik, bir korkaklık değil, sözün ağırlığını ve sorumluluğunu bilen bir bilgenin tavrıdır.

Secdenin Anlamı: İbadet mi, Dalalet mi?

> Baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için olursa dalâlettir.
>
Bu cümle, ibadetin özünü ve manevi hayattaki yerini çok net bir şekilde ortaya koyar. Secde, bir insanın en büyük boyun eğişini, en derin saygısını ve tevazuunu simgeler. Ancak bu eylemin kıymeti, kime yapıldığına bağlıdır. İnsanlık tarihi, kralların, putların veya ideolojilerin önünde eğilenlerin hikayeleriyle doludur. Bu eğilişler, bedenen bir secdeyi andırsa da, ruhsal bir boşluğu ve dalaleti ifade eder. Mısır firavunlarının kölelerine kendilerine secde etmelerini emretmesi veya modern zamanlarda bir liderin önünde körü körüne eğilen kitleler, bu dalaletin farklı tezahürleridir.
Gerçek bir secde, yalnızca ve yalnızca Allah’ın önünde yapılır. Bu secde, bireyi alçaltmaz, aksine yüceltir. Çünkü insan, sonsuz kudret ve hikmet sahibi olanın önünde eğilerek, kendi acizliğini idrak eder ve manevi olarak yükselir. Bu, insanın onurunu ve şerefini korumasının en temel yoludur. Başkalarının önünde eğilen bir kişi, ne kadar yüksek makamlara gelse de, ruhsal bir düşüş içindedir. Bu nedenle secde, sadece bir bedeni hareket değil, aynı zamanda manevi bir duruşun, bir inancın ve tevhidin en net ifadesidir.

Var Olmanın Kaynağı: Allah İçin Olmak

> Evet madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın dünyasında yoktur.
> Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânîlikle doludur.
> İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der:
> “Kimin için Allah var, ona her şey var.
> Ve kimin için O yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.”
>
Bu metin, varoluşun en temel felsefesine ışık tutuyor ve inancın bir insan için ne kadar hayati olduğunu anlatıyor. Allah’a iman eden bir kişi için yokluk, ölüm veya hiçlik gibi kavramlar, mutlak bir sonu ifade etmez. Çünkü her şey, sonsuz ve ezeli olan Allah’ın ilmi ve kudreti altındadır. Bu inanç, insana hayatın zorlukları karşısında sarsılmaz bir dayanak noktası sunar. Bir ölüm bile, bir yok oluş değil, ebedi bir hayata açılan bir kapı olarak görülür. Bu bakış açısı, insana korkularından arınmış, anlam dolu bir yaşam sunar.
Öte yandan, Allah’a inanmayanlar için dünya, adem, firak ve hiçlik duygularıyla doludur. Onlar için her şey fanidir ve her bitiş, mutlak bir yok oluş demektir. Bu durum, insanı derin bir boşluğa ve anlamsızlık hissine sürükler.
Bu nedenle metinde belirtilen “Kimin için Allah var, ona her şey var. Ve kimin için O yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir” sözü, bir inanç meselesinden öte, bir varoluş düşüncesidir. İnanan bir insan için her anın bir anlamı, her kaybın bir hikmeti vardır. İnançsız bir insan için ise, en büyük zenginlikler ve başarılar bile nihayetinde anlamsız bir hiçliğe dönüşür.

Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden seçilen dört farklı metni merkeze alarak, manevi ve ahlaki yaşamın temel ilkelerini ele almıştır. İlk metin, dünyanın geçici zevklerine karşı bilinçli bir duruş sergilemenin ve dünyayı bizi terk etmeden önce ondan vazgeçmenin, insanı zilletten kurtarıp yücelteceğini anlatır.
İkinci metin, sözün doğru olmasının yanı sıra, hikmetli ve faydalı olması gerektiğini, her doğruyu söylemenin her zaman doğru olmadığını ifade eder. Üçüncü metin, secdenin sadece Allah’a yapılması gerektiğini, aksi takdirde dalalete düşüleceğini anlatarak ibadetin özünü tanımlar. Son olarak, dördüncü metin, varoluşun anlamının Allah’a iman etmekten geçtiğini, inanan bir kişi için her şeyin anlam kazandığını, inanmayan için ise her şeyin anlamsız bir hiçliğe dönüştüğünü güçlü bir dille ortaya koyar. Makalenin genelinde, dünyanın geçiciliği, sözün önemi, ibadetin özü ve inancın varoluşa kattığı anlam gibi konular işlenmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 1st, 2025

Hayatın Sınavı: Musibetlerin Hikmeti

Hayatın Sınavı: Musibetlerin Hikmeti

> Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
>
Hayatın anlamını sadece rahatlık ve konfor üzerine kurmak, insana dair en büyük yanılgılardan biridir. Tarih boyunca büyük şahsiyetler, filozoflar ve peygamberler, musibetlerin ve zorlukların aslında birer terbiye aracı olduğunu bizlere bildirmişlerdir. Tıpkı bir demirin ateşte dövülerek çelikleşmesi gibi, insan da musibetlerle olgunlaşır, saflaşır ve güçlenir. Peygamberlerin yaşadığı zorluklar, evliyaların sabrı, bilim insanlarının başarısızlıklarla dolu deneyleri, bu hakikatin en çarpıcı örnekleridir.
Bediüzzaman Said Nursi, bu metinde “yeknesak istirahat döşeğindeki hayatın” aslında bir boşluk olduğunu, hatta “şerr-i mahz olan ademe” (mutlak şer olan yokluğa) yaklaştığını söyler. Çünkü kesintisiz bir rahatlık, insanın ruhsal ve ahlaki gelişimini engeller. İradeyi zayıflatır, şükür duygusunu köreltir ve nihayetinde insanı amaçsız bir yaşama sürükler. Oysa bir dervişin çilesi, bir sanatçının sancısı, bir hastanın sabrı, hayatın asıl gayesi olan kemale ermeye hizmet eder. Musibetler, birer ceza değil, birer lütuf olarak görüldüğünde, hayatın her anı derin bir anlam kazanır.

Dünya Bir Misafirhanedir
> Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?
> Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”
>
Bu metin, insanoğlunun en temel varoluş sorularını sormakla başlar. İnsana kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini hatırlatır. Bu üç soru, hayatın amacına dair yol haritasını çizer. Bediüzzaman, bu soruların cevabını “dünyanın bir misafirhane olduğu” gerçeğiyle verir. Tıpkı bir hanın kapısından girip, geceyi geçirdikten sonra yola devam eden bir yolcu gibi, insan da bu dünyada kısa bir süre kalacak olan bir misafirdir.
Bu metafor, insanın dünyaya olan bağlılığını gevşetmek için çok güçlü bir araçtır. Bir misafir, kaldığı hanı kalıcı bir mesken gibi görmez, oradaki eşyalara tapmaz. Onun asıl derdi, yolculuğunun devamı için gerekli olan azığı ve hazırlığı yapmaktır. İnsan da bu fani dünyada, asıl yurdu olan ahiret için azık toplamalıdır. Bu azık, salih amellerden, ilimden, ahlaktan ve kulluk vazifesinden ibarettir. Bu bilinçle yaşayan bir insan, dünyanın çekiciliğine kapılmaz, makam ve şöhret gibi geçici değerlerin peşinden koşmaz. Onun amacı, bu misafirhaneden, görevini başarıyla tamamlamış bir misafir olarak ayrılmaktır.

Nimetlere Tasarruf: Sahibinin Hukukuna Riayet

> Bütün sana verilen nimetler bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal’in kavanin-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.
>
Bu metin, dünyanın bir misafirhane olduğu fikrini derinleştirerek, burada bize verilen nimetlerin kaynağına ve kullanım amacına dikkat çeker. Gözümüz, kulağımız, aklımız, sağlığımız, malımız ve tüm çevremizdeki güzellikler bize ait değildir; hepsi “Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal”in yani cömert ve yüce misafirperver olan Allah’ın lütfudur. Bu nimetler birer emanettir ve bu emanetlere, sahibinin koyduğu kurallar çerçevesinde tasarruf etmek gerekir.
Tarih, bu ilkeye uymayanların hikayeleriyle doludur. Nimetleri israf eden, başkalarının hakkını göz ardı eden, gücü zulüm aracı olarak kullanan medeniyetler ve liderler, nihayetinde yıkıma uğramışlardır. Roma İmparatorluğu’nun lüks ve sefahat içinde çöküşü, Karun’un hazinelerinin onu kurtaramaması, bu ilahi kuralın evrensel bir geçerliliği olduğunu gösterir. Nimetleri Allah’ın şeriatı (kuralları) dairesinde kullanmak, sadece bir dini vecibe değil, aynı zamanda toplumsal düzenin ve bireysel huzurun da garantisidir. Bu bilinç, insanı nankörlükten kurtarır ve şükreden bir kul haline getirir.

Zahiri Nimet, Batıni Nikmet
> Ne biliyorsun ki, nikmet gördüğün şeyler, nimetin tâ kendisi olmasın.
>
Bu cümle, hayatın görünen ve görünmeyen yönleri arasındaki derin ilişkiyi ortaya koyan bir hikmet pınarıdır. İnsan, genellikle başına gelen olumsuz olayları, yani “nikmetleri” (bela, zorluk, sıkıntı) şanssızlık veya musibet olarak algılar. Oysa tarihi ve bireysel tecrübeler, sıkıntıların çoğu zaman büyük birer lütfa dönüştüğünü gösterir. Hz. Yusuf’un kuyuya atılması, bir nikmet gibi görünürken, Mısır’a sultan olmasına vesile olmuştur. Bir hastalığın getirdiği ıstırap, bazen insanı daha derin bir manevi uyanışa sevk eder veya bir felaket, insanı daha güçlü ve dayanıklı bir karaktere dönüştürür.
Bu bakış açısı, insana hayata karşı pozitif bir duruş kazandırır. Hayattaki hiçbir olayın tesadüfî olmadığına, her zorluğun içinde bir hikmet gizlendiğine inanmak, ümidi diri tutar. Bu, acıyı inkâr etmek değil, onu anlamlandırmak ve ondan ders çıkarmaktır. İnsanın yaşadığı her zorluk, bir potansiyel ders ve gelişim fırsatıdır. Bu hikmet, hayata sadece siyah-beyaz bir perspektiften bakmaktan kurtarır ve her olayın arkasındaki ilahi planın derinliğini fark etmemizi sağlar.

Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden seçilen dört farklı metin üzerinden hayat, musibet, dünya ve nimetler kavramlarını ele almıştır.
İlk metin, musibetlerin ve zorlukların aslında hayatı olgunlaştıran ve kemale erdiren unsurlar olduğunu, kesintisiz bir rahatlığın ise manevi bir boşluğa yol açtığını anlatır.
İkinci metin, dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu ve insanın bu kısa ömrü ebedi hayat için gerekli hazırlıkları yapmakla geçirmesi gerektiğini ifade eder. Üçüncü metin, insana verilen tüm nimetlerin aslında bir emanet olduğunu ve bu emanetlere, onların asıl sahibi olan Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde tasarruf edilmesi gerektiğini açıklar.
Son olarak, dördüncü metin, hayattaki zorlukların ve sıkıntıların (nikmetlerin) aslında birer nimet olabileceğini, her olumsuzluğun arkasında bir hikmetin gizlendiğini ve bu bilinçle hayata bakmanın önemini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025

Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Tarih, kimi zaman bir şahsiyetin iradesinde, azminde ve imanında yeni bir istikamet kazanır. İşte Fatih Sultan Mehmed, yalnız Osmanlı’nın değil, bütün insanlığın tarihini değiştiren o nadir şahsiyetlerden biridir. O, yalnız bir hükümdar değil; bir medeniyetin bayraktarı, bir çağın kapatıcısı ve yeni bir çağın açılımcısıdır.

  1. Fatih ve İstanbul’un Fethi

1453’te gerçekleşen İstanbul’un Fethi, yalnız Osmanlı için değil, dünya için dönüm noktasıdır.

Bizans’ın “aşılmaz” denen surlarını imanla ve akılla yıkan bir iradenin zaferidir.

Orta Çağ kapanmış, Yeni Çağ başlamıştır.

Roma’nın mirası sona ermiş, İslâm’ın adalet bayrağı Konstantiniyye’ye dikilmiştir.

Fatih’in şu sözü, zaferin ruhunu gösterir:

> “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!”

Bu azim, onun iman ve kararlılığının sembolüdür.

  1. İslam’ın Bizans ve Dünyaya Yayılışındaki Önemi

İstanbul’un fethi ile:

İslâm, Bizans’ın kalbine girmiştir.

Ezanlar Ayasofya’da yankılanmış, “Darü’l-harb” olan şehir, “Darü’l-İslâm” olmuştur.

İslâm dünyasının morali yükselmiş, Haçlı zihniyetine karşı büyük bir üstünlük sağlanmıştır.

Avrupa’ya açılan kapı Osmanlı’ya geçmiş, İslâm’ın mesajı Balkanlardan Avrupa içlerine yayılmıştır.

Bu fethin ardından İslâm yalnız doğuda değil, batıda da adalet ve ilim medeniyetiyle tanınmıştır.

  1. Fatih’in Osmanlı Tarihindeki Yeri

Fatih, Osmanlı’yı bir beylik devleti kimliğinden çıkarıp cihan devleti haline getirdi.

İstanbul’u başkent yaparak siyasî ve stratejik merkez oluşturdu.

Kanunnâmelerle hukuku düzenledi, Osmanlı’ya sistem kazandırdı.

İlim ve sanatın hamisi oldu; medreseler, kütüphaneler ve ilim ocakları açtı.

Yaptığı denizcilik hamleleriyle Osmanlı’yı bir deniz gücü haline getirdi.

Onun için Osmanlı tarihindeki yer, yalnızca bir hükümdar değil, Osmanlı’nın ikinci kurucusu olmaktır.

  1. Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Yönleri

Sosyal: Farklı millet ve dinlere adaletle muamele etti. İstanbul’da Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerine özgürlük tanıdı.

Siyasi: Devletini merkezileştirdi, Avrupa dengelerini değiştirdi.

Ahlaki: Tevazu sahibiydi; fetih sonrası şehre secdeyle girdi, “Zafer Allah’ın lütfudur” dedi.

İbretli: Onun hayatı bize gösterir ki, imanla birleşen azim, dünya tarihini değiştirebilir.

  1. Hikmetli Mesajlar ve İbretler

İstanbul’un fethi bize gösterir ki: İmanla birleşen akıl, yenilmez surları yıkar.

Fatih’in şahsiyeti bize öğretir: Bir lider, yalnız askerî değil; ilmî, ahlaki ve siyasi yönden de güçlü olmalıdır.

Onun mirası hatırlatır: Zulümle değil, adaletle hükmeden bir devlet ayakta kalır.

📌 Sonuç

Fatih Sultan Mehmed;

Osmanlı’yı zirveye taşıyan,

İslâm’ın sancaktarlığını dünyaya ilan eden,

İstanbul’un fethiyle çağ açıp çağ kapatan,

İlim, ahlak ve adaletin birleştiği bir hükümdardır.

Bugün onun mirasından alınacak ders şudur:
Bir millet, imanla birleştiğinde, ilimle donandığında ve adaletle yürüdüğünde, önünde hiçbir engel duramaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025

Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Tarih, kimi zaman bir şahsiyetin iradesinde, azminde ve imanında yeni bir istikamet kazanır. İşte Fatih Sultan Mehmed, yalnız Osmanlı’nın değil, bütün insanlığın tarihini değiştiren o nadir şahsiyetlerden biridir. O, yalnız bir hükümdar değil; bir medeniyetin bayraktarı, bir çağın kapatıcısı ve yeni bir çağın açılımcısıdır.

  1. Fatih ve İstanbul’un Fethi

1453’te gerçekleşen İstanbul’un Fethi, yalnız Osmanlı için değil, dünya için dönüm noktasıdır.

Bizans’ın “aşılmaz” denen surlarını imanla ve akılla yıkan bir iradenin zaferidir.

Orta Çağ kapanmış, Yeni Çağ başlamıştır.

Roma’nın mirası sona ermiş, İslâm’ın adalet bayrağı Konstantiniyye’ye dikilmiştir.

Fatih’in şu sözü, zaferin ruhunu gösterir:

> “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!”

Bu azim, onun iman ve kararlılığının sembolüdür.

  1. İslam’ın Bizans ve Dünyaya Yayılışındaki Önemi

İstanbul’un fethi ile:

İslâm, Bizans’ın kalbine girmiştir.

Ezanlar Ayasofya’da yankılanmış, “Darü’l-harb” olan şehir, “Darü’l-İslâm” olmuştur.

İslâm dünyasının morali yükselmiş, Haçlı zihniyetine karşı büyük bir üstünlük sağlanmıştır.

Avrupa’ya açılan kapı Osmanlı’ya geçmiş, İslâm’ın mesajı Balkanlardan Avrupa içlerine yayılmıştır.

Bu fethin ardından İslâm yalnız doğuda değil, batıda da adalet ve ilim medeniyetiyle tanınmıştır.

  1. Fatih’in Osmanlı Tarihindeki Yeri

Fatih, Osmanlı’yı bir beylik devleti kimliğinden çıkarıp cihan devleti haline getirdi.

İstanbul’u başkent yaparak siyasî ve stratejik merkez oluşturdu.

Kanunnâmelerle hukuku düzenledi, Osmanlı’ya sistem kazandırdı.

İlim ve sanatın hamisi oldu; medreseler, kütüphaneler ve ilim ocakları açtı.

Yaptığı denizcilik hamleleriyle Osmanlı’yı bir deniz gücü haline getirdi.

Onun için Osmanlı tarihindeki yer, yalnızca bir hükümdar değil, Osmanlı’nın ikinci kurucusu olmaktır.

  1. Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Yönleri

Sosyal: Farklı millet ve dinlere adaletle muamele etti. İstanbul’da Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerine özgürlük tanıdı.

Siyasi: Devletini merkezileştirdi, Avrupa dengelerini değiştirdi.

Ahlaki: Tevazu sahibiydi; fetih sonrası şehre secdeyle girdi, “Zafer Allah’ın lütfudur” dedi.

İbretli: Onun hayatı bize gösterir ki, imanla birleşen azim, dünya tarihini değiştirebilir.

  1. Hikmetli Mesajlar ve İbretler

İstanbul’un fethi bize gösterir ki: İmanla birleşen akıl, yenilmez surları yıkar.

Fatih’in şahsiyeti bize öğretir: Bir lider, yalnız askerî değil; ilmî, ahlaki ve siyasi yönden de güçlü olmalıdır.

Onun mirası hatırlatır: Zulümle değil, adaletle hükmeden bir devlet ayakta kalır.

📌 Sonuç

Fatih Sultan Mehmed;

Osmanlı’yı zirveye taşıyan,

İslâm’ın sancaktarlığını dünyaya ilan eden,

İstanbul’un fethiyle çağ açıp çağ kapatan,

İlim, ahlak ve adaletin birleştiği bir hükümdardır.

Bugün onun mirasından alınacak ders şudur:
Bir millet, imanla birleştiğinde, ilimle donandığında ve adaletle yürüdüğünde, önünde hiçbir engel duramaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025

Alparslan: Anadolu’nun Kapılarını Açan Sultan ve Osmanlı’ya Giden Yolun Mimarı

Alparslan: Anadolu’nun Kapılarını Açan Sultan ve Osmanlı’ya Giden Yolun Mimarı

Tarih sahnesinde bazı isimler vardır ki, yalnız kendi çağlarını değil, asırlar sonrasını da şekillendirir. Sultan Alparslan bu büyük şahsiyetlerden biridir. O, yalnız bir kumandan değil; İslâm dünyasının kaderini değiştiren, Anadolu’yu bir İslâm yurdu hâline getiren, Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırlayan bir rehberdir.

  1. Alparslan ve Malazgirt Zaferi

1071’deki Malazgirt Meydan Muharebesi, yalnız bir savaş değil, bir medeniyetin yön değiştirmesidir. Bizans’ın kudretli ordusuna karşı, imanla dolu Selçuklu askerlerinin kazandığı bu zafer, Anadolu’nun kapılarını Türklere ve İslâm’a ardına kadar açtı.

Alparslan’ın zafer öncesi askerlerine yaptığı şu dua hâlâ tarih kitaplarında yankılanır:

> “Ben, bugün burada şehit olursam, oğlum yerine geçsin. Sağ kalırsam yine ben sizin başınızda olurum. Hangimiz şehit olursak olsun, şunu bilin ki biz Allah yolundayız.”

Bu söz, zaferin yalnızca askerî bir deha değil, iman ve teslimiyetin zaferi olduğunu gösterir.

  1. İslam’ın Anadolu’ya Yayılışındaki Önemi

Malazgirt’ten sonra Anadolu, yalnızca bir coğrafya değil, İslâm’ın yeni yurdu oldu. Türkler, bu topraklara sadece kılıçla değil, gönül erleriyle, dervişlerle, âlimlerle girdiler. Ahmet Yesevî’nin talebeleri, gönüllere İslâm’ın nuru ile dokundu.
Alparslan’ın açtığı bu kapıdan içeri girenler, Anadolu’yu “Darü’l-İslâm” hâline getirdiler. Böylece bugün ezanların göğe yükseldiği, camilerin şehirleri süslediği bir coğrafya miras kaldı.

  1. Osmanlı Tarihinde Alparslan’ın Yeri

Osmanlı, Selçuklu’nun mirasını devralarak doğdu. Eğer Alparslan, Anadolu’yu İslâm’a açmamış olsaydı, Osmanlı’nın yükseliş sahnesi hiç kurulamayacaktı.
Osman Gazi ve arkadaşları, Anadolu’daki İslâm kimliği üzerine bir devlet bina ettiler. Yani Osmanlı’nın ruhu, Alparslan’ın açtığı yoldan beslendi. Bu açıdan Alparslan, Osmanlı’nın kurucu atalarından biridir.

  1. Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Yönleri

Sosyal: Alparslan, fethettiği yerlere zulüm değil adalet götürdü. Bu yüzden Anadolu halkı kısa sürede Türk-İslâm devletine gönülden bağlandı.

Siyasi: O, yalnız bir hükümdar değil, İslâm dünyasının lideriydi. Zaferiyle İslâm dünyasında özgüveni artırdı.

Ahlaki: Alparslan tevazusu ile de örnekti. Zafer günü ihtişamla değil, secde ile Allah’a yönelmişti.

İbretli: Onun hayatı, bize “iman ve adaletle hareket eden bir milletin önünde hiçbir engel duramaz” dersini verir.

  1. Bugüne Düşen Mesaj

Alparslan’ın açtığı yol, yalnız tarihe ait bir hatıra değildir. Bugün de kin, düşmanlık ve parçalanmışlık yerine; birlik, iman, ahlak ve adaletle hareket eden milletler, dünya tarihini değiştirebilir.
Anadolu’nun İslâm yurdu oluşu, bir lütuf olduğu kadar büyük bir emanettir. Bu emaneti korumak, Alparslan’ın bize bıraktığı en büyük vasiyettir.

📌 Sonuç

Alparslan, yalnız bir sultan değil;

Tarihin yönünü değiştiren bir kumandan,

Anadolu’yu İslâm’a açan bir öncü,

Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırlayan bir ata,

Bugüne iman, adalet ve birlik dersi veren bir rehberdir.

Onun hatırası, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; bugünü inşa etmek, yarını kurmak için de yol gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025

Asrın Ateşi: Ahir Zaman Fitnesi ve Cazibesi

Asrın Ateşi: Ahir Zaman Fitnesi ve Cazibesi

> Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle Hayat-ı Bâkiyeye tercih ettiriyor…
>
Tarih boyunca insanoğlu, farklı şekillerde imtihan edilmiştir. Günümüzde ise modern dünyanın getirdiği fitneler, bu imtihanı daha karmaşık ve cazip hale getirmiştir. Bediüzzaman Said Nursi, bu metninde, ahir zaman fitnesinin en tehlikeli yönlerinden birinin, ahlaki sınırların kalktığı ve kadınların cazibesinin pervasızca sergilendiği bir atmosferden çıktığına dikkat çekiyor. Bu durum, insan iradesini (ihtiyarı) alıp götürerek, kelebeği (pervaneyi) ateşe çeken o karşı konulamaz cazibe gibi, insanı geçici zevklerin ateşine atıyor.
Bu fitnenin en büyük zararı, insanın gelecekten vazgeçip anı yaşamasına sebep olmasıdır. Bir anlık dünya zevki (bir dakika hayat-ı dünyeviye), sonsuz ve baki olan ahiret hayatına (senelerle Hayat-ı Bâkiye) tercih ediliyor. Bu, sadece bir ahlaki yozlaşma değil, aynı zamanda zaman ve değerler anlayışında da ciddi bir sapmadır. Tarihi örnekler de bu durumu teyit eder. Lüks ve ahlaki çöküş içindeki topluluklar, genellikle manevi olarak güçlerini kaybetmiş ve dağılmıştır. Bu metin, modern dünyanın sunduğu her cazibenin ardında, insana ait en değerli şeyin, yani ebedi hayat arzusunun ve iradesinin çalınabileceği uyarısını yapıyor.

Kuran’ın Kapsamlı Fonksiyonu

> Kur’an, hakikat ve şeriat, hikmet ve marifet kitabı olduğu gibi; zikir, dua ve davetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, davette te’kid lâzımdır.
>
Kuran-ı Kerim’in sadece bir ibadet kitabı olmadığı, aynı zamanda hayatın tüm alanlarını kuşatan bir rehber olduğu bu metinde açıkça belirtiliyor. Kur’an, evrenin ve varoluşun hakikatlerini açıklayan bir “hakikat” kitabı; yaşamın kurallarını koyan bir “şeriat” kitabı; ilahi bilgeliği öğreten bir “hikmet” kitabı ve Allah’ı tanımayı sağlayan bir “marifet” kitabıdır. Bu dört boyut, Kur’an’ın bir yönünü değil, bütünlüğünü ifade eder.
Ancak metin, Kuran’ın bu temel faaliyetlerinin yanı sıra, onun zikir, dua ve davet kitabı olma özelliğine de işaret ediyor. Bu üç faaliyet, inancın pratik hayata yansımasını sağlar. Bediüzzaman, bu üç eylemde tekrara ve işarete (te’kid ve tezkâr) ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Dua ederken ısrarcı olmak (tekrâr), Allah’ı anarken kalbe yerleşmesi için sık sık zikretmek (tezkâr) ve insanları hakikate davet ederken işaretli ve kararlı bir duruş sergilemek (te’kid), imanın canlı kalması ve yayılması için hayati önem taşır. Bu, Kuran’ın sadece bir okunma aracı değil, aynı zamanda bir yaşam kılavuzu ve aksiyon rehberi olduğunu gösterir.

Büyük Yangın Karşısında Küçük Meseleler

> Bana “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müdhiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!
>
Bu metin, öncelikleri belirlemenin ve asıl meseleye odaklanmanın önemini çarpıcı bir metaforla anlatıyor. Bediüzzaman Said Nursi, kendisine yöneltilen eleştirilere (sataşmalara) karşı, içinde bulunduğu durumu “müdhiş bir yangın” olarak nitelendiriyor. Bu yangın, sadece bir bina yangını değil, imanın ve maneviyatın tehlikede olduğu bir yangındır. Bu yangında yanan, sadece kendisinin değil, gelecek nesillerin (evlâdım) ve tüm inananların imanıdır.
Bu büyük yangın karşısında, kendisine yöneltilen kişisel eleştiriler, yolda ayağına takılan bir taş misali “küçük bir hâdise” olarak kalmaktadır. Bu güçlü metafor, hayatın temel amacı ve önceliklerini kaybetmiş, sığ ve dar görüşlü insanlara bir eleştiridir. İnsanlar bazen, büyük ve acil tehlikeleri göz ardı edip, önemsiz detaylar, kişisel çekişmeler veya günlük polemiklerle zaman harcayabilirler. Bu metin, gerçek bir mücadelenin ve asıl hedefin ne olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. İmanını ve maneviyatını kurtarmak için koşan birine, yoldaki küçük bir engele takılıp kalmanın bir anlamı yoktur.

Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden seçilen üç farklı metni merkeze alarak, günümüz dünyasının temel manevi meselelerine odaklanmıştır. İlk metin, ahir zaman fitnesinin en tehlikeli yönünün ahlaki çöküş olduğunu ve bu durumun insan iradesini zayıflatıp geçici dünya zevklerinin peşine düşürdüğünü anlatır.
İkinci metin, Kuran’ın sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda bir yaşam rehberi olduğunu ve dua, zikir ve davet gibi eylemlerin, inancın canlı kalması için ne kadar önemli olduğunu açıklar.
Son metin ise, hayatın asıl meselesinin, iman ve maneviyatın kurtuluşu olduğunu ve bu büyük yangın karşısında kişisel çekişmelerin veya önemsiz detayların hiçbir kıymeti olmadığını, dolayısıyla önceliklerin doğru belirlenmesi gerektiğini güçlü bir metaforla anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025

Belgesel Senaryosu

Belgesel Senaryosu

Başlık: “Gölgede Kalan Liderler: Batı’nın Piyonları ve İslam Dünyası”

Açılış Sahnesi

Görsel: Tozlu bir tarih kitabı sayfası çevrilir. Ardından Ortadoğu haritası üzerinde petrol damlalarının yavaş yavaş çoğaldığı bir animasyon.

Müzik: Hafif ama gerilimli doğu ezgileri.

Seslendirme:
“Yüzyıllardır İslam dünyası, sahip olduğu değerler, yer altı zenginlikleri ve stratejik topraklarıyla Batı’nın iştahını kabarttı. Artık işgal sadece topraklarla değil, liderler eliyle yapılmaya başlandı…”

Bölüm 1: Piyonların Gölgesinde

Görsel: İran’da Şah Rıza Pehlevî’nin Batı liderleriyle el sıkıştığı görüntüler.

Seslendirme:
“İran’da Şah, Batı için bir garantiydi. Halkın değil, petrolün temsilcisiydi. Miadı dolunca yerine Humeynî getirildi. Oyun değişti, ama perde arkasındaki eller değişmedi.”

Görsel: Saddam Hüseyin’in ABD yetkilileriyle görüşmesi, ardından savaş görüntüleri.

Seslendirme:
“Irak’ta Saddam, önce Batı’nın taşeronu oldu. Kullanıldı, tüketildi, sonra idam sehpasına gönderildi.”

Görsel: Mısır’da Hüsnü Mübarek’in uzun yıllar süren iktidarı, ardından Tahrir Meydanı protestoları.

Seslendirme:
“Mısır’da Mübarek, halkını susturdu, Batı’nın isteklerini yerine getirdi. Ömrü tamamlanınca sahneden indirildi.”

Görsel: Kaddafi’nin uluslararası toplantılarda çadır kurması, sonra linç edilişi.

Seslendirme:
“Libya’da Kaddafi… Batı ile pazarlık yaptı, sonra dengeyi bozdu. Sonu kanlı bir linç oldu.”

Görsel: Arafat’ın elinde zeytin dalı ve silah resmi, sonra yalnız bırakıldığı görüntüler.

Seslendirme:
“Filistin’de Arafat, bir gün alkışlandı, ertesi gün yalnız bırakıldı. Çünkü Batı’nın dostluğu, çıkarları kadar sürer.”

Bölüm 2: İbret Tablosu

Görsel: Bir satranç tahtasında taşların yavaş yavaş devrilmesi.

Seslendirme:
“Her seferinde aynı oyun sahnelendi: Kullan, yıprat, değiştir. Batı’nın maskesi demokrasi, özü sömürgecilikti.”

Görsel: Halkların protestoları, susan kalabalıklar, petrol kuyularından yükselen dumanlar.

Seslendirme:
“Petrol zenginlikleri Batı’ya aktı, Müslüman halklar yoksulluğa mahkûm edildi. Sesini çıkaran susturuldu, özgürlük isteyen bastırıldı.”

Bölüm 3: Çıkış Yolu

Görsel: Cami kubbesinden yükselen ezan sesi, gençlerin kitaplarla ders çalıştığı sahneler.

Seslendirme:
“Suç sadece Batı’da değil. İslam dünyasında emaneti ehline vermeyen, kendi halkına yabancılaşan yöneticiler de bu oyunun parçası oldu. Kurtuluş, Batı’ya yaslanmakta değil; kendi değerlerimize dönmekte, ümmetin birlik ve kardeşliğinde saklıdır.”

Ayet Ekranda Belirir:
“Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplumu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

Kapanış

Görsel: Birlikte saf tutan Müslümanların omuz omuza namaz kıldığı sahne.

Müzik: Yükselen, umut dolu ilahî bir melodi.

Seslendirme:
“Çözüm dışarıda değil, içeridedir. İmanımızda, kardeşliğimizde ve adaletimizde… Çünkü Batı’nın piyonları gelip geçicidir, İslam’ın hakikati ise bakidir.”

Son Ayet Seslendirilir:
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda yekvücut olarak kenetlenmiş bir bina gibi savaşanları sever.” (Saff, 4)

Ekranda Yazı: “Gölgede Kalan Liderler: Batı’nın Piyonları ve İslam Dünyası – Unutma ki ibret, tekrar etmeyecekler içindir.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025

Gazze: Zulmün Karanlığında Direnişin Işığı

Gazze: Zulmün Karanlığında Direnişin Işığı

Tarih, zulümle yükselenlerin akıbetini yazmaktan hiç geri durmamıştır. Firavun’un azameti, Nemrut’un kibrini, Roma’nın kanlı zulmünü, Haçlı ordularının işgalini; hepsi bir gün tarihin sayfalarında yıkılış örnekleri olarak yer aldı. Bugün Gazze’de yaşananlar da aynı hakikatin çağdaş bir tezahürüdür: zulüm baki değildir, direniş iradesi asla kırılmaz.

Gazze’nin Çığlığı

Gazze, dünyanın gözleri önünde açlıkla, bombalarla, robotlarla ve abluka ile yok edilmeye çalışılıyor. Çocukların gözlerinde korkudan çok açlık var. Anneler, bir avuç un için hayatlarını tehlikeye atıyor. Bir yandan işgalin tankları, diğer yandan sessizliğin kurşunları Filistin halkını yaralıyor.

Ama Gazze sadece bir coğrafya değil, ümmetin vicdanıdır. Her yıkılan bina, yeniden ayağa kalkacak bir iradenin nişanesidir.

Tarihten İbretler

Moğollar Bağdat’ı yıktığında, Abbâsî medeniyetinin külleri arasından Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın kıvılcımları doğdu.

Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiğinde, Selahaddin Eyyubi’nin adaleti ve sabrı İslâm’ın yeniden ayağa kalkmasına vesile oldu.

Bugün İsrail’in işgali, aynı zincirin yeni halkasıdır. Zulüm, tarih boyunca kendini tekrar eder; ama adalet de direniş de asla tükenmez.

Sosyal ve Ahlaki Boyut

Gazze, dünyanın en büyük vicdan testidir.

Sessiz kalan liderler, insanlık sınavında kaybetmektedir.

Gazze’ye bir avuç un gönderen, zulme karşı bir cümle kuran, el açıp dua eden bile insanlığın safında yerini almıştır.
Çünkü mesele yalnızca bir toprak parçası değil; insanın insana, mazlumun zalime karşı onurudur.

Siyasi ve Stratejik Boyut

İsrail’in zulmü yalnızca Filistin’i değil, bütün bölgeyi istikrarsızlığa sürüklemektedir.

Halkların iradesini kırmak için açlık silahı kullanan bir devlet, aslında kendi sonunu hazırlar.

ABD’nin bu zulmün ortağı olması, kendi küresel meşruiyetini zedelemektedir.

Bugün Gazze’ye sırtını dönen her güç, yarın kendi halklarının vicdanında yıkılacaktır.

Tarih şunu göstermiştir: Adaletle ayakta kalan devletler yükselir; zulümle var olanlar çökmeye mahkûmdur.

Hikmetli Bir Ders

> Zulüm, medeniyetleri yıkar. Zulümle yapılan bina, temeli çürük duvar gibidir; bir gün mutlaka çöker.

Gazze’deki her bomba, İsrail’in temellerini daha da çürütmektedir. Aç bırakılan her çocuk, insanlığın vicdanında bir isyan çığlığıdır. Zulümle ayakta kalan bir devlet yoktur; olmayacaktır.

Gazze’nin Işığı

Bugün Gazze, yıkıntılar arasında bir hakikati haykırıyor:

Onlar bombalarla şehri yok ediyor; ama biz imanla yeniden inşa ediyoruz.

Onlar çocuklarımızı açlığa mahkûm ediyor; ama biz sabırla, direnişle dünyaya sesleniyoruz.

Onlar tanklarla ilerliyor; ama biz adaletin tarihte hep galip geldiğini biliyoruz.

Gazze, işgalcilere mezar olacak; çünkü orada direniş bir fidan değil, kökleri imanla sulanmış bir ormandır.

📌 Sonuç: İnsanlığın İmtihanı

Gazze, yalnızca Filistinlilerin değil, hepimizin imtihanıdır.

Bir yanda zalimler ve destekçileri,

Bir yanda mazlumlar ve destekçileri vardır.

Tarih, ortada duranları değil; ya zalimin safında ya mazlumun safında yer alanları yazacaktır.

Bugün Gazze’deki çocukların gözyaşına bigâne kalanlar, yarın kendi çocuklarının yüzüne bakamayacaklardır.
Çünkü zulümle abad olunmaz, adaletle izzet kazanılır.

********

Gazze’den Çıkarılacak 7 Ders

  1. Zulüm baki değildir
    Tarih, zulümle yükselenlerin bir gün çökeceğini gösterir. İsrail’in Gazze’deki saldırıları, ne kadar güçlü görünürse görünsün, adalet karşısında er geç son bulacaktır.
  2. Direniş iradesi kırılmaz
    Bombalar, tanklar ve abluka halkı yıldırmaya yetmez. Gazze, iman ve kararlılıkla direnişin simgesi haline gelmiştir.
  3. Adaletin sesi küresel vicdana ulaşır
    Dünyanın sessiz kalması zulmü artırabilir; ama bir kişi, bir grup, bir ülke mazlumun yanında durduğunda dünya vicdanına seslenmiş olur.
  4. Mazlum ve zalim arasındaki fark kalıcıdır
    Mazlum sabreder, zalim kibriyle yükselir ama sonunda tarih onu yargılar. Açlığa mahkûm edilen çocukların gözlerindeki acı, zalimin yıkımını hazırlayan bir işarettir.
  5. Birleşen güçler ablukayı kırabilir
    Küresel Sumud Filosu, yardımlar ve dayanışma; zulmün karşısında birleşmiş bir iradenin gücünü gösteriyor.
  6. İman ve ahlak devletleri güçlü kılar
    Tarih, yalnızca askerî güçle değil, ahlak, adalet ve imanla yönetilen toplumların ayakta kaldığını gösterir.
  7. Sessizlik suçtur
    Vicdanını kullanmayan, zulme karşı konuşmayan herkes, dolaylı olarak zulme ortak olur. Gazze’nin çığlığı, hepimizi harekete geçmeye çağırıyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 31st, 2025