Bir asrı aşkın bir süredir bizi, PKK’nın da aslı olan Ermenilerle vurdular.[1]
Devletin varlığıyla oynayan birileri var.
Bunlar sürekli kaygan zemin oluşturarak, toplumda kaygı oluşturuyorlar.
Bunu da en çok insanların hassas karnı olan midesiyle oynuyorlar.
Ekonomik bulantı oluşturuyorlar.
Güvenlik tehdidi ile toplumu tehdit ediyorlar.
Yalan haberler silah olarak kullanılıyor.
“Ey iman edenler, doğru ve mantıklı düşünmeyi terk eden bir fâsık, bir bozguncu, kötü niyetli bir âsi size, hükümetinize, emniyet güçlerinize, ordunuza önemli bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. Araştırmadan, ciddî, zarar verici tedbirler almaya kalkarsanız, bilmeden, yanlış bilgilendirme sonucu suçsuz bir kavme, bir topluluğa kötülük yapmış, hoş olmayan bir davranış sergilemiş olabilirsiniz. Sonra yaptıklarınıza pişman olursunuz.”[2]
*****************
“Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Kızıl Soros’ lakaplı Osman Kavala’nın önerisiyle Suriye’den 50 bin Ermeni’yi gizli bir şekilde Türkiye’ye getirtti. Gelen Ermenilere iş imkanını ise ‘sığınmacı akını’ndan rahatsızlık duyan TÜSİAD sağladı.
Gerçek Hayat dergisi, son dönemde Altılı Masa’yı perde gerisinden yönlendirmeye çalışan Abdullah Gül üzerindeki Osman Kavala etkisine dikkat çekti.
12 yıl boyunca cumhurbaşkanı danışmanlığı yapan Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabında anlattığı ifadelere yer veren dergi, “Dedelerim Diyarbakır’dan Selanik’e sürülmüş” diyen İYİ Parti lideri Meral Akşener’in öz kuzeni olan Osman Kavala’nın, Ermenilere yönelik özel ilgisini şöyle anlattı:
Osman Kavala’nın veya bir başkasının suçlu veya mâsum olup olmadığına karar vermek şüphesiz ki mahkemelerin işidir. Lâkin kimine göre liberal sol, kimine göre radikal solcu olan, Türkiye’nin hasmı 10 ülkenin büyükelçilerinin sahip çıktığı, en samimi arkadaşının hapisten çıkınca Almanya’ya sığınma ihtimalinden söz ettiği, ülkeleri karıştırma, yönetimleri devirme hareketlerini organize ve finanse eden Yahudi Soros’un temsilcisi, PKK’cı yapıları finanse eden, Türkiye’yi ‘Ermeni soykırımı’ yapmakla suçlayan, Suriye Ermenilerine bile hamilik yapacak kadar ‘girişimci’, Batı’nın kültürler arası diyalog projesinin Türkiye-Ermenistan ayağı, çevrecilik maskesiyle hükümeti devirme, İslam’a saldırı, yağma girişimi Gezi’yi koordine ve finanse etmiş birisinin ne kadar Türkiyeli olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Biz de onu yaptık…
Ayrıca bir ‘işadamını bu kadar aktif kılan ve kaldırdığınız her taşın altından çıkmasını sağlayan şey nedir? Merak etmek gerekiyor!
Gelin olup biteni Abdullah Gül’ün basın başdanışmanı olan Ahmet Sever’in ‘Abdullah Gül ile 12 Yıl’ adlı eserinden okuyalım:
“Osman Kavala ile bir gün İstanbul’da Cezayir Restoran’da sohbet ederken, “Ahmet, biliyorsun Suriye’deki Ermeniler zor durumda. Türkiye onlara kapılarını açsa her yönden çok iyi bir adım atılmış olmaz mı?” diye bir fikir ortaya attı. Sayıları yaklaşık 50 bin civarında olan, daha çok Halep ve Şam’da yaşayan Ermenilerin çoğu zaten Türkiye kökenliydi.
Fikir aklıma çok yattı. Ertesi sabah Tarabya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Gül ile bir toplantımız vardı. Dışişleri Başdanışmanları Ferden Çankçı ve Sadık Arslan da oradaydı. Bu öneriyi orada dile getirdim. Abdullah Gül, böyle bir hamlenin doğuracağı olumlu sonuçları anında gördü…
Orhan Dink, Delal Dink ve Rober Koptaş cumhurbaşkanlığına geldi. Abdullah Gül; “Yalnız bu konuştuklarımız aramızda kalsın. Basına yansımasın. Çalışmalar gizlice yürütülsün” dedi…
Suriye’den Ermenistan’a giden Ermenilerin de Türkiye’ye gelmesi sorulduğunda, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun cevabı şu oldu: “Onlar da gelebilirler.”
Türkiye’ye gelecek Ermenilerin iş bulma, barınma gibi sorunlarını, Cumhurbaşkanı Gül’ün bilgisi ve onayıyla TÜSİAD Genel Sekreteri Zafer Ali Yavan ile konuştum. Kısa bir süre sonra Zafer olumlu bir mesajla geri döndü. TÜSİAD’ın Suriye’den gelecek Ermenilerin hem mesleklerine göre işe yerleştirilmelerinde hem de bu süre içerisinde barınma ve beslenme konularında bir yıllık proje kapsamında destek vermeye hazır olduklarını bildirdi.” (s.132-134)[3]
“Allah katında canlıların en kötüsü, inkâr eden ve bir daha da imana gelmeyenlerdir;
Kendileriyle antlaşma yapıldığı halde, her defasında Allah’tan korkmadan yaptıkları antlaşmayı bozanlardır.
Savaş esnasında eline düşerlerse onlara geridekilere ibret olacak şekilde davran ki, belki akıllarını başlarına devşirirler.”[1]
Allah’a göre, fiilleri iyi veya kötü olarak değerlendirilebilen canlıların en kötüsü, en âdi ve aşağılık olanı, inkâr eden, bu şekilde yaşayan ve bir türlü imana gelmeyen, yaptıkları antlaşmaya, verdikleri söze sadık kalmayan, hiçbir şeyden çekinmeyerek her defasında sözünden dönen kimselerdir.
Müşrik, münafık ve yahudilerden bazı grup ve kabileler Hz. Peygamber’le saldırmazlık, hak ve hukuka saygı, düşmanla iş birliği yapmama gibi konularda antlaşmalar yapıyor, sonra da bunu bozuyorlardı. Meselâ yahudilerden Benî Kaynukā‘, antlaşmaya aykırı olarak, bölgelerinde alışveriş yapmaya gelen bir müslüman kadına tacizde bulunmuşlar, kadın yere düşüp mahrem yerleri açılınca da gülüşüp eğlenmişlerdi. Orada bulunan bir müslüman sataşan yahudiyi öldürdü, diğerleri de müslümanı öldürdüler. Bedir’le Uhud savaşları arasında meydana gelen bu olay üzerine müslümanlar, Benî Kaynukā‘ya karşı harekete geçtiler. Yine münafıkların reisi Abdullah b. Übey adamlarıyla beraber Uhud Harbi’nde müslümanların safında yer almış, sonra askerlerin üçte birini teşkil eden gücünü geri çekerek müslümanlara zarar vermişti.[2]
Allah’tan korkmayanları cezalandırmak ve geride kalanlar için de caydırıcı bir örnek oluşturmak üzere sert tedbirler alınmış, savaşta yakalanmaları halinde aman verilmemesi istenmiştir.”[3]
*******************
Dünkü bu Yahudiler, Bugünkü Yahudilerdir.
Bugünkü Yahudilerde, dünkü Yahudilerdir.[4]
“Ey iman edenler! Allah ve resulüne itaat edin, söylediklerini işittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.
Duymadıkları halde “duyduk” diyenler gibi de olmayın.
Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
Allah onlarda (inkârcılarda) bir hayır görseydi elbette kendilerine işittirirdi, eğer işittirseydi yine reddederek yüz çevirirlerdi.”[5]
Son nefes hususunda peygamberler hâricinde hiç kimse teminat altında değildir. Bu sebeple mü’min, ömrü boyunca havf ve recâ (korku ve ümit) duyguları arasında, “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”[6] âyet-i kerîmesinin sırrına ermeye çalışmalıdır.
Behlûl Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir vîrânenin yıkılmak üzere eğilmiş duvarına bakıp âkıbetini tefekküre dalardı. Yine bir gün endişe ile bakarken duvar birden çöküverdi. Behlûl Dânâ Hazretleri’ni bir sürur kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar merakla sebebini sorduklarında:
“−Duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!” dedi.
“−Peki bunda şaşılacak ne var?!” dediklerinde şu hikmetli cevabı verdi:
“−Mâdemki dünyadaki her şey nihâyetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk’a doğrudur, o hâlde ben de ölünce Hakk’a varırım. Ey ahâlî, rükû ve secdelerimizle Hakk’a meylimizi artıralım ki başka yönlere yıkılmayalım!”
KİŞİ YAŞADIĞI HÂL ÜZERE ÖLÜR!
İşte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fem-i muhsinlerinden sâdır olan:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür.”[7] hadîs-i şerîfinin şerh ve îzâhı mâhiyetinde müşahhas bir misâl…
Bu hakîkat dolayısıyla bir mü’min, meylini her an Hakk’a yönelterek istikâmet üzere olmaya gayret etmelidir. Bunun için de sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyanı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; günâhı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle bertaraf ederek Allâh’a güzel bir kul olmaya çalışmalıdır.[8]
******************
-Dost istersen Allah yeter.
Evet, o dost ise her şey dosttur.
Yârân istersen Kur’an yeter.
Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
-Mal istersen kanaat yeter.
Evet kanaat eden, iktisat eder; iktisat eden, bereket bulur.
-Düşman istersen nefis yeter.
Evet kendini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.
-Nasihat istersen ölüm yeter.
Evet ölümü düşünen, hubb‑u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddi çalışır.[9]
Belene, TRT 1’de 1989 yılında yayınlanmaya başlamış bir dizidir. Dört bölümden oluşan bu dizi, Bulgaristan’da 1984-1989 yılları arasında Türklere yapılan baskıları ve Belene adasına sürgün edilenlerin yaşadıklarını konu almaktadır.
Öyle ki, bir çocuğu kıyma makinasında çekerek annesine yediriyorlardı.
Bu filmi seyrettikten sonra eve geldiğimde dolu olduğum his ve öfke ile Belene diye bir şiir yazmıştım.[2]
Gazze ondan geri değildi.
Babanın elinde çocuğu, kafatası paramparça, ailesinin vücut parçaları poşetin içinde, hayvana yapılmayacak ve tahammül edilmeyecek şeyler insana, çocuğa, kadına yapılmaktadır.
Bunun üzerine o Belene şiirini Gazze’ye uyarladım.
GAZZE
Garipler yurdu, mazlumlar beldesi GAZZE,
Ey İsrail leşi, soyun sopun kana belene
Ehli iman, necip millet bununla bilene,
Aşk olsun, yazıklar olsun, sana insan diyene…
Mazlumların âhı yükseldi ta arşa dek,
Çekemem bunu sineye kalsam da bir tek,
Dinime, geçmişime bağlıyım, olmam dönek,
Tükürürüm. Muinimdir Allah ve melek…
Gururludur! Zalim olunca, oysa iğreti,
Arslan karşısında, ne yapar İsrail iti,
Kadın, çocuk, ihtiyar karşısında onun merti,
İmansızca kaçar, yine olur namerti…
Beslenir, insan kanı emmekle,
Pislenir, insan kılığına girmekle,
Hislenir, itinin ölümünü görmekle,
Hırlaşır, cehennemdeki yerini gözetmekle…
Mesleğidir, hıyanet hem de zillet,
Dünyasıdır diyanet, deni millet,
Menfaat da hıllet, menfaatsiz illet,
Ya Rab! Ya bunları kahret ya da kahret…
Birinin hedefi ahiret, diğerinin para,
Sağlam vücutta ufunetli yara,
Kalp kara, dünya ve ahiret kap kara,
Mü’mini gönderir şehadetle ebedi diyara…
Isınmak için dünyayı yakar Netenyahu,
Isırmak için hem cinsini yutar, neden ya hu?
Sallanmak için uygun bacaklar kollar,
Yalanmak için salya akıtır sırtlanlar…
Zulmüyle rahmet okutur, ite köpeğe,
Soysuzdur, saldırır yaşlı ve bebeğe,
Yazdıklarıyla kendini yazdırır tarihe,
“Zulmetmek için geldim, geldim.” feleğe…
Ocakları, evleri barkları yakar,
Ağlanacak hale zevkle bakar,
Ha yakar insan, ha sigara yakar,
Kan akar, sel olup akar, akar,
Elbet çör-çöpü önüne katar…
Vahşiliklere denktir Gazze,
Ölüm ona zevktir Gazze,
Ahirete açılır, yakındır Gazze,
Ulvi makama basamaktır Gazze…
Firavun, İsrail hep aynı Ene,
Birinin yeri Mısır, diğerinin İsrail,
Firavun’a demişti Musa: Bu zulüm ne?
Isırıcı köpeklere diyecek yok mu, bu gidiş ne?
Bizde de oynanmasın aynı oyun,
“Arapça isimler değil, başka isim koyun.”
Başörtüsü, Din, Dil, İsim, İrtica, Ezan, Kadın,
Bunlar da oynanan oyun, hep aynı oyun…
Dayan kardeşim dayan aksa da kan,
Boğacaktır o kan sırıtsa da sırtlan,
Ey uyuyan dev artık uyan,
Seni bekliyor Gazze, Afrika, tüm Müslüman…
@@@@@@@@@
Nuh. 26: Nuh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
27: “Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
28: “Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!”
Babanın elinde çocuğu, kafatası paramparça, ailesinin vücut parçaları poşetin içinde, hayvana yapılmayacak ve tahammül edilmeyecek şeyler insana, çocuğa, kadına yapılmaktadır. [1]
Tanrıyı kıyamete zorlamanın boyutu ancak bu kadar olur.[2]
Sınırları zorlayan bir durum İsrail’in vahşeti. Tam bir vahşet.[3] -Geçmiş asırlarda bunların yüzde birini yapanları Allah yok etmişti.[4]
“Yeryüzünde gezin, dolaşın. Öncekilerin boylarınca, günaha, isyana, küfre batmış milletlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna ibret nazarıyla bir bakın, inceleyin. Onların çoğu, ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında Allah’a ortak koşan gizli şirki yaşayan, başka otoriteler kabul eden müşrikti.” de.”[5]
” Sizden önce nice ilâhî ceza kanunları uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna ibret nazarıyla bir bakın, inceleyin.”[6]
Duyguları söndüren bir karanlık. Akılları durduran bir olay. Hayatı bitiren vukuatlar. İnsanlığın dibe vurduğu an “Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”[7]
İşte bu o olsa gerek. “Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.”[8] İşte o hayvanlık, o hayvandan aşağılık, parçalamada, parçalayıcılıkta, gidişatta, tarz ve yöntem bu olsa gerek.
Duygusuziaştık. Duygusuzlukta normalleştik. Alıştık. Göz yumar hale geldik. “Eğer Allah dileseydi onlardan (muhaarebesiz olarak da) elbet intikaam alırdı. Fakat (muhaarebeyi emr etmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin amel (ve hizmet) lerini asla boşa çıkarmaz O.”[9]
-Tevrat’ta şiddet içerikli ayetler bulunmaktadır. İşte bazıları:
Amaleklilere Karşı Savaşma Emri: “Her şeye Egemen RAB diyor ki, ‘İsrailliler’e yaptıkları kötülükten ötürü Amalekliler’i cezalandıracağım. Çünkü Mısır’dan çıkan İsrailliler’e karşı koydular.’” İsrail’in Halkları Yok Etme Emri: “Ve Allah’ın Rabbin sana teslim edeceği bütün halkları bitireceksin ve gözlerin onlara acımayacak.”
Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?”
-Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir.
Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir.
Onun eline verilen sermaye de ömürdür.
-Şükredeceğimiz kadar Allah bize versin.
Tıpkı Salebe ’ye Efendimizin dediği gibi;
-Ya Salebe, şükredebildiğin az mal, şükredemediğin çok maldan hayırlıdır.
-“Allah, şöyle bir kenti misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık, Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.”[2]
-Kapasitemiz, vüsatımız, taşıyabileceğimiz, idrak ve istiabımız, KABİLİYET ve anlayışımız kadar verilmiştir.
Allah kimseye kapasitesinin üzerinde bir yük yüklemez.
-Senlik de yoktur benlik de bizde
Zerrât-ı âbız bir tek denizde
(Bizde senlik de yoktur benlik de. Hepimiz bir deniz içindeki su tanecikleriyiz.)
**************
“Proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.”[3]
-“Meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!”[4]
“MHP lideri Devlet Bahçeli, yaptığı açıklamada ‘Dağda kovalanıp başı ezilen, sınır ötesinde kaçacak ve sığınacak in bulmakta zorluk çeken hainlerin siyasi destekçileri artık iyice azgınlaşmışlardır. 57 DEM milletvekilinin maaşının ve bu terör yuvasına ödenecek Hazine yardımının derhal kesilerek terörle mücadeleye ve şehit ailelerine aktarılmasıdır.’ ifadelerini kullandı.
PKK’nın milis unsuru olan DEM’in TBMM’de 57 milletvekili bulunmaktadır. Bu milletvekillerin devlet hazinesine yıllık maliyeti 116 milyon 280 bin liradır.
Ayrıca DEM’in 171 milletvekili danışmanın hazineden aldığı yıllık maaş 133 milyon 380 bin lira, 10 grup danışmanının yıllık maaş külfeti 8 milyon 400 bin lira, 30 büro personelinin aldığı yıllık maaş da 23 milyon 400 bin liradır. Daha vahimi de DEM’in 2024 yılında hazineden aldığı yardım miktarının yaklaşık 658 milyon lira olmasıdır.
Bu kapsamda terör ve bölücülük odağı DEM’in düşman olduğu devletten 2024 yılında alacağı toplam parasal büyüklük yaklaşık 940 milyon liradır. En düşük emekli maaşının 12 bin 500 lira olduğu düşünüldüğünde neredeyse 76 bin emeklimizin hakkı terör örgütüne adeta kurşun, silah ve bomba parası olarak hibe edilmektedir.”[1]
-Hukuken de korunan veya yetersiz kalan hukuk ile teröristler çok rahat hareket etmektedirler.
Bahçeli milletin hissiyatını dile getirmiştir.
Aslında bir yönüyle devlet sineklerle uğraşmaktadır.
Bataklığı kurutmada yetersiz alınmaktadır.
Eskisi gibi mi?
Elbette değil. Terör yeterli elemanı devşiremiyor.
Ancak elindeki de az değil.
Yaptırımlarda yetersiz kalınıyor.
Zalime hak ve hürriyet tanınırken, Mazlumlar yanıyor.
Yeni zalimlere kapı açılıyor.
Benim ve milletin vergisinden kesilip de teröre ve terör temsilcilerine verilen hakkımı ve haklarımızı alana da verene de onaylayana da helal etmiyoruz.
– Başımızdan bela eksik olur mu?
Elbette olmaz.
Bu vatan ve bu millet için asker ve polis bir yandan terörle mücadele ederek hayatını verip şehit olsun, diğer taraftan terörü ve teröristleri savunun bir parti ve onlarla hareket eden ana muhalefet partisine hazineden katrilyonlara destek ve maaş verilsin!
İlahi adalet bu zulme, taraftar olup desteklemeye ve de suskun kalmaya asla ve asla müsaade etmez.
Ve en garip olanı ki, devletin en üst Mahkemesinin yapılan itirazları reddedip, verilmesi yönünde bir karar vermiş olmasıdır.
Bu da terörün hukuken de bir koruma altında olduğunu göstermez mi?
Oysa zulme rıza zulümdür.
Kanun ve hukuk adamlarının rızası ve kabulü ise en büyük zulümdür.
Maalesef; “Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet libasını giymiş. Cihada, bağy ismi takılmış. Esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.”
“Hâkim kendisi müddeî olsa, elbette ‘Kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım!’ bizim gibi bîçarelere dedirtir.”
-Bazılarının hırçınlaşması boşuna değil. Askeri alandaki gelişim ve ihracatı. Pkk’nın çok rahat hareket edememesi. Faili meçhullerin malum hale gelmesi, içte ve dışta birilerini değil, birçoklarını rahatsız ediyor.
-Ne diyelim artık.
Teröre her türlü desteği verenleri Allaha havale ediyoruz.[2]
-“Allah, şöyle bir kenti misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık, Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.”[3]
***********
İçten ve dıştan desteklenen PKK illeti sadece Türkiye meselesi değil, Petrol meselesi ve savaşları, İsrail’in genişlemesi için Ortadoğu’nun şekillenmesi meselesidir.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye ile ilgili alçak itiraflarda bulunan ABD’li Albay Douglas McGregor bu sefer de İsrail’in planını açık açık itiraf etti.
Katıldığı televizyon programında “Gazze’deki savaş İsrail’in ulusal güvenliği ve Hamas’ı ortadan kaldırmak için mi yoksa İsrail devletinin topraklarını genişletmek için mi?” sorusuna Douglas McGregor, “Gazze’deki savaş İsrail’in güvenliği için değil, Arap nüfusunu yok etmek için. İsrail 30-40 yıl önce uygulamak istediği tozlu planı şimdi uyguluyor” diyerek alçak planı itiraf etti.
McGregor sözlerinin devamında İsrail’in ABD ve Batı ülkelerini de kontrol ettiğini söyledi.
BATI’NIN KUKLA İPİ SİNONİSTLERİN ELLERİNDE!
“Çünkü 30 ya da 40 yıl önce İsrail lobisi ve onun ABD içindeki ajanları ABD hükümetini kontrol etmiyordu. Bugün Birleşik Devletler hükümetini kontrol ediyorlar. Medyayı kontrol ediyor, finansı kontrol ediyorlar, sadece bizi değil Londra da dahil birçok Batı Avrupa ülkesini kontrol ediyorlar. Sonuç olarak disiplin uygulayabiliyorlar ve operasyonda gördüğünüz de bu. İsrail’den uzaklaşmayacağız, onları sonuna kadar destekleyeceğiz. Yani evet, İsrail devletinin genişlemesini destekliyoruz.[4]
– “Soykırımcı İsrail’e yönelik askerî müdahale sinyali veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “Saddam’ın akıbeti” ile tehdit etme hadsizliğine bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz, Irak’ın devrik başkanı Saddam Hüseyin’i devirerek idam sehpasına götüren gücün Siyonizm olduğunu da itiraf etmiş oldu.
Irak’ı 1979-2003 tarihleri arasında yöneten Saddam Hüseyin’in ilk zamanlarında emperyalizmin güdümünde hareket ettiği belirtilse de son dönemlerinde yerleşik nizama sırt çevirdiği ifade ediliyor.”[5]
“İş başına, iktidara geldikleri, dünya liderliğini ele geçirdikleri, Kurân’ı ve Kur’ân hükümlerini engelleyerek, dünyayı, halkı istedikleri istikamette yönlendirdikleri zaman, yeryüzünde, ülkelerde fesadı yaymak, kadına ait değerleri, kazanç ve gelir düzenini bozmak; tabiatı, toprağı tahrip edip ürün veremez hale getirmek; ilmî araştırmaları, Kur’ân üzerinde çalışmayı, derinleşmeyi baltalamak; nesillere hayat hakkı tanımamak, tohumları, bitkileri, ürünleri bozma planları uygulamak; gençleri mahvetmek için çalışırlar, koşuştururlar. Allah bozgunculuğu sevmez.”[1]
(Kur’an, fesat çıkaranların yaptıklarını eleştirmekle yetinmez, bunların insanlık ve doğal düzen için de zararlı olduklarını ortaya koyarak onlara karşı mücadele edilmesini emreder.
Bugün, bizler de belli bir zümrenin bencillik ve açgözlülük yüzünden ekinin ve neslin bozulması konusunda çok büyük entrika içerisinde olduğunu görüyoruz. Az çalışarak dünyaya egemen olmak isteyen bu zümre, canlıların genleriyle oynayarak ekolojik sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar verecek, dünya ve insanlık adına çok büyük felaketlere sebep olacak, erdemli bir neslin yetişmesini engelleyecek ve adil paylaşımı baltalayacak çalışmalar yapmaktadır. Bu ayet bunlara işaret ederek insanların tedbir alması gerektiğine vurgu yapıyor.)
(Ayette geçen (تولى) İki anlama da gelir, birincisi ‘’ yönetim ve iktidara gelmek, ikincisi ise, haktan, imandan yüz çevirmek. Fakat insanın elinde, fırsat, imkân ve güç varsa, istediğinde o zaman güç ve yetkisini kullanarak çok kötü şeyler yapabilir. Bu nedenle’’tevella’’ifadesini bu şekilde anlamak daha uygundur. Ayrıca (حرث) ‘’hârs’’ ifadesi de ekin, ürün ve kültür anlamına da gelir. Ama burada kültür anlamında olduğunu söylemek daha uygun olur. Çünkü iktidara gelen veya yönetici konumuna gelen hiçbir insan kendi halkının ekinlerini vs. tahrip etmez, ama toplumun kültürünü ve neslini batıl düşünce ve icraatlarıyla bozabilir. İşte burada ayetin mesajıyla uyumlu olan da’’hârs’’ın kültür anlamında olmasıdır.)
(Zühre oğullarının reislerinden Ahnes b. Şerîk Es-Sekafi, Medîne’ye gelip Müslüman olmuş, bu da Peygamber Efendimizin çok hoşuna gitmişti. Hattâ Ahnes: “Ben, gerçekten Müslüman olmak için geldim ve doğru olduğuma da Allah şâhittir.” demişti. Peygamberimizin yanından ayrılınca da Müslümanların ekili bahçelerinden birine uğramış ve bahçeyi yakıp içerisindeki hayvanları öldürmüştü. Bu âyetler, bu olay üzerine nâzil olmuştur. (Vâhidî) Ayetin iniş sebebi bu olay olmakla beraber işaret ettiği mana, bu özellikleri taşıyan münafıkların hepsine şamildir. Bu münasebetle iş başına geçirilecek insanların dillerine değil de yaşayışlarına bakılması gereklidir.)
O gün bahçeyi yakıp hayvanları öldürenlerle, bugün orman yakıp içindeki hayvanları öldürenler, sebze ve meyveleri dökerek imha edenler aynı kişilerdir.
Kuranın bu hitabı onlaradır.
(Bu durumda “ürünün ve neslin yok edilmesi”, aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eş anlamlı olur. Bu iki yorumun her ikisine göre de pasaj şu anlama gelmektedir: Yukarıda tanımlanan zihniyet, genel bir kabul görüp sosyal davranışları yönlendirir hale gelir gelmez kaçınılmaz bir şekilde yaygın bir ahlakî çürüme ve sonuç olarak sosyal bir çözülme ile noktalanır.)
(Bu âyette ülkenin istikbalinin en önemli iki rüknüne dikkat çekilmektedir. Maddî hayatın, ekonomik hayatın esası ürün, manevî hayatın esası ise yeni nesillerin iyi yetiştirilip eğitilmesidir.)
@@@@@@@@
“Mısır Tapınakçıları;
Yusuf Aleyhisselam’ı zorda bırakmak için, buğdayları Nil’e dökmüşlerdi.
Bugünkü tapınakçılar, o günkü tapınakçılardır.
@@@@@@@@
Tarihte yöneticileri zor durumda bırakmak için sebze ve meyvelerin imha edilme olayları gerçekleşmiş midir? Olmuşsa nasıl yapılmıştır?
Evet, tarih boyunca yöneticileri zor durumda bırakmak amacıyla sebze ve meyvelerin imha edildiği birçok olay yaşanmıştır. Bu tür eylemler genellikle ekonomik baskı oluşturmak, toplumsal ayaklanmaları tetiklemek veya siyasi bir mesaj vermek gibi amaçlarla gerçekleştirilmiştir.
Bu eylemlerin yapılış biçimleri ise çeşitlilik gösterir:
* Hasat edilmiş ürünlerin imhası: En yaygın yöntemlerden biri, tarlalarda yetiştirilen sebze ve meyvelerin hasat edildikten sonra toprağa gömülmesi, yakılması veya çöpe atılmasıdır. Bu şekilde hem gıda arzı azaltılır hem de üreticilere ekonomik zarar verilir.
* Depolama tesislerindeki ürünlerin bozulmasına neden olmak: Ambarlarda veya depolarda saklanan ürünlere su sıkarak, havalandırmayı keserek veya sıcaklığı yükselterek ürünlerin çürümesi sağlanır. Bu yöntem, özellikle uzun süreli saklanan ürünler için etkilidir.
* Pazar yerlerindeki ürünlerin tahrip edilmesi: Pazar yerlerinde satılan sebze ve meyveler bıçaklarla parçalanır, ezilir veya yere dökülerek satılamaz hale getirilir. Bu şekilde hem tüketicilere ulaşması engellenir hem de satıcılar zarara uğratılır.
* Ulaşım araçlarındaki ürünlerin imhası: Sebze ve meyveleri taşıyan kamyonlar veya trenler durdurulur ve yükleri tahrip edilir. Bu yöntem, özellikle kırsal bölgelerden şehirlere yapılan sevkiyatları engellemek için kullanılır.
Bu tür eylemlerin nedenleri arasında şunlar sayılabilir:
* Ekonomik baskı oluşturmak: Yöneticileri vergi oranlarını düşürmeye veya fiyat kontrollerini gevşetmeye zorlamak.
* Toplumsal ayaklanmaları tetiklemek: Halkın açlık ve yoksulluk içinde kıvranmasını sağlayarak isyanlara yol açmak.
* Siyasi bir mesaj vermek: Hükümete karşı duyulan memnuniyetsizliği göstermek ve değişim talep etmek.
Tarihteki Örnekler:
* Roma İmparatorluğu: Köle isyanları sırasında köleler, tarım arazilerindeki ürünleri tahrip ederek Roma ekonomisine zarar vermişlerdir.
* Fransa Devrimi: Devrim öncesinde halkın açlığı ve yoksulluğu artınca, bazı bölgelerde ekmek isyanları yaşanmış ve ekmek depoları yağmalanmıştır.
* 20. yüzyılın başlarında Rusya: Bolşevik Devrimi öncesinde tarım işçileri, toprak sahiplerinin ürünlerini tahrip ederek tarım üretimine zarar vermişlerdir.
Sonuç olarak, sebze ve meyvelerin imhası, tarih boyunca siyasi ve sosyal mücadelelerde kullanılan önemli bir taktik olmuştur. Ancak bu tür eylemler hem üreticilere hem de tüketicilere zarar vererek toplumsal ve ekonomik sorunları daha da derinleştirebilir.
@@@@@@@@
Evet, tarih boyunca yöneticileri zor durumda bırakmak amacıyla sebze ve meyvelerin imha edilme olayları yaşanmıştır. İşte bazı örnekler:
1. **Osmanlı Devleti’nde Islahat Dönemi: **
– XVIII. yüzyılın başlarında Osmanlı yöneticileri, Avrupa’yı küçümseme fikrinden vazgeçip batılılaşma programı başlatmışlardır. Bu dönemde, bazı ilim ve fikir adamları zorlukları aşmak için ıslahatlar yapmışlardır¹.
– Ancak tavsiye edilen çözüm yolları olumlu sonuç vermemiştir. Bu süreçte, Osmanlı Devleti’ni daha da zor durumda bırakmak isteyen Avusturyalılar, Eflak ve Boğdan’ı ayaklandırmaya çalışmışlardır¹.
2. **I. Dünya Savaşı Dönemi İngiltere’si: **
– I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz halkına “Zafer için Kaz” sloganıyla evlerinin çiçek tarhlarında sebze yetiştirmeleri ve mutfaktan artanları hayvanlara vermeleri öğütlenmiştir. Bu, savaş koşullarında kaynakları koruma amacıyla yapılan bir uygulamaydı².
3. **Zitvatoruk Antlaşması ve Osmanlı-Avusturya İlişkileri: **
– 1717’de Temeşvar’ı kurtarma teşebbüsü başarılı olmadığı gibi, Belgrad da Avusturyalıların eline geçti. Avusturyalılar, Osmanlı Devleti’ni daha da zor durumda bırakmak için bu tür eylemler gerçekleştirmişlerdir¹.
Bu örnekler, tarihsel bağlamda yöneticileri zor durumda bırakmak amacıyla sebze ve meyvelerin imha edildiğini göstermektedir.
@@@@@@@
Bu eylemlerin sonuçları ne oldu?
Bu eylemlerin sonuçları tarih boyunca farklı şekillerde olmuştur:
1. **Osmanlı Devleti’nde Islahat Dönemi:**
– Islahatlar, Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabalarını hızlandırmıştır. Ancak bazı ıslahatlar yeterince etkili olmamış ve devletin zor durumunu daha da derinleştirmiştir.
– Avusturyalıların ayaklandırdığı Eflak ve Boğdan, Osmanlı Devleti için stratejik öneme sahip bölgelerdi. Bu olaylar, Osmanlı-Avusturya ilişkilerini daha da gerilimli hale getirmiştir.
2. **I. Dünya Savaşı Dönemi İngiltere’si: **
– İngiliz halkının sebze yetiştirme ve mutfaktan artanları hayvanlara verme çabaları, savaş koşullarında kaynakları koruma amacıyla yapılmıştır. Bu uygulama, savaşın sonuçlarına etki etmiştir.
3. **Zitvatoruk Antlaşması ve Osmanlı-Avusturya İlişkileri: **
– Belgrad’ın Avusturyalıların eline geçmesi, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki gücünü zayıflatmıştır. Bu olay, Osmanlı-Avusturya ilişkilerini daha da karmaşık hale getirmiştir.
Genel olarak, bu tür eylemler yöneticilerin politik, askeri ve ekonomik durumunu etkilemiş ve tarih boyunca farklı sonuçlara yol açmıştır.
@@@@@@@
Aynı uygulama bir kaç yıldır bizde de uygulanmaya başlamıştır.
İlk olarak patates ve soğanla başlayıp, şu anda da devam ettiği üzere domates, salata, kabak, patlıcan, karpuz gibi mutfaklarda çokça kullanılan yiyeceklerde uygulanmaktadır.
Ne diyelim!
Allah yedirtmesin, yapanlara…
@@@@@@@@
Devlet ne yapmalı?
-Evvela pabucu dama atılmalı yani esnaflıktan ömür boyu men edilmeli.
-Ağır para ve hapis cezası getirilmeli.
-Asıl yaptıranlar tesbit edilip vatandaşlıktan ihraç edilmeli.
-Terör suçu ile eş tutulmalı.
-Malın vatandaşa kolayca ulaşımı sağlanıp, fırsatçılara fırsat verilmemeli.
-Vatandaşın çiftçiye, çiftçinin vatandaşa ulaşması ve ulaştırılması kolaylaştırılmalı.
-Devlet malı sahiplenmeli. Tıpkı kurbanda malı elinde kalanın hayvanını satın aldığı gibi, sebze ve meyvenin zayi olmasını engelleyip, sahip çıkmalı.
Devlet kurumları ile ziraatçılar arasında sıkı bir koordinasyon oluşturulmalı.
-Çiftçi mağdur edilmemeli.
-İhtiyaç nisbetinde ürünün ekilmesi için yönlendirme yapılmalı.[2]
****************
Gıda terörizmi ciddi bir tehdittir. Devletlerin bu konuda alması gereken bazı önlemler şunlardır:
* Gıda Güvenliği Sistemlerini Güçlendirme: Gıda üretiminden tüketime kadar tüm süreçlerde sıkı denetim mekanizmaları kurulmalı, uluslararası standartlara uygunluk sağlanmalıdır.
* İstihbarat Çalışmalarını Yoğunlaştırma: Potansiyel tehditleri önceden tespit etmek için istihbarat birimleriyle daha yakın işbirliği yapılmalı, erken uyarı sistemleri geliştirilmelidir.
* Acil Durum Planları Hazırlama: Gıda terörü durumunda hızlı ve etkili müdahale için detaylı acil durum planları hazırlanmalı, ilgili tüm kurumlar bu planlar doğrultusunda eğitimler almalıdır.
* Kamuoyunu Bilgilendirme: Gıda terörizmi hakkında halkı bilgilendirmek, doğru bilgilerin yayılmasını sağlamak ve olası panik durumlarının önüne geçmek önemlidir.
* Uluslararası İşbirliği: Gıda terörizmiyle mücadele küresel bir çabadır. Bu nedenle diğer ülkelerle bilgi paylaşımı ve ortak projeler geliştirilmelidir.
* Gıda Üreticilerini Destekleme: Gıda üreticilerine güvenli üretim yöntemleri konusunda eğitim verilmeli, finansal destek sağlanmalıdır.
Ek olarak:
* Gıda Takip Sistemleri: Her bir gıda ürününün üretimden tüketime kadar takip edilebildiği sistemler kurulmalıdır.
* Sınır Kontrolü: Ülkeye giriş yapan gıda ürünlerinin detaylı olarak kontrol edilmesi gerekmektedir.
* Eğitim: Gıda sektöründe çalışan herkese gıda güvenliği konusunda düzenli eğitimler verilmelidir.
Bu önlemler sayesinde gıda terörizminin etkileri azaltılabilir ve halk sağlığı korunabilir.
Not: Bu sadece genel bir çerçevedir. Her ülkenin kendi özel koşullarına göre bu önlemleri uyarlaması ve ek önlemler alması gerekebilir.
Daha fazla bilgi için:
* Bakanlıkların web siteleri: Tarım Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı gibi
* Uluslararası kuruluşların raporları: FAO, WHO gibi
Lütfen bu konuda uzman birinden daha detaylı bilgi almayı unutmayın.
“Mümin müminin aynasıdır, mümin müminin kardeşidir, (ihtiyaç duyduğunda) onun geçimini temin eder / zarardan-ziyandan korur ve arkasından da / gıyabında da elinden geldikçe onu savunur.”[2]
Bir gün Peygamber Efendimiz (Sav) arkadaşlarıyla otururken Ebu Leheb meclise girer ve Efendimiz’e ”Ya Muhammed (S.A.V), birçok yerleri gezdim, senden daha çirkinine rastlamadım” der. ”Doğru söylüyorsun ya Ebu Leheb” der Peygamber Efendimiz. Biraz sonra Hz. Ali içeri girer ve tevafuk bu ya, o da: ”Ya Muhammed (Sav), Dünyada senden güzelini göremedim” der. ”Doğrusun ya Ali” der Resulullah. Bunun üzerine söz alan meclisteki bir sahabe: ”Ya Resulullah, biraz önce Ebu Leheb geldi ‘Ne kadar çirkinsin’ dedi, ona da ‘Doğrusun’ dediniz. ”Hikmeti nedir” diye sorunca, Efendimiz şöyle cevap verir: ”İnsan insanın aynasıdır. Kişi kendisi nasılsa, karşısındaki insanı da öyle görür.”
Ayna olmazsa ben kendimi göremem.
Yani sen varsan ben varım.
Sen yoksan ben yokum.
Benim varlığım, senin varlığınla kaim, devamınla da daim.
– Ne gariptir ki, doktora giden insan kendisini doktora yani bir başkasına sorar;
Ben nasılım? diye…
-SENLİKTE YOKTUR, BENLİKTE BİZDE
ZERRATI ÂBIZ BİR TEK DENİZDE.
İlim tek idi, cahiller onu çoğalttı.
Her şey bir-le başladı, bir-le ve bir-de bitti.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun (arap. إِنَّا لِلَّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ – Biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz)”[3]
Bir-den geldik, Bir-e gideceğiz.
İnsanlar Bir Adem ve bir Anneden geldiler.
Bir şeyden her şey ve her şeyden bir şey oldu.
Vahdet ve Tevhid esas oldu.
İnançtaki birlik, ameldeki birliğe dönüştü.
Her şey aslına yani bire ve birliğe rücu edecektir.
Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi
Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni
İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz
İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni. (Selîmî (Yavuz Sultân Selîm)
Bir ve bir-likte dirlik ve rahmet, İhtilâfta zahmet vardır.
Bir O vardı, hiçbir şey yoktu.
Her şey sıfırdır, bir ile değer bulur.
Farklı organlardan oluşan insan vücudu, o birlikle var olur.
Birlik gidince, varlıkta gider ve dağılır.
DAMLALAR bir olunca deniz ve derya olur.
Yoksa yok olur.
Damla kalır.
İnsanlar bir babanın evladı gibi bir kardeş olup, birlik kursalar, dirlik güçlük doğar.
Kavga biter, paylaşım artar.
-“Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”[4]
Aynayı kırmayınız. Kendinizi kırarsınız.
Ka’be bunyâd-ı Halîl-i Âzer’est
Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest
Kâbe Âzer’in oğlu Hz. İbrahim’in inşa ettiği taş bir yapıdır.
Gönül ise ululuk ve celâl sahibi Allah’ın nazargâhıdır. Molla Câmî
-Bir kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnâda hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çâresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübârek ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar ederek tebessümle:
“–Su biraz fazla ısınmış evlâdım!” dedi.
Buna pek şaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle:
“–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.
Üftâde Hazretleri de:
“–Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..” cevabını verdi.
Mesele işgal değil, idaredir.
Maymunlar, fareler, yılanlar, çakallar, yarasalar veya hayvanlar bir yeri işgal edebilirler ancak idare edemezler.
Memleketler, devletler hatta dünya işgal edilebilir ancak ne şekilde idare edilebilir?
Bunun için insan olmak ve insan kalmak gerekir.
Tıpkı Gazze’yi işgale çalışan İsrail, idareden aciz olduğu için işgali de başaramamaktadır.
Bir asırdır işgalle meşgul olan ABD ve İsrail dünyanın dünya dolusu nefretini üzerine çekmiştir.
İnsanlarda zorla ve zorbalıkla işgal edilseler de, fetih olmayınca memnunda olunmaz ve isyan başlar.
Gönülleri de fethedilmeyen insanların bedenlerini işgal edenler, o gönüle giremediklerinden kapının önünde eğleşirler.
İçeri giremez ve içeri alınmazlar.
Tıpkı Loukas Notaras gibi. Doğu Roma İmparatorluğu’ndaki son grandüktür. Dördüncü Haçlı Seferi’nde Konstantinopolis’in yağmalanması ve Latin İmparatorluğu’nun kurulması nedeniyle Latinlere karşı mesafeli olan Notaras ünlü, “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim” sözünü söylemiştir.
Fetih ve işgalin farkı da, cennet ve Cehennem farkı gibidir.
Biri açar, diğeri kapatır.
Birinde sevgi, diğerinde nefret ve azap vardır.
Tüm Peygamberler fetih yolunu açmış ta gönlün derinliklerine kadar girmişler ve de asırlarca yaşamış ve yaşamaktadırlar.
İçinde kin besleme.
Sevgi besle.
Sevgiyi besle.
Suyu olsun besmele.
Firavun ve Nemrut gibiler işgal yolunu seçmiş, en fazla hayatları müddetince hüküm sürmüşlerdir.
Akıbetleri de hazin bir sonla sonlanmıştır.
“Derken İsrâiloğulları’nı denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: “Elhak inandım ki, İsrâiloğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O’na teslim edenlerden biriyim.”
Şimdi mi? Halbuki daha önce hep baş kaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın.
İşte bugün senin cesedini kurtaracağız ki, senden sonra gelenler için bir ibret olsun! İnsanların pek çoğu gösterdiğimiz delillerin bilincinde değildirler.
Andolsun biz İsrâiloğulları’nı seçkin bir yere yerleştirdik ve onları güzel nimetlerle rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Ayrılığa düştükleri konularda rabbin kıyamet günü aralarında hükmünü elbette verecektir.”[1]
3000 yıldan bu yana firavunun cesedi hiç bozulmaya uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Ceset İngiltere’nin Londra şehrindeki British Museum’da ibreti alem olarak insanlığa sergilenmektedir.
Şu anda ayetinde hükmünce İsrailliler de FİRAVUNUN akıbetine doğru gitmektedirler.
ABD bu kadar savaş gemilerini niçin getirdi?
İsrail’i İran’dan korumak için mi?
Zaten İran’ın da pek saldıracağı da yok ya, niyeti de yok.
Zamana oynuyor.
Ateşi soğutmaya çalışıyor, kendince.
Kıbrıs Rum kesimine neden yığınak yapılıyor?
Yunanistan adalarına da yapılmıştı.
PKK’nınki zaten 50 bin TIR silah dünden hazır.
ABD’li emekli komutanda demişti; PKK’yı Türkiye’ye saldırması için biz kurmuştuk, diye.
Yoksa ABD 12 Eylül 1980 darbesinde, bizim çocuklar başardı, demişti.
15 Temmuz’da ise çocukları başarısız oldular.
Sakın onun kuyruk acısı olmasın?
İran da Süleymani, Reisi, bir çok komutan ve evinde Hamas lideri Haniye’nin öldürülmesi, konsolosluğa saldırı, iç kargaşalar Ortadoğu’daki istenen savaşı belli ki çıkarmaya yetmedi.
Bizde MOSSAD ajanlarının yakalanması ve birinci derecede Gazze’ye her yönüyle yardımcı olmamız belli ki İsrail ve ABD’yi kızdırmış.
Önceki yaptıkları, muhalefeti destekleme ve ekonomik sıkıntı oluşturmak için girişilen her türlü ayak oyunuyla sonuç alınamaması, kuyruk acısını Belli ki arttırmış oluyor.
Dünyanın nefretini üzerine çekmesi de işin tuzu biberi oldu.
Bunu hafifletmek için dün gece (18.8.2024) Tel Aviv’de sakin, kimsenin olmadığı, boş bir caddede bir kamyonun altında patlayan patlayıcı ile bir kişi öldü.
Hiç yapmazken ve yapılmaması gerekirken tüm medyayı olayın olduğu yere kadar getirip, çekim yapmalarına müsaade ettiler.
Çekim esnasında polis ve askerler bıyık altından da değil, açıktan gülüyorlardı.
Kameraya yakalandılar.
Ve o gece uçaklarla Lübnan’ı bombaladılar.
Belli ki Tel Aviv’deki bomba süsü de ayıpları örtmeye yetmedi.
Acaba İstanbul’da arabanın içinde öldürülen Filistinli iş adamı MOSSAD’ın işi mi?
İran’dan sonra biz mi savaşa çekilmeye çalışılıyoruz?
Neden olmasın!
Çünkü vadedilmiş toprakların uzantısı Nil’den Fırat’a hatta Diyarbakır, Adıyaman hatta Kayserinin sınırlarına kadar uzanıyor.
Öyle ya, buraları onlara Allah vadetmiş!
Barıştan yana olmayan İsrail ve onu destekleyen ABD büyük bir savaş istiyor.
Saldırganlığına devam edecektir.
İsrail mi imtihanda yoksa biz, İslam dünyası ve insanlık mı?
“Eğer Allah dileseydi onlardan (muharebesiz olarak da) elbet intikam alırdı. Fakat (muharebeyi emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin amel (ve hizmet) lerini asla boşa çıkarmaz O.”[1]
Birisi: İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır. Savt ve sadâlı hayvanatın, mesela acıktıkları zaman kendi hususi lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.
İkinci Kısım: Nebatat, eşcarın bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyacî dualardır.
Üçüncüsü: Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin lisan-ı istidat ile hissedilen istidadî dualarıdır.
Evet, her şey Cenab-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.İ’lem eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim, müntec bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-guyub’un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların her birisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.”[2]
+***************
“Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi, dua üç nevidir.
Birinci nevi dua: İstidat lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fâtır-ı Hakîme dua ederler ki, “Senin nukuş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşvünemâ ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.”
Hem şu istidat lisanıyla dua nevinden birisi de şudur ki: Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden dua eder, isterler. Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız” derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duadır. “[3]
@@@@@@@
İzahı.
Birinci Nevi Dua: İstidat Lisanıyla Dua
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, evrendeki her varlığın Allah’a karşı bir duada bulunduğunu, ancak bu duanın bizim anladığımız dilde değil, varlığın kendi yapısı ve işleviyle ifade edildiğini belirtir.
Sözün Ayrıntıları:
* İstidat Lisanı: Bu ifade, varlıkların sahip olduğu potansiyel ve yetenekler aracılığıyla yaptıkları duayı ifade eder. Yani bir tohum, Allah’a “Beni büyüt ki senin güzel isimlerinin tecellilerine ayna olayım.” dercesine bir dua eder.
* Hububat ve Tohumlar: Bu örnekler, canlıların en basit hali olarak gösterilir. Tohum, toprağa düştüğü andan itibaren büyümek ve meyve vermek için Allah’a dua eder.
* Nukuş-u Esma: Allah’ın isimlerinin tecellileri, yani Allah’ın birliğinin, güzelliğinin, rahmetinin ve diğer sıfatlarının yaratıklarda görülen yansımalarıdır.
* Neşvünemâ: Büyümek, gelişmek ve olgunlaşmak demektir. Tohum, Allah’ın izniyle büyüyerek meyve verir ve böylece Allah’ın isimlerini gösterir.
* Küçük Hakikat: Tohumun içindeki potansiyel, yani bir ağaca dönüşme yeteneği.
* Sümbül ve Ağaç: Tohumun büyüyerek ulaştığı en güzel ve mükemmel hal.
Sözün Anlamı:
Bu söz, evrendeki her varlığın Allah’a karşı bir görev ve sorumluluğu olduğunu, varlıkların kendi fıtratları gereği Allah’ı zikrettiklerini ve O’na yöneldiklerini ifade eder. Bir tohum, büyüyerek Allah’ın isimlerini gösterir, bir kuş uçarak O’nu tesbih eder, bir insan düşünerek ve ibadet ederek O’na yaklaşır.
Bu Sözün Önemi:
* Evrensel Birlik: Evrendeki her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve Allah’a yöneldiğini gösterir.
* Allah’ın Birliğinin İspatı: Evrendeki düzen ve ahengin, Allah’ın varlığının ve birliğinin en büyük delili olduğunu vurgular.
* İnsanın Sorumluluğu: İnsanların da diğer varlıklar gibi Allah’a karşı sorumlu olduğunu ve O’nun emirlerine uyması gerektiğini hatırlatır.
Sonuç:
Bediüzzaman Said Nursi, bu sözüyle bizlere evreni farklı bir gözle görmeyi öğretir. Evrendeki her şeyin bir dili olduğunu ve bu dilin Allah’ı zikretmek olduğunu anlarız. Bu anlayış, insanın kendine ve evrene bakış açısını değiştirir ve onu daha derin bir iman duygusuna ulaştırır.
Bu konu hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz şu kaynakları inceleyebilirsiniz:
* Risale-i Nur Külliyatı
* Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatı ve Eserleri
Başka sorularınız olursa lütfen çekinmeyin.
Not: Bu açıklama, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerindeki ilgili bölümlerin daha derinlemesine incelenmesiyle zenginleştirilebilir.
@@@@@@@@
“Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız” derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duadır.”izah eder misin
İzahı.
Bediüzzaman’ın “İçtima-i Esbab Bir Nevi Duadır” Sözünün Açıklaması
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, evrendeki her varlığın Allah’a karşı bir duada bulunduğunu, ancak bu duanın bizim anladığımız dilde değil, varlığın kendi yapısı ve işleviyle ifade edildiğini belirtir.
Sözün Ayrıntıları:
* Su, hararet, toprak, ziya: Burada zikredilenler, bir bitkinin büyümesi için gerekli olan temel unsurlardır.
* Çekirdek: Bir bitkinin başlangıcı ve potansiyelidir.
* Vaziyet alarak: Bu unsurların çekirdeğin etrafında belirli bir düzende toplanması ve bir araya gelmesi.
* Lisan-ı dua: Dua dili, yani Allah’a yöneltilen bir talep veya istek.
* Mucize-i harika-i kudret: Allah’ın sonsuz kudretinin bir göstergesi olan mucizevi bir olay.
* Câmid, basit maddeler: Cansız ve basit maddeler.
* İçtima-i esbab: Sebeplerin bir araya gelmesi.
Sözün Anlamı:
Bu söz, bir tohumun büyümesi için su, toprak, güneş ışığı gibi unsurların bir araya gelmesinin tesadüfi bir olay olmadığını, aksine bu unsurların Allah’a yönelik bir dua olduğunu ifade eder. Yani su, toprağa ve güneşe “Biz bu çekirdeği büyütelim ki, Allah’ın isimlerini gösterelim.” dercesine bir dua eder. Bu durum, evrendeki her şeyin Allah’ın emri altında hareket ettiğini ve O’na karşı bir sorumluluğu olduğunu gösterir.
Bu Sözün Önemi:
* Evrendeki Düzen: Evrendeki her şeyin bir amaç ve hedef doğrultusunda hareket ettiğini gösterir.
* Allah’ın Birliği: Evrendeki bu mükemmel düzenin, Allah’ın varlığının ve birliğinin en büyük delili olduğunu vurgular.
* İnsanın Sorumluluğu: İnsanların da diğer varlıklar gibi Allah’a karşı sorumlu olduğunu ve O’nun emirlerine uyması gerektiğini hatırlatır.
Özetle:
Bediüzzaman, bu sözüyle bizlere evreni farklı bir gözle görmeyi öğretir. Evrendeki her şeyin bir dili olduğunu ve bu dilin Allah’ı zikretmek olduğunu anlarız. Bu anlayış, insanın kendine ve evrene bakış açısını değiştirir ve onu daha derin bir iman duygusuna ulaştırır.
Bu konu hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz şu kaynakları inceleyebilirsiniz:
* Risale-i Nur Külliyatı
* Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatı ve Eserleri
Not: Bu açıklama, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerindeki ilgili bölümlerin daha derinlemesine incelenmesiyle zenginleştirilebilir.
*********************
Özetle: İstidat lisanının; yaratılışla, Allah’ın meleklere, siz benim bildiğimi bilmezsiniz, hakikati ile, Talimi Esma ile, Farklı yerlerde gelme ve yönlendirme, yönlenme ile, Kader gibi bir çok hakikatlerle bir çok bağlantısı vardır.
“Kemâ tekûnû yuvella aleyküm” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar).
“A’malüküm ummalükum” (amelleriniz yönetcilerinizdir, onlar sizlerin eseridir) denilmiştir.[1]
“Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.” [2]
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder:
“Allah her dönemin hükümdarını halkın kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse salih birini, helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.”[3]
-Dünyanın hiçbir ülkesinde hatta insan eti yiyen yamyamlarda hatta ve hatta dağ kanunlarında bile ihanet içinde olan, milletin askerinin ve polisinin çatıştığı terör örgütünün en üst düzeyde, o devletin meclisinde, dokunulmaz olarak, millet vekili olarak görev yapmış ve Partisi de altı yüz elli sekiz milyon yani eski parayla 658 trilyon yani bir katrilyona yakın para almış olsun!
En üst düzeyde aldığı maaş ve imkanlarla bu millete kurşun olarak geri dönmektedir.
Guinness Rekorlar Kitabına geçecek emsalsiz bir uygulamadır.
İşin daha da garibi, bu yardımın verilmesine mecliste yapılan itirazda, adaletin en üst karar mercii olan Anayasa Mahkemesinin bu itirazı reddetmesi ve milletin, fakir, fukaranın, garip gurebanın parasını terörü temsil edenlere verilmesinin en üst hukuk tarafından da onaylanmış olmasıdır.
Bir millet ve devlet için bu durum tam bir Yüz Karasıdır.
Ve memleketin en büyük muhalefet partisinin de bunlarla İttifak yapmış olmasıdır.
Terör niye bitmiyor?
-Evlat, hırsız içeriden olursa kapı kilit tutmazmış.
Hukuk yerde olursa, millet nerede olur?
Hukuk haksızdan yana olursa, haklının durumu ne olur?
Et kokarsa tuzlarsın.
Ya tuz kokarsa ne edersin?
Tuz kokmaya başladı.
****************
İçişleri Bakanı Yerlikaya, son 1 yılda 585 organize suç örgütünün çökertildiğini bildirdi
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, son 1 yılda 585 organize suç örgütünün çökertildiğini, 106 milyar lira değerinde mal varlığına el konulduğunu bildirdi.[4]
-AK Parti milletvekili Alpay Özalan’ın mecliste göstermiş olduğu tepki, Millet tarafından milyonlarca takdir topladı. Bu da milletin meclisteki Terör ve teröristlerle bağlantılı olan kimselere karşı gösterilen tepkiye susamış olduklarını ve de onlara karşı öfke ve nefretin içlerinde oluşmuş, doğmuş büyük patlama içerisinde olduklarını göstermektedir.
Microsoft’un bir tuş hatasıyla uçaklar kalkamadı, sistemler çöküşe geçti.
Dünya çöküşe mi götürülüyor?
Dünya tek bir elden kontrol mü ediliyor ve edilecek?
Evvelden devletler kontrol edilirdi, şimdi ise hem şahıslar ve hem de onların sahip oldukları her şeyleri.
Bir düğmeye bakıyor.
Bir Enter, bir Delete ve bir Kopyala Yapıştıra bakıyor.
Bir anda her şey ve her şeyimiz ve de her şeylerimiz bitebilir.
Gerçi o birileri kontrol için yedeklemeyi de yapmaktadırlar.
O da bizi susturma ve kontrolün devamı için.
Buna bir de eşyaya, hayvanlara takıldığı gibi insana da takılacak çipleri ana beyin tarafından tüm beyinlerin kontrol altına alınıp, kolay yönlendirme yapılabilecektir.
Dünya modern köleliğe doğru hızla yol alıyor.
O da zorla değil, kolay kabul edilen modern bir kölelik ve mahkûmiyetle.
Bireysel Nefsin mahkumiyetinden, evrensel nefsin mahkumiyetine doğru bir gidiş var.
Bu da bir bütün olarak şeytani nefisle birleşmektedir.
Bireysel nefisten şeytani nefse bir göç var.
Bireysel nefisleri kendi hizbiyle kontrol eden şeytan, artık bütün nefisleri tek nefis haline getirip bir kontrol mekanizmasıyla kolayca kontrol edebilecek, hepsine toplu mesaj gönderip, toptan bir virüsle çökertecek, resetleyip istediği gibi güncelleyecektir.
Korunmuş, dizginini kaptırmamış, şifresini paylaşmayı çaldırmamış, güçlü şifrelerle korunmuş, ateş duvarlarıyla geçişi engellenmiş, Rahmanın hizbine mensub, beş vakit güncellenip yenilenenler bundan müstesnadır.
****************
-Tıpkı bir Korona virüsle milyonların ölmesi gibi.[1]
-Ve artık savaşların normal silahlarla değil, Biyolojik silahlarla sürdürülmeye çalışılması gibi.[2]
– Çin yeni bir ölümcül virüs yaptı: Gözler beyaza dönüyor, zayıflatıyor, uyuşturuyor
Pekin Kimyasal Teknoloji Üniversitesi tarafından yürütülen araştırma kapsamında, Çin’in Covid-19 benzeri ölümcül bir virüsle laboratuvar deneyleri yaptığı belirlendi. İddialara göre virüs, 2017 yılında Covid salgını öncesinde keşfedilmişti.[3]
-“Akıl baştan çıkarsa “Deli” diyorlar…
Dünya senden çıkarsa “Velî” diyorlar…
Sen dünyadan çıkarsan “Ölü” diyorlar…”
İstanbul’un fethi müjdesi nasıl bir hakikat ise, aynı zamanda aynen tahakkuk etmiş ise, aynı şekilde Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça Kıyamet kopmaz, hadisi de aynı şekilde haktır ve elbette tahakkuk edecektir.[1]
“Müslümanlar, Yahudilerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacak. Harp olacak ve Müslümanlar onları kırıp mahvedecekler. Öyle ki, Yahudilerden bir kimse bir ağaç veya bir taşın arkasına saklanacak olsa, o ağaç ve taş dile gelerek ‘Ey Müslüman, ey Allah’ın kulu, arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür.’ diyecek. Sadece Ğarkad ağacı haber vermeyecek, çünkü bu ağaç, onların ağacıdır.”[2]
-Nitekim Yemen ve Şam haberleri de bunu gösteriyor.[3]
-Kuranı Kerim ne demiş de çıkmamış, Peygamber Efendimiz ne haber vermişte vuku bulmamış?
Bugün İsrail mukadder olan ve haber verilen akıbetine adım adım ilerliyor.
Fare deliğine de girse, ininde avlanacağı haber veriliyor.
Dayısı olan Ğarkad ağacı mesabesindeki dayısı, büyük abisi ve ABD o sonun son bulmasına mani olmak değil, aynı zamanda kendi sonunu da hazırlıyor.
ABD bir asrı darbelerle, savaş ve savaştırmalarla şekillendirmeye çalıştı.
Silah olarak da, doları ve silah gücünü kullanıyor.
Zulüm devam etmez.
Hele birde masum çocuk ve kadınlara dokunan bir zulüm ise.
İlahi azabı celbedecek bir zulüm.
On binlerin ve arkasında milyarların şikayet dilekçelerinin gittiği ve bedduaların ayyuka çıktığı, ilahi adalet ahirete kalmadan ibreti alem olarak dünyada da tecelli edecektir.
Mazlumun sahibi Allah’tır.
Zalimin hasmı Allah’tır.
Toprağın altındaki tohumu unutmayan Allah, Toprak altına giden bu mazlum ve masumları hiç unutur mu?
İsrail ve Yahudiler zulümleriyle kendi toplu imhalarını hızlandırıyorlar.[4]
-Zulüm İsrail’in kuruluşundan beri artarak pervasızca işleniyor.
– “14 Mayıs 1948’de bağımsızlığını ilan İsrail, bölgedeki varlığını güçlendirdikten sonra 5 Haziran 1967’de Mısır ve Suriye’ye savaş açtı.
6 Gün Savaşları olarak bilinen bu savaşta Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü alan Yahudiler, yüzyıllardır hayalini kurdukları Mescid-i Aksa’ya artık somut olarak dokunabilecek konuma geldi.
Mescid-i Aksa’ya yönelik ilk büyük saldırı 6 gün savaşlarından hemen 2 yıl sonra 21 Ağustos 1969 yılında yapıldı. Denis Ruhan isimli Yahudi tarafından kundaklanan Mescid-i Aksa’nın büyük bir bölümü tahribata uğradı.
Yangında yüzlerce yıllık birçok tarihi eser ve fethin nişanesi olarak Salahaddîn Eyyubi tarafından Kıble Mescidine konulan, sembolik değeri oldukça yüksek olan ahşap minber tamamen yandı.
Dönemin İsrail başbakanı Golda Meir ise olaydan hemen sonra tarihi geçecek şu sözleri söyledi:
“O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannettim ki, Müslümanlar dört taraftan İsrail’e girecekler. Ama korkulan olmadı. O zaman idrak ettim ki: Biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.”[6]
-“Biz kitapta İsrailoğullarına şu hükmü de bildirdik: ‘Siz ülkede iki defa fesat çıkaracak ve açık zorbalıklar yapacaksınız. Onlardan birincisinin vâdesi geldiğinde, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı sizin üzerinize musallat ederiz. Onlar sizi yakalayabilmek için evlerin aralarına bile girerek her tarafı didik didik edip araştırırlar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdür.”[7]
“Bunun ardından sizleri onlara galip getireceğiz, mallar ve çocuklarla size yardım edecek ve savaşçılarınızın sayısını arttıracağız. İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, onu da kendi aleyhinize işlemiş olursunuz. Derken, sonraki taşkınlığınızın vakti geldiğinde, kederinizden suratlarınız asılsın, daha önce girdikleri gibi yine Mescide girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler diye başınıza düşmanlarınızı musallat edeceğiz”[8]
*************
Türkiye 100 yıldır kaypak ve de kaygan bir zeminde oturmaktadır. Kardeş kavgalarından iç kavgalara ve de darbelere varıncaya kadar bu millet sürekli bir şekilde en ufak bir meseleden veya çok rahatlıkla toplumu karşı karşıya getirecek provakatif eylemlerle (mecliste olduğu gibi) yumruklaşabilmekte, sarsılabilmektedir.
Zeminin kaygan olması sürekli bir şekilde insanları birbiriyle çarpıştırmaktadır.
Maalesef bunu Türkiye’de, memleketimizde gördüğümüz gibi, bunun gittikçe dünyada da yayılır hale geldiğini görmekteyiz.
Öyle zannediyorum ki 3. Dünya Savaşı bunun dünya çapında bir derece İsrail’den başlayarak, Amerika ile devam ederek, Avrupa ülkeleri ile destek olunaraktan bu kaygan zemin bir derece dünyaya doğru yaygın bir hale getirilmektedir.
Mesele köklü bir çözüm bulunmamasından kaynaklanır.
Ne gibi?
Mesela dağdaki eşkıya ile askerimiz ve polisimiz sürekli bir şekilde çarpışmaktadır. Oysa bununla birlikte o teröristleri temsil eden kişiler ve partiler mecliste ve maalesef bazılarının oylarıyla seçilmekte adeta o dağdaki eşkıyayı temsil etmektedirler.
Bununla da kalmayıp bunların partilerine verilecek yardımın kesilmesi için yapılan müracaatta Anayasa Mahkemesi esefle ifade edelim ki; onlara verilecek 500 trilyondan fazla paranın kesilmemesi yönünde oy vermiştir.
Ve böylece askerimiz dağdaki eşyayla çarpışarak adeta onlara kurşun yardımı durumunda olan ve onları temsil eden Parti’ye de 500 trilyonun üzerinde devlet yardımı yapılmıştır. Bu milletin yetiminin, fakir ve fukaranın, garibin gurabanın, yetimin parası dağdaki eşkıyaya gitmektedir.
Ve buna da hukuk maalesef onay vermektedir.
İşte mesele burada. Köklü halledilmeyince yani o dağdaki eşkıyayı temsil eden, onları savunan insanlar eğer meclisteyse, bu hakikaten düşündürücüdür.
Bunu Türkiye’de bu şekilde düşündüğümüz gibi dünyada da İsrail eşkıyası çok rahatlıkla on binlerce çocuğu, kadını öldürürken Amerika, Avrupa ülkeleri ona destek olmakta, maddi ve manevi her türlü desteği, her türlü imkanı ona sağlamaktadır. Maalesef Dünya’daki devletlerde zulüm ve zalimleriyle hukuken, Kanunen koruma altına alınmaktadır.
Tenkid yapılacaksa insaflı yapılmalı, yapılanları göz ardı etmemelidir.
*****************
İçten ve dıştan 300 yıllık bir yıkım yaşadık.
Son yüz yılda bu çöküş gerçekleşti.
Çok şeyimizi kaybettiğimiz gibi, pek de kazanamadık.
Çünkü etrafımız tamamen çevrelenmiş, yok olmamız için her yöntem denenmişti.
Nitekim zamanla yapılan ifşaatlarla bunu daha iyi görüyor ve anlıyoruz.
50 yıldır uğraştığımız PKK belası üst düzey bir PKK’lının da dediği gibi; arkamızda yirmiden fazla devlet var.
“Eski ABD’li albay Douglas Macgregor’dan terör örgütü PKK itirafı geldi. Amerikalı emekli albay, kendi internet sitesinden yaptığı değerlendirmede ABD ve İsrail’in Suriye’de PKK’yı Türkiye saldırmak için silahlandırdığını ve teşvik ettiğini söyledi.
Suriye’deki güçlerimizi Türkiye’ye saldırmak için hazırlıyoruz. Şimdi ben neden bahsediyorum? Öncelikle Kürtlerden bahsediyorum; MUK, diğer örgütler ve PKK. Silahlanmaya ve Türkiye sınırını aşarak Türkiye’ye doğrudan saldırı yapmaya teşvik edilmişlerdir. Türkler bunu biliyor ve bu konuda çok üzgünler. Geçmişte de bunu dönemsel olarak yaptık.”[6]
-ABD bize attığı ateşi şimdilerde İsrail eliyle Ortadoğu’ya hatta dünyaya yaymaktadır.
ABD, İran’ın İsrail’e saldırmaması için Türkiye’nin ve Mısırın devreye girerekten, İran’ı ikna etmesini istiyor
Amerika bu hareketiyle dürüst olmadığını açık ve net olarak gösteriyor çünkü eğer samimi olmuş olsa idi, bu kadar söylemeye gerek kalmadan silah yardımı yapmasaydı ve İsrail’e dur deseydi, bu mesele otomatikman çözülecekti.
O halde Amerika bu haliyle İsrail’in pisliğini Türkiye ve Mısır gibi İslam ülkelerine temizletmeye çalışıyor. Bununla da ikili oynuyor, tavşana kaç derken, tazı ya da tut diyor. Bir yandan her yönüyle İsrail’in arkasında tüm Avrupa ülkeleri ile destek olacağını, her türlü yardımcı bulunacağını söylerken, diğer taraftan İsrail’in yaptığı tüm suikastlara, saldırılara göz yumuyor. Engelleme durumuna gitmiyor. Silah desteği ve para desteğini sınırsız olarak veriyor.
Diğer taraftan da İran’ı tehdit ederek İsrail’e saldırmamasını, saldırmaması için diğer devletlere haber göndererek yardımcı olmasını istiyor.