Nur ile narın arapça gramer ile, mana ve de manevi farkları nelerdir?
Arapça’da “nur” (نُور) ve “nar” (نَار) kelimeleri, gramer yapıları, anlamları ve manevi çağrışımları açısından farklılık gösterir. Her iki kelimenin de derin anlamları vardır ve özellikle İslam düşüncesinde önemli semboller olarak kullanılır.
1. Gramer Yapıları
“Nur” (نُور): “Nur” kelimesi Arapça’da “ışık, aydınlık” anlamına gelir. İsim olarak kullanılır ve genellikle soyut bir ışığı ifade eder. Tekil hâli “نُور” (nur), çoğul hâli ise “أَنْوَار” (envâr) şeklindedir.
“Nar” (نَار): “Nar” kelimesi “ateş” anlamındadır. Arapça’da da isim olarak kullanılır ve çoğul hâli “نِيرَان” (nîrân) olarak kullanılır.
2. Anlam Farkları
Nur (Işık): Nur, daha çok soyut bir ışık, aydınlanma veya parıltı anlamında kullanılır. Hem fiziksel anlamda bir ışığı hem de manevi aydınlanmayı ifade edebilir. Örneğin, “Allah’ın nuru” (Allah’ın aydınlatması) ifadesinde soyut anlamıyla manevi bir ışığı kasteder. Kur’an-ı Kerim’de “Allah, göklerin ve yerin nurudur” ayetiyle, nurun yüce bir aydınlatıcı ve rehber olduğu anlatılır.
Nar (Ateş): Nar, genellikle maddi bir ateşi ifade eder ve yanma, ısı, sıcaklık gibi somut anlamlarla ilişkilidir. Bunun yanında Kur’an’da nar, cehennem ateşi anlamında da kullanılır. Nar, aynı zamanda Allah’ın gazabını, azabı veya temizleyici bir güç olarak da sembolize edilir.
3. Manevi Farkları
Nurun Manevi Boyutu: Nur, İslam düşüncesinde ruhani aydınlanma, hidayet ve imanla ilişkilidir. Karanlıktan aydınlığa çıkaran, gönülleri ve akılları aydınlatan, hakikati gösteren bir güç olarak kabul edilir. Manevi olarak nur, insanın kalbindeki iman ışığına veya Allah’ın hidayetine işaret eder. Allah’ın nuruyla aydınlanan kalp, hakikati görebilir, doğru yoldan sapmaz.
Narın Manevi Boyutu: Nar ise manevi anlamda cezayı, azabı, Allah’ın gazabını temsil eder. Kur’an’da cehennem ateşi anlamında sıkça kullanılan nar, günahkârların cezalandırılacağı yeri ifade eder. Nar, ayrıca bir arınma ve temizlenme vesilesi olarak da anlaşılabilir; tıpkı madenlerin ateşte temizlenip saflaştırılması gibi, nar da insanın içindeki kusurları temizleyen bir ateş olarak görülür.
4. Nur ve Nar Arasındaki Temel Farklılıklar
Nur, pozitif anlamlar taşırken, manevi aydınlanmayı, ilahi ışığı, hakikate ulaşmayı sembolize eder.
Nar, daha çok negatif veya uyarıcı anlamlar taşır; azap, ceza veya arındırıcı bir güç olarak algılanır.
Nur, hidayeti ve rahmeti temsil ederken, nar ise gazabı ve arınmayı simgeler.
Bu bağlamda “nur” ve “nar” Arapça’da hem dilsel hem de manevi olarak derin farklılıkları olan iki kavramdır ve İslami terminolojide oldukça önemli yere sahiptir.
@@@@@@@@
Nur ve Nar: Arapça Gramer, Mana ve Manevi Farklar
Arapça Gramer:
* Köken: Her iki kelime de aynı kökten gelir ve temelde “ışık” anlamını taşır.
* Türetilme: “Nur” daha çok genel bir ışık kavramını ifade ederken, “nar” kelimesi belirli bir tür ışık veya parıltıyı ifade etmek için türetilmiştir.
* Kullanım: “Nur” genellikle ilahi bir ışık, aydınlanma ve hidayet anlamında kullanılırken, “nar” kelimesi daha çok maddi bir ışık veya ateş anlamında kullanılır.
Mana Farkı:
* Nur:
* İlahi bir ışık, aydınlanma, hidayet
* Kalbin aydınlanması, ruhun aydınlanması
* Bilgi, ilim, hakikat
* Güzellik, bereket
* Nar:
* Maddi bir ışık, ateş
* Güneş, yıldızların ışığı
* Cehennem ateşi
* Kızgınlık, öfke (mecazi anlamda)
Manevi Fark:
* Nur:
* İyiliğin, güzelliğin, doğruluğun sembolü
* İnsanın iç dünyasını aydınlatan bir güç
* İman, ibadet ve erdemli bir yaşamın meyvesi
* Nar:
* Kötülüğün, cehennemin, günahların sembolü
* İnsanın iç dünyasını karartan bir güç
* Şeytanın vesvesesi, nefsin kötü arzuları
Özetle:
“Nur” ve “nar” kelimeleri Arapçada aynı kökten gelmelerine rağmen, farklı anlamlara ve manevi çağrışımlara sahiptir. “Nur” ilahi bir ışık, aydınlanma ve hidayet anlamına gelirken, “nar” daha çok maddi bir ışık veya ateş anlamına gelir. Manevi olarak ise “nur” iyiliği, “nar” ise kötülüğü temsil eder.
Ek Bilgiler:
* Kur’an’da: Her iki kelime de Kur’an’da sıkça geçer ve genellikle zıt anlamlarda kullanılır.
* Tasavvufta: Nur, Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilişkilendirilirken, nar, insanın nefsani arzuları ve şeytanın vesveseleri ile ilişkilendirilir.
* Günlük Hayatta: “Nur yüzlü” gibi ifadeler, kişinin güzel ahlaklı ve iyi kalpli olduğunu ifade etmek için kullanılırken, “gözlerinden ateşler saçıyor” gibi ifadeler, kişinin kızgın ve öfkeli olduğunu ifade etmek için kullanılır.
Önemli Not: Bu açıklamalar genel bir çerçeve sunmaktadır. Her iki kelimenin anlamı, kullanıldığı bağlama göre değişebilir.
Daha Fazla Bilgi İçin:
* Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri: Özellikle “İşarat-ül İ’caz” adlı eserinde bu konuya dair detaylı açıklamalar bulunmaktadır.
* Arapça dilbilgisi kitapları: Bu kelimelerin kökeni, türetilmesi ve kullanım alanları hakkında daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.
* Tasavvuf eserleri: Nur ve nar kavramlarının tasavvufi anlamı hakkında daha derinlemesine bilgi edinebilirsiniz.
Kur’an-ı Kerim’de müşrik ve kâfirlere karşı meydan okuyan ayetler.
Kur’an-ı Kerim’de müşrikler ve kafirlere karşı Allah’ın mutlak kudretini, Kur’an’ın hakikatini ve Peygamber’in (s.a.v.) tebliğini açıklayan birçok meydan okuyucu ayet bulunmaktadır. Bu ayetler, Allah’ın ilmini ve kudretini reddedenlere, inkâr edenlere ve Kur’an’ın ilahi bir vahiy olduğunu kabul etmeyenlere karşı uyarı niteliğindedir. İşte müşrik ve kafirlere karşı meydan okuyan bazı ayet örnekleri:
1. Bakara Suresi 23. Ayet
“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın; eğer doğru söyleyenler iseniz.”
Bu ayet, Kur’an’ın bir benzerini yapmaları için kafirleri meydan okumaya çağırır. Kur’an’ın eşsizliği ve insan yapısı olmadığı vurgulanır. Bu meydan okuma, hiçbir zaman kabul edilememiştir; çünkü Kur’an’a benzer bir kitap yazmak kimse için mümkün olmamıştır.
2. Hud Suresi 13. Ayet
“Yoksa ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, siz de onun benzeri on sure getirin, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.”
Burada Allah, Kur’an’ın insan sözü olmadığını iddia edenlere meydan okumakta ve onlardan en azından on sure getirmelerini istemektedir. Ancak Kur’an’ın mucizeli yapısı karşısında bu meydan okuma da cevapsız kalmıştır.
3. İsra Suresi 88. Ayet
“De ki: ‘Eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini getiremezler.'”
Bu ayet, Kur’an’ın benzersiz olduğunu ve hiçbir varlığın buna benzer bir kitap ortaya koyamayacağını açıkça bildirir. İnsanların ve cinlerin tüm bilgileriyle birleşseler bile Kur’an’ın eşsiz yapısını taklit edemeyecekleri meydan okuma üslubuyla ifade edilmiştir.
4. Tur Suresi 33-34. Ayetler
“Yoksa ‘Onu kendisi uydurdu’ mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmiyorlar. Eğer doğru söyleyenler iseler onun benzeri bir söz getirsinler!”
Kur’an’ın Peygamber tarafından uydurulmuş olduğu iddiasına karşı meydan okuyucu bir yanıt olarak, benzeri bir söz getirmeleri istenmektedir. Ancak Kur’an’ın dil ve içerik bakımından erişilmez olduğu burada açıkça ifade edilir.
5. Bakara Suresi 24. Ayet
“Eğer bunu yapamazsanız ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, kafirler için hazırlanmış ateşten sakının.”
Burada, Kur’an’ın bir benzerini getiremeyecekleri net bir şekilde belirtilir ve bunu yapamayanları, cehennem azabının beklediği bildirilir. Ayet, kafirlerin bu meydan okumayı kabul edememeleri durumunda büyük bir cezaya çarptırılacağını ifade eder.
6. Yunus Suresi 38. Ayet
“Yoksa ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.'”
Bu ayette, Peygamber’e yönelik “uydurma” ithamı reddedilir ve meydan okuma tekrarlanır. Kur’an’ın bir sure bile benzerini getirememelerinin, onun ilahi kaynağını doğruladığı bildirilir.
7. Fussilet Suresi 26-27. Ayetler
“İnkar edenler, ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, onda üstün gelmek için yaygara koparın’ dediler. Andolsun, biz inkar edenlere şiddetli bir azap tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.”
Müşriklerin, Kur’an’ın mesajını etkisiz hale getirmek için yaygara koparmaları ve insanları ondan uzaklaştırmaya çalışmaları eleştirilir. Bu ayet, inkar edenlere karşı bir meydan okuma niteliğindedir ve onları acı bir azabın beklediği bildirilmektedir.
8. Müddessir Suresi 49-51. Ayetler
“Onlara ne oluyor ki, öğütten yüz çeviriyorlar? Sanki ürkmüş yaban eşekleri gibi, arslandan kaçıyorlar.”
Kur’an’ı dinlemekten kaçınanların durumu, yaban eşeklerinin arslandan kaçması gibi bir mecazla ifade edilir. Bu ayetler, müşriklere ve kafirlere karşı alaycı bir meydan okuma olarak da yorumlanabilir.
9. Maide Suresi 64. Ayet
“Yahudiler, ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Söyledikleri şey yüzünden kendi elleri bağlandı ve lanetlendiler. Bilakis O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir…”
Yahudilerin, Allah’ın kudretini sınırlamaya çalışması eleştirilmiş ve onlara meydan okuyan bir cevap verilmiştir. Allah’ın dilediği her şeyi yapabileceği ve onlara verdikleri yüzünden lanetlendikleri bildirilmiştir.
10. Nisa Suresi 56. Ayet
“Ayetlerimizi inkar edenleri, yakında ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz Allah, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayet, ayetleri inkar edenlerin bekleyen cehennem azabını son derece etkili ve korkutucu bir dille ifade eder. İnkarcıların akıbetine dair açık ve meydan okuyucu bir tehdittir.
11. En’am Suresi 93. Ayet
“Allah’a iftira edenden veya kendisine bir şey vahyedilmemişken ‘Bana vahyolundu’ diyenden ve ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalim kim olabilir?”
Kendisine vahiy gelmediği halde vahiy iddiasında bulunanlar ve Allah’a iftira edenler şiddetle eleştirilmiş ve bu kimseler zalimlerin en zalimi olarak nitelendirilmiştir. Bu ayet, Allah’a karşı yalan söyleyenlere açık bir meydan okumadır.
12. Kamer Suresi 43-44. Ayetler
“Sizin kafirleriniz, öncekilerden daha mı hayırlıdır, yoksa kitaplarda size bir dokunulmazlık mı var? Yoksa, ‘Biz yardımlaşan bir topluluğuz’ mu diyorlar?”
Bu ayetlerde, inkar edenlerin kendilerini önceki kavimlerden üstün sanmaları sorgulanır ve onların da bir azaba uğrayacakları ima edilir. Allah’a karşı kibirlenmenin anlamsızlığı ve sonu olmayan bir meydan okuma vurgulanır.
13. Tevbe Suresi 32-33. Ayetler
“Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır. O, müşrikler hoşlanmasa da peygamberini hidayet ve hak dini ile göndermiştir.”
Müşriklerin Allah’ın dinini bastırmaya yönelik çabaları eleştirilir ve Allah’ın nurunu tamamlayacağına dair meydan okuyan bir ifade yer alır. Bu ayetler, İslam’ın galip geleceğine dair kesin bir taahhüttür.
Sonuç
Bu ayetler, müşrik ve kafirlerin Allah’a karşı kibirli ve inkarcı tavırlarına karşı sert bir dille meydan okumaktadır. Kur’an’ın ilahi mesajına karşı çıkanlara, Allah’ın kudretini hafife alanlara ve Peygamber’in getirdiği hakikati reddedenlere yönelik bu meydan okuyuşlar, Kur’an’ın güçlü üslubunu ve inkarcılara karşı verdiği yanıtları ortaya koymaktadır.
***********
Ve onlara, “Rahman’a secde edin.” dendiği zaman, “Rahman da neymiş? Senin bize buyurduğun her şeye secde mi edeceğiz?” dediler. Bu çağrın onların nefretlerini arttırdı.Furkan 60. Ayet tefsirlerde nasıl izah edilmektedir
Furkan Suresi 60. ayeti, müşriklerin Allah’ın bir sıfatı olan “Rahman” ismine karşı gösterdikleri inatçı ve alaycı tutumu ifade etmektedir. Ayetin tefsirlerinde genellikle şu noktalara dikkat çekilir:
1. “Rahman” İsmine Karşı Cahillik ve İnat
Mekke müşrikleri, “Rahman” ismini bilmiyor gibi davranarak bu isme karşı alaycı bir tavır sergilemişlerdir. Halbuki Arapça’da “Rahman” kelimesi, “son derece merhametli” anlamında bilinen bir sıfattır. Ancak müşrikler, Allah’ın sıfatlarını ve tekliğini kabul etmekten kaçındıkları için bu isme de karşı çıkmışlardır.
İbn Kesir: Müşriklerin bu sözü, bilgisizlikten değil, kibir ve inattan kaynaklanmaktadır. Onlar, Allah’a kulluk etmeyi ve yalnız O’na secde etmeyi reddetmişlerdir.
Taberi: Müşrikler, Allah’ın bir sıfatı olan “Rahman” ismini kabul etmek istememiş ve bu ismi küçümsemişlerdir. Onların bu alaycı tavrı, Allah’a karşı düşmanlıklarını ve inkarlarını daha da artırmıştır.
2. Secde Emrine Karşı İsyan
Ayetteki “Rahman’a secde edin” ifadesi, Allah’a teslim olmayı ve O’na ibadet etmeyi emreden bir çağrıdır. Ancak müşrikler, secde etmeyi küçümsediklerini ve yalnızca kendi putlarına taptıklarını açıkça belirtmişlerdir.
Zemahşeri (Keşşaf): Müşriklerin bu tutumu, hakikati kabul etmeye yanaşmayanların karakteristik özelliğidir. Onlar, Allah’ın büyüklüğünü kavramaktan uzak bir anlayışla hareket etmişlerdir.
3. Nefretin Artması
Ayetin sonunda, “Bu çağrı onların nefretlerini artırdı” ifadesi, hakkı kabul etmeyen kimselerin dini hakikatlerle yüzleştiğinde daha da inatçı ve nefret dolu bir hale geldiğini gösterir.
Fahreddin er-Razi: Nefretlerinin artması, hakikati bilerek reddetmelerinin ve kalplerindeki kibirin bir sonucudur. Bu, Allah’a karşı duydukları düşmanlığın derinliğini ifade eder.
Elmalılı Hamdi Yazır: Rahman ismi ve secde emri, müşrikler için birer sınavdır. Onlar, bu isim ve emir karşısında kibirlenmiş ve içlerindeki inkarı daha da derinleştirmişlerdir.
4. Tarihi Bağlam
Bu ayet, özellikle Rahman isminin Mekke müşrikleri arasında tartışmaya yol açtığı bir dönemi işaret eder. Müşrikler, bu ismin Allah’a ait olduğunu kabul etmemiş ve bu ismi putlara ya da başka varlıklara ait bir sıfat gibi görmüşlerdir.
onuç olarak, Furkan Suresi 60. ayeti, müşriklerin Allah’ın sıfatlarını ve emirlerini reddetme konusundaki inatçılığını, kibirlerini ve dini hakikatlere karşı duydukları nefretin arttığını vurgulamaktadır. Bu ayet, aynı zamanda müminlere, Allah’ın emrine boyun eğmenin ve yalnızca O’na kulluk etmenin önemini hatırlatır.
İnsanın yapısında ve yaratılışında mevcut olan cevherler ve özellikler, Kur’an-ı Kerim’de ve İslamî düşüncede insanın yüce bir gayeye matuf olarak yaratıldığını gösterir. Bu özellikler, insanın hem maddi hem de manevi yönünü kapsar ve onu diğer varlıklardan üstün kılan bir mahiyet kazandırır. İnsanın bu özellikleri Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini taşır ve onun yeryüzündeki halife olmasının temelini oluşturur.
—
1. İnsanın Maddi ve Manevi Yapısındaki Cevherler
a. Maddi Yön (Beden):
Topraktan Yaratılış:
İnsan bedeninin yaratılışı toprak temeline dayanır:
> “Andolsun ki, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.”
(Hicr, 15:26)
Beden, insanın dünya hayatında varlığını sürdürebilmesi için gerekli bir araçtır. Ancak bu araç, insanın manevi gayesini gerçekleştirmesi için bir vesiledir.
İlahi Ruhun Üflenmesi:
İnsan bedeni, Allah’ın kendi ruhundan üflemesiyle değer kazanmıştır:
> “Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman…”
(Hicr, 15:29)
Bu, insanın sadece maddi değil, aynı zamanda yüce bir manevi cevhere sahip olduğunu ifade eder.
b. Manevi Yön (Ruh ve Kalp):
Ruh:
Ruh, insana ilahi bir boyut kazandıran temel cevherdir. İnsan, ruh sayesinde düşünme, sevme, inanma ve ahlaki davranışlar sergileme kapasitesine sahiptir. Kur’an’da ruh hakkında şöyle buyrulur:
Kalp:
İnsanın manevi dünyasında kalp, sevgi, iman, korku ve Allah’a yöneliş gibi hislerin merkezi olarak ele alınır. Kalp, doğru eğitildiğinde Allah’ın nurunun tecellisine mazhar olur:
> “Ancak Allah’a selim bir kalple gelenler (kurtulacaktır).”
(Şuara, 26:89)
—
2. İnsan Fıtratındaki Özellikler
a. Akıl:
Düşünme ve Anlama Yeteneği:
Akıl, insanın bilgi edinme ve hakikati kavrama aracıdır. İnsan, aklı sayesinde evrenin hikmetini idrak eder ve Allah’ın varlığını tanır:
> “Hiç akletmez misiniz?”
(En’am, 6:32)
Sorumluluk Bilinci:
İnsan, aklı sayesinde iyiyi kötüden ayırabilir ve iradesini kullanarak doğruyu seçebilir. Bu nedenle Kur’an, aklı büyük bir nimet olarak vurgular.
b. İrade:
Seçim Hakkı:
İnsan, özgür iradeye sahip bir varlıktır. İyiyi ya da kötüyü seçme yeteneği verilmiştir:
> “Biz ona iki yolu da gösterdik.”
(Beled, 90:10)
Sorumluluk:
İrade, insanın imtihan dünyasında hareketlerini belirleyen önemli bir unsurdur. Bu sorumluluğun farkında olan insan, dünya ve ahiret saadetine ulaşabilir.
c. Fıtri İstidatlar:
İnsan, yaratılışında mevcut olan fıtri bir kabiliyete sahiptir. Bu kabiliyetler insanın hem maddi hem de manevi gelişimini sağlar:
İyiliğe Meğillilik:
> “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”
(Tin, 95:4)
İnsan, iyiliğe ve adalete yönelmeye uygun bir yaratılışa sahiptir.
Gelişme Potansiyeli:
İnsan fıtratındaki kabiliyetler, eğitim ve tecrübe ile geliştirilir. Ancak bu kabiliyetlerin yönlendirilmesi önemlidir.
d. Sevgi ve Merhamet:
İnsan, sevgi ve merhamet duygularıyla yaratılmıştır. Bu özellikler, insanın hem Allah’a yönelmesini hem de diğer insanlarla sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlar:
> “Biz ona kendi katımızdan bir sevgi ve merhamet verdik.”
(Meryem, 19:13)
e. Sonsuzluk Arzusu:
İnsan, fıtratında sonsuz bir yaşama arzusu taşır. Bu duygu, insanın Allah’a yönelmesine vesile olur. Dünya hayatı, bu arzunun tatmin edileceği bir yer değil, ahirete bir hazırlıktır.
—
3. İnsanın Özelliklerinin İmtihan Vesilesi Olması
İnsan, yaratılışındaki bu cevherlerle sınanır. Bu imtihan, insanın manevi kemale ulaşmasını sağlar:
> “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık ve onu imtihan ediyoruz.”
(İnsan, 76:2)
İnsan, bu özelliklerini doğru kullanarak Allah’a yakınlaşabilir:
İnsanın yapısında bulunan cevherler ve özellikler, Allah’ı tanımak, sevmek ve O’na kulluk etmek amacıyla verilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, insanın mahiyetindeki bu cevherler, Allah’ın isim ve sıfatlarının anlaşılmasında birer anahtar gibidir.
Şükür ve Kulluk:
İnsan, kendisine verilen bu nimetlerin farkında olmalı ve bunları Allah yolunda kullanmalıdır:
> “Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”
(Mülk, 67:23)
—
Sonuç:
İnsanın yapısında ve yaratılışında bulunan cevherler ve özellikler, onu Allah’a yakınlaştıran ve kâmil bir varlık haline getiren en temel unsurlardır. Akıl, irade, ruh, kalp ve fıtri istidatlar gibi bu özellikler, insanın dünya hayatını anlamlı kılarken ahiretteki saadeti için de birer anahtardır. Ancak bu cevherler, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olarak kullanılmadığında insan, bu yüce emanete ihanet etmiş olur. Bu nedenle, insanın bu özelliklerini vahyin rehberliğinde yönlendirmesi esastır.
Kur’an-ı Kerim, Allah’ı (Celle Celaluhu) eşsiz, benzersiz ve her şeyin yaratıcısı olarak tanımlar. Allah’ı diğer varlıklardan farklı kılan ve öne çıkaran özellikler, genellikle O’nun isimleri ve sıfatları ile ifade edilir. Bu özellikler, Allah’ın zatî (kendisine ait) ve sübutî (yaratılışla ilişkili) sıfatlarında belirginleşir. İşte Kur’an-ı Kerim’de Allah’ı eşsiz kılan bazı temel özellikler:
1. Eşi ve Benzeri Olmaması
Allah, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir varlığa benzemez.
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura, 42:11)
Bu özellik, Allah’ı yarattıklarından tamamen ayrı ve yüce kılar.
2. Tek ve Mutlak Varlık Olması
Allah tektir ve ortağı yoktur. Tekliği, O’nun varlığının temel özelliğidir.
“De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir).” (İhlas, 112:1-2)
Hiçbir varlık, O’nun yetkisine, gücüne veya varlığına ortak değildir.
3. Her Şeyi Yaratan ve Yoktan Var Eden
Allah, bütün evrenin yaratıcısıdır. O, yoktan var eden (el-Hâlik) ve varlıkları şekillendiren (el-Musavvir)dir.
“Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır.” (En’am, 6:101)
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (Zümer, 39:62)
4. Her Şeye Gücü Yetmesi (Kudret)
Allah’ın gücü sınırsızdır. Her şey O’nun iradesine ve emrine bağlıdır.
“Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” (Bakara, 2:20)
Evrenin düzeni, Allah’ın mutlak kudreti sayesinde devam eder.
5. İlim ve Hikmet Sahibi Olması
Allah, her şeyi en ince detayına kadar bilir (el-Alim) ve hikmetle yaratır (el-Hakim).
“O, yerde ve gökte olan her şeyi bilir.” (Hadid, 57:4)
“O, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4:26)
6. Rahmet ve Merhamet Sahibi Olması
Allah, sonsuz merhamet (er-Rahman) ve şefkat (er-Rahim) sahibidir. O, kullarına karşı şefkatli ve bağışlayıcıdır.
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf, 7:156)
“De ki: Ey kendi aleyhlerine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39:53)
7. Her Yerde Hazır ve Nazır Olması
Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, her yerde hazır ve nazırdır.
Allah mutlak adalet sahibidir (el-Adl). O, her şeyi adil bir şekilde yaratır ve hükmeder.
“Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi emreder.” (Nahl, 16:90)
10. Rızık Verici Olması
Allah, bütün varlıkların rızkını sağlayandır (er-Rezzak).
“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hud, 11:6)
İnsanların ve diğer canlıların ihtiyaçları, Allah’ın rahmetinin bir tecellisidir.
11. Affedici ve Bağışlayıcı Olması
Allah, hata yapan kullarına tövbe kapısını açık tutar ve bağışlar.
“O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39:53)
12. Sonsuz Sabır ve Hoşgörü Sahibi Olması
Allah, kullarının hatalarını görmezden gelip, onlara sürekli yeni fırsatlar tanır.
“Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde tek bir canlı bırakmazdı.” (Fatır, 35:45)
13. Mutlak Hakimiyet Sahibi Olması
Allah, göklerin, yerin ve her şeyin sahibi ve yöneticisidir.
“Mülk O’nundur. O, dilediğini yaşatır, dilediğini öldürür.” (Hadid, 57:2)
14. İradenin ve Takdirin Sahibi Olması
Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratır ve dilediği şekilde takdir eder.
“Şüphesiz biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54:49)
Özet
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın özellikleri, O’nun mutlak kudretini, merhametini, adaletini ve eşsizliğini vurgular. Allah, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde mutlak ve benzersizdir. O’nun yüceliği, insana kulluğunu hatırlatır ve insanı O’na yakınlaşmaya çağırır. Allah’ı tanımak ve anlamak, insanın hem dünyadaki hem de ahiretteki en büyük hedefidir.
PENCERELERİMİZ GÖZ KULAK AĞIZ BURUN DIŞA AÇILAN KABİLİYETLERİN GELİŞİM NOKTA VE ÇIKIŞ YERLERİ. KATİFELERİN GELİŞİM YOLLARI
*Duygular ruhun dışa açılmış kapı ve pencereleridir.
Evet, bu ifade duyguların insanın iç dünyasını dışa yansıttığını, bir nevi içsel dünyamızın dışa açılan birer aracı olduğunu ifade eder. Duygular, ruh halimizi, düşüncelerimizi ve içsel deneyimlerimizi çevremizdeki insanlara ve dünyaya aktarmamıza olanak tanır. Tıpkı bir evin kapı ve pencerelerinin içindekileri dış dünyaya gösterdiği gibi, duygular da ruhun birer yansımasıdır. Bu, insanın kendini ifade etmesinin ve başkalarıyla bağ kurmasının en temel yollarından biridir.
@@@@@@@@@
Risale-i Nur Külliyatı’nda kuva ve türevleri.
Risale-i Nur Külliyatı’nda “kuvâ” kelimesi, genellikle insanın ruhsal ve bedensel yapısındaki çeşitli güçler ve yetenekleri ifade etmek için kullanılır. Bu kavram, İslamî düşünce geleneğinde, özellikle de İmam Gazâlî ve İbn Sina’nın tesirinde, insanın manevi terbiyesi ve yaratılış gayesi bağlamında önemli bir yere sahiptir. Risale-i Nur’da kuvâ kavramı ve türevleri, insanın maddi ve manevi varlığını anlamlandırmak ve insanın görevlerini açıklamak için sıkça yer alır.
Öne Çıkan Kullanımlar ve Türevler
1. Kuvâ-i Akliye (Aklî Güçler):
İnsan aklının düşünme, anlama ve hakikati bulma gücünü ifade eder. Aklın doğru kullanımı, hakikate ulaşmayı sağlar; yanlış yönlendirilmesi ise insanı dalâlete sürükler. Risale-i Nur’da akıl, iman ve marifetullah yolunda önemli bir araç olarak öne çıkar.
2. Kuvâ-i Şeheviyye (Şehvet Güçleri):
İnsanın dünya nimetlerine yönelmesini sağlayan fıtrî güçtür. Şehevi kuvvet, sınırları içinde kaldığında helal dairede hazların tadını çıkarma aracı olur. Ancak aşırıya kaçıldığında insanın nefsine hâkim olması zorlaşır ve günah tehlikesine sürükler.
3. Kuvâ-i Gadabiyye (Öfke Güçleri):
İnsanın tehlikelerden korunmasını ve kendini savunmasını sağlayan bir kuvvettir. Ancak bu kuvvetin haddini aşması, öfke ve saldırganlığa dönüşebilir. Risale-i Nur’da bu kuvvetin itidal ile kontrol altında tutulması gerektiği vurgulanır.
4. Kuvâ-i İmaniye (İman Gücü):
İnsan ruhunun en yüksek kuvvetidir ve diğer kuvvetlerin itidal içinde çalışmasını sağlar. İman, insanın her türlü ahlaki, manevi ve zihinsel kuvvetini dengeler.
5. Kuvve-i Zihniye (Zihinsel Güçler):
İnsan zihninin ilim öğrenme, düşünce üretme ve tefekkür etme kabiliyetlerini ifade eder. Risale-i Nur, tefekkürü imanla birleştirerek insanın hakikati bulmasını teşvik eder.
Kuvâların İtidal ve İfrat-Tefrit Dengesi
Bediüzzaman Said Nursî, kuvâların ifrat (aşırılık), tefrit (yetersizlik) ve itidal (orta yol) hallerine dikkat çeker. İnsan, kuvâlarını Allah’ın emir ve yasaklarına göre terbiye edip dengeye ulaştırmalıdır. Bu denge sağlanmazsa:
İfrat, aşırılıklara ve kötülüklere yol açar.
Tefrit, insanın yaratılış gayesine uygun hareket edememesine neden olur.
İtidal ise insanı saadet-i ebediyeye ulaştırır.
Örnek Risale-i Nur Metinleri
1. Kuvâların Fıtrî Olması:
“İnsanın mahiyetine derc edilen kuvâ ve cihazat, başka maksatlar için değil, belki ulvî hikmetler ve yüksek gayeler içindir.”
(Sözler, 23. Söz)
2. İtidal ve Ahlak:
“İnsanın ruhundaki kuvâ-i akliye, kuvâ-i gadabiye ve kuvâ-i şeheviyye gibi latifeler, eğer İslâmiyetin terbiyesiyle ve imanın nuruyla nurlandırılırsa, o zaman insan, mükemmel bir kul ve halife-i arz olur.”
(Lem’alar, 11. Lem’a)
Sonuç
Risale-i Nur, kuvâ kavramını insanın manevi ve ahlaki gelişimi için önemli bir temel olarak ele alır. İnsanın yaratılışındaki bu kuvvetler, doğru yönlendirildiğinde insanı kâmil bir varlık yapar; yanlış kullanıldığında ise insanı zayıf ve nefsine mağlup bir hale getirir. Bu nedenle, kuvâların Allah’ın iradesine uygun olarak terbiye edilmesi, insanın yaratılış gayesini gerçekleştirmesi için elzemdir.
@@@@@@@@@
Risale-i Nur Külliyatı’nda istidat,duygu ve kabiliyet konusu.
Risale-i Nur Külliyatı’nda istidat, duygu ve kabiliyet kavramları, insanın yaratılışına ve Allah’ın ona verdiği potansiyellere işaret eder. Bediüzzaman Said Nursî, insanın fıtratında yer alan bu özellikleri detaylı bir şekilde ele alır ve onların Allah’ın emir ve yasaklarına uygun şekilde kullanıldığında yüksek bir değer kazandığını vurgular. Bu kavramlar, insanın kulluk vazifesini idrak etmesi ve ahirete yönelik bir yaşam sürmesi bağlamında da işlenir.
1. İstidat (Yetenek ve Potansiyel):
İstidat, insanın yaratılıştan sahip olduğu potansiyel ve yeteneklerdir. Risale-i Nur’da, insanın istidatları ilahi bir emanet olarak değerlendirilir.
Evrendeki İstisnai Yeri: İnsan, yeryüzündeki diğer varlıklardan farklı olarak üstün bir istidada sahiptir. Bu, insanın Allah’ı tanıma, anlama ve O’na kulluk etme kabiliyetini ifade eder.
Geliştirilmesi Gereken Bir Cevher: İstidatlar, geliştirilmeyi bekleyen birer tohum gibidir. Eğer bu tohumlar uygun ortamda filizlendirilir ve ilahi rehberlikle beslenirse, insan “halife-i arz” konumuna yükselir.
Misal: Bediüzzaman, insanın istidatlarını “ahiret tarlasında ekilecek birer tohum” olarak tanımlar. Eğer bu tohumlar dünya hayatında düzgün bir şekilde kullanılırsa, ahirette cennet meyveleri verir.
> “İnsanın mahiyetine derc edilen kuvâ ve cihazat, nihayetsiz terakkiyatı ve tedenniyatı içinde bulunduran istidatlardır.”
(Sözler, 23. Söz)
2. Duygular:
Ruhun Pencereleri: Duygular, insanın ruhundaki derinliği yansıtan ve ona varlıkları algılama imkânı veren özelliklerdir. Risale-i Nur’da duygular, insanın Allah’ı tanımasında önemli bir araç olarak görülür.
İlahi Bir Emanet: Duygular, insanın imtihanında belirleyici bir rol oynar. Sevgi, korku, ümit gibi temel duygular, yaratılış gayesine uygun yönlendirildiğinde insanı saadet-i ebediyeye ulaştırır.
Yanlış Kullanımı: Duygular, nefis ve şeytanın etkisiyle yanlış yönlendirilirse insanı dalâlete sürükler. Bu nedenle, duyguların terbiye edilmesi ve doğru bir istikamette kullanılması şarttır.
> “İnsanın mahiyetine derc edilen cihazat ve duygular, eğer iman ve marifetullah ile çalıştırılırsa, o insan nurani bir sultan olur.”
(Sözler, 23. Söz)
Tefekkür ve Duygular: Bediüzzaman, tefekkürün duygular üzerinde büyük bir etkisi olduğunu vurgular. İnsan, tefekkür yoluyla hem Allah’ın varlığını hem de evrendeki hikmetleri anlayabilir.
3. Kabiliyet (Yetenek):
İstidadın Açığa Çıkışı: Kabiliyet, insanın sahip olduğu istidatların gelişmiş ve ortaya çıkmış halidir. Risale-i Nur’da kabiliyet, insanın fıtratında yer alan özelliklerin aktif bir şekilde kullanılması olarak ifade edilir.
İlahi Bir Gaye: İnsanın kabiliyetleri, sadece dünya menfaatine hizmet etmek için değil, Allah’a kulluk ve ahireti kazanmak için verilmiştir. Kabiliyetlerini bu gayeye uygun kullanmayan insan, emanete ihanet etmiş olur.
Eğitimin Önemi: İnsan, sahip olduğu kabiliyetleri eğitmek ve yönlendirmekle mükelleftir. Bu eğitim, hem dünya işlerinde hem de manevi hayatta başarı ve huzur getirir.
> “İnsana verilen binlerce duygular, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıma ve onlara aynalık etme gayesiyle verilmiştir.”
(Sözler, 23. Söz)
İstidat, Duygu ve Kabiliyetin Birlikte Kullanımı:
Risale-i Nur’da bu üç unsur birbiriyle bağlantılıdır ve insanın kulluk görevini yerine getirmesi için bir bütünlük içinde çalışır:
1. İstidat: İnsan fıtratında saklı olan potansiyeldir.
2. Duygular: Bu potansiyelin harekete geçmesini ve dış dünyaya yansımasını sağlar.
3. Kabiliyet: İstidatların işlenmiş ve etkin hale gelmiş halidir.
Bediüzzaman, insanın bu üç unsuru ilahi ölçülerle kullanması gerektiğini, aksi halde potansiyelinin ziyan olacağını belirtir.
Sonuç:
Risale-i Nur’da istidat, duygu ve kabiliyet kavramları, insanın manevi gelişimi ve yaratılış gayesine ulaşması için temel taşlardır. İnsan, bu özelliklerini doğru kullanırsa kâmil bir insan, Allah’a yakın bir kul ve ahiret saadetine layık bir varlık haline gelir. Ancak bu unsurlar yanlış yönlendirilirse insan, nefsine yenilir ve yaratılış amacını kaybeder. Bu nedenle, Bediüzzaman, bu potansiyellerin iman, marifetullah ve ahiret bilinciyle şekillendirilmesi gerektiğini vurgular.
Allah’ı bulamayanların kafalarında tasarlayıp uydurdukları, cahiliye dönemindekilerin elleriyle yaptıkları hamurdan ve helvadan putlara taparak, sonra da yedikleri tanrılarını bugün Abdullah Öcalan yapmış, mensupları da yemektedir.
Tıpkı Cem Karaca’nın Tanrıyla barıştım, sözündeki ilk tanrısıyla, son Yar olan Allah’ı araması arasındaki fark gibi.
-Apo yani Abdullah Öcalan’ın bakın bozuk zihniyetine ve ona uyanlarında neye uyduklarını bir düşünün.
Apo kitabında şunları söylüyor;
“Tanrı ile savaş verdim. Bu savaştan başarıyla çıktıktan sonra yarı tanrı oldum. Namazın kendisi de genel anlamda bir tiyatrodur.
…Yukarıda tanrı olsaydı beni yine yanlış yola sevk edecekti. Allah da Kürtler için değildir, Kürtleri şaşırtıyor. Kürtlerin Allah’ı da onları yanlış yola sevk ediyor. Bunun için ben kendi kendimin tanrısıyım’
CHP’nin de bunlara sahip çıkıp, ortaklık yapması ne kadar düşündürücü değil mi?
-Eli, fikri, namusu kanlı bir terör örgütüyle mücadele edilmektedir, o da elli yıldır.
Fikri kirli çünkü bu milletin inancı ve değerleri değil, Rus komünizm ve sosyalizmi savunulmaktadır.
Eli kanlıdır çünkü 50 bin insanın kanının akmasına ve hala da devam etmesine sebep olmuştur.
Namusu kirli çünkü namus ve sağlıklı bir cinsiyeti olmayan Lgbt savunucuları yapmakta ve kendi içlerindeki kızlara tecavüzde bulunmaktadırlar.
Haşhaşi Hasan Sabbah gibi.
Uyuşturucu içip, kendinden geçip, her türlü melaneti yapmaktadır.
İnsanlıktan çıkılmıştır.
-Maalesef dün dağda olan eşkıya, bugün devletin içinde destek görmektedir.[1]
-Bir asırdır bu saldırı Laiklik bahane edilerek İslamiyet’e saldırıldı ancak bu hastalıklı zihniyet bitmiş olmayıp, varlığını yine hırçınlıkla sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir asırdır laikliği dinsizlik olarak uygulayan bir zihniyet ve yapıdan hangi samimi ve müsbet bir düşünce beklenebilir?[2]
Böyle bir tartışma seri katilin tavuk öldürdü mü öldürmedi mi tartışması gibidir.
Adam bir kere seri katil.
Tekke, zaviye, medrese, ezan, Kuran, hoca, din problemi var.
Tıpkı Cemil Meriç ifadesiyle, bizim aydınımız din düşmanı değil, İslamiyet düşmanıdır.
-” CHP’liler geçmişte camilerin kapılarına kilit vurduklarını hatta bazılarını ahıra çevirdiklerini inkâr etse de bazı camilerde o utancın izlerini görmek mümkün. İstanbul’un Vefa semtinde önce nalbant dükkânı sonra da ahıra dönüştürülen Mehmet Ağa Camii’nde hayvanların bağlandığı demir halkalar hâlâ yerlerinde duruyor.”[3]
Teröre yardım ve destekten alınan Belediye Başkanına milletin parasıyla konvoy halinde gidilip destekle bulunulması, teröre meşruiyet kazandırmak ve teröre güç vermek ve güçlendirmektir.
Yine rahmetlik dedemin 1970’lerde söylediği sözü hatırlayacak ve hatırlatacağım;
Evvelden eşkıya dağdaydı, şimdi şehre indi.
Şimdi olsaydı, belediyelere ve TBMM’ de girdi der ve görürdü.[5]
-” CHP Genel Başkan Yardımcısı Bakan: Atatürk’ün yolundayız, konser yapmaya devam edeceğiz.”
Yapılan ahlaksızlığın perdesi ve örtbas etme yöntemi, Atatürk’ün arkasından gitmek.
-DEM Parti Mardin İl Eş Başkanı Mehdi Tunç, PKK yayın organında ‘Mardin halkı irade gasbına karşı kendi mahkemesini, halk mahkemesini kuracak. Bu kayyumlar gidecek. Bu kayyum gasbını kesinlikle kabul etmiyoruz.’ sözlerini sarf etti.[7]
-31 Mart’ta CHP ve DEM Parti arasındaki “kent uzlaşısı” kapsamında Esenyurt Belediye Başkanlığı’na aday gösterilen Ahmet Özer’in adaylıktan önce PKK’ya “sadakat yemini” ettiği ortaya çıktı. Soruşturmada ifadesi yer alan itirafçı, Özer’in Diyarbakır’da bir örgüt evine götürülüp yabancı telefon hattı üzerinden PKK elebaşları Duran Kalkan ve Bese Hozat ile görüştürüldüğünü söyledi. Özer, kayıt altına alınan görüşmede “sadakat yemini” edince CHP ve DEM’in ortak adayı oldu.[8]
-İçeridekiler ve içimizdekiler sırtını PKK’ya dayarken, PKK’da İsrail’e ve oda Biden ve pentagona yani ABD derin devletine sırtını dayamaktadır.
Şimdilik ABD’deki derin devletin piyonu Biden ve Harris gitti.
Bakalım Trump ipini onların elinden ne kadar gevşetecek ve ne kadarcık kurtaracaktır.
Bizdeki içteki derin devlet şimdiye kadar terörü ve terörle iltisaklı olanları meşrulaştırmaya çalışırken, dışarıda ABD ve pentagon ve Avrupa ülkeleri terör devleti İsrail’i dünyada meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
***************
Terör niye bitmiyor.
FETÖ elebaşı Gülen’in küçük yeğeni Hayrettin Kalaç’ın, ABD ordusunda subay olduğu ortaya çıktı. Army ROTC at Rutgers Üniversitesi’nden 2023’te mezun olan Kalaç, teğmen rütbesinde. Hayrettin Kalaç’ın babası Adem Kalaç, terör örgütünün damat kadrosunda yer alan bir isim.[9]
-Ve bizde adeta isyan bayrağını açan genç subaylar.
Toplumun büyük tepkisi üzerine soruşturma başlatıldı.
Bu durum herkeste; yoksa orduda hala 28 Şubat ve darbe kalıntıları mi var, düşüncesini gündeme getirdi.[10]
Ağzımız yandı, o da çok yandı. Onun için ayranı üfleyerek içiyoruz.
-Kara Harp Okulu’nun 30 Ağustos’taki mezuniyet töreninde Türkiye’yi ayağa kaldıran kılıçlı korsan yeminle ilgili sadece 2 teğmenin “ihraç talebiyle disipline sevk edilmesi” şaşkınlığa sebep oldu. TSK, son dönemde “Atatürkçülük” maskesi altında ve FETÖ’yü andıran taktiklerle örgütlenen gruplardan temizlenmezse, Türkiye yine 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz gibi darbe tehditleriyle karşı karşıya kalır. Cunta yapılanmaları ilk kez 10 Kasım 2023’te Tuzla Piyade Okulu’ndaki törende görünür olmuştu. 70 kadar teğmen, Atatürk karşıtı gördükleri 3 teğmenin kaldığı koğuşu bastı. Namaz kılan subaylar da WhatsApp’ta fişlendi. O dönem kışlada terör estiren 100’e yakın teğmenden sadece 4’ü ihraç edildi. Diğerleri göreve başlatıldı.[11]
-Yapılan eylemin mezun olmanın sevinciyle anlık gelişen bir durum olmadığı, önceden planlanarak organize edildiği ifade edildi.[12]
**************
Din öldürülecektir diye karar alan bir zihniyetin cami kapatıp kapatmadığını, ahıra ve meyhaneye çevirip çevrilmediğini, belgeler ortadayken tartışmaya hiç mahal yok.[13]
-CHP milletvekillerinin Meclis bütçe komisyonunda Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ni laiklik üzerinden hedef alması üzerine verdiğini cevapta Bakan Yusuf Tekin, “Sizin anladığınız laiklik şu; 1940’lı yılları hatırlayın. Camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kur’an öğrenmesini yasaklamak. Siz bunları ‘laikliğin gereği’ olarak yaptınız. O zaman sizin laiklikten anladığınız şey ile benim laiklikten anladığım şey aynı değil. Laiklikten, bütün vatandaşların hangi dine inanırlarsa inansınlar; dini inanç ve ibadet hürriyetlerinin devlet garantisi altına alınmasını anlıyorum. Evrensel laiklikten yanayım. Sen Türkiye’ye özgü, kendi icat ettiğin bir laiklik kavramını bana dayatıyorsun.” ifadelerini kullanmıştı.
…Laiklik’ adı altında ceberut uygulamaları dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları söyledi:
“Kız çocuklarımız ile okulları arasında konan engelleri, başta başörtüsü yasağı olmak üzere birer birer ortadan kaldırdık. Birileri çıkıyor yakın tarihi yeniden yazmaya çalışıyor. Düne kadar kızlarımız başörtüsünden dolayı baskıya uğramamış, okuldan atılmamış, kadınlar memuriyetten ihraç edilmemiş gibi yalan yanlış konuşuyorlar. Bu çevrelerin safsata dedikleri acıları, zulümleri, yasakları, faşizmin her türlüsünü biz bizzat tecrübe ettik, iliklerimize kadar yaşadık.”
“28 Şubat döneminde güya irtica ile mücadele kılıfı altında aralarında kamu görevlilerinin de olduğu 6 milyon insanımız fişlendi. Yalnızca Milli Eğitim’de 33 bin öğretmen disiplin soruşturmasına uğradı. 11 bin 890 öğretmen disiplin cezası aldı. 11 bin öğretmen ise istifa ettirildi. Kamu bürokrasisi yanında ekonomiden siyasete, sivil toplumdan günlük hayata kadar her alanda milletimiz çok ağır baskılara maruz bırakıldı. Bakınız, daha üniversite kapılarında kurulan ikna odalarını, kürsüden zorla indirilen başarılı mezunları, eğitimlerini gözyaşlarıyla yarıda bırakan binlerce evladımızı, katsayı adaletsizliği sebebiyle hakları gasbedilen milyonlarca gencimizi burada saymıyorum. Bunlar ceberut laiklik uygulamalarının ayyuka çıktığı 1940’larda değil dikkatinizi çekiyorum, sadece 27 yıl önce bu ülkede, bu şehirde yaşandı. Muhalefet çevreleri bu utanç verici gerçekleri inkar etmek yerine kendi geçmişleriyle yüzleşmelidir.”[14]
****************
Dünya Yahudi işgalinde ve kıskacındadır.
ABD ve batının oyununa gelen Yahudi asıllı tiyatrocu Zelensky Ukrayna’yı hatta dünyayı yangına çevirdi, yakmaya çalışıyor.
Savaşı tiyatro zannediyor.
İsrail’de Netanyahu sadece Filistin’i değil, yine ABD ve batıyla birlikte ateşi Ortadoğu’ya yayıyor.
İki taraftan yapılan bu saldırı ile, Rusya, Çin, İran ve Türkiye hedef alınmaktadır.
-İsrail PKK el ele.
“PKK terör örgütü Suriye’deki işgal bölgelerinde baskıyı zulüm seviyesine taşıdı. Ailelerin elinden 17-35 yaş aralığındaki erkek ve kızlarını zorla alan PKK’nın son icraatı ise, İslam düşmanlığını resmî hâle getirmesi oldu.
Okullarda “Allah, Peygamber efendimiz, İslam, Kur’ân-ı kerim” düşmanlığını konu alan kitaplar “zorunlu ders” hâline getirildi. Bu konular yerine ilk ve orta dereceleri okullarda “ateizm, zerdüştlük ve terör elebaşı Öcalan’ın materyalizm merkezli anlatımları” ders olarak okutulmaya başlandı.”
-İsrail ve ABD sinsi planlarını uygulayarak, her zamanki gibi, Türkiye’ye doğrudan saldırarak değil de, PKK aparatını ve içteki piyonlarını harekete geçirip ayaklandırarak bu işi yapacaktır.
Darbeler ve 15 Temmuz’da olduğu gibi.
İran’a da aynı yöntemi uygulamaktadır.
-“CIA’nın Türk kökenli mensubu Ruzi Nazar bir toplantıda konuşuyor:
“Kürdistan’ı kurmak istiyorsak, Kürtleri kışkırtmak en kolay iş! Zor olan, Türkleri uyutacak birilerini bulmaktır! Bize iki adam lazım; biri dindar Müslümanları uyutacak, diğeri milliyetçilere ninni söyleyecek.”
Bir gazeteci; “Peki, Atatürkçü solcuları ne yapacaksınız?”
Ruzi Nazar, kendinden emin cevap verir:
“Türk solu vatansever mi, devrimci mi olacağına karar verene kadar biz Kürdistan’ı çoktan kurarız!” (Ruzi Nazar’ın kızı Sylvia Nasar’ın “Akıl Oyunları” adlı kitabından alıntıdır)
-İsrail yani MOSSAD yani Yahudiler ABD, Avrupa hatta İslam ülkelerinin lider ve önde gelenlerini fuhuş kasetleri ile kontrol ediyor.[15]
(WhatsApp’ta bir grup üyesinin, çok kitap okuduğunu, bunların dünyanın her yerini gezdirdiklerini ancak Yunus Emre’nin 40 yıl odun taşımasını anlamadığını yazması üzerine ele alınmıştır. )
Tasavvufta seyri sülukün manası ve hikmeti nedir?
Seyri Sülük, tasavvufta, bir müridin (öğrenci) Allah’a yakınlaşmak ve ruhsal olgunlaşmak için kat ettiği manevi yolculuğu ve bu yolda izlediği adımları ifade eder. Arapça kökeniyle “seyir” (yolculuk) ve “sülük” (yürümek, gitmek) kelimelerinin birleşiminden oluşan bu terim, bir nevi ruhsal bir seyahat veya manevi bir gidişat anlamına gelir.
Seyri Sülük’ün Manası:
Seyri Sülük, müridin, nefsini terbiye etmek, Allah’a yaklaşmak, ahlaki olgunluğa erişmek ve kalbini saflaştırmak amacıyla kat ettiği manevi yolculuktur. Bu süreçte, mürid belirli bir rehber (şeyh veya mürşid) ve tasavvufi bir yöntemle ilerler. Seyri Sülük, genellikle tasavvufi bir disiplin içinde, ruhsal bir yükselişin aşamaları olarak kabul edilir ve müridin Allah’a doğru olan yolculuğu boyunca yaşadığı manevi tecrübeleri kapsar.
Seyri Sülük’ün Hikmeti:
Seyri Sülük, tasavvufun özüdür ve bir insanın gerçek manada ruhsal olgunluğa ulaşmasını, içsel huzur bulmasını ve Allah’a yakınlaşmasını sağlamak amacı taşır. Hikmeti, müridin içsel değişim ve dönüşüm geçirmesini sağlamak ve ona Allah’ın gerçekliğini, sevgi ve rahmetini daha derin bir şekilde kavratmaktır.
1. Nefsin Terbiyesi: Seyri Sülük, müridin egosunu (nefsini) terbiye etmesine ve Allah’a olan sevgisini arındırmasına olanak tanır. Nefsin en büyük engel olduğu kabul edilir, bu nedenle seyri sülük, müridin nefsani arzulardan arınmasını ve Allah’ın iradesine teslim olmasını hedefler.
2. Ruhsal Yükseliş: Bu yolculuk, bir insanın maneviyatını yükseltmesini sağlar. Mürid, nefsini terbiye ettikçe ve Allah’a yöneldikçe, içsel huzuru ve Allah’ın rahmetini daha fazla hisseder. Seyri Sülük, bir tür manevi olgunlaşma yoludur.
3. İlahi Aşk ve Tevhid: Seyri Sülük, müridi Allah’a daha yakın hale getirmeyi amaçlar. Tasavvuf öğretisinde, insanın gerçek amacı, Allah’ı her şeyin ötesinde görmesi ve O’na olan aşkını derinleştirmesidir. Bu yolculuk, bir bakıma, Allah ile birlik (tevhid) bilincine ulaşma sürecidir.
4. Toplum İçinde Hizmet: Seyri Sülük, yalnızca manevi bir yolculuk değil, aynı zamanda toplumla iç içe bir yaşam sürmeyi de kapsar. Bir mürid, mürşidinin rehberliğinde, hem kendi içsel gelişimini hem de çevresine hizmet etmeyi öğrenir. Zihinsel ve kalbi olarak olgunlaştıkça, toplumun da huzuru için çalışır.
Seyri Sülük’ün Aşamaları:
Seyri Sülük, genellikle birkaç aşamadan oluşur. Bu aşamalar, müridin manevi yolculuğundaki ilerleyişi simgeler ve tasavvuf okullarına göre farklılık gösterebilir. Ancak genel olarak şu şekilde özetlenebilir:
1. Şeriat (Dini Temeller): Seyri Sülük’ün ilk adımı, kişinin İslam’ın temel öğretilerini doğru şekilde yerine getirmesidir. Bu aşama, namaz, oruç, zekât gibi farz ibadetlerin yerine getirilmesi ve dinî hükümlerle uyum içinde yaşanması gerektiğini belirtir.
2. Tarikat (İçsel Yönelim): Tarikat, müridin manevi yolculuğunun ve rehberinin olduğu aşamadır. Burada, mürid, bir mürşid (şeyh) rehberliğinde manevi eğitim alır ve tasavvufi disiplinlere, zikirler ve ibadetler aracılığıyla derinleşir.
3. Hakiat (Gerçeklik): Hakiat, Allah’ın birliğini ve her şeyin O’ndan kaynaklandığını idrak etmeyi simgeler. Burada mürid, dünyadan elini eteğini çeker ve Allah’ın her şeydeki varlığını görmeye başlar.
4. Marifet (Bilgi ve Varlık): Marifet, Allah’ı tanımak ve O’nunla bir olmak anlamına gelir. Seyri Sülük’ün son aşamasında mürid, her şeyin özünün Allah olduğunu bilmeye başlar ve ilahi aşkı en derin şekilde hisseder.
Seyri Sülük Örnekleri:
1. Mevlana: Mevlana Celaleddin Rumi’nin yaşamı, seyri sülüğün en güzel örneklerinden biridir. Mevlana, şeyhi Şems-i Tebrizî’nin rehberliğinde içsel bir yolculuğa çıkmış, ızdırap ve aşk ile Allah’a doğru bir seyahat etmiştir. Mevlana’nın şiirleri, bu manevi yolculuğun derinliğini anlatır.
2. İbn Arabi: Tasavvufun önemli figürlerinden olan İbn Arabi de, seyri sülük yolunda birçok derin manevi tecrübeye sahipti. O, tasavvufi anlamda Allah’ın birliğini (vahdet-i vücud) keşfetmiş ve müridlerine Allah’ı tanımak için izlenmesi gereken yolculuğu öğretmiştir.
Sonuç:
Seyri Sülük, tasavvufun temel taşlarından biridir ve müridin Allah’a yaklaşmak, nefsini terbiye etmek ve manevi olgunlaşmak için yaptığı yolculuğun adıdır. Bu süreç, sabır, gayret ve rehberlik gerektiren bir yolculuk olup, müridin içsel huzura ermesini ve Allah ile daha yakın bir ilişki kurmasını sağlar. Seyri Sülük, sadece bir bireysel gelişim değil, aynı zamanda Allah’ın kudretine tanıklık etme ve tüm varlıkla birlik duygusunu hissetme yoludur.
@@@@@@@
Yunus Emre 40 yıl boyunca neden odun taşıdı, hikmeti nedir?
Yunus Emre’nin 40 yıl boyunca odun taşıması, onun derin bir tasavvufi öğretiye sahip olduğunu ve manevi olgunlaşma yolunda geçen yıllarını simgeler. Bu hikmet, zamanla özdeyiş haline gelmiş ve halk arasında Yunus Emre’nin içsel arayışını ve sabrını temsil eder. 40 yıl odun taşımasının birkaç farklı anlamı olabilir:
1. Manevi Sabır ve Azim: Yunus Emre, odun taşıma eylemini fiziksel bir zahmet olarak değil, manevi bir olgunlaşma süreci olarak kabul etmiştir. Tasavvufta, zorluklar ve sıkıntılar, kişinin nefsini terbiye etmesi ve Allah’a yakınlaşması için birer araçtır. Odun taşıma, bu zahmetli işin sabır, azim ve metinle yapılmasını sembolize eder.
. Dünya ve Ahiret Dengelemesi: Odun taşımak, Yunus’un dünyevi işlerle meşgul olmasına rağmen, kalbinde daima ahiret ve ilahi aşkı taşımayı başardığını gösterir. Bu, dünyadan elini eteğini çekip yalnızca maneviyatla meşgul olmanın, kişinin yaşamında dengesizliğe yol açabileceğini vurgular.
3. Toplum Hizmeti ve Alçakgönüllülük: Yunus Emre, odun taşıyarak halkın işlerine katkıda bulunan, alçakgönüllü bir öğretmendi. Toplum hizmetine olan bağlılığını ve kendi egosunu bir kenara koyarak halka faydalı olma çabasını gösterir. Tasavvufi öğretilerinde, gerçek erdemin, sadece insanlara öğretmekle değil, onlara hizmet etmekle de gerçekleşeceğini anlatır.
4. Manevi Yolculuk: 40 yıl boyunca odun taşıyan Yunus, aslında kendi içsel yolculuğunu gerçekleştirmiştir. Tasavvufi anlamda “40 yıl” bir olgunlaşma, temizlenme ve nefsin arındırılması sürecinin sembolüdür. Bu süre zarfında Yunus’un manevi gelişimi, derin bir iç yolculuğun sonucudur.
Sonuç olarak, Yunus Emre’nin 40 yıl boyunca odun taşıması, onun sabır, hizmet, manevi gelişim ve içsel arayışını simgeleyen bir metafordur. Bu hikmet, yaşamın zorlukları karşısında insanın ruhsal olgunluğa ulaşması için gösterdiği çabanın değerini vurgular.
@@@@@@@
Çile ne demek ve çile ile ne amaçlanmaktadır? Örnekleriyle açıklar mısın?
Eyvallah. Çile 40 gün anlamına gelir ancak bu seyir ve olgunlaşma 40 günden 40 yıla kadar bir seyir izler.
Çile, tasavvuf literatüründe, bir kişinin ruhsal olgunlaşma ve Allah’a yakınlaşma amacıyla gönüllü olarak çektiği manevi ve fiziksel sıkıntıları, zorlukları ifade eden bir terimdir. Çile, kelime olarak “zor bir iş” veya “çileli süreç” anlamına gelir ve genellikle kişinin nefsini terbiye etmesi, içsel temizliği ve Allah’a olan bağlılığını artırmak için katlandığı çeşitli ıstıraplar, yalnızlıklar ve zorluklar şeklinde tanımlanabilir. Çile, bir anlamda ruhsal arınmanın ve derinleşmenin yolu olarak kabul edilir.
Çile ile Amaçlananlar:
1. Nefsi Terbiye Etmek: Tasavvufta, insanın nefsi (benliği) en büyük engel olarak görülür. Çile, kişinin bu nefsani arzularını terbiye ederek, dünyevi bağlılıklardan kurtulmasını sağlar. Zorluklar karşısında sabır göstermek ve Allah’a yönelmek, nefsin ıslahını sağlar.
2. Manevi Gelişim ve Olgunlaşma: Çile, bir tür manevi eğitim olarak kabul edilir. Kişi, zor koşullar altında sabır ve metinle durarak ruhsal olarak olgunlaşır. Bu süreç, kişinin Allah’a olan sevgisini ve bağlılığını derinleştirir.
3. Dünya İlgisinden Arınmak: Tasavvufî anlayışa göre, dünyevi arzu ve isteklerden arınmak, insanın ahlaki ve manevi düzeyde yükselmesine yardımcı olur. Çile, kişinin dünya ile olan bağlarını kesmesine ve sadece ruhsal bir boyutta yaşamaya başlamasına yönelik bir süreçtir.
4. İçsel Yalnızlık ve Tevhit: Çile süreci, kişinin toplumsal hayattan bir süreliğine uzaklaşarak yalnız kalmasını, kendi iç dünyasına dönmesini sağlar. Bu yalnızlık, bir anlamda Allah ile olan ilişkiyi derinleştirme amacı taşır. Kişi, dış dünyanın gürültüsünden uzaklaşarak, ruhunu huzura kavuşturur.
Çile Örnekleri:
1. Mevlâna’nın Çilesi: Mevlâna Celaleddin Rumi, tasavvuf yolunda çok zor bir çile çekmiştir. Özellikle, Konya’da bir zamanlar sevdiklerinden uzak kalmak, dünya ile bağlarını kesmek için yaptıkları manevi bir yolculuk ve çile olarak kabul edilir. Bu süreçte, Mevlâna’nın ruhu derinleşmiş, içsel huzuru bulmuş ve ilahi aşkı keşfetmiştir.
2. Yunus Emre’nin Çilesi: Yunus Emre’nin de 40 yıl boyunca odun taşıma eylemi bir tür çiledir. Bu süre boyunca zahmetli bir işin içinde, halkla iç içe olup maddi ve manevi dünyadan uzaklaşmak, ona içsel bir arınma ve derinlik kazandırmıştır. Ayrıca, halk arasında yalnız kalma ve zaman zaman tecrit olma durumu da bir tür çiledir.
3. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Çilesi: Hacı Bektaş-ı Veli de, birçok mürşid gibi, müridlerine çile çekmenin önemini öğretmiştir. Hacı Bektaş, dergâhında yaşayan bir müridin, içsel olgunluğa erişebilmesi için bazı manevî çilelere girmesi gerektiğini savunmuştur. Bu, bazen yalnız kalmak, bazen de zorlu hizmetlerde bulunmak şeklinde kendini gösterebilir.
4. Süleyman Çelebi’nin Çilesi: Süleyman Çelebi, özellikle “Mevlid” adlı eserinde, Allah’a yakınlaşmak için ruhsal çilelerin gerekliliğinden bahseder. O da halkın içinde yer alarak, maneviyatını güçlendirmeye yönelik bazı içsel çilelere girmiştir.
Sonuç:
Çile, bir tasavvuf pratiği olarak, bireyin Allah’a daha yakın olabilmesi, nefsini terbiye edebilmesi ve ruhsal olgunlaşma yolunda ilerleyebilmesi için önemli bir araçtır. Çile, sadece bir zorluk değil, aynı zamanda derin bir içsel huzur ve manevi ödül vaat eden bir süreçtir.
@@@@@@@
Geçmişten günümüze başta peygamberler ve büyük zatlar bazen mağaralarda ve bazen dağların yüksek tepelerinde bir nevi inziva hayatı yaşamış ve mücerret bir hayat yaşamış, her şeyden kendilerini tecrit etmişlerdir. Bunların hikmet ve maslahat cihetleri nelerdir?
Peygamberler ve büyük zatların inziva hayatı yaşamaları, yani mağaralarda, dağların yüksek tepelerinde ya da yalnızlık içinde kalmaları, tasavvufi ve dini bir anlam taşır. Bu tür inzivaya çekilme eylemleri, onların manevi olgunlaşma süreçlerinin bir parçası olarak görülebilir ve bu davranışların çeşitli hikmetleri ve maslahatları vardır.
1. Allah’a Yakınlaşma ve İbadet İçin Dönüşüm
İnziva, insanın dış dünyadan ve dünyevi meşguliyetlerden uzaklaşarak, sadece Allah’a yönelmesi için bir fırsat sunar. Peygamberler ve büyük zatlar, bu yalnızlık dönemlerinde Allah’a daha yakın olabilmek, O’nun kudretini daha derin bir şekilde kavrayabilmek ve sürekli zikre dalmak amacıyla inzivaya çekilmişlerdir. İnsanın dış etkenlerden, toplumun gürültüsünden uzak kalması, kalbinin ve ruhunun arınmasına imkan verir. Bu, ruhsal olgunlaşma ve içsel huzura kavuşma için bir araçtır.
Örneğin, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hira Mağarası’nda geçirdiği zaman, onun Allah ile daha derin bir ilişki kurmasına, kendisini dünya işlerinden soyutlamasına ve sadece vahye odaklanmasına olanak sağlamıştır. Hz. Muhammed’in inzivaya çekilmesi, aynı zamanda insanlara, içsel bir arınmanın ve sabrın önemini göstermektedir.
2. Nefsin Terbiyesi ve Dünyevi Arzulardan Arınma
İnziva, insanın nefsini terbiye etmek için önemli bir fırsattır. Dış dünyadaki her türlü dünyevi arzu ve zevki terk ederek, insan nefsini arındırabilir. Büyük zatlar, dünyevi arzulardan ve rahatlaktan uzaklaşarak, sadece Allah’ın rızasını kazanmayı hedeflemişlerdir. İnziva, bir bakıma, egonun (nefsin) baskılanması ve insanın yalnızca ruhsal boyutta var olması için bir yöntemdir.
Örneğin, İbn Arabi gibi büyük mutasavvıflar, zahiri dünya ile olan bağlarını koparmış ve içsel huzura odaklanmışlardır. Bu tür inziva, kişinin Allah’a yönelmesinin bir yolu olarak görülür.
3. Zihinsel ve Ruhsal Temizlik
İnziva, insanın ruhsal ve zihinsel olarak temizlenmesini sağlar. Dış dünyadaki kaos, dikkat dağıtıcı unsurlar ve dünyevi işler, insanın kalbinin ve aklının kirlenmesine sebep olabilir. Peygamberler ve büyük zatlar, bu tür dışsal etmenlerden uzak durarak, zihinsel bir arınma süreci yaşar ve Allah’a odaklanabilirler. İnziva, insanın nefsini kontrol altına alıp, kalbini saf tutması için bir fırsattır.
Örneğin, Hz. Musa’nın Sina Dağı’nda geçirdiği zaman, onun manevi bir olgunlaşma sürecinin parçasıdır. Burada, sadece Allah’a yönelmiş ve her türlü dünyevi kaygıdan arınmıştır. Bu tür yalnızlıklar, bir tür ruhsal temizlik süreci olarak değerlendirilebilir.
4. Toplumdan Geçici Bir Uzaklaşma ve Yeni Bir Perspektif Kazanma
İnziva, bazen bir insanın toplumsal düzenden ve bireysel ilişkilerden geçici bir süreliğine uzaklaşarak, yeni bir bakış açısı kazanmasını sağlar. Peygamberler ve büyük zatlar, toplumların içinde yaşasalar da, zaman zaman bu tür inzivalara çekilerek, hem toplumlarına daha faydalı olabilmek için derinleşmiş bir anlayışa sahip olurlar, hem de toplumsal sorunlara çözüm önerileri getirebilirler.
Hz. İsa ve Hz. Musa gibi peygamberlerin inzivaya çekilmeleri, onların yalnızlık ve içsel bir huzurla halklarına daha iyi hizmet edebilmeleri için gerekli bir süreçtir. Bu inzivada Allah’a yakınlaşarak, insanlara nasıl daha doğru bir şekilde rehberlik edebileceklerini öğrenmişlerdir.
5. Vahiy ve İlahi İlhamı Kabul Etme
Birçok peygamber ve veli, inzivaya çekildiklerinde vahiy veya ilahi ilham almışlardır. İnziva, manevi olarak duyarlı olmayı ve İlahi ilhamı almayı kolaylaştırır. Peygamberler ve büyük zatlar, yalnızlık içinde kalırken, Allah’tan gelen vahiy veya ilhamları almış ve bu bilgileri toplumlarına iletmişlerdir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hira Mağarası’nda vahiy almaya başlaması, Allah’ın özel ilhamının ve yönlendirmesinin bir örneğidir. Bu inziva, peygamberin halkına rehberlik etmek için gerekli bilgileri ve hikmetleri edinmesini sağlamıştır.
6. Zihinsel ve Ruhsal Derinleşme İçin Yalnızlık
İnziva, insanın yalnız kalması ve dış dünya ile olan ilişkilerden sıyrılması sayesinde, Allah’a dair derin düşüncelere dalabilmesini sağlar. Bu, kişinin ruhsal derinliğe inmesi, kalbinin sesini duyması ve Allah’ın varlığını daha yakından hissedebilmesi için gereklidir.
Büyük tasavvuf büyükleri, inziva sırasında dünya ile ilişkiyi keserek daha derin bir içsel yolculuğa çıkarlar. Bu, yalnızca kişisel bir gelişim değil, aynı zamanda bir ilahi aşk yolculuğudur. Örneğin, Mevlana ve Şems-i Tebrizî arasında yaşanan manevi ilişki, inziva sürecinin ilahi aşk ve derin düşüncelerle şekillendiğini gösterir.
Sonuç:
Peygamberlerin ve büyük zatların inzivaya çekilmelerinin hikmeti, onların içsel olarak Allah’a daha yakınlaşmalarını sağlamak, nefsini terbiye etmek, ilahi ilham almak ve halklarına doğru bir şekilde rehberlik edebilmeleri için manevi olgunlaşmalarını temin etmektir. Bu inzivalar, sadece bir yalnızlık süreci değil, aynı zamanda bir tür manevi derinleşme, ruhsal arınma ve içsel huzur bulma yolculuğudur. Inziva, bir insanın Allah ile olan ilişkisini güçlendirirken, aynı zamanda onun topluma ve insanlığa daha büyük bir hizmet sunmasına da olanak tanır.
@@@@@@@
Merhum Ali Ulvi Kurucu Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatında o zatın inziva hayatı ve sonrasını nasıl anlatıyor. Kendisinden dinleyelim;
“karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kabusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir aslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnîdir ki, o günden beri, her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş; düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor.
Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşitleri, böyle, bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir ma-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez, bam başka tesirler icra ediyor.
Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlak ve fazîlet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda, Bediüzzaman îman ve ihlas vadisinde başarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:
“Bana, `Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. ” https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/asa-yi-musa/medine-i-munevverede-bulunan-muhim-bir-alimin-bediuzzaman-said/250
@@@@@@
Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Ahmet Hüsrev bu hal ve haleti şöyle tasvir eyliyor;
“Evet, aziz Üstadım, ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen birtakım havâtır-ı şeytaniyeden kurtulmak için pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalb, bu gibi hâletten kurtulmak için inzivâ ararken, Nakşî kahramanlarının “Terk-i ukba, Terk-i ukba, Terk-i hesti, Terk-i hest” diye olan esâsâtı dimağıma ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz Üstadımın beyanı arasında, “İnsan bir kalbden ibaret olsaydı, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki, insanda, kalbden başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcut olan letâif ve hâsseleri kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında ifâ-yı ubudiyeti” tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar eden böyle nurlu düsturlar talebelerinde esas olduğu için, sâlifü’l-arz havâtıra çare arıyordum.” https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/barla-lahikasi/yirmi-yedinci-mektubun-ucuncu-kismi-ve-ucuncu-zeylinin-nihayetidir/127
@@@@@@@
İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit onları medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mimsiz” diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-u esâsîlere muhâlif olarak hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları, zararlari fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayât-ı dünyevîye bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefâhet; ve sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gàyet fakir, hem gàyet tembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi;
kulu veşrabu vela tusrifu ,
leyse lil insâni illâ mâ seâ.
fermân-ı esâsîsi ile beşerin saadet-i hayâtiyesi iktisat ve sâ’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/hutbe-i-samiye/hutbe-i-samiye-nin-ikinci-zeylinin-ikinci-kismi/156
@@@@@@@
İkinci Sualiniz: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?
Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki:
Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: “Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır” ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulmetti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.
Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nevinden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.
Örnek almak ile taklit etmek arasındaki farkı örnekleriyle anlatılır mısın
Hendekler sonra ikindi namazını beni Kureyza yurdunda kılmalarını söyledi. İki kısma ayrıldılar bir kısmı yolda kıldı, diğeri namazın geçme tehlikesine karşı yolda kılmadı. Peygamberimize sorulduğunda ikisine de bir şey dememiş, onaylamıştır. Ancak burada taklit ile şuurlu bir uygulama olması lazım, Allah’ın emri namaz ve peygamberin sözü.
@@@@@@@ -Son zamanlarda kendisini dini araştırmalara veren Avustralyalı müzisyen Lily Jay, yapay zeka botu ChatGPT’den Kur’an-ı Kerim ayetlerine benzer bir ayet oluşturmasını istedi. ChatGPT, “Kur’an Allah’ın kelamıdır ve eşsiz, insanüstü bir dile sahiptir. Bu nedenle taklit edilmesi imkansızdır” cevabını vererek Jay’in isteğini yerine getiremedi. Aynı soru İncil için sorulunca, yapay zekâ ‘ChatGPT İncili’ adında yeni bir İncil oluşturarak kendi kelimeleriyle bir ayet yazdı.
-Örnek almak ile taklit etmek arasında derin bir fark vardır. Örnek almak, bir kişinin davranışlarını veya hayat tarzını temel alarak kendi yaşamına uygun bir şekilde uyarlamaktır. Bu, kişinin kendi karakterine ve özgünlüğüne zarar vermeden gerçekleşir. Taklit etmek ise bir kişiyi olduğu gibi kopyalamak, sorgulamadan ve kendine özgü bir katkı sağlamadan birebir benzemeye çalışmaktır.
Farkları ve Örnekler
1. Örnek Almak
Özellikleri:
Kişi, bir başkasının davranışlarını, ahlakını, çalışma yöntemlerini anlamaya çalışır ve bunları kendi koşullarına uygun hale getirir.
Yaratıcılık ve bireysellik korunur.
Bir gelişim ve öğrenme sürecidir.
Örnek:
Bir öğrenci, başarılı bir arkadaşının ders çalışma yöntemlerini gözlemleyip kendi programını oluşturur. O kişinin sabah erken kalkıp ders çalıştığını görür ve kendisi de erken kalkmaya başlar, ancak çalışma tarzını kendi ihtiyaçlarına göre düzenler.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hayatındaki güzel ahlakı örnek almak: Onun hoşgörüsünü, dürüstlüğünü kendi yaşamımızda uygulamak ama bunu yaparken bireyselliğimizi korumak.
2. Taklit Etmek
Özellikleri:
Kişi, bir başkasını sorgulamadan ve olduğu gibi kopyalamaya çalışır.
Kendine özgü düşünce ve davranış biçimi geliştirmez.
Genellikle yüzeysel ve geçici bir çabadır.
Örnek:
Aynı öğrencinin, başarılı arkadaşının yaptığı her şeyi sorgulamadan birebir yapmaya çalışması: Aynı saatlerde aynı kitaplara çalışması, ancak kendi öğrenme tarzını hiç dikkate almaması. Bu durum onun için etkisiz olabilir çünkü herkesin öğrenme tarzı farklıdır.
Birinin modadaki her yeni trendi sorgulamadan birebir uygulaması, bu kıyafetlerin ona uygun olup olmadığını düşünmeden aynı görünümü kopyalaması.
Başka Alanlardan Örnekler
1. Mesleki Hayat:
Örnek almak: Bir iş insanı, başarılı bir girişimcinin stratejilerini öğrenip kendi işine uygun bir şekilde uyarlayabilir. Örneğin, müşteri memnuniyetine önem veren bir girişimciyi gözlemleyip, kendi iş modelinde de müşteri odaklı bir yaklaşım benimseyebilir.
Taklit etmek: Aynı girişimcinin yaptığı her şeyi birebir kopyalamaya çalışmak (örneğin, aynı reklam sloganlarını kullanmak) genellikle başarısızlıkla sonuçlanır çünkü her işletmenin farklı koşulları vardır.
2. Sanat ve Üreticilik:
Örnek almak: Bir ressam, ünlü bir sanatçının tekniklerini inceleyip, bu teknikleri kendi tarzına uygun bir şekilde uygulayabilir.
Taklit etmek: Aynı ressam, o sanatçının eserlerini birebir kopyalamaya çalışırsa, bu sadece kopyacılık olur ve yaratıcılık barındırmaz.
3. Ahlak ve Davranışlar:
Örnek almak: Bir kişi, dürüst bir liderin prensiplerini hayatına uyarlayabilir (dürüstlük, adalet, hoşgörü gibi).
Taklit etmek: Aynı liderin konuşma tarzını, jest ve mimiklerini birebir kopyalamaya çalışırsa, bu yapmacık bir davranış olur.
Sonuç
Örnek almak, öğrenme ve gelişme sürecine katkı sağlar. Taklit etmek ise bireyselliği zayıflatır ve kişiyi yüzeyselliğe iter. Örnek alırken kişinin kendi koşullarını, yeteneklerini ve sınırlarını göz önünde bulundurması gerekir. Özgünlük, başarıya ve kişisel gelişime giden yolda en önemli unsurdur.
Peygamber Efendimiz Rabbimizi nasıl bildirmekte ve anlatmaktadır? – Maide.116. Allah, kıyamet günü şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilâh edinin, dedin?” İsa da şöyle diyecek: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Hakkım olmayan bir şeyi söylemem, benim için söz konusu olamaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım, elbette sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen gaybları hakkıyla bilensin.”
-Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ı (Celle Celaluhu) tanıtma ve anlatma konusunda en güzel örnek ve rehberdir. Onun Allah’ı anlatışı hem Kur’an-ı Kerim’e dayanmakta hem de kendi sünnetinde görülen derin hikmet ve samimiyetle şekillenmiştir. Peygamber Efendimiz, Allah’ın zatını, sıfatlarını ve insanlarla olan ilişkisini çeşitli şekillerde öğretmiştir. İşte bu konudaki bazı temel başlıklar:
1. Allah’ı Kur’an Ayetleriyle Tanıtması
Peygamber Efendimiz, Allah’ı anlatırken Kur’an-ı Kerim’i rehber edinmiş ve Allah’ın kendi zatını nasıl tanıttığını tebliğ etmiştir. Özellikle Allah’ın birliğini ve eşsizliğini şu ayetlerle öğretmiştir:
Allah’ın birliği:
“De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir).” (İhlas, 112:1-2)
Allah’ın benzersizliği:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura, 42:11)
Peygamberimiz, bu ayetleri açıklayarak Allah’ın yalnızca tapılmaya layık bir Rab olduğunu, hiçbir ortağı bulunmadığını ve O’nun her şeyi kuşatan bir ilme sahip olduğunu insanlara anlatmıştır.
2. Allah’ın Güzel İsimlerini (Esmaü’l-Hüsna) Öğretmesi
Peygamber Efendimiz, Allah’ın Esmaü’l-Hüsna’sını insanlara tanıtmış ve bu isimlerin O’nun sıfatlarını ve özelliklerini ifade ettiğini vurgulamıştır. Hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın 99 ismi vardır. Kim onları ezberler, anlar ve yaşarsa cennete girer.” (Buhari, Tevhid 12)
Bu isimler arasında Rahman, Rahim, Alim, Hâkim gibi isimler Allah’ın rahmetini, adaletini ve hikmetini anlamayı kolaylaştırmıştır. Peygamberimiz, Allah’ın isimleri üzerinde tefekkür etmeyi ve bu isimlerin anlamını idrak etmeyi tavsiye etmiştir.
3. Allah’ın Rahmet ve Merhametini Vurgulaması
Peygamber Efendimiz, Allah’ın rahmetinin ve merhametinin sınırsız olduğunu özellikle vurgulamıştır. İnsanları Allah’ın affediciliğine, bağışlayıcılığına ve şefkatine yönlendirmiştir:
“Allah, kullarına karşı annelerinden daha merhametlidir.” (Buhari, Edeb 18)
“Allah, rahmetini yüz parçaya ayırdı. Bunlardan birini dünya için indirdi. Bu bir parça ile insanlar, cinler, hayvanlar birbirine şefkat gösterir. Geri kalan 99’u ise ahiret için sakladı.” (Müslim, Tevbe 21)
4. Allah ile Kulluğun İlişkisini Anlatması
Peygamber Efendimiz, insanın Allah ile olan ilişkisinin sevgi, saygı ve kulluk üzerine kurulu olması gerektiğini öğretmiştir. Bu bağlamda:
Allah’a dua ve ibadetin önemi:
“Dua ibadetin özüdür.” (Tirmizi, Deavat 1) Peygamberimiz, Allah’a yönelmenin ve O’ndan istemenin insanın kulluk görevi olduğunu öğretmiştir.
Allah’a teslimiyetin gerekliliği: Peygamber Efendimiz, Allah’ın her şeyin sahibi ve yöneticisi olduğunu, bu nedenle O’na teslim olmanın huzura ve kurtuluşa vesile olduğunu öğretmiştir.
5. Allah’ın Adaletini ve Kudretini Vurgulaması
Peygamberimiz, Allah’ın mutlak adalet sahibi olduğunu ve her şeyin O’nun ilmi ve takdiri altında gerçekleştiğini ifade etmiştir:
“Allah zulmetmez, kullarına da zulmetmeyi yasaklamıştır.” (Müslim, Birr 55)
“Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. O, her şeye gücü yetendir.” (Hadid, 57:2)
Allah’ın her şeyi gören, bilen ve hükmeden bir Rab olduğunu sık sık dile getirerek, insanların adaletli olmaya ve sorumluluklarının farkında olmaya yönelmesini istemiştir.
6. Allah ile İnsanın Yakınlığına Dikkat Çekmesi
Peygamber Efendimiz, Allah’ın insanlara çok yakın olduğunu ve kullarının ihtiyaçlarını, dualarını işittiğini öğretmiştir:
“Allah, bir kulunun kendisine bir karış yaklaştığını görürse ona bir arşın yaklaşır. Kul ona bir arşın yaklaşırsa Allah ona daha fazla yaklaşır.” (Buhari, Tevhid 15)
“Allah size şah damarınızdan daha yakındır.” (Kaf, 50:16)
Bu ifadelerle Allah’ın uzak bir varlık olmadığını, kullarına her an yakın olduğunu ve dualarını kabul ettiğini vurgulamıştır.
7. Tefekkür ve Allah’ın Ayetleriyle Anlatması
Peygamberimiz, Allah’ın varlığını ve büyüklüğünü anlamak için insanları kainat üzerinde düşünmeye davet etmiştir.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Ali İmran, 3:190)
Peygamberimiz bu ayeti sık sık okuyarak insanları Allah’ın yarattığı mucizeler üzerinde tefekkür etmeye çağırmıştır.
8. Allah Korkusu ve Ümit Dengesi
Peygamber Efendimiz, Allah’a karşı sevgi, korku ve ümit arasında bir denge kurmayı öğütlemiştir. İnsanları hem Allah’tan korkmaya hem de O’nun rahmetinden ümit kesmemeye yönlendirmiştir:
“Akıllı kişi, nefsini kontrol altına alan ve ölümden sonrası için çalışan kişidir.” (Tirmizi, Kıyamet 25)
“Allah, kulunun tövbesine, çorak bir çölde kaybettiği devesini bulan birinden daha çok sevinir.” (Buhari, Tevbe 1)
9. Allah’ın Affediciliğini ve Tövbe Kapısını Hatırlatması
Peygamber Efendimiz, Allah’ın sonsuz bağışlayıcılığını sürekli vurgulamış ve insanları tövbe etmeye teşvik etmiştir:
“Kul günah işlediği zaman, Rabbine dönüp tövbe ederse Allah, o günahı hiç işlememiş gibi affeder.” (Müslim, Tevbe 29)
Sonuç
Peygamber Efendimiz, Allah’ı hem Kur’an ayetleriyle hem de kendi söz ve davranışlarıyla insanlara tanıtmış ve öğretmiştir. Allah’ın birliği, kudreti, rahmeti, adaleti ve kullarıyla olan yakınlığını vurgulamış; insanları hem sevgiyle O’na yönelmeye hem de saygıyla kulluk etmeye davet etmiştir. Peygamberimizin Allah’ı anlatışı, insanları O’na yakınlaştırmayı ve O’nun huzurunda bilinçli bir kul olmayı hedeflemiştir.
BAK: https://www.youtube.com/watch?v=wzrJYZAR5Ms Asr Suresi.2-” İnsan mutlaka ziyandadır.” Ayeti ve hac.66. “İnsan gerçekten çok nankördür.” Adiyat.6.”Kuşkusuz o insan Rabb’ine karşı çok nankördür.” Alak.(6-7) Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.” Ayetlerinin ifade ettiği ve tefsirlerdeki izahı ve ayetlerin iniş sebebi nedir?
Bahsettiğiniz ayetler, insanoğlunun genel özelliklerini, zaaflarını ve Allah’a karşı duruşunu ifade eden temel uyarılardır. Her biri, insanın yaratılışı gereği taşıdığı zayıflıkları ve bu zaafların nelere yol açabileceğini bildirerek, bir uyarı ve ibret vesilesi sunar. Aşağıda, her bir ayetin tefsiri ve iniş sebepleriyle ilgili özet bilgiler verilmiştir:
1. Asr Suresi, 2: “İnsan mutlaka ziyandadır.”
Tefsir:
Bu ayetteki “ziyandadır” ifadesi, insanın ömrünü Allah’ın rızasına uygun şekilde değerlendirmediği takdirde zararda olacağını ifade eder. İnsan; zamanı, aklı ve imkânlarını boşa harcayarak ahirette pişmanlık yaşayabilir. Ancak, surenin devamında (Asr, 3), bu zarardan kurtulmanın yolu açıklanır: İman, salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye etmek.
İmam Kurtubî, bu ayetin tüm insanlığı kapsadığını, ancak Allah’a ve O’nun emirlerine uyanların bundan istisna tutulduğunu belirtir.
Nüzul Sebebi:
Bu ayet, insanın hayatını Allah’ın belirlediği ölçülere göre yönlendirmediğinde kesin bir kayıpta olacağını vurgulamak için indirilmiştir. Belirli bir nüzul sebebi olmamakla birlikte, genel bir öğüt ve uyarı niteliğindedir.
2. Hac Suresi, 66: “İnsan gerçekten çok nankördür.”
Tefsir:
Bu ayet, Allah’ın insanlara sayısız nimetler verdiğini, ancak çoğunun bu nimetlere karşı şükürsüzlük ettiğini ifade eder. İnsan, dünyadaki nimetleri Allah’tan değil de başka yerlerden geldiğini zannederek nankörlük yapar.
Müfessirler, burada Allah’ın özellikle yaratılış, hayat verme ve ölüm gibi büyük nimetlerini kastettiğini vurgular. İnsan bunları düşünmek yerine geçici dünyevi işlere dalar.
Nüzul Sebebi:
İnsanların Allah’ın nimetlerini görmezden gelip şirk koşmalarına ve nankörlük etmelerine yönelik bir uyarıdır. Belirli bir olayla sınırlı değildir; insanlık geneline hitap eder.
3. Adiyat Suresi, 6: “Kuşkusuz o insan Rabb’ine karşı çok nankördür.”
Tefsir:
“Nankörlük” (küfran), insanın Allah’ın nimetlerini inkâr etmesi, O’na karşı isyan etmesi veya unutarak gaflet içinde yaşaması anlamına gelir.
İbn Kesir, bu ayetteki “insan” kelimesinin genel olarak bütün insanlığı temsil ettiğini, ancak özellikle dünya sevgisine dalıp ahireti unutanları kastettiğini belirtir. İnsan, kendisine verilen nimetlere rağmen Allah’a yönelmekte eksik davranır.
Nüzul Sebebi:
İnsanların mallarına ve dünyevi değerlerine aşırı derecede düşkün olup, Allah’a karşı olan görevlerini unutmalarına dikkat çekmek için indirilmiştir. Surenin genel bağlamı, dünya ve ahiret arasında bir denge kurma gerekliliğine işaret eder.
4. Alak Suresi (6-7): “Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.”
Tefsir:
Bu ayetler, insanın kibirlenme ve kendini yeterli görme eğilimine dikkat çeker. Allah’tan bağımsız olduğunu zanneden insan, sınırları aşarak isyana yönelebilir.
Fahreddin Râzi, bu ayetleri insanın mal ve mevki sahibi olduğunda Allah’a daha az yönelme eğilimine vurgu olarak açıklar. İnsan, aslında Allah’a muhtaç olduğunu unutarak gaflete düşer.
Nüzul Sebebi:
Alak Suresi’nin bu ayetlerinin, Mekke müşriklerinden Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Ebû Cehil, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ibadet ettiği için baskı uygulamış ve azgınlıkta sınır tanımamıştır. Ancak ayet, genel anlamda insanın kibirlenme özelliğini ele alır.
Genel Değerlendirme
Bu ayetlerin ortak noktası, insanın zaaflarına dikkat çekerek onu uyarıp eğitmektir. İnsanın nefsine ve arzularına yenik düşmemesi, nankörlükten uzak durarak Allah’a şükretmesi ve sınırları aşmaması gerektiği vurgulanır. Allah, insana hem zaaflarını hem de bu zaaflardan kurtulma yollarını gösterir. Özellikle iman, şükür ve kulluk bilinci bu ayetlerin temel mesajıdır.
Şerlerin ve musibetlerin yaratılıştaki hikmetleri.
-Her bir insan inanç düşünce yaşayışıyla kendi kişiliğini ve kimliğini, hüviyetini oluştururken, bir yandan da o kişiliğinin yaşayacağı mekânı ister cennet, ister cehennem, ister cennette farklı mekan, ister cehennemde farklı mekanını bizzat tesis etmektedir. Kişilik ve duygularının istidat ve kabiliyetlerinin latifelerinin açılımın nispetinde karşılığını bulacak, görecek artık o tamamen kendisidir. -Şerlerin ve musibetlerin yaratılıştaki hikmetleri. Şerlerin ve musibetlerin yaratılıştaki hikmetleri, hayatın derin anlamını kavramada önemli bir yere sahiptir. İlk bakışta olumsuz gibi görünen bu olaylar, aslında daha büyük bir planın parçalarıdır ve insanın hem dünyada hem de ahirette olgunlaşmasına hizmet eder. Bu hikmetleri birkaç başlık altında açıklayabiliriz:
1. İmtihan Dünyası
Dünya, insanın sınandığı bir meydandır. Şer ve musibetler, insanın iradesini, sabrını ve şükrünü ölçmek için birer imtihan vesilesidir.
İnsan, bu olaylarla karşılaştığında gösterdiği tavır ile ruhsal derecesini yükseltme fırsatı bulur. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir: “Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınarız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155).
2. Hikmeti Anlama ve Farkındalık
Şer olarak görülen olaylar, insanın acziyetini ve sınırlılığını fark etmesine vesile olur. Bu farkındalık, insanı Yaradan’a yönlendirir ve Allah’ın kudretini daha derinden idrak etmesini sağlar.
Kötülük gibi görünen olaylar, iyilik ve güzelliklerin kıymetini anlamak için bir karşıtlık oluşturur. Tıpkı karanlık olmadan ışığın fark edilmemesi gibi.
3. İnsanın Manevi Tekâmülü
Şer ve musibetler, insanı ruhen olgunlaştırır ve ahlaken yüceltir. Zorluklarla karşılaşan insan, sabretmeyi, dayanıklılığı ve teslimiyeti öğrenir.
Musibetler, insanın kibir ve bencillik gibi nefsani zaaflarından arınmasına vesile olur. Bu da insanı daha olgun, anlayışlı ve merhametli bir hale getirir.
4. Hayır ve Şer Dengesi
Evrende hayır ve şer, dengeyi sağlayan unsurlardır. Şer gibi görünen olaylar, daha büyük bir iyiliğe hizmet edebilir. Kur’an’da bu hakikat şöyle dile getirilir: “Sizin hoşlanmadığınız bir şey, sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de, sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216).
Bazen bir musibet, daha büyük bir belayı önler ya da insana önemli bir ders verir.
5. Şefkat ve Merhametin Gelişimi
Şer gibi görünen olaylar, insanın empati duygusunu artırır ve diğer canlılara karşı daha duyarlı olmasını sağlar. Acı çeken insan, başkalarının acılarını anlama ve onlara yardım etme yeteneği kazanır.
6. Dünya Hayatının Geçiciliğini Hatırlatması
Musibetler, dünyanın geçici ve faniliğini insana hatırlatarak, onu ebedi hayata yönlendirir. Bu olaylar, insanın dünyevi bağlarını gevşetip ahiret saadetine yönelmesine vesile olur.
Örneğin, bir hastalık veya kayıp, insanın bu dünyaya bağımlılığını azaltır ve ebedi hayatın önemini kavramasını sağlar.
7. İlahî Adalet ve Hikmetin Tecellisi
Şer gibi görünen olaylar, bazen Allah’ın adaletinin tecelli etmesi için bir araçtır. İnsanların yanlışlarından ve zulümlerinden doğan sonuçlar, bir uyarı ve ders niteliği taşır.
İlahi hikmet, bazen görünürdeki şerlerden hayır çıkararak, insanı şaşırtır ve derin düşünmeye sevk eder.
8. Birlik ve Dayanışmayı Güçlendirme
Toplumsal musibetler, insanları bir araya getirir, yardımlaşmayı ve dayanışmayı artırır. Büyük zorluklar, insan topluluklarının ortak hedefler için bir araya gelmesini sağlar.
9. Mutlak Hayır ve Hikmet Perspektifi
Allah’ın yarattığı hiçbir şey, mutlak anlamda kötü değildir. İnsan, sınırlı bilgi ve bakış açısıyla bir olayı şer olarak değerlendirebilir. Ancak ilahi planda o olay, daha büyük bir hayır ve hikmete hizmet eder.
İmam Gazali, “Şer, Allah’ın yaratmasında değil, insanın bakışında vardır” diyerek bu gerçeği ifade eder.
Sonuç
Şer ve musibetler, insanın hem bireysel hem de toplumsal gelişimine hizmet eden önemli unsurlardır. Bu olayları birer imtihan, uyarı ve terbiye vesilesi olarak görmek, insanın bu zorluklarla başa çıkmasını kolaylaştırır. İlahi hikmete güvenmek ve her olayda hayır aramak, insanın ruhen olgunlaşmasını ve ebedi hayatını kazanca dönüştürmesini sağlar.
@@@@@@@
Bediüzzaman’ın 12. Mektupları soru cevap beyanında, “İkinci Sualiniz: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş; hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabîhin halkı kabîhtir. Elcevap: Hâşâ, halk-ı şer şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünkü, halk ve icad bütün netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez, “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var; bütünü de hayırdır. Fakat bazılar, sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti. Elhasıl: Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesiri intaç eden bir şer terk edilse, o vakit şerr-i kesir irtikâp edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevk etmekte, elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir var ki, İslâm, küffârın istilâsından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir gittikten sonra, şerr-i kesir gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur. İşte, kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları şer ve çirkin değildir; çünkü çok netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Meselâ, melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sâbittir, tebeddül etmez. Kezâ, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. âlem-i insaniyette ise, merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat, nihayetsizdir; Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.
İşte, kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek, şeyâtin ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki, sû-i istimâlâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler kesb-i insana aittir; icad-ı İlâhîye ait değildir. Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü li’l-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir; hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir. Elcevap: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu”? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz. Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, “Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu”? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı. İşte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san’atkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp, gayet san’atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin. Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, gayet san’atkârâne bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmâsının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptelâ eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmâsını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, “Beni niçin bu mesâibe müptelâ ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak. Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.” https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/on-ikinci-mektub/47 ************* KADERDEN ATILAN TAŞLAR
Kader adildir,kader ilimdir,Allah zulmetmez,insan zulmeder.Kadere iman eden kederden emin olur.Kaderden atılan taşa itiraz parmağını uzatma. Meczubun biri köylü çocuklarının kendisini sürekli bir şekilde taşlamasından dolayı muzdarip olmaktadır.Çocuklar bir yandan kendisiyle deli diyerek dalga geçerken,diğer yandan da korkutmak amacıyla kendisine taş atmaktadırlar. Bu durumdan muzdarip olan deli köyü terk etmeye karar verir.Ve bir gün köyden ayrılır. Yolda yürürken iki kişinin kavga ettiğini görerek aralarına girip ayırmaya çalışır.Ancak baş edemez. Kavga neticesinde birisi tutar öbürünü öldürerek oradan kaçar.Meczub ise ölen kişinin başucuna eğilerek bir şeyler yapmaya çalışır ancak elinden bir şey gelmez. Uzaktan bir şeylerin olduğunu fark eden köylüler koşarak gelir bakarlar ki meczubun eli kanlı ve ölen kişinin başında duruyor.Katil zannıyla bunu yakalarlar.Öldüren ise çoktan görünmezlere karışmıştır. Yapılacak hiçbir iş olmadığı,durumun aleyhine dönmüş olmasından dolayı meczub idama mahkum edilir.İdama götürülürken ağlamaya başlar.Sebebini sorduklarında ise;kendisinin korkudan dolayı ağlamadığını ancak Allah’ın kader tarafından atmış olduğu küçük taşlardan kaçmış,kendi kayalarımın kafamı kırmasına göz yumduğuma ağlıyorum,demiştir. Kaderi tenkid eden başını örse vurur,kırar.Kaderi tenkid etme. ********* Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmâli şudur ki: Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. “Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki, sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-besinci-lem-a/217
Kabz ve bast halleri. Nedeni ve hikmeti. Kabz ve Bast Nedir?
Kabz ve bast, tasavvuf terminolojisinde insanın ruhsal durumunu ifade eden iki temel haldir:
Kabz (Daralma): Ruhun sıkıntı, darlık ve üzüntü hali. Kişinin kendisini Allah’tan uzak hissettiği veya ilahi bir huzurdan yoksun olduğu duygusal bir durumdur.
Bast (Açılma): Ruhun genişleme, ferahlık ve huzur hali. Kişinin Allah’a yakın olduğunu hissettiği ve manevi bir coşku yaşadığı durumdur.
Bu haller, Allah tarafından kulun kalbine yerleştirilen özel hallerdir ve genellikle birbiri ardına gelir. Her ikisi de geçici olup, kulun manevi terbiyesi ve olgunlaşması için birer imtihan ve eğitim vesilesidir. —
Kabz ve Bast Hallerinin Nedeni
Kabz ve bast hallerinin nedeni, kulun Allah’a olan yakınlık derecesini artırmak, manevi terbiyesini sağlamak ve onun irade gücünü güçlendirmektir. Bu haller, kulun ruhsal ve manevi gelişimini tamamlaması için ilahi hikmetle düzenlenmiştir:
1. Kabz Halinin Nedeni:
Kendini Tanıma: Kabz hali, insanın zayıflıklarını ve acziyetini fark etmesini sağlar. Bu durumda kişi, Allah’a olan muhtaçlığını daha derinden idrak eder.
İmtihan: Kabz, kulun sabrını ve teslimiyetini ölçen bir imtihandır. Bu süreçte kişi, Allah’a olan tevekkülünü güçlendirme fırsatı bulur.
Arınma: Ruhsal darlık, kişinin günahlarından tövbe etmesi ve içsel bir temizlenme yaşaması için bir vesiledir.
Dua ve Yaklaşma: Kabz halindeki kişi, iç sıkıntısından kurtulmak için dua eder ve Allah’a daha fazla yönelir. Bu, kul ile Allah arasındaki bağın güçlenmesine neden olur.
2. Bast Halinin Nedeni:
Manevi Coşku: Bast hali, kulun Allah’a olan yakınlığını hissettiği, sevgi ve huzur dolu bir durumdur. Bu hal, insanı daha fazla ibadete ve şükre yönlendirir.
Teşvik: Bast hali, kulun ruhsal yükselişini destekler ve manevi hayatında ilerlemesini teşvik eder.
İlahi Rahmetin Hissi: Bast, Allah’ın rahmetini ve sevgisini doğrudan hissetmenin bir neticesidir. Bu hal, kulda Allah’a olan sevgiyi artırır.
İmtihan: Bast hali de bir imtihandır. Kişinin bu genişlik içinde ne kadar şükür sahibi olduğu ve Allah’a bağlı kaldığı ölçülür. —
Kabz ve Bast Hallerinin Hikmeti
Kabz ve bast, kulun manevi olgunluğunu sağlamak için Allah’ın bir lütfu ve terbiyesidir. Bu haller, insanın ruhsal tekâmülünde şu şekilde hikmet taşır:
1. Ruhun Dengesi:
İnsanın ruhu sürekli genişleme (bast) içinde olursa, gaflete düşebilir ve Allah’a olan muhtaçlığını unutabilir. Aynı şekilde sürekli daralma (kabz) halinde olursa ümitsizliğe kapılabilir. Bu haller, insanın ruhunu dengede tutar ve onu ne aşırı sevince ne de aşırı kedere kaptırır.
2. Sabır ve Şükür Eğitimi:
Kabz Halinde Sabır: Daralma halinde kul, sabır göstermeyi öğrenir ve Allah’a tevekkül eder. Bu hal, kişinin ruhsal dayanıklılığını artırır.
Bast Halinde Şükür: Genişleme halinde ise kul, Allah’a şükretmeyi ve nimetlerin değerini bilmeyi öğrenir.
3. İlahi Yakınlığın Öğretilmesi:
Kabz ve bast, kulun Allah’a olan yakınlığını hissetmesi için bir vesiledir. Kabz hali, kulun acziyetini ve Allah’a olan ihtiyacını öğretirken; bast hali, Allah’ın sevgisini ve rahmetini hissettirir. Bu süreç, kulun kalbini sürekli Allah’a yönlendiren bir eğitimdir.
4. Manevi Yolculukta İlerleme:
Bu haller, tasavvufta seyrü sülûk yolculuğu yapan bir kişinin ruhsal makamlar arasında ilerlemesine vesile olur. Kabz, bir duraklama ve içsel arınma süreci iken; bast, ilerleme ve yükselme dönemidir.
5. Allah’ın Mutlak Kudretinin Fark Edilmesi:
Kabz ve bast hallerinde kul, her iki durumun da Allah’ın takdiri ile olduğunu fark eder. Bu durum, kulluk bilincini artırır ve kişiyi Allah’a teslim olmaya yönlendirir. —
Kabz ve Bast Hallerinde Kulun Tavrı Kabz ve bast hallerinde kulun sergilemesi gereken tutumlar şunlardır: Kabz Halinde: Sabırlı olmak ve ümitsizliğe kapılmamak. Dua ve istiğfarla Allah’a yönelmek. Sıkıntının geçici olduğunu bilmek.
Bast Halinde: Şükretmek ve kibirden kaçınmak. Allah’a olan bağlılığı artırmak ve gaflete düşmemek. Bu halin de bir imtihan olduğunu unutmamak. —
Sonuç
Kabz ve bast, insanın manevi hayatında sürekli karşılaştığı iki haldir. Kabz hali, kişinin sabrını ve tevekkülünü; bast hali ise şükrünü ve tevazusunu öğretir. Her iki hal de kulun Allah’a olan yakınlığını artırmak ve onu manevi olgunluğa ulaştırmak için birer araçtır. İnsan bu hallerde dengeli davranmalı, hem daralmayı hem de genişlemeyi Allah’tan bir hikmet ve rahmet olarak görmelidir. Bu şekilde, kabz ve bast, kulun Allah’a giden yolda ilerlemesine vesile olur.
@@@@@@@@
Kabz ve bast hallerine sebep olan faktörler.
Kabz (daralma) ve bast (genişleme) hallerine sebep olan faktörler, kişinin manevi yolculuğundaki durumu, Allah ile olan ilişkisi, nefsi ve çevresel etkilerle bağlantılıdır. Bu hallerin kaynağı ilahi bir tasarruf olmakla birlikte, kulun ruhsal, zihinsel ve davranışsal durumları da bu hallerin ortaya çıkmasında etkili olabilir. —
Kabz Haline Sebep Olan Faktörler
1. İlahi Tasarruf (İmtihan ve Eğitim):
İmtihan: Kabz hali, Allah tarafından kulun sabrını, teslimiyetini ve tevekkülünü sınamak için bir imtihan olarak verilebilir. Kul, bu süreçte Allah’a olan bağlılığını daha da güçlendirme fırsatı bulur.
Manevi Eğitim: Allah, kulunu daralma ile terbiye ederek, onun nefsini kırar ve manevi bir olgunluğa hazırlık yapar.
2. Günahlar ve Nefsin Durumu:
Günahların Etkisi: Günah işlemek, insanın ruhunda karanlık bir etki bırakabilir ve kabz haline sebep olabilir. Kişi, Allah’tan uzaklaştığını hisseder. Nefsi Arzular: Nefsin isteklerine aşırı düşkünlük, ruhu daraltır ve kabz halini tetikleyebilir. Nefsin doyumsuzluğu, insanı manevi darlığa sürükler.
3. Manevi Duraklama ve Kendi Kusurlarını Görme:
Duraklama: Manevi yolculukta ilerleyen bir kişi, bazen bir duraklama ve sükunet dönemine girebilir. Bu kabz hali, kişinin eksikliklerini fark etmesi ve kendini yenilemesi için bir fırsattır.
Kendi Kusurlarıyla Yüzleşme: İnsan, kendi eksik ve hatalarını fark ettiğinde ruhsal bir daralma yaşayabilir. Bu farkındalık, kabz halini doğurabilir.
4. Dua ve Zikirde Eksiklik:
İbadetlerde İhmal: Dua, zikir ve ibadetlerdeki eksiklik, Allah ile olan bağın zayıflamasına neden olabilir. Bu durum, ruhsal bir darlık olarak ortaya çıkabilir.
Ruhun Gıdasız Kalması: Manevi beslenmeden mahrum kalan bir ruh, daralma hissi yaşar.
5. Çevresel Faktörler ve Dünya Telaşı:
Dünyevi Endişeler: Dünya işlerine aşırı dalmak ve ahireti unutmak, kabz halini tetikleyebilir. Bu durumda insan, ruhsal bir boşluğa düşer.
Olumsuz Çevre: Kötü arkadaşlıklar ve manevi anlamda insanı etkileyen olumsuz çevre, ruhun daralmasına sebep olabilir.
6. Ruhsal ve Fiziksel Yorgunluk:
Ruhsal Yorgunluk: Uzun süren çabalar, ibadetlerde sürekli yoğunluk veya aşırı yorgunluk, kabz halini getirebilir.
Fiziksel Durum: Bedenin yorgunluğu, insanın manevi halini etkiler ve kabz hissi oluşturabilir. —
Bast Haline Sebep Olan Faktörler
1. İlahi Lütuf ve Rahmet:
Allah’ın Lütfu: Bast hali, Allah’ın bir rahmeti olarak kulun kalbine huzur, genişlik ve ferahlık verir. Bu, kulun şükür ve kulluk bilincini artırması için bir lütuftur.
İlahi Yakınlık: Allah’ın rahmetini ve sevgisini hissetmek, bast halini doğurur. Bu hal, kulun manevi coşkusunu artırır.
2. Zikir, Dua ve İbadetler:
Zikir ve Tefekkür: Allah’ı anmak ve üzerinde düşünmek, ruhun genişlemesine neden olur. Zikir ve tefekkür, ruhu manevi bir huzur ve ferahlığa ulaştırır.
Samimi İbadet: İhlasla yapılan ibadetler, kalbi genişletir ve bast halini tetikler. Özellikle namaz, Kur’an okumak ve teheccüd namazı bu duruma vesile olabilir.
3. Manevi İlerleme ve İlahi Huzur:
Manevi Yükseliş: Tasavvuf yolculuğunda ilerleyen bir kişi, manevi makamda yükseldikçe bast hali yaşar. Bu, Allah’a yaklaşmanın bir neticesidir.
Allah’ın Huzurunda Olmak: Kişi, Allah’a yakın olduğunu hissettiğinde ruhsal bir genişlik yaşar.
4. Tevbe ve Arınma:
Günahlardan Arınma: Samimi bir tövbe, insanın ruhunu ferahlatır ve genişlik hissi verir. Allah’ın affını ve rahmetini hissetmek, bast haline sebep olur.
İçsel Temizlik: Nefsin ve kalbin arınması, ruhu genişletir ve huzura vesile olur.
5. Şükür ve Rıza:
Şükür Hali: Allah’a şükretmek, kulun ruhunu genişletir. Şükreden bir insan, Allah’ın nimetlerini daha fazla hisseder ve bast hali yaşar.
Kadere Rıza: Allah’ın takdirine razı olan bir kişi, ruhsal bir huzur ve ferahlık içinde olur.
6. Manevi Sohbet ve Olumlu Çevre:
Sohbet ve Dostluk: Salih insanlarla birlikte olmak ve onların hikmetli sözlerini dinlemek, bast halini tetikleyen en önemli faktörlerden biridir.
Olumlu Çevre: Manevi anlamda insanı destekleyen bir çevre, ruhsal genişliğe vesile olur.
7. Kainat Üzerinde Tefekkür:
Yaratılış Üzerine Düşünmek: Kainattaki ilahi düzeni ve güzellikleri tefekkür etmek, insanın kalbine huzur ve genişlik verir. Allah’ın kudretini ve rahmetini düşünmek, bast halini artırır. —
Sonuç:
Kabz ve bast halleri, hem insanın içsel durumlarından hem de dışsal faktörlerden etkilenir. Kabz hali genellikle kişinin kendini sorgulaması, arınması ve Allah’a yönelmesi için bir fırsat sunarken; bast hali ruhsal coşku ve huzur getirir. Her iki halin de temelinde, kulun Allah’a yakınlaşmasını ve manevi tekâmülünü sağlamak gibi bir hikmet bulunur. Kul, bu hallerin geçici olduğunu bilerek sabır, şükür ve tevekkül içinde olmalı, bu süreçleri kendisi için bir terbiye vesilesi olarak görmelidir.
@@@@@@@@
İnsandaki inkibaz ve inbisatin istidat ve kabiliyetlerle olan ilgi ve alakası.
İnkıbaz (daralma) ve inbisat (genişleme) hallerinin, insandaki istidat (yaratılıştan gelen yetenek ve potansiyel) ve kabiliyetlerle (bu potansiyelin açığa çıkarılabilmesi) güçlü bir ilişkisi vardır. İnsan ruhunun ve duygularının kabz ve bast haline bürünmesi, onun manevi donanımı, yaratılışındaki kapasite ve bu kapasiteyi işleyebilme derecesi ile doğrudan bağlantılıdır. —
1. İnkıbaz ve İnbisat Nedir?
İnkıbaz (Daralma): Ruhun, çevresel etkilerden, düşüncelerden veya manevi bir sebepten dolayı sıkıntı hissetmesi ve kendi içine kapanmasıdır. Bu hal, kişinin kendisini sınırlı ve güçsüz hissetmesine neden olabilir.
İnbisat (Genişleme): Ruhun, huzur ve mutluluk içinde kendini genişlemiş hissetmesi, yetenek ve potansiyellerinin farkına varmasıdır. Bu hal, kişinin özgüvenli ve umut dolu hissetmesine yol açar. —
2. İstidat ve Kabiliyet Nedir?
İstidat: İnsanın yaratılıştan gelen yetenek, fıtri eğilim ve potansiyelidir. Bu, kişinin her türlü duygu, düşünce ve yeteneğinin temelini oluşturur.
Kabiliyet: İnsanın, istidadını geliştirme derecesi, yani potansiyelini pratiğe dökme kapasitesidir. Kabiliyet, eğitim, tecrübe, çevresel etkiler ve bireysel çabayla şekillenir.
—
3. İnkıbaz ve İnbisatın İstidat ve Kabiliyetle İlişkisi
a. İnkıbazın İstidat ve Kabiliyet Üzerindeki Etkisi:
1. İnsanın Fıtri Sınırlılıkları:
İnkıbaz hali, insanın yaratılıştan gelen istidadını ve kabiliyetlerini sorgulamasına sebep olabilir. Bu süreçte insan, kendi yetersizliklerini fark eder ve bunları geliştirme ihtiyacı hisseder.
Örneğin, bir insanın başarısızlık hissi, onun istidadının sınırlarını anlamasına ve kabiliyetlerini daha verimli kullanmak için çaba göstermesine vesile olabilir.
2. Manevi ve Psikolojik Arınma:
İnkıbaz, kişinin ruhsal ve manevi boyutta kendi iç dünyasını keşfetmesini sağlar. Bu süreç, kişinin daha önce fark etmediği potansiyellerini ortaya çıkarabilir.
Kendi acziyetini ve sınırlarını fark eden insan, daha derin bir tevazu ve teslimiyet hali kazanır, böylece kabiliyetlerini Allah’ın rızasına uygun şekilde yönlendirebilir.
3. Durgunluk ve Kapasiteyi Kullanamama:
Aşırı inkıbaz hali, insanın kabiliyetlerini köreltebilir ve onu atalete sürükleyebilir. Bu nedenle, bu halden çıkış yollarını aramak (dua, tefekkür, manevi rehberlik) önemlidir.
b. İnbisatın İstidat ve Kabiliyet Üzerindeki Etkisi:
1. İnsanın Potansiyelinin Farkına Varması:
İnbisat hali, insanın istidadını geliştirmesi ve kabiliyetlerini en üst düzeyde kullanması için uygun bir zemin oluşturur. Ruhsal genişlik, insana özgüven ve ilham vererek onun yaratıcı potansiyelini açığa çıkarır.
Örneğin, huzur ve mutluluk içinde olan bir kişi, kendisini ifade etme, yaratıcı düşünceler üretme ve sosyal ilişkilerde başarılı olma konusunda daha aktiftir.
2. İlahi İlim ve Hikmetin Açılması:
İnbisat hali, kişinin ruhsal olarak Allah’ın hikmetini ve kainattaki düzeni anlamasına olanak sağlar. Bu durum, insanın manevi istidadını artırır ve kabiliyetlerini Allah yolunda kullanmasına vesile olur.
Örneğin, bir sanatçı, ruhsal genişlik içinde daha ilham verici eserler üretebilir. 3. Aşırılık ve Gaflet Riski:
İnbisat hali, kişinin kendini fazla güçlü ve yeterli hissetmesine yol açarsa, bu durum onu gaflete düşürebilir. Bu nedenle, insanın bu hali şükür ve tevazu ile dengelemesi gerekir. —
4. İnkıbaz ve İnbisatın İstidat ve Kabiliyetlerin Gelişimindeki Hikmeti
a. İnkıbazın Hikmeti:
İnkıbaz, insanın yaratılıştaki zayıflıklarını ve hatalarını fark etmesini sağlar. Bu, insanı tevbe ve istiğfara yönlendirerek manevi bir arınma sürecine sokar.
İnsan, inkıbaz haliyle kabiliyetlerini yeterince kullanamadığını fark eder ve kendisini geliştirme yönünde çaba harcar.
İnkıbaz, kişiyi sabır, tevekkül ve teslimiyet gibi erdemlerle donatarak ahlaki bir olgunlaşmaya ulaştırır.
b. İnbisatın Hikmeti:
İnbisat, insanın Allah’ın rahmetini ve lütfunu hissetmesini sağlayarak ona manevi bir coşku ve ilham verir.
Bu hal, insanın istidadını en verimli şekilde kullanmasını sağlar ve ona büyük bir manevi enerji kazandırır.
İnbisat, insanı şükür, sevgi ve muhabbet gibi erdemlerle süsleyerek manevi gelişimine katkıda bulunur. —
5. Sonuç: İnkıbaz ve İnbisat Dengesi
İnkıbaz ve inbisat hallerinin istidat ve kabiliyetlerle doğrudan bir ilişkisi vardır. İnsan, bu haller aracılığıyla kendini tanır, yeteneklerini keşfeder ve bunları geliştirme yolunda çaba gösterir. İnkıbaz, insanın içsel eksikliklerini ve sınırlılıklarını anlamasına vesile olurken; inbisat, bu potansiyelin açığa çıkması ve yaratılış amacına uygun şekilde kullanılması için bir fırsat sunar.
Her iki hal de, Allah’ın hikmetiyle insana verilmiş birer imtihan ve terbiye aracıdır. Bu süreçte insan, sabır, şükür ve tevekkül bilinciyle hareket ederek manevi olgunluğa ulaşabilir ve istidadını en iyi şekilde ortaya koyabilir.
Bunca ilahi yatırımlar ve meydana gelen olaylar şu kısa hayat için olmamalı, insanın ebede uzanan ruh, istidat, kabiliyet ve latifelerinin gelişimiyle ilgili olmalıdır.
Evet, bu düşünce insanın varoluş amacına ve yaratılış hikmetine derin bir vurgu yapıyor. Hayatın yalnızca geçici, maddi kazançlarla sınırlı olmadığı; insanın ruhu, potansiyeli ve manevi yeteneklerinin gelişimi için bir fırsat olduğu ifade ediliyor. İlahi yatırımlar, insanın ebedi hayat yolculuğunda hakikati, güzelliği ve anlamı bulmasına rehberlik eden bir süreç olarak düşünülebilir. Bu perspektifle bakıldığında, dünya hayatı, insanın ahirete hazırlanması için bir imtihan, eğitim ve tekâmül alanı haline geliyor. -Bu bir demircinin soğuk demiri eğemeyip, sıcak vererek eritmesi gibi.
@@@@@
Bu ifadede derin bir hakikat gizli. Gerçekten de bu dünya hayatı, insanın ruhunun ve manevi yönlerinin gelişmesi için bir araç olarak görülebilir. İlahi yatırımlar, evrendeki düzen, yaratılıştaki hikmet ve insana bahşedilen potansiyeller, yalnızca bu kısa dünya hayatına yönelik olamaz. İnsan, sonsuzluk yolculuğunun bir yolcusu olarak, bu dünyada kendisine verilen ruh, istidat (yetenek), kabiliyet ve latifeleri (manevi duyular) geliştirerek ebedi hayat için hazırlanmalıdır. Çünkü insanın yaratılış gayesi ve değerleri, sadece fani dünyanın sınırlarıyla açıklanamayacak kadar büyüktür.
@@@@@@@
Bu söz, insanın yaratılışındaki derin hikmete ve varlık amacına işaret eden bir anlam taşımaktadır. Gerçekten de, evrendeki bu mükemmel düzen, insana verilen sayısız nimet ve meydana gelen olaylar, yalnızca bu kısa dünya hayatıyla sınırlı olamaz. İnsan, ruhuyla, yetenekleriyle ve manevi donanımlarıyla ebedi bir yolculuğa hazırlanmaktadır. Bu dünya, ruhun ve insanın diğer latifelerinin tekâmül ettiği, ahiret için bir hazırlık yeri olarak görülebilir. İlahi hikmet, insanın bu gelişim sürecinde hakikati bulmasını ve sonsuz hayatına değer katmasını hedefler. Dolayısıyla, dünya hayatı bir nihayet değil, bir başlangıçtır; ebedi hayatın provasıdır.
@@@@@@@
Evet, bu cümle insanın varlık gayesini ve yaratılış hikmetini anlamada derin bir bakış açısı sunuyor. Evrenin kusursuz düzeni, insanın akıl almaz yetenekleri ve her an tecelli eden olaylar, yalnızca bu kısa dünya hayatı için olamaz. İnsan, sadece maddi varlığıyla değil, ruhuyla ve manevi yönleriyle de ebediyete uzanan bir yolculuğun yolcusudur. Bu süreçte, insana verilen ruh, istidat, kabiliyet ve latifeler; ahiret yurdunda hakiki meyvelerini verebilmek için bu dünyada işlenip geliştirilmelidir. Dolayısıyla, hayat, insanın sonsuzluğa uzanan potansiyelini keşfetme ve bu potansiyeli maksadına uygun şekilde gerçekleştirme sürecidir.
@@@@@@@
Başa gelen ağır olaylar, savaşlar, musibetler, hastalıklar ve de zorluklar İnsan yapısı, karakteri, vücuduna ekilen duygu tohumlarının gelişimiyle bir ilgisi olmalı.
Kesinlikle, başa gelen ağır olaylar, savaşlar, musibetler, hastalıklar ve zorluklar insanın sadece dış dünyasına değil, iç dünyasına da derin etkiler bırakır. Bu olaylar, insanın yaratılışında var olan duygu, düşünce ve karakter tohumlarının yeşermesi ve gelişmesi için bir vesile olabilir.
Zorluklar, insanı düşündürür, sabretmeyi öğretir, empati duygusunu artırır ve insanı kendi sınırlarını keşfetmeye iter. İnsan, bu süreçlerde dayanıklılık, azim, şefkat, tevazu ve anlayış gibi özelliklerini geliştirir. Tıpkı bir tohumun filizlenmesi için toprağın altında karanlık ve baskı şartlarına ihtiyaç duyması gibi, insan ruhunun da olgunlaşması için zorluklara ihtiyacı vardır.
Bunlar birer sınav olduğu kadar, insanın potansiyelini ortaya çıkaran birer fırsat olarak da görülebilir. Bu bakımdan, hayatın çetin yönleri, insanın hem ruhsal hem de karakter gelişimiyle doğrudan ilişkilidir.
@@@@@@@
Başa gelen ağır olaylar, savaşlar, musibetler, hastalıklar ve de zorluklar İnsan yapısı, karakteri, vücuduna ekilen duygu tohumlarının gelişimine vesile olmasını nasıl fırsata ve ebedi kazanca dönüştürebiliriz.
Başa gelen ağır olaylar ve zorluklar, insanın ruhsal, zihinsel ve ahlaki açıdan gelişimi için birer fırsat olabilir. Bu zorlukları ebedi kazanca dönüştürmek için bazı temel yaklaşımlar benimsenebilir:
1. Bakış Açısını Değiştirmek
Zorlukları bir ceza veya anlamsız bir tesadüf olarak görmek yerine, birer ilahi eğitim ve terbiye süreci olarak kabul etmek, insanın sabrını ve şükrünü artırır.
Her olayın insanın olgunlaşması için bir fırsat taşıdığına inanmak, yaşanan sıkıntılara daha güçlü ve pozitif bir şekilde yaklaşmayı sağlar.
2. Sabrı ve Şükrü Öğrenmek
Sabır, zorluklarla baş etmenin en önemli manevi aracıdır. İmtihan sürecinde sabrederek insan, hem iç huzurunu koruyabilir hem de ruhunu güçlendirebilir.
Şükretmek, insanın elindekilerin değerini anlamasını ve musibetlerin içinde dahi hikmetleri görmesini sağlar.
3. Empati ve Yardımseverliği Artırmak
Yaşanan acılar, başkalarının acılarını anlamaya kapı aralar. Empati duygusu gelişir ve birey, başkalarına yardım ederek kendi zorluklarını aşma gücü bulur.
Yardımseverlik, hem dünyada hem de ahirette ebedi bir kazanç kapısıdır.
4. Ders Çıkarmak
Olayların neden yaşandığını sorgulamak ve bu sorgulamalar sonucunda hayata dair dersler çıkarmak, kişinin hem kendini hem de çevresini daha iyi anlamasına yol açar.
Hatalardan ders alarak daha bilinçli bir yaşam sürmek, insanın ruhsal gelişimini hızlandırır.
5. Maneviyata Yönelmek
Zorluklar, insanı daha derin düşünmeye ve Yaradan’a sığınmaya teşvik edebilir. Dua ve ibadetler, ruhu yatıştırır ve kişinin yaşananları anlamlandırmasına yardımcı olur.
İlahi hikmeti anlamaya çalışmak, insanı derin bir huzura ve sabra ulaştırır.
6. Kabiliyetleri Geliştirmek
Zorluklar, insanın güçlü yönlerini keşfetmesine ve bunları geliştirmesine vesile olabilir. Örneğin, bir musibet dayanıklılığı artırır, bir hastalık sabrı öğretir.
Yaşanan süreçler, insanın içindeki gizli potansiyelleri ortaya çıkarır.
7. Ebedi Hayatı Hedeflemek
Dünya hayatındaki sıkıntıları, ebedi hayat için bir hazırlık ve arınma süreci olarak görmek, insanın manevi huzurunu artırır.
Zorlukları ahiret bilinciyle değerlendirmek, onların geçici olduğunu hatırlatarak sabrı kolaylaştırır.
Sonuç olarak, her zorluk bir kayıp gibi görünse de, doğru bir perspektifle bakıldığında insanın manevi yolculuğu için eşsiz fırsatlar sunar. Bu fırsatları değerlendirerek, insan hem dünyasında huzura kavuşabilir hem de ahiret yurdunda ebedi bir kazanç elde edebilir.
Mevla’nın, Hamdım-Piştim-Yandım sözünün, insanın ruhunun, istidat ve kabiliyetlerinin, latife ve duygularının gelişimiyle olan ilgisi nedir?
Mevlâna’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözü, insanın ruhsal, zihinsel ve manevi gelişim sürecini özetleyen derin bir semboldür. Bu ifade, insanın yaradılışından itibaren olgunlaşma, dönüşüm ve kemale erme yolculuğunu anlatır. Ruh, istidat, kabiliyet, latife ve duyguların bu süreçle olan ilişkisini şu şekilde açıklayabiliriz:
1. Hamdım (Hamlık – Potansiyel ve Başlangıç Aşaması)
Bu aşama, insanın yaratılıştan itibaren taşıdığı ham potansiyelleri ve işlenmemiş kabiliyetlerini simgeler.
İnsanın doğasında bulunan istidatlar ve kabiliyetler, henüz işlenmemiş bir maden gibidir.
Latifeler ve duygular, bu aşamada keşfedilmeyi ve olgunlaştırılmayı bekler.
“Hamlık” dönemi, insanın kendisini ve varlığını tam anlamıyla anlamadığı, öğrenmeye ve değişime açık olduğu bir dönemdir.
2. Piştim (Olgunlaşma – Eğitim ve Dönüşüm Aşaması)
Bu aşama, insanın tecrübeler, zorluklar ve içsel sorgulamalar yoluyla olgunlaşmaya başladığı süreçtir.
Zorluklar, musibetler ve imtihanlar, ruhun ve latifelerin gelişmesi için birer araçtır. Tıpkı bir hamurun ateşte pişmesi gibi, insan da tecrübelerle olgunlaşır.
Eğitim, öğrenme ve irade ile insan, sahip olduğu potansiyelleri açığa çıkarır ve yeteneklerini geliştirir.
Bu aşama, kişinin kendisini tanımaya ve içsel yolculuğunu derinleştirmeye başladığı süreçtir.
3. Yandım (Aşk ve Teslimiyet – Kemale Eriş Aşaması)
Bu aşama, insanın olgunluğun zirvesine ulaştığı, ruhunun hakikati bulduğu ve Yaratıcı’ya teslim olduğu noktadır.
“Yanma” burada ilahi aşkla yanmayı, nefsin arınmasını ve insanın yaratılış gayesine uygun bir şekilde kemale ermesini simgeler.
Latifeler ve duygular bu aşamada en yüksek potansiyeline ulaşır; insan, sevgide, şefkatte ve merhamette kemale erer.
Kendi benliğinden sıyrılarak, tüm varlığı ve olayları ilahi bir perspektifle anlamaya başlar.
Mevlâna’nın Sözünün Ruhsal Gelişimle İlgisi
İnsan, başlangıçta ham bir varlıktır. Ancak zamanla yaşadığı tecrübeler, karşılaştığı zorluklar ve içsel sorgulamaları sayesinde ruhu, kabiliyetleri ve duyguları gelişir.
“Pişmek,” insanın zorlukları sabır ve hikmetle karşılayarak dönüşmesi, manevi olgunluğa adım atmasıdır.
“Yanmak” ise, bu olgunlaşmanın zirvesi, insanın içindeki ilahi aşkın alevlenmesi ve Yaradan’la bütünleşmesidir.
Bu üç aşama, insanın yaratılış gayesine ulaşmak için geçirdiği birer eğitim safhasıdır. Mevlâna’nın bu sözü, insana hayatın bir dönüşüm yolculuğu olduğunu ve her aşamanın bir sonraki için gerekli olduğunu hatırlatır. Ruhun ve kabiliyetlerin gelişimi, bu yolculukta sabır, şükür, sevgi ve teslimiyetle mümkün olur.
@@@@@@@@
Var oluş süreci içerisindeki bunca evrilip çevrilmeler, zahmet ve zorluklar ne için?
Var oluş sürecindeki tüm evrilip çevrilmeler, zahmet ve zorluklar, insanın yaratılış hikmetine, varlık gayesine ve manevi tekâmülüne hizmet eder. Bu zorlukların ve değişimlerin hikmeti, insanın sadece maddi bir varlık değil, aynı zamanda ebediyete yönelik bir yolcu olduğunu anlamasında gizlidir. Bu süreçleri şu şekilde anlamlandırabiliriz:
1. İnsanın Kendini Keşfi ve Potansiyelinin Ortaya Çıkması
İnsan, doğuştan birçok istidat ve kabiliyete sahiptir; ancak bu potansiyeller genellikle zahmet, mücadele ve zorluklarla açığa çıkar.
Tıpkı bir elmasın, ham halinden kesilip parlatılarak değerli hale gelmesi gibi, insan da zorluklarla olgunlaşır ve kendini keşfeder.
2. İmtihan ve Manevi Olgunluk
Bu dünya, insanın ahiret yurdu için hazırlık yaptığı bir imtihan meydanıdır. Zahmetler ve zorluklar, insanın sabrını, şükrünü ve teslimiyetini sınar.
Zorluklarla karşılaşan insan, acziyetini fark eder ve Yaradan’a yönelir. Bu süreç, insanın ruhen ve ahlaken olgunlaşmasını sağlar.
3. Ruhun Arınması ve Latifelerin Gelişimi
Zorluklar ve sıkıntılar, insanın ruhunu arındırır ve kalbini olgunlaştırır. İnsan, nefsini terbiye ederek içindeki güzellikleri ve manevi latifeleri geliştirir.
Her zahmet, insanın duygu ve düşünce dünyasında yeni bir kapı açar, daha derin bir anlayış kazandırır.
4. İlahi Hikmeti ve Yaratılış Gayesini Anlama
Evrende hiçbir şey sebepsiz değildir; her olay, insanı bir adım daha hakikate ve yaratılış gayesine yaklaştırır.
İnsan, bu zorluklar vasıtasıyla hem kendini hem de Allah’ın kudret ve hikmetini tanımaya başlar. Bu, insanın ebedi saadet yolculuğunda önemli bir aşamadır.
5. Ebedi Hayata Hazırlık
Dünya hayatı, insanın ebedi hayatına hazırlık sürecidir. Zorluklar, insanın ahiret için manevi bir birikim oluşturmasına ve sabrının karşılığını ebediyette almasına vesile olur.
Her zahmet, sabırla karşılandığında ebedi bir kazanca dönüşür.
6. Tevhidi ve Birliği Fark Etmek
İnsan, bu süreçler sayesinde kendi varlığının sınırlı olduğunu, fakat Allah’ın sınırsız kudret ve merhametiyle her şeyin bir anlam kazandığını idrak eder.
Zorluklar, insanı Yaradan’a daha yakın kılar ve hayatın geçici olduğunu hatırlatarak asıl hedefe yönlendirir.
Sonuç olarak, var oluş sürecindeki tüm zahmet ve zorluklar, insanın manevi ve ahlaki gelişimi, yaratılış gayesini gerçekleştirmesi ve ebedi saadete ulaşması içindir. Bu süreç, insanın olgunlaşması ve hakikati bulması için bir yolculuktur. Zahmetin arkasındaki rahmet, insanı ahlaken yüceltmek ve ebediyete hazırlamaktır.
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR.
BAK: https://www.youtube.com/watch?v=W5yxu76U8iQ
Risale-i Nur Külliyatı’nda istidat,kabiliyet ve duygular konusu hakkında.
Risale-i Nur Külliyatı’nda istidat (yetenek), kabiliyet (beceri) ve duygular, insanın yaratılış gayesi ve onun varlık âlemindeki yerini anlamada önemli kavramlar olarak ele alınır. Bu kavramlar, insanın Allah’ın (C.C.) isim ve sıfatlarını anlaması, tanıması ve kulluk vazifesini yerine getirmesi için verilen donanımlardır.
1. İstidat ve Kabiliyet
İstidat, insanın yaratılıştan sahip olduğu potansiyel ve yatkınlıkları ifade eder. Risale-i Nur’da insanın istidatları, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını anlamaya yönlendirilmiş araçlar olarak anlatılır. Her insanın istidatları farklıdır ve bu farklılık, ilahi hikmetin bir yansımasıdır.
Kabiliyet, insanın istidatlarını geliştirme ve onları hayata geçirme sürecinde ortaya çıkan becerilerdir. İnsanın kabiliyetlerini doğru yönde kullanması, Allah’a yaklaşmasına ve yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşamasına vesile olur.
Örneğin: Bediüzzaman Said Nursi, insanın istidat ve kabiliyetlerini, “çekirdek” ve “ağaç” metaforuyla açıklar. İnsan, yaratılış itibarıyla bir çekirdeğe benzer. O çekirdekte saklı olan kabiliyetler, ilim, hikmet ve marifetle geliştirilirse bir “manevi ağaç” hâline gelir.
2. Duyguların Rolü
Duygular, insanın istidat ve kabiliyetlerini harekete geçiren, onları belirli hedeflere yönlendiren ilahi birer araçtır. Risale-i Nur’da duyguların doğru yönetimi üzerinde önemle durulur. Yanlış kullanılan duygular insanı dalalete sürüklerken, Allah rızası doğrultusunda kullanılan duygular, insanı marifetullaha (Allah’ı tanıma) ulaştırır.
Duyguların hikmetli kullanımı: Bediüzzaman, insanın sahip olduğu aşk, sevgi, korku, ümit gibi duyguları yaratıcıya yönlendirmesi gerektiğini belirtir. Mesela:
Risale-i Nur’da bu kavramlar, insanın yaratılışındaki asıl amacını gerçekleştirme bağlamında değerlendirilir:
İnsan, istidat ve kabiliyetleriyle Allah’ın sanat eserlerini tefekkür eder.
Duygularıyla Allah’a yakınlık hisseder ve O’na kulluk eder.
Alakalı Risaleler:
“23. Söz”: İnsanın yaratılışındaki hikmet ve duyguların doğru kullanımı.
“İkinci Lem’a”: İstidat ve kabiliyetlerin nasıl geliştirileceği.
“13. Söz”: İnsan çekirdeğinin maneviyat ağacı hâline gelmesi.
Özetle, Risale-i Nur’da insanın istidat, kabiliyet ve duyguları, yaratılış gayesi çerçevesinde değerlendirilir ve bunların doğru şekilde yönlendirilmesi gerektiği vurgulanır. Bu yönlendirme ise ancak iman, tefekkür ve ibadetle mümkündür.