İnsan hayatı, adeta bir cevher-i nevin tecellîgâhı olan bu kâinatta, nice sırlar, nice hikmetler ve nice hakikatler ihtiva eder. Hakîmâne bir nazarla bakıldığında, her bir hadise ve her bir kelam, bizlere bir ders verir, bir yola işaret eder. Bu çerçevede, ele aldığımız beyitler de bizlere mühim mesajlar sunar. Kâbiliyetin ehemmiyeti, duanın manevî iklimi, Allah’a tevekkül ve gayretin neticesi, müminin çileli fakat mükafatlı hayatı ve dünyanın geçiciliği bu makalenin muhtevasını teşkil etmektedir.
Talip olduğumuz, arzuladığımız şeyin gerçekleşebilmesi ancak kâbiliyetle mümkündür. Eğer bir insanın elinde kâbiliyet varsa bu onun yaptığı işten belli olur.
Bu beyit, bir işin hakikatine ermek, bir gaye-i uzmaya nail olmak için sahip olunan kâbiliyetin esas sermaye olduğunu ifade etmektedir. Kâbiliyet, potansiyel bir kuvvettir. Ancak bu potansiyel, bir gayret ve emek ile fiiliyete döküldüğünde mana kazanır. Tıpkı bir tohumun toprağa düşmesi gibi, insan da yaratılıştan getirdiği istidat ve kâbiliyet tohumlarını, hayatın tarlasına eker. Eğer bu tohumlar bereketli bir zemin olan gayret ve azimle sulanırsa, neticesi kendiliğinden zuhur eder.
Tarih, nice kâbiliyetli ancak tembel ve gayretsiz insanların nasıl zayi olduğunu göstermiştir. Öte yandan, kâbiliyetini meşakkatli bir emekle yoğuran nice insanın da nasıl zirvelere ulaştığına şahit olmuştur.
İnkişafın sebebi istidattır.
Yani insandaki kâbiliyet ve istidatların inkişafına birer sebeptir. Kâbiliyet bir nimet ve emanettir. Bu emanete riayet, onu doğru ve faydalı bir alanda kullanmakla mümkün olur. Aksi takdirde, kârını göstermeyen bir cevher misali, atıl kalır ve faydasız bir hale gelir.
2. Duanın Esrarı ve İlahî Rahmet
Bes du’âhâ k’ân zebânest ü helâk
V’ez kerem mî neşneved Yezdân-ı pâk
Hz. Mevlânâ
Nice dualar vardır ki helâk olmanın ve ziyanın da ta kendisidir. Kusurlardan münezzeh olan Allah, kereminden dolayı onları kabul etmez.
Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikmetli beyiti, duaya olan bakışımızı derinleştirmektedir. Bizler genellikle her duanın olduğu gibi kabul edileceğini zannederiz. Oysa Mevlânâ Hazretleri, bazen bir duanın, bizim için ziyan ve helak olabileceğini ifade eder. Çünkü insan, ilmin cüzîliği sebebiyle, bir isteğin neticesinde meydana gelebilecek olumsuzlukları idrak edemeyebilir. Hayır zannettiğimiz bir şeyde şer, şer zannettiğimiz bir şeyde ise hayır bulunabilir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle izah edilmektedir:
”…Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir ve hoşlandığınız bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (TDV Meal, Bakara Suresi, 216. Ayet)
Bu durumda, Allah-u Teâlâ, kulunun cehaletinden ötürü dilediği bir şerrin vuku bulmaması için o duayı kereminden ve rahmetinden dolayı kabul etmez. Bu bir reddetme değil, bilakis bir rahmet tecellisidir. Mevlânâ bu beyit ile bizlere, duanın hakikatini, bir pazarlık ve isteme fiilinden öte, Allah’ın rahmet ve hikmetine tam bir teslimiyet hali olduğunu öğretmektedir.
3. Gayret, Tevekkül ve Hakikat Yolu
Allâh’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol
Mehmet Âkif Ersoy
Ey insan! Allah’a dayan, gayrete sarıl, hikmete boyun eğ. Bir yol varsa o da budur. Başka bir yola çıkacağını bilmiyorum.
Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, bu beyitte inancın ve gayretin el ele yürümesi gerektiğini veciz bir şekilde dile getirmiştir. İnsan, bir taraftan Allah’a tam bir tevekkül ile bağlanmalı, diğer taraftan ise dünya hayatının bir imtihan olduğu bilinciyle çalışıp çabalamalıdır. “Allah’a dayan” ifadesi, kalbî bir iman ve teslimiyetin ifadesidir. “Sa’ye sarıl” ise bu imanın fiilî bir yansıması olarak, sebeplere tevessül etmenin ehemmiyetini vurgular. Hikmete râm olmak ise, hadiselerin arkasındaki ilahî hikmeti görebilmeyi ve buna rıza gösterebilmeyi ifade eder.
Bu beyit, İslâm düşüncesinin temel bir prensibini ihtiva eder: tevekkül, tembellik ve atâlet demek değildir. Tevekkül, bütün sebeplere müracaat ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemektir. Âkif, bu yolu “hikmete râm ol” ifadesiyle taçlandırır. Yani, her ne olursa olsun, neticenin ardında bir hikmet olduğuna inanmak ve buna teslim olmaktır. Bu yol, insanın manevî ve maddî hayatını bir bütün olarak kuşatır ve ona hem dünya hem de ahiret saadetini vaat eder.
4. Mümin’in Çilesi ve Ahiretteki Safası
Mü’min olanların çokdur cefâsı
Âhiretde olur zevk ü safâsı
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Âşık Yunus
Allah’a gerçekten kul olanların bu dünyada sıkıntısı, derdi çoktur. Müminlerin asıl, gerçek eğlencesi ahirette olacaktır. Hem adı güzel hem de kendisi güzel olan Peygamberimiz (sav) on sekiz bin âlemin Mustafa’sıdır.
Âşık Yunus’un bu ilahî nağmesi, müminin hayatına dair bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu dünya, bir imtihan meydanıdır ve müminler için çile ve meşakkatlerle dolu olabilir. Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz.” (TDV Meal, Bakara Suresi, 155. Ayet) buyurularak bu hakikat teyit edilmiştir.
Ancak bu çile, sonu olmayan bir azap değil, aksine bir tezekkür ve manevî yükseliş vasıtasıdır. Her bir cefa, müminin imanını kuvvetlendirir ve onu ahiretteki zevk ve safaya hazırlar. Şiirin devamında ise bu ahiret müjdesinin ve feyzinin kaynağı olan Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) bahsedilir. O, on sekiz bin âlemin seçilmişidir ve onun şefaati, müminlerin en büyük umududur. Bu beyit, müminlere bu fani dünyada sabrı, ahirette ise mükâfatı vaat eder.
5. Dünyanın Geçiciliği ve Aklın Hakikati
Âkıl oldur gelmeye dünyâ metâ’ından gurûr
Müddet-i devr-i felek bir demdir âdem bir nefes
Bâkî
Akıllı, elde ettiği dünyalık maldan dolayı gurura kapılmayan kimsedir. Dünyanın dönüş süresi bir an, insanın ömrü ise bir nefesten ibarettir.
Şair Bâkî’nin bu beyti, dünya ve insan hayatının fani ve geçici olduğu hakikatini vurgular. Akıllı olmak, sadece maddî birikimlere sahip olmak değil, asıl itibarıyla bu birikimlerin insanda bir gurur ve kibir vesilesi olmamasını temin etmektir. Dünyalıklar, birer vesile ve imtihan aracıdır. Bunlara aldanmak ve onlarla böbürlenmek, aklın zaafını gösterir.
Bâkî, dünya hayatının müddetini bir an gibi tasvir ederken, insan ömrünü ise bir nefese benzetir. Bu benzetme, hayatın ne kadar kısa ve ani bitebileceğini bizlere hatırlatır. İnsanoğlu, bu kısa ömürde ebedî bir hayat için hazırlık yapmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takva sahipleri için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (TDV Meal, En’âm Suresi, 32. Ayet) buyurularak bu hakikate işaret edilmiştir. Akıllı insan, bu fani dünyanın aldatıcı cazibesine kapılmayan ve ebedî hayata hazırlık yapan kimsedir.
Makale Özeti
Bu makalede, insan hayatının muhtelif veçheleri ele alınmıştır. İlk olarak, kâbiliyetin ve bu kâbiliyeti gayretle inkişaf ettirmenin bir başarı için esas olduğu vurgulanmıştır. Akabinde, duanın sadece bir dilek mekanizması değil, aynı zamanda ilahî hikmet ve rahmete teslimiyetin bir tecellisi olduğu izah edilmiştir. Üçüncü kısımda, tevekkülün tembellik değil, fiilî gayret ve Allah’a tam bir güvenin neticesi olduğu belirtilmiştir. Dördüncü bölümde ise, müminin bu dünyada çektiği meşakkatlerin, ahiretteki ebedî saadetin bir mukaddimesi olduğu ve bu çilenin kaynağının Allah ve Resulü’ne olan iman olduğu anlatılmıştır. Son olarak, dünyanın faniliği ve insan ömrünün kısalığı ele alınarak, aklın gerçek manasının bu fani dünyalıklara kapılmamak ve ebedî hayata hazırlık yapmak olduğu ifade edilmiştir.
BERCESTE VE İZAHI – 58 –
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025
Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)
1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”
Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?
2. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri
İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.
3. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar
İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:
• Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
• Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.
4. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı
Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.
5. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat
Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.
Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.
***********
Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati
1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat
Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?
2. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet
Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:
• Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
• İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
• Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.
3. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi
Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:
• Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
• Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
• Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.
4. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı
Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:
• Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
• Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.
5. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına
Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.
Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.
Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine
1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ
Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
2. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil
Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.
******
3. İnsanın Hakikati: Kâinatın Çekirdeği ve Esmâ’nın Aynası
Bir makine, en gelişmiş haliyle bile, mahiyetini tayin eden kodların ve sınırları belli bir vazifenin esiridir. İnsan ise, maddî yapısının ötesinde, sonsuz bir potansiyel ve derûnî bir zenginlik taşır. Bu hakikatin temelini Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de veciz bir şekilde beyan eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Ayette geçen “Ahsen-i Takvîm” tabiri, insana bahşedilen suretin sadece zahirî güzelliğine değil, asıl olarak onun manevî donanımının ve isti’dadının vüs’atına (genişliğine) işaret eder. İnsan, kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi, yahut o ağacın bütün hususiyetlerini içinde barındıran bir çekirdeği gibidir. Ona öyle câmi’ bir fıtrat verilmiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın bütün Esmâ-ül Hüsnâ’sının cilvelerini tek başına gösterebilecek parlak bir ayna olma kabiliyetine sahiptir.
Bu zaviyeden bakıldığında, kâinat büyük bir kitap ise, insan o kitabın bütün manalarını ihtiva eden bir fihristidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu sırra, insanın “nakışları garib, sanatı acib bir mu’cize-i kudret” olduğu ve “bütün esmâ-i hüsnânın cilvesine mazhar ve bütün kâinata bir misal ve nümune” olarak yaratıldığı ifadeleriyle dikkat çekilir.
Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.
İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.
*************
4.”Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî
İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir..”
5. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma
Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.
Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.
6. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?
Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.
Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.
DÜNYA MERKEZLİ HAYATIN ÂKIBETİ VE AHİRETİN UNUTULUŞU
1. Gafletin Küresel Yükselişi
Zamanın seyri içinde dünya, ahireti unutturan bir cazibe merkezi haline gelmiştir. İnsanlığın büyük bir kesimi, hayatını yalnızca dünya eksenli kurmuş, bütün gayretini dünyada kalıcı olma vehmine bağlamıştır. Bu hal, artık ferdî bir zafiyet değil; milletlerin, devletlerin, hatta medeniyetlerin müşterek bir hastalığı olmuştur.
Küresel sistem, insanı sadece bedeniyle, menfaatiyle ve arzularıyla tarif eder hâle getirmiştir. Ruh, mana, ahiret, hesap, ebediyet gibi ulvî kavramlar artık hayatın merkezinden çıkarılmış; yerlerine reklam, servet, zevk, gösteriş ve güç konulmuştur.
Kur’ân bu hakikati asırlar öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar..”
(Rûm Sûresi, 7. âyet)
Bu ayet, bugünün insanını tasvir eder gibidir. Zira insanlık, teknolojiyi, bilimi ve siyaseti zirveye taşımış; ama kalbini ve aklını hakikatin merkezinden uzaklaştırmıştır.
2. Dinin Hayattan Çıkarılışı: Trump Misali
Bugün dünyanın zirvesinde bulunan idareciler bile, bu dünyevîleşmenin birer sembolüdür. Mesela ABD’nin Başkanı Donald Trump, kendisinin “Hristiyan” olduğunu söylese de, hayatının merkezinde ne Allah korkusu, ne de ahiret endişesi vardır.
Kızının Yahudiliğe geçişini İsrail Meclisi’nde bir “iftihar vesilesi” olarak anlatırken, aslında dinin özünden uzak, yalnızca dünyevî çıkar ve siyasî menfaat eksenli bir bakış açısını dile getirmiştir.
Bu, günümüzde dinin değil; din görüntüsünün bir siyasî araç hâline geldiğini göstermektedir.
Kur’an bu zihniyeti şöyle beyan eder:
“Onlardan öylesi vardır ki dünya hayatını ahirete tercih eder.”
(İbrahim Sûresi, 3. âyet, TDV Meali)
İnsan, Rabbine karşı kulluğunu değil; dünya menfaatini esas alınca, inanç bir davet değil, bir çıkar dengesi hâline gelir. İşte modern insanın kaybettiği en büyük değer budur.
3. İnsanın Dönüşümü: Ruhî Yoksullaşma
İnsan, yalnızca beden değildir. Ruhuyla insan, kalbiyle kâmildir. Fakat bugünün insanı, “madde”yi büyütürken “mana”yı küçültmüştür.
Ruhî yoksullaşmanın en belirgin göstergesi; ahireti unutmak ve “hesap günü” endişesini kaybetmektir. Çünkü ahiret inancı, insana hem sorumluluk hem denge kazandırır. Onu zulümden, israftan, haksızlıktan, nefsin esaretinden korur.
Ne var ki, bugünün insanı nefsine kul olmuş; Rabbine yabancılaşmıştır.
“Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”
(Haşr Sûresi, 19. âyet, TDV Meali)
Bu ayet, çağımızın ruhî manzarasını çarpıcı biçimde özetler. İnsan, artık ne için yaratıldığını, kimin kulu olduğunu ve nereye gittiğini bilmez hâle gelmiştir.
4. Bilimin ve Siyasetin Saptırdığı Zemin
Bilim, hikmetsiz kaldığında; siyaset, ahlaktan ayrıldığında; ekonomi, adaletten uzaklaştığında; ortaya zulüm düzeni çıkar.
Bugün bilim, Allah’ın kudretini değil; insanın benliğini büyütmektedir.
Siyaset, adaletin değil; menfaatin hizmetine girmiştir.
Toplumlar, servet yarışına kapılmış; ahiret fikri zayıfladıkça, vicdan da körelmiştir.
“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal ile evlatta çoğalma yarışından ibarettir.”
(Hadîd Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)
Kur’an bu hakikati bildirirken, insanın bu yarışta kaybedeceği en büyük nimetin ebedî hayat olduğunu hatırlatır.
5. Tarihî Misaller ve İbret
Firavun, Nemrud, Karun gibi tarihî tipler, yalnızca birer şahıs değil; dünyevîleşmiş zihniyetin sembolleridir.
Bugün onların isimleri tarihe lanetle geçmiştir. Çünkü her biri, kudreti, serveti ve makamı ebedî sandı.
Modern çağın “dijital firavunları” da aynıdır. Onlar da kendilerini “ilah” gibi gören, hükmeden ve hesap vermez zanneden kimselerdir.
Oysa “Her nefis ölümü tadacaktır.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 185. âyet, TDV Meali)
Bu ilahî hakikat, bütün güç sahiplerinin kulağına küpe olmalıdır.
6. Netice: Dünya Bir Gölgeler Âlemidir
Oysa Dünya bir misafirhanedir. İnsan, ebed için yaratılmıştır. Dünya, ebedî saadetin mezraasıdır.
Yani dünya, kalınacak yer değil; geçilecek bir menzildir.
Dünya sevgisi kalbe hâkim olursa, ahiret nazardan düşer; insan gafletin karanlığına bürünür.
Ancak imanla ve tefekkürle bakan kişi, dünyayı bir imtihan meydanı, bir emanet diyarı olarak görür.
“Kim ahiret kazancını isterse onun kazancını artırırız; kim de dünya kazancını isterse ona ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi olmaz.”
(Şûrâ Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)
7. Hikmetli Sonuç ve Ders
Bugünün insanı, servetle, makamla, şöhretle övünür; fakat kalbinde huzur yoktur. Çünkü kalbin gıdası iman, ruhun saadeti ahiret ümididir.
Dünyevîleşen insanlık, ahireti unuttukça vicdanını da kaybetmiştir.
Gerçek saadet, ebedî olanı kazanmaktadır. Dünya ise, bir rüya kadar kısa bir yolculuktur.
ÖZET
Dünya merkezli bir hayat anlayışı, insanı gaflete, umursamazlığa ve manevî körlüğe sürüklemiştir.
Günümüz insanı, tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi, dini bir çıkar aracına dönüştürmüş; ahiret inancını gündeminden çıkarmıştır.
Kur’an’ın beyanıyla dünya hayatı bir “oyun ve süsten” ibarettir.
Gerçek saadet, dünyayı değil; ahireti esas almaktadır.
Zira dünya fanî, ahiret ise bâkîdir.
İnsanın asıl yurdu orasıdır.
“Dünya bir gölge, ahiret ise hakikattir.”
Âdem (aleyhisselâm) ve Havva validemiz, yasak meyveden yiyip Allah’ın emrine muhalefet ettiklerinde,
““(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.”dediler.
(A‘râf Sûresi, 23. âyet,)
Buradaki zulüm, halk arasında zannedildiği gibi başkasına yapılan bir haksızlık değildir; kendi nefsine yapılan bir haksızlıktır.
Zira günah, Allah’a zarar vermez; kulun kendi nurunu, kalbini, safiyetini kirletir.
Dolayısıyla burada “zulüm”, nefsin istidadını, yüceliğini ve kulluk kıymetini kirletmek manasındadır.
Kur’an’da zulüm, çoğu yerde “hakkı yerinden etmek” anlamında kullanılır.
İnsanın hakkı, yaratılış gayesi gereği Allah’a kul olmaktır.
O hâlde zulüm; kulun kendisini kendi yerinden düşürmesi, kulluk makamından uzaklaşmasıdır.
“Gerçek şu ki Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
(Yûnus Sûresi, 44. âyet, TDV Meali)
Yani kul, her isyanında, her gafletinde kendi ruhuna zarar verir; nurunu söndürür, istidadını karartır.
Hz. Âdem bu hakikati derk ettiği için hemen “Biz kendimize zulmettik” diyerek pişmanlığını itiraf etmiştir.
İşte bu itiraf, bir peygamber tevbesidir; en ulvî tevbedir.
2. Ziyan: Fıtrî Saadetin Kaybı
Ayetin devamındaki ifade:
“Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.”
Buradaki ziyan, sadece cennet nimetlerinin kaybı değildir.
Asıl kayıp; Allah’ın rızasından, yakınlığından, huzurundan uzaklaşmaktır.
İnsanın en büyük serveti, Rabbine yakınlığıdır.
Âdem aleyhisselâm, bu yakınlığın az da olsa kesilmesinin dehşetini hissetti.
Bu yüzden “ziyan edenlerden oluruz” dedi.
Yani:
“Ya Rabbi! Senin affına, rahmetine muhtaç olduğumuzu anladık.
Eğer Sen’in rahmetinle örtülmezse, biz mahvoluruz.”
Bu, aslında insanlığın bütün tevbelerinin temelidir.
Kur’an’da benzer bir ikaz, aynı manayı teyit eder:
“Kim Allah’a ve Resûlü’ne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık.”
(Fetih Sûresi, 13. âyet)
Ve yine:
“Kim Allah’a yönelmekten yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat vardır.”
(Tâhâ Sûresi, 124. âyet, TDV Meali)
İşte “ziyan”ın aslı budur:
Allah’tan uzak bir hayat —yani rahmetten mahrumiyet, hidayetten sapma, kalbin kararması—
Bu dünyada kalbî sıkıntı, ahirette ebedî hüsrandır.
3. Hz. Âdem’in Tevbesinin Hikmeti
Hz. Âdem’in tevbesi, sadece bir özür değil; insanlığın kıyamete kadar sürecek bir dersidir.
Allah ona “Şu ağaca yaklaşmayın” dediğinde, bu emri bir imtihan sırrı için verdi.
Âdem, bu emri çiğnediğinde, hemen hatasını idrak edip tevbe etti.
İblis de emre muhalefet etti ama tevbe etmedi.
İkisi de hata etti, ama biri rahmet, diğeri lanet buldu.
Çünkü tevbe, kibrin panzehiridir.
İblis “Ben ondan hayırlıyım” dedi;
Âdem ise “Biz kendimize zulmettik” dedi.
Biri nefsini temize çıkardı, diğeri nefsini itham etti.
İşte bu iki tavır, iman ile küfrün ayrıldığı ince çizgidir.
Kur’an, bu farkı şöyle beyan eder:
“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri dilediğine bağışlar.”
(Nisâ Sûresi, 48. âyet, TDV Meali)
Yani, tevbe kapısı açıktır. Zulüm, ne kadar büyük olursa olsun; eğer kul affa yönelirse, Allah’ın rahmeti onu kuşatır.
Ama kibirle, inatla günaha devam eden, asıl kaybeden odur.
4. Zulüm–Ziyan İlişkisi: Manevî Kayıp Zinciri
Kur’an bütünlüğünde bakıldığında;
zulüm → günah → kalbî kararma → rahmetten uzaklaşma → hüsran zinciri vardır.
“Zalimler, yaptıkları yüzünden hüsrana uğradılar.”
(En‘âm Sûresi, 140. âyet)
Yani zulüm, sadece bir fiil değil, bir istikametin kaybıdır.
Zalim insan, kendi fıtratını tersine çevirir;
nurun yerine karanlığı, rahmetin yerine gazabı davet eder.
İşte Hz. Âdem’in tevbesi, bu zinciri kırmıştır.
Kendini suçlamış, Rabbine yönelmiş, rahmete sığınmıştır.
O an “kurtuluş” başlamıştır.
Zira asıl hüsran, Allah’a dönmemektir.
5. Hikmetli Sonuç ve İbret
Hz. Âdem’in duası, sadece bir kelime değil, insanlık duasıdır.
İnsanın Rabbi karşısında alması gereken hâli,
nefsini itham eden, kusurunu bilen, rahmeti dileyen bir duruştur.
Bu âyet bize öğretir ki:
• Zulüm, nefsin kararmasıdır.
• Ziyan, rahmetten uzaklaşmaktır.
• Kurtuluş, tevbe ve merhamet dilenmektedir.
Zira İsyan, nefsin zulmüdür; çünkü isyan eden, kendi saadetine darbe vurur.
Tevbe ise rahmetin davetçisidir.
İşte Âdem kıssası, yalnız geçmiş bir olay değil; her insanın kendi iç dünyasında her gün yaşadığı bir imtihan aynasıdır.
6. Netice
Âdem (aleyhisselâm)’ın “Biz kendimize zulmettik” sözü,
kulun Rabbine karşı kulluğunun en saf, en derûnî itirafıdır.
Zulüm, nefsin kendi kemalini bozması;
ziyan ise, ebedî saadetin nurundan mahrum kalmasıdır.
Ancak tevbe, insanı yeniden “rahmet dairesi”ne alır.
Çünkü Allah Teâlâ buyurur:
“Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer Sûresi, 53. âyet, TDV Meali)
ÖZET
A‘râf 23. âyetteki “zulüm”, kulun kendi nefsine ettiği haksızlıktır;
Allah’ın değil, kendi istidadının kararmasıdır.
“Ziyan” ise, rahmetten, hidayetten ve rızadan uzak kalma hâlidir.
Âdem’in tevbesi, insanın en büyük öğretmenidir:
Günah değil, tevbesizlik hüsrandır.
Zira affın kapısı, tevbe eden için her daim açıktır.
Bu ayet-i kerimede geçen “zulüm” kelimesi, lügat manasıyla “bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, karanlık, haksızlık” demektir. Ancak buradaki bağlantıda, çok daha derin ve şahsî bir manayı ihtiva eder.
• İlâhî Emre Muhalefet Etmek Suretiyle Fıtratı Bozmak: Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ve eşini en güzel bir yapıda yaratmış, onları cennet gibi bir makama yerleştirmiş ve onlara sadece bir tek yasak koymuştu: “Fakat şu ağaca yaklaşmayın.” (Bakara, 2/35). Onların bu emre muhalefet etmeleri, kendilerine bahşedilen o saf, günahsız ve itaatkâr fıtratın dışına bir adım atmaları manasına geliyordu. Dolayısıyla bu fiil, her şeyden evvel kendi öz yapılarına, kendilerine bahşedilen o ulvî mevkiye karşı bir haksızlıktı. Kendi nuraniyetlerini, geçici bir arzu sebebiyle bir anlık bir karanlığa düşürmüş oldular.
• Nimeti Külfete Çevirmek: Onlar cennette zahmetsiz, meşakkatsiz bir hayat içerisindeydiler. Şeytanın hilesine aldanarak yasak meyveyi tatmaları neticesinde bu nimet yurdundan, imtihan ve meşakkat diyarı olan dünyaya gönderilme sürecini başlattılar. Yani kendi elleriyle, içinde bulundukları o sonsuz nimeti, dünya hayatının zorluklarına ve imtihanlarına tebdil ettiler. Bu, insanın kendi huzurunu ve saadetini kendi fiiliyle bozması hasebiyle en büyük “nefse zulüm”dür.
• Allah’a Karşı Değil, Kendi Aleyhlerine Bir Fiil İşlemek: Mühim bir nükte şudur ki, onların bu fiili Allah’ın mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir. Günah ve isyan, Allah’a bir zarar vermez; bilakis işleyenin kendi manevî hayatını, huzurunu ve geleceğini tahrip eder. Bu sebeple itirafları “Sana karşı haddi aştık” şeklinde değil, “Biz kendimize zulmettik” şeklindedir. Bu, hatanın neticesinin doğrudan doğruya failin kendisine döndüğünü idrak etmenin en hikmetli ifadesidir.
Nitekim şeytanın tavrı ile Hz. Âdem’in (a.s.) tavrı arasındaki temel fark da buradadır. Şeytan kibrinden ve enaniyetinden ötürü hatasını kabul etmemiş ve “(İblîs) dedi ki: ‘Rabbim! Beni azdırmana karşılık, yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!'” (Hicr, 15/39) diyerek suçu haşa Cenâb-ı Hakk’a isnat etmeye cüret etmiştir. Hz. Âdem (a.s.) ise acziyetini ve hatasını derhal kabul ederek doğrudan kendi nefsini mesul tutmuştur. Bu, faziletin ve kulluğun zirvesidir.
”Mutlaka Ziyan Edenlerden Oluruz” – Ziyan ve Hüsran Nasıl Bir Kayıptır?
Buradaki “ziyan” ve “hüsran”, basit bir maddî kayıp veya mahrumiyet değildir. Bu, varoluş bir iflasın ve manevî bir helâkin ifadesidir.
• En Büyük Ziyan: Rabb’in Rahmetinden Mahrum Kalmak: Dünyevî bütün kayıplar telafi edilebilir. Ancak Allah’ın mağfiret ve rahmetinden mahrum kalmak, ebedî hayatı kaybetmek demektir. Onların duası, cenneti kaybetmenin üzüntüsünden daha çok, Rablerinin affını ve merhametini kaybetme korkusunu dile getirir. Çünkü bir kul için en büyük servet, Rabbi ile olan bağıdır. Bu bağ koptuğunda, insan en temel dayanağını yitirir ve ebedî bir hüsrana sürüklenir. Asr Suresi’nde bu hakikat ne kadar veciz ifade edilir: ”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 103/1-3)
• Cenneti ve Oradaki Makamı Kaybetmek: Ziyanın zahirî ve ilk neticesi, içinde bulundukları o eşsiz nimet yurdunu kaybetmeleridir. Orada ne korku ne de hüzün vardı. Bu, bir makam ve mekân kaybı olduğu gibi, aynı zamanda bir “hal” kaybıdır. Safiyet, emniyet ve huzur halinden; imtihan, mücadele ve meşakkat haline düşmektir. Tâhâ Suresi’nde bu durum şöyle tasvir edilir: ”Bunun üzerine ondan yediler. Hemen ardından ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Âdem rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” (Tâhâ, 20/121)
• Şeytanın Vesvesesine Açık Hale Gelmek: Bu ilk itaatsizlik, şeytana insan üzerinde bir tesir yolu açmıştır. Ziyanın bir yönü de budur. Artık insan, hayatı boyunca bu düşmanın hile ve desiseleriyle mücadele etmek zorunda kalacağı bir imtihan sahasına indirilmiştir. Bu dua, aynı zamanda bu mücadelede Allah’ın yardımına ve merhametine sığınmanın bir ifadesidir. Şeytanın onları nasıl aldattığı Kur’an’da şöyle anlatılır: ”Derken şeytan ona vesvese verdi: ‘Ey Âdem!’ dedi, ‘sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?'” (Tâhâ, 20/120)
İbretler ve Hikmetler
Bu mübarek dua, bizler için sayısız hikmet ve ibret dersi ihtiva etmektedir:
• Tövbenin Anahtarı: Acziyet ve İtiraf: Kurtuluşun ilk adımı, kibre kapılmadan, bahane aramadan, hatayı bütün samimiyetle kabul edip “Biz kendimize zulmettik” diyebilmektir. Bu, enaniyetin kırılıp kulluğun başladığı noktadır.
• Ümitsizliğe Yer Yoktur: En büyük hatadan sonra bile ümitsizliğe düşülmemiştir. Doğrudan Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınılmıştır. Bu, günahı ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığına dair bir müjdedir.
• Duanın Kabulü: Onların bu samimi duası cevapsız kalmamıştır. Cenâb-ı Hak, onlara tövbe kelimelerini ilham etmiş ve onların tövbesini kabul etmiştir. ”Derken Âdem rabbinden birtakım kelimeler aldı (onlarla amel edip dua etti, duası kabul edildi). Allah da tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Bakara, 2/37)
Bu hadise hakkında Risale-i Nur Külliyatı’nda da mühim tesbitler vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Hz. Âdem’in (a.s.) hatasının hikmetini izah ederken, bu hatanın insaniyetin manevî terakkisi için bir çekirdek olduğunu belirtir. Hz. Âdem’in (a.s.) günahı kibirden ve inkârdan değil, insani bir zaaftan kaynaklandığı için tövbeye ve Allah’a daha derin bir ilticaya vesile olmuştur. Şeytanın isyanı ise kibir ve enaniyetten kaynaklandığı için onu ebedî hüsrana sürüklemiştir.
İktibas edelim:
””BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benî Âdem’in Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir?”
“Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.” (Mektubat, 12. Mektup)
Hülasa:
Hz. Âdem (a.s.) ve eşinin bu duası, insanın dünyaya gönderiliş serüveninin özüdür. Buradaki zulüm, Allah’ın koyduğu fıtrat hududunu aşarak kendi saadet ve huzurunu tehlikeye atmaktır. Ziyan ise, sadece cenneti değil, asıl olarak Allah’ın rahmet ve mağfiretini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmektir ki bu, ebedî hüsrandır. Bu hadise ve dua, bizlere hatadan sonraki en doğru tavrın, acziyeti kabul edip samimiyetle Allah’ın sonsuz rahmetine sığınmak olduğunu öğretir. Bu, kıyamete kadar her mü’min için bir kurtuluş reçetesidir.
Cenâb-ı Hak, bizleri de hatalarımızı idrak edip bu dua ile kendisine iltica eden ve rahmetine nail olan kullarından eylesin. Amin.
Levh-i Mahfûz: İlâhî Hafıza ve Kudretin Kader Levhası
Levh-i mahfuz; ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.
******
Levh-i Mahfûz, Kur’ân’da birden fazla âyette zikredilen ve “her şeyin kaydedildiği ilâhî muhafaza levhası” mânâsına gelir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Doğrusu o (Kur’an), Levh-i Mahfûz’dadır.”
(el-Burûc, 21-22 – TDV Meali)
Yani Kur’ân-ı Kerîm, değişmeden, eksilmeden, bozulmadan Levh-i Mahfûz’da korunmuş bir hakikattir.
Bu Levha, bir nevi kâinâtın ana serveri, ilâhî arşiv, ezelî hafıza hükmündedir.
Nasıl ki insanın beyninde her hâl kaydolur; kâinâtın da ilâhî bir hafızası vardır ki o Levh-i Mahfûz’dur.
🖋️ “İlk yaratılan kalemdir.”
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah, evvela kalemi yarattı ve ona ‘Yaz!’ dedi. Kalem: ‘Ne yazayım?’ dedi. Allah: ‘Kıyamete kadar olacak her şeyi yaz.’ buyurdu.”
(Tirmizî, Kader, 1)
İşte bu emrin muhatabı olan kalem, Levh-i Mahfûz’a yazmaya başladı.
Bu yazı, zamanın ve mekânın ötesinde; kudretin kaderi, iradenin ilmî planıdır.
Her şeyin ilmî tasarımı, bu ilâhî yazılımda mevcuttur.
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(el-Hadîd, 22 – TDV Meali)
Bu âyet, Levh-i Mahfûz’un kaderî bir planlama merkezi olduğunu beyan eder.
Onda her şeyin mâhiyeti, zamanı, yeri, hikmeti ve neticesi yazılıdır.
💫 Levh-i Mahfûz ve İnsan Hafızası
İnsan hafızası, Levh-i Mahfûz’un küçük bir numunesidir.
Nasıl ki kâinatın her hâdisesi o büyük levhaya nakşedilirse,
insanın zihninde de her hâl ve kelime, bir iz ve kayıt bırakır.
Nasıl ki insanın cüz’î hafızası vardır; öyle de kâinatın küllî bir hafızası vardır. O da Levh-i Mahfûz’dur.
🕊️ Arş: Kâinatın Atan Kalbi
Arş, yaratılmışlar içinde en yüce ve kuşatıcı mertebedir.
Kudretin tahtı, rahmetin menzili, emir âleminin merkezi gibidir.
Kur’ân buyurur:
“Rahmân, Arş’a istivâ etti.”
(Tâhâ, 5 – TDV Meali)
Bu istivâ, mekânî değil, kuşatıcı bir hâkimiyet, idare ve rubûbiyetin merkezî tecellîsidir.
Nasıl kalp bedeni idare eder, Arş da kâinatın kalbi hükmündedir.
🌞 Kâinatın Ruhu ve Aklı
Kâinatın bir bedeni, bir aklı, bir ruhu vardır.
• Kur’ân-ı Kerîm: Kâinatın aklı ve şuurudur.
• Peygamber Efendimiz ﷺ: Kâinatın ruhu ve hayatıdır.
Çünkü Kur’ân, ilâhî hikmetin kelâmı; Peygamber ﷺ ise o kelâmın canlı tefsiridir.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir.
🌹 Nur-u Muhammedî: Kâinatın Mayası
Hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.”
(Kenzü’l-Ummâl, 1/81)
Bu beyan, Nur-u Muhammedî’nin kâinatın ilk mayası ve sebeb-i hilkati olduğunu bildirir.
Yani Cenâb-ı Hak, kâinatı o nurdan yaratmış, her şeyi o nura nispetle var etmiştir.
Bir rivayette Hz. Cabir anlatıyor:
– Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz, diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne Güneş, ne Ay, ne cin ve ne de insan vardı.”
“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.”
“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”
“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”
“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedur-Resulüllah nurunu) yarattı.” (bk. Aclunî, Kefü’l-Hafa, I, 265-266).
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru, kâinatın ruhu hükmündedir.
🌌 Allah: Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyûmu
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”
(en-Nûr, 35 – TDV Meali)
O, her şeyin varlık sebebi, devamının dayanağı, kudretin hayat vericisidir.
“Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy’dır, Kayyûm’dur.”
(Âl-i İmrân, 2 – TDV Meali)
Hayy: Bütün hayatların kaynağı.
Kayyûm: Her şeyin varlığını ayakta tutan.
Yani O’nun varlığı olmasa hiçbir şey var olamaz,
O’nun nuruyla her şey görünür,
O’nun kudretiyle her şey durur,
O’nun kelâmıyla her şey manâ bulur.
İnsan, kendi hafızasına nazar edip Levh-i Mahfûz’u anlayabilir.
Bir kelimeyi, bir sesi, bir manzarayı hafızasında tutan insan,
“Bütün kâinatın da bir hafızası vardır.” hakikatini idrak eder.
O zaman anlar ki:
Her söz, her fiil, her niyet, Levh-i Mahfûz’a kaydediliyor.
Her şeyin hesabı o Levha’da saklıdır.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(ez-Zilzâl, 7-8 – TDV Meali)
Levh-i mahfuz; KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR
Levh-i mahfuz; ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.
*******
1. Levh-i Mahfuz: Kâinatın Hafızası ve İlâhî Arşiv
Levh-i Mahfuz, “Ana Server” ve “Genel Arşiv”dir. O, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere, ilk andan son ana kadar bütün hadiselerin ve varlıkların kayıt altında tutulduğu, Allah’ın ilminin bir tecelli mahalli olan korunmuş bir levhadır. O, kâinatın ve bütün mahlukatın hafızasıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
> “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanı da bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (kitâbin mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 – TDV Meali)
>
Bu ayet-i kerime, Levh-i Mahfuz’un nasıl bir cihan şümul kuşatıcılığa sahip olduğunu gözler önüne serer. En küçük bir yaprağın hareketinden, en gizli bir tohuma kadar her şey o “apaçık kitapta” kayıtlıdır.
Yine, her şeyin önceden bu ilâhî hafızaya kaydedildiği şöyle beyan edilir:
> “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd Suresi, 57:22 – TDV Meali)
>
Hikmet ve İbret:
Bu hakikati tefekkür etmek, insana hem büyük bir mesuliyet yükler hem de derin bir teslimiyet ve huzur verir. Bir yanda, en küçük amelimizin dahi kayıt altına alındığı şuuruyla hareket etme mesuliyeti (ene ve enaniyetten sıyrılarak); diğer yanda ise, başa gelen her hadisenin ilâhî bir plan ve ilim dahilinde olduğu bilgisiyle kadere rıza gösterme ve Allah’a tevekkül etme fazileti.
2. Arş: Kâinatın Atan Kalbi ve Hükümranlık Merkezi
Arş, mahlukatın en büyüğü ve en yükseğidir; kâinatın “atan kalbi” tabiri, onun varlık âlemindeki merkezî rolünü ne güzel tasvir eder. O, Allah’ın mutlak hükümranlığının, kudret ve azametinin tecelli ettiği makamdır. Nasıl ki kalp, bedene hayat pompalayan bir merkez ise, Arş da kâinatın nizam ve intizamının, ilâhî emirlerin ve fermanların tecelli ve icra merkezidir.
Rabbimiz, Arş üzerindeki mutlak hâkimiyetini şöyle beyan eder:
> “O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ Suresi, 20:5 – TDV Meali)
>
Buradaki “kurulma” (istivâ), cismanî bir oturuş değil, kâinatı bütünüyle kuşatan, idare eden, her şeye hükmeden mutlak hâkimiyetin bir ifadesidir. Arş, bu sonsuz saltanatın merkezidir.
3. Kur’an ve Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kâinatın Aklı ve Ruhu
Bu teşbih, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en derinlikli nazarlarından biridir.
* Kur’an-ı Kerim’in Kâinatın Aklı Olması: Kâinat, sessiz ve harfsiz bir kitaptır. Her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kelimedir. Kur’an ise bu sessiz kitabın tercümanı, şifrelerini çözen ilâhî beyanıdır. O, varlığın niçin yaratıldığını, gayesinin ne olduğunu, hangi hikmetlere mebnî olarak işlediğini beyan eden “kâinatın aklı”dır. Kur’an olmasaydı, kâinat manasız bir oyuncak, insan ise başıboş ve gayesiz bir varlık olarak kalırdı.
* Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâinatın Ruhu Olması: O, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsi bu sırra işaret eder. Kâinatın yaratılışındaki en büyük maksat, Allah’ı tanımak ve O’na muhabbet etmektir. Bu maksadın en kâmil seviyede tecelli ettiği varlık, “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). O’nun nuru, kâinatın mayası ve hamurudur. O, varlığa mana katan “ruh”tur. O’nun risaletiyle, kâinat canlanmış ve hakiki manasına kavuşmuştur.
Cenab-ı Hak, O’nun bu cihan şümul vazifesini şöyle beyan eder:
> “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21:107 – TDV Meali)
>
O, sadece insanlığın değil, bütün âlemlerin rahmetidir. Bu sebeple kâinatın ruhu ve hayatıdır.
4. Akıl ve Allah’ın Kayyumiyeti
* Allah’ın İlk Muhatabı Akıldır: Rivayetlerde geçen “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” ifadesi, aklın ne denli büyük bir nimet ve mesuliyet aracı olduğunu gösterir. Akıl, ilâhî hitabı anlama, kâinat kitabını okuma ve iman hakikatlerini idrak etme kabiliyetidir. Allah, insanı akıl nimetiyle diğer mahlukattan üstün kılmış ve onu muhatap almıştır.
* Allah, Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyum’udur: Bu ifade, Allah’ın varlıkla olan münasebetini en veciz şekilde özetler.
* Kayyum: Varlığı kendinden olan ve bütün varlıkları varlıkta tutan, ayakta durduran demektir. Bütün kâinat, her an O’nun “Kayyum” isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Eğer o tecelli bir an kesilse, her şey yok olur. Bu, “her şeyin Kayyumu O’dur” ifadesinin tam karşılığıdır. Ayet-el Kürsi bu hakikati en zirvede ders verir:
> “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.” (Bakara Suresi, 2:255 – TDV Meali’nin ilgili kısmı)
>
* Nur ve Ruh: Allah’ın kâinatın “Ruhu ve Nuru” olması, O’nun kâinata hayat veren, onu aydınlatan, ona mana kazandıran yegâne varlık olması demektir. O’nsuz her şey karanlık ve ölüdür.
> “Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nûr Suresi, 24:35 – TDV Meali’nin başlangıcı)
>
Düşündürücü Netice
Bütün bu noktaları birleştirdiğimizde şu muazzam tablo ortaya çıkar:
Kâinat, her zerresi ilâhî bir planla dokunmuş, manalı ve hikmetli bir kitaptır. Bu kitabın bütün muhtevası, ezelî ilimde mevcut olan Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu muazzam varlık âleminin idare merkezi, Arş’tır. Bu sessiz kâinat kitabının manasını ve aklını ifade eden, onu bize ders veren Kur’an-ı Kerim’dir. Bu kitabın en mükemmel anlayan ve yaşayan muallimi, kâinatın varlık sebebi ve hayat ruhu ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v).
İnsana düşen vazife ise, kendisine bahşedilen akıl nimetini kullanarak bu kâinat kitabını ve onun tercümanı olan Kur’an’ı okumak, Peygamber’in (s.a.v) rehberliğinde hayatını şekillendirmek ve her an her şeyin dizginleri elinde olan, bütün varlığı ayakta tutan Kayyum olan Rabbine tam bir teslimiyetle kulluk etmektir.
Cenab-ı Hak, bu derinlikli tefekkürümüzü ve nazarımızı hakikatlere daha derinden nüfuz etmeye vesile kılsın.
ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.
*******
1. Levh-i Mahfuz: Kâinatın Hafızası ve İlâhî Arşiv
Levh-i Mahfuz, “Ana Server” ve “Genel Arşiv”dir. O, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere, ilk andan son ana kadar bütün hadiselerin ve varlıkların kayıt altında tutulduğu, Allah’ın ilminin bir tecelli mahalli olan korunmuş bir levhadır. O, kâinatın ve bütün mahlukatın hafızasıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
> “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanı da bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (kitâbin mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 – TDV Meali)
>
Bu ayet-i kerime, Levh-i Mahfuz’un nasıl bir cihan şümul kuşatıcılığa sahip olduğunu gözler önüne serer. En küçük bir yaprağın hareketinden, en gizli bir tohuma kadar her şey o “apaçık kitapta” kayıtlıdır.
Yine, her şeyin önceden bu ilâhî hafızaya kaydedildiği şöyle beyan edilir:
> “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd Suresi, 57:22 – TDV Meali)
>
Hikmet ve İbret:
Bu hakikati tefekkür etmek, insana hem büyük bir mesuliyet yükler hem de derin bir teslimiyet ve huzur verir. Bir yanda, en küçük amelimizin dahi kayıt altına alındığı şuuruyla hareket etme mesuliyeti (ene ve enaniyetten sıyrılarak); diğer yanda ise, başa gelen her hadisenin ilâhî bir plan ve ilim dahilinde olduğu bilgisiyle kadere rıza gösterme ve Allah’a tevekkül etme fazileti.
2. Arş: Kâinatın Atan Kalbi ve Hükümranlık Merkezi
Arş, mahlukatın en büyüğü ve en yükseğidir; kâinatın “atan kalbi” tabiri, onun varlık âlemindeki merkezî rolünü ne güzel tasvir eder. O, Allah’ın mutlak hükümranlığının, kudret ve azametinin tecelli ettiği makamdır. Nasıl ki kalp, bedene hayat pompalayan bir merkez ise, Arş da kâinatın nizam ve intizamının, ilâhî emirlerin ve fermanların tecelli ve icra merkezidir.
Rabbimiz, Arş üzerindeki mutlak hâkimiyetini şöyle beyan eder:
> “O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ Suresi, 20:5 – TDV Meali)
>
Buradaki “kurulma” (istivâ), cismanî bir oturuş değil, kâinatı bütünüyle kuşatan, idare eden, her şeye hükmeden mutlak hâkimiyetin bir ifadesidir. Arş, bu sonsuz saltanatın merkezidir.
3. Kur’an ve Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kâinatın Aklı ve Ruhu
Bu teşbih, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en derinlikli nazarlarından biridir.
* Kur’an-ı Kerim’in Kâinatın Aklı Olması: Kâinat, sessiz ve harfsiz bir kitaptır. Her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kelimedir. Kur’an ise bu sessiz kitabın tercümanı, şifrelerini çözen ilâhî beyanıdır. O, varlığın niçin yaratıldığını, gayesinin ne olduğunu, hangi hikmetlere mebnî olarak işlediğini beyan eden “kâinatın aklı”dır. Kur’an olmasaydı, kâinat manasız bir oyuncak, insan ise başıboş ve gayesiz bir varlık olarak kalırdı.
* Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâinatın Ruhu Olması: O, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsi bu sırra işaret eder. Kâinatın yaratılışındaki en büyük maksat, Allah’ı tanımak ve O’na muhabbet etmektir. Bu maksadın en kâmil seviyede tecelli ettiği varlık, “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). O’nun nuru, kâinatın mayası ve hamurudur. O, varlığa mana katan “ruh”tur. O’nun risaletiyle, kâinat canlanmış ve hakiki manasına kavuşmuştur.
Cenab-ı Hak, O’nun bu cihan şümul vazifesini şöyle beyan eder:
> “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21:107 – TDV Meali)
>
O, sadece insanlığın değil, bütün âlemlerin rahmetidir. Bu sebeple kâinatın ruhu ve hayatıdır.
4. Akıl ve Allah’ın Kayyumiyeti
* Allah’ın İlk Muhatabı Akıldır: Rivayetlerde geçen “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” ifadesi, aklın ne denli büyük bir nimet ve mesuliyet aracı olduğunu gösterir. Akıl, ilâhî hitabı anlama, kâinat kitabını okuma ve iman hakikatlerini idrak etme kabiliyetidir. Allah, insanı akıl nimetiyle diğer mahlukattan üstün kılmış ve onu muhatap almıştır.
* Allah, Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyum’udur: Bu ifade, Allah’ın varlıkla olan münasebetini en veciz şekilde özetler.
* Kayyum: Varlığı kendinden olan ve bütün varlıkları varlıkta tutan, ayakta durduran demektir. Bütün kâinat, her an O’nun “Kayyum” isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Eğer o tecelli bir an kesilse, her şey yok olur. Bu, “her şeyin Kayyumu O’dur” ifadesinin tam karşılığıdır. Ayet-el Kürsi bu hakikati en zirvede ders verir:
> “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.” (Bakara Suresi, 2:255 – TDV Meali’nin ilgili kısmı)
>
* Nur ve Ruh: Allah’ın kâinatın “Ruhu ve Nuru” olması, O’nun kâinata hayat veren, onu aydınlatan, ona mana kazandıran yegâne varlık olması demektir. O’nsuz her şey karanlık ve ölüdür.
> “Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nûr Suresi, 24:35 – TDV Meali’nin başlangıcı)
>
Düşündürücü Netice
Bütün bu noktaları birleştirdiğimizde şu muazzam tablo ortaya çıkar:
Kâinat, her zerresi ilâhî bir planla dokunmuş, manalı ve hikmetli bir kitaptır. Bu kitabın bütün muhtevası, ezelî ilimde mevcut olan Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu muazzam varlık âleminin idare merkezi, Arş’tır. Bu sessiz kâinat kitabının manasını ve aklını ifade eden, onu bize ders veren Kur’an-ı Kerim’dir. Bu kitabın en mükemmel anlayan ve yaşayan muallimi, kâinatın varlık sebebi ve hayat ruhu ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v).
İnsana düşen vazife ise, kendisine bahşedilen akıl nimetini kullanarak bu kâinat kitabını ve onun tercümanı olan Kur’an’ı okumak, Peygamber’in (s.a.v) rehberliğinde hayatını şekillendirmek ve her an her şeyin dizginleri elinde olan, bütün varlığı ayakta tutan Kayyum olan Rabbine tam bir teslimiyetle kulluk etmektir.
Cenab-ı Hak, bu derinlikli tefekkürümüzü ve nazarımızı hakikatlere daha derinden nüfuz etmeye vesile kılsın.
Hayatın Kaynağı ve İlâhî Nefha: Nefha-i İlâhiyye’nin Hikmeti
Hayatın kaynağı ve aslı; ve nefahtü fihi min ruhî .
Üfledi sonsuza uzanan ve bir çekirdek, tohum ve yumurta gibi nesiller boyu devam eden bir hayat.
Asıldan fasıla uzanan, iradeyle şekillenen ve kudretle var olup; o hayatlarında daha nice hayatlara hayattarlık yaptığı ilahi nefha.
Rahmetin Tezahürü.
Rahmı mader.
Fabrikalar üreten fabrikalar.
O da nasıl fabrikalar?
Şuurlu ve mazhar olduğu Yaratıcının sınırlı olan ve bir vahidi kıyasi nevinden irade ve benlik sahibi, gelişmeye ve gelişime müsait harika bir proje.
*******
1. Hayatın Menşei ve İlâhî Nefes
Kur’ân-ı Kerîm, insanın mahiyetini anlatırken, onun “ilâhî bir nefha” ile hayat bulduğunu bildirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine kendi ruhumdan üflediğimde hemen ona secdeye kapanın!’ dedi.”
(Sâd Sûresi, 38/71-72, TDV Meali)
Bu ayet, “ve nefahtü fîhi min rûhî” hakikatinin en açık beyanıdır.
İlâhî kudret, cansız bir çamur yığınına hayat nefhasını üflemiş ve böylece, maddeye mana, toprağa ruh, cesede şuur giydirmiştir.
İşte bu nefha, sadece bir “nefes” değil, ebedî bir sır, bir ilâhî emanet; hayatın özüdür. Bu nefha, tohumda sümbül, çekirdekte ağaç, yumurtada kuş, rahm-ı maderde ise insan şeklinde her nesilde yeniden tezahür eden bir ilâhî kanundur.
2. Hayat: Kudretin En Mucizevî Tecellîsi
Hayat, kudretin en parlak tecellîsi, rahmetin en geniş tecellîgâhıdır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“O’dur ki ölüyü diriltir ve diriyi ölümle öldürür. Bütün işler O’na döndürülür.”
(Yûnus Sûresi, 10/56, TDV Meali)
Hayatın aslı, maddenin değil emrin âlemindendir. Nitekim Kur’ân şöyle bildirir:
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size bu hususta ancak az bir bilgi verilmiştir.”
(İsrâ Sûresi, 17/85, TDV Meali)
Demek ki hayat, laboratuvarlarda ölçülen bir madde, tartılan bir enerji değildir.
Hayat, emr-i İlâhînin bir nefhâsı, kudretin bir cilvesi, rahmetin bir hediyesidir.
3. Rahmetin Tezahürü ve Rahm-ı Mader
İlâhî rahmetin en müşahhas tecellîgâhı, rahm-ı mâderdir.
Orası, rahmet fabrikalarının en harikasıdır.
Bir damla sudan, bir insan vücudu inşa edilir.
Bir çekirdek, bir kâinat misali bir varlık hâline getirilir.
Bu hakikate Kur’ân’da şöyle işaret edilir:
“Sizi topraktan yaratan, sonra bir nutfeden var eden, sonra sizi erkek ve dişi kılan O’dur. Hiçbir dişi, O’nun bilgisi olmadan hamile kalmaz ve doğurmaz.”
(Fâtır Sûresi, 35/11, TDV Meali)
Ve yine:
“Biz insanı, karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye işitici ve görücü kıldık.”
(İnsân Sûresi, 76/2, TDV Meali)
İşte bu “işitici ve görücü” olma hâli, o nefahtü fîhi min rûhî sırrının tezahürüdür.
Çünkü sadece beden değil, şuur, irade, sevgi, merhamet, vicdan, tefekkür gibi manevî cevherler de o nefhanın meyveleridir.
4. Fabrikalar Üreten Fabrikalar
İnsanın bedeninde ve tabiattaki canlılarda “fabrikalar üreten fabrikalar” vardır.
Bir hücre, kendi kendini kopyalayan, tamir eden, üreten ve emre itaat eden bir kudret mucizesidir.
Bir çekirdek, koca bir ağacın manevî projesini içinde taşıyor. Nasıl ki kudret o çekirdekten binlerce dal ve yaprağı çıkarıyor; öyle de bir nutfe-i insaniyede, insanın bütün istidat ve kabiliyetlerinin programı derc edilmiştir.
Bu bakımdan insan, kendi varlığında İlâhî kudretin sanatını temaşa eden bir aynadır.
Her nefes, hayatın yeniden ilka edildiği bir nefha-i rahmettir.
5. Ene, İrade ve İlâhî Vekâlet
İnsana “benlik” (ene) verilmiştir ki, mutlak Kudret’i tanımak için bir mizan olsun.
İrade, kudretin gölgesi; şuur, ilmin bir yansımasıdır.
Fakat bu emaneti taşıyabilen tek varlık insandır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”
(Ahzâb Sûresi, 33/72, TDV Meali)
İşte bu ayet, insanın yüksek şerefini ve derin sorumluluğunu bildirir.
Zira “ruhî nefha” ile gelen şuur, aynı zamanda ilâhî vekâlet ve emanet yüküdür.
6. Hayatın Hikmeti: Hayatın Hayata Hayattarlığı
Hayat, sadece kendi varlığıyla değil, başka hayatlara hayattarlık yapmasıyla da manasını bulur.
Bir tohum, toprağa düşer; ölür gibi olur; sonra binlerce tohuma hayat verir.
Bir anne, rahminde taşıdığı evlatla hem kendi hayatını devam ettirir hem de yeni bir ruhun doğumuna vesile olur.
Bir âlim, ilmiyle başkalarının akıllarına hayat verir;
Bir şehid, kanıyla bir milletin ruhuna can üfler.
Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:
“Kim bir canı diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 5/32, TDV Meali)
7. Netice ve Hikmetli Hülâsa
Hayat, “nefahtü fîhi min rûhî” sırrının bir tecellîsidir.
O nefha, bir defalık bir üfleme değil; her an yenilenen bir feyz, sürekli akan bir rahmettir.
Kudret, o nefha ile cansız maddeye can, akılsız toprağa şuur, sessiz varlığa nida vermiştir.
Bu itibarla insan, kendi varlığında “Allah’ın kudretini, rahmetini ve hikmetini” seyreden bir âlemdir.
Ve her insan, asıl kaynağından gelen o nefha-i İlâhiyye’nin bir yankısı, bir aksidir.
Son Söz
“Ey insan! Kendini küçük bir cisim zannetme. Zira sende koca bir âlem dürülmüştür.”
(Hz. Ali – k.v.)
Ve o âlemin merkezinde, “nefahtü fîhi min rûhî” sırrıyla üflenen,
hayata hayat katan o İlâhî nefes parlamaktadır…
1. : Evhadüddin-i Kirmanî ve Tevhidin Ateşi
İktibas:
Farsça Aslı:
ateş nzened der dil-i mâ illâ hû
kûteh ne-koned menzil-i mâ illâ hû
ger âlemiyân cumle tabîbân bâşend
hallî ne-koned muşkil-i mâ illâ hû
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlün Fâ’
Âteş ne-zened der dil-i mâ illâ Hû
Kûteh ne-koned menzil-i mâ illâ Hû
Ger âlemiyân cumle tabîbân bâşend
Hallî ne-koned muşkil-i mâ illâ Hû
Anlamı:
O’ndan başka kimse gönlümüzde aşk ateşini yakamaz.
O’ndan başka kimse gideceğimiz yerin yolunu kısaltamaz.
Eğer bütün insanlar hekim olsa,
bizim derdimize O’ndan başka kimse derman olamaz.
İzah ve Açıklama
Bu dörtlük, tasavvufun temel taşı olan Tevhid inancının lirik bir ifadesidir. Şair Evhadüddin-i Kirmanî, varlık alemindeki her türlü etkinin, fiilin ve gücün tek bir kaynaktan, yani Allah’tan (Hû) geldiğini vurgular. Gönle düşen aşk ateşi de, varılacak menzile giden yolu kısaltan lütuf da, dertlere şifa verecek olan derman da yalnızca O’dur. Dünyanın bütün hekimleri bir araya gelse, O’nun izni ve iradesi olmadan en küçük bir derde bile çare bulamazlar. Bu beyitler, sebeplere takılıp kalmadan, her şeyin arkasındaki asıl Müsebbib’i, yani Allah’ı görmenin derin bir ifadesidir.
Makale: Aşk, Dert ve Derman Üçgeninde Tevhid Bilinci
İnsanoğlu, varoluş serüveninde kendini sürekli bir neden-sonuç ilişkisi içinde bulur. Gönlüne bir sevda düştüğünde bunun sebebini maşukunda, bir hastalığa yakalandığında çareyi hekimde, uzun bir yola çıktığında ise vasıtalarda arar. Bu, beşeri aklın ve dünyevi yaşamın doğal bir işleyişidir. Ancak tasavvuf, bu perdenin arkasına bakmayı, görünen sebeplerin ötesindeki mutlak ve tek Fail’i idrak etmeyi telkin eder. Evhadüddin-i Kirmanî’nin bu meşhur rubaisi, tam da bu idrakin, yani Tevhid şuurunun sanatlı bir zirvesidir.
Şair, ilk mısrada “Gönlümüzde aşk ateşini O’ndan başkası yakamaz” derken, beşeri aşkı dahi ilahi bir tecelliye bağlar. Tasavvuf düşüncesinde aşk, insanı hamlıktan olgunluğa eriştiren, benliğini eritip onu “yokluğa” ve nihayetinde Hakk’a ulaştıran ilahi bir ateştir. Bu ateşin yakıcısı, maşukun gözleri veya sözleri gibi görünse de, hakikatte o ateşi kalbe düşüren bizzat Allah’tır. Çünkü O, “Vedûd” ismiyle tecelli ederek sevgiyi yaratandır. Bu bakış açısı, aşkı dünyevi bir arzu olmaktan çıkarıp, ruhsal bir tekamül yolculuğuna dönüştürür.
İkinci mısra, “Gideceğimiz yerin yolunu O’ndan başkası kısaltamaz” diyerek, hayat yolculuğundaki her türlü kolaylığın ve zorluğun da aynı kaynaktan geldiğini hatırlatır. İnsanın ömür menziline veya manevi bir makama vasıl olması, kendi çabasıyla birlikte ilahi lütfa bağlıdır. Yolların kısalması, engellerin kalkması, hedefe kolayca varılması, hep O’nun iradesi ve yardımıyladır. Bu, tasavvuftaki “seyr-i sülûk” yani manevi yolculuk anlayışının bir özetidir. Mürşit bir rehber, ibadet bir vasıta olsa da, müridi menzile ulaştıran nihai güç Allah’tır.
Rubainin en can alıcı kısmı ise son iki mısradır. Şair, bir an için farazi bir durum hayal eder: “Eğer bütün alemler, bütün insanlar hekim kesilse…” Bu, beşeri gücün ve bilginin toplanabileceği en üst sınırdır. Ancak bu muazzam güç dahi, “bizim derdimize” derman olamaz. Buradaki “dert”, sadece bedensel bir hastalık değil, aynı zamanda varoluş bir sancı, ruhi bir ızdırap, Hakk’tan ayrı düşmüş olmanın getirdiği derin bir hasrettir. Bu derdin tabibi de, dermanı da yine derdi verenin kendisidir. Bu anlayış, mümini hem derin bir teslimiyete hem de sarsılmaz bir ümide kavuşturur. Derdi bir imtihan, şifayı ise bir lütuf olarak görmesini sağlar. Hekime gitmek, ilaca sarılmak gibi sebeplere başvurmak bir kulluk görevidir; fakat şifayı hekimden veya ilaçtan değil, doğrudan Allah’tan beklemek ise Tevhid’in gereğidir.
Kirmanî, bu dört mısra ile hayatın temel dinamiklerini (aşk, yolculuk, dert ve derman) tek bir potada eriterek hepsini Tevhid ilkesine bağlamıştır. Bu, olaylara ve oluşlara parçacı bir gözle değil, bütün bir iman nazarıyla bakmaktır. Bu nazar, insanı kederde isyandan, sevinçte şımarmaktan korur; onu her durumda dengede tutan manevi bir çıpa görevi görür.
Özet
Evhadüddin-i Kirmanî’nin rubaisi, tasavvuftaki Tevhid inancının güçlü bir ifadesidir. Aşk ateşini yakanın, hayat yolunu kısaltanın, derdi verenin ve dermanı gönderenin yalnızca Allah olduğunu vurgular. İnsan aklının ve gücünün sınırlılığını, bütün hekimler bir araya gelse bile ilahi irade olmadan hiçbir derde çare bulamayacakları örneğiyle anlatır. Şiir, mümini sebeplere takılmaktan kurtarıp, her olayın ardındaki tek ve mutlak güç olan Allah’a teslim olmaya davet eder.
2. : Şeyh Gâlib ve Peygamber’e Sarsılmaz Bağlılık
İktibas:
Osmanlıca Aslı:
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i imânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i imânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Anlamı:
Biz ümit makamındayız, ümitsizliğe düşüp âh etmeyiz.1
İman sermayesini harap edip mahvetmeyiz.2
Senin kapını bırakıp da başkalarının kapısına gidip sığınmayız.3
Biz senin sayende başka hiç kimseye bakmayız.4
Ey Efendim! Sen Ahmed (sav), Mah5mûd (sav) ve Muhammed’sin (sav).
Sen, Hak tarafından bize gönderilmiş, kuvvetlendirilmiş ve doğrulanmış bir sultansın Efendim (sav).
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’in bu na’tı, Hz. Peygamber’e olan derin sevgi, sarsılmaz bir bağlılık ve teslimiyeti ifade eder. Şair, müminlerin asla ümitsizliğe düşmeyeceğini, çünkü en büyük dayanakları olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) manevi himayesinde olduklarını belirtir. Peygamber’in kapısını (sünnetini, şefaatini, manevi rehberliğini) bırakıp “ağyâr”a, yani O’nun dışındaki fani ve geçici sığınaklara yönelmek, iman sermayesini yok etmekle eşdeğerdir. Şiirin ikinci bölümünde ise bu bağlılığın sebebi açıklanır: Çünkü O, övülmüş anlamlarına gelen Ahmed, Mahmûd ve Muhammed isimleriyle anılan, Allah tarafından teyit edilmiş ve desteklenmiş manevi bir sultandır.
Makale: Ümit ve Sadakat Ekseni: Hz. Peygamber’in Manevi Sultanlığı
İnsanın manevi yolculuğu, ümit (recâ) ve korku (havf) kanatları arasında dengede durma sanatıdır. Ancak bu denge, zaman zaman hayatın zorlukları, nefsin desiseleri ve dünyanın aldatıcılığı karşısında sarsılabilir. İşte bu noktada, müminin tutunacağı en sağlam dal, sığınacağı en güvenli liman, Hz. Peygamber’e olan imanı ve muhabbetidir. Şeyh Gâlib, bu şiirinde, bu limana sığınan bir ruhun nasıl bir özgüven ve kararlılık içinde olduğunu muhteşem bir belagatle dile getirir.
“Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz” mısrası, bir tespitten çok bir manifestodur. “Ye’s” yani ümitsizlik, Kur’an’da kâfirlere atfedilen bir sıfattır (“…kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” – Yusuf, 87). Gâlib, Hz. Peygamber’e tâbi olanların bu çukura düşmeyeceğini, onların daima “ümit makamında” olduklarını ilan eder. Bu ümidin kaynağı, Allah’ın rahmetinin en büyük tecellisi olan Hz. Peygamber’in varlığı ve şefaat vaadidir. Dolayısıyla mümin için “âh etmek”, O’nun getirdiği müjdeye ve manevi himayeye güvensizlik anlamına geleceğinden, imanın özüne aykırıdır.
Şair, bu bağlılığı “ser-mâye-i imân” yani iman sermayesi olarak tanımlar. Ticarette sermaye ne kadar hayati ise, manevi hayatta da bu bağlılık o kadar hayatidir. Bu sermayeyi “tebâh etmek”, yani mahvetmek ise, “Bâbın koyup ağyârı penâh eylemek” ile mümkündür. Buradaki “bâb” (kapı), Hz. Peygamber’in maneviyatına, sünnetine, ahlakına ve şefaatine açılan bir geçittir. “Ağyâr” (başkaları, yabancılar) ise, Allah ve Resûlü dışındaki her türlü fani güç, makam, ideoloji veya kişidir. O’nun kapısını terk edip başkalarından medet ummak, en değerli sermayeyi, yani imanı tehlikeye atmaktır. “Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz” mısrası ise bu sadakatin doruk noktasıdır. O’nun manevi gölgesi (sâyesi) altındayken, başka hiçbir güce, makama veya kurtarıcıya göz ucuyla bile bakmayız, onlara teveccüh etmeyiz. Bu, tevhidin bir başka boyutudur: Nasıl ki ibadette Allah’a ortak koşulmazsa, rehberlik ve önderlikte de Hz. Peygamber’e ortak tanınmaz.
Şiirin ikinci bendi, bu sarsılmaz sadakatin gerekçesini sunar. Neden O’nun kapısı terk edilmez? Çünkü “Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim”. Bu üç isim de “hamd” kökünden gelir ve “en çok övülen, övülmüş” anlamlarını taşır. Bu, O’nun hem Allah katındaki hem de mahlukat nezdindeki yüce makamına bir işarettir. Ve en önemlisi, O, “Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin”. Yani O’nun sultanlığı, gücünü dünyevi ordulardan veya fani otoritelerden değil, doğrudan doğruya Hakk’ın kendisinden alan, O’nun tarafından desteklenmiş ve teyit edilmiş (mü’eyyed) bir sultanlıktır. Bu öyle bir saltanattır ki, zaman ve mekânla sınırlı değildir; gönüller üzerinde kurulmuştur ve ebedidir. Şeyh Gâlib, bu ifadesiyle, Hz. Peygamber’i sadece bir postacı veya tarihi bir şahsiyet olarak değil, kainatın ve müminlerin gönlünün ebedi, manevi sultanı olarak gördüğünü ilan eder.
Özet
Şeyh Gâlib, bu na’tında Hz. Peygamber’e olan bağlılığın, mümini ümitsizlikten koruyan en temel dayanak olduğunu anlatır. Peygamber’in manevi kapısını terk edip başka sığınaklar aramanın, “iman sermayesini” yok etmekle eşdeğer olduğunu belirtir. Bu sarsılmaz sadakatin temelinde, Hz. Peygamber’in Allah tarafından desteklenmiş ve teyit edilmiş, gönüllerin ebedi sultanı (“sultân-ı mü’eyyed”) olduğu inancı yatar. Şiir, ümit, sadakat ve teslimiyetin kaynağının Hz. Peygamber sevgisi olduğunu vurgulayan güçlü bir manifestodur.
3. : Hâzik ve Gerçek Zenginlik Olarak Kanaat
İktibas:
Arapça-Osmanlıca Aslı:
Fakîrün küllü zî-hırsın ganiyyün küllü men yakna’
Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden
Okunuşu:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Fakîrün küllü zî-hırsın ganiyyün küllü men yakna’
Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden
Anlamı:
Hırs sahibi herkes fakir, kanaatkâr olanlar ise zengindir.
Allah bir kimseyi asla kanaatten ayırmasın.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, insanlık tarihi kadar eski bir hikmeti, Doğu irfanının en temel derslerinden birini veciz bir şekilde ifade etmektedir. Şair Hâzik, ilk mısrada Arapça bir ifade kullanarak evrensel bir gerçeği tespit eder: Zenginlik ve fakirlik, malın çokluğu veya azlığıyla ilgili değil, kalbin durumuyla ilgilidir. “Zî-hırs” yani hırs sahibi olan herkes, ne kadar malı mülkü olursa olsun, daima daha fazlasını isteyeceği için özünde bir “fakir”dir. Buna karşılık, “men yakna'” yani kanaat eden kimse, elindekine şükredip fazlasında gözü olmadığı için gerçek bir “gani” yani zengindir. İkinci mısra, bu tespiti bir duaya dönüştürür: Allah’tan istenebilecek en büyük lütuflardan biri, kanaat duygusundan mahrum kalmamaktır.
Makale: Hırsın Fakirliği ve Kanaatin Saltanatı
Modern dünya, mutluluğu ve başarıyı neredeyse tamamen “daha fazlasına sahip olmak” üzerine kurmuştur. Daha fazla para, daha fazla mal, daha fazla statü, daha fazla deneyim… Bu bitmek bilmeyen “daha” arayışı, bireyi sürekli bir tatminsizlik ve doyumsuzluk tekrarına hapseder. İnsan, sahip olduklarının tadını çıkaramadan, sahip olamadıklarının peşinde koşarken ömrünü tüketir. Şair Hâzik’in asırlar önce dile getirdiği bu beyit, modern insanın bu trajedisine tutulmuş bir ayna gibidir.
“Fakîrün küllü zî-hırsın” (Hırs sahibi herkes fakirdir). Bu mısra, fiziki bir durumdan çok, psikolojik ve ruhsal bir hâlin teşhisidir. Hırs, bir arzu değil, bir hastalıktır. Elindekini yetersiz, başkasının elindekini ise ulaşılması gereken bir hedef olarak gören bir bakış açısıdır. Milyonları olan bir hırslı, milyarları olana imrenirken kendini fakir hisseder. Sarayda oturan, daha görkemli bir sarayın hayalini kurarken bulunduğu yeri bir zindan gibi görür. Hırsın ateşi, ne kadar mal mülk odunu atılırsa atılsın sönmez, aksine daha da alevlenir. Bu, ruhun hiç bitmeyen bir açlığı, manevi bir iflastır. Bu yüzden hırslı insan, dünyanın bütün hazinelerine sahip olsa bile, kalbi ve ruhu itibarıyla en yoksul insandır.
Buna karşılık, “ganiyyün küllü men yakna'” (Kanaatkâr olan herkes zengindir) ifadesi, gerçek zenginliğin tanımını yapar. Kanaat, tembellik veya azla yetinmeye zorlanma durumu değildir. Aksine, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra, Allah’ın takdir ettiğine gönül rızası gösterme, sahip olunan nimetlerin farkına varıp şükretme erdemidir. Kuru bir ekmeği olan kanaatkâr bir insan, o ekmeğin kendisine lütfedildiğini bilerek yediğinde, ziyafet sofralarındaki hırslı bir insandan daha büyük bir lezzet ve huzur duyar. Çünkü zenginlik, banka hesabındaki rakamlar değil, kalpteki huzur ve şükran duygusudur. Kanaat sahibi, başkasının malına göz dikmediği için özgür, elindekinden razı olduğu için huzurlu, beklentilerini sınırladığı için mutludur. Bu, dünyanın geçici metalarına karşı kazanılmış manevi bir zafer, gerçek bir saltanattır.
İkinci mısradaki dua, “Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden”, bu erdemin ne kadar değerli ve aynı zamanda ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Kanaat, insanın kendi kendine elde edebileceği bir şeyden çok, ilahi bir lütuftur. Modern tüketim kültürünün, reklamların ve sosyal medyanın sürekli olarak insanlara “eksik” olduklarını ve daha fazlasına ihtiyaç duyduklarını fısıldadığı bir çağda, kanaat ahlakını korumak daha da zorlaşmıştır. Bu nedenle Hâzik’in duası, sadece tarihi bir temenni değil, günümüz insanı için de hayati bir yakarıştır. Allah’tan mal mülk istemeden önce, o malı mülkü doğru kullanmayı sağlayacak olan kanaat kalbini istemek, en hikmetli duadır.
Özet
Hâzik’in beyti, zenginlik ve fakirliğin maddi varlıklara değil, insanın iç dünyasına bağlı olduğunu vurgular. Hırs sahibi bir kimse, ne kadar zengin olursa olsun, daima daha fazlasını arzuladığı için ruhen fakirdir. Buna karşılık, elindekiyle yetinmeyi bilen ve şükreden kanaatkâr bir kişi ise, en az şeye sahip olsa bile dünyanın en zengin insanıdır. Şair, kanaatin Allah’tan istenmesi gereken büyük bir lütuf olduğunu belirterek, bu erdemin önemini bir dua ile taçlandırır.
4. : Fâ’izî ve Geçmiş Mutluluğun Bilinmeyen Değeri
İktibas:
Osmanlıca Aslı:
Dahi ben şimdi bildim rûzgârın n’eydiğin ey dil
Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler
Okunuşu:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Dahi ben şimdi bildim rûzgârın n’eydiğin ey dil
Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler
Anlamı:
Ey gönül! Devranın bize ne yaptığını ben şimdi yeni anladım.
Meğer, sevgiliye kavuşmanın mutluluğu ile geçen vakitlerin değeri bilinmezmiş.
İzah ve Açıklama
Şair Fâ’izî’nin bu beyti, insan psikolojisinin evrensel bir gerçeğine dokunur: Mutluluğun değeri, genellikle o mutluluk elden gittikten sonra anlaşılır. Şair, kendi gönlüne (“ey dil”) seslenerek bir itirafta bulunur. Zamanın, feleğin (“rûzgârın”) kendisine ne yaptığını, nasıl bir oyun oynadığını ancak şimdi, yani o güzel günler geçtikten sonra anladığını söyler. Anladığı acı gerçek şudur: Sevgiliyle birlikte olunan, kavuşma (“vasl”) anlarının getirdiği o eşsiz mutluluğun (“safâ”) kıymeti, o anlar yaşanırken bilinmiyormuş.
Makale: Hafızanın Aynasında Mutluluk: Vasl Anının Yitirilişi
Zaman, ileriye doğru akan, geri döndürülemez bir nehirdir. İnsan bu nehrin içinde sürüklenirken, anın büyüsüne kapılıp, yaşadığı anların ne kadar değerli olduğunu çoğu zaman fark etmez. Özellikle mutluluk, saadet ve huzur anları, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir rehavetle yaşanır. Ancak nehir akmaya devam eder ve o anlar geride kalıp birer anıya dönüştüğünde, insan hafızasının aynasında onların gerçek parlaklığını ve paha biçilmezliğini görür. Fâ’izî’nin bu melankolik ve bilge beyti, tam da bu yitirilişin ve sonradan gelen bu acı farkındalığın şiiridir.
Şair, “Ey gönül!” nidasıyla söze başlayarak, bu keşfin akli bir çıkarım değil, kalbi bir tecrübe olduğunu ima eder. Bu, aklın hesaplarıyla değil, gönlün sızılarıyla anlaşılan bir derstir. “Rûzgârın n’eydiğini şimdi bildim” ifadesi, bir tür aydınlanma anını anlatır. “Rûzgâr” (rüzgâr) veya “devran”, klasik şiirde zamanın, feleğin ve kaderin değişken yapısını temsil eden bir metafordur. Şair, geçmişe baktığında, rüzgârın en güzel çiçekleri nasıl savurup götürdüğünü, yani zamanın en mutlu anları nasıl alıp yok ettiğini şimdi idrak etmiştir.
Bu idrakin özü ikinci mısrada gizlidir: “Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler”. Divan şiirinin merkezinde iki temel kavram vardır: “Vasl” (kavuşma) ve “hicran” (ayrılık). Vasl, âşığın en büyük hayali, bütün ızdıraplarının son bulduğu, mutluluğun zirveye ulaştığı andır. Hicran ise o andan mahrum kalmanın getirdiği sonsuz bir acıdır. Fâ’izî, bu beyitte, âşıkların en çok arzuladığı “vasl” anlarının bile, yaşandığı sırada hakkıyla idrak edilemediğini söyler. O anların “safâ”sı, yani arılığı, katıksız mutluluğu, ancak yokluğunda, hicranın karanlığında tam olarak anlaşılır. Bu, bir balığın suyun kıymetini sudan çıkınca anlamasına benzer. İnsan, mutluluk okyanusunda yüzerken, o okyanusun ne kadar hayati olduğunu fark etmeyebilir.
Bu beyit, sadece beşeri bir aşkın hikayesi olarak okunmamalıdır. Aynı zamanda kayıp giden gençliğin, sağlığın, sevdiklerimizle birlikte geçirilen zamanların, huzurlu günlerin de bir ağıtıdır. İnsan, sahip olduğu her nimetin bir “vasl” hali olduğunu ve her an bir “hicran” ile elinden alınabileceğini unutur. Fâ’izî, bu beytiyle bize bir “carpe diem” (anı yaşa) felsefesi sunar, ancak bunu geleceğe yönelik bir coşkuyla değil, geçmişten alınan bir dersin hüznüyle yapar. Bize, elimizdeki nimetlerin, sevdiklerimizle geçirdiğimiz anların kıymetini, onlar birer anıya dönüşmeden önce bilmemiz gerektiğini fısıldar. Çünkü zamanın rüzgârı, bir kez savurduğunu bir daha geri getirmez ve geriye sadece “keşke o anların değerini bilseydim” pişmanlığı kalır.
Özet
Fâ’izî’nin beyti, mutluluğun ve değerli anların kıymetinin genellikle kaybedildikten sonra anlaşıldığı gerçeğini dile getirir. Şair, gönlüne seslenerek, zamanın ve kaderin kendisine ne yaptığını ancak şimdi anladığını söyler. Bu acı tecrübe ona şunu öğretmiştir: Sevgiliyle birlikte olunan o eşsiz mutluluk anlarının (“vasl-ı yâr”) değeri, o anlar yaşanırken tam olarak bilinemiyormuş. Şiir, yitirilen güzelliklerin ardından duyulan hüzünlü bir farkındalığı ve pişmanlığı ifade eder.
1. Mehmet Âkif Ersoy ve Birlik Ruhu
İktibas
Osmanlıca Metin:
كيرمهدن تفرقه بر ملته دوشمان كيرهمز
طوپلو اوردقجه يوركلر اونی طوپ سينديرهمز
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez
Mehmet Âkif Ersoy
Açıklama:
Bir milletin içine nifak girmedikçe, düşman onun içine giremez.
Gönüller birlikte attıkça topun tüfeğin dahi etkisi olmaz.
Beyitin İzah ve Açıklaması
İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, bu veciz beyitinde bir milletin bekasının ve gücünün temel şartını ortaya koymaktadır.
• “Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez”: “Tefrika”, ayrılık, bölünme, fitne ve nifak demektir. Âkif, bir toplumu dışarıdan yıkmak isteyen bir düşmanın, o toplumun içine fiziki olarak girmeden önce, manevi olarak girmesi gerektiğini vurgular. Bu manevi giriş, tefrika tohumları ekmekle olur. Kardeşi kardeşe düşman eden, fikir ayrılıklarını derin uçurumlara dönüştüren, güveni ve sadakati yok eden bir fitne, bir milletin surlarındaki en büyük gediktir. Düşman, bu gedik açılmadan içeri sızamaz. Kaleler içten fethedilir; bir milletin kalesi ise onun birliğidir.
• “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”: İkinci mısra, birliğin sağladığı o muazzam gücü tasvir eder. “Yüreklerin toplu vurması”, sadece fiziki bir beraberlik değil, aynı zamanda ortak bir ideal, ortak bir sevinç, ortak bir keder ve ortak bir hedef etrafında kenetlenmiş manevi bir bütünlüktür. Bu öyle bir güçtür ki, dönemin en korkutucu silahı olan “top” dahi bu birliği “sindiremez”, yani ezemez, yıldıramaz, yok edemez. Maddi güç, manevi bütünlük karşısında aciz kalır. Bu mısra, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda en modern silahlara karşı iman ve vatan sevgisiyle kenetlenmiş bir milletin zaferinin de adeta şiirsel bir özetidir.
Makale: Toplu Vuran Yürekler: Bir Milletin Sarsılmaz Kalesi
Tarihin her döneminde milletleri ayakta tutan harç, ne ordularının çokluğu ne de silahlarının üstünlüğü olmuştur. Bir milleti millet yapan ve onu sarsılmaz bir kale kılan asıl kudret, fertlerinin aynı ülkü etrafında birleşen ve “toplu vuran” yürekleridir. İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un yukarıda iktibas ettiğimiz ölümsüz mısraları, bu tarihi ve sosyolojik gerçeğin en beliğ ifadesidir.
Tefrika, bir toplumu içten içe kemiren bir ur gibidir. Dışarıdan en sağlıklı görünen bedenler dahi, bu urun yayılmasıyla bir anda çökebilir. Tarih, tefrika yüzünden yıkılan nice güçlü devletin ve medeniyetin hazin hikâyeleriyle doludur. Endülüs’ün çöküşü, emirlikler arasındaki taht kavgaları ve bitmeyen çekişmelerle hızlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde etnik ve siyasi fitnelerin imparatorluğun temellerini nasıl sarstığı acı bir gerçektir. Düşman, askeri gücüyle yenemeyeceğini anladığı bir toplumu, fitne ve nifak oklarıyla vurmayı hedefler. Güvensizlik, şüphe, ötekileştirme ve kutuplaşma, bir toplumun bağışıklık sistemini çökerten mikroplardır. Bu mikroplar yayıldığında, en küçük bir dış müdahale bile ölümcül sonuçlar doğurabilir. Âkif, “düşman giremez” derken, aslında “düşmana gerek kalmaz, millet kendi kendini yok eder” demektedir.
Buna mukabil, “toplu vuran yürekler”in karşısında durabilecek hiçbir maddi güç tasavvur edilemez. Bu ifade, sadece bir slogan veya hamasi bir söylem değildir; bizzat tarihin şahitlik ettiği bir hakikattir. Çanakkale’de bir metrekareye altı bin merminin düştüğü siperlerde, farklı coğrafyalardan gelmiş vatan evlatlarını birbirine kenetleyen ruh, işte bu “toplu vuran yürekler”in gücüydü. Onları ayakta tutan, ellerindeki silahların gücünden ziyade, kalplerindeki ortak iman ve vatan sevgisiydi. Kurtuluş Savaşı’nda, yokluk ve imkânsızlıklar içinde bir milletin küllerinden yeniden doğuşu, yine bu birlik ruhunun bir tezahürüdür. O yürekler birlikte attığı için, en modern ordular, en gelişmiş toplar ve tüfekler o manevi duvarı aşamamıştır.
Günümüzde tefrikanın şekli değişmiş olabilir. Sosyal medya üzerinden yayılan dezenformasyon, toplumu kutuplaştıran siyasi söylemler, kültürel farklılıkları düşmanlık vesilesi yapan art niyetli çabalar, modern zamanın fitne araçlarıdır. Ancak Âkif’in reçetesi dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Bir milletin fertleri, küçük farklılıkları bir kenara bırakıp ortak değerlerde, ortak bir gelecekte ve ortak bir kaderde birleşebildiği sürece, hiçbir dış güç o milleti sindiremez. Birliğin olduğu yerde dirlik, sevginin olduğu yerde güç vardır. Yürekler bir attığında, en zayıf anında bile bir millet, en güçlü ordulardan daha kudretli olur.
Özet
Mehmet Âkif Ersoy’un bu beyti, bir millet için en büyük tehlikenin dış düşmanlardan önce içteki ayrılık ve fitne olduğunu vurgular. Tefrika bir topluma sızmadan, hiçbir düşman o toplumu mağlup edemez. Buna karşılık, fertlerin ortak bir idealde birleşerek kalplerinin birlikte atması, en güçlü silahlara bile karşı koyabilecek manevi bir güç oluşturur. Birliğin olduğu yerde hiçbir maddi güç galip gelemez.
2. Ziya Paşa ve Asalet Meselesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
بد اصلا نجابت مي ويرر هيچ اونیفورمه
زردوز پالان اورسهك اشك يينه اشكدر
Latin Harfleriyle:
Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir
Ziyâ Paşa
Açıklama:
Aslı kötü olan kişiye, giydiği üniforma soyluluk kazandırmaz.
Sırmalı palan da vursan, eşek yine eşektir.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Tanzimat döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden Ziya Paşa, bu meşhur beytinde, insanın özü ile dış görünüşü arasındaki ilişkiyi keskin bir dille ele alır.
• “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma”: “Bed-asl”, aslı kötü, soyu bozuk, karaktersiz kimse demektir. “Necâbet” ise soyluluk, asalet anlamına gelir. “Üniforma” burada sadece bir askeri kıyafeti değil, aynı zamanda bir makamı, rütbeyi, unvanı ve dış görünüşü temsil eden genel bir semboldür. Paşa, bu mısrada retorik bir soru sorar: Kötü bir karaktere sahip olan kişiye, giydiği kıyafet veya taşıdığı unvan soyluluk kazandırabilir mi? Cevabı elbette “hayır”dır. Asalet, giyilen bir elbise değil, ruha ve karaktere sinmiş bir haslettir.
• “Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir”: İkinci mısra, bu fikri somutlaştıran ve atasözü niteliği kazanmış güçlü bir teşbih (benzetme) ihtiva eder. “Zer-dûz palan”, üzeri altın sırmalarla işlenmiş, çok değerli ve gösterişli eyer demektir. Ziya Paşa, “Bir eşeğin üzerine en kıymetli, sırmalı eyeri de vursan, bu durum onun eşek olduğu gerçeğini değiştirmez” der. Dışarıdan bakıldığında parıltılı ve asil görünebilir, ancak özünde, tabiatında bir değişiklik olmaz. Bu benzetme ile makam ve mevki sahibi olmuş liyakatsiz, karaktersiz ve cahil kimseleri eleştirir. Onların sahip oldukları unvanlar, tıpkı eşeğin üzerindeki sırmalı palan gibi, sadece bir maskedir ve özlerindeki hamlığı, bayağılığı gizleyemez.
Makale: Asl’olan Cevherdir: Görüntü ve Hakikat Üzerine
İnsanoğlunun en kadim yanılgılarından biri, dış görünüşü ve unvanları, karakterin ve hakikatin kendisi zannetmesidir. Oysa tarih ve tecrübe, defalarca göstermiştir ki, asıl olan kabuk değil, içindeki cevherdir. Tanzimat aydını Ziya Paşa’nın kaleminden dökülen ve bir darb-ı mesel haline gelen bu beyit, makamın ve üniformanın insana şeref katmadığını, bilakis insanın liyakatiyle makama şeref kattığını anlatan ölümsüz bir hikmettir.
Ziya Paşa’nın yaşadığı 19. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nde büyük değişimlerin yaşandığı, eski ve yeninin çatıştığı, liyakatin yerini çoğu zaman sadakatin veya Batı taklitçiliğinin aldığı bir dönemdi. Paşa, “Terkîb-i Bend” ve “Zafernâme” gibi eserlerinde, bu toplumsal yozlaşmayı, liyakatsiz insanların sırf dış görünüşleri veya Batılılaşma hevesleriyle yüksek makamlara gelmelerini sert bir dille eleştirmiştir. “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma” mısraı, bu eleştirinin özüdür. Üzerine giydiği paşa üniformasıyla ya da öğrendiği birkaç Fransızca kelimeyle kendini asilzade sanan, ancak karakteri ve bilgisi zayıf olan “sonradan görme” tiplere bir iğnelemedir.
Bu hikmet, sadece Ziya Paşa’nın dönemine özel değildir; evrensel ve zamansızdır. Günümüzde de insanlar, pahalı elbiseler, lüks arabalar, sosyal medya unvanları veya yüksek mevkilerle kendilerine bir “asalet” ambalajı oluşturma çabasındadır. Ancak sırmalı palan eşeği nasıl at yapmazsa, bu dış unsurlar da karaktersiz bir insanı onurlu, cahil birini âlim, korkak birini cesur yapmaz. Gerçek necâbet (soyluluk); bilgelikte, adalette, merhamette, dürüstlükte ve tevazuda gizlidir. Bu hasletlere sahip olmayan bir müdür, bir yönetici, bir siyasetçi; ne kadar yüksek bir koltukta oturursa otursun, o koltuğun ağırlığı altında ezilmeye ve özündeki “eşekliği” er ya da geç ifşa etmeye mahkûmdur.
Tarih, bu gerçeğin örnekleriyle doludur. Nice çoban, krallara ders verecek bilgeliğe sahip olmuş; nice kral ise en adi bir insandan daha zalim ve karaktersiz çıkmıştır. Mevlana’nın dediği gibi, “Testinin içinde ne varsa, dışına o sızar.” Üniforma, palan, makam; testinin dışını süsleyen birer etikettir. Ama eninde sonunda içindeki acı su, bir yerden sızacak ve kendini belli edecektir. Bu sebeple, insanları değerlendirirken giydikleri üniformaya, oturdukları koltuğa değil; zor zamanlardaki duruşlarına, adalete olan bağlılıklarına, bilgiye olan saygılarına ve en önemlisi, kendilerinden daha zayıf olanlara karşı muamelelerine bakmak gerekir. Çünkü sırmalı palan eskir, üniforma çıkarılır, makam elden gider; ama karakter, mezara kadar insanın yoldaşıdır.
Özet
Ziya Paşa, bu beytinde, dış görünüşün ve unvanların insanın özünü değiştiremeyeceğini ifade eder. Aslı ve karakteri kötü olan bir kişiye, giydiği üniforma veya sahip olduğu makam soyluluk kazandırmaz. Tıpkı altın sırmalı bir eyerin, bir eşeği at yapamayacağı gibi, dış süsler de kişinin temel karakterini ve cehaletini gizleyemez. Değer, şekilde değil, özde ve liyakattedir.
3. Nâbi ve Merhamet Pınarı
İktibas
Osmanlıca Metin:
تشنهكانك چاك چاك اولمـش لب خواهشكرى
چشمهسار مرحمتده بر ایچم صو قالمامش
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri
Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış
Nâbi
Açıklama:
Suya hasret insanların kurumuş dudaklarında susuzluktan dolayı yarıklar oluşmuş.
Merhamet pınarında maalesef bir içim su bile kalmamış.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Hikemî (didaktik) şiirin ustası Nâbi, bu dokunaklı beytinde, toplumsal bir çürümeyi ve manevi bir kuraklığı, son derece canlı ve etkileyici bir imgeyle anlatır.
• “Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri”: “Teşnegân”, susamışlar, susuzluk çekenler demektir. “Leb-i hâhişger” ise isteyen, yalvaran dudak anlamına gelir. “Çâk çâk olmak”, susuzluktan veya kuruluktan yarık yarık olmaktır. Nâbi, ilk mısrada gözümüzün önüne bir tablo çizer: Öyle bir susuzluk var ki, insanların bir şey isteyen, medet uman dudakları kuruluktan paramparça olmuştur. Bu susuzluk, sadece fiziki bir su ihtiyacı değil, aynı zamanda şefkate, yardıma, adalete ve en önemlisi merhamete olan derin hasreti simgeler.
• “Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış”: İkinci mısra, bu trajedinin sebebini açıklar. “Çeşmesâr”, pınar başı, suyun kaynağı, çeşmelerin bol olduğu yer demektir. Şair, merhameti bir su kaynağına, bir pınara benzetir. Toplumdaki bu derin susuzluğun, bu acının ve yalvarışın sebebi, aslında suyun olmaması değildir; “merhamet pınarının” kendisinin kurumuş olmasıdır. Kaynakta, yani insanların kalbinde, yöneticilerin vicdanında, toplumun ruhunda bir yudum dahi merhamet kalmamıştır. Pınar kuruduğu için, dudaklar çatlamıştır. Sorun sonuçta değil, sebeptedir.
Makale: Merhamet Pınarı Kuruduğunda: Bir Medeniyetin Çöküşü
Bir toplumu ayakta tutan ve onu medeniyet seviyesine çıkaran şey, ne binalarının yüksekliği ne de teknolojisinin ileriliğidir. Bir medeniyetin can damarı, bireylerinin kalbinde akan “merhamet pınarı”dır. Bu pınar kuruduğunda, dudaklar çatlamaya, ruhlar çöle dönmeye ve toplum içten içe çürümeye başlar. 17. yüzyılın büyük hikmet şairi Nâbi, yukarıdaki beytiyle, sadece kendi çağının değil, tüm zamanların en büyük toplumsal problemlerden birine, merhametsizliğe ve onun yol açtığı manevi kuraklığa parmak basar.
Nâbi’nin çizdiği tablo, son derece trajiktir. Bir yanda yardım isteyen, yalvaran ve bu hasretle dudakları yarılmış “teşnegân” (susamışlar) vardır. Bunlar, toplumun yoksulları, mazlumları, adalet arayanları, bir tebessüme, bir tatlı söze muhtaç olanlarıdır. Onların susuzluğu, karınlarını doyuracak bir lokma ekmekten veya içecek bir bardak sudan çok daha derindir. Bu, insan onuruna saygının, şefkatin ve empatinin susuzluğudur. Bir toplumda “isteyen dudaklar” çoğalmışsa, orada bir dengesizlik, bir adaletsizlik ve bir vicdan sorunu var demektir.
Diğer yanda ise bu susuzluğu giderebilecek tek kaynak olan “çeşmesâr-ı merhamet”, yani merhamet pınarı bulunmaktadır. Ancak Nâbi’nin tespiti acıdır: Pınarda “bir içim su bile kalmamış.” Bu, merhametin azalmasından değil, tamamen yok oluşundan bahseder. Kalpler katılaşmış, vicdanlar körelmiş, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı hâkim olmuştur. Zengin, fakirin halinden anlamaz; güçlü, zayıfın feryadını duymaz; yönetici, halkının derdine derman olmaz hale gelmiştir. Merhamet pınarı, toplumun ortak vicdanıdır. O kuruduğunda, adalet mekanizması işlemez, sosyal yardımlaşma durur, komşuluk ilişkileri biter ve toplum, her bir ferdin kendi çıkarı için diğerini ezdiği bir orman kanunuyla yönetilmeye başlar.
Bu beyit, günümüz dünyası için de derin bir uyarı taşımaktadır. Modern hayatın getirdiği bireycilik, tüketim çılgınlığı ve hız tutkusu, ne yazık ki merhamet pınarlarımızı kurutmaktadır. Sosyal medyada başkalarının acılarını izleyip duyarsızlaşan, komşusunun derdinden bihaber yaşayan, yolda gördüğü bir muhtaca el uzatmaktan çekinen nesiller yetişmektedir. Oysa unutulmamalıdır ki, merhamet tek taraflı bir eylem değil, toplumu bir arada tutan karşılıklı bir bağdır. Bugün başkasının susuzluğuna duyarsız kalan, yarın kendi dudakları çatladığında içecek bir yudum merhamet bulamayabilir. Bir medeniyeti inşa etmek, merhamet pınarlarını canlı tutmakla, o pınardan herkese ayrım gözetmeksizin su vermekle mümkündür.
Özet
Nâbi, bu beytinde, toplumdaki manevi bir çöküşü anlatır. İnsanların dudakları, sadece suya değil, şefkat ve yardıma olan hasretlerinden dolayı çatlamıştır. Bu trajedinin asıl sebebi ise, merhametin kaynağı olan kalplerde ve vicdanlarda bir yudumluk bile merhamet suyunun kalmamış olmasıdır. Merhamet pınarı kuruduğunda, toplumun tamamı manevi bir kuraklığa ve acıya mahkûm olur.
4. Nef’î ve Hakiki Bilginin Önündeki Tevazu
İktibas
Osmanlıca Metin:
عقله مغرور اولمـا افلاطون وقت اولسهك اكر
بر اديب كاملی كوردكده طفل مكتب اول
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan eğer
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol
Nef’î
Açıklama:
Eflatun gibi zamanının en ileri fikirlisi, en akıllısı olsan bile aklının yüceliğinden dolayı gururlanma.
Tam manasıyla olgun, edepli bir kimse gördüğünde onun karşısında okul çocuğu gibi ol.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Kasidenin ve hicvin büyük üstadı Nef’î, bu beytinde bilginin kibrine karşı en büyük panzehrin tevazu olduğunu vurgulayarak, ilim yolcusuna ebedi bir ders verir.
• “Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan eğer”: “Mağrur olmak”, gururlanmak, kibirlenmek demektir. “Eflâtun-ı vakt” ise “zamanın Eflatun’u (Platon’u)” yani çağının en akıllı, en bilgili, en büyük filozofu anlamına gelen bir ifadedir. Nef’î, muhatabına en üst perdeden seslenir: “Değil sıradan bir bilgili, çağının Platon’u bile olsan, aklına ve bilgine asla güvenip kibirlenme.” Bu, bilginin getirebileceği en büyük tehlikelerden biri olan entelektüel kibre karşı yapılmış net bir uyarıdır.
• “Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol”: İlk mısradaki uyarıdan sonra, ikinci mısrada yapılması gerekeni öğütler. “Edîb-i kâmil”, sadece çok bilen değil, aynı zamanda bildiğiyle amel eden, ilmini edeple, ahlakla ve bilgelikle taçlandırmış, “kâmil insan” mertebesine ulaşmış kişi demektir. “Tıfl-ı mekteb” ise okul çocuğu, yeni öğrenmeye başlamış öğrenci anlamındadır. Nef’î, “Ne kadar bilirsen bil, kendisinden hem ilim hem de edep öğrenebileceğin kâmil bir insanla karşılaştığında, bütün bildiklerini bir kenara bırak ve onun karşısında her şeyi yeniden öğrenmeye hevesli bir okul çocuğu gibi mütevazı ol” der. Gerçek öğrenme, bu alçakgönüllülükle başlar.
Makale: Bilginin Kibri ve Kâmil İnsanın Önünde Çocuk Olmak
İlim, çift ağızlı bir kılıç gibidir. İnsanı yüceltebileceği gibi, kibrin ve cehaletin en derin çukuruna da itebilir. Bilginin en büyük imtihanı, onunla birlikte gelen gurur ve kendini beğenme tehlikesidir. Divan şiirinin en güçlü ve mağrur seslerinden biri olan Nef’î’nin kaleminden çıkan bu beyit, tam da bu tehlikeye işaret ederken, hakiki bilgeliğe giden yolun anahtarını da sunar: Tevazu.
Nef’î’nin “Eflâtun-ı vakt” yani “zamanın Platon’u” benzetmesi son derece manidardır. Platon, Batı felsefesinin temel taşı, aklın ve rasyonel düşüncenin zirve isimlerinden biridir. Şair, aklın ve teorik bilginin ulaşılabileceği en son noktayı temsil eden bu isim üzerinden konuşarak, mesajının evrenselliğini pekiştirir. Demek ister ki, problem bilginin azlığı veya çokluğu değildir; problem, bilginin sahibinde oluşturduğu sahte ilahlık hissidir. Aklına mağrur olan kişi, yeni bir şey öğrenmeye kapılarını kapatmış demektir. Kendi aklını ve bilgisini mutlak doğru kabul ettiği anda, aslında cehaletinin en katısını yaşamaya başlar. Sokrates’in meşhur “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, bu kibrin tam zıddı olan bilgece bir duruşun ifadesidir.
Bu kibrin ilacı ise, Nef’î’nin ikinci mısrada sunduğu reçetedir: “Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol.” Burada anahtar kavram “edîb-i kâmil”dir. Bu, sadece ansiklopedik bilgiye sahip bir entelektüel değildir. O, ilmi irfanla, bilgiyi ahlakla, aklı kalple birleştirmiş, olgun ve bilge bir şahsiyettir. İlim, onun için bir gurur vesilesi değil, bir hizmet aracı ve bir hayranlık kapısıdır. İşte böyle bir zatın karşısında, zamanın Platon’u dahi olsan, yapılması gereken tek şey “okul çocuğu” olmaktır. Bir çocuğun merakıyla sormak, bir çocuğun alçakgönüllülüğüyle dinlemek ve bir çocuğun saflığıyla öğrenmeye açık olmak… Çünkü bilgi kitaplardan öğrenilir, ama irfan ve edep ancak kâmil bir insanın sohbetinde, halinde ve duruşunda tecrübe edilir.
İronik olan, bu beytin sahibinin, hayatı boyunca mağrur ve sivri dilli olmasıyla tanınan Nef’î olmasıdır. Bu durum, beytin değerini azaltmaz, aksine artırır. Belki de Nef’î, kendi iç mücadelesini, kendi nefsine karşı verdiği bu öğüdü mısralara dökerek ölümsüzleştirmiştir. Bu, onun da kâmil insanın karşısında bir “tıfl-ı mekteb” olma arzusunun bir ifadesi olabilir. Sonuç olarak bu beyit bize şunu öğretir: İlim yolculuğu, bilmekle değil, “bilmediğini bilmekle” ve öğrenme arzusunu bir çocuğun heyecanıyla daima diri tutmakla mümkündür. En büyük âlim, en çok bilen değil, öğrenmeye en açık olandır.
Özet
Nef’î, bu beytinde, bilginin getirebileceği kibre karşı insanı uyarır. Bir kişi, zamanın en büyük filozofu olan Eflatun kadar bilgili ve akıllı olsa bile, bu durumla asla gururlanmamalıdır. Aksine, ilmini edeple bütünleştirmiş kâmil ve olgun bir insanla karşılaştığında, tüm bildiklerini unutup onun önünde yeni öğrenen bir okul çocuğu gibi mütevazı ve öğrenmeye açık olmalıdır. Gerçek bilgelik, tevazu ile başlar.
5. Hâtemî ve Hedefe Ulaşmanın Sırrı
İktibas
Osmanlıca Metin:
ایريشير منزل مقصودينه آهسته كيدن
تیز رفتار اولانك پاینه دامن طولاشير
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Erişir menzil-i maksûduna âheste giden
Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır
Hâtemî
Açıklama:
Amaçladığı hedefe yavaş ve temkinli bir şekilde giden insan ulaşır.
Hızlı giden kişinin ayağına eteği dolaşır.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Şair Hâtemî, bu hikmet dolu beytinde, hayatta başarıya ulaşmanın en temel prensiplerinden birini, sabır ve temkinin aceleciliğe üstünlüğünü, somut ve akılda kalıcı bir imajla dile getirir.
• “Erişir menzil-i maksûduna âheste giden”: “Menzil-i maksûd”, ulaşılmak istenen yer, amaçlanan hedef, gaye demektir. “Âheste” ise yavaş, acele etmeden, sakin ve temkinli bir şekilde anlamına gelir. Şair, hedefe varmanın sırrının hızda değil, sükûnette ve sabırda olduğunu belirtir. Yavaş ama istikrarlı adımlarla ilerleyen kişi, eninde sonunda arzuladığı hedefe ulaşacaktır. Bu mısra, “Ağır giden yol alır” atasözünün şiirsel bir ifadesidir.
• “Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır”: “Tîz-reftâr”, hızlı giden, aceleci davranan demektir. “Pây” ayak, “dâmen” ise etek anlamına gelir. “Ayağına eteği dolaşmak”, günümüzde de kullandığımız bir deyimdir ve aceleyle hareket ederken kişinin kendi kendine engel olması, telaştan dolayı hata yapması, işleri karıştırması demektir. Şair, acele edenin durumunu, koşarken kendi eteğine takılıp düşen bir insana benzetir. Hız, beraberinde dikkatsizliği, plansızlığı ve hataları getirir. Bu hatalar da kişinin ilerlemesine engel olur ve hatta onu başladığı noktadan daha geriye götürebilir.
Makale: Kaplumbağanın Bilgeliği: Sabırla Gidilen Yolun Zaferi
Modern dünya, bize sürekli olarak hızı dayatır: daha hızlı internet, daha hızlı yemek, daha hızlı sonuçlar. Bu hız kültü, başarının da ancak acele ve hırslı bir koşuyla elde edilebileceği yanılmasını beraberinde getirir. Oysa kadim bilgelik, bize tam tersini fısıldar. Şair Hâtemî’nin asırlar öncesinden gelen bu beyti, hedefe ulaşmanın sırrının süratte değil, sabır ve sebattaki istikrardadır olduğunu hatırlatır. Bu, meşhur fabldaki tavşanın hırsına karşı kaplumbağanın bilgeliğinin bir zaferidir.
“Âheste giden”, yani yavaş ve temkinli ilerleyen kişi, yol üzerindeki engelleri daha net görür. Adımını nereye atacağını hesaplar, enerjisini doğru kullanır ve en önemlisi, yolculuğun kendisinden de dersler çıkarır. Sabır, bir zayıflık veya yavaşlık değil, aksine bir strateji ve güç göstergesidir. Büyük imparatorluklar bir günde kurulmamış, büyük sanat eserleri bir anda ortaya çıkmamış, büyük keşifler bir anlık ilhamla yapılmamıştır. Hepsinin arkasında sabırla ve istikrarla atılan, “âheste” adımlar vardır. Menzile varmayı garantileyen şey, adımların büyüklüğü değil, sürekliliğidir. Damlaya damlaya göl olması gibi, sabırla atılan her adım, hedefe doğru atılmış sağlam bir temeldir.
Buna karşın, “tîz-reftâr olan”, yani aceleci davranan kişi, genellikle büyük bir hırs ve panik içindedir. Gözü menzilden başka bir şey görmediği için, ayağının altındaki çukurları, yolun üzerindeki tehlikeleri fark etmez. Nefes nefese yaptığı bu koşu, onu yorar, dikkatini dağıtır ve en nihayetinde kendi kendine engel olmasına yol açar. “Ayağına eteğinin dolaşması” imgesi, bu durumu mükemmel bir şekilde özetler. Kişinin en büyük engeli, dış faktörler değil, kendi aceleciliği ve telaşıdır. Hızla verilen kararlar, eksik yapılan planlar, gözden kaçırılan detaylar, eninde sonunda kişinin ayağına takılır ve onu tökezletir. Tarih, aceleyle girilen savaşlarda kaybeden komutanların, hızlı zengin olma hayaliyle iflas eden tüccarların ve plansızca başlanıp yarım kalan projelerin ibretlik hikâyeleriyle doludur.
Hâtemî’nin bu dersi, hayatın her alanı için geçerlidir. Bir öğrencinin ilim tahsilinden bir zanaatkârın eserini ortaya çıkarmasına, bir projenin yönetiminden kişisel gelişime kadar her süreçte, başarıya giden yol sabır, metanet ve istikrarlı bir çabadan geçer. Hızlı olmak yerine doğru adımlar atmak, bir an önce bitirmek yerine sağlam bir temel kurmak, hedefe giden en emin yoldur. Unutmamak gerekir ki, en hızlı koşan tavşan uyuya kalabilir, ama yavaş ve istikrarlı adımlarla yürüyen kaplumbağa, mutlaka varış çizgisine ulaşır.
Özet
Hâtemî’ye göre, hayattaki hedeflere ulaşmanın yolu acelecilikten değil, sabır ve temkinden geçer. Yavaş ama istikrarlı bir şekilde ilerleyen kişi, eninde sonunda amacına ulaşır. Buna karşılık, acele eden ve hızlı davranan kişi ise telaşı yüzünden hatalar yapar ve kendi kendine engel olur; tıpkı koşarken ayağına eteği takılıp düşen bir insan gibi. Başarının anahtarı hız değil, sabırlı bir seyahattir.
1. Necâtî Bey ve Dünyanın Faniliği Üzerine Bir Tefekkür
İktibas
Osmanlıca Metin:
بر دم ايكن دولت دنیایی هر دم صاندیلر
بو فنا کلزارينك عيشنی عالم صاندیلر
Latinize Metin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bir dem iken devlet-i dünyâyı her dem sandılar
Bu fenâ gülzârının ayşını âlem sandılar
Şair: Necâtî Bey
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Bir nefeslik olduğu halde dünya mülkünü sürüp gider sandılar. Bu ölümlü bahçede yiyip içip eğlenmekle âlem ediyoruz sandılar.
Makale: Bir Nefeslik Saltanat ve Ebedi Zannedilen Fani Bahçe
Divan edebiyatı, insan ruhunun en temel meselelerine eğilen bir hikmet pınarıdır. Varlık, yokluk, sevgi ve ölüm gibi evrensel temalar, usta şairlerin dilinde birer inci tanesi gibi işlenir. 15. yüzyılın büyük şairlerinden Necâtî Bey’in bu beyiti de, insanın en büyük yanılgılarından birini, faniliği unutup geçici olanı ebedi sanma gafletini yüzümüze bir ayna gibi tutar.
Beyitin ilk mısrası, “Bir dem iken devlet-i dünyâyı her dem sandılar,” zaman ve varlık anlayışımızdaki köklü bir yanılmayı ifade eder. “Dem,” Farsçada “nefes” ve “an” demektir. “Devlet-i dünya” ise dünya saltanatı, zenginliği ve iktidarı gibi geçici tüm nimetleri kapsar. Şair, insanoğlunun bir anlık, bir nefeslik olan bu dünya saadetini, “her dem,” yani daimi ve ebedi zannettiğini söyler. Bu, rüzgârın bir anlığına getirdiği bir bahar kokusunu, hiç bitmeyecek bir mevsim sanmak gibi bir aldanıştır. Tarih, nice imparatorların, nice zenginlerin bir nefeslik saltanatlarının nasıl son bulduğunun sayısız örneğiyle doludur. Oysa insan, elindeki güce ve nimete öylesine kapılır ki, onun bir “emanet” ve “geçici bir durak” olduğunu unutur. Bu mısra, aslında modern insanın “anlık haz” peşinde koşarken geleceği ve ebediyeti unutmasının da bir tenkitidir.
İkinci mısra, bu fikri daha da derinleştiren güçlü bir metaforla karşımıza çıkar: “Bu fenâ gülzârının ayşını âlem sandılar.” Dünya, “fenâ gülzârı” yani “yokluk” ve “ölüm” bahçesi olarak tasvir edilir. “Gülzâr” (gül bahçesi) kelimesi, dünyanın aldatıcı güzelliğine, cazibesine bir işarettir. Evet, bu bahçe renklidir, kokuludur, cezp edicidir; fakat özünde “fani”dir, solmaya ve yok olmaya mahkumdur. İnsanlar ise bu ölümlü bahçedeki “ayş,” yani yiyip içme, eğlenme ve keyif sürmeyi “âlem etmek,” yani gerçek hayatın kendisi sanırlar. Necâtî, bu bahçenin güllerine aldanıp, bahçenin bir sonu olduğunu unutanları, adeta bir uyarı ateşiyle ikaz eder. Onlar, bahçenin güzelliğine dalmış, bahçıvanın bir gün kapıyı kapatacağını ve her şeyin solacağını hesaba katmayan gafillerdir.
Bu beyit, bize yalnızca bir ölüm hatırlatması yapmaz; aynı zamanda bir “değer” sorgulaması sunar. Değerli olan nedir? Bir nefeslik saltanat mı, yoksa o nefesi verenin rızası mı? Solacak olan gül bahçesindeki bir anlık keyif mi, yoksa o bahçeyi var eden sanatkarı tanımak ve ebedi bir bahçeye talip olmak mı? Necâtî Bey, kelimelerin kudretiyle bize, dünyanın geçici bir sahne, bizlerin ise bu sahnede rolünü oynayıp çekilecek birer yolcu olduğumuzu fısıldar. Asıl “âlem,” bu fani bahçenin ötesindedir ve bu bahçedeki eğlence, o “âlem”i kazanmak için bir araç olmadıkça, en büyük aldanıştan başka bir şey değildir.
Özet
Necâtî Bey, bu beyitinde insanoğlunun, sadece bir an süren dünya nimetlerini ve iktidarını ebedi sanma yanılgısını eleştirir. Dünyayı, güzelliğiyle insanı aldatan ancak özünde fani olan bir “yokluk gül bahçesine” benzeten şair, bu geçici bahçedeki eğlenceyi hayatın gayesi sanmanın büyük bir gaflet olduğunu vurgular ve insanın dikkatini geçici olandan ebedi olana çevirmesi gerektiğini hikmetli bir dille ifade eder.
2. Fenni ve Yalan Dünyanın Açık Hatası
İktibas
Osmanlıca Metin:
كوزم نوری یالان دنیاده امکان بقا يوقدر
یالان دنیایه آلدانمق قدر واضح خطا يوقدر
Latinize Metin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Gözüm nûru yalan dünyâda imkân-ı bekâ yokdur
Yalan dünyâya aldanmak kadar vâzıh hatâ yokdur
Şair: Fenni
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Ey gözümün nuru! Bu yalan dünyada ölümsüzlük yok. Herkes bir gün ölecek. Ondan dolayı bu yalan dünyaya aldanmak kadar bariz bir hata yoktur.
Makale: En Açık Hata: Yalan Dünyaya Aldanmak
Hikmetli şiir geleneği, yani “hikemî tarz,” okuyucuya doğrudan öğüt veren, hayatın gerçeklerini yalın ama etkili bir dille anlatan bir üsluptur. Fenni’ye ait olan bu beyit, tam da bu geleneğin bir şaheseridir. Şair, bir filozofun derinliğini ve bir babanın şefkatini birleştirerek, insanoğlunun en temel ve en açık hatasını gözler önüne serer.
Beyit, “Gözüm nûru” nidasıyla başlar. Bu hitap, son derece samimi, şefkatli ve içtendir. Şair, karşısındakine (ki bu okuyucunun ta kendisidir) en değerli varlığıymış gibi seslenir. Bu, söylenecek sözün ne kadar önemli ve hayati olduğunun bir işaretidir. Öğüt, kuru bir nasihat değil, sevgiyle yoğrulmuş bir ikazdır. Bu şefkatli girişin ardından gelen hakikat ise keskindir: “yalan dünyâda imkân-ı bekâ yokdur.” “Bekâ,” kalıcılık, ebedilik demektir. Şair, bu dünyanın özünün “yalan,” yani aldatıcı, sahte ve geçici olduğunu ve burada kalıcılığın bir “imkânının” dahi bulunmadığını net bir şekilde ifade eder. Bu, bir ihtimal meselesi değil, mutlak bir kuraldır. Hiç kimse ve hiçbir şey bu kuralın istisnası değildir.
Bu sarsılmaz tespitten sonra şair, mantıksal sonucunu ikinci mısrada bir hüküm olarak ortaya koyar: “Yalan dünyâya aldanmak kadar vâzıh hatâ yokdur.” “Vâzıh,” açık, net, aşikâr demektir. Mademki dünyanın “yalan” olduğu ve içinde “ebedilik imkânı” bulunmadığı bu kadar nettir, o hâlde bu dünyaya aldanmak, ona bel bağlamak, onun gelip geçici zevklerini hayatın amacı sanmak da hataların en açığı, en barizidir. Şaire göre, bu dünyaya kanmak için kör olmak gerekir. Çünkü var olan her şey, her an bize kendi faniliğini ve dünyanın geçiciliğini haykırmaktadır: Doğan güneşin batması, açan çiçeğin solması, gençliğin yaşlılığa dönmesi ve her gün şahit olduğumuz ölümler… Bütün bunlar, dünyanın bir “yalan” olduğunu ispatlayan delillerdir. Bu kadar açık bir gerçeği görmezden gelmek, bir “hata”dan da öte, bir akıl tutulmasıdır.
Fenni’nin bu beyiti, karmaşık felsefi labirentlere girmeden, hayatın en temel hakikatini iki mısraya sığdırır. O, bize dünyanın zevklerinden tamamen el etek çekmemizi söylemez. Ancak bu zevklere “aldanmamamız” gerektiğini, yani onları hayatın nihai gayesi yapmamamız gerektiğini vurgular. Dünya, bir köprüdür; üzerinde ev kurulmaz, sadece geçilir. Bu köprünün süsüne püsüne aldanıp köprünün sonunda bir varış noktası olduğunu unutan yolcu, “en açık hatayı” yapmış demektir. Fenni’nin “gözüm nuru” diye başlayan bu şefkatli uyarısı, asırlar sonra bile kulaklarımızda çınlamakta ve bize en temel sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır: Aldanmamak.
Özet
Fenni, bu öğüt verici beyitinde okuyucuya “gözümün nuru” diyerek şefkatle seslenir. Bu dünyanın gelip geçici, aldatıcı bir “yalan” olduğunu ve burada ebedi kalma imkânının kesinlikle bulunmadığını belirtir. Bu temel gerçekten hareketle, bu kadar açık bir hakikate rağmen yalan dünyaya aldanmanın, yapılabilecek en bariz, en net ve en büyük hata olduğunu vurgular.
1. : Lâedrî’den Dünya Ehlinin Sekiz Belası
İktibas
Osmanlıca Metin:
بو سكز شيدر بلای اهل دنيا بيل يقين
حرص و شهوت فخر و زينت لعب و غفلت كبر و كين
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bu sekiz şeydir belâ-yı ehl-i dünyâ bil yakîn
Hırs u şehvet fahr u zînet lu’b u gaflet kibr ü kîn
Lâedrî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Kesin olarak bil ki şu sekiz şey dünya nimetlerine düşkün, ahireti düşünmeyen insanlar için belâdır: Hırs, şehvet, gurur, süse düşkünlük, dünya denen oyuna aldanma, gaflet, kibir ve kin.
İzah ve Makale: Kalbi Kemiren Sekiz Dert
“Bilinmeyen” anlamına gelen “Lâedrî” mahlasıyla anılan şair, insan ruhunu ebedî saadetten alıkoyan ve onu dünya zindanına mahkûm eden sekiz temel zaafı bir beyitte toplayarak önümüze bir ayna tutar. Bu beyit, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir ahlak manifestosu, bir nefs muhasebesi davetidir. Şair, “Kesin olarak bil ki” diyerek sözüne şüpheye yer bırakmayan bir kesinlikle başlar ve muhatabını derin bir tefekküre çağırır.
Bu sekiz bela, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır ve biri diğerini tetikler.
• Hırs ve Şehvet: Bunlar, nefsin en temel ve en doymak bilmez iki arzusudur. Hırs, “daha fazlası” için yanıp tutuşmaktır; malda, makamda, şöhrette sınır tanımamaktır. Tarih, hırsı yüzünden imparatorlukları ateşe atan, ailesini ve dostlarını hiçe sayan nice hükümdarın ibretlik hikayesiyle doludur. Şehvet ise bedensel ve anlık hazların peşinde koşarak ruhun ulviyetini unutmaktır. Bu ikisi, insanı maddeye esir eder, maneviyattan uzaklaştırır ve kalbin gözünü kör eder.
• Fahr ve Zînet: Hırs ve şehvetle elde edilen dünyalıkları başkalarına karşı bir üstünlük vesilesi kılma hastalığıdır. “Fahr”, yani övünme ve gurur, kişinin sahip olduklarıyla kendini diğerlerinden üstün görmesidir. “Zînet” ise süse, gösterişe olan aşırı düşkünlüktür. Günümüzün tüketim kültürü ve sosyal medya teşhirciliği, bu iki belanın modern zamanlardaki en bariz yansımalarıdır. İnsanlar, giydikleri elbiselerle, bindikleri arabalarla, oturdukları evlerle bir kimlik inşa etmeye çalışır; oysa gerçek kimlik, maddi süslerde değil, ruhun erdemlerinde gizlidir.
• Lu’b ve Gaflet: “Lu’b”, oyun ve eğlence demektir. Dünya hayatı, elbette ki meşru eğlencelere sahne olabilir. Ancak şairin işaret ettiği “oyun”, hayatın asıl gayesini unutturan, insanı oyalayan, gelip geçici meşgalelerdir. Bu oyunlara dalan insan, “gaflet” uykusuna dalar. Gaflet, en tehlikeli belalardan biridir; çünkü insan, bir imtihanda olduğunu, her anının hesabını vereceğini ve bu dünyanın bir konaklama yerinden ibaret olduğunu unutur. Gaflet içindeki bir kalp, hakikate karşı perdelenmiştir.
• Kibir ve Kin: Bu son iki bela, kalbin en karanlık hastalıklarıdır. Kibir, kendini beğenmişlik ve büyüklenmedir. Şeytan’ı Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran da bu kibirdi. Kibirli insan, ne kendi kusurunu görür ne de başkasının meziyetini takdir eder. Kin ise, öfkenin ve nefretin kalpte kök salmasıdır. Affetmeyi bilmeyen, sürekli bir intikam ateşiyle yanan bir kalp, asla huzur bulamaz. Kin, sahibini içten içe tüketen bir zehirdir.
Lâedrî, bu sekiz kavramla aslında “ehl-i dünya” olmanın, yani kalbini ve aklını sadece bu geçici âleme bağlamanın acı reçetesini sunmaktadır. Bu belalardan kurtulmanın yolu ise, bu zinciri kırmaktan geçer. Hırsın yerine kanaati, şehvetin yerine iffeti, gururun yerine tevazuyu, süsün yerine sadeliği, oyunun yerine tefekkürü, gafletin yerine zikri, kibrin yerine haddini bilmeyi ve kinin yerine merhameti koyabilen insan, dünya hapishanesinden kurtulup ruhunun özgürlüğüne kavuşur.
Özet
Lâedrî’nin beyti, dünyaya aşırı bağlanan insanlar için birer bela olan sekiz temel ahlaki zaafı (hırs, şehvet, gurur, süs düşkünlüğü, oyun, gaflet, kibir, kin) sıralar. Bu zaaflar, insanı manevi yolculuğundan alıkoyan, kalbini karartan ve onu geçici olana esir eden tehlikelerdir. Beyit, bu ruhsal hastalıklara karşı bir uyarı niteliği taşıyarak insanı öz denetime ve ahlaki arınmaya davet eder.
2. Resim: Nergisî’den Kusur Arayan Bakış
İktibas
Osmanlıca Metin:
بدره دكل نگاهی جهانك هلاله در
نقصانهدر نظرلری صانما كماله در
Aruz Kalıbı:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bedre değil nigâhı cihânın hilâledir
Noksânâdır nazarları sanma kemâledir
Nergisî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Bu dünyadaki insanlar aya değil hilâle bakarlar. Sen zannetme ki güzelliklere bakacaklar, onlar sürekli kusurlara bakarlar.
İzah ve Makale: Hilâli Gören Göz, Bedri Görmeyen Kalp
Nesir ustalarından Nergisî, bu beytinde insan psikolojisinin derinliklerine inerek, toplumsal bir eleştiri sunar. O, dünyanın ve insanların bakış açısının, mükemmeli ve bütünü takdir etmek yerine, eksiği ve kusuru arama üzerine kurulu olduğunu çarpıcı bir metaforla ifade eder: Gözler, gökyüzünde parlayan dolunaya (bedr) değil, onun henüz tamamlanmamış, eksik hali olan hilâle çevrilmiştir.
Bu beyit, insan ilişkilerinden sanat eleştirisine, toplumsal yargılardan kişisel tatminsizliğe kadar geniş bir alana ışık tutar. İnsanların nazarının, yani bakışının, “kemâle” yani olgunluğa ve mükemmelliğe değil, “noksana” yani eksikliğe odaklı olduğunu söyler. Bu, insanın doğasındaki yıkıcı bir eğilimin şiirsel ifadesidir. Bir çiçeğin güzelliği yerine yaprağındaki küçücük bir deliğe, bir insanın sayısız iyiliği yerine yaptığı tek bir hataya, muazzam bir sanat eserindeki minicik bir kusura odaklanmak, “hilâle bakma” halidir.
Tarih boyunca büyük alimler, sanatkârlar ve liderler, bu noksan arayıcı bakışların hedefi olmuşlardır. Onların ortaya koyduğu devasa eserler ve getirdiği yenilikler, çoğu zaman küçük kusurları öne çıkaranlar tarafından gölgelenmeye çalışılmıştır. Çünkü kemâli takdir etmek bir erdem ve bir vizyon gerektirirken, noksanı bulup eleştirmek daha kolay ve nefse daha hoş gelen bir eylemdir. Kusur bulmak, eleştiren kişiye sahte bir üstünlük hissi verir; sanki o, bu kusuru görerek tenkit ettiği şeyden daha yetkin bir konumdaymış gibi bir yanılma oluşturur.
Bu durumun arkasında yatan psikolojik nedenler arasında kıskançlık, yetersizlik hissi ve kendini ispat etme çabası bulunur. Başkasının dolunay gibi parlayan başarısı, kendi eksikliklerini hatırlattığı için rahatsız edici olabilir. Bu rahatsızlıktan kurtulmanın en kolay yolu ise o dolunayda bir leke, bir eksiklik bularak onu bir hilâl mesabesine indirmektir.
Nergisî’nin bu beyti, bize aynı zamanda bir öz eleştiri yapma imkânı sunar: Biz nereye bakıyoruz? Hayatımızdaki insanlara, olaylara, kendi benliğimize bakarken dolunayı mı görüyoruz, yoksa sürekli hilâli mi arıyoruz? Eşimizin, dostumuzun, evladımızın onlarca güzel hasletini bir kenara bırakıp tek bir kusuruna mı takılıyoruz? Hayatın bize sunduğu nimetlerin bütününü görmezden gelip, sahip olamadığımız küçücük bir şeye mi odaklanıyoruz?
Bu kusur arayıcı bakıştan kurtulmanın yolu, “hüsn-ü zan” yani güzel düşünme ve güzel görme melekesini geliştirmektir. Arının çiçeğe, sineğin ise çöpe konması gibi, bakışlarımız da karakterimizi yansıtır. Kemâle, yani bütüne ve güzelliğe odaklanan bir nazar, hem sahibini huzurlu kılar hem de çevresine pozitif bir enerji yayar. Noksana odaklanan bir nazar ise, hem bakanı karamsarlığa sürükler hem de baktığı yerdeki güzelliği zehirler.
Özet
Nergisî, bu beytinde insanların genel eğiliminin, mükemmelliği ve bütünü (dolunay) takdir etmek yerine, eksikliği ve kusuru (hilâl) aramak olduğunu ifade eder. İnsanların bakışlarının olgunluğa değil, noksanlığa odaklı olduğunu belirterek, tenkit ve yıkıcı insan doğasını eleştirir. Bu beyit, başkalarını ve hayatı yargılarken güzellikleri ve erdemleri görmeye, kusurlara takılıp kalmamaya yönelik derin bir tavsiye verir.
3. : Lâedrî’den Hak Kapısı ve Dünya Makamları
İktibas
Osmanlıca Metin:
باب حق مفتوح ايكن هر لحظه اهل حاجته
التجأ لایق میدر مغرور جاه و دولته
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bâb-ı Hak meftûh iken her lahza ehl-i hācete
İlticâ lâyık mıdır mağrûr-ı câh-ı devlete
Lâedrî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Hakk’ın kapısı isteği olan herkese her an açıkken, elde ettiği makamdan dolayı gururlanan insanlara sığınmaya hiç gerek var mı?
İzah ve Makale: Gerçek Sığınak ve Gölgelerin Saltanatı
Lâedrî, bu derinlikli beytinde, insanın en temel arayışlarından biri olan “sığınma” ve “yardım dileme” eylemini masaya yatırır. İki kapıyı karşı karşıya koyar: Biri, her an, herkese şartsız bir şekilde açık olan “Bâb-ı Hak” yani Hakk’ın kapısıdır. Diğeri ise makam ve servetle gururlanmış, fani insanların geçici ve minnet dolu kapısıdır. Şair, bu karşılaştırma üzerinden retorik bir soru sorarak, akıl ve kalp sahibi her insanı en doğru adrese yönlendirir: Ebedi ve sonsuz güç sahibi olanın kapısı varken, geçici ve aciz olanlara sığınmak layık mıdır?
“Bâb-ı Hak meftûh iken…” ifadesi, ilahi rahmetin ve yardımın kesintisizliğini vurgular. Bu kapıda randevuya, aracıya, rüşvete veya belirli bir liyakate gerek yoktur. “Ehl-i hācet” olan, yani ihtiyacını hisseden herkes için “her lahza” açıktır. Bu, yaratıcının kuluna olan yakınlığının ve cömertliğinin en muhteşem ifadesidir. Dua, tövbe ve niyaz için zaman ve mekân sınırı yoktur.
Diğer yanda ise “mağrûr-ı câh-ı devlete” yani makam ve devletin gururuna kapılmış insanlar vardır. Onların kapıları, eğer açıksa bile, şartlara bağlıdır. Kendi çıkarları, ruh halleri, size olan bakışları kapının açılıp açılmayacağını belirler. Oradan alınacak bir yardım, çoğu zaman bir minnet yüküyle birlikte gelir. Makam sahipleri, bugün var yarın yok olan bir güce sahiptirler. Onların gücü, bir üst makamın iki dudağı arasındadır veya gelip geçici dünya şartlarına bağlıdır. Tarihteki nice vezir, padişah ve sultan, bir gün zirvedeyken ertesi gün gözden düşmüş, sığındıkları kapılar yüzlerine kapanmıştır. İşte bu yüzden onlara sığınmak, temelini kuma atmış bir binaya yaslanmak gibidir; her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Şairin sorusu, aslında bir haysiyet ve onur dersidir. İnsanın şerefi, kendisi gibi aciz olanın önünde eğilmekle değil, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibine yönelmekle korunur. Başkasına el açmanın getireceği psikolojik yük ve eziklik yerine, Hakk’a yönelmenin getirdiği izzet ve özgüven, ruhu besleyen asıl gıdadır.
Bu beyit, sadece dini bir nasihat değil, aynı zamanda güçlü bir karakter ve öz saygı manifestosudur. İnsanın hayattaki zorluklar karşısında ilk çalması gereken kapının kendi içindeki manevi güç ve bu gücün kaynağı olan ilahi makam olduğunu hatırlatır. Başkalarından medet ummak, insanın kendi potansiyelini ve en büyük dayanağını unutmasıdır. Makam ve mevki sahiplerine bel bağlayanlar, eninde sonunda hayal kırıklığına uğramaya mahkûmdur. Çünkü gölgeler, güneş çekildiğinde kaybolur. Gerçek ve kalıcı olan ise, her zaman var olan ve her kapı kapandığında bile açık kalan tek kapıdır.
Özet
Lâedrî, bu beytinde, ihtiyacı olan herkes için Allah’ın kapısının her an açık olduğunu vurgular. Bu sonsuz ve koşulsuz sığınak varken, geçici makam ve servetleriyle gururlanan, fani insanlara sığınmanın ve onlardan medet ummanın anlamsızlığını ve insanın onuruna yakışmadığını sorgular. Beyit, gerçek güç kaynağına yönelmenin ve fani varlıklara bel bağlamaktan kaçınmanın önemini anlatan bir hikmet dersidir.
4. : Hz. Mevlânâ’dan Zamanı Aşmak
İktibas
Farsça Metin:
روزها گر رفت گو رو باک نیست
تو بمان ای آنکه چون تو پاک نیست
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Rûzhâ ger reft gû rov bâk nist
To be-mân ey ân ki çon to pâk nist
Hz. Mevlânâ
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Günler geçip gitti ise varsın geçsin. Gam yeme, onlara de ki “Geçin, gidin.” Sizin gidişinizden bizim korkumuz yoktur. Ey mübarek ve temiz dost, sen kal, sen var ol! (Mübarek ve temiz dost ifadesini bazı şarihler insan-ı kâmil bazıları da Cenab-ı Hak şeklinde yorumlamışlardır.)
İzah ve Makale: Geçen Günlere Değil, Kalan Öze Bakmak
Hz. Mevlânâ, bu ölümsüz beytinde, zaman, varlık ve benlik üzerine derin bir tefekküre kapı aralar. İnsanoğlunun en büyük endişelerinden biri olan zamanın akıp gitmesi, ömrün tükenmesi korkusunu ele alır ve ona bambaşka bir perspektiften bakar. O, “Günler geçip gittiyse, varsın gitsin, korku yok!” diyerek, fani olanla baki olan arasındaki temel ayrımı ortaya koyar.
“Günler” (rûzhâ), gelip geçici olan her şeyi temsil eder: Takvim yaprakları, yaşlanan beden, kaybedilen fırsatlar, değişen dünya… Bunlar, zaman nehrinde akıp giden ve bir daha geri gelmeyecek olanlardır. Modern insan, bu akış karşısında sürekli bir anksiyete ve kaygı içindedir. Geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin belirsizlikleri arasında sıkışıp kalır. Hz. Mevlânâ ise bu endişeyi bir kenara bırakmamızı öğütler. Çünkü asıl önemli olan, giden günler değil, o günlerin içinde var olan ve zamandan münezzeh olan özdür.
Beytin ikinci mısrası, bu özü işaret eder: “Sen kal, ey eşi benzeri olmayan saf ve temiz varlık!” Buradaki “sen” kimdir? İşte bu sorunun cevabı, beytin kilit noktasıdır. Şerhlerde de belirtildiği gibi, bu “sen” iki temel anlama gelebilir:
• İnsan-ı Kâmil veya Gerçek Dost: Bu yoruma göre “sen”, mürşidi, yol göstericiyi, Allah’ı hatırlatan gerçek bir dostu ifade eder. Zaman, olaylar, insanlar gelip geçse de, hakiki bir dostun varlığı ve onun temsil ettiği değerler kalıcıdır. Onun sohbeti ve rehberliği, zamanın yıpratıcılığına karşı bir sığınaktır.
• Cenab-ı Hak veya İnsanın İlahi Özü (Ruh): Daha derin ve tasavvufi yorumda ise bu “sen”, doğrudan doğruya Allah’tır veya Allah’tan bir nefha taşıyan insanın ölümsüz ruhudur. Beden eskir, dünya değişir, günler tükenir, ancak ruh baki kalır. O, zamana ve mekâna sığmayan, “eşi benzeri olmayan pak” bir cevherdir. Bu durumda beyit, insana şu mesajı verir: “Ey insan! Sen, etten kemikten ibaret, zamanla çürüyen bir varlık değilsin. Senin içinde zamanın eskitemeyeceği, ölümsüz, saf bir öz var. Sen o öze tutun. Bırak günler geçsin, sen ‘kalıcı’ olana odaklan.”
Bu beyit, bize anı yaşamanın değil, “an”ın kendisi olmanın sırrını fısıldar. Geçmiş ve gelecek, zaman algısının ürünü olan illüzyonlardır. İnsanın içindeki ilahi öz ise her zaman “şimdi ve burada”dır. Bu öze ulaşan kişi için günlerin geçmesinin bir ehemmiyeti kalmaz. O, zaman okyanusunda bir o yana bir bu yana savrulan bir yaprak olmaktan çıkar, okyanusun kendisiyle bir olduğunu idrak eder.
Hz. Mevlânâ, bu sözüyle bizi, kimliğimizi ve değerimizi gelip geçici şeylerle (yaşımızla, malımızla, makamımızla) tanımlamaktan vazgeçip, kalıcı ve ebedi olan ruhani özümüzle tanımlamaya davet eder. Gidenlere üzülmek yerine, her daim bizimle olan o “pak dosta” yani özümüze sarılmamız gerektiğini hatırlatır.
Özet
Hz. Mevlânâ, bu beytinde zamanın akıp gidişinden ve ömrün tükenmesinden korkulmaması gerektiğini söyler. Geçici olan “günler” karşısında, kalıcı, saf ve eşsiz olan bir “sen”in (ilahi öz, ruh veya kâmil bir dost) varlığına dikkat çeker. Asıl önemli olanın, zamanla yok olan şeyler değil, zamandan etkilenmeyen bu ebedi öze tutunmak olduğunu vurgular. Beyit, fani olana takılıp kalmak yerine, baki olanla hemdem olmaya bir davettir.
5. : Şeyh Gâlib’den Peygamber Aşkının Zirvesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
سلطان رسل شاه ممجدسن افندم
بیچارەلره دولت سرمدسن افندم
دیوان الهیده سرآمدسن افندم
منشور لم امركڭە مؤبدسن افندم
سن احمد و محمود و محمدسن افندم
حقدن بزه سلطان مؤیدسن افندم
Aruz Kalıbı:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı “le-amrük”e mü’ebbedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Şeyh Gâlib
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Ey Efendim! Sen peygamberlerin sultanı, yüceltilmiş, ululanmış bir şahsın.
Ey Efendim! Çaresiz kalmışlara ebedi bir devlet, baht, saadetsin.
Ey Efendim! İlahi divanda, hesap gününde önümüzdesin, önderimizsin.
Ey Efendim! Senin “Senin ömrüne yemin olsun!” ebedi hitabına mazhar olansın.
Ey Efendim! Sen hem Ahmed, hem Mahmud, hem de Muhammed’sin.
Ey Efendim! Sen, Hak tarafından gönderilmiş, kuvvetlendirilmiş ve doğrulanmış bir sultansın.
İzah ve Makale: Kelimelerin Secde Ettiği Sultan
Divan edebiyatının son büyük üstadı Şeyh Gâlib, bu muhteşem naatında Hz. Muhammed’e (s.a.v.) olan derin sevgisini, saygısını ve bağlılığını kelimelerin taşıyabileceği en estetik ve en güçlü ifadelerle dile getirir. Bu şiir, sadece bir övgü metni değil, aynı zamanda bir peygamber tasavvurunun, bir iman ikrarının ve bir şefaat niyazının sanatla yoğrulmuş halidir. Her mısra, Hz. Peygamber’in farklı bir vasfını, farklı bir makamını yücelterek O’nun İslam düşüncesindeki merkezî konumunu gözler önüne serer.
“Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim”: Şeyh Gâlib, söze en yüksek mertebeden başlar. Hz. Peygamber, sadece bir peygamber değil, bütün peygamberlerin (“rusül”) sultanı, şereflendirilmiş ve yüceltilmiş (“mümecced”) bir şahıdır. Bu ifade, O’nun peygamberler zincirindeki son ve en kâmil halka olduğunu belirtir.
“Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim”: Peygamberin manevi ve ruhani otoritesi, onun merhametiyle birleşir. O, sadece bir lider değil, aynı zamanda kimsesizlerin, çaresizlerin sığınağıdır. Ama bu sığınak, geçici bir yardım değil, ebedi bir saadet ve tükenmez bir zenginliktir (“devlet-i sermed”). O’nun yoluna giren, iki cihanda da çaresiz kalmaz.
“Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim”: Bu mısra, ahiret gününe bir göndermedir. İlahi divan kurulduğunda, hesap gününde O, önde gelen (“ser-âmed”), lider ve şefaat makamının sahibi olandır. Ümmeti için bir kurtuluş ümidi, bir rehberdir.
“Menşûr-ı ‘le-amrük’e mü’ebbedsin efendim”: Burada Hicr Suresi’nin 72. ayetine telmih (hatırlatma) vardır. Ayette Allah, “Le-amruke innehum lefî sekratihim ya’mehûn” (Senin ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar) buyurur. Allah’ın, Peygamberi’nin hayatı üzerine yemin etmesi, O’na verilen değerin en büyük delilidir. Şeyh Gâlib, bu ilahi yeminin O’nun şanını ebedileştirdiğini (“müebbed”) söyler.
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim”: Bu mısra, O’nun güzel isimlerinin bir zikridir. Ahmed (en çok hamd eden), Mahmud (en çok hamd edilen) ve Muhammed (tekrar tekrar övülmüş), O’nun ahlakının ve makamının farklı vechelerini yansıtır. Bu isimler, O’nun varlığının baştan sona bir “hamd” yani övgü ve şükür üzerine kurulu olduğunu gösterir.
“Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim”: Son mısra, bütün bu vasıfların kaynağını belirtir. O’nun sultanlığı, kendi nefsinden veya insanlardan değil, doğrudan Hak’tan, yani Allah’tandır. O, Allah tarafından desteklenmiş, doğrulanmış ve kuvvetlendirilmiş (“mü’eyyed”) bir liderdir. Bu, O’nun davasının hak olduğunun ve gücünün ilahi olduğunun ilanıdır.
Şeyh Gâlib, “efendim” redifini her mısranın sonunda tekrarlayarak, derin bir saygı, teslimiyet ve alçakgönüllülük ifade eder. Bu şiir, bir aşığın maşukuna yazdığı en içten mektup gibidir. Kelimeler, Peygamber sevgisinin potasında eriyerek yeni bir mana kazanır. Bu naat, asırlardır inananların dilinde bir dua, kalbinde bir sevgi nişanesi olarak yaşamaya devam etmektedir.
Özet
Şeyh Gâlib, bu naatında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üstün vasıflarını büyük bir edebi maharetle över. O’nu; peygamberlerin sultanı, çaresizlerin ebedi sığınağı, ilahi divanın önderi, Allah’ın hayatı üzerine yemin ettiği müstesna bir şahsiyet ve Hak tarafından desteklenmiş bir lider olarak tanımlar. Her mısrada tekrarlanan “efendim” redifiyle derin bir saygı ve bağlılık sunan şiir, Peygamber sevgisinin Divan edebiyatındaki en parlak örneklerinden biridir.
Tüm beyitler, Türk-İslam medeniyetinin derinlikli düşünce ve hissiyat dünyasından süzülüp gelen hikmet incileridir. Her biri, insan hayatının farklı bir veçhesine ışık tutarak, günümüz insanına da yol gösteren evrensel mesajlar vermektedir.
1. : Kader, Tevekkül ve Gerçek Zenginlik Üzerine (Beliğ)
İktibas
Osmanlıca Metin:
بلميهن سر قضايى درگه پاشايه دوشر
قسمته قانع اولان درگه مولايه دوشر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer
Kısmete kânî’ olan dergeh-i Mevlâ’ya düşer
Beliğ
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Kader sırrını bilmeyenler makam-mevki sahiplerinin kapısından ayrılmazlar. Oysa kendisine ezelde takdir edilmiş olan rızka kanaat edenler Allah’ın kapısından hiçbir zaman ayrılmazlar.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, insanın hayattaki duruşunu ve yönelişini belirleyen temel bir ayrımı ortaya koyar: Kadere iman ve tevekkül ile dünyevi hırslar arasındaki fark. Şair Beliğ, kaderin sırrına, yani her şeyin Allah’ın takdiri ile gerçekleştiği gerçeğine vakıf olamayanların, rızıklarını ve geleceklerini makam ve mevki sahibi insanların (pâşâların) elinde gördüklerini söyler. Bu yüzden, onlara yaranmak, onların lütfuna nail olmak için kapılarında bekler, onlardan medet umarlar. Bu, bir nevi modern tabirle “kula kulluk etme” halidir.
Buna karşılık, “kısmetine kani olanlar”, yani Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olan ve O’na tevekkül edenler ise yüzlerini ve kalplerini yalnızca “dergeh-i Mevlâ’ya”, yani Allah’ın kapısına çevirirler. Onlar bilirler ki, rızkın gerçek sahibi Allah’tır ve O’nun kapısı, en büyük ve en cömert kapıdır. Paşaların, yani dünyevi otoritelerin lütfu geçici ve minnetlidir; Allah’ın lütfu ise sonsuz ve karşılıksızdır. Beyit, gerçek özgürlüğün ve onurun, beklentileri insanlardan kesip yalnızca Allah’a yönelmekte olduğunu vurgular.
Makale: Paşa Kapısından Mevlâ Dergâhına Bir Tevekkül Yolculuğu
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana güvenlik ve gelecek kaygısıyla yaşamıştır. Karnını doyurma, barınma ve saygınlık görme ihtiyacı, onun eylemlerinin temel motivasyonunu oluşturur. Bu ihtiyaçları karşılama yolunda ise önünde her zaman iki kapı belirmiştir: Biri fânilerin, gücü ve serveti elinde tutanların kapısı; diğeri ise kâinatın tek sahibi olan, ebedi güç ve kudret sahibi Yaratıcı’nın kapısı. Divan şairi Beliğ, bu iki kapı arasındaki tercihin, aslında bir iman ve idrak meselesi olduğunu veciz bir şekilde ifade eder: “Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer / Kısmete kânî’ olan dergeh-i Mevlâ’ya düşer.”
“Sırr-ı kazâ”, yani kaderin sırrı, kâinattaki her hadisenin, en küçük zerrelerin hareketinden en büyük galaksilerin dönüşüne, bir yaprağın düşüşünden insanın alacağı nefese kadar her şeyin ilahi bir plan ve takdir dâhilinde olduğu bilgisidir. Bu sırra ermemiş bir zihin, olayların ve gücün kaynağını fâni varlıklarda arar. Rızkını patronunun iki dudağı arasında, terfisini müdürünün bir imzasında, şifasını doktorun reçetesinde mutlaklaştırır. Elbette bunlar birer sebeptir ve sebeplere sarılmak meşrudur. Ancak bu sebepleri yegâne güç kaynağı olarak görmek, “paşa kapısına düşmektir”. Tarih, nice sultanların, kralların, paşaların kapılarında bir lütuf beklerken ömrünü tüketen, onurlarını yitiren, sonunda ise elleri boş kalan insanların hüsran dolu hikâyeleriyle doludur. Çünkü fâninin lütfu da kendi faniliğiyle sınırlıdır; bugün var olan paşa, yarın yerinde olmayabilir. Onun vaadi, kendi acizliğiyle maluldür.
Diğer yanda ise “dergeh-i Mevlâ” vardır. Bu kapı, kısmetine kani olanların, yani Allah’ın takdirine teslimiyet gösterenlerin sığınağıdır. Kanaat, yokluğa boyun eğmek değil, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi Allah’tan bilmek ve O’nun verdiğine rıza göstermektir. Bu, muazzam bir iç özgürlük ve onur kaynağıdır. Kısmetine razı olan kişi, rızkının garantisinin herhangi bir “paşa” olmadığını, doğrudan Rızkın Sahibi (er-Rezzâk) olan Allah olduğunu bilir. Bu bilgi, onu insanların önünde eğilmekten, onlara yaltaklanmaktan, minnet altında kalmaktan kurtarır. O, bilir ki bütün kapılar kapansa da Mevlâ’nın dergâhı her zaman açıktır.
Tarihte bunun en güzel örneklerinden biri, büyük İslam âlimi İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hayatında görülür. Dönemin halifesi, onu başkadı yapmak isteyerek kendi “paşa kapısına” bağlamak istemiş, fakat o, bu dünyevi makamı ve onun getireceği minneti reddetmiştir. Bu uğurda zindanlara atılmayı, işkence görmeyi göze almıştır. Çünkü o, rızkın ve izzetin yalnızca Allah katında olduğuna inanıyordu. O, tercihini “dergeh-i Mevlâ”dan yana kullanmıştı ve bu duruşuyla tarihe onurlu bir âlim olarak geçti.
Sonuç olarak, Beliğ’in beyti, modern insanın anksiyete ve gelecek kaygılarıyla dolu dünyasına da bir reçete sunmaktadır. Kariyer planları, finansal hedefler, sosyal statü arayışları içinde kaybolan insan, gücün ve rızkın kaynağını nerede aradığını sorgulamalıdır. Yöneldiği kapılar, onu daha mı özgür kılıyor, yoksa modern “paşaların” görünmez kölesi mi yapıyor? Gerçek huzur ve tükenmez zenginlik, paşaların fâni kapılarında değil, Mevlâ’nın ebedi dergâhında tevekkül ve kanaatle bekleyenlerindir.
Özet
Şair Beliğ, bu beytinde, kaderin sırrını ve her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu idrak edemeyenlerin, güç ve mevki sahibi insanların kapılarında medet umarak onurlarını yitireceklerini ifade eder. Buna karşılık, Allah’ın takdirine razı olup kanaat gösterenlerin ise yalnızca Allah’ın kapısına (dergâhına) yöneleceklerini, böylece gerçek onur ve özgürlüğe kavuşacaklarını belirtir. Makale, bu temel ayrımı tarihi ve güncel örneklerle ele alarak, insanın dünyevi güçlere esir olması ile ilahi kudrete sığınarak özgürleşmesi arasındaki derin farkı inceler ve gerçek zenginliğin tevekkül ve kanaatte olduğunu vurgular.
2. : Kötülüğün Doğası ve İyiliğin Sınırları Üzerine (Nâbi)
İktibas
Osmanlıca Metin:
لطف ايله حاسد بدخواهـه ندامت كلمز
تلخ اولان ميوهيه سكرله حلاوت كلمز
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Lutf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez
Telh olan meyveye sükkerle halâvet gelmez
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Acı bir meyveye şeker dökmekle nasıl tatlılık gelmezse, kötü niyetli olan ve hasetlik yapan bir insana, lütuf ve merhamet ederek onu yaptığı bu işten dolayı pişman bir hâle getiremezsiniz.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin ustası Nâbi, bu beytinde insan doğasına dair keskin bir gözlemini dile getirir. Beyit, iki mısra arasında mükemmel bir analoji kurar. İlk mısrada, kötü niyetli ve kıskanç bir kişiye (hâsid-i bed-hâh) iyilik ve lütufla yaklaşmanın, onda bir pişmanlık (nedâmet) oluşturmayacağını söyler. İkinci mısrada ise bu tezi somut bir örnekle kanıtlar: Doğası gereği acı (telh) olan bir meyvenin üzerine ne kadar şeker (sükker) dökerseniz dökün, ona bir tatlılık (halâvet) katamazsınız. Şeker, meyvenin sadece yüzeyini kaplar ama acılığını, yani özünü değiştirmez.
Nâbi’ye göre, haset ve kötü niyet de bazı insanların karakterinin ayrılmaz bir parçası, adeta “acı meyvenin özü” gibidir. Bu tür insanlara yapılan iyilikler, gösterilen merhamet ve lütuflar, onlarda bir minnet veya pişmanlık duygusu uyandırmaz. Aksine, bu iyiliği bir zafiyet olarak anlaşılabilir, hatta iyilik yapan kişiyi küçümseyebilirler. Şair burada, iyiliğin her zaman karşılık bulmayacağını ve bazı karakterlerin iyilikle ıslah edilemeyeceğini, acı bir gerçekçilikle ortaya koymaktadır. Bu, saflığa karşı bir uyarı, insan ilişkilerinde kime nasıl davranılması gerektiğine dair hikmetli bir derstir.
Makale: Acı Meyveye Dökülen Şeker: İyiliğin Haset Karşısındaki Çaresizliği
İnsanlık tarihi, iyilik ve kötülüğün bitmeyen mücadelesinin bir sahnesidir. Bu sahnede iyiliğin en büyük silahı merhamet, lütuf ve affedicilik olmuştur. İyilik düşüncelerinin temelinde, “kötülüğe iyilikle karşılık ver, ki o aradaki düşmanlık erisin ve sıcak bir dosta dönüşsün” anlayışı yatar. Ancak bu idealist yaklaşım, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde her zaman karşılık bulur mu? İşte bu sorunun en gerçekçi ve sarsıcı cevaplarından birini 17. yüzyılın büyük şairi Nâbi verir: “Lutf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez / Telh olan meyveye sükkerle halâvet gelmez.”
Nâbi, bu beytiyle bizi pembe hayallerden uyandırıp insan doğasının çıplak gerçekliğiyle yüzleştirir. O, “haset” ve “kötü niyet”in (bed-hâhlık), bazı insanlar için sonradan edinilmiş bir alışkanlık değil, karakterlerinin temel bir unsuru, adeta fıtratlarının bir parçası olduğunu söyler. Tıpkı bazı meyvelerin doğasının acı (telh) olması gibi. Siz, acı bir zakkum meyvesini alıp üzerine kilolarca şeker (sükker) dökseniz, onu şerbete bulasanız, özündeki acılığı yok edebilir misiniz? Hayır. Belki dilinize ilk değdiğinde bir anlık tatlılık hissedersiniz, ama çiğnediğiniz anda meyvenin genlerinden gelen o keskin acılık kendini belli edecektir. Şeker, sadece bir kamuflajdır, özü değiştiren bir iksir değil.
İşte kötü niyetli ve kıskanç insan da böyledir. Ona gösterdiğiniz lütuf, merhamet ve iyilik, onun için bir “şeker” kaplamasından ibarettir. Sizin bu cömertliğiniz, onun ruhunda bir pişmanlık (nedâmet) veya bir dönüşüm başlatmaz. Tam aksine, bu durumu farklı yorumlayabilir:
• Zafiyet Olarak Görme: Sizin iyiliğinizi, bir güçsüzlük, bir saflık veya kendisinden korktuğunuzun bir işareti olarak algılayabilir. Bu da onu daha da cüretkâr yapabilir.
• Kıskançlığın Artması: Sizin iyilik yapabilecek bir konumda olmanız bile, onun hasedini daha da alevlendirebilir. “Hem güçlü, hem de iyi, bu nasıl olur?” diyerek size karşı olan kinini bileyebilir.
• Hak Görme: Yapılan iyiliği bir lütuf olarak değil, zaten kendi hakkı olan bir şey olarak görebilir ve hiçbir minnet duygusu hissetmez.
Tarihte Hz. Yusuf kıssası, bu durumun trajik bir örneğidir. Kardeşleri ona haset ettiler, kuyuya attılar, köle olarak satılmasına sebep oldular. Yıllar sonra Hz. Yusuf Mısır’a yönetici olduğunda onlarla karşılaştı ve onlara lütufta bulundu, onları affetti. Ancak Kur’an-ı Kerim’in anlattığına göre, bu iyilik karşısında bile bazı kardeşlerinin kalbindeki haset tam olarak sönmemişti. Nitekim haset, şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesine sebep olan ilk ve en temel günahtır. Özünde kibir ve başkasının sahip olduğu nimeti çekememe yatan bu duygu, iyilik şekeriyle tatlanmayacak kadar acı bir meyvedir.
Nâbi’nin bu beyti, bizi “iyilik yapmaktan vazgeçin” sonucuna götürmez. Bu, bir karamsarlık manifestosu değil, bir “farkındalık” çağrısıdır. İyilik yapmaya devam etmeli, ancak kime, ne zaman ve nasıl yapılacağını bilme bilgeliğine erişmeliyiz. İyiliğimizi, bizi suistimal edecek, enerjimizi tüketecek ve ruhumuzu zehirleyecek “hâsid-i bed-hâh”lar için israf etmemeliyiz. Bazen en büyük iyilik, bu tür insanlarla aramıza sağlıklı bir mesafe koymak ve onların şerlerinden korunmaktır. Çünkü bazı meyvelerin acılığı, ancak onlardan uzak durarak hissedilmez.
Özet
Usta şair Nâbi, bu beytinde, kötü niyetli ve hasetçi bir insana iyilik yapmanın, onu pişman etmeyeceğini vurgular. Bu durumu, doğası gereği acı olan bir meyveye şeker dökmenin ona tatlılık katmayacağı gerçeğiyle örneklendirir. Makale, bu beyitten yola çıkarak, haset duygusunun insanın karakterindeki derin köklerini, iyiliğin her zaman bir ıslah aracı olamayacağını ve bazen iyiliğin sınırlarını bilmenin bir bilgelik olduğunu ele alır. Hz. Yusuf kıssası gibi tarihi örneklerle, Nâbi’nin bu gerçekçi uyarısının insan ilişkilerindeki önemini ve “kime iyilik yapılacağını bilme” sanatını inceler.
3: Sessizliğin Feryadı ve Söylenemeyen Dertler Üzerine (Ali Emîrî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
لسان درد درونه ترجمان اولمقده عاجزدر
سكوتندن تحمل اهلنك فرياد اولور پيدا
Latin Harfleriyle:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Lisân derd-i derûna tercümân olmakda âcizdir
Sükûtundan tahammül ehlinin feryâd olur peydâ
Ali Emîrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Dil, gönül derdine tercüman olmaktan, onu anlatmaktan acizdir. Tahammül ehli olan sabırlı insanların sessizliğinden aslında büyük bir feryat ortaya çıkar.
İzah ve Açıklama
Ali Emîrî, bu beyitte, insan ruhunun en derin acılarının kelimelerle ifade edilemeyeceği gerçeğini ve sabrın ardındaki büyük haykırışı dile getirir. Beyit, iki temel fikir üzerine kuruludur:
• Dilin Acizliği: İlk mısrada şair, “lisân”ın yani dilin, “derd-i derûn”a yani insanın içindeki, gönlündeki derin derde “tercüman” olmaktan aciz olduğunu söyler. Bazı acılar, kederler, hayal kırıklıkları o kadar derindir ki, onları anlatacak kelime yoktur. Kelimeler, bu derin duyguların yüzeyinde kalır, özünü yansıtamaz. Dert ne kadar büyükse, dil o kadar yetersizleşir.
• Sessizliğin Gücü: İkinci mısra, bu acizliğin sonucunu ve “tahammül ehli”nin, yani sabırlı, metanetli insanların durumunu açıklar. Bu insanlar, dertlerini dile dökemedikleri için veya metanetleri gereği şikâyet etmedikleri için “sükût” ederler, yani sessiz kalırlar. Ancak şaire göre bu sessizlik, boş bir sessizlik değildir. Bu, öyle bir sessizliktir ki, içinden “feryad” doğar. Anlayabilen kulaklar için, sabreden bir insanın sükûtu, en avaz avaz bağıran bir insanın çığlığından daha etkili, daha manalı bir feryattır.
Beyit, acının en yoğun halinin sessizlikte gizli olduğunu, ve gerçek empatinin kelimeleri değil, sessizlikleri duyabilmek olduğunu vurgular.
Makale: Sabreden Gönlün Sessiz Feryadı
Söz, insanın en güçlü iletişim aracıdır. Düşüncelerimizi, sevinçlerimizi, öfkemizi ve kederimizi kelimelere döker, başkalarıyla paylaşırız. Peki, ya keder, kelimelerin taşıyamayacağı kadar ağırlaşırsa? Ya acı, dilin sınırlarını aşıp ruhun en derin katmanlarına inerse? İşte o zaman söz biter, sükût başlar. Ancak bu sükût, bir teslimiyet veya hissizlik değil, çoğu zaman en büyük feryadın ta kendisidir. Şair Ali Emîrî, bu hali iki mısralık bir manifesto ile özetler: “Lisân derd-i derûna tercümân olmakda âcizdir / Sükûtundan tahammül ehlinin feryâd olur peydâ.”
“Derd-i derûn”, yani iç derdi, insanın mahremidir. O, dışarıdan görülen yaralara benzemez. Kimi zaman bir evlat kaybı, kimi zaman büyük bir hayal kırıklığı, kimi zaman ilahi bir aşkın verdiği ızdırap, kimi zaman da varoluş bir sancıdır. Bu dertler, ruhun coğrafyasında öyle derin vadiler açar ki, “lisân” yani dil, o vadilerin bir haritasını çıkarmaktan, bir tercümanı olmaktan aciz kalır. “Çok üzgünüm”, “içim yanıyor”, “kalbim kırık” gibi ifadeler, okyanusun derinliğini bir kova su ile anlatmaya çalışmak gibi kalır. Bu yüzden, en büyük acıları yaşayanlar genellikle en az konuşanlardır. Onlar, kelimelerin ihanetini, duygularını basitleştireceğini, anlaşılamayacağını bilirler.
İşte bu noktada sahneye “tahammül ehli” çıkar. Onlar, sabrı bir zırh gibi kuşanan, metanet sahibi insanlardır. Başlarına gelen musibetler karşısında isyan etmez, şikâyetlerini uluorta dile getirmezler. Dışarıdan bakıldığında sakin, hatta belki de umursamaz görünebilirler. Ancak Ali Emîrî, bizi bu yanıltıcı görüntünün ardına bakmaya davet eder. Onların “sükûtundan”, yani sessizliğinden bir “feryad”ın doğduğunu söyler.
Bu ne muazzam bir tespittir. Sessizliğin feryadı… Bu feryat, ses telleriyle değil, ruhla atılır. Onu duymak için kulak değil, kalp gerekir. Sabreden bir babanın, kaybettiği evladının ardından tek bir kelime etmeden, ufka dalıp giden bakışlarındaki feryadı hangi ağıt anlatabilir? Vefasızlığa uğramış bir âşığın, geceler boyu süren sessiz gözyaşlarındaki haykırışı hangi şiir tercüme edebilir? Hz. Meryem’in, kucağındaki bebekle ilgili iftiralara karşı “sükût orucuna” girmesi, aslında en büyük ve en anlamlı cevaptı. O, konuşarak kendini savunmak yerine, sessizliğiyle aslında bir feryat ediyor ve “Cevabı ben değil, bu mucizenin kendisi verecek” diyordu.
Tarih boyunca büyük acılara maruz kalmış bilgeler, peygamberler ve arifler, çareyi hep sabır ve sükûtta bulmuşlardır. Çünkü onlar bilirler ki, fâniye şikâyet, acıyı hafifletmez, aksine onu basitleştirir ve değersizleştirir. Gerçek şikâyet makamı, her şeyi duyan ve gören Yaratıcı’dır. O’na yapılan sessiz bir dua, en gürültülü isyanlardan daha makbuldür.
Ali Emîrî’nin beyti, bize modern dünyanın gürültüsü içinde unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır: İnsanları anlamak için sadece ne söylediklerine değil, ne söyleyemediklerine de kulak vermek. Bazen en büyük yardım çağrısı, bir insanın içine gömüldüğü derin sessizliktir. O sessizliği duyabilen, o feryadı işitebilen kalp, insanı anlamanın en yüce mertebesine ulaşmış demektir.
Özet
Ali Emîrî’nin bu beyti, dilin, insanın derin gönül yaralarını ve kederlerini ifade etmekte yetersiz kaldığını anlatır. Bu yetersizlik sonucunda, özellikle sabırlı ve metanetli insanlar (tahammül ehli) acılarını sessizlikle karşılarlar. Ancak şaire göre bu sessizlik, aslında içten içe yükselen ve ancak kalp gözüyle anlaşılabilecek büyük bir feryattır. Makale, bu fikirden hareketle, kelimelerin ifade edemediği derin acıları, sabrın ve sükûtun ardındaki manayı ve bir insanın sessizliğinin en gürültülü çığlıktan daha anlamlı olabileceği gerçeğini, tarihi ve manevi örneklerle inceler. Gerçek empatinin, konuşulanları değil, konuşulamayanları duymakla mümkün olduğu vurgulanır.
4.: Mâsivâdan Vazgeçiş ve Allah ile Yetinme Üzerine (Lâedrî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
ماسوادن ال چكوب مخلوقدن اميدی كس
وردك اولسون هر نفس الله بس باقى هوس
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes
Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves
Lâedrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Allah’tan başka her şeyden el çekip bütün mahlukattan ümidini kes. Onlardan bir şey bekleme. “İnsana Allah yeter, gerisi bir hevesten ibarettir.” sözü her nefesinde virdin olsun.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlaslı bu beyit, tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturan “tevhid” inancını ve dünyaya yönelik doğru duruşu özetleyen bir manifestodur. Beyit, insana iki aşamalı bir yol haritası çizer:
• Terk ve Kesme (Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes): İlk mısra, bir arınma ve kopuş çağrısıdır. “Mâsivâ”, Allah’ın dışındaki her şey anlamına gelen bir tasavvuf terimidir. Mal, mülk, makam, şöhret, hatta aile ve dostlar gibi fâni ve geçici olan her türlü dünyevi bağ ve sevgi bu kavrama dâhildir. Şair, kurtuluş için önce bu mâsivâdan “el çekmeyi”, yani kalbi onlara olan bağımlılıktan kurtarmayı öğütler. Bunun tamamlayıcısı ise “mahlûkattan ümidi kesmektir”. Yani, yaratılmış olan hiçbir varlıktan (insan, cin, melek vb.) bir beklenti içine girmemek. Çünkü yaratılmış olan her şey, kendisi gibi aciz ve muhtaçtır. Başkasından medet ummak, bir fakirin başka bir fakirden dilenmesi gibidir.
• Yöneliş ve Zikir (Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves): İlk aşamada kalbi fânilerden temizleyen kişiye, ikinci aşamada o boşluğu ne ile dolduracağı söylenir. Bu boşluk, ebedi ve tek gerçek olan Allah’ın zikriyle doldurulmalıdır. “Allah bes, bâkî heves” ifadesi, beytin kilit noktasıdır. Farsça kökenli bu deyiş, “Sadece Allah yeter, gerisi boş bir arzu, geçici bir hevesten ibarettir” anlamına gelir. Şair, bu cümlenin her alınan nefeste tekrar edilen bir “vird”, yani bir zikir, bir hayat parolası haline getirilmesini tavsiye eder.
Bu beyit, insanın mutluluk ve huzuru yanlış yerlerde aramasının önüne geçerek, gerçek ve ebedi mutluluğun kaynağına, yani yalnızca Allah’a yönelmenin gerekliliğini vurgulayan güçlü bir tasavvufi reçetedir.
Makale: Allah Yeter, Gerisi Boş Bir Hevestir
İnsan, doğası gereği bir şeye yaslanma, bir şeyden ümit etme ve bir şeye bağlanma ihtiyacı duyar. Modern dünya, bu ihtiyacı karşılamak için bize sayısız seçenek sunar: Kariyer, para, sosyal statü, aşk, teknoloji, popülerlik… Hayatımızı bu hedeflere ulaşmak için bir koşuşturma içinde geçirir, mutluluğu ve güvenliği bu fâni putlarda ararız. Ancak er ya da geç, her biri ya eskir, ya bizi terk eder ya da ulaştığımızda beklediğimiz tatmini vermez. İşte bu hüsran döngüsünün içindeki insana, asırlar öncesinden bir “Lâedrî”, yani ismi bilinmeyen bir bilge fısıldar: “Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes / Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves.”
Bu beyit, bir şiir olmanın ötesinde, bir hayat felsefesinin ve bir kurtuluş reçetesinin özetidir. İlk adım, radikal bir kopuşu gerektirir: “Mâsivâdan el çekmek.” Mâsivâ, yani Allah’ın dışındaki her şey… Bu, dünyayı tamamen terk etmek, bir mağaraya çekilmek demek değildir. Bu, kalbi dünyanın esaretinden kurtarmaktır. Parayı kazanıp kullanmak, ama kalbi paranın kölesi yapmamak; insanları sevmek, ama mutluluğu mutlak surette onların varlığına bağlamamaktır. Çünkü mâsivâ, doğası gereği geçicidir ve değişime mahkûmdur. Ona yaslanan, eninde sonunda yıkılacak bir duvara yaslanmış gibidir.
Bu kopuşun en zorlu kısmı ise “mahlûkattan ümidi kesmektir.” İnsan, sosyal bir varlıktır ve beklentilerle yaşar. Patronundan takdir, eşinden sadakat, dostundan vefa, çocuğundan saygı bekler. Bunlar masum beklentiler gibi görünse de, mutlaklaştırıldığında en büyük hayal kırıklıklarının kaynağı olurlar. Çünkü her mahlûk, acizdir. Bugün sizi seven, yarın sevmeyebilir. Bugün size yardım eden, yarın kendisi yardıma muhtaç olabilir. Mahlûka bel bağlamak, sızıntı yapan bir gemiyle okyanusu geçmeye çalışmaktır. Tasavvufun bize öğrettiği, beklentiyi sıfırlayıp, her türlü hayrın ve lütfun yalnızca Allah’tan geldiğini bilmektir. İnsanlar ise sadece birer vesiledir.
Peki, kalp mâsivâdan ve mahlûkattan arındığında ortaya çıkan o büyük boşluk ne ile dolacaktır? Doğa boşluk kabul etmez. İşte reçetenin ikinci ve en hayatî adımı burada devreye girer: “Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves.” Bu ifade, bir hayat parolasıdır. “Allah yeter, gerisi (bâkî) boş bir arzu, geçici bir hevestir (heves).” Bu zikri her nefese yaymak, hayatın her anında bu gerçeği hatırlamaktır. Sıkıntıya düştüğünde, “Allah bes” diyerek O’nun yardımının yeteceğine inanmak. Bir başarıya ulaştığında, “bâkî heves” diyerek bunun geçici bir lütuf olduğunu bilip kibre kapılmamak. Bir kayıp yaşadığında, “bâkî heves” diyerek gidenin fâni olduğunu hatırlayıp ebedi olana sığınmak.
Bu ilkeyi hayatının merkezine koyan İbrahim Peygamber, ateşe atılırken Cebrail’in yardım teklifine “Hasbunallah ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) diyerek cevap vermiştir. O, mahlûkattan ümidini kesmiş ve yönünü yalnızca Allah’a dönmüştü. Sonuç olarak ateş, onu yakmamıştı.
Sonuç olarak, bu beyit, modern insanın anksiyete, depresyon ve tatminsizliklerinin temel nedenine işaret eder: Yönü ve beklentiyi yanlış yere odaklamak. Huzur, daha fazla şeye sahip olmakta değil, kalbi her şeyden arındırıp sadece “bir” olana teslim etmekte gizlidir. Gerçek özgürlük, “Allah bes” diyebilen ve geriye kalan her şeyin geçici bir “heves” olduğunu idrak edebilen ruhların ayrıcalığıdır.
Özet
Söyleyeni bilinmeyen (Lâedrî) bu beyit, tasavvufi bir hayat ilkesini özetler. İnsana, Allah dışındaki her türlü dünyevi bağdan (mâsivâ) kalbini çekmesini ve yaratılmışlardan (mahlûk) beklentisini tamamen kesmesini öğütler. Bu arınmanın ardından ise hayatının merkezine “Allah bes, bâkî heves” yani “Allah yeter, gerisi boş bir hevestir” ilkesini koymasını, bunu her nefeste tekrarlanan bir zikir (vird) haline getirmesini tavsiye eder. Makale, bu beyitten yola çıkarak, modern insanın mutluluğu yanlış yerlerde arayışını, fâni olan şeylere bağlanmanın getirdiği hayal kırıklıklarını ve gerçek huzur ile özgürlüğün, her türlü beklentiyi insanlardan kesip yalnızca Allah’a yönelmekle mümkün olacağını tasavvufi bir bakış açısıyla ve peygamber kıssalarından örneklerle açıklar.
1.Mehmet Âkif Ersoy ve Zulme Karşı Sarsılmaz Duruş
Bu beyit, “İstiklal Şairi” Mehmet Âkif Ersoy’un sadece bir şair değil, aynı zamanda sarsılmaz ilkelere sahip bir ahlak ve karakter abidesi olduğunu gösteren veciz bir ifadedir.
İktibas
Osmanlıca Metin:
ظلمی آلقیشلایامام ظالمی اصلا سومم
كلننك كیفی ایچون كچشه قالقوب سوكمم
Vezin (Aruz Kalıbı):
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Günümüz Türkçesiyle Okunuşu:
Zulmü alkışlayamam zâlimi aslâ sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Şair: Mehmet Âkif Ersoy
Açıklama:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi ise asla sevemem. Gelenin keyfi yerine gelsin diye kalkıp da geçmişe sövemem.
Makale: Karakterin İki Cephesi: Zulme İsyan ve Vefaya Sadakat
Mehmet Âkif Ersoy, şiiri bir dava aracı olarak görmüş, mısralarını milletinin derdiyle yoğurmuş bir vicdan sesidir. Onun şiirleri, estetik kaygıların ötesinde, ahlaki bir duruşun ve sağlam bir karakterin manifestosu niteliğindedir. Bu meşhur beyit, Âkif’in karakterini iki temel sütun üzerine inşa ettiğini gösterir: Adaletsizliğe karşı mutlak bir direniş ve köklerine, tarihine karşı derin bir vefa.
Birinci Mısra: Zulme ve Zâlime Tavizsiz Duruş
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem” mısrası, bir eylem ve bir duygu manifestosudur. “Alkışlamak”, zulmü onaylamak, meşrulaştırmak ve ona ortak olmaktır. Âkif, sadece zulme fiilen katılmayı değil, ona pasif bir onayla dahi yaklaşmayı reddeder. Bu, çağımızın en büyük hastalıklarından olan “güce tapma” ve “zalimin yanında hizalanma” pragmatizmine karşı ahlaki bir isyandır. İkinci kısım olan “zâlimi aslâ sevemem” ise meselenin duygusal boyutunu ortaya koyar. Zâlim, kim olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun, hangi “ulvi” amacı güderse gütsün, sevgiye ve saygıya layık değildir. Bu, adaleti kişisel çıkarların, korkuların ve beklentilerin üzerinde tutan bir ahlak anlayışının ilanıdır.
İkinci Mısra: Tarihe ve Ecdada Vefa
“Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” mısrası, ilki kadar önemli ve onu tamamlayan bir ilkedir. Tarih, siyasi rüzgârların ve ideolojik modaların en kolay harcanan malzemesi olmuştur. Her yeni iktidar veya akım, kendini meşrulaştırmak için genellikle kendinden öncekini kötüleme, yok sayma veya tahkir etme yoluna gider. Âkif, bu “opportünist” ve köksüz tavrı şiddetle reddeder. “Gelenin keyfi,” yani anlık siyasi çıkarlar, popülist beklentiler veya yeni güç odaklarına yaranma çabası, bir milletin hafızasını oluşturan “geçmişe” hakaret etmenin gerekçesi olamaz. Bu, tarihe sadece bir olaylar dizisi olarak değil, bir kimlik ve aidiyet kaynağı olarak bakan derin bir vefa duygusunun ifadesidir. Ecdadın hataları olabilir, ancak onların mirasını toptan reddetmek, kendi köklerini inkâr etmektir ki bu, bir milletin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir.
İbretlik Boyutu
Âkif’in bu iki mısrada birleştirdiği ilkeler, zamandan ve mekândan bağımsız birer erdem ölçütüdür. Hem geleceği inşa etme iddiasında olanların zulmüne karşı çıkmak, hem de geçmişin mirasını popülist bir yıkıcılığa kurban etmemek… Bu iki kanat, bir toplumu ayakta tutan dengeyi sağlar. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Zulme karşı çıkmayan bir mazi sevgisi, nostaljik bir esarete; geçmişine saygı duymayan bir adalet arayışı ise köksüz bir anarşiye dönüşebilir. Âkif, bize onurlu bir duruşun nasıl olması gerektiğini bu iki ilkeyi birleştirerek göstermiştir.
Özet
Mehmet Âkif Ersoy bu beyitinde, karakterinin iki temel ilkesini ortaya koyar. Birincisi, zulmü ve zalimi hiçbir şart altında onaylamamak ve sevmemektir ki bu, adalete olan sarsılmaz bağlılığını gösterir. İkincisi ise, anlık siyasi çıkarlar veya yeni güç odaklarına yaranmak uğruna kendi tarihine ve geçmişine hakaret etmemektir ki bu da köklerine olan derin vefasını ifade eder. Bu iki ilke, Âkif’in ahlaki duruşunun özeti olup, onurlu bir birey ve toplum için evrensel bir reçete sunar.
2.Sultanların Sultanlığı: Avnî’nin (Fatih) Gözünde Gerçek Zenginlik
Bu beyit, yazarının kimliğiyle birleştiğinde anlamı katlanarak büyüyen, tarihin en güçlü hükümdarlarından birinin kaleminden çıkmış bir bilgelik ve feragat manifestosudur.
İktibas
Osmanlıca Metin:
اهل دهره عالمك معمورهسین عرض ایتسهلر
اهل فقرڭ حصهسنه ملكِ استغنا دوشر
Vezin (Aruz Kalıbı):
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Günümüz Türkçesiyle Okunuşu:
Ehl-i dehre âlemin ma’mûresin arz etseler
Ehl-i fakrın hissesine mülk-i istiğnâ düşer
Şair: Avnî (Fatih Sultan Mehmed)
Açıklama:
Dünyaya düşkün olan insanoğluna bu cihanın bayındır şehirlerinin tamamını verseler; fakr ehlinin hissesine o şehirde tokgözlülük, kanaatkârlık, tenezzül etmeme mülkü düşer.
Makale: Cihan Padişahının Gönül Tahtı: Mülk-i İstiğnâ
Tarihin akışını değiştiren, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmed… Onun askeri ve siyasi dehası tartışılmazdır. Ancak onun “Avnî” mahlasıyla yazdığı şiirler, bu cihan fatihinin bir de gönül ve mana âlemi olduğunu gözler önüne serer. Bu beyit, Fatih’in elinde tuttuğu dünyevi saltanat ile gönlünde arzuladığı manevi saltanat arasındaki muazzam farkı ve tercihi ortaya koyması bakımından tarihi bir ibret vesikasıdır.
Dünya Mülküne Karşı Gönül Zenginliği
Beyit, iki zıt insan tipini karşılaştırır: “ehl-i dehr” ve “ehl-i fakr”.
• Ehl-i dehr: Kelime anlamıyla “zamanın ehli”, yani dünyaya, onun geçici zevklerine, makam ve mülküne bağlı olan insanlar. Onların mutluluğu ve arayışı, “âlemin ma’mûresi” yani dünyanın imar edilmiş, zengin ve göz alıcı şehirleridir.
• Ehl-i fakr: Bu ifade, maddi yoksulluktan ziyade tasavvufi bir kavram olan “manevi fakirliği” belirtir. Fakr ehli, Allah karşısında kendi hiçliğinin farkında olan, bu nedenle O’ndan başkasına muhtaç olmayan, dünyaya ve içindekilere gönül bağlamayan kimsedir.
Avnî, bu iki grup arasında bir paylaşım hayal eder: Dünyanın tüm zenginlikleri, tüm o parlak şehirleri “ehl-i dehr”e sunulsa, bu paylaşımda “ehl-i fakr”ın payına ne düşerdi? Cevap, dünyevi mülklerden çok daha yüce bir krallıktır: “mülk-i istiğnâ”.
İstiğnâ: En Büyük Saltanat
İstiğnâ; tokgözlülük, ihtiyaç duymama, tenezzül etmeme, manevi bağımsızlık halidir. Dünyanın en zengin şehirlerine sahip olan kişi, onları kaybetme korkusuyla yaşar, daha fazlasını elde etme hırsıyla yanar ve o mülkün kölesi olur. Oysa “mülk-i istiğnâ” sahibi, hiçbir şeye ihtiyaç duymadığı için her şeyin efendisidir. Onun zenginliği kalbindedir. Gönlü zengin olan için dünyanın bütün hazineleri bir hiçtir.
Fatih’in İbretlik Duruşu
Bu sözleri söyleyenin, Bizans’ın bin yıllık başkentini fethetmiş, imparatorluklar kuran bir padişah olması, beyitin tesirini binlerce kat artırır. Fatih, dünyanın en büyük “ma’mûre”lerinden birini kılıç hakkıyla almış bir hükümdar olarak, aslında asıl mülkün ve saltanatın bu olmadığını ilan etmektedir. O, fethettiği şehirlerin ve sahip olduğu gücün geçiciliğinin farkındadır. Bu beyit, onun sadece bir fatih değil, aynı zamanda kalbini dünyanın esaretinden korumaya çalışan bir bilge, bir derviş-meşrep sultan olduğunun isbatıdır. Kendi elindeki güce rağmen, ondan daha üstün bir güç ve zenginlik olduğunu kabul ve ilan etmesi, büyük bir erdem ve feraset örneğidir.
Bu beyit, gücün zirvesindeyken bile insanın manevi bir denge arayışında olabileceğinin, asıl zenginliğin maddede değil, manada olduğunun tarihteki en güçlü tanıklıklarından biridir.
Özet
Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed (Avnî), bu beyitinde dünyevi ve manevi zenginliği karşılaştırır. Dünyanın tüm mamur şehirleri ve zenginlikleri dünyaya düşkün olanlara verilse bile, Allah’a karşı fakirliğini idrak etmiş olan “fakr ehli”nin payına bundan çok daha değerli olan “istiğnâ mülkü”nün, yani tokgözlülük ve tenezzül etmeme saltanatının düşeceğini söyler. Dünyanın en büyük fatihlerinden birinin kaleminden çıkan bu sözler, gerçek hükümdarlığın mal ve mülke sahip olmakla değil, onlara ihtiyaç duymamakla mümkün olduğunu gösteren tarihi bir bilgelik dersidir.
3. Sessizliğin Ağıtı: Menemenlizâde Tâhir Bey’in Mısralarında Hüzün ve Tefekkür
Bu beyit, Tanzimat sonrası şiirimizin önemli isimlerinden Menemenlizâde Tâhir Bey’e aittir ve görünmeyenin, sessiz olanın, görünen üzerindeki derin ve ezici etkisini muazzam bir şiirsel dille ifade eder.
İktibas
Osmanlıca Metin:
هزاران یأس و حزنه غرق ایدر افکار و انظاری
سکوتآمیز بر قبرك نهانی ناله و زاری
Vezin (Aruz Kalıbı):
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Günümüz Türkçesiyle Okunuşu:
Hezârân ye’s ü hüzne gark eder efkâr ü enzârı
Sükût-âmîz bir kabrin nihânî nâle vü zârı
Şair: Menemenlizâde Tâhir Bey
Açıklama:
Sessizliğe bürünmüş bir kabrin gizli bir şekilde ağlayıp inlemeleri, insanların bakışlarını ve fikirlerini binlerce düşünceye ve hüzne boğar.
Makale: Sessiz Bir Mezarın Binlerce Kalbe Yayılan Feryadı
Şiir, sadece görüneni anlatma sanatı değil, aynı zamanda görünmeyeni hissettirme, duyulmayanı işittirme sanatıdır. Menemenlizâde Tâhir Bey, bu beyitinde, maddi âlemde bir karşılığı olmayan, tamamen hayal gücü ve hissiyatla var olan bir durumu, somut bir gerçeklikmiş gibi anlatarak insan ruhunun derinliklerine dokunur. Beyit, sessizliğin ve gizliliğin, en gürültülü çığlıklardan bile daha etkili olabileceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Kaynak ve Sonuç İlişkisi
Beyit, bir sonuç ve bir sebep üzerine kuruludur.
• Sonuç (Birinci Mısra): Binlerce düşünceyi (efkâr) ve bakışı (enzâr), tam bir ümitsizlik (ye’s) ve hüzne boğan bir durum vardır. Bu, kolektif bir ruh halidir. Ortada yaygın, derin ve karamsar bir atmosfer hakimdir.
• Sebep (İkinci Mısra): Bu devasa hüzün atmosferinin kaynağı nedir? Büyük bir felaket mi, kitlesel bir kayıp mı? Hayır. Kaynak, tek bir şeydir: “Sükût-âmîz bir kabrin nihânî nâle vü zârı.” Yani, “sessizliğe bürünmüş bir mezarın, gizli gizli ağlayıp inlemesi.”
Sessizliğin ve Gizliliğin Gücü
Şairin dehası, bu hüzün kaynağını “sükût-âmîz” (sessiz) ve “nihânî” (gizli) olarak nitelemesinde yatar. Mezarın feryadı duyulmaz, ağlayışı görülmez. O, sadece hissedilir. Bu, fiziksel bir olay değil, tamamen manevi ve ruhani bir yayılımdır. Bir mezarın başında durup tefekkür eden bir insan, toprağın altındaki o meçhul hayatı, yaşanmış sevinçleri, çekilmiş acıları ve sessiz sonu düşünür. İşte o sessizlik, insanın içine en derin fısıltılarla konuşur. O mezarın “gizli feryadı”, aslında bakan gözün ve düşünen aklın, fanilik, kayıp ve zaman karşısındaki kendi iç feryadıdır.
İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Bu beyit, bizi etrafımızdaki sessiz dramlara karşı daha duyarlı olmaya davet eder. Bazen en büyük acılar, en sessiz olanlardır. Bir insanın suskun duruşu, bir evin terk edilmişliği veya eski bir mezarın yalnızlığı, içinde binlerce sayfalık hikayeler, duyulmamış feryatlar barındırabilir. Şair, tek bir sessiz kabrin, binlerce insanın düşüncesini ve bakışını nasıl hüzne boğabildiğini göstererek, empatinin ve tefekkürün gücüne işaret eder. O mezar taşı, sadece bir sonun değil, aynı zamanda sayısız başlangıcın, hayalin ve hayatın sessiz bir anıtıdır. Onun sessiz feryadını duyabilenler, hayatın ve ölümün derin manası üzerine düşünmekten kendilerini alamazlar. Bu, sadece bir hüzün değil, aynı zamanda bir arınma ve idrak anıdır.
Özet
Menemenlizâde Tâhir Bey, bu beyitinde, sessiz ve yalnız bir mezarın gizli feryatlarının, onu gören ve üzerine düşünen binlerce insanın bakışlarını ve fikirlerini nasıl derin bir hüzne ve ümitsizliğe boğabildiğini anlatır. Şair, en büyük etkinin her zaman gürültülü ve görünür olaylardan kaynaklanmadığını; aksine, sessizliğin, gizliliğin ve tefekkürün insan ruhu üzerinde çok daha derin ve yaygın bir tesir bırakabileceğini ustalıkla ifade eder. Beyit, sessiz acıların ve fanilik gerçeğinin gücü üzerine derin bir düşüncedir.