Gazze’de Soykırımı Durdurma Çağrısı: Küresel Direniş, İslâm Dünyası ve İnsanlığın Sınavı

Gazze’de Soykırımı Durdurma Çağrısı: Küresel Direniş, İslâm Dünyası ve İnsanlığın Sınavı
Gazze’de aylardır süren İsrail saldırıları, sadece Filistin topraklarını değil; insanlığın vicdanını da hedef alıyor. Binlerce sivilin katledildiği, BM’ye bağlı kurumların bile bombalandığı, çocukların sağlık hakkından mahrum bırakıldığı bir süreç yaşanıyor. Bu tabloya karşı dünyanın dört bir yanında yükselen sesler, İsrail’in “haydut devlet” kimliğini ifşa ederken, aynı zamanda İslam ülkelerinin pasifliğini de gündeme taşıyor.
Avrupa’dan Filistin’e Dayanışma
Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan “Gazze’de soykırımı durdurun” çağrılı barış gösterisi, Avrupa’daki kitlesel tepkilerin önemli bir örneği oldu. Yunanistan’dan denize açılan “Oksigono” ve “İlektra” isimli gemiler ise, Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı hedefleyen Küresel Sumud Filosu’na katıldı. 50 gemiden oluşan bu dev insani konvoy, tarihin en büyük deniz dayanışma hareketlerinden biri olarak Akdeniz’e açılırken, saldırı tehditlerine rağmen geri adım atmadı. İstanbul’da yapılan destek gösterileri de, bu dayanışmanın sadece denizde değil, karada da devam edeceğini ortaya koydu.
İslam Dünyasının Tutumu ve Erdoğan’ın Çağrısı
Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı – Arap Birliği Ortak Olağanüstü Zirvesi, İsrail’in saldırılarına karşı İslam dünyasının ortak bir irade göstermesi için önemli bir fırsat oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın zirvede yaptığı “İsrail’i durduracak güce sahibiz” çıkışı, ekonomik ve siyasi yaptırımların zorunlu olduğunu vurguladı. Ancak bugüne dek İslam ülkelerinin İsrail’i besleyen ticari ve siyasi ilişkilerini sürdürmesi, bu haydut devleti fiilen güçlendirdi.
İsrail’de Derinleşen Skandallar
Netanyahu hükümeti içeride de çalkalanıyor. Sosyal Eşitlik Bakanı Mai Golan’ın yönettiği bakanlıkta yolsuzluk ve uyuşturucu laboratuvarı skandalı patladı. Bu gelişme, İsrail’in sadece dışarıda değil içeride de çürümüş bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyor. Haydut devlet, bir yandan Gazze’de katliam yaparken, diğer yandan kendi halkına yozlaşma ve adaletsizlikten başka bir şey sunmuyor.
Vicdanın Sesi: Sanatçılar ve Halklar
İsrail’in saldırılarını kınayanlar arasında sanat ve kültür dünyasının da güçlü bir şekilde yer alması dikkat çekiyor. Londra’da İsrailli orkestra şefi Ilan Volkov sahneden “Artık sessiz kalamam” diyerek İsrail’de konser vermeyi bıraktığını açıkladı. Oscar ödüllü oyuncu Javier Bardem ise kefiyesiyle çıktığı sahnede, İsrail’e ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulanması gerektiğini vurguladı. Bu tavır, sanatın bir vicdan dili olabileceğini bir kez daha gösterdi.
Gazze’nin Acıları: Çocukların Çığlığı
Gazze’de yaşanan dramın en çarpıcı örneklerinden biri, kafatası parçalanan 12 yaşındaki Meryem İbrahim’in hikâyesi oldu. Sağlık sisteminin çökertilmesi nedeniyle ameliyat olamayan Meryem, “Çocukluğumu elimden aldılar” diyerek dünyanın sessizliğine isyan ediyor. Onun çığlığı, Filistin’deki binlerce çocuğun ortak feryadıdır.
Dayanışmanın Yükselişi
Türkiye’de ise halkın tepkisi sokaklardan ticaret hayatına yansıyor. İzmirli genç dönerci Muhammed Bilal Kılınak’ın bir aylık kazancını Gazze’ye bağışlaması, vicdanın nasıl harekete geçtiğinin küçük ama anlamlı bir örneği. Bu bireysel çabalar, halkların kalbinin Filistin için attığını gösteriyor.
Sonuç: Bekâ Meselesi
Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin uyarısında vurgulandığı gibi, artık mesele yalnızca Gazze’nin sınırlarıyla sınırlı değildir. İşgalci rejim, bölgenin tamamını hedef almakta; İslam ülkelerini birer birer kuşatma altına almaktadır. Bugün atılacak adımlar, yarının pişmanlıklarını engellemek için bir bekâ meselesidir.
Filistin mücadelesi, sadece bir halkın özgürlük direnişi değil; insanlığın vicdan testidir. Kim susarsa kaybedecek, kim ayağa kalkarsa insanlığını kurtaracaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

Dünya ve Ahiret Dengesi: İhlasın Önemi

Dünya ve Ahiret Dengesi: İhlasın Önemi

> “Amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.”
> Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi (R.A), Emirdağ-1 – 86
>
Bu hikmetli söz, İslam düşüncesinin temel taşlarından biri olan ihlas kavramının özünü ve dünya-ahiret dengesini mükemmel bir şekilde özetler. Amel-i uhrevî, yani ahiret için yapılan ibadetler ve hayırlı işler, Allah rızası için yapılır. Bu amellerin içine dünyevi bir makam, şöhret, zenginlik veya şahsi zevkler gibi dünyevi maksatların karıştırılması, ibadetin ruhunu ve samimiyetini zedeler.
İhlas, yapılan her işte sadece Allah’ın rızasını gözetmek demektir. Bu, bir ibadeti gösteriş için yapmaktan, bir iyiliği karşılık bekleyerek yapmaktan, hatta bir ilmi makam veya çıkar için öğrenmekten kaçınmaktır. Bir insan, ahiret için yaptığı bir ameli, örneğin namazını, orucunu veya hayır işini, insanların takdirini kazanmak, saygınlık elde etmek veya ticari bir menfaat sağlamak amacıyla yapmaya kalkışırsa, o amelin asıl değeri olan ihlası yitirir. Bu durum, bir çeşmeye kirli su karıştırmak gibidir; suyun saflığı ve içilebilirliği kaybolur.
Bediüzzaman’ın bu uyarısı, insanın nefis tuzağına karşı bir kalkan niteliğindedir. Nefis, her zaman amelin içine dünyevi bir lezzet katmak ister. Oysa hakiki mümin, bu fısıltılara kulak vermemeli, amellerini yalnızca Allah’a sunmalı ve karşılığını sadece O’ndan beklemelidir. Tarihte nice alimler, salihler ve kahramanlar, sadece ihlasla hareket ettikleri için kalplerde taht kurmuş, eserleri asırlarca yaşamıştır. İhlas, ameli makbul kılan bir ruh ve manevi bir cevherdir. Onu korumak, müminin en büyük mücadelesidir.

Dünya Ehlinin Kaybettiği Ticaret

> “Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı ilâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır.”
> Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı’ndan
>
Bu metin, dünyanın cazibesine kapılan ve manevi değerlerini terk edenlerin yaşadığı büyük zararı, adeta bir ticaret benzetmesiyle anlatır. Ehl-i dünya, yani dünyaya aşırı düşkün olan insanlar ve özellikle ehl-i dalâlet (sapıklık ehli), geçici menfaatler uğruna ebedi hayatlarını feda etmekten çekinmezler.
Hayat, büyük bir pazardır. Ebedi cennet, sonsuz mutluluk ve Allah’ın rızası gibi paha biçilmez manevi değerler, bu pazarın en değerli mallarıdır. Ancak dünya ehli, bu kıymetli malları, çok cüzi ve geçici kazançlar karşılığında elden çıkarır. Bir yıllık dünyevi rahatlık veya küçük bir makam için, sonsuz ahiret hayatını yok etme riskine girerler. Bu, bir inci tanesini bir çakıl taşına değişmek gibi akıl dışı bir davranıştır.
Bu insanlar, dünyevi hırsları yüzünden ilahi gazabı üzerlerine çekerler. Allah’ın rızasını kazanmak yerine, nefislerinin ve sapkın insanların hoşnutluğunu elde etmeye çalışırlar. Bu durum, onlara sadece geçici bir tatmin verirken, ebedi bir pişmanlık ve azaba kapı açar. Tarih boyunca nice Firavunlar, Nemrutlar ve Karunlar, dünya hırsı yüzünden hem bu dünyada hem de ahirette kaybetmişlerdir. Onların hayat hikayeleri, bu sözün en somut isbatlarıdır. Dünya geçici bir misafirhane iken, ebedi hayata yatırım yapmak, aklın ve imanın gereğidir.

Nefsin Bencil Sevgisi

> “İnsan’ın bizzat nefsi kadar birşeye sevgisi yoktur.”
> Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı’ndan
>
Bu kısa ama derin cümle, insan fıtratının en temel özelliklerinden biri olan nefis sevgisini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, yaratılışı gereği öncelikle kendi varlığını, kendi benliğini sever. Bu sevgi, zaman zaman egoist bir boyuta ulaşır ve diğer tüm sevgilerin önüne geçer.
İnsanın nefsine olan bu sevgi, tüm fiillerine, düşüncelerine ve tercihlerine yön verir. Bir insan bir başkasını seviyorsa, bu sevginin altında çoğu zaman o kişinin kendisine sağladığı bir fayda, zevk veya ona ayna tutan bir özellik yatar. Örneğin, bir anne bile çocuğunu severken, bu sevgiye kendi varlığının bir uzantısı olduğu için duyduğu bir his karışır. Bu, sevginin samimiyetini azaltmaz, ancak insanın psikolojik yapısının bir gerçeğini ortaya koyar.
Bu sözün hikmeti, insanın kendisini tanıma yolculuğunda önemli bir basamak oluşturur. Kendi nefsinin zaaflarını ve bencilliğini fark eden bir insan, bu sevgiyi kontrol altına almaya ve daha yüce bir sevgiye yönelmeye çalışır. Bu, Allah sevgisi ve O’nun rızası için diğer insanlara duyulan sevgi olabilir. Hakiki iman, nefsin bu bencil sevgisini terbiye ederek, sevgiyi daha büyük, daha kapsayıcı ve daha ulvi bir hale getirmeyi hedefler. Nefis, bir düşman değil, terbiye edilmesi gereken bir binektir.

Manevi Diriliş ve İslam Aleminin Umudu

> “Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.”
> Kaynak: Hz. Bediüzzaman Said Nursi (ra) Tarihçe-i Hayat – 77
>
Bu metin, İslam dünyasının içinde bulunduğu zorlu şartlar karşısında büyük bir umut ve vizyon sunmaktadır. Bediüzzaman, masum insanların yaşadığı acıların, zulümlerin ve dertlerin neticesinde yükselen feryatları, “ây, vây ve âh”ları, boşa gitmeyecek birer manevi enerji olarak nitelendirir. Bu feryatlar, gökyüzüne yükselerek rahmetli bir bulut oluşturacaktır. Bu benzetme, acı ve kederin, ilahi merhameti ve yardımı celbetme potansiyeli taşıdığını ifade eder.
Tarih, bu sözün doğruluğuna şahitlik eder. İslâm coğrafyasında yaşanan işgaller, zulümler ve yıkımlar, Müslümanların kalbinde büyük bir acı ve hüzün bırakmıştır. Ancak bu acılar, aynı zamanda bir uyanışa, dirilişe ve direnişe vesile olmuştur. Bediüzzaman, bu uyanışın somut bir neticesi olarak, yeni İslam devletlerinin kurulmaya başladığını ve bu durumun, o “rahmet bulutunun” teşekküle başladığının bir işareti olduğunu söyler. Bu yeni devletler, ümmetin yeniden bir araya gelme, güçlenme ve bağımsızlığını kazanma umudunu simgeler.
Bu söz, ümitsizliğe düşen kalplere bir tesellidir. Masumların döktüğü gözyaşları ve kalplerinin derinliğinden çıkan ahlar, boşa gitmez, aksine ilahi rahmetin tecellisi için bir zemin hazırlar. İslam alemi, tarih boyunca nice badireler atlatmış, her düşüşten sonra daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmıştır. Bu söz, bu tarihi döngünün bir yansımasıdır ve her ne kadar zorluklar olsa da, İslam’ın geleceğinin parlak olduğu mesajını verir.

Makale Özeti

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı hikmetli sözü ele alınmıştır. İlk olarak, ihlas kavramı üzerinde durulmuş, ahiret amellerine dünyevi çıkarların karıştırılmasının manevi değeri nasıl zedelediği anlatılmıştır. İkinci kısımda, dünya ehlinin geçici menfaatler uğruna ebedi hayatlarını feda etmelerinin büyük bir ticaret hatası olduğu vurgulanmıştır. Üçüncü bölümde, nefsin bencil sevgisinin insan fıtratındaki yeri ve bu sevginin terbiye edilerek daha ulvi amaçlara yönlendirilmesinin önemi açıklanmıştır. Son olarak, masumların yaşadığı acıların ve feryatların, İslam dünyasının yeniden dirilişine vesile olacağı ve yeni İslam devletlerinin bu dirilişin habercisi olduğu dile getirilmiştir. Tüm bu metinler, insanın dünya ve ahiret dengesini doğru kurması, nefsini tanıması ve İslam ümmetinin geleceğine dair umut beslemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

İbadetin ruhu İHLAS’tır

  1. “İbadetin ruhu İHLAS’tır.”

    Bu kısa ve öz ifade, İslam’ın temel direklerinden olan ibadetin özünü tanımlar. İhlas, bir ibadeti veya ameli, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapmaktır. Gösterişten, riyadan, insanların beğenisini kazanma arzusundan uzak durmaktır. Bediüzzaman, ibadetin görünürdeki şeklinin (namaz, oruç vb.) bir beden olduğunu, bu bedene hayat veren, onu değerli kılan şeyin ise ihlas olduğunu vurgular. İhlası olmayan bir ibadet, ruhsuz bir beden gibidir; zahiren var olsa da manevi bir derinlik ve karşılık bulamaz. Bu söz, müminin niyetini sürekli gözden geçirmesi ve amellerini arındırması gerektiğini hatırlatır.

    2. “Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.”

    Bu çarpıcı metafor, hakikatin kaynağını ve insanın bu kaynağa yönelme zorunluluğunu anlatır. Güneş, burada bütün kâinatı aydınlatan ve tüm hakikatlerin asıl kaynağı olan Allah’ı temsil eder. Mumlar ise, Allah dışında, insan aklının, felsefenin, ideolojilerin veya sahte rehberlerin ortaya koyduğu sınırlı ve eksik bilgileri simgeler. Bediüzzaman, asıl ve mutlak hakikat varken, geçici, kısmi ve yanıltıcı bilgilere bel bağlanmaması gerektiğini belirtir. İnsanlık, tarih boyunca birçok farklı düşünce akımının peşinden gitmiş, ancak eninde sonunda bu “mumların” ışığının yetersiz olduğunu görmüştür. Bu söz, insanı doğrudan ilahi hakikate yönelmeye davet eder.

    3. “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

    Bu ifade, insanın manevi tekâmülündeki en büyük engellerden biri olan enaniyet’i (benlik, ego) ele alır. Enaniyet, insanı kibire ve gurura sevk eden, kendisini merkeze koyan bir duygudur. Bediüzzaman, Kur’an’ın getirdiği sonsuz ve tatlı manevi havuzu (kevser-i Kur’ânî) kazanmanın tek yolunun, bu “buz parçası” gibi katı ve soğuk benliği eritmekten geçtiğini söyler. Buz parçası, tek başına bir hiçken, havuz içinde eridiğinde ona karışır ve bütünleşir. Aynı şekilde, insan egosunu Kur’an’ın rehberliğinde erittiğinde, bütün kâinatın ve hakikatin bir parçası olduğunu idrak eder, bencillikten kurtulur ve gerçek saadete ulaşır.

    4. “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster… Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.”

    Bu, bir dua ve niyaz metnidir. “Zeval”, bir şeyin yok olması, “teb’id” ise uzaklaştırılması demektir. “Raiyet”, tebaa, kul demektir. Bu duada Bediüzzaman, insanın fani dünyada karşılaştığı nimetlerin, aslında sonsuz bir kaynaktan gelen birer gölge ve numune olduğunu ifade eder. İnsan, bu geçici nimetlerden (güzellikler, lezzetler) dolayı bu nimetlerin asıl sahibine yönelme arzusu duyar. Duada, Allah’tan bu geçici nimetlerin asıllarının ve sonsuz kaynaklarının gösterilmesi, yani cennetin ve Allah’ın rüyetinin nasip edilmesi istenir. Aynı zamanda, kulun yokluğa ve Rabbinden uzaklaştırılmaya mahkûm edilmemesi niyaz edilir. Bu dua, insanın Allah’a olan derin bağlılığını, şükranını ve O’ndan ayrılma korkusunu dile getirir.

    İbadetin Özü ve Hakikat Güneşine Yöneliş

    İnsan, varoluşundan beri bir şeyler arayışındadır. Kimi zaman bu arayış, dünyevi zevklerin peşinde geçen bir ömre dönüşürken, kimi zaman da hakikatin kapısını aralamaya yönelir. Bu arayışta atılan her adımın ve yapılan her ibadetin bir anlamı, bir de ruhu vardır. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi:

    “İbadetin ruhu İHLAS’tır.”

    İbadet, sadece belli hareketleri tekrarlamak, belli kelimeleri söylemek değildir. Namaz kılarken, oruç tutarken veya zekât verirken, niyetin sadece Allah’ın rızasını kazanmak olması, o ibadete can verir.
    Hikâye odur ki, İmam-ı Gazali, bir gün bir talebesine “İhlâs nedir?” diye sorar. Talebe, “Bir işi Allah için yapmaktır” der.
    İmam, “Yeterli değil” der. “Bir işi Allah için, halk için değil, nefsin için değil, sırf Allah için yapmaktır” der.
    Bu cevap da yeterli gelmez.
    Sonunda, “Bir işi Allah için, halk için değil, nefsin için değil, hatta cennet için değil, sırf Allah’ın rızası için yapmaktır” der.
    İşte ihlas, bu derin niyetin bir yansımasıdır.
    Bu derinlik, insanın manevi yolculuğunda önüne çıkan engelleri aşmasını da sağlar. En büyük engellerden biri ise, insanın kendi benliğidir. Enaniyet, adeta bir buz parçası gibi, insanı diğerlerinden ayırır, onu tek ve biricik gibi hissettirir. Oysa hakiki saadet, bu benliğin erimesiyle elde edilir.

    Bediüzzaman, bu durumu şöyle bir metaforla anlatır:

    “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

    Kur’an, bir okyanus gibi, hakikatin, ilmin ve hikmetin sonsuz kaynağıdır. İnsan, kendi küçük benliğini bu sonsuz havuza atıp erittiğinde, artık “ben” değil, “biz”in bir parçası olduğunu, kâinatın büyük bütünlüğünde bir yer edindiğini anlar. Bu erime, kibirden arınma ve tevazu ile olgunlaşma anlamına gelir.
    Bu manevi yolculukta, insanı en doğru yola sevk edecek olan rehber ise ilahi hakikatin kendisidir. Yanıltıcı felsefeler, ideolojiler ve şahısların görüşleri, gerçeğin sadece küçük birer yansımasıdır. En nihayetinde, bu küçük ışıklar, hakikatin Güneşi karşısında sönmeye mahkûmdur.

    Bediüzzaman bu durumu şu veciz sözüyle özetler:

    “Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.”

    Bu söz, insanı akıl ve kalp ile doğrudan Allah’ın varlığını ve birliğini idrak etmeye davet eder. Bilim, sanat ve felsefe ne kadar ilerlese de, bunlar ancak Allah’ın yarattığı hakikatlerin birer yansımasıdır. Bu yansımalara takılıp kalmak yerine, asıl kaynağa yönelmek, insana hem ilim hem de hikmet kapılarını açar.
    Bu dünya hayatı, bizlere sunulan bir imtihan ve nimetler sofrasıdır. Her bir nimet, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Bir çiçeğin güzelliği, bir yiyeceğin lezzeti, O’nun sonsuz nimetlerinin birer göstergesidir. İnsan, bu nimetlerin geçici olduğunu bilerek, onların asıllarına ve kaynaklarına özlem duymalıdır. Bu özlem, kalbi Allah’a yönelten bir yakarışa dönüşür. Bediüzzaman bu yakarışı bir dua metniyle şöyle ifade eder:

    “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster… Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.”

    Bu dua, insanın acizliğini, Allah’a olan derin bağlılığını ve O’ndan ayrılma korkusunu gösterir. O’nun nimetleriyle beslenmiş bir kul, bu nimetlerin yok olmasını ve O’ndan uzaklaştırılmayı istemez. Bu, insanın ruhunda var olan sonsuzluk ve ebediyet arzusunun en samimi ifadesidir.
    Sonuç olarak, insanın bu dünyadaki yolculuğu, ibadetin ruhunu ihlasla doldurmak, kendi benliğini eritmek, hakikatin Güneşine yönelmek ve tüm nimetlerin sahibine şükranla bağlı kalmaktan geçer. Bu bilinçle yaşayan bir kul, fani hayatın geçici telaşlarından kurtulup, ebedi bir saadete doğru adım atar.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı sözü etrafında şekillenmiştir. Makale, ibadetlerin özünün ihlas olduğunu ve riyadan arınmış bir niyetin ibadetlere ruh kattığını vurgular. Ardından, hakikatin kaynağı olan Allah’a yönelmek yerine, sınırlı ve yanıltıcı ideolojilere bel bağlamanın anlamsızlığını “Güneş varken mumlara ihtiyaç yok” metaforuyla açıklar. Ayrıca, insanın manevi gelişiminin önündeki en büyük engel olan enaniyetin (benlik), Kur’an’ın rehberliğinde eritilmesi gerektiğini belirtir. Son olarak, dünya nimetlerinin sonsuz nimetlerin birer yansıması olduğunu ve kulun, Allah’tan bu nimetlerin asıllarını ve ebedi bir hayatı niyaz etmesi gerektiğini anlatan bir dua ile konuyu derinleştirir.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir

  1. “Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.”

    “i’lem Eyyühel-Aziz!” ifadesi, “Ey aziz kardeşim, bil ki!” anlamına gelir ve sözün önemini vurgular.
    Tevekkül, bir işi yapmak için tüm gayreti gösterdikten sonra, sonucunu Allah’a bırakmak, O’na güvenmektir.
    Bu ifade, tevekkül eden bir kulun en büyük güvencesinin Allah olduğunu ifade eder. Yani, insan ne kadar aciz, zayıf ve çaresiz kalırsa kalsın, eğer kalpten bir tevekkül ile Allah’a sığınırsa, O, kulunun tüm ihtiyaçlarını karşılamaya ve ona yardım etmeye yeterlidir (kâfi). Bu, insana büyük bir iç huzuru ve güven duygusu verir. Maddi veya manevi zorluklar karşısında yılmamak, korkmamak ve ümitsizliğe düşmemek için bir rehberdir.

    2. “Ey insan! senin nokta-i istinadın, ancak ve ancak ALLAH’a olan imandır.”

    Nokta-i istinad, dayanak noktası, sığınak ve güven kaynağı anlamına gelir.
    Bu söz, insan fıtratında var olan dayanma, sığınma ve güvence arayışına dikkat çeker. İnsan, kendi gücünün, bilgisinin veya etrafındaki insanların sınırlı olduğunu bilir. Bu yüzden, sarsılmaz ve mutlak bir güce dayanma ihtiyacı hisseder. Bediüzzaman, bu dayanağın ancak ve ancak Allah’a olan iman olabileceğini söyler. Servet, makam, şan ve şöhret gibi geçici şeyler, insana sahte bir güven duygusu verse de, en ufak bir sarsıntıda yok olabilirler. Oysa Allah’a olan iman, insanın en zor anlarında bile ona güç veren, sarsılmaz bir kale gibidir.

    3. “madem rahim bir halıkımız var; bizim için gurbet olamaz. madem o var; bizim için herşey var.”

    Bu ifade, insanın varoluş yalnızlığına ve aidiyet arayışına bir cevap niteliğindedir. Gurbet, kişinin yurdundan uzak kalması ve kendini yabancı hissetmesidir. Eğer bir insan, kendisini bu kâinatta yapayalnız, sahipsiz ve kimsesiz hissederse, sürekli bir gurbet duygusu yaşar. Ancak Bediüzzaman, Rahim (merhameti sonsuz) bir Halık’ın (yaratıcının) var olduğunu idrak eden bir müminin, hiçbir zaman gurbette kalamayacağını belirtir. Çünkü O’nun merhameti her yeri kaplar ve her yerde O’nun mülkünde olduğunun bilincindedir.

    “Madem O var; bizim için herşey var” ifadesi ise, Allah’a iman eden bir insanın, O’nun gücü, ilmi ve merhameti sayesinde, her türlü ihtiyacının karşılanacağına olan kesin inancını yansıtır.

    4. “Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab Olur. … kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za’fiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder.”

    Bu ifade, nefsin manevi bir körlükten muzdarip olduğunu çok güçlü bir metaforla anlatır. Bu körlük, insanın en büyük hakikatleri dahi görmesine engel olur. Bediüzzaman, bu durumu, sapasağlam bir kalenin tek bir küçük taşındaki zayıflık sebebiyle kalenin tamamını inkâr etmeye benzetir. Yani nefis, bütünü görmekten acizdir ve küçücük bir zaafı, bir şüpheyi bahane ederek, Allah’ın varlığı, birliği gibi apaçık hakikatleri bile reddetme eğilimindedir. Bu söz, insanın sürekli dahili bir mücadele içinde olduğunu ve nefsin aldatıcı fısıltılarına karşı uyanık olması gerektiğini anlatır.

    İman Kalesi: Yalnızlık, Gurbet ve İnkârın Aşıldığı Bir Yolculuk

    İnsanoğlu, varoluşundan bu yana yalnızlık, aidiyet ve anlam arayışıyla yoğrulmuş bir yolcudur. Kimi zaman bu dünyada, sanki kimsesiz ve sahipsiz bir misafir gibi hissederiz. Oysa Bediüzzaman, bu hissin yanlış bir idrakten kaynaklandığını bize anlatır:

    “madem rahim bir halıkımız var; bizim için gurbet olamaz. madem o var; bizim için herşey var.”

    Bu söz, kalbe yerleşen bir aidiyet hissinin anahtarıdır. Kâinatın her köşesi, merhameti sonsuz bir Yaratıcının eseridir. Bu bilinçle yaşayan bir insan, dünyanın neresinde olursa olsun, asla “gurbette” hissetmez. Çünkü her yerde O’nun şefkatli nazarlarıyla karşılanır. Bu derin aidiyet duygusu, insanın tüm korkularını ve yalnızlık hissini bertaraf eder. O varsa, her şeyin bir anlamı vardır ve O’nun gücüyle her şeye muktedirdir.
    Ancak bu sağlam imanın ve huzurun önüne, insanın kendi içindeki en büyük düşman olan nefis geçer. Nefis, manevi bir körlüğe sahiptir ve bu körlük, en apaçık hakikatleri dahi görmemize engel olur.

    Bediüzzaman bunu şöyle tarif eder:

    “Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab Olur. … kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za’fiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder.”

    Bu söz, nefsin aldatıcı mantığını gözler önüne serer. İman hakikatleri, sağlam delillerle inşa edilmiş bir kale gibidir. Ama nefis, bu kalenin büyüklüğünü ve sağlamlığını görmezden gelir, küçücük bir şüpheyi, bir zaafı bahane ederek tüm kaleyi reddetmeye kalkar. Bu, akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildir. Bu yüzden insan, nefsini iyi tanımalı ve onun bu aldatıcı fısıltılarına karşı uyanık olmalıdır.

    Peki bu mücadele ve hayatın zorlukları karşısında, insanın en sağlam dayanağı ne olmalıdır? Bediüzzaman, bu sorunun cevabını net bir şekilde verir:

    “Ey insan! senin nokta-i istinadın, ancak ve ancak ALLAH’a olan imandır.”

    Ne servet ne de güç, insanın sarsılmaz bir dayanağı olabilir. En zengin insan bile bir anda tüm mal varlığını kaybedebilir. En güçlü insan bile, en küçük bir hastalıkla aciz kalabilir. Oysa Allah’a olan iman, tüm bu geçici dünya hallerinden bağımsız, mutlak ve sarsılmaz bir güç kaynağıdır. Bu imana tutunan bir insan, fırtınalı denizlerde yönünü kaybetmeyen bir gemi gibidir. Her türlü sıkıntı ve felaket karşısında sükunetini koruyabilir.
    Bu sağlam dayanağa sahip olan bir kul, aynı zamanda tevekkül ahlakını da kuşanır. Tevekkül, sadece tembellik demek değildir; tüm çabayı sarf ettikten sonra sonucu Allah’a bırakmaktır. Ve işte bu noktada, kalbi Allah’a olan imanla dolu olan insan, en büyük güvenceye ulaşır:

    “i’lem Eyyühel-Aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.”

    Allah’a tevekkül eden bir insan, tüm varlığıyla O’nun gücüne ve merhametine teslim olur. Bu teslimiyet, insana tarifsiz bir iç huzur ve güven verir. Çünkü bilir ki, yaratıcısı, onun için en hayırlı olanı hazırlamaktadır ve O’nun yardımı her şeye yeterlidir.

    Sonuç olarak, insanın bu dünyadaki yolculuğu, bir iman yolculuğudur. Yalnızlık, gurbet ve deruni mücadeleler karşısında en sağlam dayanak, Allah’a olan imandır. Bu iman, kişiyi nefsani zaafların körlüğünden kurtarır, tevekkül ahlakını kazandırır ve dünyanın geçici telaşları karşısında sarsılmaz bir huzur verir.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı sözünden yola çıkarak, insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır. Makale, insanın en sağlam dayanağının Allah’a olan iman olduğunu, bu imanın gurbet ve yalnızlık duygusunu ortadan kaldırarak tam bir aidiyet hissi verdiğini vurgulamaktadır. Aynı zamanda, nefsin manevi bir körlüğe sahip olduğuna ve bu körlüğün en apaçık hakikatleri dahi görmemize engel olduğuna dikkat çeker. Son olarak, tüm bu mücadeleler karşısında Allah’a tevekkül eden bir kulun, O’nun yardımının kendisine kâfi geleceği inancıyla huzur bulacağını anlatmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz

  1. “İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.”

    İhlas, bir ameli, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için, gösterişten ve riyadan uzak bir şekilde yapmaktır.
    Bediüzzaman, ihlası zedeleyecek her türlü sebep ve düşünceden, insanın canını tehlikeye atan yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlardan çekindiği gibi uzak durulması gerektiğini vurgular. Bu, manevi bir uyanıklık ve hassasiyet çağrısıdır. Riyakârlık, şöhret hırsı, makam sevdası veya başkalarının beğenisini kazanma isteği gibi durumlar, bir amelin içindeki ihlas nurunu söndürür. Bu söz, müminin hayatını yalnızca yaratıcısına adamasının önemini, manevi tehlikelerin maddi tehlikelerden daha büyük olabileceğini edebi bir benzetmeyle anlatır.

    2. “Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”

    Bediüzzaman bu ifadesinde gençlik çağının ne denli büyük bir nimet olduğuna işaret eder ve bu nimetin şükrünün nasıl yerine getirilmesi gerektiğini açıklar. Şükür, sadece sözle değil, aynı zamanda o nimeti Allah’ın razı olacağı şekilde kullanmakla gerçekleşir. Gençlik enerjisi ve gücü, iffet ve namusluluk (ahlaki saflık) ile korunup, taatte (itaat, ibadet) harcandığında, geçici olan bu gençlik manevi bir ölümsüzlüğe dönüşür. Yani, bedenen yaşlansa bile ruhu genç ve dinç kalır, ahirette ise sonsuz bir gençliğe ulaşır. Bu söz, gençlere sadece dünya hayatına odaklanmak yerine, gençliklerini ebedi bir yatırıma dönüştürme fırsatı sunar.

    3. “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”

    Bu ifade, işsizliğin ve tembelliğin (atalet) insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerini anlatır. Bedbaht ve muzdarip olmak, sadece maddi yoksulluktan değil, aynı zamanda amaçsızlıktan ve eylemsizlikten kaynaklanır. Atalet, yani tembellik, “adem”in (yokluk) biraderzadesi (kardeş çocuğu) olarak tasvir edilir; bu, tembelliğin insanı hayattan ve manadan uzaklaştırdığına güçlü bir göndermedir. Tam tersine, Sa’y, yani çaba ve çalışma, bedenin hayatı ve hayatın uyanıklığıdır (yakaza). Bu söz, insanın yaratılış gereği daima faaliyette olması gerektiğini, çalışmanın sadece bir gelir kapısı değil, aynı zamanda ruh ve bedenin sağlığı için temel bir gereklilik olduğunu ortaya koyar.

    4. “Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der.”

    Bu çarpıcı ifade, ilahi adaletin bir yansıması olarak Cehennem’in varlığının ne kadar gerekli olduğunu anlatır. İnsanlık tarihinde ve günümüz dünyasında, insan onurunu ayaklar altına alan, masum canlara kıyan, hak ve hukuku hiçe sayan zalimler bulunmaktadır. Bu kötülüklerin sadece dünyevi cezalarla karşılık bulması, adalet duygusunu tatmin etmez. Bediüzzaman, bu zalimane ve dehşet verici eylemlerin, kendi varlıklarıyla adeta Cehennem’in varlığını tasdik ettiğini, yani bu tür eylemlerin karşılıksız kalmaması gerektiğini ifade eder. Bu söz, Cehennem’in bir haksızlık değil, bilakis sonsuz adaletin bir gereği olduğunu gösterir.

    5. “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”

    Bu söz, bir önceki iktibasla bütünlük teşkil eder ve ilahi adaletin mantıki temelini kurar. Dünya hayatında, zalimler genellikle güçlü ve saygın (izzet) pozisyonlarda kalırken, mazlumlar hor ve aşağılanmış (zillet) bir halde yaşar ve ölürler. Eğer bu durumun bir karşılığı olmasaydı, dünya adaletsiz bir yer olurdu. Bediüzzaman, bu adaletsizliğin, dünya hayatının bir sonu olmadığını, tam aksine bu durumun, her şeyin hakkıyla çözüleceği büyük bir mahkemeye (mahkeme-i kübra) bırakıldığının açık bir delili olduğunu belirtir. Bu, mazlumlar için bir teselli ve ümit kaynağı, zalimler için ise bir uyarıdır.

    Hayatın İmtihanı ve Ebedi Saadet: Bir Hikmet Yolculuğu

    İnsanoğlu, varoluşundan bu yana sürekli bir arayış içinde olmuştur. Kimi zaman maddi zenginlik, kimi zaman makam ve şöhret peşinde koşmuş, bu koşturmaca içinde asıl amacını gözden kaçırmıştır. Oysa asıl maksat, bu fani hayatta ebedi bir saadeti kazanmaktır. Bu yolculukta karşımıza çıkan zorluklar ve fırsatlar, Bediüzzaman Said Nursi’nin şu hikmetli sözlerinde yankılanır:

    “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”

    Bu söz, bize hayatın bir eylem ve çaba alanı olduğunu hatırlatır. Tembellik ve amaçsızlık, ruhu öldüren bir zehir gibidir. Oysa çalışma ve gayret, hem bedene hayat verir hem de ruhu uyanık tutar. İnsanlık tarihi, tembelliğe teslim olanların değil, azimle çalışanların omuzlarında yükselmiştir. Bir mimar, el emeğiyle bir eser ortaya koyar; bir ilim adamı, saatlerini araştırmaya adar. Bu çaba, sadece maddi bir kazanç sağlamaz, aynı zamanda insanın varoluşuna anlam katar. Zira en büyük huzursuzluk, bir insanın potansiyelini boşa harcadığı hissidir.
    Ancak bu çaba, bir de manevi bir ahlakla birleşmelidir. Çalışmak, sadece dünya menfaati için değil, aynı zamanda Allah’ın rızasını kazanmak için bir araç olmalıdır. İşte bu noktada Bediüzzaman, en önemli manevi ilke olan ihlasa dikkat çeker:

    “İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.”

    Bir işi yaparken, niyetin sadece Allah için olması, o işe manevi bir değer katar. İnsan, nefsini pohpohlayan, şöhret arayan veya başkalarının takdirini uman düşüncelerden, adeta canını tehdit eden bir yılandan kaçar gibi kaçmalıdır. Zira bu düşünceler, bir amelin tüm manevi karşılığını yok edebilir. Sadece Allah için atılan her adım, kalbe bir huzur ve bereket getirir.
    Bu manevi uyanıklık, özellikle gençlik gibi hayati bir dönemde daha da büyük bir anlam taşır. Gençlik, bir insanın en büyük enerjisine sahip olduğu, en güçlü olduğu zamandır. Bediüzzaman bu döneme şöyle bir bakış açısı sunar:

    “Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”

    Gençliğini sadece geçici heveslere ve eğlencelere harcayanlar, aslında en değerli sermayelerini tüketirler. Oysa iffet ve namusla, Allah’a itaatle geçen bir gençlik, hem bu dünyada hem de ahirette kalıcı bir hazineye dönüşür. Bu, bedenen yaşlansa da ruhun dinç ve genç kalmasını sağlar.
    Peki ya bu dünyada, tüm bu ahlaki kurallara karşı gelenler, zalimler ne olacak? Gözümüzün önünde onca haksızlık, onca zulüm yaşanırken, hak ve adaletin tam olarak tecelli etmediğini görmek insanı düşündürür. İşte bu sorulara Bediüzzaman’ın cevabı, ilahi adaletin büyüklüğünü gösterir:

    “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”

    Bu dünya, adeta bir tiyatro sahnesi gibidir; herkes rolünü oynar ve perde kapanır. Zalim, zulmüyle güçlü kalırken, mazlum acı içinde can verir. Eğer bu durum bir karşılık bulmasaydı, bu dünyanın bir anlamı kalmazdı. Bu eşitsizlik, her şeyin hakkıyla tartılacağı bir “Mahkeme-i Kübra”ya olan inancımızı pekiştirir. Bu inanç, mazlumun kalbine bir teselli, zalimin kalbine ise bir korku salar.
    Ve nihayet, bu büyük mahkemenin varlığı, Cehennem’in varlığını da zorunlu kılar.

    “Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der.”

    Sadece dünyevi cezalar, masum çocukları katleden, insanlığı yok sayan canilerin hak ettiği karşılığı veremez. Bu tür eylemlerin dehşeti ve çirkinliği, ancak sonsuz bir cezanın varlığıyla anlam kazanır. Cehennem, sadece bir korku unsuru değil, aynı zamanda ilahi adaletin, hiçbir kötülüğün cezasız kalmayacağının en büyük delilidir.
    Bu sözler, hayatın sadece bir eğlence yeri olmadığını, aynı zamanda büyük bir imtihan sahnesi olduğunu hatırlatır. Her anımız, her eylemimiz, ebedi bir geleceğin inşası için atılmış bir tuğladır.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında, insan hayatının temel ahlaki ve manevi dinamiklerini ele almaktadır.
    Makale, tembelliğin ruhu öldürdüğünü ve çalışmanın hem bedeni hem de ruhi bir gereklilik olduğunu; ihlasın, tüm amellerin kabulü için hayati bir öneme sahip olduğunu; gençlik nimetinin iffet ve ibadetle korunarak ebedi bir gençliğe dönüştürülebileceğini; son olarak da, dünyadaki adaletsizliklerin ve zulümlerin bir Mahkeme-i Kübra’da karşılığını bulacağını ve Cehennem’in varlığının ilahi adaletin bir yansıması olduğunu vurgulamaktadır.
    Her bir söz, hayatın bir imtihan olduğu ve her eylemin bir karşılığı olduğu gerçeğine ışık tutmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

Ölümü düşünen âhiretine ciddî çalışır.

translator

Double-click

Select to translate

 

  1. “Ölümü düşünen âhiretine ciddî çalışır.”Bediüzzaman bu veciz ifadesiyle, dünya hayatının geçiciliğine ve ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğuna dikkat çeker. Ölümü bir son olarak değil, ebedi bir hayatın kapısı olarak görmek gerektiğini vurgular. Bu bilinç, insanı dünyevi heveslerden arındırır ve asıl yatırımın, yani “ciddî çalışmanın,” ahiret için yapılması gerektiğini öğretir. Bu, sadece ibadetle sınırlı kalmayıp, ahlakı güzelleştirmek, iyilik yapmak ve faydalı işlerle meşgul olmak gibi tüm salih amelleri kapsar. Ölüm bilinci, insanı ertelemeci bir tavırdan kurtarır ve hayatını daha anlamlı, daha şuurlu yaşamasına vesile olur.

    2. “Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz.”
    Bu ifade, dinin temel amaçlarından birinin toplumsal düzen ve huzur olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Fitne, bir toplumun iç barışını bozan, kargaşa ve nifak çıkaran her türlü eylemdir. Anarşi ise, bütün yasal ve ahlaki otoriteleri reddederek kaos ve düzensizliği getiren bir durumdur. Bediüzzaman, dinin bu tür yıkıcı unsurlara karşı durduğunu belirtir. Anarşinin hiçbir hak, hukuk ve düzen tanımaması, bireylerin ve toplumun en temel güvenliğini tehdit eder. Bu söz, dinin sadece bireysel ibadetlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda toplumsal adalet ve barışın da koruyucusu olduğunu vurgular.

    3. “Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! … hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

    Bu ifade, modern insanın peşinde koştuğu, ancak bir türlü tam olarak bulamadığı mutluluğu (saadeti) sorgular. İnsan geçici zevklerin peşinden koşarak kalıcı bir tatmin arar. Ancak Bediüzzaman, gerçek huzur ve mutluluğun, yani “elemsiz lezzet” ve “kedersiz sevinç”in sadece iman ile mümkün olacağını belirtir. Dünya hayatının zevkleri geçici ve çoğu zaman sonrasında bir hüzün veya elem bırakırken, iman, kalbe bir huzur ve sonsuzluğa yönelik bir umut aşılar. Bu, insanın varoluş arayışına cevap veren ve ona manevi bir dayanak sunan bir gerçektir.

    4. “Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fânî dünyada, şu muvakkat misafirhanede… ebedî, dâimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil.”

    Bediüzzaman, burada nefsin bitmek bilmeyen ve zararlı isteklerini (fenalıklarını) ele alır. İnsanın iradesine karşı duran bu nefsanî arzular, onu geçici dünya zevklerine yöneltir. Ancak söz, bu dünya hayatının geçici bir misafirhane olduğunu ve insanın asıl yurdunun ahiret olduğunu hatırlatır. Akıl sahibi bir insanın, yani “ehl-i aklın,” geçici bir heves uğruna sonsuz hayatını mahvetmesinin akıllıca bir tercih olmadığını vurgular. Bu, bir yatırımcı mantığı gibidir; cüzi bir menfaat için büyük ve kalıcı bir kazancı kaybetmek aptalca bir harekettir. Bediüzzaman, insanı bu muhasebeyi yapmaya davet eder.

    5. Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.”

    Bu söz, adalet ve imtihan kavramlarını çok çarpıcı bir şekilde özetler. “Cennet ucuz değil” ifadesi, sonsuz bir mükafata ulaşmanın kolay olmadığını, bunun ciddi bir çaba ve salih ameller gerektirdiğini gösterir. İnsan, nefsine ağır gelen fedakarlıklarda bulunarak bu mükafata layık olmaya çalışır. Diğer yandan, “Cehennem dahi lüzumsuz değil” ifadesi, bu dünyanın sadece iyiliklerden ibaret olmadığını ve kötülüklerin de bir karşılığı olması gerektiğini anlatır. Eğer Cehennem olmasaydı, zalimin zulmü cezasız kalır, mazlumun hakkı alınamazdı. Bu durum, adaletsizlik düşüncesine yol açardı. Bu söz, ilahi adaletin tecellisinin ve bu dünyanın bir imtihan yeri olmasının mantıki bir sonucudur.

    İman ve İdrak: Ebedi Saadet Yolunda Bir İbret Hikayesi

    Modern çağın hızına kapılmış, zevk ve lezzetlerin peşinden koşan insanı anlatır bu hikaye: Ahmet, hayatını dünyanın geçici parıltılarına adamış genç bir iş insanıydı. En lüks restoranlarda yemek yer, en pahalı arabalara biner, her anını bir sonraki heyecanı kovalamakla geçirirdi. Ancak bütün bu “mutluluk” gösterisine rağmen, içinde hep bir boşluk vardı. Ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, Ahmet’in ruhu huzursuzdu.
    Bir gece, hiç beklemediği bir anda, arabasıyla geçirdiği kaza sonrası kendini bir hastane odasında buldu. O an, hayatının filmi gözünün önünden geçti. Geriye dönüp baktığında, tüm o koşturmanın sadece anlık zevkler için olduğunu fark etti. Asıl amacını, yani ruhunun ve kalbinin ihtiyacını unutmuştu. O gece, bir arkadaşının tavsiyesiyle Bediüzzaman Said Nursi’nin şu sözüyle karşılaştı:

    “Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! … hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

    Bu söz, Ahmet’in zihninde bir şimşek gibi çaktı. Onca yıl aradığı mutluluğun, o çok hor gördüğü manevi dünyada gizli olduğunu anladı. Hayatın geçici zevklerine bağımlı olmak, gerçek saadet kapısını kapamaktı. Artık biliyordu ki, ne kadar maddi zenginlik olursa olsun, gerçek huzur, kedersiz sevinç ancak iman hakikatleri dairesinde bulunuyordu.
    Hastaneden çıktıktan sonra Ahmet, hayatına yeni bir yön verdi. Artık sadece para kazanmak peşinde değil, aynı zamanda manevi olarak da zenginleşmek için çabalıyordu. Ancak bu yeni hayatın kolay olmadığını da gördü. Nefsinin eski alışkanlıkları onu sürekli zorluyordu. Tam da bu mücadele sırasında, bir başka hikmetli sözle karşılaştı:

    “Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fânî dünyada, şu muvakkat misafirhanede… ebedî, dâimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil.”

    Bu söz, Ahmet’e yeni bir güç verdi. Dünya hayatının kısa bir yolculuk olduğunu idrak etti. Her gün yaptığı manevi tercihler, sonsuz bir geleceği şekillendiriyordu. Küçük bir zevk uğruna büyük bir saadeti kaybetmek, akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildi. Bu idrak, ona her türlü nefsani arzuya karşı durma gücü verdi.
    Ancak Ahmet’in yaşadığı bu dönüşüm, etrafındaki insanları şaşırttı. Kimileri onu anlamadı, kimileri ise bu dönüşümün samimi olmadığını düşündü. Bu durum, toplumda zaman zaman ortaya çıkan fitne ve anarşi tohumlarını ekmeye çalışanların da dikkatini çekti. Onlar, Ahmet gibi maneviyatı önceleyen insanların toplumsal düzeni bozduğunu iddia ediyorlardı. Oysa Ahmet’in bilinci, hakiki dinin bu yıkıcı unsurlara karşı durduğunu söylüyordu. O da risalelerden şu sözü okuyunca anladı ki, dinin amacı huzursuzluk değil, bilakis adalettir:

    “Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz.”

    Ahmet, bu gerçeği anladıktan sonra daha da sağlam adımlar attı. Ne çevresindeki boş tartışmalara ne de nefsinin bitmek bilmeyen arzularına kulak astı.
    Tüm bu süreçte, hayatın sadece bir eğlence yeri olmadığını, aynı zamanda bir imtihan alanı olduğunu da kavradı. En büyük dersi ise şu sözden aldı:

    “Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.”

    Bu söz, ona ilahi adaletin büyüklüğünü ve hayatın her anının bir anlamı olduğunu öğretti. Ne cennetin lütfu basit bir hediye gibiydi ne de cehennemin varlığı anlamsızdı. Kötülüklerin cezasız kalmayacağını bilmek, ona büyük bir teselli veriyordu. Ve nihayet, en derin huzuru, her ne yaparsa yapsın, ahireti için çaba gösterdiği zaman buldu. Bu bilinçle, her sabah güne başlarken aklında hep aynı fikir vardı:

    “Ölümü düşünen âhiretine ciddî çalışır.”

    Ahmet, bu ilahi düsturla hayatını baştan sona dönüştürdü. Artık boş bir koşturma içinde değildi, aksine her adımı anlamlı ve amaca yönelikti. Çünkü biliyordu ki, ölüm bir son değil, ebedi bir hayata açılan kapıydı. Ve bu kapının anahtarı, dünya hayatında gösterilen ciddi bir çabadan geçiyordu.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin beş farklı sözünden yola çıkarak, modern insanın yaşadığı manevi boşluğu ve aradığı gerçek saadeti ele almaktadır.
    Makalede, ölüm bilincinin ahiret için ciddi bir çaba göstermeye teşvik ettiği, gerçek huzur ve mutluluğun ancak imanda bulunduğu, nefsani arzuların geçici ve yanıltıcı olduğu, dinin toplumsal huzur ve adaleti savunduğu, cennet ve cehennemin varlığının ise ilahi adaletin bir tecellisi olduğu vurgulanmaktadır.
    Makale, bu temel ilkeler etrafında şekillenen bir hikaye üzerinden, bireysel dönüşümün ve manevi bilincin insan hayatındaki önemini anlatmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

İsrail’in Saldırıları, Küresel Tepkiler ve İslam Dünyasının Sorumluluğu

İsrail’in Saldırıları, Küresel Tepkiler ve İslam Dünyasının Sorumluluğu
Gazze, insanlığın gözü önünde adım adım yıkıma sürükleniyor. İşgalci İsrail, yalnızca masum sivilleri değil; aynı zamanda Filistin’in kültürel, eğitim ve toplumsal dokusunu da hedef alıyor. Son olarak Gazze İslam Üniversitesi’ne ait bir binanın bombalanması, İsrail’in savaş stratejisinin salt askeri değil, aynı zamanda medeniyet kırımı amaçlı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Üniversiteler, okullar, hastaneler ve mülteci kampları – kısacası bir halkın geleceğini inşa edecek tüm kurumlar – sistematik olarak yok ediliyor.
Manipülasyon ve Propaganda
Sahadaki yıkımı gizlemek için İsrail, medya alanında da yoğun bir propaganda yürütüyor. YouTube’da yayımlanan ve Gazze’de kıtlık olmadığını iddia eden reklamlar bunun en açık örneği. Polonya’nın Google’a yaptığı çağrı, bu dezenformasyonun uluslararası ölçekte fark edildiğini ve rahatsızlık doğurduğunu ortaya koyuyor. Gerçekte ise Gazze’de şehitler ve yaralılar ambulans bulunamadığı için at arabalarıyla taşınıyor. Açlık ve kıtlık, artık bir propaganda malzemesi değil; somut bir insanlık dramı.
ABD-İsrail Ortaklığı ve Küresel Planlar
İsrail’in bu politikalarının arkasında yalnız başına hareket etmediği açık. ABD’nin 1974 tarihli ünlü Kissinger Raporu, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede nüfus artışını sınırlamayı hedefliyordu. Bugün Gazze’de uygulanan demografik mühendislik ve zorunlu göç politikaları, bu uzun vadeli planların sahadaki yansıması olarak okunabilir. ABD ve İsrail, yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte bir denetim arzusuyla hareket ediyor.
Uluslararası Tepkiler
İsrail’in saldırıları yalnızca Arap dünyasında değil, Batı’da da protestolarla karşılanıyor. İspanya’daki La Vuelta bisiklet yarışının İsrail karşıtı gösteriler nedeniyle yarıda kalması, dünya kamuoyunun giderek artan duyarlılığını gösteriyor. Ayrıca İngiltere’nin, Kraliyet Savunma Araştırmaları Koleji’ne İsrailli öğrencileri kabul etmeme kararı da dikkate değer. Bu karar, İsrail’in yalnızca diplomatik değil, eğitim ve kültürel alanda da izolasyona sürüklenebileceğine işaret ediyor.
Türkiye’nin Rolü ve Zirve Beklentileri
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Sadece bir Filistin meselesiyle değil, aynı zamanda bir İsrail yayılmacılığıyla karşı karşıyayız” sözleri, Türkiye’nin meseleyi geniş bir perspektiften ele aldığını gösteriyor. Katar’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi olağanüstü zirvesi, bu noktada kritik bir eşik. Uzmanların ifade ettiği gibi, artık yalnızca kınama değil, somut adımların atılması gerekiyor. Türkiye, bu süreçte yönlendirici ve dengeleyici bir güç olarak öne çıkabilir.
Sonuç: Kınamanın Ötesine Geçmek
Bugün Gazze’de yaşananlar, yalnızca Filistin’in değil, tüm insanlığın sınavıdır. Üniversitelerin, okulların, hastanelerin hedef alınması; açlık, susuzluk ve göçün bir savaş aracı olarak kullanılması, uluslararası hukuk açısından da açık bir soykırım teşebbüsüdür.
İslam dünyasının ve küresel vicdanın artık kınamanın ötesine geçmesi gerekiyor. Ambargolar, diplomatik izolasyon, askeri ve ekonomik yaptırımlar – hangi yöntem olursa olsun – İsrail’in durdurulması artık bir zorunluluk. Aksi halde, sadece Filistin değil, insanlığın ortak değerleri de enkaz altında kalacaktır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025

Ortadoğu’da Tarihî Döngü: Kudüs’ten Gazze’ye İslam Dünyasının İmtihanı

Ortadoğu’da Tarihî Döngü: Kudüs’ten Gazze’ye İslam Dünyasının İmtihanı
Tarih, sadece geçmişin hatıraları değildir; bugünü anlamlandıran ve yarına yön veren bir aynadır. Ortadoğu coğrafyası, yüzyıllar boyunca dinlerin, medeniyetlerin ve imparatorlukların kavşağı oldu. Kudüs merkezli mücadeleler, Haçlı Seferlerinden Osmanlı’ya, oradan modern çağın Filistin meselesine kadar kesintisiz bir süreklilik arz eder. Bugün Gazze’de yaşananlar, aslında tarihin bu uzun döngüsünün yeni bir halkasıdır.
İslam İttifakı Fikri: Tarihten Bugüne
Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudani’nin dillendirdiği “İslam İttifakı” çağrısı, tarihin derinlerinde yankı bulan bir sözdür. Hz. Ömer’in (r.a.) Kudüs’ü fethettiği gün verdiği emanname, Müslümanların adalet ve koruma temelli birlik anlayışının ilk örneklerindendi. Daha sonra Abbâsîlerin hilafet bayrağı altında İslam coğrafyasını birleştirmeleri, Selçukluların Haçlılara karşı ittifak ruhunu diriltmeleri, Osmanlı’nın İslam dünyasına kalkan oluşu hep aynı çizginin devamıdır.
Bugün Gazze vesilesiyle gündeme gelen “ortak savunma ittifakı” fikri, aslında İslam dünyasının tarihsel hafızasında derin köklere sahiptir.
Mısır’ın Tavrı ve Tarihî Hafıza
Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin, İsrail’in Katar saldırısına karşı güvenlik bağlarını koparma tehdidi, tarihî açıdan da anlamlıdır. Kahire, asırlar boyunca İslam dünyasının stratejik merkezlerinden biri oldu. Memlükler döneminde Ayn Câlût’ta Moğollara karşı verilen zafer, sadece Mısır için değil, bütün İslam dünyası için bir dönüm noktasıydı. Bugün Mısır’ın Gazze ve Katar açısındaki diplomatik tavırları, o tarihî misyonun gölgesinde okunabilir.
Küresel Tepki ve Halkların Direnişi
Yunanistan’da bir İsrail askerine yönelik tepki, ya da dünyanın farklı coğrafyalarında yükselen Filistin dayanışması, tarihin bir başka boyutunu hatırlatıyor. Haçlı seferlerinde Kudüs’ün işgali karşısında Anadolu’dan Endülüs’e kadar halkların gösterdiği infialin modern izdüşümü bugün meydanlarda ve sosyal medyada görülüyor. Halkların vicdanı, çoğu zaman devletlerin siyasi hesaplarının önüne geçmiş ve yeni bir tarih akışı doğurmuştur.
Gazze’de Çocukların Hafızlığı: Direnişin En Saf Yüzü
Bütün yıkım ve kıtlık şartları içinde hafızlığını tamamlayan Gazzeli çocuk, tarihin bir başka gerçeğini gösteriyor: Direniş sadece silahla değil, kalemle, hafızayla ve imanla da olur. Endülüs’ün yıkılışında İslam kültürü Avrupa’ya bir ilim mirası bırakmıştı. Bugün Gazze’de Kur’an’a sarılan çocuklar, gelecek nesiller için ümmetin hafızasını diri tutuyor.
İsrail’in Saldırıları ve Tarihî Çıkmaz
İsrail’in işgal politikaları, 1948 Nakba’sından beri bölgede süregelen kanlı bir tarih üretti. Eski Genelkurmay Başkanı’nın “200 binden fazla kişi öldü” itirafı, tarihe kara bir sayfa olarak kaydedildi. Tarihte her işgalci güç, bir süre kazanmış olsa da, adaletsizlik üzerine kurulu hiçbir düzenin uzun ömürlü olmadığı gerçeği hatırlatıyor. Roma’nın Kudüs’ten sürgün ettiği halk, Osmanlı’nın hoşgörüsüyle geri dönmüştü. Bugün İsrail’in uyguladığı zorbalık, yarının tarihçileri için bir ibret vesikası olacaktır.
Suriye bunun en yakın ve en bariz örneğidir
Yeni Bir Dönüm Noktası mı?
Doha’daki diplomasi trafiği, İslam dünyasının ortak bir strateji geliştirme arayışını gösteriyor. NATO tarzı bir “Arap gücü” fikri tartışılıyor. Avrupa devletlerinin Filistin’i tanıma ihtimali gündemde. Bütün bunlar, tarihin yeni bir dönüm noktasına yaklaştığını düşündürüyor. Kudüs Rum Ortodoks Patriği’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Hz. Ömer’in emanname tablosunu takdim etmesi de, adalet ve güvence fikrinin bugün hâlâ insanlığın aradığı değer olduğunun sembolüdür.
Sonuç: Tarihin Aynasında Gazze
Ortadoğu’da bugün yaşananlar, sadece politik ve askeri gelişmeler değildir; tarihin derin damarlarından beslenen bir imtihandır. İslam dünyası, Hz. Ömer’den Selahaddin’e, oradan Osmanlı’ya uzanan birlik ve adalet mirasını yeniden hatırlamak zorundadır. Gazze’deki bir çocuğun secdesi, meydanlarda yükselen Filistin bayrakları ve devletlerarası diplomasi trafiği, tarihin akışını yeniden şekillendirecek bir sürecin işaretleridir.
Tarih bize şunu fısıldıyor: Zulüm baki değildir, adalet ise er geç galip gelir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

KUR’AN’I KERÎM’DE GEÇEN – MEN

translator

Double-click

Select to translate

 

KUR’AN’I KERÎM’DE GEÇEN – MEN – ‘ – مَنْ –
KELIMESI VE GELDİĞİ ANLAMLAR

Kur’an-ı Kerim’de geçen “men” (مَنْ) kelimesi, genellikle “kim” veya “her kim” anlamlarında kullanılan bir ism-i mevsul (bağlaç) veya edat olarak karşımıza çıkar. Bu kelimenin kullanımı ve anlamı, içinde bulunduğu cümlenin bağlamına göre değişebilir.
İşte başlıca anlamları ve kullanıldığı yerlere göre örnekleri:
1. İsmi Mevsul (Bağlaç) Olarak: “Kim”, “Her kim”
Bu, “men” kelimesinin en yaygın kullanımıdır. Cümlede kendisinden sonra gelen bir fiil veya isimle bağlantı kurarak, belirsiz bir kişiyi veya grubu ifade eder.
* Örnek:
* Men yettekillahe yec’al lehu mahrecen. (Talak Suresi, 2. ayet)
* Anlamı: “Her kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir.”
* Bu kullanımda, “men” kelimesi bir şart edatı gibi de işlev görür ve bir eylemin sonucunu belirtir.
2. Soru Edatı Olarak: “Kim?”
“Men”, soru sormak için de kullanılır. Bu kullanımda cümlenin başında yer alır ve bir kişinin kimliğini, varlığını veya durumunu öğrenmek için kullanılır.
* Örnek:
* Men rabbukum? (Mü’minun Suresi, 116. ayet)
* Anlamı: “Sizin Rabbiniz kim?”
Özetle
Kur’an’da “men” kelimesi, ayetin akışına göre hem bir ism-i mevsul olarak “her kim” anlamında hem de bir soru edatı olarak “kim?” anlamında kullanılır. Bu farklılık, kelimenin geçtiği ayetin öncesine ve sonrasına bakılarak anlaşılabilir.

******

‘ MEN ‘ – KİMDİR – İLE İLGİLİ AYET MEALLERİ :

• Ankebut Suresi, 68. ayet: Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkar edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?
• Ahzab Suresi, 17. ayet: De ki: “Size bir kötülük isteyecek olsa sizi Allah’tan koruyacak, veya size bir rahmet isteyecek olsa (buna engel olacak) kimdir?” Onlar, kendileri için Allah’ın dışında ne bir veli, ne bir yardımcı bulamazlar.
• Fussilet Suresi, 52. ayet: De ki: “Gördünüz mü haber verin; eğer o (Kur’an) Allah Katından ise, sonra siz onu inkar etmişseniz (bu durumda) uzak bir ayrılık içinde olandan daha sapık kimdir?”
• Zümer Suresi, 32. ayet: Allah’a karşı yalan söyleyenden ve kendisine geldiğinde doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalim kimdir? Kafirler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok?
• Fussilet Suresi, 33. ayet: Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?
• Ahkaf Suresi, 5. ayet: Allah’ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek şeylere tapandan daha sapmış kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
• Hadid Suresi, 11. ayet: Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu onun için kat kat arttırır. Onun için ‘kerim (üstün ve onurlu) bir ecir vardır.
• Saff Suresi, 7. ayet: İslam’a çağrıldığı halde, Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.
• Mülk Suresi, 28. ayet: De ki: “Haber verir misiniz; eğer Allah, beni ve benimle birlikte olanları yıkıma uğratır ya da bizi esirgerse, (peki) bu durumda kafirleri acı bir azaptan kurtaracak olan kimdir?”

( Bak. https://www.kuranfihristi.net/ayetleri/Kimdir
Arapçası için bak:
https://www.kuranvemeali.com/ayet_bul?sure=mulk&ayet=28&kelime=

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

Nil’in Dalgalarında Musa, Gazze’nin Dalgalarında Çocuklar

Nil’in Dalgalarında Musa, Gazze’nin Dalgalarında Çocuklar
Tarih boyunca zalimler aynı zulmü farklı isimlerle, farklı zamanlarda tekrarladılar. Firavun’un Mısır’daki zulmü ile bugünün Netanyahu’sunun Gazze’deki katliamı arasında asırlar var, ama zulmün rengi hiç değişmedi. Firavun erkek çocukları boğazlarken, Netanyahu erkek-kız ayırt etmeksizin bütün masumları hedef alıyor. O zaman Nil nehri ağlamıştı; bugün Gazze’nin enkazları, yıkık duvarları, kanlı taşları ağlıyor.
Ama o tarihte Musa, katilin sarayında büyüdü. İlâhî kader, zalimi kendi kucağında imha edecek tohumu ona taşıttı. Nil’in dalgaları Musa’yı Firavun’un sarayına götürdü, sarayın taşları arasında yeşertti. Firavun kendi elleriyle kendini yok edecek kaderi bağrında büyüttü.
Neden Nil’e bırakıldı?
Musa’nın annesi, Allah’a tam teslimiyetin sembolüdür. Çocuğunu gizleyebilirdi; lakin Firavun’un askerleri her evi arıyordu. İnsan aklı bir yere kadar çözüm bulur; gerisi Allah’ın kaderine teslimdir. Nil’e bırakmak bir “ümitsizliğin değil, imanın” işaretiydi. Anne oğlunu suya bırakmadı aslında; Allah’a bıraktı.
O çocuk, Firavun’un ölüm fermanına rağmen, Firavun’un sarayında büyüdü. Bu, kaderin ince mesajıdır:
Zalimler bazen kendi sonlarını, farkında olmadan kendi elleriyle hazırlarlar.
Kaderin Mesajları
• Zulüm ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın planı daha büyüktür.
• Masumun gözyaşı boşuna akmaz; Firavun’un sarayını basan dalga, önce mazlumun duasında başlar.
• Zalim, düşman sandığı şeyi kucağında büyütür; nihayet kendi eliyle kendi sonunu hazırlar.
Firavun ve Netanyahu
Firavun, erkek çocukları öldürdü; Netanyahu, kız erkek ayırt etmeden bütün çocukları öldürüyor. Firavun, Nil’in dalgalarıyla boğuldu; Netanyahu, çağımızın “dalgalarıyla” — halkların vicdanıyla, mazlumların direnişiyle, tarihin adaletiyle — boğulmaya doğru gidiyor.
Bugün Gazze’nin enkazında büyüyen her çocuk, yarının Musa’sıdır. Zalim bunu fark etmez; fakat Allah’ın kaderi, mazlumların duasında gizlidir.
Sumud Filosu ve Firavun’un Sarayı
“Sumud” Arapçada “sebat, direniş, kök salma” demektir. Filistinlilerin iradesi işte bu kökten gelen bir sabırdır. Sumud Filosu, sadece denizlerde yol alan gemiler değil, aynı zamanda vicdanların birleşip zalimin sarayına doğru yürümesidir.
Nasıl ki Musa’nın sepeti Nil’in dalgalarıyla Firavun’un sarayına ulaştıysa, bugün Sumud Filosu da Gazze’nin dalgalarıyla Netanyahu’nun sarayına çarpıyor. Askeri güçle değil, insanlığın vicdanıyla. Onların yükü bomba değil; mazlumun duası, masumun umudu.
Alınacak Dersler
• Mazlumun duasını hafife alma. Nil’de bir sepet gibi görünen şey, bir imparatorluğu devirdi.
• Zulüm büyüdükçe sonu da yaklaşır. Firavun ne kadar çocuk öldürdüyse, o kadar kendi sonunu hazırladı.
• Allah’ın kaderi ince işler. Zalim, düşmanını kendi sarayında büyütür, kendi eliyle kendi sonunu hazırlar.
• Her Musa bir gün Firavun’a karşı çıkar. Bugün Gazze’de enkaz altındaki çocuklar, yarının Musa’sı olacaktır.
Bugün Netanyahu’nun tankları, uçakları, füzeleri güçlü görünebilir. Ama unutmayalım: Nil’in suları taş kesilmiş orduları yuttu. Ve hiçbir saray, hiçbir zırhlı kapı, mazlumun duasına karşı dayanmaz.
Firavun sarayında korkarak büyüdü Musa; Netanyahu’nun korkarak yaşadığı dünyada ise binlerce Musa büyüyor.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

Terör, Darbe ve Milletin İmtihanı: Dün 1980, Bugün Türkiye

Terör, Darbe ve Milletin İmtihanı: Dün 1980, Bugün Türkiye
Türkiye’nin yakın tarihi, derslerle dolu bir laboratuvar gibidir. 1970’li yıllarda tırmandırılan terör, 1980 darbesine giden yolun taşlarını döşedi. On yıl boyunca kan gövdeyi götürürken, yüzlerce insan sokak ortasında öldürülürken, devletin güvenlik mekanizmaları âdeta “seyirci” gibi davrandı. Ne gariptir ki, 12 Eylül 1980 sabahında ordu yönetime el koyar koymaz, yıllardır süren çatışmalar bir gecede “bıçakla kesilmiş gibi” sona erdi.
Terör ve Darbe İlişkisi
Şu soruyu sormadan edemiyor insan: On yıl boyunca bitirilemeyen terör bir gecede nasıl bitti?
• Demek ki düğmeye basanlar vardı.
• Birileri önce “terör” kartını masaya sürdü, ardından “darbe” kartını devreye aldı.
• Sonuç: Terör bitti ama yerine darbe anayasası geldi.
Bu tablo bize şunu gösteriyor: Terör ve darbe, çoğu zaman aynı zihniyetin farklı araçlarıdır. Millet korku ve kaosla sindirilir, ardından “kurtarıcı” kılıfıyla vesayetçi bir düzen dayatılır.
Anayasa ve Milletin İradesi
12 Eylül Anayasası hâlâ yürürlükte. Kırpıla kırpıla değiştirildi ama ruhu aynı kaldı. Çünkü o anayasa, milletin uzlaşmasıyla değil, tankların gölgesinde yazıldı. Halkın değil, darbecilerin mantığını yansıtıyor.
Şimdi “Terörsüz Türkiye Komisyonu” kuruluyor. Ama şu soruyu kendimize sormalıyız:
• Terörün bitmesi için illa ki bir darbe mi gerekiyor?
• Millet kendi iradesiyle, kendi aklıyla, kendi ortak masasıyla meselelerini çözemeyecek mi?
Eğer toplum kendi sorunlarını konuşarak, uzlaşarak çözmezse, her zaman dışarıdan veya içeriden “oyun kurucular” devreye girer. Oyun kurucular terör düğmesine basar, sonra darbe düğmesine.
Tarihten Ders
1970’lerdeki tablo ortada:
• Terör vardı,
• Kaos büyütüldü,
• 12 Eylül geldi,
• Darbe anayasasıyla vesayet pekiştirildi.
Bugün yapılması gereken, milletin kendi geleceğini kendi elleriyle şekillendirmesidir. Eğer biz kendi anayasamızı yapmazsak, başkaları bizim için yazar. Eğer biz terörü konuşarak, hukukla ve adaletle bitirmezsek, birileri terör kartını yeniden açar.
Sonuç: Milletin Kendi Gücüne İnanması
Terörün ve darbenin ortak noktası, milleti iradesiz bırakmaktır. Oysa tarih bize gösteriyor:
• Bu millet bir araya geldiğinde,
• Kendi meselelerini kendi aklıyla çözdüğünde,
• Kendi anayasasını kendi iradesiyle yaptığında,
ne teröre, ne darbeye, ne de dış oyunlara ihtiyaç kalır.
Türkiye’nin önündeki en büyük imtihan budur: Milletin kendi iradesine sahip çıkması.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

Kudüs’ten Gazze’ye: İsrail’in Saldırganlığı ve Dünya Vicdanının İmtihanı

Kudüs’ten Gazze’ye: İsrail’in Saldırganlığı ve Dünya Vicdanının İmtihanı
Ortadoğu yeniden ateş çemberine sürüklenirken, yaşanan gelişmeler hem bölge siyaseti hem de insanlık vicdanı açısından tarihi bir döneme işaret ediyor.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kudüs Rum Ortodoks Kilisesi Patriği III. Teofilos ile İstanbul’da yaptığı görüşme, Kudüs’ün tarihi ve dini statüsünü koruma kararlılığının önemli bir göstergesiydi. Erdoğan’ın, İsrail’in Kudüs’teki tasarruflarının sadece Müslümanlara değil, Hristiyan ve Yahudi toplumlarının ortak mirasına da zarar verdiğini vurgulaması dikkat çekiciydi. Bu yaklaşım, Kudüs’ün sadece bir dinin değil, insanlığın ortak emaneti olduğunu ortaya koyuyor.
Gazze’de Kapsamlı Katliam
Bu diplomatik temaslar sürerken Gazze’den gelen haberler ise insanlığın kanını donduruyor. İsrail’in yoğunlaştırdığı saldırılar, artık sadece askeri bir işgal değil, kapsamlı bir katliam boyutuna ulaşmış durumda. Filistin kaynakları, halkın “cehennem gibi bir hayattan ölüme doğru kaçtığını” bildiriyor. Bombaların altında yüz binlerce insan güneye sürülüyor, fakat orada da ne barınacak bir çatı ne de sığınacak güvenli bir yer var.
TRT World’ün hazırladığı “Fotoğraflarımda Kalan Gazze” belgeseli, bu soykırımı belgeler nitelikte. Bir zamanlar çocukların gülüşlerini kayda alan objektifler, şimdi enkaz altında can veren bedenleri, yaralı çocukları ve gözü yaşlı aileleri belgelemek zorunda kalıyor.
Küresel Vicdan: Gazze Yolunda Gemiler
Bütün bu vahşet karşısında dünyanın çeşitli yerlerinden aktivistler harekete geçti. 50’den fazla ülkeden bine yakın aktivistin katıldığı Küresel Sumud Filosu, Akdeniz’den Gazze’ye doğru yola çıktı. İspanya’dan çıkan 22 gemi, Tunus’tan katılan 23 gemiyle birleşerek Akdeniz’de büyük bir dayanışma örneği sergiliyor. Bu filonun, Türkiye, İtalya ve Yunanistan’dan katılacak teknelerle buluşması bekleniyor.
Tarih bize şunu gösteriyor: Silahların gücü sınırlıdır, ama vicdanın sesi dalga dalga dünyaya yayılır. Filistin direnişi de sadece yeraltındaki tünellerden değil, denizlerin üstünden ve vicdanların derinliklerinden yükseliyor.
İsrail’in Küresel Yalnızlığı
İsrail’in saldırgan politikaları yalnızca Filistin’i değil, tüm bölgeyi hedef alıyor. Katar’a yönelik tehditler, cami ve kilise ayrımı gözetmeden yapılan bombardımanlar ve işgal altındaki topraklarda mirası yok etme çabaları, artık sadece Müslümanların değil Hristiyan dünyasının da tepkisini çekiyor.
Bunun en somut örneklerinden biri, Avrupa’dan geldi: Slovenya, İspanya, İzlanda, İrlanda ve Hollanda, “İsrail varsa biz yokuz” diyerek uluslararası bir yarışmadan çekileceklerini ilan ettiler. Bu tavır, İsrail’in dünya çapında artan yalnızlığının işareti. Şimdi gözler, Azerbaycan’ın tavrına çevrilmiş durumda.
Gazze’den Yükselen Çocuk Çığlığı
Bu savaşın en ağır bedelini ise çocuklar ödüyor. Gazzeli 9 yaşındaki Esed el-Meydane, bir İsrail saldırısında kolunu kaybetti, bacağına platin takıldı ve hayatı altüst oldu. Bir zamanlar oyun oynadığı arkadaşlarını şimdi sadece hayal edebiliyor. Onun dramı, Gazze’deki binlerce çocuğun ortak hikâyesi.
Bu manzara karşısında suskun kalmak, sadece bir siyasi tercih değil, insanlık adına bir utançtır.
Sonuç: Vicdanlar Ayağa Kalkmalı
Bugün yaşananlar, sadece bir savaş değil, insanlığın vicdan testidir. Kudüs’teki statüye yönelen saldırılar, Gazze’de işlenen katliamlar ve çocukların bedenine işlenen zulüm, dünyayı ikiye ayırıyor: Zulmün ortağı olanlar ve mazlumun yanında duranlar.
Cumhurbaşkanımızın Kudüs vurgusu, Filistin’den yükselen çığlıklar, aktivistlerin denizlere açılan gemileri ve dünya çapında yükselen tepkiler bize şunu gösteriyor: İsrail’in saldırganlığı, sadece Filistinlilere değil, insanlığın ortak değerlerine karşı işlenmiş bir suçtur.
Ve tarih, bu suçun sessiz şahitlerini de yazacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

YA AHİRET OLMASAYDI?

YA AHİRET OLMASAYDI?

Bunca kirli işler ve onu yapıp da hakkıyla ceza almayanların durumu ve hakkı yenilen mağdurların alınacak hakları ne olacaktı?
Bir adaletsizlik olmayacak mıydı?
Yoksa bunca, başta bazı belediyeler olmak üzere yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık gibi pislikler başka türlü temizlenmez.
Ve ne kadarda pislik varmış!
Adeta şehirlerin kanalizasyonları patlamış.
Bunların yedi okyanus bile üzerlerinden aksa temizleyemez.
Onları ancak hiç bir iltimascının haksız iltimasının ve rüşvetin olmadığı ve Hakiminin Allah olduğu ahiret mahkemesinde gerçek olarak tecelli eder.
Ve bunca pisliği de ancak cehennem temizler.
Biraz daha açalım:

******

Ya Ahiret Olmasaydı?

İnsanlığın tarihine bakıldığında, nice zulümlerin, yolsuzlukların, kan ve gözyaşının sayfalara döküldüğünü görürüz. Nice haksızlıklar işlenmiş, nice mazlumların ahı arşa yükselmiş; ama fail zalimler dünyada ellerini kollarını sallayarak gezmişlerdir.

Eğer sadece bu dünya olsaydı, eğer adalet yalnızca bu fani hayatla sınırlı kalsaydı; bütün hakların zayi olduğu, zulmün karanlıkta kaldığı, mazlumun hesabının sorulmadığı bir âlemde yaşamış olmaz mıydık?

Bu düşünce bile insan vicdanını titretir. Çünkü vicdan bilir ki; adalet, yalnızca bu dünya mahkemelerine sığmaz.

Fani Mahkemelerin Aczi

Belediye koridorlarında dönen yolsuzluklar, makam odalarında gizli pazarlıklar, rüşvetin kara gölgeleri…
Bunların bir kısmı ortaya çıkar; bir kısmı gizli kalır.
Ortaya çıkanlar da çoğu zaman ya siyasî güçle örtülür, ya da adalet terazisi bir tarafı ağır basacak şekilde bozulur.

Bir mazlumun hakkı yıllarca sürüncemede kalır, zalim ise malını, makamını, nüfuzunu kullanarak kurtulur. İşte bu noktada vicdan haykırır:
“Ya ahiret olmasaydı? Bu haksızlıkların hesabı nerede sorulacaktı?”

Ahiret: Mutlak Adaletin Mahkemesi

Ahiret, varlığın en büyük teminatıdır. Çünkü orada:

Ne rüşvet vardır, ne torpil.

Ne makamın gücü vardır, ne servetin hilesi.

Hakim, âlemlerin Rabbi’dir.

Şahitler, insanın bizzat kendi organları, kendi nefsi, kendi amelleridir.

Orada en küçük bir zulüm bile cezasız kalmaz. Zerre kadar hayır gözetilir, zerre kadar şer kaydedilir.
İnsanın bütün perdesiz hakikati, mahşer meydanında açığa çıkar.

Cehennem: Kirlerin Gerçek Temizleyicisi

Şehirlerin kanalizasyonları patlamış gibi yayılan bu pislikler, ne dünya sularıyla yıkanır, ne de insan eliyle temizlenir.
Bu kirleri temizleyecek tek güç, cehennemdir.

Çünkü cehennem, adaletin kızgın ocağıdır. Dünyada ellerini kana, rüşvete, zulme bulaştıranların, orada yanmadan temizlenmesi mümkün değildir.
Tıpkı kirli bir madenin ateşte arıtılması gibi, insan da orada hak ettiği şekilde arınır.

Vicdanın Tesellisi

Mazlum için ahiret, tesellinin en büyük kaynağıdır.
Çünkü bilir ki: Hakkı burada alınmasa da, “Hakkın Mahkemesi”nde zerresi zayi olmayacaktır.

Zalim için ahiret, en büyük korkudur. Çünkü bilir ki: Burada kullandığı hile, orada işe yaramayacaktır.
Ne avukatlar kurtarır, ne yalancı şahitler; herkes kendi amelinin mahkûmudur.

Sonuç: Ahiret Olmasaydı?

Ahiret olmasaydı:

İnsanlık, en büyük adaletsizliğin içinde boğulurdu.

Mazlumun gözyaşı yerde kalır, zalimin zulmü sonsuza dek sürerdi.

Vicdan, sonsuz bir isyanla çırpınır, adalet ise manasız bir kelimeden ibaret kalırdı.

Ama Rabbimiz var, ahiret var, hesap var.
Ve şükür ki, hiçbir hak sahibinin hakkı kaybolmaz.
Bütün pislikleri yıkayacak bir mahkeme, bütün kirleri temizleyecek bir cehennem vardır.

✍️ Böylece ahiret, sadece iman esası değil; aynı zamanda insanlığın adalet sigortasıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

Kanunî hak” ile “meşrû hak” arasındaki fark

Kanunî hak” ile “meşrû hak” arasındaki fark,
1. Hukukî izin ≠ Meşrûiyet
• Devletler, toplum düzenini sağlamak için kanunlar koyar. Bu kanunlarda bazı fiillere izin verilebilir. Ancak İslâm’a göre kanunların verdiği izin, o fiilin helâl veya meşrû olduğu anlamına gelmez.
• Mesela bir devlet, içkiye veya faize izin verebilir. Ama bunlar Allah katında haramdır. Yani hukuken “izinli” olsa da, dinen “yasak” ve “günah”tır.
2. İslâm’da meşrûiyet ölçüsü
• İslâm’da meşrûiyetin ölçüsü Kur’an ve Sünnettir.
• Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Helâl bellidir, haram bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır…” (Buhârî, Müslim)
Yani hakikî hak, Allah’ın hak tanıdıklarıdır. İnsan eliyle verilen her hak dinî ölçüye vurulmadan “meşrû” sayılamaz.
3. Yasal hak ile dinî hak arasındaki ayrım
• Yasal hak: Devletin hukuken izin verdiği şeylerdir. Örn: içki ruhsatı, faizli banka işlemleri, kumarhane açma izni.
• Dinî hak: Allah’ın kullarına meşrû gördüğü, yapmalarını helâl kıldığı işlerdir. Örn: ticaret, evlilik, ibadet.
İşte fark burada: Yasal hak her zaman helâl değildir. Hatta çoğu zaman dinin yasakladığı şeylere “özgürlük” adıyla izin verilir.
4. Misaller
• İçki: Devlet izin veriyor ama Kur’an kesin haram kılıyor (Mâide, 90-91).
• Faiz: Kanunla serbesttir, ama Kur’an’da Allah ve Resulüne savaş açmak gibi ağır bir tehdit vardır (Bakara, 279).
• Zina/Fuhuş: Bazı ülkeler kanunen serbest bırakıyor; ama İslâm’da büyük günah.
📌 Sonuç:
Her yasal izin meşrû değildir. İslâm açısından meşrûiyetin ölçüsü Allah’ın koyduğu hükümlerdir. Kanunlar bazen doğruya uygun olabilir, bazen de hakikatin zıddına işler yapabilir. Mümin için bağlayıcı olan, Allah’ın helâl ve haram kıldığıdır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 15th, 2025

İsrail’in Bitmeyen Saldırıları: Gazze ve Ötesinde Yayılmacı Bir Strateji

İsrail’in Bitmeyen Saldırıları: Gazze ve Ötesinde Yayılmacı Bir Strateji

Ortadoğu, tarihin en kanlı ve en uzun soluklu krizlerinden birine sahne oluyor. İsrail’in abluka altındaki Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları, artık sadece bölgesel değil küresel bir vicdan meselesine dönüşmüş durumda. Her gün artan can kayıpları, yıkılan şehirler, göçe zorlanan halk ve uluslararası siyasetin ikiyüzlü tavırları, insanlığın vicdanını kanatıyor.

Gazze’de Bitmeyen Yıkım

Son 24 saatte 47 kişinin daha hayatını kaybetmesiyle, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de öldürdüğü sivillerin sayısı 64 bin 803’e ulaştı. Yaralıların sayısı ise 164 bini geçti. Bu tablo, sadece istatistik değil; her bir rakam bir hayatın, bir ailenin, bir umudun yok oluşu anlamına geliyor.

İsrail’in bombardımanında hedef alınan sadece Hamas değil; sivillerin sığındığı binalar, hastaneler, okullar ve mülteci kampları doğrudan vuruluyor. Gazze’nin her köşesinde yükselen duman, insanlığın tükenen sabrının sembolü hâline geldi.

Batı Şeria ve Yeni Cepheler

Gazze’deki soykırımsal saldırılar yetmezmiş gibi İsrail, Batı Şeria’da da baskınlarını artırdı. Tulkerim kentine düzenlenen operasyonlarda bin kadar Filistinli alıkonuldu. Netanyahu’nun “Filistin devleti olmayacak” sözleri, işgal planının sadece askeri değil, aynı zamanda ideolojik ve siyasi bir boyutu olduğunu ortaya koyuyor.

Öte yandan İsrail’in Kıbrıs’ta yeni bir cephe açma hazırlıkları, ABD ve İngiltere ile birlikte yürütülen yayılmacı stratejinin parçası. Bu tablo, İsrail’in sadece Gazze’yi değil, tüm bölgeyi istikrarsızlaştırma niyetini gözler önüne seriyor.

Katar ve Diplomasi Krizi

ABD basınında yer alan haberlerde, Mossad’ın karadan operasyonu reddetmesine rağmen İsrail’in Katar’daki Hamas heyetine hava saldırısı düzenlediği iddia edildi. Bu, İsrail’in bölgesel çatışmayı üçüncü ülkelere taşıma eğilimini ortaya koyuyor. BM’de ise İsrail temsilcisi, Katar’ı açıkça tehdit ederek “Ya Hamas’ı sınır dışı eder, ya da bunu İsrail yapar” ifadelerini kullandı. Bu dil, uluslararası diplomasi tarihinde eşine az rastlanır bir küstahlığı yansıtıyor.

Küresel Sessizlik ve Çifte Standart

ABD’nin Japonya’yı Filistin’i devlet olarak tanımama konusunda uyarması, Batı’nın insan hakları ve demokrasi söylemlerinin ne kadar çıkar temelli olduğunu bir kez daha gösterdi. Almanya’dan ABD’ye kadar birçok ülke, İsrail’in saldırılarını destekleyen veya en azından göz yuman bir çizgide ilerliyor.

Buna karşılık, dünyanın farklı yerlerinden gelen aktivistlerin oluşturduğu Küresel Sumud Filosu ise Gazze’ye doğru yola çıkarak insani bir direniş sergiliyor. Bu, devletlerin sessizliğine karşı vicdanların haykırışı olarak dikkat çekiyor.

Vicdanların Sesi

İsrail karşıtı Yahudi Haham Yisroel Dovid Weiss’in “İsrail şeytani bir yapıdır” sözleri, bu savaşın sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın meselesi olduğunun bir işareti. Gazze’ye doğru yola çıkan filoda bir İtalyan tiyatrocunun ezanla etkilenip namaz kılması, zulmün bile insanları hakikate yönelttiğini gösteriyor. Türkiye’de sanatçılar, dünyanın farklı yerlerinde aktivistler seslerini yükseltiyor.

Sonuç: İsrail Kendi Geleceğini Bombalıyor

Bugün İsrail, sadece Gazze’yi değil, kendi geleceğini de bombalıyor. Çünkü zulümle abat olunmaz. Siyonist ideolojiyle şekillenen yayılmacı işgal siyaseti, kısa vadede askeri kazanımlar getirse de uzun vadede İsrail’i yalnızlığa, nefretin odağı olmaya ve erimeye sürükleyecek.

Eski İsrail Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi, Gazze sınırına yakın Ein HaBesor bölgesinde yaşayanlarla salı akşamı bir araya geldi.

Halevi, Gazze’de yaşayanların yüzde 10’undan fazlasının savaşta öldüğünü ya da yaralandığını doğruladı. 200 binden fazla Filistinli’nin öldüğünü ya da yaralandığını söyledi.

Halevi hem “Hiç kimse nazik davranmıyor. Hiç kimse bana sınır koymadı” dedi hem de ordunun uluslararası hukukun sınırları içinde kaldığını savundu.

Gazze’nin yıkılan sokaklarında, Batı Şeria’nın baskınlarında, BM kürsüsündeki tehditlerde ve dünya kamuoyunun sessizliğinde insanlığın sınavı yaşanıyor. Bu sınavda kimileri mazlumların yanında yer alırken, kimileri zalimlere alkış tutuyor. Ama tarih şunu gösteriyor: Her Firavun’un bir Musa’sı, her zalimin bir sonu vardır.

-Her tarafa saldıran İsrail kendisi, ağa babası ve İngiltere üçlüsü olarak Kıbrıs’a üçüncü bir cephe açıyor.
Saldırı ve yayılmacı işgal cephesi.

-İsrail abd ile beraber salyasını akıtarak her yere saldırıyor, saldırtılıyor.

-Gazzede iki ölum bir arada.
Zulüm ve açlık.
Hem doğrudan, kalan olursa dolaylı öldürme.
Sırtlanlara taş çıkartacak, yamyamlar geride bırakacak eşsiz ve benzersiz tam bir aşağılık.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 14th, 2025