MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI
MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI
Mariz Bir Asrın
Hasta Bir Unsurun,
Alîl Bir Uzvun
Reçetesi
Veyahut
Saykal-ül İslâmiyet
Veyahut
Bediüzzaman’ın
MUHÂKEMATI
— · ⁖ · —
Cümle Tahiyyat, ol Hâkim-i Ezel ve Hakîm-i Ezelî ve Rahman-ı Lemyezelî’ye elyaktır ki: Bizi İslâmiyetle serfiraz ve Şeriat-ı Garra ile Sırat-ı Müstakime Hidayet etmiştir.
Öyle bir Şeriat ki; Akıl ve Nakil, dest be-dest ittifak vererek ol Şeriatın Hakaikinin Hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.
Öyle Hakaik ki; kökleri Hakikat zemininde rüsuh ile beraber dal ve budakları Kemalâtın göklerine yükselip, intişar edip… öyle Füruat ki; meyveleri Saadet-i Dâreyndir. Ve bizi Kur’an-ı Mu’ciz ile İrşad eylemiş…
Öyle Kitab ki: Kaideleri ile Hilkat-ı Âlemin Kitabından Desti Kader ve Kalem-i Hikmet ile mektub ve cari olan Kavanin-i Amîka-i Dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden; Ahkâm-ı Âdilanesiyle nev’-i beşerin nizam ve müvazenet ve terakkisine Kefil-i Mutlak ve Üstad-ı Küll olmuştur.
Salavat-ı Bînihaye, ol Server-i Kâinat ve Fahr-i Âlem’e hediye olsun ki: Âlem, enva’ ve ecnasıyla Onun Risaletine şehadet ve Mu’cizelerine delalet ve Hazine-i Gaybdan getirdiği Metâ-ı Âlîye Dellâllık ediyor. Güya Âleme teşrif ettiğinden herbir nev’i, kendi lisan-ı mahsusuyla alkışladığı gibi; Sultan-ı Ezel, zemin ve âsumanın evtarını intak edip herbir tel başka lisan ile Mu’cizatının nağamatını inşad etmekle, O Sadâ-yı Şirin bu Kubbe-i Minada ilelebed tanin-endaz etmiştir. Güya âsuman, kendi Mi’rac ve Melek ve Kamerin Elsine-i Semaviyesiyle Risaletini tebrik.. ve zemin kendi hacer ve şecer ve hayvanın dilleriyle Mu’cizelerine senâhân.. ve cevv-i feza, kendi cinn ve bulutların işaratıyla Nübüvvetine beşaret ve sâyebân.. ve zaman-ı mazi, Enbiya ve Kütüb ve kâhinlerin rumuz ve telvihatıyla o Şems-i Hakikatın fecr-i sadıkını göstererek müjdeci.. ve zaman-ı hal yani Asr-ı Saadet lisan-ı haliyle tabiat-ı Arabdaki inkılab-ı azîmin ve bedeviyet-i sırftan Medeniyet-i Mahzânın def’aten tevellü-dünü şahid göstererek Nübüvvetini isbat.. ve zaman-ı müstakbel kendi vukuat ve fünununun etvar-ı müdakkikanesiyle Onun Mevkib-i İkbalini istikbal.. ve lisan-ı hakîmane ile İrşadatına teşekkür; nev’-i beşer kendi Muhakkikleriyle bahusus Hatib-i Beliği ki, şems gibi kendi kendine bürhan olan Muhammed’in (A.S.M.) Lisan-ı Fasihanesiyle Haktan geldiğini ilân ve Zât-ı Zülcelal kendi Kur’anının Lisan-ı Beliğanesiyle ol Nebiyy-i Ümmi’nin Ferman-ı Risaletini kıraat ediyorlar ve oluyorlar.
Beyt:
جُمْلَه ش۪يرَانِ جِهَانْ بَسْتَهِٔ ا۪ينْ سِلْسِلَه اَنْد
رُوبَه اَزْ ح۪يلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ ا۪ينْ سِلْسِلَه رَا
Emma ba’d: Şu fakir, garib Nursî ki, Bid’atü’z-zaman lâkabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bediüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, Ah!. Ah!.. Ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık… Ve sû’-i fehim ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin Hakkını ve müstehak olduğu Hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi…
Hem de hakkı var. Zira biz israiliyatı Usûlüne ve hikâyatı Akaidine ve mecazatı Hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine Onun merhametidir.
Öyle ise, ey İhvan-ı Müslimîn!.. Geliniz, Ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle Dest-i Sadakatı uzatacağız, Biat edeceğiz. Onun Habl-ül Metinine sarılacağız.
Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense… Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…
Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında Hâkim-i Mutlak olacak yalnız Hakikat-ı İslâmiyettir. Evet Saadet-Saray-ı İstikbalde taht-nişin Hakaik ve Maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız Odur; emareler görünü- yorlar… Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra’nın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç Hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’stir ki, Şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.
Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; Meyl-i Taharri-i Hakikat ve Muhabbet-i İnsaniyet ve Meyl-i İnsaf olan Hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri Âhiret Saadetinden mahrum eden, Şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir.
Köle Efendisine ve hizmetkâr Reisine ve veled Pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun Seyyidi ve Mürşidi ve Ulûm-u Hakikiyenin Reis ve Pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû’-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı Zevahir-i Diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes’eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes’elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Ey benim şu Kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu Kitabla istediğim Hizmet budur: İslâmiyette olan Tarîk-ı Müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; Tarîk-ı Müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl Rehber-i Hakikat ve Âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve Sırat-ı Müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan Muhakkikîn-i İslâm ve âkıl Sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
Elhasıl: Maksadım: Ol Elmas Kılınca saykal vurmaktır.
Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i’lam demektir?..
Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.
— · ⁖ · —
Bu metin, eserin telif gayesini, müellifin derdini ve asrın hastalığına dair teşhisini ortaya koyan fevkalade ehemmiyetli bir “reçete” hükmündedir.
Konunun geniş ve detaylı izahı, metnin kendi içinde saklı olan ana fikirler etrafında şu şekilde tasvir edilebilir:
1. Teşhis: Asrın Hastalığı ve Sebebi
Bediüzzaman, metne “Mariz Bir Asrın, Hasta Bir Unsurun, Alîl Bir Uzvun Reçetesi” başlığını vererek, içinde bulunduğu İslâm âleminin ve milletin “hasta” olduğunu tesbit etmektedir. Bu hastalığın verdiği ızdırabı “ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, Ah!. Ah!.. Ah!.. vâ esefâ” diyerek ifade eder.
Hastalığın teşhisi şudur: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık.”
• Mağz ve Lübb (Öz ve Çekirdek): İslâmiyet’in derûnî (iç) hakikatleri, imanın esasları (Akaid), tefekkür, marifetullah (Allah’ı tanıma) ve Kur’an’ın hikmetleridir.
• Kışır ve Zahir (Kabuk ve Dış Yüz): Dinin sadece şeklî (biçimsel) yönleri, aslı olmayan hikâyeler, teferruata dalıp aslı unutmak ve taassub (bağnazlık).
Bu hatanın neticesi “sû’-i fehim” (kötü anlayış) ve “sû’-i edeb” (edepsizlik) olmuştur. Müellife göre, Müslümanlar “israiliyatı Usûlüne ve hikâyatı Akaidine ve mecazatı Hakaikine karıştırarak” İslâmiyet’in kıymetini takdir edememişlerdir.
Bu sû’-i fehim neticesinde İslâmiyet, “evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eylemiş” (gizlenmiş) ve ceza olarak Müslümanlar “dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde” kalmışlardır.
2. İslâmiyet’in Hakikati: Akıl ve Naklin İttifakı
Müellif, tenkit ettiği bu yanlış anlayışın zıddına, İslâmiyet’in hakiki yapısını metnin başında tasvir eder:
• Şeriat, Akıl ve Nakil İttifakıdır: İslâmiyet “Öyle bir Şeriat ki; Akıl ve Nakil, dest be-dest ittifak vererek ol Şeriatın Hakaikinin Hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.” Bu, İslâm’ın temelinin hem vahiyle (Nakil) hem de selim akıl ve mantıkla (Akıl) tam bir uyum içinde olduğunun isbatıdır.
• Kur’an, Kâinat Kitabının Tercümanıdır: Kur’an-ı Mu’ciz, “Hilkat-ı Âlemin Kitabından Desti Kader ve Kalem-i Hikmet ile mektub ve cari olan Kavanin-i Amîka-i Dakika-i İlahiyeyi izhar” eder. Yani Kur’an, tabiat kitabını (kâinatı) yaratan Allah’ın, o kitabın manalarını açıklayan kelâmıdır. İkisi arasında zıtlık ve aykırılık olamaz.
3. En Büyük Mani: İlim (Fünun) ile Din Arasındaki Zannî Çatışma
Bediüzzaman, İslâm güneşinin “küsufa yüz tutmasına” (tutulmasına) sebep olan sekiz mani (engel) sayar. Bunların “en birinci mani ve bela” olarak tesbit ettiği husus, konunun merkezidir:
“Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.”
Yani, İslâm’ın bazı zahirî (dış) hükümleri ile modern ilimlerin (fünun) bazı meseleleri arasında gerçekte olmayan, sadece zannedilen (tevehhüm edilen) bir çatışma ve zıtlık anlayışı.
Müellif bu anlayışın bir “tevehhüm-ü bâtıl” (asılsız kuruntu) olduğunu haykırır ve şu muazzam kaideyi koyar:
“İslâmiyet, fünunun Seyyidi ve Mürşidi ve Ulûm-u Hakikiyenin Reis ve Pederidir.”
Nasıl ki “Köle Efendisine… veled Pederine” düşman olamazsa, İslâm’ın (Efendi/Peder) himayesinde gelişen hakiki ilimler (Köle/Veled) de İslâm’a muarız olamaz. Bu yanlış algı, hem Müslümanları (Ekrad ve emsalleri) “bâb-ı medeniyet ve maariften” (medeniyet ve ilim kapısından) ürkütmüş; hem de ecnebileri (Batılıları) “Âhiret Saadetinden” mahrum etmiştir.
Buna misal olarak “Küreviyet-i arz” (Dünyanın yuvarlaklığı) gibi coğrafyanın en bedihî (apaçık) bir meselesini, bazı zahirperestlerin (kışırda kalanların) “altı mes’eleye münafî” (dindeki altı esasa aykırı) zannederek inkâr etmelerini gösterir.
4. Müellifin Hedefi: “Saykal-ül İslâmiyet” (İslâmiyet Elmasını Parlatmak)
Bediüzzaman’ın bu eserle (Muhâkemat) maksadı, bu yanlış algıyı kırmaktır. Hedefini “Ol Elmas Kılınca saykal vurmaktır” (O elmas kılıcı parlatmaktır) cümlesiyle özetler. İslâmiyet elmas bir kılıçtır, fakat zamanla paslanmış (yanlış anlaşılmış, hurafelerle kapanmış); onun vazifesi bu pası silmektir.
Bu parlatma işi, “Tarîk-ı Müstakim”i (Dosdoğru Yolu) göstermekle olur ki, bu yol iki tehlikeli ucun ortasıdır:
• Ehl-i Tefrit (İhmalkârlar): Dinin düşmanlarıdır (“a’da-yı din”). İlimleri (fünun) bir silah gibi kullanarak dine şüphe (“teşkikat”) atarlar. Müellif, bunların şüphelerini reddetmeyi (“red ve yüzlerine vurmak”) hedefler.
• Ehl-i İfrat (Aşırılar): “Sadîk-ı ahmak” (ahmak dost) ve “zahirperest” (dış yüze takılan) kimselerdir. Bunlar, dini savunduklarını zannederken, ilim ve akıl ile dini çatıştırarak (Küreviyet-i arz misalindeki gibi) İslâm’a en büyük zararı verirler. Müellif, bu “tevehhümleri tard ve asılsızlığını göstermeyi” de hedefler.
Maksadı, “Muhakkikîn-i İslâm”a (İslâm hakikatlerini araştıran âlimlere) yardım etmektir.
5. Müjde: İstikbalin Hâkim-i Mutlakı İslâmiyet Olacaktır
Bütün bu olumsuzluklara rağmen müellif, “itikadım ve yakînimdir ki” diyerek şu müjdeyi verir:
“İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında Hâkim-i Mutlak olacak yalnız Hakikat-ı İslâmiyettir.”
Çünkü “taassub”, “taklid”, “cehalet” ve “istibdad” gibi eski maniler, “Meyl-i Taharri-i Hakikat” (Hakikati Araştırma Eğilimi) ve “Muhabbet-i İnsaniyet” (İnsanlık Sevgisi) gibi yeni ve kuvvetli hakikatler tarafından “zîr ü zeber” (altüst) edilmektedir. İlim ve hikmet geliştikçe, İslâm’ın akla ve fenne uygun olan hakikati daha da parlayacaktır.
Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ve Müradifler
Metinde geçen temel fikirler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan bağlantılıdır:
1. Akıl, Kâinat (Tabiat) ve Vahyin Uyumu (Müradifi: Tefekkür, Nazar, Hikmet):
Müellifin “Akıl ve Nakil ittifakı” ve “Kur’an’ın kâinat kitabını izhar etmesi” fikri, Kur’an’ın sürekli olarak kâinata nazar etmeyi (bakmayı) ve tefekkür etmeyi emretmesine dayanır.
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”
(Bakara 2/164 – Meali)
“Güneş’i ışıklı, Ay’ı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Bilen bir kavme âyetlerini ayrı ayrı açıklar.”
(Yûnus 10/5 – Meali)
Bu ayetler, tabiatın işleyişinin (fünun/ilim) “hesap” ile bilineceğini ve bunların “bilen” ve “düşünen” topluluklar için Allah’ın ayetleri olduğunu gösterir; böylece ilim ile dinin birliğini isbat eder.
2. Kışır (Kabuk) Değil, Lübb (Öz) (Müradifi: Takva, Birr, Hakikat):
Müellifin “kışır ve zahire” takılıp “mağz ve lübbü” terk etme tenkidi, Kur’an’ın şekilcilikten ziyade öze, yani takva ve birre (iyilik ve fazilet) vurgu yapmasıyla örtüşür.
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenin; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) dilenene ve kölelere verenin; namazı dosdoğru kılanın, zekâtı verenin; antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenin; zorda, hastalıkta ve savaş zamanında sabredenin iyiliğidir. İşte doğru olanlar bunlardır. Ve işte Allah’a karşı gelmekten sakınanlar da bunlardır.”
(Bakara 2/177 – Meali)
Bu ayet, iyiliğin (lübb/öz) sadece zahirî bir yöne dönmek (kışır/kabuk) olmadığını, asıl hakikatin imanda, ahlâkta ve amelde olduğunu tasvir eder.
3. Habl-ül Metin’e Sarılmak (Müradifi: Tevhid, İttihad, Sırat-ı Müstakim):
Müellifin “El birliğiyle Dest-i Sadakatı uzatacağız, Biat edeceğiz. Onun Habl-ül Metinine sarılacağız” çağrısı, tefrikanın (ayrılığın) zillet ve sefalet getirdiğini, kurtuluşun ise Allah’ın ipine sarılmakta olduğunu belirten şu ayete işaret eder:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmrân 3/103 – Meali)
Elhasıl: Muhâkemat’ın bu mukaddimesi, İslâm âleminin geri kalma sebebini, İslâm’ın hakikatinden (Akıl + Nakil + İlim birliği) uzaklaşıp, hurafelerle (israiliyat), taklitle ve zahirperestlikle (kışır) kirlenmiş bir din anlayışına (sû’-i fehim) ve en mühimi, ilim ile din arasında var zannedilen sahte çatışmaya (tevehhüm-ü müsademet) bağlamaktadır. Çözüm (reçete) ise, bu pasları silerek (saykal vurarak) İslâm’ın özündeki akılcı, hikmetli ve cihan şümul hakikatini yeniden ortaya çıkarmaktır.
===============•-•===============
Mukaddeme
Bu Kitab üç makale ile üç Kitab üzerine mürettebdir. Birinci Makale, Unsur-u Hakikatın veyahut bazı mukaddemat ve mesail ile İslâmiyete saykal vurmanın beyanındadır. İkinci Makale, Unsur-u Belâgatı keşfeder. Üçüncüsü, Unsur-u Akide ile Ecvibe-i Japoniye beyanındadır. Kitablar ise Kur’an’da işaret olunan İlm-üs Sema ve İlm-ül Arz ve İlm-ül Beşeri tahkik ile bir nevi Tefsirdir.
Birinci Makale
Maksada urûc etmek için Mukaddimelerden istimdad etmek, Ehl-i Tahkikin Düsturlarındandır. Öyle ise biz de oniki basamaklı bir merdiven yapacağız.
Birinci Mukaddeme
Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve Nakil taâruz ettikleri vakitte, Akıl asıl itibar ve Nakil tevil olunur. Fakat o Akıl, Akıl olsa gerektir.
Hem de tahakkuk etmiş: Kur’an’ın herbir tarafında intişar eden Makasıd-ı Esasiye ve Anasır-ı Asliye dörttür.
Onlar da: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve Nübüvvet ve Haşr-i Cismanî ve Adalettir. Yani Hikmet tarafından Kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey Kâinat!.. Nereden ve kimin Emriyle geliyorsunuz?. Sultanınız kimdir? Delil ve Hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” Kat’î cevab verecek yalnız Kur’an’dır. Öyle ise Kur’anda makasıddan başka olan Kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin. Evet İntizam görünür ve kemal-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in Vücud ve Kasd ve İradesine kat’iyyen şehadet eden İntizam-ı San’at, Kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemaan eden Hüsn-ü Hilkati Nazar-ı Hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu’ birer lisan olup Sâni’in Hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’i parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor. Madem maksad budur ve madem Kâinatın Kitabından İntizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar; Teşekkülât-ı Kâinat nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzât taalluk etmez. Fakat o Meclis-i Âlî-i Kur’anî’ye girmiş olan Kâinatın her ferdi dört Vazife ile muvazzaftır:
Birincisi: İntizam ve İttifak ile Sultan-ı Ezel’in Saltanatını ilân…
İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet Fünun-u Hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…
Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından Hilkatte cari olan Kavanin ve Nevamis-i İlahiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu isbat.. tâ o Nevamis-i Fıtriyenin imdadıyla, İslâmiyet neşv ü nema bulsun. Evet bu hasiyetle Din-i Mübin-i İslâm; sair heva ve heves içinde muallak ve mededsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tegayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.
Dördüncüsü: Herbiri birer Hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı Hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’an’da Kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet Kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara Kar’-ul Asâdır.
Şimdi tahakkuk etmiş şu şöyledir. Öyle ise: Şek ve şübhe etmemek lâzımdır ki; Mu’ciz ve en yüksek Derece-i Belâgatta olan Kur’an-ı Mürşid, Esalib-i Arab’a en muvafığı ve tarîk-i istidlalin en Müstakim ve en Vazıhı ve en Kısasını ihtiyar edecektir. Demek hissiyat-ı âmmeyi Tefhim ve İrşad için, bir derece ihtiram edecektir. Demek delil olan İntizam-ı Kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve Akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise, Tarîk-ı İrşada ve Meslek-i Belâgata ve Mezheb-i İ’caza muhaliftir. Meselâ: Eğer Kur’an dese idi:
( Ya eyyühen nas) Fezada uçan meczub ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan Şecere-i Hilkatten, anasır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz; tâ Sâni’-i Âlem’in Azametini tasavvur edesiniz. Veyahut: O kadar küçüklüğüyle beraber bir Âlem-i Hayvanat-ı Hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, Aklın Hurdebîniyle temaşa ediniz; tâ Sâni’-i Kâinat’ın herşeye Kadir olduğunu tasdik edesiniz.
Acaba o halde; delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi?.. Hem de onlarca muzlim bir şeyle, Hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi?.. Halbuki İ’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki; Onun safi ve parlak Damenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan Âyât-ı Beyyinatın telâfifinde Maksad-ı Hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı Zevahir-i Âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir.
Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan’da “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya raci’ değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; Kelime-i Vâhid hükmünde olan Kelâmullah’ın bir kısım Âyâtı, sair İhvanının Hakikat ve Cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının Kalblerindeki Sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl: Bu Hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve Âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’an diyor:
( لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) İlerisine de Hâfız değilim.” .
Nazar-ı Hakikate karşı maskara olacaktır.
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Birinci Makale”sinin “Birinci Mukaddeme”si, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin usûl-ü tefsir (tefsir metodolojisi) ve İslâmî ilimler sahasındaki en mühim tesbitlerinden bazılarını ihtiva etmektedir. Bu metin, Akıl (Reason) ve Nakil (Revelation/Text) arasındaki münasebeti, Kur’an-ı Kerim’in kâinatı beyan etme tarzını ve bu beyandaki belâgat sırrını vuzûha kavuşturmaktadır.
Mukaddemenin İzahı: Akıl, Nakil ve Kur’an’ın Kâinatı Beyanındaki Belâgat Sırrı
Bu “Birinci Mukaddeme”, iki temel kaide üzerine bina edilmiştir:
• Akıl ve Nakil’in zahirî (görünürdeki) taâruzu (zıtlığı).
• Kur’an-ı Kerim’in kâinat bahislerindeki asıl maksadı.
1. Kaide: “Akıl, Akıl Olsa Gerektir”
Metin, Ehl-i Tahkik arasında kabul görmüş bir düsturu (prensibi) zikrederek başlar:
“Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve Nakil taâruz ettikleri vakitte, Akıl asıl itibar ve Nakil tevil olunur.”
Bu, İslâm düşünce tarihinde, bilhassa kelâm ve felsefe mekteplerinde çokça müzakere (tartışma) edilmiş bir kaidedir. Zahiren akıl ile ayet veya hadis (Nakil) arasında bir zıtlık görünürse, aklın hükmü “asıl” kabul edilir ve “Nakil” bu asla göre “tevil” edilir (yorumlanır).
Fakat Üstad Hazretleri, bu kaideye hayati bir şerh (açıklama) düşer:
“Fakat o Akıl, Akıl olsa gerektir.”
Bu cümlenin müradifi (anlamdaşı) şudur: Burada bahsedilen akıl, her insanın şahsî, hissiyattan müteessir (duygulardan etkilenen), vehimlere (kuruntulara) mağlup, tahsil ile terbiye edilmemiş ham aklı değildir. Bu akıl; akl-ı selim (sağduyu), burhan-ı kat’î (kesin delil), isbatlanmış ilmî hakikatler ve müsellemat-ı akliye (aklın zorunlu olarak kabul ettiği bedihî/açık gerçekler) demektir.
Hakikî ve selim bir Akıl ile hakikatiyle anlaşılmış bir Nakil (vahiy) esasen asla taâruz etmez, birbirini tekzip etmez (yalanlamaz). Zira her ikisi de menbaı (kaynağı) itibariyle Allah’ın (c.c.) iki ayrı kitabıdır: Biri Kitab-ı Kâinat (Aklın okuduğu), diğeri Kur’an-ı Kerim (Naklin getirdiği).
Eğer bir taâruz görünüyorsa, ya Akıl dediğimiz şey zan ve vehimdir, ya da Nakil’den anladığımız mana, ayetin asıl maksadı değildir. İşte bu Mukaddeme, ikinci ihtimal üzerine, yani Kur’an’ın kâinat bahislerindeki maksadını anlamak üzerine yoğunlaşır.
2. Kaide: Kur’an’ın Dört Temel Maksadı (Makasıd-ı Esasiye)
Metin, Kur’an’ın muhtevasını dört ana temele indirir:
• İsbat-ı Sâni’-i Vâhid: Bir olan Sanatkâr’ın (Allah’ın) varlığını ve birliğini isbat etmek (Tevhid).
• Nübüvvet: Peygamberliğin hakikatini ve lüzumunu isbat etmek.
• Haşr-i Cismanî: Bedensel dirilişi (ahireti) isbat etmek.
• Adalet: (Hem ibadet ve muamelatta hem de içtimaî hayatta) adaleti ve kulluğu tesis etmek.
Bu tesbite göre, Kur’an’ın kâinattan, tabiat hadiselerinden (gökler, yer, dağlar, denizler, bitkiler) bahsetmesi aslî maksat değildir. Bu bahisler “istitradîdir” (asıl konuya delil getirmek için ara sıra zikredilen, ikincil derecede olan).
Kur’an’ın kâinattan bahsetmesinin yegâne gayesi, “tâ san’atın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin.” Yani, kâinattaki mükemmel san’atı ve nizamı (düzeni) göstererek, o nizamın Sahibi’ne delil getirmektir.
3. Belâgat Prensibi: Delil, Müddeadan (İddiadan) Gizli Olamaz
İşte metnin kilit noktası burasıdır. Madem Kur’an’ın kâinattan bahsetmekteki maksadı “istidlal” (delil getirmek) ve “irşad”dır (yol göstermektir); o halde bu delilin, irşad edilecek olan muhatap (o günkü “hissiyat-ı âmme” yani halkın genel algısı) tarafından anlaşılır olması şarttır.
Bir muallim (öğretmen), maksadını anlatmak için bir misal verdiğinde, misal, anlatmak istediği asıl konudan daha karmaşık ve izaha muhtaç olursa, bu “ihlâl-i ifham” (anlatımı bozma) olur ve belâgata (sözün yerinde ve maksada uygun kullanılması san’atına) aykırıdır.
Metin, bu sırrı şu cümle ile ifade eder:
“Demek delil olan İntizam-ı Kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve Akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur.”
Hipotetik Misal (Kur’an’ın Neden Böyle Konuşmadığının İzahı):
Eğer Kur’an-ı Kerim, 1400 sene evvelki Arap çöllerindeki bedevîlere veya o günün insanlarına şöyle hitap etseydi:
“Ey insanlar! Fezada (boşlukta) süratle dönen ve gezen Arz küresine… Güneş’in kendi yörüngesindeki istikrarına (Solar Apex’e)… bu cisimleri birbirine bağlayan cazibe-i umumiye (kütle çekim) kanununa… yahut bir damla sudaki hayvanat-ı hurdebîniyeye (mikroskobik canlılara) bakın da Allah’ın kudretini anlayın!”
Böyle bir hitap, irşad olmazdı. Çünkü muhatap, “cazibe” nedir, “küre” nedir, “hurdebînî” (mikroskobik) nedir bilmezdi. Delil (cazibe), müddeadan (Allah’ın varlığından) daha “hafî” (gizli) ve daha “muhtac-ı izah” (izaha muhtaç) olurdu. Bu, “onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis” (açıkça hissettikleri şeylerin zıddına bir safsata teklif etmek) olurdu.
Kur’an’ın Kullandığı Belîğ (Edebi) Metod:
Kur’an, onlarca “maruf ve me’nus” (bilinen ve alışılmış) olanı kullanır. Onların hissettiği nedir? Yeryüzünün ayakları altında sabit bir “döşek” (beşik) gibi olması, gökyüzünün bir “tavan/bina” gibi başları üstünde durmasıdır. Kur’an, bu hissi alır ve “Bu döşeği kim serdi? Bu tavanı direksiz kim durduruyor?” diye sorarak asıl maksadına, yani *Sâni’*a intikal ettirir.
• Ayet ( Meali): Bakara Sûresi, 22. Ayet:
$$\text{اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَاداً وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ}$$
“O, yeryüzünü sizin için döşek, gökyüzünü de bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
Burada “döşek” (firaş) ve “bina” (binaen) kelimeleri, muhatabın hissine bir saygıdır.
• Ayet ( Meali): Nebe’ Sûresi, 6-7. Ayetler:
$${اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَاداًۙ ﴿٦﴾ وَالْجِبَالَ اَوْتَاداًۙ ﴿٧﴾}$$
“Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık kılmadık mı?”
Burada Arz’ın (Yerkürenin) küreviyetine (yuvarlaklığına) aykırı bir durum yoktur. “Döşek” (mihad) ve “kazık” (evtad) birer teşbih (benzetme) ve kinayedir (üstü kapalı söz).
4. Belâgat Kaidesi: “Maânî-i Ûlâ” ve “Maânî-i Sânevî”
Metnin devamı, bu belâgat sırrının nasıl çalıştığını “Fenn-i Beyan” (Belâgat İlmi) üzerinden izah eder.
• Maânî-i Ûlâ (Birinci Anlamlar): Kelimelerin suretine, lafzına, lügat manasına dayanan ilk anlamdır.
• Maânî-i Sânevî (İkinci Anlamlar): Kelimenin lügat anlamı değil, o kelimeyi kullanmaktaki “maksad ve garaz” (amaç ve niyet) olan asıl anlamdır.
Metindeki Misal: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse.
• Maânî-i Ûlâ (Suret): O kişinin kılıcının askısı uzundur.
• Maânî-i Sânevî (Maksad): O kişi uzun boyludur. (Çünkü ancak uzun boylu biri uzun kılıç askısı kullanır).
Şimdi, bu kaideye göre “sıdk ve kizb” (doğruluk ve yalan), birincil anlama (surete) göre değil, ikincil anlama (maksada) göre değerlendirilir. Eğer o kişinin kılıcı hiç olmasa bile, boyu gerçekten uzunsa, “Kılıncının bendi uzundur” sözü doğrudur. Çünkü maksat hasıl olmuştur.
Kur’an’a Tatbiki:
Kur’an “Yeryüzünü döşek kıldık” (Nebe’, 6) dediğinde:
• Maânî-i Ûlâ (Suret): Yeryüzü düz bir döşektir (ki bu, ilmî olarak doğru değildir).
• Maânî-i Sânevî (Maksad): Yeryüzü, üzerinde hayat sürmeniz, istirahat etmeniz, gezip dolaşmanız için (dönen bir küre olmasına rağmen) sarsıntısız, istikrarlı, mükemmel bir “beşik” ve “yaşam alanı” olarak yaratılmıştır.
İşte bu maksad (ikinci anlam) yüzde yüz doğrudur ve Sâni’in rahmet ve hikmetine delildir. Kur’an, hem avamın hissine (birinci anlama yakın durarak) saygı göstermiş, hem de hakikate (ikinci anlamla) işaret etmiştir. “Zevahir-i Âyâtı… maksada menâr etmiştir.” (Ayetlerin zahirî/görünür anlamlarını, asıl maksada giden bir deniz feneri yapmıştır).
5. İkaz: Bektaşî Temsili (Siyak ve Sibakın Önemi)
Metin, bu derin usûlü (metodu) anlayamayan ve ayetleri cımbızla çeken kişilerin düşeceği gülünç durumu, meşhur Bektaşî fıkrasıyla sonlandırır:
“…meşhur bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda (bahane bularak) demiş: ‘Kur’an diyor: ( لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) İlerisine de Hâfız değilim.’ Nazar-ı Hakikate karşı maskara olacaktır.”
Mesele şudur: Bektaşî’nin “Namaz’a yaklaşmayın” (لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) diye iktibas ettiği yer, bir ayetin sadece bir parçasıdır.
• Ayetin Tamamı ( Meali): Nisâ Sûresi, 43. Ayet:
$${يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارٰى حَتّٰى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُباً اِلَّا عَابِر۪ي سَب۪يلٍ حَتّٰى تَغْتَسِلُوا…}$$
“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar… namaza yaklaşmayın…”
Bektaşî, ayetin siyak ve sibakını (metin içi bağlantısını ve bağlamını), yani “ve entüm sükârâ” (siz sarhoş iken) kaydını atarak, ayetin maksadını (sarhoşken namazı yasaklamak) tamamen tersine çevirip (namazı mutlak surette yasaklamak) bir “maskara” olmaktadır.
Aynen bunun gibi, bir kimse de Kur’an’ın “Arz’ı döşek kıldık” ayetini alıp, Kur’an’ın asıl maksadı olan istidlâl-i Sâni’ (Yaratıcı’ya delil getirme) ve belâgat (muhatabın seviyesine inme) cihetini anlamayıp, “Bak, Kur’an Arz düzdür diyor, bilim ise yuvarlaktır diyor, demek ki (hâşâ) Kur’an bilimle çelişiyor” derse, o da hakikat nazarında aynı Bektaşî gibi “maskara” olur.
Hülasa (Sonuç)
Bu “Birinci Mukaddeme”, Kur’an tefsirinde muazzam bir kaide koymaktadır:
• Gerçek, selim Akıl ile sahih Nakil (Kur’an) çatışmaz.
• Kur’an, bir fizik veya astronomi kitabı değil, bir hidayet (doğru yolu gösterme) kitabıdır.
• Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi, Sâni’i (Yaratıcı’yı) isbat etmek içindir; bu sebeple delil, müddeadan (asılsız iddiadan) gizli olamaz.
• Kur’an, bu irşad vazifesi için, muhatapların hislerine ve anlayış seviyelerine saygı duyan bir belâgat dili (kinaye, teşbih, mecaz ve ikincil anlamlar) kullanır.
• Bu belîğ üslup, hem o günün avamını (halk tabakasını) irşad eder, hem de “telvih ve işaret ettiği” (dolaylı olarak gösterdiği) derin manalarla gelecekteki ehl-i fen (bilim adamları) ve ehl-i tahkik (araştırmacılar) gibi havas (seçkinler) zümresini tatmin eder.
===============•-•===============
İkinci Mukaddeme
Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir. Âlemde meyl-ül istikmal vardır. (1)
(1): Bizim bir Kürd demiştir:
Her zerrede temayül ayandır tekâmüle
Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile
Bir Nokta-i Kemale şitab üzre Kâinat,
Ol Noktaya teveccüh ile yükselir Hayat.
Kahriyyat
Onun ile Hilkat-ı Âlem, Kanun-u Tekâmüle tâbidir. İnsan ise; Âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl- üt terakki mevcuddur. Bu meyil ise Telahuk-u Efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u Efkâr ise; Tekemmül-ü Mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü Mebadi ise; Fünun-Ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka’ ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyeden çok mesail var ki: Mebadi ve vesaitin tekemmülüyle ve telahuk-u efkârın keşfiyatıyla, bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlar ile oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Halbuki Hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikmet ve vüs’at-i kariha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla müvazene olunsa, tereccuh edip ağır gelecektir. Noksaniyet İbn-i Sina’da değil; çünki ibn-i zamandır. Onu nâkıs bırakan, zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, kolomb-u zûfünun’un sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. Fakat bununla beraber şimdi gelecek bir Hakikatı nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail iki kısımdır:
Birisinde telahuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasılki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.
Kısm-ı diğerîde esas itibariyle telahuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasılki hariçte bir uçurum üzerinden atlamak veyahut bir dar yerden geçmekte küll ve küll-ü vâhid birdir. Teavün faide vermez.
Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekseri, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı, ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi maneviyat veya Ulûm-u İlahiyedendir. Lâkin eğer çendan telahuk-u efkâr bu kısm-ı saninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemez ise de; bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.
Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu Sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mahareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik Hakaik-i Mahza ve Mücerredat-ı Sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta Latife-i Rabbaniye denilen Kalbin sektesini ve Cevher-i Nuranî olan Aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların Akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…
— · ⁖ · —
Üçüncü Mukaddeme
İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i yunaniyenin bir kısmı, Daire-i İslâmiyet’e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki:
O necib Kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktaki içlerinden Hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan Din-i Mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız Dinin Marifetine inhisar eylediler. Fakat Kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlal için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvî muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur’an idi. Bundan sonra Kavm-i Arab sair akvamı bel’ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan israiliyat ise Vehb, Kâ’b gibi Ülema-i Ehl-i Kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arabların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o Efkâr-ı Safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira Ülema-i Ehl-i Kitabdan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet Celalet ve Tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular.. reddedilmedi. Çünki İslâmiyet’in usûlüne müsadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ, sonra Hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.
Hem de vaktaki şu israiliyat, Kitab ve Sünnet’in bazı îmaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat Âyât ve Hadîsin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû’-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf- ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı Âyât ve Ehadîsi o hikâyat-ı israiliyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve Hadîs-i Sahihtir. Yoksa Ahkâmı mensuh olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet mâsadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki mâsadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.
Hem de vakta hikmet-i yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pekçok esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi Tahkikten taklide bir yol açtı.
Hem de Âb-ı Hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet nasılki ihtilat-ı a’cam ile Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla, Muhakkikîn-i Ülema o melekeyi muhafaza etmek için, Ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve israiliyat dahi Daire-i İslâmiyete duhûlleriyle beraber, bazı Nekkad-ı Muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa!. tamamıyla muvaffak olamadılar.
İş bu kadar da kalmadı. Çünki Tefsir-i Kur’an’a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur’anın Nakliyatını bazı israiliyata tatbik ve bir kısım Akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünki gördüler ki, Kur’an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle… Sonra Kitab ve Sünnetin bazı Nakliyat-ı Sadıkalarıyla ve bazı muharref israiliyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.
Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti Kitab ve Sünnetin manalarına tefsir ve maksadlarına beyan zannedip hükmeylediler.
Kellâ.. sümme kellâ!..Zira Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı İ’cazıdır. Müfessiri Eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklın tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünki o, onları tezkiye etmezse; şehadetleri mesmu’ olamaz. Evet Süreyya’yı serada değil, Semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da Sikke-i Belâgat olmadığından Kur’an kabul etmez.
Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek Vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât veyahut hikmetin ebatîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra Âyât ve Ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız” dediğin vakit alacağın cevab şudur: “Yahu! İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, Nekkad-ı Hakikat reddeder. Sultan-ı İ’caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen Âyet ve Hadîsin Nizamlarına taarruz ettiğinden Âyet şikayet edip Hâkim-i Belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve Müşteri-i Hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.
Tenvir için bir darb-ı mesel:
Kürdlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi; hırsızlığın tebeyyün edecektir. O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın san’atıdır.” Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile
فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِ¬۪ينْ ژِمِنْ
derdi. Yani: “Tanin sizden, bal benden.”
Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi!.. Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki Kalb ve Vicdana Ervah-ı Hakaiki vahyeden o Kitab-ı Kâmilin Kelimatı Melaike gibidirler.
Hadîs, Maden-i Hayat ve Mülhim-i Hakikattır. Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o Hakaik-i Âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan Hakaik-i Âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin…
H â t i m e
Bu Mukaddimeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir Tefsir-i Kur’an istiyor. Evet her zamanın bir Hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı Âmmeye hocalık edecek yine Efkâr-ı Âmme-i İlmiyedir. Bu Sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i Azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs Muhakkikîn-ı Ülemadan müntehab bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir Tefsiri te’lif etmekle, sair Tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem’ etmelidirler. Evet meşrutiyettir, herşeyde meşveret hükümfermadır. Efkâr-ı Umumiye dahi didebandır. İcma-i Ümmetin hücciyeti, buna hüccettir.
— · ⁖ · —
Bu iki mukaddeme, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Kur’an tefsirine dair takip edeceği usûlün (metodolojinin) ve İslâmî ilimlerin nasıl anlaşılması gerektiğinin temellerini atmaktadır.
• İkinci Mukaddeme: Zamanın ilerlemesiyle ilimlerin nasıl tekâmül ettiğini, fakat bu tekâmülün “maddî” ve “manevî” ilimlerde nasıl farklı tezahür ettiğini izah eder.
• Üçüncü Mukaddeme: İslâm tefekkür (düşünce) tarihine sızan “İsrailiyat” ve “Yunan Hikmeti (Felsefesi)” gibi yabancı unsurların, Kur’an hakikatlerinin anlaşılmasında nasıl bir ihtilâl-i efkâra (fikir karışıklığına) sebebiyet verdiğini tenkit eder.
Aşağıda bu iki mühim mukaddemenin tafsilatlı bir şerhini bulacaksınız.
İKİNCİ MUKADDEME’NİN İZAHI:
(İlimlerin Tekâmülü, Maddiyat ve Maneviyat Ayrımı)
Bu mukaddeme, ilmin ve idrakin zaman içindeki seyrini tasvir eder.
Ana Fikir: Maziden Müstakbele Fikrî Tekâmül
Metnin ana tezi, “Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir.” cümlesidir. Yani, geçmişte isbata muhtaç, derin nazarî (teorik) tetkik gerektiren bir hakikat, gelecekte herkesin kolayca anlayabileceği bedihî (apaçık, aksiyomatik) bir bilgi haline gelebilir.
Bu tekâmülün (kemale erme sürecinin) mekanizması şöyle izah edilir:
• Meyl-ül İstikmal (Kemâle Meyil): Kâinatta (âlemde) umumî bir “istikmal meyli”, yani noksanlıktan kemâle doğru bir temayül vardır. Bu, hilkatin (yaratılışın) yapısına dercedilmiştir.
• Meyl-üt Terakki (İlerlemeye Meyil): İnsan, kâinatın bir semeresi (meyvesi) ve eczası (cüzü) olduğundan, onda da bu kemâle meyil, “terakki meyli” (ilerleme arzusu) olarak tezahür eder.
• Telahuk-u Efkâr (Fikirlerin Birikimi): Bu terakki meyli, tek bir şahsın gayretiyle değil, Telahuk-u Efkâr yani “fikirlerin birbirine eklenmesi, birikimli olarak ilerlemesi” ile neşv ü nema bulur (gelişir).
• Tekemmül-ü Mebadi (Esasların Olgunlaşması): Fikirlerin birikimi ise, Tekemmül-ü Mebadi yani “ilimlerin temel esaslarının ve vasıtalarının olgunlaşması” ile inbisat eder (genişler).
Misaller: İbn-i Sina ve Kolomb
Üstad Hazretleri, bu fikri isbat için iki parlak misal verir:
• İbn-i Sina: Hikmetin bir pederi (babası) hükmünde olan İbn-i Sina; zekâsı, fikir kuvveti ve hikmetiyle bu zamanın yüzlerce hükemasından (düşünüründen) üstün olsa da, zamanının noksaniyeti sebebiyle (çünkü ibn-i zamandır) bazı bedihî meselelerde geri kalmıştır. Bugünün çocuklarının bildiği coğrafya, kimya veya kozmoğrafya hakikatleri, onun zamanında mebadi (temel esaslar) ve vesait (araçlar) tekemmül etmediği için ona nazarî (teorik) ve hafî (gizli) kalmıştır.
• Kolomb (Columbus): Yeni Dünya’nın (Amerika’nın) keşfi, Kolomb’un tebahhur-u fikrine (fikir derinliğine) ve mehaliki iktihamına (tehlikelere atılmasına) bağlı büyük bir hadise idi. Faraza bu keşif bu zamana kalsa idi, “hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de” basit bir pusula ile bu keşfi yapabilirdi.
Asıl Mesele: İlimlerin İki Kısma Ayrılması
Mukaddemenin kilit noktası burasıdır. Üstad, ilimleri (mesaili) iki kısma ayırır:
1. Kısım (Maddiyat ve Ulûm-u Maddiye):
• Misali: Büyük bir taşı kaldırmak.
• Usûlü: Teavün (yardımlaşma) ve Telahuk-u Efkâr (fikir birikimi) elzemdir. Bin kişi, bir kişiden daha güçlüdür.
• Muvaffakiyet: Tedricîdir (aşamalıdır). İbn-i Sina’nın bilemediğini, asırlar sonra gelen bir çocuk bilebilir.
2. Kısım (Maneviyat ve Ulûm-u İlahiyye):
• Misali: Bir uçurum üzerinden atlamak veya dar bir yerden geçmek.
• Usûlü: Teavün (yardımlaşma) ve Telahuk-u Efkâr (fikir birikimi) bu kısmın mahiyetini (özünü) değiştirmez. “Bin de, bir de birdir.” İman hakikatlerini veya İlahî sıfatları idrak etmek, şahsî bir tecrübe ve def’î (anî) bir inbisat (açılım) ile olur.
• Muvaffakiyet: Def’îdir (birdenbire olur). Bir sahabenin, velayetin en yüksek mertebesindeki bir zâtın asırlarca çalışarak elde edeceği hakikate bir anda sohbet-i nebevî ile vasıl olması gibi.
• İstisna: Telahuk-u efkâr bu kısmın mahiyetini (özünü) değiştirmese de, “bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.” Yani, iman hakikatlerinin isbat yollarını (bürhanları) daha net, açık ve kuvvetli hale getirebilir.
Tenkit: Maddiyyun Zihniyetinin Maneviyattaki Gabâveti
Mukaddeme, mühim bir “sır” ile biter: “Kim bir şeyde çok tevaggul etse (derinleşse); galiben başkasında gabileşmesine (idraksizleşmesine) sebebiyet verir.”
Buna binaen:
• “Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur.”
• Maddî ilimlerde mahareti olanın, manevî ilimlerde ve İlahî hakikatlerde hükmü hüccet (geçerli delil) değildir; sözü dahi şâyan-ı istima’ (dinlemeye değer) değildir.
• Misal: Tıbbî bir mesele için tabibe bedel (yerine) mühendise müracaat etmek, hastanın vefatına davetiye çıkarmaktır.
• Netice: Hakaik-i Mahza (sırf hakikatler) ve Mücerredat-ı Sırfe (sırf soyut meseleler) olan maneviyatta, maddiyyunun (materyalistlerin) hükümlerine müracaat etmek; “Latife-i Rabbaniye denilen Kalbin sektesini (durmasını) ve Cevher-i Nuranî olan Aklın sekeratını (can çekişmesini) ilân etmek demektir.”
Bu tenkidin esası, şu ayet-i kerimede mündemiçtir:
﴿أَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَar وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ﴾
Meali: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler kör olmaz; asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22:46)
Üstad’ın “Herşeyi maddiyatta arayanların Akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…” hükmü, bu ayetin bir tefsiri gibidir. Maneviyatın idrak mahalli kalbdir (Latife-i Rabbaniye); sadece maddî âleme bakan göz (basar) değil, basiret (kalb gözü) lazımdır.
ÜÇÜNCÜ MUKADDEME’NİN İZAHI:
(Tefsir Usûlüne Giren İsrailiyat ve Yunan Hikmetinin Tenkidi)
Bu mukaddeme, İslâm ilim geleneğine, bilhassa Tefsir ilmine giren ve efkârı ihtilâle veren (fikirleri karıştıran) iki yabancı kaynağı tenkit eder.
Problem 1: İsrailiyat’ın Duhûlü (Girişi)
• Zemin: Cahiliye devrinde ümmet-i ümmiye (okuma yazma bilmeyen bir topluluk) olan Kavm-i Arab, İslâm ile uyanmış ve bütün rağbetlerini Dinin Marifetine (Dini tanımaya) hasretmiştir. Kâinata bakışları teşrihat-ı hikemiye (hikmetli analiz) için değil, istidlal (Allah’ın varlığına ve birliğine delil çıkarma) içindi. Yegâne mürebbileri (terbiyecileri) Kur’an idi.
• Sızma (Tedahül): Vehb (İbn Münebbih) ve Kâ’b (el-Ahbâr) gibi Ülema-i Ehl-i Kitab (Ehl-i Kitap âlimleri) İslâmiyet’e dâhil olunca, muharrefe (tahrif edilmiş) olan eski malûmatları (İsrailiyat) da onlarla beraber İslâm hazinesine girdi.
• Kabul Sebebi: Bu zatlar İslâmiyet şerefiyle tekemmül ettiklerinden, onların müzahrefe-i sâbıka (önceki süslü, asılsız) malûmatları da makbul ve müsellem (kabul edilmiş) gibi oldu.
• Tenkitsizlik: Bu rivayetler, İslâmiyet’in usûlüne (temel esaslarına) müsadim (zıt, çarpışan) olmadığından ve ehemmiyetsiz görüldüğünden, hikâyat (hikâyeler) gibi dinlendi ve tenkitsiz bırakıldı.
• Netice: “Fakat hayfâ (ne yazık ki), sonra Hak olarak kabul edildiler, çok şübeh (şüphe) ve şükûkata (şeklere) sebebiyet verdiler.”
• Tefsirdeki Hata: En büyük hata, bu İsrailiyat’ın, Kur’an ve Sünnet’in bazı îmaatlarına (işaretlerine) merci (kaynak) ve mefahimlerine (anlamlarına) me’haz (dayanak) yapılmasıdır. Zahirperestler (yüzeysel bakanlar), bu rivayetleri ayetlerin manası zannettiler. Halbuki onlar mana değil, belki doğru olsalardı ancak mâsadak (mananın tatbik edildiği bir fert, bir örnek) olabilirdi.
• Kaide: “Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve Hadîs-i Sahihtir. Yoksa Ahkâmı mensuh (hükmü kaldırılmış) olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.”
Bu noktada Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin Müheymin (gözetici, tasdik edici ve tashih edici) vasfı hatırlanmalıdır:
﴿وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِناً عَلَيْهِ…﴾
Meali: “Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik…” (Mâide, 5:48)
Kur’an, önceki kitaplara Müheymin (hâkim) iken, o kitapların muharref (tahrif edilmiş) rivayetlerini Kur’an’a tefsir yapmak, Müheymin olanı, Müheymin aleyh (hüküm altında) olana tâbi kılmaktır ki, bu apaçık bir hatadır.
Problem 2: Hikmet-i Yunaniye’nin (Yunan Düşüncesi) Duhûlü
• Zemin: Me’mun (Abbasi Halifesi) devrinde, Yunan hikmetini (felsefesini) “Müslüman etmek” niyetiyle tercüme edildi.
• Hata: “Pekçok esatîr (mitoloji) ve hurafatın (hurafelerin) menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine (kokuşmuş) olduğundan” safî olan Arap efkârını (düşüncelerini) bulandırdı.
• Netice: Tahkikten taklide bir yol açtı. (Araştırmadan, körü körüne taklide). Âb-ı Hayat (hayat suyu) olan İslâmiyet’ten hakikatleri istinbat etmek (çıkarmak) yerine, o hikmete telemmüz (öğrencilik) etmeye tenezzül ettiler.
Umumî Hata: Tevilde Sirkat (Hırsızlık)
Bazı ehl-i zahir (yüzeysel âlimler), Kur’an’ın Nakliyatını (kıssalarını) İsrailiyata; Akliyatını (aklî delillerini) ise Yunan hikmetine tatbik ettiler. Bu yabancı kaynaklarla Kur’an arasında bir mutabakat (uygunluk) ve müşabehet (benzerlik) tevehhüm (zannettiler) ve bu zannı “tefsir” olarak sundular.
Bediüzzaman’ın Cevabı: “Kellâ.. sümme kellâ!..”
• “Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı İ’cazıdır. Müfessiri Eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir.”
(Kur’an’ın doğruluğunun delili kendi icazıdır [mu’cizeliğidir]. Onun tefsircisi yine kendi parçalarıdır [diğer ayetlerdir]. Manası dışarıda değil, kendi içindedir. O, sedef içindeki inci gibidir, değersiz bir çamur parçası değildir.)
• “Süreyya’yı serada değil, Semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında (sedeflerinde) ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama…”
• Alo’nun Bal Hırsızlığı Misali: Üstad, bu hali, Kürtlerin bir darb-ı meseli ile izah eder: Alo isimli bir bal hırsızı, yabancı arıları boş bir peteğe doldurur, balı ise başka yerden çalarmış. Soranlara “Bu, bal mühendisi arılarımın san’atıdır” der, sonra arılara dönüp “فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِ¬۪ينْ ژِمِنْ” (Tanin sizden, bal benden / Vızıltı sizden, bal benden) dermiş.
• Teşbihin İzahı: Ey hevesiyle tevil yapan (yorumlayan) efendi! Senin yaptığın da budur. Elfaz (Kur’an’ın lafızları) arı kovanı gibidir; sen ise manayı (balı) Yunan hikmetinden veya İsrailiyat’tan sirkat edip (çalıp) o lafızların içine koyuyorsun. Sonra da “İşte ayetin manası budur” diyorsun.
• Hakikat: “Halbuki senin manan bal değil, zehirdir.” Ve o lafızlar arı değil, “Kalb ve Vicdana Ervah-ı Hakaiki (Hakikatlerin Ruhlarını) vahyeden o Kitab-ı Kâmilin Kelimatı Melaike gibidirler.”
Netice: İfrat ve Tefrit Çıkmazı
• İfrat (Aşırılık): Bu çürük, yabancı malûmatı İslâmiyet’e dâhil etme hususunda gösterilen müsamaha (gevşeklik) bir ifrat idi.
• Tefrit (Tepkisel Reddiyecilik): Bu ifrat, bir tefrite sebeb oldu. Ehl-i tenkid (insafsız tenkitçiler), Hakaik-i Âliye (yüce hakikatler) içine karışmış bu çürük şeyleri gördüklerinde, “umum defineyi kalp (sahte) ve umum elmaları acı zannedip” İslâm’ın bütün hakikatlerinden ürktüler ve nefret ettiler.
Halbuki bir bostana dışarıdan düşmüş “çürük ve acı bir elma” yüzünden bütün bostanı, veya bir defineye girmiş “bir silik para” yüzünden bütün defineyi inkâr etmek, hak ve insaf değildir.
HÂTİME’NİN İZAHI:
(Çözüm Teklifi: Meşveret ile Kolektif Tefsir)
Bu iki mukaddemenin tahlilinden sonra, Üstad Hazretleri bir Hâtime (Sonuç) ile çözüm teklifini sunar:
• İhtiyaç: Efkâr-ı umumiye (kamuoyu), Kur’an’ın hakikatlerini bu asrın idrakine uygun bir şekilde izah edecek yeni bir Tefsir-i Kur’an istemektedir.
• Usûl: “Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır.” Yani, zamanın getirdiği yeni ilimler (İkinci Mukaddeme’de bahsi geçen fünun-ekvan) ve hadiseler, Kur’an’ın bazı gizli hakikatlerini ortaya çıkaran birer keşif aracıdır.
• Teklif (Çözüm): “Müfessir-i Azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde (büyük tefsirci olan zamanın başkanlığı altında)”, her fende mütehassıs (uzman) olan Muhakkikîn-i Ülemadan (araştırmacı âlimlerden) müteşekkil bir “meclis-i meb’usan-ı ilmiye” (bir ilim meclisi, bir nevi bilim akademisi) teşkil edilmelidir.
• Vazifesi: Bu meclis, meşveret ile (danışarak) bir tefsir te’lif etmeli; böylece geçmiş tefsirlerde münkasım (dağınık) bulunan mehasin (güzellikler) ve kemalâtı, mühezzebe (düzeltilmiş, ayıklanmış) ve müzehhebe (yaldızlanmış, süslenmiş) bir surette cem’ etmelidir (toplamalıdır).
• Gerekçe: Bu, meşrutiyet (meşveret) devrinin ruhuna uygundur. Zira İcma-i Ümmet (Ümmetin fikir birliği) nasıl bir hüccet ise, böyle bir âlimler heyetinin meşvereti de o derece kuvvetli bir hüccet olacaktır.
Bu teklif, Kur’an’ın sadece dinî ilimler açısından değil, aynı zamanda fünun-u ekvan (kozmik bilimler, fen bilimleri) açısından da tefsir edilmesi gerektiğini ve bunun tek bir şahsın değil, Telahuk-u Efkâr (İkinci Mukaddeme) prensibine uygun olarak bir şûrâ-yı ilmiye (ilim şûrâsı) marifetiyle yapılması gerektiğini isbat eder.
﴿…وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِ…﴾
Meali: “…İş hakkında onlara danış…” (Âl-i İmrân, 3:159)
﴿…وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ…﴾
Meali: “…Onların işleri, aralarında danışma (şûrâ) iledir…” (Şûrâ, 42:38)
===============•-•===============
Dördüncü Mukaddeme
Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir. Yani sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak veyahut başka ağraz için, zalimane ve istibdadkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede… Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san’atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı san’atperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise; “Senin dest-i hattındır” denilir ise; o emir san’atın tenasüb ve müvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i’raz ve teberri edecektir. “Hâşâ ve kellâ” diyecektir. Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye -“Birşey sabit olsa, levazımıyla sabit olur.”- istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki; çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir u’cube olarak zihinlerinde tecessüm eder. Eğer istersen hayalât-ı acemane içinde perverde olan rüstem-i zâl’in timsal-i manevîsine bak, gör.. ne u’cubedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç iranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle iranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddime olduğu için şu hârikulâde şecaat hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabi’leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil na’ra vurarak “Ben nev’un münhasırun fi’ş-şahs’ım” der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak, dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.
Ey Hakikatı çıplak görmek isteyen zât!.. Bu Mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve Bab-ı Tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve Seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin
Efendi’ye de: “Bu garib sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların Zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder.” Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.
H â t i m e
İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir Dane-i Hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek Farzdır. Cem’iyete dâhil olan, cem’iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur. Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile bazı Ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehalettir. Evet Hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i Kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’an olan Ehadîs-i Sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan Tevarih-i Sahihaya kanaat ederiz.
Beşinci Mukaddeme
Mecaz, İlmin elinden cehlin eline düşse Hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, İlmin Yemin-i Nuranîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, Hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. Evet mecaz şeffafiyetiyle Şu’le-i Hakikat ondan telemmu’ eder. Fakat Hakikata inkılabıyla kesif olup, Hakikat-ı Asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir Kanun-u Fıtrîdir.
Buna şahid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün Sırlarına müracaat et. İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maâni, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür’et-i tağyire sebeb olmuşlardır. Bu kaide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maâni ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır. Bu Hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim- şeffaftır.”
İşte bak: Nasıl teşbih Hakikat olup hayluletiyle Hakikat-ı Hali münhasif etmiştir. Zira mail-i kamer, mıntakat-ül büruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zâten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse; arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur…
Ey benim şu müşevveş Sözlerimden usanmayan zât!.. Bu Mukaddimeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve Belâgatı rehber etmek gerektir.
H â t i m e
Mana-yı Hakikînin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, Makasıd-ı Şeriatın müvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. Mecazın cevazı ise, Belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı Hakikat ve Hakikatı mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meyl-üt tefrit ne derecede muzır ise öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız Felsefe-i Şeriatla Belâgat ve Mantık ile Hikmettir. Evet Hikmet derim, çünki Hayr-ı Kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. Usûl-ü müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için Hayr-ı Kesîri tazammun eden Emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece Hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki Hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsuru’l-Belâgat” bölümünde yer alan “Dördüncü Mukaddeme” ve “Beşinci Mukaddeme” metinleri, hakikat arayışında (tahkik) karşılaşılan iki büyük tehlikeyi ve hurafelerin (yanlış inançların) menbaını tasvir etmektedir.
Bu iki mukaddeme, hakikatin nasıl bozulduğunu (tahrif olduğunu) ve ilmin nasıl cehle inkılab ettiğini izah eder. Birincisi, sosyal ve tarihî bir tahrif mekanizması olan şöhret; ikincisi ise lisanî ve itikadî bir tahrif mekanizması olan mecazdır.
Talep ettiğiniz üzere, bu iki mühim konunun ayetler ve müradif (alakalı) kavramlar ışığında geniş ve detaylı izahı aşağıdadır:
BÖLÜM 1: DÖRDÜNCÜ MUKADDEME – ŞÖHRETİN HAKİKATİ PERDELEMESİ
Bu mukaddeme, “şöhret”in, bir şahsı veya fikri nasıl aslından uzaklaştırıp bir “u’cube” (garabet) haline getirdiğini ve bunun tahkik yolunu nasıl kapattığını izah eder.
1. Metnin Tahlil ve İzahı
Ana Fikir: “Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder.”
Beşerin yapısında (seciyesinde), kıymetli bir şeyi veya garip bir hadiseyi, o sahanın en meşhur şahsına isnat etme (dayandırma) meyli vardır. Bu, o söze “revac” (geçerlilik) kazandırmak veya tekzip edilmesini (yalanlanmasını) engellemek gibi maksatlarla yapılır.
• Tahrifin Mekanizması: Metin, bu isnadı “zalimane ve istibdadkârane” olarak tasvir eder. Bir milletin ortak düşünce mahsulleri (netaic-i efkârı) veya güzel ahlakı (mehasin-i etvarı) tek bir şahsa yüklenir.
• Neticesi: O şahsı bu kadar eserin “mercii” (kaynağı) olarak kabul edebilmek için, tahayyül (hayal gücü) o şahsa “levazım-ı hârikulâde” (olağanüstü gereklilikler) isnat etmeye mecbur kalır. Ona harika bir kuvvet, dehşetli bir zekâ, çok uzun bir ömür atfeder.
• Misal (Rüstem-i Zâl): İran kahramanı Rüstem misali verilir. Şecaati (cesareti) ile meşhur olduğundan, İranlıların bütün mefahirini (övünç kaynaklarını) kendi şahsında toplamış, hayallerde “şişmiş” ve hakikatten kopuk, “Gulyabanî” gibi hurafeleri arkasına takan bir efsaneye dönüşmüştür.
• Misal (Molla Nasreddin): İkinci misal olarak verilen Molla Nasreddin (Nasreddin Hoca) ise, bu durumu latif bir surette reddeder. Kendisine isnat edilen bütün o garip sözler (nevadir) için, “Ben hocayım. Onların Zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem.” der. Zira fazlası, onun “zarafetini tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder” (yapmacıklığa dönüştürür).
• Tehlike: Bu mukaddeme, “hurafatın kapısı bu yerden açılır” ve “Bab-ı Tahkik (hakikati araştırma kapısı) dahi bunun ile seddolur (kapanır)” diyerek en mühim tehlikeye işaret eder.
Hatime’nin (Sonuç) İzahı:
Hatime, bu sosyal tahlili en tehlikeli alana, yani dinî rivayetlere tatbik eder:
• “Bir Dane-i Hakikat bir harman hayalâta müreccahtır.” Az da olsa saf hakikat, hayallerle şişirilmiş bir yığından üstündür.
• “İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir.” Allah’ın bir şahsa verdiği faziletten (erdemden) fazlasını ona yüklemeye çalışmak, iyilik değil, tahriftir.
• Tatbiki (Hadis Mevzuu): Avamı teşvik (tergib) veya korkutma (terhib) gayesiyle, uydurma rivayetleri (Ehadîs-i mevzua) İbn-i Abbas (r.a.) gibi ilmiyle meşhur zatlara isnat etmek, tam da Dördüncü Mukaddeme’de anlatılan “şöhret” hastalığının bir neticesidir. O sözün kabul görmesi için İbn-i Abbas’ın şöhreti kullanılır.
• Çözüm: “Hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir… Müfessir-i Kur’an olan Ehadîs-i Sahiha bize kifayet eder.”
2. Müradif (Alakalı) Kavramlar
• İfrat ve Taassup: Bir şahsı sevmede veya ona kıymet vermede ifrata (aşırılığa) gitmek, hakikati görmeye mani olan bir taassup perdesi çeker.
• Tahkik ve Tenkit: Şöhretin parlaklığı, aklın tahkik ve tenkit kabiliyetini köreltir. “Bunu falan zat söylemişse doğrudur” şeklindeki taklidî yaklaşım, tahkikî imanın zıddıdır.
• Şirk-i Hafî (Gizli Şirk): Sebeplere ve şahıslara, kabiliyetlerinin ve Allah’ın onlara verdiği hissenin fevkinde bir makam, tesir ve ilim isnat etmek, rububiyet-i İlahiyeye karşı bir nevi gizli ortak koşma manasına gelir.
• Rivayetperestlik: Delile (isbata) ve senedin sıhhatine bakmaksızın, sadece meşhur bir kitaptan veya şahıstan geldiği için bir haberi kabul etme hastalığıdır.
3. Konuyla Alakalı Ayet-i Kerimeler ( Meali)
Şöhrete veya zanna değil, hakikate ve ilme tabi olmayı emreden ayetler:
• Zannın Değersizliği:
$${Yûnus 10:36 – “Onların çoğu zandan başkasına uymaz. Şüphe yok ki zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yaptıklarını elbette bilmektedir.”}$$
İzah: Şöhrete dayalı isnatlar, ilim değil, “zan” kategorisindedir. Zan ise hakikat namına bir değer taşımaz.
• Bilmediğinin Ardına Düşmemek (Tahkik Emri):
$${İsrâ 17:36 – “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”}$$
İzah: Bir sözün meşhur bir zata ait olup olmadığını tahkik etmeden kabul etmek, tam da bu ayetin nehyettiği (yasakladığı) bir davranıştır.
• Şahısları Aşırı Yüceltmenin Yasaklanması (İfrat):
$${Nisâ 4:171 – “Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Şu hâlde Allah’a ve peygamberlerine inanın. “(İlah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”}$$
İzah: Bu ayet, Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’yı (a.s.) şöhretinden ve harika vasıflarından dolayı nasıl ilahlaştırdığını (ifrat) gösterir. Aynı tehlike, başka şahıslar için de geçerlidir.
• Allah Adına Yalan Uydurmak (Mevzu Hadisler):
$${Nahl 16:116 – “Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin; çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”}$$
İzah: Peygamber (a.s.m.) adına hadis uydurmak, O’nun şöhretini kullanarak Allah’ın dinine iftira etmektir.
BÖLÜM 2: BEŞİNCİ MUKADDEME – MECAZ’IN HAKİKATE İNKILABI
Bu mukaddeme, “mecaz”ın (metator, alegori), cehlin eline düştüğünde nasıl asıl manasını yitirip lafzî (literal) bir hurafeye dönüştüğünü izah eder.
1. Metnin Tahlil ve İzahı
Ana Fikir: “Mecaz, İlmin elinden cehlin eline düşse Hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar.”
Mecaz, aslında ilmin elinde bir vasıtadır. Hakikatin parıltısının (Şu’le-i Hakikat) kendisinden göründüğü “şeffaf” bir perdedir. Bir hakikati, insanların zihnine yakınlaştırmak için kullanılan bir teşbih (benzetme) veya temsildir.
• Tahrifin Mekanizması: Bu mecazlar “cehlin yesar-ı muzlimanesi” (cehaletin karanlık solu) tarafından “İlmin Yemin-i Nuranîsinden” (ilmin nurlu sağından) kaçırılırsa veya zamanla mecaz olduğu unutulursa, “hakikate inkılab eder.”
• Neticesi: Mecaz, asıl maksadını kaybeder. “Şarap iken serap… nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ (kocakarı)” olur. Yani, hakikati gösteren latif bir vasıta iken, hakikatin üzerini örten “kesif” (yoğun) bir engel haline gelir.
• Misal (Ay Tutulması): Metin, bu dönüşümü harika bir misalle izah eder.
• İlmî Hakikat (Ehl-i Heyet): Astronomi alimleri, Ay’ın yörüngesinin (mail-i kamer) Dünya’nın yörüngesiyle (mıntakat-ül büruc) kesiştiği iki varsayımsal noktaya “Re’s” (Baş) ve “Zeneb” (Kuyruk) adını verdiler. Bu iki kavisi, bir yılan veya ejderhaya (Tinnîn) teşbih ettiler. Ay bu noktalara geldiğinde Dünya’nın gölgesi (hayluleti) ile tutulur (inhisaf).
• Cehlin Elinde Mecaz: Üstad’ın çocukken validesinden duyduğu cevap: “Yılan Ay’ı yutmuş.”
• Tahlil: Alimlerin kullandığı “Tinnîn” (yılan/ejderha) teşbihi, avamın elinde hakiki bir yılana dönüşmüştür. Mecaz, hakikate inkılab etmiş ve asıl ilmî hakikatin (arzın hayluleti) üzerini örtmüştür.
• Tehlike: “Bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler.”
Hatime’nin (Sonuç) İzahı:
Hatime, bu lisanî tahrifin itikadî (inançlı) sahada doğurduğu iki zıt (aykırı) ve tehlikeli mezhebi tasvir eder:
• Tefrit (Eksiklik) – Zahiriyyun: “Herşeyi zahire hamlettire ettire… Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek.” Bu görüş, dindeki (Kur’an ve Sünnet’teki) bütün mecazları, teşbihleri ve temsilleri reddedip her şeyi zahirî, lafzî manasına alır. Bu durum, Allah’a mekân ve cisim isnat etmeye (teşbih ve tecsim) kadar giden bozuk itikatlara sebep olur.
• İfrat (Aşırılık) – Bâtıniyyun: “Herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra… Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek.” Bu görüş ise, dinin zahirî (açık) ve muhkem (temel) emirlerini (namaz, oruç, hac gibi) dahi “bunlar mecazdır, bunların derûnî/batınî manaları vardır” diyerek reddeder. Bu da şeriatın inkârına ve ilhada (dinsizliğe) kapı açar.
Çözüm (Hadd-i Evsat – Orta Yol):
Metin, bu iki aşırılığı kıracak “Hadd-i Evsat”ı (dengeli orta yolu) gösterir: “Felsefe-i Şeriat (Şeriatın hikmeti/felsefesi), Belâgat (Söz sanatları ilmi) ve Mantık ile Hikmettir.”
Bir ifadenin hakikat mi mecaz mı olduğunu anlamak için, o ifadenin Belâgat kaidelerine uyup uymadığına, Mantık süzgecinden geçip geçmediğine ve Şeriatın genel maksatlarına (Makasıd-ı Şeriat) uygun olup olmadığına bakmak lazımdır.
2. Müradif (Alakalı) Kavramlar
• Muhkem ve Müteşabih: Kur’an ayetlerinin bir kısmı “muhkem” (manası açık, temel), bir kısmı “müteşabih”tir (manası kapalı, teşbihe veya tefsire muhtaç). Mecazlar, müteşabih kısmına dahildir.
• Teşbih ve Temsil: Hakikatleri akla yakınlaştırmak için kullanılan benzetme ve misal getirme sanatıdır.
• Hakikat ve Mecaz: Kelimenin asli manası (hakikat) ve asli manası dışında bir alaka ile kullanıldığı ikinci manasıdır (mecaz).
• Tevil: Müteşabih bir lafzı, muhtemel manalarından birine (Kur’an ve Sünnet’in bütünlüğüne uygun olarak) hamletmektir.
• Tahrif: Kelimenin manasını bozmak veya saptırmaktır. Mecazı hakikat zannetmek bir tahriftir.
3. Konuyla Alakalı Ayet-i Kerimeler ( Meali)
• Kur’an’ın Muhkem ve Müteşabih Olması:
$${Âl-i İmrân 3:7 – “Kitabı sana indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, “Biz ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır” derler. (Bu incelikleri) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”}$$
İzah: Bu ayet, tam da Beşinci Mukaddeme’nin merkezindedir. “Kalplerinde eğrilik olanlar” (cehalet veya kötü niyet), “müteşabih” (mecaza açık) ayetlere takılarak fitne çıkarırlar. “İlimde derinleşmiş olanlar” ise (ehl-i ilim), onların mecaz olduğunu bilir ve hadlerini aşmazlar.
• Allah’ın Temsil ve Mecaz Kullanması:
$${İbrâhîm 14:24-25 – “Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. (O ağaç), rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle misaller getirir.”}$$
İzah: Allah Teâlâ bizzat “Kelime-i Tayyibe”yi (güzel söz, iman) bir ağaca teşbih etmiştir. İlim sahibi bilir ki bu bir temsildir. Cehil ise burada hakiki bir ağaç arayabilir.
• Dengeli Ümmet (Hadd-i Evsat):
$${Bakara 2:143 – “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık. Peygamberin yöneldiği kıbleyi (Kâbe’yi) biz ancak peygambere uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırmak için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiklerinin dışındakilere elbette ağır gelir. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.”}$$
İzah: İslam ümmetinin yolu, Bâtıniyyun’un ifratı ile Zahiriyyun’un tefriti arasında “vasat” (dengeli, orta) yoldur.
HÜLASA (GENEL SONUÇ)
İzahı talep edilen bu iki Mukaddeme, hakikati tahrif eden iki ana yolu göstermektedir:
• Dördüncü Mukaddeme: Tarihî ve sosyal alanda, “şöhret”i kullanarak şahısları ve rivayetleri abartmak, onlara aslı olmayan şeyleri isnat etmek. Bu, tarih ve hadis ilimlerindeki hurafelerin kaynağıdır.
• Beşinci Mukaddeme: Lisanî ve itikadî alanda, “mecaz”ı yanlış anlayarak teşbihi hakikate çevirmek. Bu, tefsir ve kelam ilimlerindeki hurafelerin (örneğin tecsim/teşbih) veya sapkınlıkların (örneğin Bâtınîlik) kaynağıdır.
Her ikisinin de ortak neticesi hurafat üretmek, ortak düşmanı ise tahkik (araştırma) ve ilimdir. Üstad’ın sunduğu çözüm reçetesi ise; ifrat ve tefritten uzak duran, Mantık, Belâgat ve Şeriatın Hikmeti (Makasıdı) üzerine bina edilmiş bir “Hadd-i Evsat” (orta yol) anlayışıdır.
===============•-•===============
Altıncı Mukaddeme
Meselâ: Tefsirde mezkûr olan herbir emir, Tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim İlme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. Şöyle müsellemattandır ki: Hendese gibi bir san’atta mahir olan zât, tıb gibi başka san’atta âmi ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki Usûl-ül Fıkıhta Müçtehid olsa, İcma-ı Fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmidir.
Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin Suret-i Hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.
Tenvir için bir latife-i faraziyedir:
Nasılki başka Âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa; halbuki ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş belki herbirisinden bazı a’zasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ: İnsandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve imame gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali; yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu; insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasılki imtizacsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-i hayat böyle u’cubelere müsaid değildir diyecekler ve nakkaşı müttehem edecekler. Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen (Kürdçedir.) ve zenav gibi yapmaktır. Hem de âdât-ı müstemirredendir ki; Kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira Ulûm birbirini intac ve birbirinin elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur ki; bir fende te’lif olunan bir Kitabda o fennin mesaili o Kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekatı çıkabilir. Bu Sırdan gaflet iledir ki; bir Şeriat veya bir Tefsir Kitabında istitraden derc olunmuş bir mes’eleyi gören bir zahirperest veya mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve Tefsir böyle” der. Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet düşman olsa, o bahane ile der: Şeriat veya Tefsir (hâşâ) yanlış.
Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve Şeriat başkadır, Tefsir ve Şeriatta te’lif olunan Kitab yine başkadır. Zira Kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden kurtulacaksın. Dikkat et, nasılki bir evin levazım-ı mütenevviası yalnız bir san’atkârdan alınmaz, belki herbir hacette o san’atta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de Saadet-Saray-ı Kemalâtta o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki; birinin saati kırılsa terziye saatimi dik dese; yuhadan başka cevab var mıdır?..
İ ş a r e t : Bu Mukaddimenin Üss-ül Esası budur ki: Sâni’-i Zülcelal’in Hilkat-i Âlemde cari ve taksim-ül a’mal kaidesinden akan Kanun-u Tekemmül ve Terakkide mündemiç olan Rıza ve İşaretinin İmtisali Farz iken, İtaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül a’mali muktezi olan Hikmet-i İlahiyenin Dest-i İnayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla Şeriat-ı Hilkatin Farz-ül Kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir Emr-i Manevî vermişken, sû’-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk ile zayi’ edip söndürdük. Elbette isyan eden, cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen Şeriat-ı Fıtriyenin Evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak, Taksim-ül A’mal Kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz Taksim-ül A’malin ameli ile Cinan-ı Ulûma dâhil olmuşlardır.
H â t i m e
Bir gayr-ı müslim yalnız Mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; Tefsirin veya Şeriatın Kitablarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin mes’elesi girmesiyle Tefsir veya Şeriat olamaz. Hem de bir Müfessir veya Fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız Nefs-i Şeriat ve Tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz Tefsir, Şeriat Kitablarına girmiş Emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur. Evet bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksim-ül mehasin ve tefrik-ül mesaî olan Kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir.
Hem de mantıkça müsellemdir ki: Hüküm, mevzu ile mahmulün yalnız vechün-mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise, o fenden değildir. Başka fennin mesailinden olmak gerektir.
Hem de mukarrerdir ki; âmm, hassa delalat-ı selâsenin hiçbirisi ile delalet etmez. Meselâ: Tefsir-i Beyzavî’de
( بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) olan Âyetinde ermeniye ve Azerbeycan dağlarının mabeyninde olan teviline nazar-ı kat’î ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen Nakildir. Hem de tayini Kur’an’ın medlûlü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, Âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. Binaenaleyh o müfessir-i celilin Tefsirdeki meleke-i rasihasına böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şübheleri îras etmek, insafsızlıktır. İşte asıl Hakaik-i Tefsir ve Şeriat meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor. O Hakaikteki vuzuh ve kuvvettir, benim gibi bir âcize cesaret veriyor. Ben de dava ederim: Tefsirin ve Şeriatın ne kadar Hakaik-i Esasiyesi varsa birer birer nazar-ı tedkike getirilse, görülür ki; Hakikatten çıkıp Hikmet ile tartılıp Hak olarak Hakka munsarıftır. Ne kadar şübheli noktalar varsa; umumen cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin Asl-ı Hakikatlerine bir şübhesi varsa; işte meydan kendini izhar etsin!..
— · ⁖ · —
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Muhakemat isimli eserinin, “Birinci Makale (Unsur-ul Hakikat)” bölümünde yer alan “Altıncı Mukaddeme”dir. Bu mukaddeme, ilimlerin mahiyeti, usûlü, tenkidi ve sahaları hakkında fevkalade ehemmiyetli bir “usûl” dersidir. Bilhassa tefsir ve şeriat gibi ulûm-u âliyenin (yüce ilimlerin) nasıl anlaşılması ve bu sahalarda yazılan eserlerin nasıl tenkit edilmesi gerektiğine dair sarsılmaz kaideler vaz’etmektedir.
Bu mukaddemenin geniş ve tafsilatlı izahını, ayetler ve müradif (alakalı) kavramlar ile birlikte aşağıda takdim ediyorum:
Altıncı Mukaddeme’nin Geniş İzahı: İhtisas, Usûl ve Tenkit
Bu mukaddemenin temel gayesi, “ilimde ihtisas” (uzmanlaşma) prensibini ve “taksim-ül a’mal” (iş bölümü) kaidesini müdafaa etmek; bu kaideye riayet etmemekten kaynaklanan vahim hataları, bilhassa tefsir ve şeriat ilimlerine yöneltilen haksız tenkitleri bertaraf etmektir.
Metnin ana fikirlerini şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1. İlimde İhtisasın Lüzumu ve “Tufeylîlik” (Parazitlik)
Üstad Bediüzzaman, mukaddemeye “İlim İlme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.” tespitiyle başlar. İlimler birbirine meded verir, ancak bir ilmin kaidesi, diğer ilme zorla tatbik edilemez (tahakküm edemez).
• Esas Fikir: Bir fende (ilim dalında) mahir (üstat) olan bir zat, başka bir fende “âmi” (cahil), “tufeylî” (parazit, başkasının sahasına izinsiz giren) ve “dahîl” (dışarıdan karışan) olabilir.
• Misaller:
• Hendese (mühendislik) sanatında mahir olan, tıb ilminde âmi olabilir.
• Usûl-ül Fıkıh (Fıkıh Metodolojisi) ilminde müçtehid dahi olsa, “fakîh” (fıkhın bizzat kendisine vakıf) değilse, fakîhlerin icmaında (görüş birliğinde) sözü muteber değildir. Zira o, fakîhlere nispeten “âmidir”.
• Müradifi (Alakalı Kavram): Liyakat, ehliyet, sahasına hürmet.
• Ayet ile İzah: Bu ihtisas prensibi, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul bir kaidesine dayanır. Cenab-ı Hak, bilmeyenin bilene müracaat etmesini emreder:
“Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine (zikir ehline) sorun.” (Nahl, 16/43)
( Meali)
Bu ayet, sadece dinî meselelerde değil, her fende ve sanatta, o fennin ehline, mütehassısına müracaat etmenin lüzumuna işaret eden küllî bir kaidedir.
2. “Malûmat-ı Perişan” ve “U’cube-i Acibe” Teşbihi
Üstad, “Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir” diyerek, her ilimden yüzeysel malûmat toplamanın (ansiklopedik malûmatfuruşluk) tehlikesini izah eder.
• Esas Fikir: Bir fenni “esas” tutup, diğer malûmatı o esasa “mütemmime” (tamamlayıcı) ve “meded verici” (yardımcı) yapmayan kimsenin bilgisi, “malûmat-ı perişan” (dağınık bilgiler) yığınıdır.
• Tenvir (Aydınlatma) İçin Latife: Bu dağınık bilgiden “suret-i acibe” (tuhaf bir suret) temessül edeceğini (şekilleneceğini) izah için harika bir faraziye sunar:
• Başka bir âlemden gelip, insanı tam görmemiş bir nakkaş, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz; attan gördüğü bir kuyruk, deveden gördüğü bir boyun, arslandan gördüğü bir başı birleştirerek bir “hayvan” sureti yapsa, ortaya “hayat şartlarına” (şerait-i hayat) müsaid olmayan, imtizaçsız (uyumsuz) bir “u’cube” (hilkat garibesi) çıkar.
• Aynen öyle de, bir fende meleke (derin kabiliyet) kazanmadan, farklı fenlerden topladığı “perişan malûmatı” birleştiren kişinin zihninde, hakikatle alakası olmayan, hayat-ı ilmiyeye (ilim hayatına) aykırı bir “u’tube-i ilmiye” teşekkül eder.
3. Şeriat-ı Fıtriye (Tabiat Kanunu) Olarak “Taksim-ül A’mal”
Mukaddemenin “İşaret” kısmı, meselenin derûnî ve hikmetli boyutunu izah eder. İhtisas, sadece beşerî bir kolaylık değil, İlahî bir kanundur.
• Esas Fikir: Sâni’-i Zülcelal (Cenab-ı Hak), kâinatı yaratırken (Hilkat-i Âlem) bir “Kanun-u Tekemmül ve Terakki” (Mükemmelleşme ve İlerleme Kanunu) vaz’etmiştir. Bu kanunun temeli “taksim-ül a’mal” (iş bölümü) kaidesidir.
• Şeriat-ı Hilkat (Yaratılış Şeriatı): Allah, insanın mahiyetine (yapısına) farklı istidatlar (kabiliyetler) ve müyulat (eğilimler) ekmiştir. Bu istidatlarla, “Farz-ı Kifaye” hükmünde olan fünun (fenler) ve sanayiin (sanatların) eda edilmesi için “Emr-i Manevî” vermiştir.
• İsyan ve Ceza: Bizler, bu fıtrî emre “sû’-i istimal” (kötüye kullanma) ile mukabele ettik. Fıtrî istidadımızı, “hırs-ı kâzib” (yalancı hırs, her şeyi isteme) ve “re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk” (riyânın başı olan üstün gelme meyli) ile zayi ettik.
• Netice: Bu “Şeriat-ı Fıtriye”ye isyan ettiğimiz için, “cehennem-i cehl” (cehalet cehennemi) ile muazzeb (azap içinde) olduk. Kurtuluş, bu İlahî kanuna, yani taksim-ül a’mal’e (ihtisasa) dönmektir.
• Ayet ile İzah: Bu fıtrî iş bölümü ve insanların birbirine muhtaç kılınması, İlahî bir taksimdir:
“Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)
( Meali)
Bu ayet, İlahî hikmetin, hayatın devamı için insanları farklı kabiliyet ve derecelerde yaratarak birbirlerine hizmet ettirdiğini, böylece medeniyetin ve ilimlerin (Farz-ı Kifayelerin) vücut bulduğunu gösterir.
4. Asıl Mesele: “Tefsir” Başka, “Tefsir Kitabı” Başkadır
Mukaddemenin asıl hedefi, önceki noktaları kullanarak, tefsir ve şeriat ilimlerine yapılan haksız tenkitleri kırmaktır.
• Zahirperestin (Yüzeyselin) Hatası: Bir “Şeriat” veya “Tefsir” kitabında, istitraden (konu dışı olarak, yeri gelmişken) derc olunmuş (eklenmiş) bir meseleyi (mesela coğrafya, tarih veya kozmolojiye dair bir notu) gören “zahirperest” (yüzeysel bakan) veya “mugalatacı” (safsata yapan) adam, hemen “Şeriat ve Tefsir böyledir!” der.
• Hâşâ, Yanlış: Eğer düşman ise, o zayıf veya o fenne ait olmayan noktayı bahane ederek “Şeriat veya Tefsir (hâşâ) yanlıştır” der.
• Üstad’ın Cevabı: “Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve Şeriat başkadır, Tefsir ve Şeriatta te’lif olunan Kitab yine başkadır. Zira Kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur.”
• Hâtime (Sonuç) ile Pekiştirme:
• Bir gayr-ı müslim mescide girmekle Müslüman olmaz. Aynı şekilde, bir tefsir kitabına coğrafya veya tarih meselesi girmekle o mesele “tefsir” veya “şeriat” olmaz.
• Bir müfessir veya fakîhin sözü, ancak “mütehassıs olduğu” sahada, yani “Nefs-i Şeriat ve Tefsirde” hüccettir (delildir).
• Onların, kitaplarına “tufeylî” (izinsiz, amatörce) olarak aldığı başka fenlere (tarih, coğrafya, tıp) dair sözleri hüccet değildir.
5. Misal: İmam Beyzavî ve (بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) Ayeti
Üstad, bu büyük hatayı İmam Beyzavî (Rh.A) tefsirinden bir misal ile izah eder:
• Mesele: Beyzavî Tefsiri’nde, Kehf Suresi’ndeki Zülkarneyn kıssasında geçen (بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) “iki dağ arası” ifadesi tefsir edilirken, bunun “Ermeniyye ve Azerbaycan dağlarının mabeyni (arası)” olduğuna dair bir tevil (yorum/uygulama) nakledilir.
• Hata: Bu tevili gören birinin, buna “nazar-ı kat’î ile bakmak” (kesin delilmiş gibi bakmak) en büyük mantıksızlıktır.
• Neden Hata?
• Esasen Nakildir: Bu, bir coğrafî tespittir, bir nakildir; ayetin zarurî manası değildir.
• Kur’an’ın Medlûlü Değildir: Kur’an’ın asıl maksadı (medlûlü) o yerin “ismini” tayin etmek değildir. Kur’an coğrafya kitabı değildir, hidayet kitabıdır.
• Tefsirden Sayılmaz: Bu, “Âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir” (açıklamasıdır).
• Netice: Müfessir-i celil olan İmam Beyzavî’nin tefsirdeki “meleke-i rasihasına” (derin uzmanlığına) hürmet etmek gerekir. Onun uzmanlık alanı olmayan coğrafyadaki böyle “zayıf noktaları” bahane ederek şüphe îras etmek (şüphe sokmak) insafsızlıktır.
Mukaddemenin Günümüzdeki Ehemmiyeti
Bu “Altıncı Mukaddeme”, günümüzde bilhassa “Kur’an ve Bilim” veya “Hadis ve Bilim” tartışmalarında hayati bir usûl dersidir. Bir tefsir veya hadis kitabında, o günün tıp, astronomi veya coğrafya anlayışına göre istitraden (konu dışı) zikredilmiş bir bilgiyi esas alıp, o bilginin günümüz bilimiyle zıt düşmesini bahane ederek “İslam bilimle çelişiyor” demek, tam da Üstad’ın tenkit ettiği “mugalata” ve “zahirperestlik”tir.
İslam’ın “Hakaik-i Esasiyesi” (Temel Hakikatleri) yıldızlar gibi parlaktır ve bunlar hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır (dönüktür). Şüpheler ise, o hakaike sonradan karışmış veya “cerbezeli zihinlerden çıkmış” ârızî durumlardır.
===============•-•===============
Yedinci Mukaddeme
Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali Hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ِ( مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُ) ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit Hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek Hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve Haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu Sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok Hakaik-i Neyyire-i Diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan Mu’cize-i Mütevatire-i Bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal Mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan Bürhan-ı Nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.
Hasıl-ı Kelâm: Her Muhibb-i Dine ve Âşık-ı Hakikata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe Kudrete iftiradır ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü, İmam-ı Gazalî’ye dediren Hilkatteki Kemal ve Hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir.
Ey muhatab efendi! Bazan bürhanın hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse bak nasıl elmas, altun, gümüş, rasas, hadîd ilh… herbirinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir. Öyle de: Dinin makasıdı, kıymet ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa, ötekinin Vicdandır. Beriki, Sırrın Sırrındadır. Evet ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altunu verse, nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziyye ile olsa, pek yerinde yuha işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maskara olduğu gibi. Kezalik Hakaik-i Diniyeyi temyiz etmeyen ve herbirisine müstehak olduğu Hak ve itibarı vermeyen ve her Hükümde Şeriatın Sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, herbiri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, herbiri bir acemî adama benzer ki; gayet muntazam ve cesîm bir makina içinde küçük ve latif bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasib görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber, gurur-u nefs nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz’-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer…
Elhasıl: Şeriatın herbir Hükmünde Şâri’in bir Sikke-i İtibarı vardır. O Sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o Hüküm herşeyden müstağnidir. Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte Nazar-ı Hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma’-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda Zecr-i Şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinle Şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.
H â t i m e
Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyeti tenkid etmeye çalışan insafsızlar!.. Aldanmayın.. muhakeme edin.. nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz… Zira şu sizin bahanelerinize sebeb olanlar, Lisan-ı Şeriatte ülema-i sû’ ile müsemmadırlar. Onların müvazenesizlik, zahirperestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki: Herbir Hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi Bürhan-ı Neyyirdir. Nakş-ı Ezel ve Ebed üzerinde görünüyor. Evet Kelâm-ı Ezelîden gelen Ebede gidecektir. Fakat esefa! Hubb-u nefis ve tarafdar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neş’et eden teberri-i nefis ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hataya kabil olan fiilini, bir büyük zâta veyahut muteber bir Kitaba, hattâ bazan Dine, çok defa Hadîse, en nihayet Kadere isnad etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Hâşâ sümme hâşâ… Nurdan zulmet gelmez. Kendi âyinesinde görülen yıldızları setretse de, Semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez.
Ey mu’teriz ağa!.. Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane aramakla hilaf-ı şeriatla vücuda gelen ahvali ve sû’-i tefehhümden neş’et eden şübehatı sened tutmak, İslâmiyete leke getirmek pek büyük insafsızlıktır. Zira bir Müslimin herbir sıfatı İslâmiyetten neş’et etmek lâzım gelmez.
Sekizinci Mukaddime
T e m h i d : Şu gelen uzun Mukaddimeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen Mukaddime, her Kemali mahveden ye’si öldürür. Ve herbir Saadetin mayesi olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu: Ebna-yı maziyle ebna-yı müstakbeli müvazene etmektir. Hem de mekatib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i İlim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen Medrese-i Efkâr bir tarzda değildir. Evvelâ: Ebna-yı maziden muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vustâ ve ûlâdır. Amma Millet-i İslâm, üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan onikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim. Bundan sonra malûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galib, ya Akıl veya Basardır. Tabir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya Haktır veya kuvvettir. Veyahut ya Hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya Müyulat-ı Kalbiyedir veya Temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya Hüdadır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan Ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebna-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine müsahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti. Beşaret veriyor ki: Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet, Sema-i Müstakbelde ve Asya’nın Cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya Kuvve-i Belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vakta ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren Hakaik-i Hikmetin maden-i tebahhuratı Efkâr ve Akıl ve Hak ve Hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan Meyl-i Taharri-i Hakikat ve Aşk-ı Hak ve menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz… Biz Ehl-i Haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin Hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümferma, kuvvet ve heva ve tabiat ve müyulat ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde, -velev filcümle olsun- istibdad ve tahakküm var idi. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de Keşf-i Hakikata mani olan iltizam ve taassub ve tarafdarlığın müdahaleleri idi. Hasıl-ı kelâm: Müyulat muhtelife olduklarından tarafdarlık hissi, herşeye parmak vurmak ile ihtilafatla ihtilâl çıkarıldığından, Hakikat ise kaçıp gizlenirdi. Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de Nazar-ı Şeriatta mezmum ve Uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafîdir. Hattâ o derece oluyor; bunlardan biri taassub ve safsatasını terkederek nâsın icma’ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezheb ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki taassub yerinde Hak ve safsata yerinde Bürhan ve tadlil-i gayr yerinde Tevfik ve Tatbik ve İstişare ederse, dünya birleşse Hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasılki Zaman-ı Saadette ve Selef-i Sâlihîn zamanlarında hükümferma Hak ve Bürhan ve Akıl ve Meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, ( İnşaallah )هistikbalde bitamamihi hükümferma kuvvete bedel Hak ve safsataya bedel Bürhan ve tab’a bedel Akıl ve hevaya bedel Hüda ve taassuba bedel Metanet ve garaza bedel Hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel Temayülat-ı Ukûl ve hissiyata bedel Efkâr olacaklardır; karn-ı evvel ve sâni ve sâlis’teki gibi ve beşinci karn’a kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet Hakkı mağlub eylemiş idi.
Saltanat-ı efkârın icra-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi O Ziya ile istifadeye başlamıştırlar. Hem de Meşveret-i Efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı katı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan Hakk-ı Sabit ile Hakaiki rabteylemesidir. Bunun neticesi; bâtıl, Hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.
Ey İhvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı hal ile bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı َ ( قَدْ جَاءَ الْحَقُّ وَ زَهَقَ الْبَاطِلُ )boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip, yüksek ses ile ilân ediyor ki: Dehre ve tabayi’-i beşere, Damen-i Kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız Âlem-i Kevnde Adalet-i Ezeliyenin Tecelli ve Timsali olan Hakikat- ı İslâmiyettir ki, asıl İnsaniyet-i Kübra denilen şey odur.
İnsaniyet-i Suğra denilen Mehasin-i Medeniyet, Onun mukaddimesidir. Görülmüyor mu ki: Telahuktan neş’et eden Tenevvür-ü Efkâr ile toprağa benzeyen evham ve hayalâtı Hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki: Nücum-u Sema-yı Hidayet olan o Hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır. ِ( عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ )
Eğer istersen istikbal içine gir, bak! Hakikatlerin meydanında Hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde teslis içinde Tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl Tevhid-i Mahz ve İtikad-ı Kâmil ve Akl-ı Selim kabul ettiği Akide-i Hak ile mücehhez ve seyf-i bürhan ile mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse; nasıl birden mağlub ve münhezim oluyor…
Kur’an’ın Üslûb-u Hakîmanesine yemin ederim ki: nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız Aklı azl ve Bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde Hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin Hakikat üzerinde olan teessüs ve Bürhan ile takallüdü ve Akıl ile meşvereti ve Taht-ı Hakikat üstünde bulunması ve Ezelden Ebede müteselsil olan Hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’-i beşeri Vicdana havale ve Aklın istişaresine hamlettiriyor.
Diyor:
اَفَلَا يَنْظُرُونَ
ve
فَانْظُرُوا
ve
اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ
ve
اَفَلَا يَتَذَكَّرُونَ
ve
تَفَكَّرُوا
ve
مَا يَشْعُرُونَ
ve
يَعْقِلُونَ
ve
مَايَعْقِلُونَ
ve
يَعْلَمُونَ
ve
فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ
Ben dahi derim:
فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ
Hâtime
فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ
Zahirden ubûr ediniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esah ve lâzım…
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserde yer alan “Yedinci Mukaddeme” ve “Sekizinci Mukaddeme” başlıklı metinlerin tafsilatlı bir izahını, mevzuyla alakalı ayetler ve temel kavramların (müradiflerinin) tahliliyle birlikte takdim ediyorum.
Bu iki mukaddeme, birbirini tamamlayan iki mühim hakikati ders vermektedir:
• Yedinci Mukaddeme: Dinin tebliğinde ve anlaşılmasında mübalağa (abartı) ve ifratın (aşırılığın) ne kadar zararlı olduğunu, hakikatin güzelliğinin müvazene (denge) ile kaim olduğunu izah eder.
• Sekizinci Mukaddeme: İnsanlık tarihini mazi (geçmiş) ve istikbal (gelecek) olarak iki devreye ayırır. Mazide hissiyat ve kuvvetin hâkim olduğunu, istikbalde ise akıl, ilim ve bürhanın (delilin) hâkim olacağını; İslamiyet’in de tam olarak aklın ve bürhanın dini olması cihetiyle istikbalin dini olacağını isbat eder.
BİRİNCİ BÖLÜM: YEDİNCİ MUKADDEME (MÜBALAĞA VE MÜVAZENESİZLİĞİN TEHLİKESİ)
Bu mukaddeme, din namına yapılan tebliğ ve nasihatlerdeki en mühim hastalıklardan birine, yani mübalağaya (abartıya) ve mücazefeye (ölçüsüzlüğe) dikkat çeker.
1. Mübalağanın Yapısı: Hakikati Tahriptir
Metin, mübalağayı “ihtilâlcidir” (yıkıcı, düzen bozucu) olarak tasvir eder. İnsanın yapısında, lezzet aldığı veya anlattığı bir şeyi abartma meyli (meyl-ül mücazefe) olduğunu belirtir. Fakat bu “seciye-i seyyie” (kötü haslet) dine tatbik edildiğinde, “iyilik etmek, fenalık etmek demektir.”
• Temel Kavramlar:
• Mübalağa / Mücazefe / İfrat: Bir şeyi haddinden fazla göstermek, ölçüyü kaçırmak, tefritin (azımsamanın) zıddı.
• Müvazene / Tenasüb: Denge, itidal, ölçü. Hakikatin güzelliği (hüsnü) ancak müvazene ile ortaya çıkar.
• Hakikat: Dinin özü, gerçeğin ta kendisi. Kendi güzelliği için mübalağaya ihtiyacı yoktur.
Bediüzzaman, bu durumu bir ilacın dozunu artırarak onu zehre çevirmeye benzetir (“devayı dâ’e inkılab etmektir”).
• Misal: Metinde zikredildiği gibi, “gıybeti katle müsavi” (gıybeti adam öldürmekle bir tutmak) veya “bir dirhemi tasadduk etmek Hacca mukabil tutmak” gibi müvazenesiz sözler;
• Ters Etki Yapar: Hakikatte daha büyük günah olan katil ve zinayı tahfif (hafifletir) eder.
• Kıymeti Düşürür: Haccın azametli kıymetini tenzil (aşağı çeker) eder.
Bu sebeple vaiz, “hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.” Zira müvazenesiz sözler, “çok Hakaik-i Neyyire-i Diniyenin husufuna (parlak dinî hakikatlerin sönükleşmesine) sebeb olmuşlardır.”
2. Mübalağanın Mu’cizeye Zararı: İnşikak-ı Kamer Misali
Metin, bu mübalağa hastalığının en bariz misallerinden birini zikreder: İnşikak-ı Kamer (Ay’ın yarılması) mu’cizesi. Bu, “Mu’cize-i Mütevatire-i Bahire” (tevâtürle sabit, parlak bir mu’cize) olduğu halde, bazı mübalağacıların “arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve”si, yani Ay’ın yeryüzüne inip Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) cebine girdiği şeklindeki asılsız ilaveler, bu güneş gibi parlak mu’cizeyi sönük bir yıldız (Süha yıldızı) gibi “mahfî” (gizli) bırakmış ve “münkirlerinin bahanelerine kapılar açmıştır.”
3. Netice: “Mücazefe Kudrete İftiradır”
Hakikate âşık olan kişi, mücazefeden (ölçüsüzlükten) kaçınmalıdır. Zira her şeyin bir kıymeti vardır ve onu aşmak, Allah’ın kudretine ve hilkatteki (yaratılıştaki) kemal ve hüsne (güzelliğe) karşı bir adem-i kanaat (kanaatsizlik) ve istihfaf (hafife alma) demektir.
Bu bölüm, “ulema-i sû'” (kötü alimler) olarak isimlendirilen, dini zahirperestlik (yüzeysellik) ve müvazenesizlik ile anlatanların, İslamiyet’e perde olduğunu ve insafsız tenkitçilerin de bu perdeye bakarak aldandığını belirtir. Hâlbuki o hicabın (perdenin) arkasına bakılsa, “herbir Hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi Bürhan-ı Neyyirdir.”
4. Mevzu ile Alakalı Ayet-i Kerimeler
Yedinci Mukaddeme’nin tenkit ettiği ifrat, mübalağa ve haddi aşma, Kur’an-ı Kerim’in şiddetle nehyettiği bir durumdur. Kur’an daima mizan (denge) ve vasatı (orta yolu) emreder.
• Dinde Haddi Aşmanın (İfratın) Yasaklanması:
• $${قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُوا أَهْوَاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَأَضَلُّوا كَثِيرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ}$$
• Meal : “De ki: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan çıkan bir kavmin heva ve heveslerine uymayın.”” (Mâide Sûresi, 5:77)
• $${يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ…}$$
• Meal : “Ey Ehl-i kitap! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyin…” (Nisâ Sûresi, 4:171’den bir bölüm)
• Mizan (Denge) ve Vasat (Orta Yol) Emri:
• $${وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ ﴿٧﴾ أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ ﴿٨﴾ وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ}$$
• Meal : “Göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. (7) Sakın dengeyi bozmayın. (8) Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın. (9)” (Rahmân Sûresi, 55:7-9)
• $${وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا…}$$
• Meal : “Böylece, sizler insanlara birer şahit olasınız ve Peygamber de size bir şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık…” (Bakara Sûresi, 2:143’ten bir bölüm)
İKİNCİ BÖLÜM: SEKİZİNCİ MUKADDEME (MAZİ VE İSTİKBAL MÜVAZENESİ)
Bu uzun ve son derece mühim mukaddeme, ümitsizliği (ye’si) öldüren ve ümidi (recayı) hayatlandıran bir beşaret (müjde) verir. İnsanlık tarihini iki ana eksende tahlil eder.
1. Mazi ve İstikbalin Tahlili
Metin, maziyi ve istikbali (geleceği) şu şekilde ayırır:
• Ebna-yı Mazi (Geçmişin Evlatları): (İslam’ın ilk asırları hariç, takriben 5. asırdan 12. asra kadar olan devre).
• Hâkim Unsur: Hissiyat (duygular), Kuvvet, Heva (nefsanî arzular), Tab’ (mizaç) ve Garaz (kin).
• Neticesi: İstibdad (baskı), Tahakküm (zorbalık), Husumet (düşmanlık), Taassub (körü körüne bağlılık) ve İhtilafat (anlaşmazlıklar).
• İkna Yöntemi: O devirde hissiyat hâkim olduğundan, iknaiyat-ı hitabiye (hitabete dayalı ikna) kâfi idi. Müddeayı (iddia) süslemek, hayale hoş göstermek bürhanın yerini tutardı.
• Ebna-yı Müstakbel (Geleceğin Evlatları): (Günümüz ve sonrası).
• Hâkim Unsur: Efkâr (düşünceler), Akıl, Hak (gerçek), Hikmet, Bürhan (delil) ve Hüda (doğru yol).
• Neticesi: Hukuk-u Umumiye (kamu hakları), Meşveret-i Efkâr (fikir danışması), Hakk-ı Sabit (değişmez gerçek).
• İkna Yöntemi: “Biz Ehl-i Haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.”
Bu müvazeneye (karşılaştırmaya) göre, istikbalde kuvvete bedel Hak, safsataya bedel Bürhan, heva ve tab’a bedel Akıl ve Hüda hâkim olacaktır.
2. İstikbal Neden İslamiyet’in Olacaktır?
Metin, bu tahlilden yola çıkarak “Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet”in, “Sema-i Müstakbelde… bulutsuz güneş gibi pertev-efşan (ışık saçan) olacağını” müjdeler. Bunun sebeplerini şöyle sıralar:
• İslamiyet Akıl ve Bürhan Üzere Teessüs Etmiştir: Diğer dinlerin (misal olarak nasara – Hristiyanlık zikredilir) “Aklı azl ve Bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmek” ile (aklı devreden çıkarıp, delili kovup, din adamlarını körü körüne taklit etmekle) dalalete düştüğünü belirtir. Hâlbuki İslamiyet’i daima parlatan şey, “Hakikat üzerinde olan teessüs ve Bürhan ile takallüdü (delil kılıcını kuşanması) ve Akıl ile meşvereti”dir.
• İslamiyet Hikmet-i Ezeliyeye Mutabıktır: İslamiyet, Ezel’den Ebed’e uzanan kâinattaki hikmetin düsturlarına (prensiplerine) mutabıktır.
• Kur’an’ın Metodu Akla Hitaptır: Metin, Kur’an ayetlerinin sonlarının (havatim) sürekli olarak insanı vicdana havale ettiğini ve aklın istişaresine (akla danışmaya) sevk ettiğini vurgular.
3. Mevzu ile Alakalı Ayet-i Kerimeler
Sekizinci Mukaddeme’nin tamamı, Kur’an’ın akla, tefekküre ve bürhana verdiği ehemmiyet üzerine kuruludur. Metnin kendisi de bu ayetlere işaret eder:
• Kur’an’ın Akla ve Tefekküre Daveti:
• Metnin zikrettiği أَفَلَا يَنْظُرُونَ (Bakmıyorlar mı?), أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ (Hâlâ düşünmüyorlar mı?) ve فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَلْبَابِ (İbret alın ey akıl sahipleri!) gibi ifadeler, Kur’an’ın temel metodudur.
• $${إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ ﴿١٩٠﴾ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُobihimْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُbuhâneke فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ}$$
• Meal : “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. (190) Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler. (1191)” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:190-191)
• $${…كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ}$$
• Meal : “…Allah, size ayetlerini böyle açıklar ki akıl erdiresiniz.” (Bakara Sûresi, 2:242’den bir bölüm)
• Hakkın Hâkimiyeti ve Delil (Bürhan) Talebi:
• Metnin müjdelediği istikbal, Hakk’ın bâtıla galebesidir.
• $$\{وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا}$$
• Meal : “De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.”” (İsrâ Sûresi, 17:81)
• Din, iddia değil, isbat ve bürhan ister.
• $${…قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ}$$
• Meal : “…De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı isbat edecek) delilinizi getirin.”” (Bakara Sûresi, 2:111’den bir bölüm)
• $${أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ آلِهَةً قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ…}$$
• Meal : “Yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “Delilinizi getirin!…”” (Enbiyâ Sûresi, 21:24’ten bir bölüm)
HÂSIL-I KELÂM (NETİCE)
Bu iki mukaddeme, İslamiyet’in özünün Hakikat olduğunu ve hakikatin iki düşmanı olduğunu gösterir:
• Dahilî Düşman (Yedinci Mukaddeme): Mübalağa, ifrat, taassub ve müvazenesizliktir. Bunlar, hissiyatın akla galebe çalmasıyla olur ve dini çirkin gösteren “ulema-i sû'” tavrıdır.
• Zahirî Düşman (Sekizinci Mukaddeme): Aklı ve bürhanı reddeden safsata, heva ve kuvvettir.
Sekizinci Mukaddeme müjdeler ki, istikbal aklın ve bürhanın devri olacaktır. Bu devir, fıtraten, Yedinci Mukaddeme’de tenkit edilen mübalağayı ve hissî taşkınlığı reddedecektir.
Netice olarak, istikbalde Hak (İslamiyet) hâkim olacak ve bu hâkimiyet, Hakk’ın kendi bürhanlarına ve aklî temellerine dayanacaktır; hissî mübalağalara değil.
Metnin sonundaki şu cümle, her iki mukaddemenin de özeti mahiyetindedir:
“Zahirden ubûr ediniz! (Yüzeysellikten geçiniz!) Hakikat sizi bekliyor.”
$${…فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَلْبَابِ}$$
“…Ey akıl sahipleri! İbret alın.” (Haşr Sûresi, 59:2’den bir bölüm)
===============•-•===============
Dokuzuncu Mukaddeme
Ukûl-ü Selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte Hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev’de olan Hüsn-ü İntizamına keşşaftır. Demek cemi’ fünun, Hüsn-ü İntizama birer şahid-i sadıktır. Evet külliyet İntizama delildir. Zira birşeyde İntizam olmazsa, Hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahidleri tezkiye eden, Nazar-ı Hikmetle İstikra-i Tâmmdır. Fakat bazan İntizam görülmüyor. Çünki dairesi, ufk-u nazardan daha geniş, tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, Nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve Nazar-ı Hikmetten neş’et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-ı Âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız Hüsün ve Hayr ve Hak ve Kemaldir. Amma şer ve kubuh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır. Hem de sabittir ki: Ekrem-i Halk Benî-Âdemdir. İstidadı ve san’atı buna şahiddir. Hem de Benî-Âdemin en Eşrefi, Ehl-i Hak ve Hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet buna şehadet ettiği gibi istikbalin vukuatı da tasdik edecektir. Hem de sabittir ki: Ekmel-i Küll Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Mu’cizatı ve Ahlâk-ı Kâmilesi şehadet ettiği gibi, Muhakkikîn-i Nev’-i Beşer de tasdik ederler. Hattâ a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.
Vakta ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev’-i beşer şekavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tâmmı nakz ve ibtal ve Meşiet-i İlahiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlak’ın Rahman ve Rahîm İsmine kasem ederim: Nev’-i beşer, şer ve kubuh ve bâtılı, zahmetsiz yani (biselâmet-il Emr) ile hazmedemeyecektir. Hem de Hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.
Evet Hukuk-u Umumiye-i Kâinata cinayet eden afvolunmaz, râh-ı adem verilmez. Evet binler sene şerrin galebesi yalnız bu dünyada en ekall bin sene mağlubiyet-i mutlaka ile netice verecektir. Âlem-i Uhrada Hayır, şerri i’dam-ı ebedî ile mahkûm edecektir. Yoksa Âlemin muntazama ve mükemmele ve Evamir-i İlahiyeye mutia olan sair enva’ ve ecnas; bu perişan ve şekavetçi olan nev’-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuddan iskat ve zulmethane-i ademe nefiy ve Vazife-i Hilkatten tardetmek, iktiza ve arz-ı hal edeceklerdir. Bu ise bütün istidadat-ı beşeriyeyi ve Âlemde saltanat sürmek ve Âhirette Saadet-i Ebediyeye mazhar olmak için mücehhez edilen kabiliyatı ve müyulatı abes ve beyhude olmaklığı istilzam eder. Abes ise İstikra-i Tâmma münakız olduğu gibi Sâni’-i Hakîm’in Hikmetine dahi muarız ve Nebiyy-i Sadık’ın Hükmüne de muhaliftir. Evet istikbal bu Davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise Âhirette görülecektir. Şöyle: Eşhastan kat’- ı nazar, nev’î ve umumî Hüsün ve Hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Lâkin hem şahsî, hem umumî, hem cüz’î, hem küllî olan Hüsün, Hak ve Hayır ve Kemalin Meydan- ı Galebesi ve Mahkeme-i Kübrası; ve beşeri, sair İhvanı olan Kâinat-ı Muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasib tecziye ve mükâfat veren, yalnız Dâr-ı Âhirettir. Zira onda Hak ve Adalet-i Mahza tecelli edecektir. Evet bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç olan İstidadat-ı Gayr-ı Mahdude ve Ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sünbüllenmesine müsaid değildir. Beslemek ve terbiye için başka Âleme gönderilecektir. İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair Kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet Ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i Sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi ağuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.
H â t i m e
İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünü- yor. Çünki Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler.
Birinci Kuvvet: Maarif ve medeniyet ile mücehhez olan İslâmiyetin Kuvvet-i Hakikiyesidir.
İkincisi: Tekemmül-ü mebadi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir.
Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş’et eden tenebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmil ile mücehhez olan gıbta ve rekabet ve kin-i muzmerdir.
Dördüncüsü: Ehl-i Tevhidin Düsturu olan Tevhid-i Kelime ve zeminin hasiyeti olan itidal ve ta’dil-i mizac ve zamanın ziyası olan Tenevvür-ü Ezhan ve medeniyetin kanunu olan Telahuk-u Efkâr ve bedeviyetin lâzımı olan Selâmet-i Fıtrat ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cür’et-i teşebbüs ile mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir.
Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan İ’la-yı Kelimetullah; İslâmiyetin Emriyle ve zamanın ilcaatıyla ve fakr-ı şedidin icbarı ile ve her arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle Hayat bulan ümid ile mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüddür. Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilâl veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran mesavi-i medeniyetin mehasinine galebesidir. Ve sa’yin sefahete adem-i kifayetidir. Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Din ve Fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.
İkincisi: Hubb-üş şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müdhiş müsavatsızlıktır. Evet şu diyanetsizlik avrupa medeniyetinin iç yüzünü öyle karıştırmış ki; o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilâliyeyi tevlid etmiş. Faraza Habl-ül Metin-i İslâmiye ve Sedd-i Zülkarneyn gibi Şeriat-ı Garranın Hakikatına iltica ve tahassun edilmezse, bu fırak-ı fesadiye, onların Âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasılki şimdiden tehdid ediyorlar.
Acaba Hakikat-ı İslâmiyenin binler mesailinden yalnız Zekat mes’elesi, düstur-u medeniyet ve muavenet olursa, bu belaya ve yılanın yuvası olan maişetteki müdhiş müsavatsızlığa deva-i şâfî olmayacak mıdır? Evet en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.
Eğer denilse: Şimdiye kadar avrupa’yı galib ettiren sebeb, bundan sonra neden etmesin?
Cevab: Bu Kitabın Mukaddimesini mütalaa et. Sonra buna da dikkat et. Sebeb-i terakkisi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan bürudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı ve sâkinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i marifet ve arzu-yu san’at ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teavün ve telahuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile Âlem bir şehr-i vâhid hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya bir meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer Tevfik refik ola…
Hâtimenin Hâtimesi
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…
Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir.
Onuncu Mukaddeme
Bir Kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aid’dir. Fakat Kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aid’dir. Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh’a aid’dir. Evet mütekellim suver ve müstetbeatta muahaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola.. Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî Sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru Müellif ve en muhakkik Hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir. Eğer bu Sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikayetin köşelerine git. Zira cüz’de cari olan, bazan küllde dahi cari olabilir.
Tenbih: Üçüncü Makale’de müşkülât ve Müteşabihat-ı Kur’aniyeye dair bir Kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle: Vakta ki, Kitab-ı Hakîm’den maksudu ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun İrşadı idi. Çünki Havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise, Havassa hitab olunan Kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise ekseri avam ve avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip Hakikat-ı Mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek yalnız zihinlerinin te’nisi için, me’luf olan ziyy ve libas ile mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise Hakikat-ı Mahza, me’luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu Sırra binaendir: Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan Tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan Müraat-ı Efham ve Mümaşat-ı Ezhan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da cereyan etti. Ezcümle:
فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ
ve
يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ
ve
جَاءَ رَبُّكَ
ve emsali… Hem de
تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ
ve eşbahı… Hem de
وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ
ve nezairi bu üslûba birer mecradır.
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ
Hâtime
H â t i m e
Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkali, ya lafız ve üslûbun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ul Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; Müşkilât-ı Kur’aniye bu kısımdandır.
T e n b i h : Hadîs-i Şerifte vârid olduğu gibi her Âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer hadd ve muttala’ı ve her hadd ve muttala’ın çok şücun ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahiddir. Bu meratibin herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa; ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir itizali intac eder. Öyle de devair ve meratib tefrik olunmaz ise, böyle neticeleri verir.
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserde yer alan “Dokuzuncu Mukaddeme” ve “Onuncu Mukaddeme” metinleri, iki mühim ve temel mevzuyu tafsilatlı bir surette ele almaktadır.
• Dokuzuncu Mukaddeme: Kâinattaki hayır ve şer muvazenesini, hilkatin gayesini, insanın mevkisini ve Dâr-ı Ahiretin lüzum ve zaruretini felsefî ve hikmetli bir nazarla isbat eder.
• Onuncu Mukaddeme: Kelâmın (sözün) ve bilhassa Kur’an-ı Hakîm’in nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir tefsir usûlü kaidesini vaz’ eder; müteşâbihat (manası kapalı, teşbihli) ayetlerin hikmetini “Tenezzülât-ı İlahiye” (Allah’ın, kullarının anlayış seviyesine tenezzül buyurması) prensibiyle izah eder.
Bu iki mühim mevzunun, metnin kendi tasviri ve ayetlerin ışığı altında geniş bir izahı aşağıda takdim edilmiştir:
BÖLÜM 1: DOKUZUNCU MUKADDEME’NİN İZAHI
(Kâinatta Hayrın Hâkimiyeti ve Ahiretin Zarureti)
Bu mukaddemenin temel davası, “Ukûl-ü Selime” (sağduyu sahibi akıllar) nezdinde, kâinatın yaratılışında (hilkatte) hayrın asıl ve küllî (temel ve genel), şerrin ise tebeî ve cüz’î (ikincil ve kısmî) olduğudur.
1. Hayrın Asıl Olduğunun İsbatı: Fünun (Bilimler)
Metin, bu davayı isbat için ilk olarak “fünun”u, yani bilimleri şahit gösterir:
• Esas: Âlemin her bir nev’ine (türüne) dair bir fen (bilim) teşekkül etmektedir.
• Fennin Yapısı: Her fen, “kavaid-i külliyeden ibarettir” (evrensel kaidelerden oluşur).
• Şehadet: Bir kaidenin “küllî” (genel, istisnasız) olabilmesi, o türün tamamında bir “Hüsn-ü İntizam” (mükemmel bir nizam) olduğuna “keşşaftır” (açığa çıkarıcıdır). Eğer bir şeyde intizam olmasaydı, hüküm külliyetiyle cereyan edemez, çok istisnalarla perişan olurdu.
• Netice: Demek ki, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi “cemi’ fünun” (bütün bilimler), kâinattaki bu mükemmel nizam ve hayra birer “şahid-i sadıktır.”
Bu intizamı teyit eden ise, hikmet nazarıyla yapılan “İstikra-i Tâmm”dır (bütün parçalara bakarak bütüne dair hüküm verme, tam tümevarım).
2. Şer ve İntizamsızlık Neden Görünür?
Metin, “Fakat bazan İntizam görülmüyor” itirazına şu cevabı verir:
İntizamsızlık zannı, bizim “ufk-u nazar”ımızın (bakış ufkumuzun) darlığındandır. O nizamın dairesi bizim nazarımızdan daha geniştir; biz onu “tamamen tasavvur ve ihata” edemediğimiz için, o “Nizamın tasvir-i bîmisali” (emsalsiz tasviri) kendini bize gösteremez.
Hülâsa: Kâinatın yaratılışındaki asıl maksat (maksud-u bizzât) ve mutlak galip olan; Hüsün (Güzellik), Hayır, Hak ve Kemaldir. Şer, kubuh (çirkinlik) ve bâtıl ise; bunlara tâbidir (tebaiye), mağlup (mağlube) ve gömülüdür (mağmuredir). Görünürdeki savletleri (saldırıları) ise muvakkattır (geçicidir).
3. İnsanın Mevkii ve Ahiretin Lüzumu
Bu kâinat nizamı içinde insanın (Benî-Âdem’in) yeri “Ekrem-i Halk” (yaratılmışların en keremi) ve “en Eşrefi” (en şereflisi) olmaktır. İnsanın bu âlî (yüce) mahiyetine rağmen, dünyada işlediği şerler ve yaptığı zulümler ne olacaktır?
Metin, insanın bu zulmü “hazmedemeyeceğini” ve “Hikmet-i İlahiye”nin de buna müsaade etmeyeceğini belirtir.
Ahiretin Zarureti:
Eğer şerri işleyen ve “Hukuk-u Umumiye-i Kâinata” (Kâinatın genel hukukuna) cinayet eden insan, cezasını tam çekmeden ademe (yokluğa) gitseydi, bu iki büyük zıddiyeti (paradoksu) doğururdu:
• Kâinatın İtirazı: Âlemin diğer “muntazama ve mükemmele ve Evamir-i İlahiyeye mutia” (nizamlı, mükemmel ve İlahi emirlere itaatkâr) olan varlıkları (enva’ ve ecnas), bu “perişan ve şekavetçi” insan nev’ini içlerinde kabul etmeyerek, onun yokluğa atılmasını (adem-i nefiy) ve varlık hakkından düşürülmesini (hukuk-u vücuddan iskat) talep edeceklerdi.
• Abesiyet (Saçmalık): İnsanın bu şekilde yok olması, onun “İstidadat-ı Gayr-ı Mahdude” (sınırsız kabiliyetlerini) ve “Ebed için mahluk olan müyulat ve arzularını” abes ve beyhude (boş ve manasız) kılardı.
Halbuki kâinattaki bu intizam, abesiyete (abes) zıttır. Allahu Teâlâ’nın “Sâni’-i Hakîm” (Her şeyi hikmetle yapan Sanatkâr) ismi, abesiyete müsaade etmez.
Cenâb-ı Hak bu hakikati şöyle tasvir eder:
أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 23/115 – Meali)
Netice: Bu “dar dünya”, insanın o büyük cevherinin ve sonsuz istidatlarının “sünbüllenmesine” (filizlenip açılmasına) müsait değildir. Beslenmesi ve terbiye edilmesi için “başka Âleme” (Ahirete) gönderilecektir. İnsanın “cevheri büyüktür… cinayeti dahi azîmdir.” Bu sebeple “mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz.”
Mutlaka hayrın hayır, şerrin şer olarak tam karşılığını bulacağı bir “Mahkeme-i Kübra” ve “Dâr-ı Âhiret” zaruridir. Zira orada “Hak ve Adalet-i Mahza” (sırf ve mutlak adalet) tecelli edecektir.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿٧﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿٨﴾
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.”
(Zilzâl, 99/7-8 – Meali)
4. Hatime (İslâm ve Asya’nın İstikbali)
Mukaddeme, bu küllî hayır kaidesini hususi bir alana, yani “İslâm’ın ve Asya’nın istikbali”ne tatbik eder. “Uzaktan gayet parlak görünüyor” hükmünü verdikten sonra, bu galebeyi hazırlayan beş “mukavemet-sûz” (direnç kırıcı) kuvveti zikreder. Bunların özeti şudur:
• Marifet ve medeniyetle donanmış İslâm’ın hakiki kuvveti.
• Tekâmül etmiş vesait (araçlar) ile donanmış şiddetli ihtiyaç.
• Başkalarının refahını görüp uyanmaktan (tenebbüh-ü tâm) doğan gıpta ve rekabet.
• Tevhid-i kelime, itidal, tenevvür-ü ezhan (zihinlerin aydınlanması) ve selâmet-i fıtrat (bozulmamış yapı) ile donanmış fıtrî istidat.
• Maddî terakkiye muhtaç olan İ’la-yı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) gayesi, zamanın icbarı ve ye’sin (ümitsizliğin) ölmesiyle hayat bulan medeniyet arzusu.
Buna mukabil, Batı medeniyetinin “diyanetsizlik” ve “maişetteki müdhiş müsavatsızlık” (gelir dağılımındaki dehşetli eşitsizlik) sebebiyle kendi içinde ihtilâl ve fesat fırkalarını (anarşist grupları) doğurduğunu belirtir. Bu müsavatsızlığa karşı İslâm’ın “Zekât mes’elesi”nin tek başına “deva-i şâfî” (tam şifa) olacağını vurgular.
Asya ve İslâm’ın bahtını açacak anahtarın ise “meşrutiyet ve hürriyet” olduğunu, ancak bunun mutlak bir şartı olduğunu belirtir: “Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…”
BÖLÜM 2: ONUNCU MUKADDEME’NİN İZAHI
(Kelâmın Anlaşılması ve Müteşâbihat Usûlü)
Bu mukaddeme, kelâmın (sözün) nasıl anlaşılması gerektiğine dair çok mühim bir belâgat ve tefsir kaidesini vaz’ eder.
1. Kelâmda Sorumluluk: Maksad ve Üslûb
• Ana Fikir: Bir mütekellim (konuşan), sözünden (kelâmından) “her fehme gelen şeylerde” (anlaşılabilecek her manada) sorumlu (muahaze olunmaz) tutulamaz.
• Sorumluluk Alanı: Mütekellim, sadece “irade” ettiği ve “mesûk-u lehülkelâm” (sözün asıl sevk edildiği, ana gaye) olan manadan ve “garaz ve maksad”ından sorumludur.
• Sorumluluk Dışı Alan: Fakat bu maksada ulaşmak için kullanılan “vesail” (vasıtalar), “üslûb”, “telvihat ve telmihat” (imâlar, atıflar) ve “suver-i maânî” (manaların büründüğü suretler, biçimler) mütekellimin zimmetinde değildir. Bunlar, manayı “tefhim” (anlatabilmek) için kullanılan ve “örf ve âdete” ve “kabul-ü umumîye” (genel kabule) ait olan araçlardır.
Mühim Misal (Kinaye):
Metin, bu kaideyi “kinaî” (üstü kapalı) sözle izah eder:
“Filanın kılıncının bendi uzundur” (Kılıcının bağı uzundur) = O adam uzundur.
“Ramadı çoktur” (Külü çoktur) = O adam “sahî”dir (cömerttir, çok misafir ağırlar, çok ateş yakar).
Bu sözler, o adamın “kılıcı” veya “ramadı (külü) hiç olmazsa da” sadıktır (doğrudur). Çünkü maksat kılınç değil boy, kül değil cömertliktir.
2. Kur’an-ı Kerim ve “Tenezzülât-ı İlahiye”
Bu kaidenin en mühim tatbik alanı “Müşkilât ve Müteşabihat-ı Kur’aniyeye” (Kur’an’ın anlaşılması zor ve müteşâbih ayetleri) dairdir.
• Kur’an’ın Gayesi: Kitab-ı Hakîm’in “maksudu ehemm” (en mühim maksadı), ekseriyeti teşkil eden “cumhurun İrşadı”dır (halkın çoğunluğunun, yani avamın irşadıdır).
• Avamın İdrak Sınırı: “Avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip” (alıştığı ve hayal ettiği şeylerden sıyrılıp) “Hakikat-ı Mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler.” (Yani soyut, saf hakikatleri doğrudan idrak edemezler).
• İlahi Usûl: Avamın bu hakikatleri görebilmesi için, “zihinlerinin te’nisi” (zihinlerinin yatışması, alışması) gayesiyle, o “mücerredat” (soyut hakikatler) onlara “me’luf olan ziyy ve libas ile” (alıştıkları kılık ve elbise ile) arz-ı endam eder.
• Kural: Bu durumda “surete hasr-ı nazar etmemek gerektir.” (Bakışı surette, yani o elbisede dondurup kalmamak gerekir).
İşte belâgatta “Tenezzülât-ı İlahiye” (İlahi tenezzüller), “Müraat-ı Efham” (Anlayış seviyelerini gözetme) ve “Mümaşat-ı Ezhan” (Zihinlere uygun hareket etme) tabir edilen sır budur.
Bu usûle binaen, Cenâb-ı Hak, avamın zihnine çok âlî (yüce) ve mücerred (soyut) hakikatleri, onların alıştığı suretler ve teşbihler libasında (elbisesinde) göstermiştir.
3. Metinde Zikredilen Müteşâbih Ayet Misalleri ve İzahları
Metin, bu Tenezzülât-ı İlahiye kaidesine Kur’an’dan şu misalleri verir:
• İstivâ (Hâkimiyetin Tasviri):
…ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ…
“…sonra Arş’a istivâ edendir…” (A’râf, 7/54 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Cenâb-ı Hakk’ın kâinat üzerindeki mutlak hâkimiyeti, rububiyeti ve saltanatı; mücerred (soyut) bir manadır. Avamın zihni bunu idrak edemez. Bu soyut mana, avamın “me’luf” olduğu (alıştığı) bir suret olan “padişahın tahtına oturup (istivâ edip) memleketini idare etmesi” suretinde (libasında) ifade edilmiştir. Maksat, suret (oturmak) değil, manadır (mutlak hâkimiyet).
• Yed (Kudretin Tasviri):
…يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ…
“…Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir…” (Fetih, 48/10 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Sahabelerin Peygamber Efendimiz (A.S.M.) ile yaptığı bîatı tasdik etmek, İlahi kudretin ve teyidin onlarla olduğunu bildirmek; soyut bir manadır. Bu mana, onların alıştığı “el sıkışma” ve “üstteki elin gücünü ve onayını” temsil etme suretinde ifade edilmiştir. Maksat, zahirî bir “el” değil, İlahi “kudret, ahd ve teyid”dir.
• Câe (Tecellinin Tasviri):
وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا
“Rabbinin emri gelip de melekler saf saf dizildiği zaman…” (Fecr, 89/22 – Meali)
• İzah: Cenâb-ı Hakk’ın bir yerden bir yere intikal etmesi (gelmesi) muhaldir. Burada “gelmek” (câe) suretiyle, Ahirette Allah’ın kahrının, celâlinin ve adaletinin “tecelli etmesi”, yani emrinin ve hükmünün zahir olması (ortaya çıkması) tasvir edilmiştir. Meal de bu tenezzül sırrına işaretle, manayı “Rabbinin emri gelip…” şeklinde vermiştir.
• Aynin Hamie (Görüş Ufkunun Tasviri):
…حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُbُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ…
“…Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu…” (Kehf, 18/86 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Bu ayet, Güneş’in hakikatte nerede battığını değil, Zülkarneyn’in (A.S.) “ufk-u nazar”ına (onun bakış açısına) göre hadisenin nasıl göründüğünü “hikâye” etmektedir. Bu, tam bir “Mümaşat-ı Ezhan”dır (Zihne uygun konuşmadır). Maksat kozmoloji dersi vermek değil, Zülkarneyn’in seyahatinin ulaştığı noktayı, onun gördüğü “suret” ile tasvir etmektir.
• Tecrî (Görünen Hareketin Tasviri):
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.” (Yâsîn, 36/38 – Meali)
• İzah: Bu ayet, “avamın” zihnine hitap ederek, gözle gördükleri “cereyanı” (akışı) esas alarak konuşur. Maksat, Güneş’in hareketinin hakikat-i ilmiyesinden (bilimsel gerçeğinden) ziyade, bu hareketin bir “Takdir-i Aziz-i Alîm” (Kudretli ve Bilen Allah’ın takdiri) olduğunu, yani bir nizam içinde bulunduğunu (intizamı) ders vermektir.
4. Hatime ve Tenbih (Zahir ve Bâtın Mertebeleri)
• Müşkilât-ı Kur’aniye: Metin, Kur’an’daki zorluğun (işkal), lafız perişanlığından (bu Kur’an’a yanaşamaz) değil, mananın “dakik, derin, kıymetdar ve gayr-ı me’luf” (çok ince, derin, kıymetli ve alışılmamış) olmasından kaynaklandığını belirtir. Bu kıymetli manalar, şevki artırmak için “fehme karşı nazlanmak” isterler.
• Meratib (Mertebeler): En mühim tenbih şudur: Her ayetin “zahir, bâtın, hadd, muttala'” gibi pek çok mertebesi ve bu mertebelerin de “şücun ve gusûnu” (dalları ve budakları) vardır.
• Tehlike (İştibak): Tehlike, bu mertebeleri “iştibak” (birbirine karıştırmak) etmekten doğan “iştibah”tır (şüphe, bulanıklık).
• Misal: “Daire-i esbab” (sebepler dairesi) ile “daire-i akaid” (inançlar dairesi) karıştırılırsa ne olur?
• Ya sebepleri tamamen inkâr edip “tevekkül namıyla bir betalet” (tembellik) ortaya çıkar.
• Ya da sebeplere hakiki tesir verip “müraat-ı esbab namıyla bir itizal” (Mu’tezile mezhebi gibi sebeplere yaratıcılık atfetme) ortaya çıkar.
İşte Kur’an’ın müteşâbih ayetlerindeki zahirî suret (elbise) ile bâtınî manayı (hakikat) ayırt edememek (tefrik edememek) de böyle hatalı neticeler verir.
Nitekim Âl-i İmrân Suresi, bu müteşâbih ayetlerin varlığını ve onlara nasıl yaklaşılması gerektiğini şöyle beyan eder:
هُوَ الَّذ۪ىٓ اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ…
“Sana kitabı indiren O’dur. Ondan, kitabın anası olan bir kısım âyetler muhkem (açık ve kesin)dir; diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler…”
(Âl-i İmrân, 3/7 – Meali’nden bir kısım)
Hülâsa: Onuncu Mukaddeme, Kur’an’ın zahirî lafzına (suretine) takılıp kalanları tenkit ederek; avamın zihnini okşayan o suretlerin (elbiselerin) altında yatan âlî (yüce) ve mücerred (soyut) maksatlara (manalara) ulaşmak için bir usûl dersi vermektedir.
===============•-•===============
Onbirinci Mukaddeme
Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir. Zevil’elbabca mukarrerdir: Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder. O kaziyelerin herbiri ayrı birer madenden çıktığı gibi, ayrı ayrı birer semere de verir. Biri birinden fark etmeyen Haktan bîgane kalır. Meselâ: Hadîste denilmiş: ( اَنَا وَ السَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ) Yani: Ben ve Kıyamet bu iki parmak gibiyiz. Mabeynimizde tavassut edecek Peygamber yoktur. Veya Hadîsin muradı ne ise Haktır. Şimdi bu Hadîs üç kaziyeyi mutazammındır:
Birincisi: Bu Kelâm Peygamberin Kelâmıdır. Bu kaziye ise, tevatürün -eğer olsa- neticesidir.
İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı Hak ve Sadıktır. Bu kaziye ise, Mu’cizelerden tevellüd eden Bürhanın neticesidir.
Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, kâzib olur. İkincisini inkâr eden adam dalalete gider, zulmete düşer.
Üçüncü kaziye: Bu Kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum. Bu kaziye ise teşehhi ile değil, İctihadın neticesidir. Zâten Müctehid olan başka Müctehidin taklidine mükellef değildir. Bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran ederler. Kal u kîl buna şahiddir. Bunu inkâr eden adam eğer İctihad ile olsa, ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir. Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır.
H â t i m e
Bu üç kaziye Hadîste cereyanı gibi Âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda bir fark-ı dakik vardır. Ve bundan başka bir Kelâmda çok Ahkâm-ı Zımniye bulunur. Fakat hususîdir. Herbiri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi olabilir.
T e n b i h : İltizam-ı hilaf ve taassub-u bârid ve meyl-üt tefevvuk ve hiss-i tarafdarlık ve vehmini bir asla irca’ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzib veya tadlil etmekle kendi Sıdk ve İstikametini ilân etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir.
وَ اِلَى اللّٰهِ الْمُشْتَكٰى
Onikinci Mukaddeme
Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalâta sapar. Sırat-ı Müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.
Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.
Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilafatı îka’ eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, Hilkatte olan Hüsün ve Azamet ve Ulviyete adem-i kanaattır. Hâşâ zevk-i fasidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki Akıl ve Hikmet nazarlarında herbiri Kudretin en bahir Mu’cizelerinden olan Hakaik-i Âlemde olan Hüsn-ü İntizam ve Kemal ve Ulviyet, o derece Dest-i Hikmet ile nakşolmuş ki: Bütün hayalperestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde Hüsün ve Kemale nisbet olunsa; o hârikulâde hayaller gayet âdi ve o Âdâtullah gayet hârikulâde bir Hüsün ve Haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’luf olan âfâk ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder. Evet gözleri açan yalnız Nücum-u Kur’aniyedir. Öyle Nücum-u Sâkıbedirler ki: Cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; Âyât-ı Beyyinat, Yed-i Beyza ile, ülfet ve sathiyetin hicablarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, Ukûlü âfâk ve enfüsün Hakaikine tevcih edip İrşad etmişlerdir.
Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile Kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan Gıda-yı Ruhanîyi zevkedemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsızlık ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder. O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi Hakikatının çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür. Hattâ Kalbe değil, belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor. Sonra bir Nazar-ı Hak gelir, onu tecrid etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına irca’ eder. “Hak gelir, bâtıl ölür” Sırrı da zahir olur.
Ezcümle: Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı mesleğim; ifrat ve tefrit ile Hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve O Elmas gibi Hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes’eleyi zikrettim. O mes’eleye temas eden Mesail-i Diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve Muhibb-i Dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, Dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; Ehl-i Diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve Ehl-i Hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir Derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki Elmas Kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, O Kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; Medreseler hayatlanacaktır vesselâm…
Hem de zahiriyyunun efkârını teşviş eden ve hayalâtını intizamdan çıkaran Sıdk-ı Enbiyanın delaili yalnız hârikulâdelerde münhasır olduklarını itikad etmeleridir. Hem de Peygamberimizin cümle Hali veya ekseriyeti, Hârika olmak itibar etmeleridir. Bu ise, vücud müsaade etmediği için mütehayyelâtları intizam bulamıyor.
Halbuki böyle itikad; Sırr-ı Hikmet-i İlahiyeden ve Hilkat-ı Âlemde cârî olan Kavanin-i İlahiyeye Peygamberlerin teslim ve ittibalarından gaflet, pek büyük bir gafletin neticesidir. Evet Peygamberimizin herbir Hal ve Hareketi, Sıdkına delalet ve Hakka temessüküne şehadet etmekle beraber, Peygamber de Âdâtullaha ittiba’ ve inkıyad ediyor. Makale-i Sâlise’de bu Sırra tenbih edilecektir.
Hem de Hârikulâdenin izharı Tasdik-ı Nübüvvet içindir. Tasdik ise, zahir olan Mu’cizatıyla, ekmel-i vech ile hasıl olabilir. Eğer hacetten fazla hârika olsa, ya abestir veya Sırr-ı Teklife münafîdir. Zira Teklif, nazarî olan şeyde bir imtihandır. Bedihiyat veya bedahete yakın olan şeylerde edna, a’lâ ile müsavi olabilir. Veyahut Cereyan-ı Hikmetin Sırrına Teslim ve İtaate muhaliftir. Halbuki Peygamberler herkesten ziyade Ubudiyet ve Teslime mükelleftirler.
Ey şu perişan Sözlerime nazar eden Talib-i Hak! Senin mahiyetinde ekilmiş olan müyulat, şu Oniki Mukaddime’de sükû- nuyla beraber cereyan eden Şems-i Hakikatın ziyasıyla, neşv ü nema bulup çiçekler açacaktır…
H â t i m e
Seyyid olmayan Seyyidim ve Seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruc haram oldukları gibi.. Hadîs ve Kur’an’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur. Fakat ziyade etmek, Nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, İlim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik Dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir.
Belki hikâyatın bakırları ve israiliyatın müzahrefatı ve teşbihatın mümevvehatı Elmas-ı Akidede, Cevher-i Şeriatta, Dürer-i Ahkâmda idhal etmek; kıymetini daha ziyade tenzil ve Müteharri-i Hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.
Hâtimenin Hâtimesi
Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, Şeriat-ı Hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san’atta intişar ve tedahül ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal… Elhasıl, fena fi-s san’at olmaktır. Vazife-i Hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. Bu Sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, İlmin şanında olan Teşvik ve İrşad ve Nasihat ve Lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebir ve ta’nif eder. İlme Hizmete bedel, İlmi istihdam eder. Buna binaen Vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, dâr-ül fünun gibi çok devaire tebdil ve tertib etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, Hikmet-i Ezeliyenin Emr-i Manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksim-ül a’male tatbik edilsin.
Tenbih: Ulûm-u Medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u Âliye (آلِيَه ) maksudu bizzât sırasına geçtiğinden, Ulûm-u Âliye ( عَالِيَه ) mühmel kaldığı
gibi, libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli ezhanı zabtederek, asıl maksud olan İlim ise, tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen Kitablar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.
Ey Birader-i Vicdan!.. Zannediyorum: Şimdi şu Mukaddimat üzerine terettüb edecek olan Kütüb-ü Selâseyi, ne mahiyette olduklarını görmek istiyorsun, fakat daha sabret. Şimdilik sana bir mevzu söyleyeceğim ki; o Kütübün bir zemin-i icmalîsini, tabir-i diğer ile küçük bir fotoğrafını veya icmalî bir haritasını teşkil eder. Hem de o Kütübde sekiz-dokuz mes’eleyi, acele edip sana takdim edeceğim. Üçüncü Makale’den sonra eğer Meşiet-i İlahiye taalluk etse ve Tevfik-i Rabbanî refik olsa, tafsilatını zikretmek fikrindeyim. İşte mevzu ve zemin budur:
Kur’an’ın gösterdiği vesail ile, doğru Hikmetin kuvvetiyle, bir Seyr-i Ruhanî olarak Semavatın Ulûmlarına çıkacağım. Tâ oradan temaşa edip göreceğiz ki: Küre-i Arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi Sâni’-i Hakîm Dest-i Kudretle döndürüp, atmakla çeviriyor. Tâ parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine Nazar-ı Hikmetle göreceğiz. Sonra da Semavattan asılıp, cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahman, sathını serip müheyya ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz. Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi beşiğini atıp harab etmekle beşeri Saadet-Saray-ı Ebediyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz. Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân ile mukayyed olmayan Seyr-i Ruhanî ile zaman-ı mazi kıt’asına girip ebna-yı cinsimiz olan ebna-yı mazi ile seyyale-i berkıye-i tarihiye ile muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifanın köşesinde vukua gelen hâdisatı öğrenip, ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız. Sonra dönüp gelmek üzere olan ebna-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için Saadetin Fecr-i Sadıkını uzaktan görmek ve göstermek ile maşrık-ı istikbale müteveccih olarak şimendifer-i terakkiye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimiz ile beraber ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen fakat arkası gayet parlak olan zamana dâhil olacağız. Tâ ebna-yı müstakbel ile musafaha edip Saadetlerini tebrik edeceğiz.
İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir ki, ileride tahrir ile sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.
Ey Birader!.. Senin elini tutup Hazine-i Hakaike götürmekten evvel va’d ettiğim birkaç mes’ele ile acele edip basar-ı basiretinize gışavet ve perde olan hayalâtı def’ edeceğim. Öyle hayalât, gulyabanî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de Nuru nar, Dürrü mederr gibi gösterir. O hayalâttan sakın! Senin vesveselerinin en büyük menşei, küreviyete taalluk eden birkaç mes’eledir. Ezcümle: Sevr ve Hut ve Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn ve cibalin evtadiyetleri ve yer altında Cehennem’in yerini tayin etmek ve
دَحٰيهَا
ve
سُطِحَتْ
ve
اَلشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ
ve
يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ
gibi mesaildir. Hakikatlerini beyan edeceğim; tâ, dinin düşmanlarının gözleri kapatılsın ve dostlarının gözleri dahi açılsın.
— · ⁖ · —
Muhakemat’tan (RNK, s. 16-20 aralığından) Onbirinci ve Onikinci Mukaddemeler, hakikate vukufiyetin usûlünü (metodolojisini) ve bu yoldaki engelleri tasvir eden son derece mühim iki bahistir. Bu iki mukaddemenin temel meselesi; hakikatin özü (lübb) ile kabuğu (kışır) arasındaki farkı idrak etmek, zahirî (dış) manalara takılıp kalmanın (zahirperestlik), alışkanlık perdesinin (ülfet) ve ifrat-tefrit (aşırılık ve eksiklik) bataklıklarının, kâinatı ve Kelâm-ı İlahî’yi doğru anlamaya nasıl mâni olduğunu ortaya koymaktır.
Bu iki mukaddemenin geniş ve detaylı izahını, ayetler ve müradif (alakalı) mefhumlar ile birlikte şu şekilde tafsil edebiliriz:
1. KELÂM-I VÂHİD’DEKİ ÇOK CEVHER: USÛLÜ’D-DİN VE İCTİHAD (Onbirinci Mukaddeme)
Bu mukaddeme, bir sözün (kelâm) veya bir metnin (ayet/hadis) nasıl anlaşılması gerektiğine dair temel bir usûl dersidir.
a. Bir Sadef, Çok Cevahir (Tek Söz, Çok Hüküm)
Üstad Bediüzzaman, “Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir” buyurarak, tek bir ifadenin bir “sadef” gibi olduğunu, içinde ise birden çok “cevher” (hüküm, mana, hakikat) barındırabileceğini belirtir. Bu, özellikle icaz (az sözle çok mana ifade etme) sıfatına sahip olan Kur’an ve Hadisler için geçerlidir.
b. Üç Kaziye (Önerme) ile Hakikati Ayrıştırmak
Bir kelâmın anlaşılmasında üç temel katman (kaziye) vardır. Bu, verilen hadis misali üzerinden (اَنَا وَ السَّاعَۃُ کَھٰذَیْنِ – “Ben ve Kıyamet şu iki parmak gibiyiz.”) şöyle izah edilir:
• Birinci Kaziye (Sıhhat/Menşe): “Bu Kelâm Peygamberin Kelâmıdır.” Bu, o sözün kaynağının (menşeinin) sabit olmasıdır. Hadis için bu tevatür veya sahih senet ile bilinir. Kur’an için bu, zaten kat’îdir. Bunu inkâr, mükâbire (inatçılık) ve tekzib (yalanlama) olur.
• İkinci Kaziye (Sıdk/Doğruluk): “Kelâmın mana-yı muradı Hak ve Sadıktır.” Yani, bu sözün taşıdığı temel mesaj doğrudur. Bu, Peygamberin (a.s.m.) nübüvvetine delâlet eden mucizelerin ve bürhanların neticesidir. Bunu inkâr, dalâlettir, zulmettir.
• Üçüncü Kaziye (Murad/İctihad): “Bu Kelâmda murad budur.” Yani, o sadefteki cevherin tam olarak ne olduğunu tayin etmektir. “Ben ve Kıyamet yakınız” sözünden murad, “arada başka peygamber yoktur” manası mıdır, yoksa başka bir incelik mi vardır? İşte bu üçüncü kaziye, ictihadın ve tefekkürün sahasıdır.
c. İhtilafın ve Taassubun Menşei
Mukaddeme, ilk iki kaziyede (sıhhat ve sıdk) “ittifak etmek gerektir” derken, asıl ihtilafların ve “kal u kîl”in (dedikodunun) üçüncü kaziyede, yani muradın ne olduğunda (ictihad sahasında) feveran ettiğini belirtir.
Buradaki en mühim tehlike, Tenbih kısmında zikredilen hubb-u nefis (ene sevgisi) hastalığıdır. Kişinin kendi ictihadını veya anlayışını mutlak hakikat zannedip, başka bir müctehidin anlayışını inkâr etmesi; taassub-u bârid (soğuk/yersiz bağnazlık), meyl-üt tefevvuk (üstün gelme meyli) ve hiss-i tarafdarlık gibi süflî hislerle hareket etmesidir.
Bu, bir kapısı olan eve başka yoldan girmeye çalışmaktır. Hakikate ancak kendi usûl kapısından girilir.
Konuyla Alakalı Ayetler (İctihad ve Taassub):
İctihadın ve anlayış farkının meşruiyetine, ancak körü körüne taassubun reddine dair:
• Meali: “Sana da, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye kitabı hak olarak indirdik; sakın hainlerin savunucusu olma!” (Nisâ 4/105)
• İzah: “Allah’ın sana gösterdiği gibi” tabiri, vahyin ışığında akıl ve ictihad ile hakikati bulma vazifesine işaret eder.
• Meali: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğru yolu da bulamamışlarsa?” (Bakara 2/170)
• İzah: Bu ayet, taassub-u bâridi ve ictihad yerine kör taklidi tenkit eder; Onbirinci Mukaddeme’deki “Müctehid olan başka Müctehidin taklidine mükellef değildir” düsturunun zeminini gösterir.
2. LÜBB VE KIŞIR MÜCADELESİ: ZAHİRPERESTLİK VE ÜLFETİN REDDİ (Onikinci Mukaddeme)
Bu mukaddeme, hakikati anlamadaki en büyük iki manevî ve zihnî engele odaklanır: Zahirperestlik (sathîlik/literalizm) ve Ülfet (alışkanlık).
a. Lübbü Bulmayan Kışır ile Meşgul Olur
Mukaddemenin esası budur:
• Lübb (öz, çekirdek) yerine Kışır (kabuk) ile,
• Hakikat yerine Hayalât (kuruntular, fanteziler) ile,
• Sırat-ı Müstakim (denge yolu) yerine İfrat ve Tefrit (aşırılıklar) ile meşgul olmak.
Zahirperestler (sadece dış yüze bakanlar), kıssanın hissesiyle olan zihnî alakasını, haricî bir vücud zannetmekle aldanırlar. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın azametini anlatan bir teşbihi, hakikatin kendisi zannederler.
b. Hurafâtın Kaynağı: Hilkatteki Güzelliğe Kanaatsizlik
İnsanların mübalağaya, hurafata ve hayalâta sapmasının mühim bir sebebi, “Hilkatte olan Hüsün ve Azamete adem-i kanaattır.” Yani, kâinattaki mevcut nizamı ve sanatı (Âdâtullah’ı) zevk-i fasidesiyle (bozuk zevkiyle) istihfaf (hafife almak) etmektir.
Halbuki hakikat şudur: Kâinattaki âdi görünen nizam (Âdâtullah), hayalperestlerin en hârikulâde hayallerinden daha hârikulâde, daha yüksek ve daha güzeldir.
c. En Büyük Perde: Ülfet
Peki, insan bu âşikâr güzelliği neden göremez? Cevap: Ülfet.
Ülfet, yani alışkanlık, “cehl-i mürekkebin hemşiresi (kız kardeşi)” ve “nazar-ı sathînin annesi” olarak tasvir edilir. Her gün güneşi görmeye alışan göz, onun ne büyük bir mucize olduğunu idrak edemez.
d. Ülfetin İlacı: Nazar-ı Kur’anî (Âfâk ve Enfüs)
Bu ülfet perdesini yırtan ve gözleri açan tek şey “Nücum-u Kur’aniyedir” (Kur’an’ın yıldızları/ayetleri). Kur’an, ısrarla insanı me’luf (alışılmış) olan âfâk (dış âlem) ve enfüse (iç âlem) dikkat-i nazara davet eder.
Konuyla Alakalı Ayetler (Ülfeti Kıran Nazar):
• Meali: “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi nefislerinizde (Allah’ın varlığına) deliller vardır. Hâla görmüyor musunuz?” (Zâriyât 51/20-21)
• İzah: Bu ayetler, tam da mukaddemede belirtilen âfâk (“yeryüzünde”) ve enfüs (“kendi nefislerinizde”) delillerine bakmayı emrederek ülfeti kırar.
• Meali: “Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne, nasıl yayılmış?” (Gâşiye 88/17-20)
• İzah: Her gün görülen, alışılmış (me’luf) varlıklara “Bakmıyorlar mı?” diyerek nazarı çevirmek, ülfet perdesini yırtmaktır.
e. Mübalağa Meyli ve “Kartopu” Misali
İnsan, ülfet sebebiyle kâinat kabındaki “Gıda-yı Ruhanîyi” zevk edemeyince, bu manevî açlığını mübalağa ile doyurmaya çalışır. Bu mübalağa, “dağ tepesinde bir kartopu gibi” başlar; hayalden lisana, lisandan lisana gezdikçe devasa bir hayalât yığınına dönüşür. Sonra “Nazar-ı Hak” (hakikatin bakışı) gelir, onu çıplak bırakır. Zira:
• Meali: “De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.'” (İsrâ 17/81)
f. İfrat (Cahil Dost) ve Tefrit (Düşman) Arasında Hakikat
Üstad, bu mübalağa ve zahirperestliğe şahsî bir misal verir: Küreviyet-i Arz (Dünya’nın yuvarlaklığı). Bu bedihî (apaçık) ilmî hakikati zikrettiğinde, zahirperestler (literalistler) ve avamperestler (avamın hoşuna gidecek şekilde konuşanlar), “göz yummakla gündüzü gece yapmak” gibi bir hamakatle, bunun dine muhalif olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu, şu dersi vermiştir: “Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir.”
• Düşman: Hakikatleri tefrit (eksiltme, inkâr) yoluyla tenkit eder.
• Cahil Dost: Hakikatleri ifrat (aşırılık, mübalağa) ve avamperestane safsatalar (hurafe) ile savunur görünerek hakikate zarar verir.
Bu sebeple, eldeki “Elmas Kılınç” (Kur’anî bürhanlar), sadece düşmanın tefritine karşı değil, o cahil dostların ifratkârane hayalâtına karşı da kullanılmak mecburiyetindedir.
g. Nübüvvet ve Âdâtullah
Zahirperestlerin bir diğer hatası, nübüvvet delillerini yalnız hârikulâde mucizelere hasretmektir. Onlar, Peygamberin (a.s.m.) her halinin hârika olmasını beklerler.
Halbuki bu, “Sırr-ı Hikmet-i İlahiyeden” gaflettir. Peygamberler de Âdâtullah’a (tabiat kanunlarına) ittiba ederler. Mucizelerin gayesi, tasdik-ı nübüvvettir ve bu, zahir olan mucizelerle zaten hasıl olmuştur. Hacetten fazla hârika göstermek, Sırr-ı Teklife (imtihan sırrına) münafîdir. Zira teklif, nazarî (tefekkür gerektiren) bir imtihandır; bedihî (apaçık) olursa imtihan sırrı kalmaz.
• Meali: “De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!'” (Fussilet 41/6)
• İzah: Bu ayet, Peygamberin (a.s.m.) beşerî yönünü ve Âdâtullah’a tabi olduğunu, farkın ise vahiy olduğunu vurgular.
h. Usûlün Gayeye Kurban Edilmesi (Medreselerin Tedennisi)
Hâtimenin Hâtimesi, bu zahirperestliğin ve usûlsüzlüğün içtimaî bir neticesini gösterir: İlimde gaye ve vasıtanın karıştırılması.
• Ulûm-u Âliye (عَالِيَه): Gayedir (Tefsir, Hadis, Kelâm gibi yüksek ilimler).
• Ulûm-u Âliye (آلِيَه): Vasıtadır (Sarf, Nahiv, Mantık gibi alet ilimleri).
Medreselerin tedennisinin (gerilemesinin) sebebi, vasıta olan alet ilimlerinin (bilhassa ibare-i Arabiyenin halli) gaye yerine geçmesi, asıl maksud olan yüksek ilimlerin ise tebeî (ikincil) kalmasıdır.
Netice ve Seyr-i Ruhanî
Bu iki mukaddeme, bir “Seyr-i Ruhanî” için zemin hazırlar. Bu seyrin gayesi, Kur’an’ın gösterdiği vesileler ve doğru hikmetin kuvvetiyle, zahirperestlerin ve cahil dostların ürettiği hayalâtı (gulyabanîleri) def etmektir.
Bu hayalâtın en büyük menşei ise, kâinatın yapısına dair yanlış telakkilerdir: Sevr ve Hut (Dünya’yı taşıdığı zannedilen öküz ve balık), Kaf Dağı, Sedd-i Zülkarneyn ve bilhassa bazı ayetlerin (دَحٰيهَا – yaydı, سُطِحَتْ – yayıldı, اَلشَّمْسُ تَجْر۪ى – güneş akar gider) sathî tefsirleridir.
Müteakip bahislerde (ki metinde zikredilen Kütüb-ü Selâse – Üç Kitap), bu meselelerin hakikatleri, lübbü kışırdan, hakikati hayalâttan ayırarak izah edilecektir.
Özetle, bu iki mukaddeme; taassubu, sathîliği, ülfeti ve mübalağayı reddeden; ictihada, tefekküre, bürhana ve Sırat-ı Müstakim olan hakikatin lübbüne (özüne) çağıran bir usûl beyanıdır.
===============•-•===============
Birinci Mes’ele
Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına; muhakkikîn-i İslâm -eğerçi ittifak-ı sükûtîyle olsa- ittifak etmişlerdir. Eğer bir şübhen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git; maksada vukuf ve ıttıla’ peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.
Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatîh-ül Gayb” olan İmam-ı Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.
Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccet-ül İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste… De ki: “Küreviyette müşahhat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahhat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”
Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle!.. Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdid ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.”
Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatın uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahr-ül İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî’ye git, istifta et, de ki:
“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır: Güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû’ etmez; nasıl oruç tutacaklar? Hem de istifsar et ki: Şartın tarif-i şer’îsi olan sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder. Halbuki yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır?”
Emin ol, İmam-ı Şafiî mes’ele-i ûlâyı şarktan ve garbdan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü mes’eleyi dahi, cenubdan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Bürhan-ı aklî gibi cevab verecektir. Hem de kıble mes’elesinde diyecek: “Kıble ve Kâ’be öyle bir amud-u nuranîdir ki; semavatı arşa kadar takmış ve nazmedip Küre-i Arz’ın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nuranîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şakuliyle senin gözünün şuaı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıble ile temas ve musafaha edecektir.
Ey birader!.. Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acib hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından bir kıymeti yoktur tâ kalbe girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. Eğer o hayalâta açık ve hakikata kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmez ise tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sâkinlerini gör, sual et. Zira ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatür ile bir lisanla sana söyleyecekler: “Yahu!.. Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede cari olan kaide ve kanun-u İlahîden şüzuz ve serkeşlik etsin.” Hem de delail-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir.
İşaret:
Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlahiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczub ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vâcib kılmıştır. Zira zemin, sema ile beraber
اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
demişlerdir. Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.
Elhasıl:
Sâni’-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin -ey ehl-i hayal!..- teşehhi ile istediğiniz gibi yaratmamıştır; akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.
Tenbih:
Za’f-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umûrun biri de; “Bu hakikat, dine münafîdir” olan kelime-i hamkadır. Zira bürhan-ı kat’î ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havfeden adam, hâlî değil; ya dimağında bir sofestaî gizlenmiş karıştırıyor veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilâl ediyor veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkid ile almak istiyor…
— · ⁖ · —
İkinci Mes’ele
Pûşide olmasın, Sevr ve Hut’un kıssa-i meşhuresi İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber müslüman olmuştur. İstersen Mukaddeme-i Sâliseye git, göreceksin; hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dâhil olmuştur. Amma İbn-i Abbas’a olan nisbetin ittisali ise, Dördüncü Mukaddeme’nin âyinesine bak, o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: “Arz, sevr ve hut üzerindedir.” Hadîs olarak rivayet ediliyor.
Evvelâ:
Teslim etmiyoruz ki, hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır.
Sâniyen:
Hadîs olsa da za’f-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz, zira yakîn şarttır.
Sâlisen:
Mütevatir ve kat’iyy-ül metin olsa da kat’iyy-üd delalet değildir. Eğer istersen Beşinci Mukaddeme’ye müracaatla, Onbirinci Mukaddeme ile müşavere et!
Göreceksin nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış. Bu hadîsi mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür:
Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemma olan hamele-i arş, melaikedir. Bu sevr ve hut dahi, öyle iki melaikedir. Yoksa arş-ı a’zamı melaikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafîdir. Hem de lisan-ı şeriattan işitiliyor: Herbir nev’e mahsus ve o nev’e münasib bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle müsemma, belki âlem-i melaikede onun suretiyle mütemessil oluyor… Hadîs olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet şemse müekkel olan melek; ismi şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir. Hem de hükema-i İlahiyyun nezdinde herbir nev’ için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melek-ül cibal ve melek-ül bihar ve melek-ül emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i hakikî yalnız Zât-ı Akdes’tir.
اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ
Esbab-ı zahiriyenin vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umûr-u hasise ile mübaşeret ve mülabeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette herşey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasibdir.
ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
İkinci mahmil:
Sevr, imaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hut ise, ehl-i sevahilin belki pek çok nev’-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır. Nasıl biri sual ederse: “Devlet ne şey üstündedir?” Cevab verilir: “Kılınçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” “Marifet ve san’at ve ticaret ile” cevab verilir. Veyahut “Nev’-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?” Cevab ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.” Kezalik vallahu a’lem Fahr-i Kâinat buna binaen cevab vermiş. Şöyle sual eden zât -İkinci Mukaddeme’nin sırrıyla- böyle hakaika zihni istidad kesbetmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevab buyurdu ki: “Yer, sevr üstündedir.” Zira yerin imareti nev’-i beşer iledir. Nev’-i beşerden olan ehl-i kura’nın menba-i hayatları ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin a’zam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri balığın cevfinde ve hutun üstündedir.
كُلُّ الصَّيْدِ ف۪ى جَوْفِ الْفَرٰى
mes’elesine mâsadaktır. Bu latif bir cevabdır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Farazâ sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse; fenn-i beyanda olan
تَلَقَّى السَّامِعُ بِغَيْرِ الْمُتَرَقَّبِ
kaidesinin üslûb-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa hasta olan sâil, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir.
يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاق۪يتُ لِلنَّاسِ
bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir.
Üçüncü Mahmil:
Sevr ve Hut, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazm ve rabt ile yüklenmiş olan âlemde cari ve lafzen ve ıstılahen cazibe-i umumiye ile müsemma olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassül ettiğinden, “Arz burçlar üstündedir” olan tabir-i hakîmane caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira hikmet-i atîka burçları semada, hikmet-i cedide ise medar-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder.
Hem de mervidir: Sual taaddüd etmiş. Bir kerre “Hut üstündedir.” Demek bir aydan sonra “Sevr üstündedir” denilmiştir. Yani feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi’alarının nokta-i mihrakıyesi olan Hut Burcu’nda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv Burcu’ndan koşup Hut’taki tedelli eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını Burc-u Sevr üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra insafla dikkat et! Beşinci Mukaddeme’nin sırrıyla ehl-i hayalin ihtira-kerdesi olan kıssa-i acibe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve san’at-ı İlahiyede isbat-ı israf ve bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka ne ile tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Unsur-u Akîde” bahsinde yer alan “Birinci Mes’ele” ve “İkinci Mes’ele”dir. Bu bahisler, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, İslam akidesini hurafelerden, İsrailiyat’tan ve zahirperest (literalist) anlayışlardan ayıklama gayretinin en mühim numunelerinden biridir.
Metnin gayesi, iki temel hakikati isbat etmektir:
• Birinci Mes’ele: Din (İslam) ile bürhan-ı kat’î (kesin delil) ile isbat edilmiş ilmi hakikatler (o günün meselesi olarak arzın küreviyeti/yuvarlaklığı) arasında hiçbir zıtlık (aykırılık) yoktur. Bilakis, din bu hakikatleri teyid eder.
• İkinci Mes’ele: İslam akidesine sonradan dahil olmuş, “İsrailiyat” menşeli veya mecazî ifadelerin zahirî (dış) manaya hamledilmesiyle ortaya çıkan hurafelerin (arzın öküz ve balık üzerinde durması gibi) tenkit edilmesi ve akidenin bunlardan tasfiye edilmesinin (arınmasının) lüzumu.
Aşağıda bu iki meselenin, talep buyurduğunuz vechile, ayetler ve müradifleri (ilişkili kavramlar) ile birlikte tafsilatlı bir izahı sunulmuştur:
BİRİNCİ MES’ELE: ARZIN KÜREVİYETİ VE DİN İLE İLİM MUTABAKATI
Bu mesele, ilim ile dinin çatıştığını zannedenlere veya ilmi bir hakikati (arzın yuvarlaklığı) “dine himayet bahanesiyle” inkâr edenlere karşı kaleme alınmıştır. Üstad Bediüzzaman, bu tavrın dine sadakat değil, “cinayet-i azîm” (büyük bir cürüm) ve “hıyanet” olduğunu İmam-ı Gazalî’den iktibasla beyan eder.
1. İslam Âlimlerinin İttifakı (İcma-ı Sükûtî)
Metin, arzın kürevî olduğunun yeni bir keşif olmadığını, “muhakkikîn-i İslâm” (İslam hakikatlerini araştıran büyük âlimler) nezdinde bu meselenin en azından “ittifak-ı sükûtî” (sükût ile onaylanmış bir ittifak) ile kabul gördüğünü belirtir.
• Deliller: Kelâm ilminin zirveleri olan “Makasıd” (Taftazanî) ve “Mevakıf” (Cürcânî) müelliflerinin (Sa’d ve Seyyid) bu konuyu tartıştığını, İmam-ı Râzî’nin “Mefatîh-ül Gayb” (Tefsir-i Kebir) isimli devasa tefsirinde buna dair bahisler açtığını zikreder. Bu, meselenin İslam düşünce geleneğinde bir “hakikat” olarak yerleştiğinin isbatıdır.
2. İmam-ı Gazalî’nin Fetvası: “Ahmak Dost” Tenkidi
Metnin can damarı, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî’nin şu tespiti üzerine kuruludur:
“Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle (kesin delille) sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur.”
• Müradif Kavram: Bu tavır, metinde zikredilen Hüseyn-i Cisrî’nin tabiriyle “sadîk-ı ahmak” (ahmak dost) olmaktır. Ahmak dostun dine verdiği zarar, “adüvv-ü şedid”den (şiddetli düşmandan) daha ziyadedir.
• Sebebi: Çünkü din, hak ve hakikattir. Bir ilmi hakikati “dine aykırı” zannedip inkâr etmek, zımnen (dolaylı olarak) “din hakikate aykırıdır” demek olur. Bu, metnin “Tenbih” kısmında belirtildiği gibi “za’f-ı akide”ye (inanç zayıflığına) veya aklı her şeyin ölçüsü zanneden “sofestaî” (safsatacı) mezhebine olan meyle işarettir.
3. Fıkhî ve Zihnî Deliller (İmam-ı Şafiî)
Bediüzzaman, arzın kürevî olmasının sadece bir astronomi bilgisi değil, aynı zamanda bazı fıkhî (İslam hukuku) meselelerin anlaşılabilmesi için “şart” olduğunu İmam-ı Şafiî üzerinden delillendirir:
• Kutuplarda Namaz ve Oruç: “Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır” (güneşin batmadığı veya doğmadığı kutup noktaları), “yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur” (bazı kuzey enlemleri) veya “güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû’ etmez” (kutuplarda altı ay gece/gündüz). Bu fıkhî istisnalar, ancak arzın kürevî yapısı ve eksen eğikliği ile izah edilebilir.
• İstikbal-i Kıble (Kıbleye Yönelme): Düz bir dünyada herkesin tek bir noktaya yönelmesi fiziksel olarak farklı açılar gerektirirken, kürevî bir dünyada Kâbe, arzın merkezinden geçen “amud-u nuranî” (nuranî bir sütun) olarak tasvir edilir. Arzın neresinde olursanız olun, kâinata uzanan o nuranî sütuna yönelmiş olursunuz.
4. Ayetler Işığında Kainatın Nizamı
Metin, arzın bu kürevî yapısı ve hareketiyle, Allah’ın “nizam-ı hilkat-i âlem” (âlemin yaratılış nizamı) dediği “şeriat-ı fıtriye-i İlahiye”ye (Allah’ın fıtrî/tabii kanunlarına) itaat ettiğini belirtir. Arz, diğer “ecram-ı ulviye” (yüce gök cisimleri) gibi bu kanundan “şüzuz ve serkeşlik” (aykırı hareket ve başkaldırı) etmez.
Metnin iktibas ettiği ayet:
$$”…Gök ve yer: «İsteyerek veya istemeyerek gelin!» dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.” $$(Fussilet 41/11 – Meali) Bu ayet, arzın da semavat gibi İlahi emre ve fıtrî kanunlara tam bir teslimiyet içinde olduğunu gösterir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de arzın kürevî yapısına ve hareketine işaret eden başka ayetler de müfessirlerce (tefsir edenlerce) zikredilmiştir: * **Tekvir (Yuvarlama/Sarma):** $$
$$”Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”
$$
$$(Zümer 39/5 – Meali)
Ayette geçen “yükevviru” (يُكَوِّرُ) fiili, Arapçada bir şeyi bir küre üzerine sarmak (örneğin sarığı başa sarmak) manasında kullanılır. Gecenin gündüz üzerine ve gündüzün gece üzerine bu şekilde “sarılması”, ancak kürevî bir cisimde mümkündür.
• Dahv (Yayma ve Yuvarlatma):
$$ “Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.” $$(Nâziât 79/30 – Meali)
Burada “serip döşedi” olarak çevrilen “dahv” (دَحٰيهَا) kelimesi, aynı kökten gelen “duhye” (devekuşu yumurtası) kelimesiyle de bağlantılıdır. Bu, arzın sadece düz bir “döşek” olmadığını, aynı zamanda geo-it (elips/yumurta şeklinde) bir kürevîliğe sahip olduğunu tasvir eder.
• Yörüngede Yüzme:
$$ “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” $$
$$(Yâsîn 36/40 – Meali)
Arzın da dahil olduğu bütün gök cisimlerinin bir “felek” (yörünge) içinde “yüzmesi” (hareket etmesi), sabit ve düz bir dünya anlayışıyla değil, dinamik ve hareketli bir kâinat tasviriyle uyumludur.
Birinci Meselenin Neticesi: “Sâni’-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır… Akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.”
İKİNCİ MES’ELE: “SEVR U HUT” KISSASI VE AKİDENİN TASFİYESİ
Bu mesele, İslam akidesine nasıl zarar verildiğini gösteren bariz bir misal olan “Arz, bir öküz (Sevr) ve bir balık (Hut) üzerindedir” şeklindeki meşhur rivayeti tenkit eder.
1. Usûl Tenkidi: Rivayetin Senedi ve Metni
Bediüzzaman, bu rivayeti hadis usûlü ve akide metodolojisi açısından şiddetle tenkit eder:
• Menşei (Kaynak): Bu kıssa, “İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir” (İslam’a dışarıdan girmiş bir asalak, bir eklentidir). “İsrailiyatın nişanı vardır.” Yani Yahudi-Hristiyan kültüründen veya eski mitolojilerden sızmıştır.
• Sıhhati (Sağlamlığı): “Hadîs olsa da” (ki teslim etmiyor), “âhâddendir” (tek bir koldan gelmiştir). Âhâd haberler “zannı” ifade eder, “yakîn” (kesin bilgi) ifade etmez. Akide ise yakîn ister; zannî meseleler akideye temel olamaz.
• Delaleti (Manası): Faraza “mütevatir ve kat’iyy-ül metin” (çok sağlam bir senetle gelmiş) olsa bile, “kat’iyy-üd delalet değildir” (manası kesin ve tek değildir). Yani, zahirî (dış) manasına alınamaz. “Zahirperestleri” (yüzeysel bakanları) havalandırmıştır.
2. Sahih Teviller (Mahamil-i Sahiha): Mecaz ve Hikmet
Üstad, bu rivayetin eğer bir aslı varsa, bunun ancak şu üç hikmetli manadan biri olabileceğini beyan eder:
• Melekî Tevil: “Sevr” ve “Hut”, “hamele-i arş” (Arş’ı taşıyan melekler) gibi, arz ile “müekkel” (vazifeli) olan iki meleğin ismi veya suretidir. Nasıl ki her bir nev’in (yağmur, dağ, deniz vb.) o nev’in ismiyle anılan bir müekkel meleği (Melek-ül Emtar, Melek-ül Cibal…) varsa, arzın idaresinde vazifeli melekler de bu isimlerle anılmıştır.
• Bu tevil, kâinattaki düzeni (nizam-ı âlemi) korur ve Allah’ın kudretini (اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْNِ اِلَّا اللّٰهُ – “Kâinatta Allah’tan başka hakiki müessir yoktur”) prensibiyle çelişmez. Melekler, kudretin icraatçısı değil, o icraatın perdeleridir.
• Mecazî (İktisadî) Tevil: Bu, en latif ve hikmetli tevilidir. “Arz (yani arz üzerindeki hayat) neyin üzerinde durur?” sorusuna verilmiş mecazî bir cevaptır.
• Sevr (Öküz): “İmaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası”dır. İnsanlığın (ehl-i kura/köy ahalisi) hayatı ziraate, ziraat ise öküzün omuzlarına bağlıdır.
• Hut (Balık): “Ehl-i sevahilin” (kıyı ehli) ve “ehl-i medeniyetin” (şehirli insanların) “medar-ı maişeti” ve “maden-i ticareti”dir.
• Bu cevap, “Devlet ne üstündedir?” sorusuna “Kılınçla kalem üstündedir” demek gibidir.
• Astronomik Tevil: “Sevr” (Taurus/Boğa) ve “Hut” (Pisces/Balık), arzın senelik yörüngesinde (medar-ı arz) bulunduğu iki “burç”tur. Arzın hareketini tanzim eden “cazibe-i umumiye” (kütle çekim) kanunu bu burçlarda (yani o yörünge noktalarında) “temerküz” (yoğunlaşma) eder. Yani arz, bu kanunlar üzerinde durur. Bu tevil, “hikmet-i cedide” (modern bilim) nazarıyla da uyumludur.
3. Üslûb-u Hakîmane (Hikmetli Cevap Üslûbu)
Peygamberimiz (s.a.v.) neden böyle mecazî bir cevap vermiştir? Metin, bunu “Üslûb-u Hakîmane” kaidesiyle izah eder. Bu, muhatabın sorduğu lüzumsuz veya anlayamayacağı bir sual yerine, ona asıl lazım olan ve fayda verecek cevabı verme sanatıdır.
Metnin iktibas ettiği ayet, bu üslûbun Kur’an’daki delilidir:
$$”Sana, hilâlleri soruyorlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir…»” $$(Bakara 2/189 – Meali) Onlar Ay’ın *şeklini* (keyfiyetini) sordular; Allah ise onlara Ay’ın *faydasını ve hikmetini* (vakit ölçüsü olmasını) haber verdi. Zira onlara lazım olan buydu. Aynı şekilde, “Arz neyin üzerinde?” diye (o günkü zihniyetle) abes bir sual sorana, Peygamberimiz (s.a.v.) arzın *nasıl* yaratıldığını değil, arz üzerindeki *hayatın* neye dayandığını (ziraat ve balıkçılık) hikmetle beyan etmiştir. **İkinci Meselenin Neticesi:** Bu “kıssa-i acibe-i meşhure”yi (meşhur acayip hikayeyi) zahirî manasıyla dine mal etmek, “hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet” (Ezeli Hikmete lüzumsuzluk isnat etmek), “san’at-ı İlahiyede isbat-ı israf” (Allah’ın sanatında israf olduğunu iddia etmek) ve “bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl” (Yaratıcının delili olan eşsiz düzeni bozmak) anlamına gelir. Metin, bu cehalete “Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…” (Lanet, binlerce lanet, cehaletin yüzüne…) diyerek son bulur.
### ELHASIL (GENEL NETİCE)
Bu iki mesele, Risale-i Nur’un temel bir düsturunu ortaya koyar: İslamiyet, hakikat üzerine kuruludur. İlim (bilim) Allah’ın “tekvinî” (varlıksal) ayetlerini okurken, Kur’an “kelâmî” (sözlü) ayetlerini beyan eder. Bu ikisi arasında zıtlık olamaz. Eğer bir zıtlık görünüyorsa, ya ilim henüz “bürhan-ı kat’î” seviyesine gelmemiştir (zandır) ya da dini anlayışta bir “hata” (İsrailiyat, mecazı hakikat sanma, zahirperestlik) vardır. Müslümanın vazifesi, ilim namına dini veya din namına ilmi inkâr etmek değil; bilakis, *Muhakemat* metninde yapıldığı gibi, akli ve naklî delillerle tefekkür ederek akideyi hurafelerden ve cehaletten arındırmak ve kâinattaki İlahi nizamı (Furkan 2) okumaktır.
===============•-•===============
Üçüncü Mes’ele
Kaf Dağı’dır.
İşaret:
Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır, o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek tâ imkândan imtina’ derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddeme’den sual et; sana “neam” cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri kat’î iken delaletlerinde zunûn tezahüm eylemişlerdir. Belki “Murad nedir” olan sualinin cevabında efhâm, mütehayyir olmuşlardır. İstersen Onbirinci Mukaddeme’nin sadefini aç. Bu cevheri bulacaksın.
Tenbih:
Vaktaki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız
قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ
dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin
لَا اَصْلَ لَهُ
demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.
Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesedlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa -çekirdek gibi- âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir.. her ikisinin ortasında beş yüz senedir.. ve zirvesi semanın ketfine mümastır.. ilâ âhiri hayalâtihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.
Eğer bizim bu mes’elede olan itikadımızı anlamak istersen; bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim. Eğer bir hadîs-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki; murad-ı Nebi sadık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine… Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazan fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu mes’elede malûmumuz budur:
Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevi ve medenîlerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserîsi teşa’ub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşa’ubdan neş’et etmiş olmak gerektir.
Ve sâniyen:
Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dûrbîniyle ve hiç olmazsa hayalin vera’-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maanînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf”, o âlemde zül-acaib olan “Kaf”ın çekirdeği olabilir. Hem de Sâni’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi’, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zül-acaib olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beşyüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir.
Ve râbian:
Neden caiz olmasın ki “Kaf”, daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola… Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedâhile gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise selasil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki, semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.
— · ⁖ · —
Dördüncü Mes’ele
Sedd-i Zülkarneyn’dir.
Nasıl bildin ki: Birşeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve “muhtelefün fîha”dır. Hem de malûmdur: Müteannid ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitabda gördüğü bir mes’eleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa, bir adamdan sual etse.. tâ, gaybda olan malûmuna cevab verse, o cevab iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevab verse veyahut sâil-i müteannidin malûmuna ya bizzât veya tevil ile cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur. Demek bir cevab, hem vaki’i razı eder, zira haktır. Hem sâili ikna eder; zira eğerçi murad değilse, malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor; zira cevabda ukde-i hayatiyeyi derceder ki: Makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder.
İşte cevab-ı Kur’an dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zarurî hükümler ki; inkârı kabul etmez. Şudur: Zülkarneyn “müeyyed min indillah” bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevilerin def’-i fesadları için… Ve Ye’cüc Me’cüc iki müfsid kabîledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit sed harab olacaktır. İlââhirihî. Bu kıyas ile, ona Kur’an delalet eden hükümler, Kur’anın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.
Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise; Kur’an onlara kat’iyy-üd delalet değildir. Belki “Âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki, Kur’an onlara delalet etmez fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.
Fakat vâ esefâ… Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden me’haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil, yok belki mâsadakı mana yerine mana gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler.
Halbuki Üçüncü Mukaddeme’nin sırrıyla zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahiddir. Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı câzim Huda ve Peygamberimizin muradlarına kat’iyyen vâcibdir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhdir. Şöyle:
Zülkarneyn, İskender demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik “lâm’ın kesriyle”, bazı melek “lâm’ın fethiyle”, bazı nebi, bazı veli, ilââhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, “müeyyed min indillah” ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise: Bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir sedd-i mahfîdir, inkılab ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı.. demişlerdir, demişlerdir… Her halde müfsidlerin def’-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.
Amma Ye’cüc Me’cüc, bazı müfessir “Veled-i Yafes’ten iki kabîle” ve bazı diğer “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi “akvam-ı şarkıye-i şimalî” ve bazı dahi “Benî-Âdemden bir cem’iyet-i azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife” ve bazı dahi “Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev’-i beşerin herc ü mercine sebeb olacaktır.” Bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler… Nokta-i kat’iyye ve cihet-i ittifakî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.
Amma harabiyet-i sed; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harab olmuştur fakat dekk olmamış. “Kîle”ler çok. Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev’-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir. Eğer bu müzakeratı müvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin: Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir ki: Çok fersahlar ile uzun ve acaib-i seb’a-i meşhureden bir “müeyyed min indillah”ın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet o vahşilerden Hun Kabîlesi Avrupa’yı herc ü merc ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya’yı zîr ü zeber eylemiştir. Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: “Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz.” dese neden istiğrab olunsun ki, harabiyet-i sed zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun… Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfırar gibidir. Eğerçi binler sene de fâsıl olsa… Kezalik Ye’cüc ve Me’cüc’ün ihtilâlleri, nev’-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir. Bundan sonra Onikinci Mukaddeme’nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bâb eder. Şöyle: Kur’an hısası için kısası zikrettiği gibi ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’aniyeden bir maksadına münasib noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihninde ve üslûbda teanuk ve musahabet edebilirler. Hîna ki, kıssa hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı.. nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddeme’den istizhar et. Göreceksin: Mecaz mecaza kapı açar..
وَ تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ
zahirperestleri dışarıya sürüyor.
Malûm olsun ki: Esalîb-i Arab’da tecelli eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i’caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdaf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddeme’nin Hâtimesini istişmamla zevk et. Zira hitamı misktir ve içinde baldır. Hem de caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur ve kıyamete kadar bâki ve bazı inkılabatıyla meçhul kalarak kıyamette harab olacaktır.
İşaret:
Malûmdur: Mesken, sâkinlerinden daha ziyade yaşar. Kal’a, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Birşeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmışken hâvi ve hâlî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.
Tenbih:
Şu tafsilden maksad; tefsiri tevilden, kat’îyi zannîden, vücudu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, manayı mâsadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.
— · ⁖ · —
Bu iki mühim mes’elenin (Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn) izahı, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsuru’l-Akîde” bahsinde yer almaktadır. Bu metinlerde müellif, sadece bu iki hususi konuyu izah etmekle kalmaz, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’deki müteşabih (manası kapalı, birden fazla manaya gelebilen) ve anlaşılması zor meselelere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair derûnî bir usûl ve metodoloji ortaya koyar.
İzahı, metinde ortaya konulan bu temel usûl üzerine bina edeceğiz.
Temel Metodoloji: Vücud, Keyfiyet, Mana ve Mâsadak Tefriki
Müellif, bu iki mes’elenin tahliline geçmeden evvel ve tahlil esnasında, hakikati vehimden, kat’î olanı zannî olandan ayırmak için şu mühim düsturları tesbit eder:
• Vücudu Bilmek, Keyfiyeti Bilmekten Başkadır: Bir şeyin varlığını (vücudunu) tasdik etmek ile o şeyin mahiyetini, nasıl olduğunu (keyfiyetini) bilmek tamamen ayrı şeylerdir. (Üçüncü Mes’ele, İşaret). Vücudu kat’î olan bir şeyin keyfiyeti zannî veya meçhul olabilir.
• Kat’î (Zarurî) ve Zannî (Nazarî) Hükümleri Ayırmak: Bir nassın (ayet veya hadîsin) ihtiva ettiği hükümlerin tamamı aynı derecede kat’î değildir. Bazı hükümleri zarurî (inkârı mümkün olmayan) iken, o hükümlerin etrafındaki teşrihat (detaylar, tasvirler) nazarî (yoruma, içtihada açık) olabilir. (Dördüncü Mes’ele).
• Mana ve Mâsadak Farkı: Bir kelamın manası (ifade ettiği küllî hakikat) ile o mananın mâsadakı (dış dünyadaki muhtemel bir örneği, tatbik edildiği yer) farklıdır. Müfessirlerin bir kısmı, bazen muhtemel bir mâsadakı, kelamın yegâne ve kat’î manası zannederek hataya düşmüşlerdir. (Dördüncü Mes’ele, Tenbih).
Bu usûl ışığında, metindeki iki mes’eleyi tahlil edelim:
1. ÜçÜncÜ Mes’ele: Kaf Dağı’nın İzahı
Bu mes’elede müellif, $ق$ (Kaf) harfi etrafında teşekkül eden ve İsrailiyat’tan tefsirlere giren rivayetleri tenkit eder ve hakikatin ne olabileceğine dair aklî ve naklî ihtimalleri sıralar.
A. Ayet ve Müradifleri
Metnin işaret ettiği kat’î nass, Kaf Suresi’nin başlangıcıdır:
$$قٓ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ ﴿١﴾$$
Meali: “Kâf. Şerefli Kur’an’a andolsun.” (Kâf 50/1)
Burada $ق$ (Kaf) harfi, hurûf-u mukattaa (manası Allah’a malum olan mukattaa harfleri) olarak zikredilmiştir. Müfessirler bu harfin manası hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir; kimisi “Allah’ın bir ismi”, kimisi “Kur’an’ın bir ismi” demiş, kimisi de (metinde zikredildiği gibi) “dünyayı ihata eden bir dağın adı” olduğunu söylemiştir.
B. Metodolojik Tahlil (Vücud ve Keyfiyet)
• Kat’î Olan (Vücud): Kur’an’da $ق$ harfi vardır. Bu, “kat’iyy-ül metin”dir.
• Zannî Olan (Keyfiyet): Bu harfin muradı nedir?
• Müellif, bu harfin $ص$ (Sad) gibi bir harf-i mukattaa olmasının “caiz” olduğunu belirtir. Bu ihtimal, onun delaletini zannîleştirir.
• Ayrıca, Karafî gibi bir müçtehidin, meşhur Kaf Dağı rivayeti için “لَا اَصْلَ لَهُ” (Aslı yoktur) demesini, bu rivayetin kat’î bir delile dayanmadığının isbatı olarak sunar.
C. Rivayetlerin Tenkidi (Alem-i Misal ve Alem-i Şehadet)
Müellif, İbn-i Abbas’a (r.a.) isnad edilen ve avam arasında meşhur olan “Kaf yere muhittir… zirvesi semaya değer…” gibi tasvirleri tahlil eder:
• İbn-i Abbas Mes’elesi: İbn-i Abbas’ın her söylediğinin hadîs olmadığını, her naklettiğinin onun makbulü olmadığını, bilhassa gençliğinde bazı hakikatlerin tezahürü için İsrailiyat’a hikâye tarîkıyla nazar ettiğini belirtir.
• Muhakkikîn-i Sofiye (Sufi Hakikat Araştırıcıları): Sofiyenin “Kaf” tasvirlerinin, bu âlem-i şehadete (gördüğümüz maddi âlem) ait olmadığını, onların seyr-i ruhanî ile gezdikleri âlem-i misale (manaların ve suretlerin tecessüm ettiği, rüya âlemi gibi bir ara âlem) ait olduğunu söyler.
• Hata Noktası: Avamın (veya avam gibi düşünenlerin), âlem-i misalde mütemessil olan o “zül-acaib” (acayip) Kaf’ı, bu dünyada (âlem-i şehadette) aramasının ve bu iki âlemin ahkâmını birbirine karıştırmasının bir “hayalât” olduğunu ifade eder.
D. Müellifin İtikadı ve Muhtemel Mâsadaklar
Müellif kendi itikadını şöyle özetler: “Ben ‘Kaf’ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim.” Yani, Kur’an’ın işaret ettiği bir “Kaf” hakikati vardır, ama onun ne olduğu (keyfiyeti) hususunda kesin konuşmaz, Allah’a havale eder. Ancak, bu âlemde o hakikatin mâsadakı (örneği/yansıması) olabilecek muhtemel izahları sıralar:
• Coğrafî Mâsadak: “Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden… Himalaya silsilesidir.” Bu silsile, dünyanın en azamî dağı olup, bedevî ve medenîleri ayıran bir fasıldır. Dünyayı “ihata etme” fikri, bu azametli silsileden neş’et etmiş olabilir.
• Berzahî Mâsadak (Alem-i Misal): Bu dünyadaki Himalaya silsilesi, o âlem-i misalde görünen “zül-acaib olan ‘Kaf’ın çekirdeği olabilir.”
• Kevnî Mâsadak (Kozmolojik): Allah’ın mülkü geniştir. Bu sefil küreye (dünyaya) münhasır değildir. Uzaklarda, belki şeffaf ve görünmez (gayr-ı mer’î) yapıda, semaya temas eden azîm bir “Kaf” hakikati bulunabilir.
• Ufukî Mâsadak (Algısal): “Kaf”, “daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola…” Nereye bakılırsa bakılsın, ufuk daima bir daire şeklinde dağ silsilesi gibi görünür. Hayal, bu silsilenin semanın etrafına temas ettiğini tahayyül eder.
2. DÖrdÜncÜ Mes’ele: Sedd-i ZÜlkarneyn’in İzahı
Bu mes’elede müellif, aynı metodolojiyi Zülkarneyn kıssasına tatbik ederek, kıssanın zarurî (kat’î) hükümlerini, nazarî (içtihada açık) teferruatından ayırır.
A. Ayetler ve Müradifleri
Mesele, Kehf Suresi’ndeki Zülkarneyn kıssasıyla ilgilidir (Kehf 18/83-98). Metnin odaklandığı ayetler:
$$قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَاْجُوجَ وَمَاْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا ﴿٩٤﴾$$
Meali: “Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?'” (Kehf 18/94)
$$فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّا ﴿٩٨﴾$$
Meali: “Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin va’di (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin va’di gerçektir’ dedi.” (Kehf 18/98)
Ayrıca müellif, mecaz ve istiarenin ehemmiyetini vurgulamak için aynı kıssadaki şu ayete de atıf yapar:
$$…وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ…$$
Meali: “…Güneşi kara balçıklı bir gözede batar (gibi) buldu…” (Kehf 18/86)
B. Metodolojik Tahlil (Zarurî ve Nazarî)
• Zarurî Hükümler (Kat’î Olanlar): Kur’an’ın açıkça bildirdiği, inkârı kabil olmayan hükümler:
• Zülkarneyn, Allah tarafından te’yid edilmiş (“müeyyed min indillah”) bir şahıstır.
• Onun irşadıyla iki dağ arasında bir “sed” (duvar/engel) bina edilmiştir.
• Bu sed, zalimlerin ve bedevilerin (Ye’cüc ve Me’cüc) fesadını def etmek içindir.
• Emr-i İlahî geldiği vakit (Rabbimin va’di gelince) o sed harab olacaktır.
• Nazarî Hükümler (Zannî ve İçtihada Açık Olanlar): Bu temel hükümlerin “keyfiyatlarının teşrihatları” (niteliklerinin detaylı açıklamaları) ve “mahiyetlerinin hududu” (ne olduklarının sınırları) Kur’an’da kat’î olarak belirtilmemiştir. Bunlar içtihadın ve tevilin alanıdır:
• Zülkarneyn kimdir? (İskender mi? Bir nebi mi? Veli mi? Melek mi?)
• Sed nerededir? (Sedd-i Çin mi? Başka bir yerde mi? Gizli (mahfî) bir sed mi?)
• Ye’cüc ve Me’cüc kimdir? (Yafes’in evladı mı? Moğol ve Mançur mu? Şark kavimleri mi? Medeniyeti herc ü merc eden herhangi bir taife mi? Âdemî mi, gayr-ı âdemî mi?)
• Sed ne zaman harap olacak? (Kıyamette mi? Kıyamete yakın mı? Harap olmuş da “dekk” (yerle bir) mi olmamış?)
C. Müfessirlerin Hatası ve Mecazın Ehemmiyeti
Müellif, bazı müfessirlerin, sual ve cevap arasında tam bir mutabakat olması gerektiği zannıyla, Kur’an’ın zarurî hükümleri ile nazarî teferruatı birleştirip, muhtemel bir mâsadakı (örneğin Sedd-i Çin) alıp, onu Kur’an’ın yegâne manası gibi sunduklarını belirterek tenkit eder.
$ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ$ (kara balçıklı göze) ayetinin, “zahirperestleri” (lafzın zahirine takılanları) dışarı sürdüğünü söyler. Zira güneşin hakikatte bir gözede batması muhaldir. Bu, Zülkarneyn’in nazarındaki (bakışındaki) bir tasvirdir ve Kur’an’ın belâgatının mecaz ve istiare üzerine kurulu olduğunun delilidir.
D. Müellifin İtikadı ve Muhtemel Mâsadak (Sedd-i Çin)
Müellif, “itikad-ı câzim” (kesin inancın) Allah ve Peygamber’in muradına vacib olduğunu, fakat o muradın hangisi olduğunun “muhtelefün fîh” (ihtilaflı) olduğunu belirtir.
Bu noktada kendisi bir tevil (içtihad) ortaya koyar ve “Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir” demenin “caiz” olduğunu söyler:
• Mâsadak: Sedd-i Çin (Çin Seddi).
• Muvafakat (Uygunluk):
• Çok uzundur ve “acaib-i seb’a-i meşhureden” (dünyanın yedi harikasından) biridir.
• “Müeyyed min indillah” birinin irşadıyla yapılmış olması mümkündür.
• O zamanın “ehl-i medeniyeti”ni (Çinlileri), “ehl-i bedeviyetin” (barbar kavimlerin) şerlerinden temin eylemiştir.
• Ye’cüc ve Me’cüc’e Mâsadak: Bu seddin engellediği “vahşilerden” olan “Hun Kabîlesi” (Avrupa’yı herc ü merc etti) ve “Moğol taifesi” (Asya’yı zîr ü zeber etti).
• Harabiyet ve Kıyamet: Seddin harabiyeti (aşılması, fonksiyonunu yitirmesi) kıyamete bir alâmettir. Peygamberimiz (a.s.m.) “Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz” buyurmuştur. Seddin harabiyetinin (mesela Moğol istilası) Saadet Asrı’ndan sonra olması, “ömr-ü arza” (dünyanın ömrü) nisbeten kıyamete yakınlıktır; “ihtiyarlıktan bir buruşukluktur.”
E. Alternatif İhtimal
Müellif, bu tevilin (Sedd-i Çin) caiz olduğunu söylemekle beraber, kapıyı kapatmaz. “Caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur (örtülü) ve kıyamete kadar bâki… kalarak kıyamette harab olacaktır” diyerek, seddin keyfiyetinin bizce bilinmeyen bir halde varlığını sürdürmesinin de mümkün olduğunu belirtir.
Netice ve Maksad
Metnin sonundaki “Tenbih” kısmında müellif, bu uzun tafsilattan maksadının şu olduğunu açıkça beyan eder:
Maksad; tefsiri (nassın açık manası) tevilden (içtihadî yorum), kat’îyi (kesin) zannîden (yoruma dayalı), vücudu (varlığı) keyfiyetten (nitelikten), hükmü (ana kararı) etrafın teşrihatlarından (yan detaylardan), manayı (küllî hakikati) mâsadaktan (tekil örnekten) ve vukuu (olmuş olanı) imkândan (olabilir olandan) “temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.”
Hülasa, bu iki mesele üzerinden, Kur’an’ın temel ve zarurî hakikatlerine iman ederken, keyfiyeti ve teferruatı meçhul olan kısımlarda aklı zorlayan İsrailiyat rivayetlerine veya zahirî manalara takılıp kalmamak; bunun yerine o hakikatlerin bu âlemdeki muhtemel mâsadaklarını (Himalaya veya Çin Seddi gibi) düşünmenin veya o manaların Alem-i Misal’deki tecellilerini kabul etmenin yahut keyfiyetini tamamen Allah’a havale etmenin en selâmetli yol olduğunu isbat etmektir.
===============•-•===============
Beşinci Mes’ele
Meşhurdur: “Cehennem yer altındadır.” Fakat biz ehl-i sünnet ve cemaat kat’an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zahir olan tahtiyettir ve yer altında olmasıdır. Buna binaen derim: Şecere-i Tûbâ gibi olan hilkat-i âlemin sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen Cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hal arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev’-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim…
Sâniyen:
Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennem’in çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayaran eden Arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki, o yumurtada Cehennem tamamıyla olunmaz ise.. başı veya diğer bir a’zâsı matvî olarak tazammun etmiş ki; yevm-i kıyamette derekât ve a’zâ-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acib-i Cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir. Yâhu!.. Kendin Cehennem’e gitmezsen hesab ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuzüç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor. Bu nar-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye baliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu gibi meşhur hadîsteki: “Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şediddir” olan nisbetin aynını isbat eder. Hem de Cehennem’in bir kısmı zemherirdir. Zemherir ise bürudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için, bürudetle ihrak eder. Demek umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.
Tenbih:
Malûm olsun ki: Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. Muntazır ol. Üçüncü Makale’nin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı didar edecektir…
İşaret:
Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikra-i tâmmının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin tenahîsizliğinin îmasıyla yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delaletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpâyan-ı İlahiyenin işaretiyle ve Nebiyy-i Sadık’ın lisan-ı tasrihiyle ve Kur’an-ı Mu’ciz’in hidayetiyle, Cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.
— · ⁖ · —
Altıncı Mes’ele
Muhakkaktır ki: Tenzil’in hâssa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise, belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezaya, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dûrbîniyle temaşa etmezse, mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalîb-i Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır. Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’anın hakkını bahş ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an’ı tevil etmesinler. Zira her hakikattan daha zahir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki; Kur’an’ın manaları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade ve suret-i manası dahi beligane ve ulvîdir. Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın îfa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir-iki misal göstereceğiz. Zira nazarı celbeder.
Birinci Misal:
وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا
(Allahu a’lemu bimuradihi). Caizdir: İşaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru îma eder ki: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde taht-el bahr bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden müvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.
Sâniyen:
İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.
Sâlisen:
İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi’-i hayat olan mâ’ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ’ olduğu gibi, cezb-i rutubet hâsiyetiyle havaya meşşata oluyor… Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi, havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebeb olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Râbian:
Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Farazâ bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa; dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeler gibi tahayyül ederse ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse, acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu? Farazâ sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevi Arabın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen, şöyle: Bu silsileler A’rab-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen… Arabların hayalî olan üslûblarından uzak düşmüyorsun… Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dûrbîniyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temaşa edersen.. sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden daire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mes’ele’nin Tenbih’inde bir-iki misal daha gelecektir.
— · ⁖ · —
Bu iki metin, birbirini tamamlayan iki ulvî hakikati tasvir etmektedir:
• Beşinci Mes’ele: Gaybî hakikatlerin (Cehennem gibi) bu dünyadaki akıl ve fen (bilim) lisanıyla nasıl anlaşılabileceğini, ancak bu anlayışın bu âlemin ölçüleri (mekayis) ile sınırlı olduğunu ve hakiki mahiyetlerinin âlem-i uhrevîye (ahiret âlemine) ait olduğunu beyan eder.
• Altıncı Mes’ele: Kur’an-ı Kerim’in gaybî veya dünyevî hakikatleri ifade ederken kullandığı üslûbun temelini teşkil eden belâgat, mecaz (metafor) ve istiarenin ehemmiyetini vurgular. Kur’an’ı tefsir ederken bu edebî ve manevî derinliği göz ardı etmenin, manayı noksan bırakacağını (mutaffifîn) tenbih eder.
Bu iki meseleyi birleştirdiğimizde, “Kur’an’ın hem bu dünyaya bakan (dağlar gibi) hem de ahirete bakan (Cehennem gibi) hakikatleri ifade ederken kullandığı mu’cizevî belâgatı ve mecazî üslûbu nasıl anlamalıyız?” sualinin cevabını buluruz.
Birinci Başlık: Gaybî Hakikatlerin Aklî Deliller ve Dünyevî Ölçülerle İzahı (Beşinci Mes’ele Tahlili)
Beşinci Mes’ele, ehl-i Sünnet akidesine göre yeri tam olarak tayin edilemeyen, ancak “yerin altında” (tahtiyet) olduğu rivayet edilen Cehennem’in varlığını ve dehşetini aklî delillerle ve “hikmet-i cedide” (modern bilim) verileriyle isbat etmeye çalışır.
1. Tahtiyet (Yer Altında Olma) ve Merkezî Ateş:
Metin, “Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir” diyerek, yerin altındaki Cehennem tasavvuru ile yerkürenin merkezindeki (çekirdeğindeki) muazzam ateşi birbirine bir delil ve emare olarak yaklaştırır.
• Bilimsel Veri (Hikmet-i Cedide): Metnin “Her otuzüç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor” tesbiti, o günün jeolojik malûmatıdır. Günümüzde bu ölçüm farklılaşsa da (ortalama 25-30 metrede 1°C artış, merkezde 6000°C civarı), ana fikir değişmez: Yerkürenin merkezi (çekirdeği) muazzam bir ateş ve basınç kütlesidir.
• Hadîs ile Tevafuk: Bu merkezî ateşin, bizim yüzeyde bildiğimiz ateşten katbekat şiddetli olması, şu meşhur Hadîs-i Şerif’teki nisbete işaret eder: “Sizin şu yaktığınız ateş, Cehennem ateşinin yetmiş cüz’ünden bir cüz’üdür.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 10; Müslim, Cennet 30). Metindeki “iki yüz defa” ifadesi, muhtemelen o günkü hesaplamaya veya farklı bir rivayete dayanmaktadır, ancak manadaki nisbet aynıdır.
2. Arz’ın “Yumurtlaması” ve Şecere-i Zakkum:
Metin, “küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennem’in çekirdeğiyle hamiledir” şeklinde son derece beliğ (edebî) bir mecaz kullanır.
• Mana: Nasıl ki bir çekirdek (mesela bir hurma çekirdeği) bir ağacın (şecere) bütün programını ve fihristesini ihtiva eder ve şartlar oluşunca o ağacı netice verirse; aynı şekilde, bu fani dünyanın merkezine yerleştirilen o merkezî ateş ve jeolojik yapı, ebedî âlemdeki Cehennem’in bir “çekirdeği” veya “yumurtası” hükmündedir. Kıyametle birlikte bu âlem değişime uğradığında (tebeddül ettiğinde), o çekirdek açılacak ve kendi âlemine münasip devasa bir Cehennem olarak tezahür edecektir.
• Müradif Kavram: Buna “potansiyelden fiile çıkma” (kuvveden fiile) veya “çekirdekten ağaca” (nüveden şecereye) geçiş nazarıyla bakılabilir.
• Destekleyici Ayet (Zakkum): Metnin “Şecere-i Zakkum” (Zakkum Ağacı) tabirini kullanması tesadüfî değildir. Bu, Cehennem’in tam merkezinde (aslında) biten bir ağaçtır:
$\ اِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ ف۪ٓي اَصْلِ الْجَح۪يمِ$$
Meali: “O, cehennemin tâ dibinde bitip çıkan bir ağaçtır.” (Sâffât, 37/64)
3. Zemherir (Şiddetli Soğuk) Boyutu:
Metin, Cehennem’in sadece ateş olmadığını, “bir kısmı zemherirdir” diyerek soğuk ile azabın da bulunduğunu belirtir. Bu, Hadîs-i Şerif’e dayanır (Buhârî, Mevâkît 9). Metin, bunu “Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için, bürudetle ihrak eder (yakma)” şeklinde izah eder. Bu, mutlak sıfır noktasına yakın aşırı soğuğun da ateş gibi yakıcı olması hakikatine bir işarettir.
4. En Mühim İhtar (Tenbih): Âhiret Ölçüleri:
Metin, tüm bu aklî ve bilimsel yaklaştırmalardan (takrib) sonra en mühim kaideyi koyar:
“Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle (ölçüleriyle) mesaha (ölçümleme) ve muamele olunmaz.”
• İzahı: Yani, Cehennem’in hakiki mahiyeti, bu dünyadaki 6000 derecelik çekirdek sıcaklığı veya mutlak sıfır soğukluğu ile aynı şey değildir. Bunlar sadece, aklımızın idrak ufkuna o dehşetli hakikati yaklaştırmak için kullanılan birer “dürbün” veya “misal”dir. Ahiret âlemi (Cennet ve Cehennem) bu fani âlemin maddesinden değil, farklı ve ebedî bir “esir”den veya “nur”dan yaratılmıştır. Oradaki ateş bu dünyadaki ateşe, oradaki soğuk bu dünyadaki soğuğa benzese de, mahiyetleri ve tesirleri ebedîdir.
İkinci Başlık: Kur’an Tefsirinde Belâgat ve Mecazın Zarureti (Altıncı Mes’ele Tahlili)
Altıncı Mes’ele, Kur’an-ı Kerim’in en büyük mu’cizesinin (i’caz) onun benzersiz belâgatı (edebî üstünlüğü ve yerli yerindeliği) olduğunu belirtir. Bu belâgat ise büyük ölçüde istiare (bir kelimeyi, aralarındaki benzerlik ilgisiyle geçici olarak başka bir manada kullanma sanatı) ve mecaz (sözü hakiki manasının dışında kullanma) üzerine kuruludur.
1. Tenezzülât-ı İlahiye (İlahî Tenezzüller):
Metin, Allahu Teâlâ’nın, insanların anlayış seviyesine (efhâm), his dünyasına (hissiyat) ve zihin yapılarına (ezhan) göre konuşmasını “Tenezzülât-ı İlahiye” olarak tabir eder. Yani, sonsuz ve mücerred (soyut) hakikatleri, insanların dünyasından alınmış somut misallerle (teşbih ve mecazlarla) anlatmasıdır.
• Zarureti: Eğer Allah, dağların jeolojik fonksiyonunu, levha tektoniğini veya su döngüsünü 21. yüzyıl bilim diliyle anlatsaydı, 1400 yıl evvelki insanlar hiçbir şey anlamayacaktı. Eğer sadece onlara hitap etseydi, bu asrın insanları Kur’an’ı basit bulacaktı.
• Kur’an’ın Mu’cizesi: Kur’an öyle bir belâgat kullanır ki, her asrın insanı, kendi idrak seviyesine göre o ayetten hissesini alır. 7. yüzyıldaki bir bedevi “evtad” (kazık) kelimesinden çadırının direğini anlar, 21. yüzyıldaki bir jeolog ise “izostatik dengeyi” anlar. İşte bu, mecazın gücüdür.
2. Misal Tahlili: “Dağları Kazık Yaptık” (Nebe’ Suresi)
Metnin “Birinci Misal” olarak verdiği ayet, bu metodolojinin zirvesidir:
$$وَجَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا $$Meali: “Dağları da birer kazık yapmadık mı?” (Nebe’, 78/7) Metin, bu beliğ mecazın altında yatan dört katmanlı manayı açar: * **Birinci Mana (Sefine/Gemi Mecazı):** Arz (yeryüzü) bir gemi (sefine) gibidir. Hava denizinde (bahr-i muhit-i havaî) veya feza okyanusunda (umman) yüzer. Dağlar ise, bu geminin müvazenetini (dengesini) koruyan “demir” (çapa) veya “direk” hükmündedir. * **İkinci Mana (Sükûnet ve Teneffüs):** Dağlar, yerkürenin “mesamatı” (gözenekleri) gibidir. Yerin “dâhilî inkılabat” (iç patlamalar, volkanik hareketler) ve “ihtizazat” (sarsıntılar, depremler) ile oluşan gazabını ve hiddetini, dağlar vasıtasıyla “teneffüs” ederek (dışarı atarak) sükûnet bulur. * **Destekleyici Ayet (Sarsılma):** Bu mana, Kur’an’daki diğer ayetlerle tam bir uyum içindedir. Dağların vazifesi “sarsıntıyı önlemek” olarak belirtilir:$
$$وَجَعَلْنَا فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَم۪يدَ بِهِمْ
Meali: “Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yerleştirdik…” (Enbiyâ, 21/31)
• Üçüncü Mana (Hayatın Direği): Dağlar, hayatın üç temel şartı olan “mâ’ (su), türab (toprak) ve hava”nın kefilidir:
• Mehazin-i Mâ’: Suların hazineleridir (rezervuarlarıdır). Karları tutar, bulutları çeker, pınarların ve nehirlerin kaynağıdır.
• Havanın Tasfiyesi: Havanın süzgecidir. Rutubeti çeker, hararet ve bürudeti (sıcaklık ve soğukluğu) ta’dil eder (dengeler), muzır (zararlı) gazların teressübüne (çökmesine) sebep olur.
• Toprağın Muhafazası: Toprağı korur. Erozyonu, çamurluğu, bataklığı ve denizin istilasını (tasallutunu) önler.
• Dördüncü Mana (Belâgat ve Çadır İstiaresi): Bu, en edebî yöndür. Metin, “Farazâ bir adam hayal balonuyla… uçarsa” der. Yüksekten bakıldığında, sıradağlar (silsile-i cibal), “direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeleri (çadırları) gibi” görünür. Semanın (gökyüzünün) bir çadır kubbesi (fustat) gibi arzın üzerine kurulduğu ve dağların bu çadırı yere sabitleyen “evtad” (kazıklar) olduğu tasavvur edilir. Bu, Arap belâgatına ve hayal dünyasına en uygun, en muhteşem tasvirdir.
Netice ve İki Meselenin Birleşimi
• Beşinci Mes’ele bize gösterdi ki; Cehennem gibi aklın ve hislerin idrak etmekte zorlandığı gaybî bir hakikati anlamak için, bu dünyadan misallere (merkezî ateş gibi) ihtiyaç vardır.
• Altıncı Mes’ele ise bize gösterdi ki; Kur’an, hem dünyevî (dağlar) hem de uhrevî (Cennet, Cehennem) hakikatleri anlatırken, bu misalleri en yüksek belâgat ve mecaz üslûbuyla kullanır.
Eğer bir müfessir (tefsirci), Altıncı Mes’ele’deki “mecaz ve belâgat” dürbününü kullanmazsa, Beşinci Mes’ele’deki “Cehennem yerin merkezindedir” veya Nebe Suresi’ndeki “Dağlar kazıktır” ifadelerini literal (birebir) ve basit anlar.
• O zaman ya ayeti inkâr eder (Bilim, dağların kazık olmadığını, mantonun üzerindeki levhalar olduğunu söylüyor, der)
• Ya da ayetin mu’cizevî manasını noksan bırakır (Sadece çadır kazığına benzetmiş, der).
Halbuki bu metinlerin ışığında anlıyoruz ki:
Kur’an, “Dağları kazık yaptık” (evtad) derken;
• Bedeviye çadırını,
• Jeoloğa izostatik dengeyi ve sarsıntıyı önlemeyi (Enbiya, 31),
• Meteoroloğa su döngüsünü ve hava tasfiyesini,
• Gemi kaptanına geminin demirini (çapasını)
tek bir kelime ile (evtad) anlatarak “İ’caz” (mu’cizelik) göstermiştir. Aynı şekilde, Cehennem’in merkezî ateş ile olan nisbeti de, o gaybî hakikati bu dünyevî akla kabul ettirmek için kullanılan beliğ bir mecaz ve aklî bir isbattır.
===============•-•===============
Yedinci Mes’ele
Kur’an’da zikrolunan:
دَحٰيهَا
ve
سُطِحَتْ
ve
فُرِّشَتْ
ve
تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ
ve emsalleri gibi; bazı ehl-i zahir tağlit-ı ezhan için, onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.
وَلٰكِنْ بَكَوْا قَبْل۪ى فَهَيَّجُوا لِىَ الْبُكَاءَ وَ هَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبُكَائ۪ى
Malûmdur: Malûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın. Eğer denilse: Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş. Veyahut nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor. Veyahut nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurub ediyor. Maânî-i âyât kinayetten sarahate çıkmış oluyor… Evet şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.
— · ⁖ · —
Sekizinci Mes’ele
İşaret:
Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delalet eder. Öyle ise bu vaki’ olmak gerektir…” Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir. Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel ta’ziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.
Dördüncü bela ki,
ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za’f-ı a’sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’iyye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir. Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Farazâ tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz.
Tenbih:
Ben zahirperest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat bazan, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır.
Beşinci Bela:
Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir…
Altıncı Bela:
Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatın imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennet-ül Firdevs gibi olan Delail-ül İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir.
Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
Yedinci Bela:
Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cariyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu.. ilh… “Miftah-ı Sekkakî”de beyan olunduğu gibi; pek çok yerlerde san’at-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:
وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ ٭ وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ
Şu iki âyet gayet şâyan-ı dikkattirler. Zira zahire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zira birinci âyette olan istiare-i bedîa, o derece hararetlidir ki; buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstekar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur. Evvelki âyet,
قَوَار۪يرَ مِنْ فِضَّةٍ
naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bedîayı tazammun eylemiştir. Şöyle ki: Cennet’in evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir.
Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedîanın karinesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennet’in kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki Sâni’-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla Cennet’e müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.
Aynen bunun gibi,
مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ
bir istiare-i bedîa ondan takattur ediyor. O istiarenin zemini ise, zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki; zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatîniyle süslendiği gibi, güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatîni andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar; sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse, teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi, berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O müsahhar sabihalar ise, o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını ra’d ile silâh başına davet ettiği gibi.. “Rahat olun” emriyle herkes yerine gider, gizlenir. Evet çok defa bulut dağın libasını giydiği gibi, heykeli ile teşekkül etmekle beraber bered ve karın beyazıyla televvün ve rutubet ve bürudetiyle tekeyyüf eder. Öyle ise bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti Kur’an’ın çok yerleri gösterir. Zira bazan onu, onun libasında ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de Tenzil’in pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin bir sahifesi olan zeminde muanaka ve musafahaları şahiddir. Zira umman-ı havada iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger-endaz olduklarını görüyoruz…
İkinci âyet:
تَجْر۪ى
Evet
وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ
bir üslûba işaret ettiği gibi,
لِمُسْتَقَرٍّ
dahi bir hakikatı telvih eder. Demek caizdir ki,
تَجْر۪ى
lafzıyla şöyle bir üslûba işaret olsun. Şöyle: Şems, demiri altundan yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi esîrden olan ve mevc-i mekfuf tabir olunan umman-ı semada seyahat ve yüzüyor. Eğer çendan müstekarrında lenger-endazdır. Lâkin o bahr-i semada o “zeheb-i zâib” cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî ve tebaî ve tefhim için müraat ve ihtiram olunan nazar-ı hissiyledir. Fakat hakikî iki cereyanı vardır. Olmaz ise de olur. Zira maksad, beyan-ı intizamdır. Esalîb-i Arab’da olduğu gibi tebaî ise veya zâtî ise, nizamın nokta-i nazarında birdir.
Sâniyen:
Şems müstekarrında, mihveri üzerinde müteharrik olduğundan o erimiş altun gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zenbereğidir.
Sâlisen:
Şemsin müstekarrı denilen taht-ı revanıyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahra-yı âlemde seyr ü seferi, mukteza-yı hikmet görünüyor. Zira kudret-i İlahiye herşeyi hayy ve müteharrik kılmıştır ve sükûn-u mutlak ile hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atalet-i mutlak ile, rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyle ise Şems de hürdür. Kanun-u İlahiye itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve herbir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır. Evet cereyan hakikî ve zâtî olduğu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasıl hakikîdir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı,
تَجْر۪ى
dir. Üslûbun ukde-i hayatiyesine telvih eden lafız,
لِمُسْتَقَرٍّ
dir.
Elhasıl:
Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise şems gibi parlıyor.
كُلِ الْعَسَلْ وَلَا تَسَلْ
kaidesine binaen, nizamı intac eden hareket-i şems veyahut deveran-ı arz, hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için sebeb-i aslînin taharrisine mecbur değiliz. Meselâ:
قَالَ
nin elifiyle hıffet hasıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.
İşaret:
Bu tasviratla beraber hiss-i zahire istinaden; zahir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasılki belâgatın hararet ve letafetine münafîdir. Öyle de: Delil-i Sâni’ olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şahidi olan istihsan-ı aklîye carih ve muhaliftir. Şöyle meselâ: Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki: Sübhan senin cihat-ı erbaana mukabil gelse veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün, bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete acib bir misali, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir. Şimdi insafla nazar-ı hakikatla bu taassub-u bârideye bak: Nasıl istikra-i tâmmın şehadetiyle sabit olan bir hakikat-ı bahireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur: Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terketmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise; acaba istikra-i tâmmın mecaza karine olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?..
Tenbih:
Eğer istersen Mukaddemata gir. Birinci Mukaddeme’yi suğra ve Üçüncü Mukaddeme’yi kübra yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zâtın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikattan temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zât-ı nekkad, Kürdçe demiş ki:
عَنَاصِرْ چِهَارِنْ ژِوَانِنْ مَلَكْ
Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.” Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları, İslâmiyet’tendir. Acaba.. dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anasırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet’in hâsiyetini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve icma’ ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.
Elhasıl:
Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, “dörttür” dediklerinden murad, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon.. yine dörttür.
Eğer hür-fikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki: Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.
Ey birader!
Vakta ki keşf-i esrar merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsur-ul Belâgat ve i’cazın miftahı olan İkinci Makale’nin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakın o makalenin iğlak-ı üslûbu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve zînet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zâtiyesidir.
Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürd mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım…
تَمَّ تَمَّ
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Unsur-ul Belâgat” bahsinde yer alan “Yedinci Mes’ele” ve “Sekizinci Mes’ele”dir. Bu bahisler, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizevî belâgatını (ifade harikalığını) tenkit etmeye veya yanlış anlamaya cüret eden “ehl-i zahir” (sadece dış manaya takılanlar) ve sathî (yüzeysel) nazara sahip kimselerin düştükleri vartaları (tehlikeli hataları) izah eden hikmetli bir usûl (metodoloji) dersidir.
Bu mes’elelerin gayesi, Kur’an’ın kâinat nizamı ve modern ilimlerin keşifleri ile zıt gibi görünen bazı ifadelerinin, aslında ne kadar derin bir belâgat, hikmet ve irşad (yol gösterme) maksadı taşıdığını isbat etmektir.
Bölüm 1: Yedinci Mes’ele – Zahiri Mananın İrşad Hikmeti
Bu mes’ele, Kur’an’ın bazı ayetlerini (örneğin Arz’ın “yayılması” veya Güneş’in “balçıklı bir gözede batması”) ele alarak, ehl-i zahirin bu ifadeleri nasıl yanlış anladığını ve hakikatin ne olduğunu tasvir eder.
1. Mesele: Malûmu İ’lam Abestir (Bilineni Bildirmek Gereksizdir)
Metinde, “Malûmdur: Malûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir” buyrulur. Yani, insanların zaten gözleriyle müşahede ettiği (gördüğü) bir şeyi Kur’an’ın tekrar “haber” olarak vermesi, hikmete ve belâgata aykırıdır.
• İnsanlar, yaşadıkları coğrafyada yeryüzünü zaten “yayılmış” ve “düz” olarak görüyorlardı. Eğer Kur’an, sadece bu görüneni tasdik etseydi, bu bir “malûmu i’lam” olurdu ve içinde bir hikmet veya i’caz (mucizelik) bulunmazdı.
• Hakikat: Kur’an, bu ifadelerle bir nokta-i garabet (hayret verici bir ince nokta) dersini verir.
2. Nokta-i Garabet: Küreviyetle Beraber Musattah Olması
Metnin işaret ettiği o ince nokta şudur: “Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha (düzleştirilmiş) ve size mehd (beşik) olmuştur.”
• Hakikat: Dünya, $kürevî$ (küre şeklinde) bir $cirm-i azîm$ (büyük cisim) olmasına rağmen, hayat sürmemiz için bir beşik (mehd) ve bir sergi (musattaha) gibi yayılmıştır. Asıl mucize budur; küreviyetin, bizim hayatımıza engel olmaması, bilakis en mükemmel $nizam$ ile bize hizmetkâr edilmesidir.
• Kur’an, kozmografya dersi vermez; Allah’ın $nimet$ ve $kudretini$ gösterir. Maksat, Arz’ın geometrik şeklini bildirmek değil, onu insana nasıl $müsahhar$ (boyun eğdirilmiş) kıldığını göstermektir.
3. İlgili Ayetler ve İzahları
Metnin atıfta bulunduğu ayetler ve hikmetleri şunlardır:
• $سُطِحَتْ$ (Sutihat – Yayıldı):
أَفَلَا يَنْظُرُونَ إِلَى الْإِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ ﴿١٧﴾ وَإِلَى السَّمَاءِ كَيْفَ رُفِعَتْ ﴿١٨﴾ وَإِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ ﴿١٩﴾ وَإِلَى الْأَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ ﴿٢٠﴾
( Meali): “Onlar deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiştir! Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne bakmazlar mı, nasıl yayılmıştır!” (Gāşiye 88:17-20)
• İzah: Burada nazar (bakış), devenin acayip yaratılışına, göğün direksiz yükselişine, dağların direk gibi dikilmesine çevrildikten sonra, Arz’a çevrilir. Arz’ın $küre$ olmasına rağmen, üzerinde dağların dikilip hayatın kurulabileceği şekilde “yayılması” ($sutihat$), kudretin azametini gösteren bir $garabet$ noktasıdır.
• $دَحٰيهَا$ (Dahâ-hâ – Döşedi/Yaydı):
وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحٰيهَا ﴿٣٠﴾
( Meali): “Ardından da yeryüzünü döşedi.” (Nâziât 79:30)
• İzah: Bu kelime, devekuşu yumurtası veya yumurtanın konulduğu yer manasına gelen köklerden de gelir ki, Arz’ın $elipsoid$ (geoid) şekline de ince bir işarettir. Aynı zamanda, o kürevî cismin içinden su ve rızık çıkararak hayat için “döşemesi” manasındadır.
• $تَغْرُبُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ$ (Aynin Hami’etin – Balçıklı bir su gözesinde batması):
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا ﴿٨٦﴾
( Meali): “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik.” (Kehf 18:86)
• İzah: Metninizin vurguladığı gibi, “binler sene ile uzak olan şems”in (Güneş’in) hakikatte bir gözede batması $muhal$ (imkânsız) ve abestir. Ayet, Zülkarneyn’in (a.s.) $nazarındaki$ (bakışındaki) $tasviri$ beyan eder. O, ufukta bir okyanus veya büyük bir bataklığın kenarına varmış ve Güneş’i o ufuk çizgisinde, $sanki$ o çamurlu suyun içine batıyormuş gibi görmüştür. Bu, $hissî$ (duyusal) bir müşahedenin $naklidir$, yoksa kozmik bir hakikatin ilanı değildir.
Bölüm 2: Sekizinci Mes’ele – Aklı Teşviş Eden (Karıştıran) Fikrî Belalar
Bu mes’ele, ehl-i zahirin sadece ayetleri değil, kâinat nizamını anlamakta da nasıl hatalara düştüğünü izah eder. Bu hatalar, metinde “Bela” olarak tabir edilen fikrî hastalıklardır.
1. Bela: İmkân-ı Zâtî ile Vukuatı Karıştırmak
• Hata: Ehl-i zahir der ki: “Allah’ın kudretine göre böyle olması $mümkündür$ (imkân-ı zâtî). Hem böyle olması (mesela Güneş’in dönmesi) daha azametli görünür. Öyle ise $vaki’$ (gerçekleşmiş olan) budur.”
• İzah: Metin, “Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir?” diyerek bu fikri tenkit eder. Bir şeyin Allah’ın kudreti dâhilinde $mümkün$ olması, onun $vaki’$ olduğu manasına gelmez. Allah, $hikmet$ ve $iktisat$ ile iş yapar, en $kısa$ ve en $kolay$ yolu tercih eder. (Bu, Sübhan Dağı misaliyle izah edilecektir).
• Bu hata, “imkân-ı zâtî”nin, “yakîn-i ilmî”ye (ilimle sabit olan gerçeğe) zıt olduğunu zannetmektir. Van Denizi’nin bal olması $zâtında$ mümkündür, ama bu $imkân$, onun şu anda $su$ olduğu yolundaki $ilmî$ ve $bedihî$ (apaçık) bilgimizi çürütmez.
2. Bela (Dördüncü Bela): İmkân-ı Vehmi ile İmkân-ı Aklî’yi İltibas Etmek
• İmkân-ı Aklî (Aklî Mümkünlük): Varlığına veya yokluğuna dair kat’i bir delil olmayan bir şey hakkında tereddüt etmektir. Bu, ilmî bir tavırdır.
• İmkân-ı Vehmeî (Vehme Dayalı Mümkünlük): Delilsiz, esassız, “belki”, “ihtimal”, “şekk” (şüphe) gibi vesveselerden doğan $safsata$dır. Metin bunu, “muhakemesizlikten”, “kalbin za’f-ı a’sabından” ve “aklın sinir hastalığından” ileri gelen bir maraz (hastalık) olarak tasvir eder.
• Bu vehme düşenler, $bürhan$ (kat’i delil) ile isbat edilmiş hakikatlere bile “Belki öyle değildir, akıl her şeyi idrak edemez” diye şüphe atarlar.
3. Bela (Beşinci ve Altıncı): Mecazı Hakikat Zannetmek (Kasr-ı Nazar)
• Hata: Her $mecaz$ (metafor) ifadede $hakikat-ı zâtiye$ (bizzat gerçeğin kendisini) aramaktır. Bu kimseler (ehl-i zahir), mecaza ancak hakikatin aklen imkânsız ($imtina$) olduğu yerde mecbur kalırlar.
• İzah: Metin, “Muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir” der. Mecaz, hakikatin ışığını parlatan bir “şişe” gibidir. Bir ifadenin mecaz olduğunu anlamak için $karine$ (ipucu) lazımdır. Bu karine, metnin de dediği gibi, sadece $aklî$ imkânsızlık değil, aynı zamanda $hissî$, $âdî$ (geleneksel) ve $makamî$ (konunun bağlamı) olabilir.
4. Bela (Yedinci): Belâgat-ı Arabiyeyi Bilmemek ve Nizam-ı Kâinatı İnkâr Etmek
Bu, önceki hataların neticesidir ve metin bunu iki mühim ayetle zirveye taşır:
• Misal 1: $وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ$ (Gökten, içinde dolu bulunan dağlardan indirmesi)
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْج۪ي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ۚ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَٓاءُۜ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِۜ﴿٤٣﴾
( Meali): “Görmedin mi ki, Allah bulutları sürer, sonra onları bir araya getirip üst üste yığar. Artık sen onların arasından yağmurun çıktığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ (gibi bulut)lardan dolu indirir. Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar. Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır.” (Nûr 24:43)
• İzah: Metin, buradaki $cibal$ (dağlar) ifadesinin “istiare-i bedîa” (harika bir metafor) olduğunu söyler. Gökyüzü ($âsuman$), yeryüzünün karla kaplı dağlarına $rekabeten$, bulutlardan müteşekkil kendi “dağlarını” gösterir. Bu, zahiri “cümud”u (donukluğu) eriten $hararetli$ bir belâgattır. Yoksa gökte hakikî, taştan dağlar olduğunu iddia etmek $belâgatı cühud$ (inkâr) etmektir.
• Misal 2: وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ﴿٣٨
( Meali): “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın (kader) takdiridir.” (Yâsîn 36:38)
• İzah: Metin, bu ayeti iki katmanlı izah eder:
• Zahiri Mana (Nazar-ı Hissî): $تَجْر۪ى$ (cereyan ediyor/akıyor) lafzı, $üslûba$ (ifade tarzına) işaret eder. Bizim $nazar-ı hissiyemize$ (duyusal bakışımıza) göre Güneş hareket eder ve bu hareket, bizim hayatımızı $tanzim$ eder. Kur’an, bu $görünen$ hareketi esas alarak $intizamı$ (düzeni) ders verir.
• Hakikî Mana (İlmî): $لِمُسْتَقَرٍّ$ (bir karargâh/yörünge için) lafzı ise $hakikate$ telvih (işaret) eder. Metin, bu hakikatin iki yönlü olabileceğini söyler:
• Birincisi (Sâniyen): Güneş’in $mihveri üzerinde$ (kendi ekseninde) dönmesi ($hareke-i hakikiye$).
• İkincisi (Sâlisen): Güneş’in $taht-ı revanıyla$ (tüm sistemiyle, yani seyyaratı/gezegenleri ile) birlikte “sahra-yı âlemde seyr ü seferi” (galaksi içindeki hareketi).
• Elhasıl (Netice): Metin, “Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir” der. Nizamı netice veren şey ister Arz’ın $deveranı$ (dönüşü) olsun, ister (görünen) Güneş’in $hareketi$ olsun, asıl maksat olan $nizamın$ ders verilmesini ihlâl etmez.
Sübhan Dağı Misali:
Metin, bu noktada akla $istihsan$ (güzel bulma) ve $hikmete$ müracaat eder:
“Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan… senin cihat-ı erbaana mukabil gelse… en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi… bir daire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek… bence nizama cinayet etmektir.”
• İzah: Bir dağı dört yönden görmek için, sizin birkaç adım atarak etrafında dönmeniz $en kısa$ ve $hikmetli$ yoldur. Dağın sizin etrafınızda dönmesini beklemek ise $abesiyet$ (saçmalık) ve $israftır$. Hilkatte (yaratılışta) israf ve abes yoktur. Aynen öyle de, gece ve gündüzün oluşumu için, küçücük Arz’ın $devasa$ Güneş’in etrafında (ve kendi ekseninde) dönmesi $hikmet-i ezeliyeye$ uygundur; kâinatın azîm cirmi olan Güneş’in küçük Arz’ın etrafında döndürülmesi ise bu $iktisat$ ve $hikmet$ kanununa aykırıdır.
Bölüm 3: Tenbih – Hatânın Menbaı (Kaynağı): Felsefe-i Yunaniye
Metin, bu zahirperestliğin ve taassubun kaynağını, $felsefe-i Yunaniye$nin (Yunan Felsefesi) hükümlerini, $usûl-ü İslâmiye$ (İslam’ın temel prensipleri) zannetmek olarak teşhis eder.
• Özellikle “anasır-ı erbaa” (dört unsur: hava, su, ateş, toprak) meselesini misal verir. Bazı müfessirler, bu felsefî nazariyeyi İslami bir hakikat zannetmişlerdir.
• Halbuki İslâmiyet’in “anasır-ı erbaası” (Dört Esası) $Kitab$, $Sünnet$, $İcma’$ ve $Kıyas$’tır.
• Metin, felsefenin “anasır-ı erbaa”sının, sonradan “müvellidülma (Hidrojen), müvellidülhumuza (Oksijen), azot ve karbon” olarak bulunsa bile, bunun felsefenin değil, ilmin bir keşfi olduğunu ve Kur’an’ın bu $değişken$ nazariyelere bağlanamayacağını vurgular.
Hulâsa (Genel Netice)
İktibas edilen bu mes’eleler, Kur’an-ı Kerim’in;
• Zahirî (görünen) müşahedelerimizi $kullanarak$ bizi $derûnî$ bir $nizam$ ve $hikmet$ tefekkürüne (düşüncesine) sevk ettiğini,
• Maksadının kozmografya veya jeoloji dersi vermek değil, her seviyeden akla $San’atkârı$ (Yaratıcıyı) ve O’nun $nimet$ ve $intizamını$ göstermek olduğunu,
• Bunu yaparken $belâgat-ı Arabiyenin$ en yüksek $istiare$ (metafor) ve $temsillerini$ kullandığını,
• Kur’an’ı anlamanın anahtarının (miftahının) Yunan felsefesinin donuk kaideleri değil, Arap belâgatının canlı ve hikmetli üslûbu olduğunu kat’i bir surette isbat eder.
===============•-•===============
Unsur-ul Belâgat
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ وَ الصَّلَوَاتُ عَلٰى نَبِيِّهِ
İkinci Makale
Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır.
Birinci Mes’ele
Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:
Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa… Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.
Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.
Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…
Tenbih:
Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.
— · ⁖ · —
İkinci Mes’ele
Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle: Deveran ile tabir olunan vücudda ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe’ zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de manaları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.
Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:
يُنَاج۪ينِىَ اْلاِخْلَافُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ وَ تَخْتَصِمُ اْلاٰمَالُ وَ الْيَاْسُ ف۪ى صَدْر۪ى
Yani: “Mumatala-i hak perdesi altında hulf-ül va’d benimle konuşuyor. Der: Aldanma!.. Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar.” Göreceksin nasıl şâir-i sahir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rü’ya görünüyor. Evet bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.
Veyahut yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte:
تَشَكَّى الْاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ وَ تَرْشَفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ
Yani: Yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla haletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?
Tenbih:
Bu şiiri güzel gösteren içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. Zira yağmur gecikse sonra gelse toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muaşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder.
İşaret:
Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır…
— · ⁖ · —
Üçüncü Mes’ele
Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemali ve sureti, üslûb iledir. Yani kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki: Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın telakkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülatın hususiyatından teşekkül eden suretlerden terekküb eden istiare-i temsiliyenin parçaları telahuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûb, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemalin madeni ve hulel-i fahirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şâyan olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan manalar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından mahall-i suver olan hayale girerler.
O hazinet-ül hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer, lâakal bir nişan ile çıkar. Hiç olmazsa bir düğme ile veya bir kelime ile kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.
Eğer bir kelâmın -fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın- üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden; mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizac ve san’atını kelâmıyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun. Eğer tereddüd ile senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bür’iyye’den olan
وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ اْمَتَلَاتْ مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ
olan bîmarhaneye git, gör! Nasıl hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakikatın şişesindeki zülal-i mana nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizac etmesini seyretmek ve o zülali içmeye iştihan var ise meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı belig nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:
Kelâm-ı belig, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.
Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle!.. Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda’-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsifini etmiştir.
Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar…” Bak evsaf-ı kemaliye içinde Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.
İşaret:
Üslûbdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka diyorlar. Ve belâgatça faidesi, kıssatın tefarıkını ve perişan olan parçalarını iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssatın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatab kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.
Bak nerede olursa olsun “mübareze” lafzı pencere gibi meydan-ı harbi, içinde harb olarak sana gösterir. Evet çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematoğrafisi denilse caizdir.
Tenbih:
Üslûb meratibi pek mütefavittir. Bazan o kadar latif ve rakiktir ki, nesim-i seherden daha âheste eser. Bazan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desais-i harbiyelerinden daha mesturdur. Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi lâzımdır, tâ istişmam edebilsin.
Ezcümle:
يٰسٓ
suresinde
مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَم۪يمٌ
şive-i ifadeden, Zemahşerî
مَنْ يَبْرُزُ اِلَى الْمَيْدَانِ
üslûbunu istişmam etmiştir. Evet insan isyanla Hâlıkın emrine karşı manen müdafaa ve mübareze eder…
— · ⁖ · —
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsur-ul Belâgat” bölümünde yer alan “İkinci Makale”dir. Bu makale, belâgatın (söz sanatının, edebiyatın) ruhuna ve hakikatine dair üç mühim mes’eleyi tahlil ve tenkit eder.
Metnin ana gayesi, hakikî belâgatın “lafız” merkezli değil, “mana” merkezli olması gerektiğini isbat etmektir. Belâgatın, zahirî süslemelerden ziyade, derûnî bir hakikatin ve mananın nizamından (düzeninden) kaynaklandığını ortaya koyar.
Makalenin Umumî Tasviri
Bu makale, belâgat sahasında vukû bulan bir “inhirafı (sapmayı) tenkit eder. Bu inhiraf, manayı lafza feda etmektir. Üstad Hazretleri, belâgatın ruhunun şu üç temel üzerine kurulu olduğunu beyan eder:
• Birinci Mes’ele: Belâgatın aslı Nazm-ı Maânî’dir (Manaların Nizamı), Nazm-ı Lafz (Lafızların Nizamı) değil.
• İkinci Mes’ele: Belâgatın hayatı Tecessüm-ü Maânî’dir (Manaların Cisimleşmesi) ve cansızlara ruh üflenmesidir.
• Üçüncü Mes’ele: Belâgatın sureti ve elbisesi Üslûbdur ve bu, mütekellimin (konuşmacının) şahsiyetini aksettiren bir âyinedir.
Şimdi bu mes’eleleri sırasıyla tahlil edelim:
Birinci Mes’ele: Nazm-ı Maânî ve Lafızperestliğin Tenkidi
Bu mes’ele, belâgatın temelindeki tabiî mecranın ne olduğunu ve nasıl bozulduğunu izah eder.
1. Hakikî Belâgat (Nazm-ı Maânî):
• İzahı: Bediüzzaman’a göre, fikirlerin ve hissiyatın tabiî akışı, “manaların nizamı” (Nazm-ı Maânî) iledir. Bu nizam, mantık ile güçlendirilmiştir ve hakikatlere yöneliktir. Hakikatlere giren fikirler, varlıkların mahiyetindeki inceliklere nüfuz eder. Bu incelikler kâinattaki mükemmel nizama (Nizam-ı Ekmel) dayanır. Bu nizamda ise “hüsn-ü mücerred” (soyut güzellik) gizlidir ki, belâgatın bütün çiçekleri bu bostandan neş’et eder.
• Müradifleri:
• Nazm-ı Maânî: Manaların tertibi, derûnî ahenk, fikrî silsile, manevî yapı, muhtevanın önceliği.
• Hüsn-ü Mücerred: Soyut güzellik, manevî güzellik, suretten münezzeh kemâl.
2. Belâgattaki Teşevvüş (Bozulma):
• İzahı: Arap olmayan (a’cam) ve Arapçaya sonradan dâhil olan (dahîl) edipler, bu sahaya girdiklerinde, işin kolayına kaçmışlardır. Mananın derinliklerine dalmak yerine, nazar-ı sathîye (yüzeysel bakışa) daha hoş gelen, avamın nazarını daha çok çeken “lafız” (söz) ile meşgul olmuşlardır.
• Böylece, “lafız manaya hizmet etmek” olan tabiî kaide, “mana lafza hizmet etmek” şekline çevrilmiştir. Bu durum “lafızperestlik” (kelimeye tapma) hastalığını doğurmuştur. Üstad, bu hastalığa misal olarak Harîrî’nin Makamat isimli eserini zikreder; dâhiyane bir edebî eser olmasına rağmen, lafız sevgisi ve sanat gösterme hevesiyle mananın lekedar edildiğini belirtir.
• Tenbih (Uyarı): Bu hastalık sadece lafızperestlik değildir; suretperestlik (şekilcilik), üslûbperestlik, teşbihperestlik (benzetme düşkünlüğü), hayalperestlik ve kafiyeperestlik olarak da tezahür eder. Bunlar, manayı surete feda eden marazlardır.
• Küllî Kaide: “Lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla… suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla…”
3. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an-ı Kerim, daima zahirî şekilcilikten ziyade, derûnî hakikate ve manaya ehemmiyet verir.
• Rûm Suresi, 30:7:
$$يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ$$
• Meali: “Onlar, dünya hayatının sadece görünen (zâhirî) tarafını bilirler. Ahiretten ise gaflet içindedirler.”
• İrtibatı: Lafızperestler, belâgatın “zâhirî” tarafı olan lafızlarla meşgul olup, onun “ahireti” mesabesinde olan hakikî manasından gafil olurlar.
• Bakara Suresi, 2:177:
$لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
• Meali: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren; antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getiren; sıkıntıda, hastalıkta ve savaş zamanlarında sabredenlerin davranışlarıdır. İşte doğru olanlar bunlardır; müttakîler de bunlardır.”
• İrtibatı: Ayet, hakikî faziletin zahirî bir “suret” (yönelme) olmadığını, bilakis derûnî bir “mana” (iman ve amel) olduğunu ders verir. Bu, belâgatta da geçerlidir; asıl olan lafzın süsü değil, imanın ve hikmetin muhtevasıdır.
İkinci Mes’ele: Kelâmın Hayatlanması (Tecessüm-ü Maânî)
Bu mes’ele, sözün nasıl canlı ve tesirli hale getirileceğini izah eder.
1. Sihr-i Beyan (Beyanın Sihri):
• İzahı: Kelâmın (sözün) hayatlanması ve gelişmesi, “manaların tecessüm etmesi” (soyut anlamların cisimleşmesi, somutlaşması) ve “cemadata nefh-i ruh” (cansız varlıklara ruh üflenmesi) ile mümkündür.
• Bu, “sihr-i beyan” (ifadenin sihri) olarak adlandırılır. Edib veya şair, hayal gücünü kullanarak cansız varlıkları (cemadatı) canlandırır, onları konuşturur (intak), aralarına sevgi veya düşmanlık atar. Soyut manalara birer cisim giydirir.
• Misaller: Metinde iki beyit (mısra çifti) zikredilir:
• Ümid (emel) ile ye’sin (ye’s) (iki soyut mana) birbiriyle kavga etmesi (tecessüm).
• Yerin (arz) yağmura (sehab) olan aşkı ve şikâyeti (cemadata nefh-i ruh).
• Müradifleri:
• Tecessüm-ü Maânî: Manayı cisimleştirme, teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), mücerredi müşahhas kılma.
• Nefh-i Ruh: Ruh üfleme, canlandırma, hayat verme.
2. Hayaldeki Hakikat Danesi:
• Tenbih (Uyarı): Bu hayalî tasvirlerin güzel ve tesirli olmasının şartı, içinde “bir dane-i hakikat” (bir hakikat çekirdeği) bulunmasıdır. Tamamen hayalî ve hakikatten kopuk olmamalıdır.
• Misal: Yağmurun gecikip sonra yağdığında topraktan çıkan “vız vız” sesi, toprağın şiddetli ihtiyacını ve iştiyakını gösteren bir “hakikat danesi”dir. Şair, bu hakikat çekirdeğini alır, hayal gücüyle işler ve onu bir “muaşaka” (aşk hikâyesi) suretine ifrağ eder (döker).
3. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an-ı Kerim, bu sanatın zirvesidir. Muhatabın zihninde manayı tecessüm ettirmek için cemadatı ve manaları mütemadiyen konuşturur.
• Haşr Suresi, 59:21:
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
• Meali: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, sen onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
• İrtibatı: Bu ayet, “cemadata nefh-i ruh” sanatının en âlâ misalidir. Cansız ve sert olan “dağ”a (cemadat), “huşû” (derin saygı), “korku” (haşyet) ve “parçalanma” (tefekkürün tesiri) gibi en derin hayatî sıfatlar verilerek Kur’an’ın azameti tecessüm ettirilmiştir.
• İsrâ Suresi, 17:44:
$$تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا$$
• Meali: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”
• İrtibatı: Kâinattaki bütün varlıklara (cemadat dâhil) “tesbih” (bilinçli bir zikir) fiili isnad edilerek, bütün mevcudat canlı ve şuurlu birer zâkir suretine sokulmuştur. Bu, belâgatın en yüksek mertebesidir.
Üçüncü Mes’ele: Üslûb (Kelâmın Kalıbı ve Sureti)
Bu mes’ele, belâgatın zahirî yönü olan üslûbun, manayla olan münasebetini izah eder.
1. Üslûb Nedir?
• İzahı: Üslûb, kelâmın “elbise-i fahiresi” (kıymetli elbisesi), “sureti” ve “kalıbı”dır. Manalar, kalbin derinliklerinde “çıplak” bir haldeyken, “irade”nin sesiyle çağrılırlar. “Hazinet-ül Hayal”e (Hayal Hazinesi) girerler ve orada buldukları suretleri giyerler.
• Üslûb, basit bir lafız yığını değil, mütekellimin (konuşmacının) ruhundan, mizacından ve san’atından süzülen bir surettir. “Bir kelâmın üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin.”
• Müradifleri:
• Üslûb: İfade tarzı, beyan kalıbı, mütekellimin şahsiyetinin âyinesi, mananın büründüğü suret.
• Hazinet-ül Hayal: Hayal hazinesi, suretlerin menbaı, tasavvur deposu.
2. Üslûbun Faidesi ve Misalleri:
• Faidesi: Üslûbun en mühim faydası, dağınık parçaları birleştirmesidir (iltiham). Mütekellim, üslûbun bir köşesini göstererek, muhatabın kıssanın tamamını görmesini sağlar (“Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” kaidesince).
• Misaller:
• Kaside-i Bür’iyye misali: İmam Busayrî, günahlardan tevbe etmeyi, bir “bîmarhane” (hastane) üslûbu içinde tasvir eder; gözyaşını “istifrağ” (kusma), pişmanlığı da “perhiz” (diyet) olarak sunar.
• Hüdhüd misali: Süleyman (a.s) Peygamberin Hüdhüd’ü, Sebe’ melikesinden bahsederken, Allah’ı tavsif ederken kendi “hendese”sine (mühendislik/yer bulma sanatı) münasip bir üslûb kullanır: “…göklerde ve yerde olanı ortaya çıkaran…” (Neml, 25).
• Mübareze misali: “Mübareze” (çarpışma) lafzı, tek bir kelime olmasına rağmen, bir “sinematoğraf” gibi bütün bir savaş meydanını hayale gösterir.
3. Üslûb-u Mübareze (Tenbih):
• İzahı: Üslûbların çok farklı mertebeleri vardır. Bazen çok gizli olabilir. Zemahşerî’nin, Yâsîn Suresi’ndeki “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn, 78) ayetindeki sual üslûbundan “Meydana kim çıkacak!” şeklinde bir “mübareze” (meydan okuma) manasını istişmam etmesi (koklayıp çıkarması) buna misaldir. Çünkü bu sual, bilmek için değil, (haşa) Allah’ın kudretine karşı isyan ve meydan okuma makamında sorulmuştur.
4. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an’ın üslûbu, Allah’ın isimlerine ve konuşmanın makamına göre mucizevî bir surette tecelli eder.
• Neml Suresi, 27:24-25: (Hüdhüd misali)
$$وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ ﴿24﴾ اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ﴿25﴾$$
• Meali (24-25): “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları doğru yoldan çıkarmış. Bu yüzden de doğru yolu bulamıyorlar. (Şeytan) göklerde ve yerde olanı ortaya çıkaran, gizlediğinizi ve açığa vurduğunuzu bilen Allah’a secde etmesinler diye (onları saptırmış).”
• İrtibatı: Metinde işaret edildiği gibi, Hüdhüd’ün mesleği yerin altındaki gizli suları (mahfiyatı) çıkarmaktır. Allah’ı tavsif ederken, tam da kendi san’atına (hendesesine) muvafık bir üslûb ile “göklerde ve yerdeki gizli olanı (el-hab’e) ortaya çıkaran” vasfını zikretmesi, üslûbun mütekellimin mahiyetini nasıl aksettirdiğine dair harika bir misaldir.
• Yâsîn Suresi, 36:78: (Üslûb-u Mübareze misali)
$$وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ$$
• Meali: “Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?»”
• İrtibatı: İşte bu ayetteki “Kim diriltecek?” suali, cehaletten kaynaklanan bir sual değil, kudret-i İlahiyeye karşı bir istib’ad (akıldan uzak görme) ve isyan üslûbudur. Bu üslûb, manen bir müdafaa ve mübarezedir (meydan okumadır). Cevabı da aynı derecede susturucu ve kudreti isbat edici bir üslûbla gelir (Bkz: Yâsîn, 79).
Hülâsa (Özet)
Bediüzzaman Hazretleri bu “İkinci Makale”de, hakikî belâgatın;
• Lafız ve suret esaretinden kurtulup, mananın nizamına tâbi olması gerektiğini,
• Soyut manalara ve cansız varlıklara hayat vererek tesirini artırması gerektiğini (ancak bunun bir hakikat çekirdeğine dayanması şartıyla),
• Mananın şahsiyetine ve mütekellimin maksadına uygun bir üslûb elbisesi giymesi gerektiğini ders vermektedir.
===============•-•===============
Dördüncü Mes’ele
Kelâmın kuvvet ve kudreti ise; kelâmın kuyudatı birbirine cevab vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen karınca kaderince, asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksad üzerine bırakmak ile
عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُش۪يرُ
düsturuna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi.. maksad ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir.
Elhasıl:
Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.
İşaret:
Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsn ü cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et… Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azabdan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen
وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ
olan âyete bak. Nasılki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kaide-i beyaniyeye binaen tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor.
Şöyle:
اِنْ
lafzındaki teşkik ile tahfif ve
مَسَّتْ
deki yalnız temas ve
نَفْحَةٌ
maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir.. ve
مِنْ
deki teb’iz ve nekale bedel
عَذَابِ
zikrindeki tehvin ve
رَبِّكَ
deki îma-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zim ve tehvil eder.
Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin…
Tenbih:
Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’aniye bu intizam ve tenasüb ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder.
— · ⁖ · —
Beşinci Mes’ele
Kelâmın servet ve vüs’ati ise; -nasıl suret-i terkib, nefs-i maksadı gösterir. Öyle de- müstetbeatının telmihatıyla ve esalîbin işaratıyla garazın levazım ve tevabiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zira telmih ve işaret ise, sâkin olan hayalâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyic etmeye büyük bir esastır. Evet telmih ve işaret ise yolun etrafını temaşa ile tenezzüh etmek içindir. Kasd ve taleb ve tasarruf için değildir. Demek mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şâyan noktalar vardır:
İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al kapıları aç, işte:
قَالَتْ كَبِرْتَ وَ شِبْتَ قُلْتُ لَهَا هٰذَا غُبَارُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ
Yani: Dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.”
Hem de:
وَلَا يُرَوِّعْكِ ا۪يمَاضُ الْقَت۪يرِ بِهِ فَاِنَّ ذَاكَ ابْتِسَامُ الرَّاْىِ وَالْاَدَبِ
Yani: Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.
Hem de:
وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَب۪يبَةٍ فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلَّا بِصُبْحِ مَش۪يبٍ
Yani: Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi.
Hem de:
وَكَاَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَب۪ينَهُ فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ ف۪ى اَحْشَائِهِ
Yani: Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzasıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısâsını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.
Hem de:
كَاَنَّ قَلْب۪ى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ
Yani: Kalbim maşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi; kalbim müştak, onun kalbi müstağnidir. Demek hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taş ile vurmuştur.
Hem de:
وَاَلْقٰى بِصَحْرَاءِ الْغَب۪يطِ بَعَاعَهُ نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ
Yani: Tacir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrasına attı. Nasılki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renk ile süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de, sel sahraya yükünü attığı gibi ticaret-i hafiyeye benzer imtizacat-ı kimyeviye ile çiçeklerin nazeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hattâ çiçeklerin çobanı ıtlakına şâyan olan kefne
{1: Dikenli, ihrak edilir bir dağ mahsulüdür.}
başını kırmızılaştırıyor.
Hem de:
غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ
Yani: “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı…”
Uzağa gitmek istemiyorsan bu makalenin bir parça mâkabline nazar et, bu mes’eleye nümune olmak için çok parçaları bulacaksın. Ezcümle: “Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşafı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”>Veyahut makale-i ûlâda olan mes’ele-i ûlânın hâtimesindeki işarete bak. İşte “Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber
اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”
Şimdi teemmül et! Bu misaller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat hayal-meyal gibi başını çıkarıyor.
— · ⁖ · —
Bu bahis, kelâmın, yani sözün ve ifadenin tesirini, güzelliğini ve kuvvetini tahlil eden belâgat ilminin derûnî esaslarını izah eder.
Mevzu: Kelâmda Kuvvet ve Servet
İktibas edilen metin, belâgatli bir sözün iki temel rüknünü (direğini) tasvir etmektedir:
• Dördüncü Mes’ele: Kelâmın Kuvvet ve Kudreti (Sözün Dahilî Gücü ve Sağlamlığı).
• Beşinci Mes’ele: Kelâmın Servet ve Vüs’ati (Sözün Haricî Zenginliği ve Genişliği).
Birinci mesele, kelâmın derûnî intizamına (iç düzenine) ve parçalarının tek bir maksada kilitlenmesine bakarken; ikinci mesele, kelâmın zahirî telmihatına (dışa dönük göndermelerine) ve dinleyicinin hayal dünyasını harekete geçirme kabiliyetine nazar vermektedir.
DÖRDÜNCÜ MES’ELE: KELÂMIN KUVVET VE KUDRETİ
Bu mesele, bir sözü “kuvvetli” yapan şeyin, o sözü oluşturan bütün unsurların (kuyudat – kayıtlar, kelimeler, cümleler) birbiriyle tam bir uyum içinde olması olduğunu beyan eder.
1. İzahı (Tecavüb, Teavün ve İstimdad)
Kelâmın kuvveti, tek tek parlak kelimeler seçmekten ziyade, o kelimelerin ve kayıtların bir orkestra gibi ahenk içinde olmasına bağlıdır. Metin, bunu üç mühim düstur ile açıklar:
• Tecavüb (Karşılıklı Cevap Verme): Kelâmın her bir parçası, diğer parçaların ortaya koyduğu manaya veya ihtiyaca cevap vermelidir. Bir kelime, öteki kelimenin manasını teyit etmeli veya tamamlamalıdır.
• Teavün (Karşılıklı Yardımlaşma): Bütün unsurlar, “asıl garaz” yani “temel maksat” için birbirine yardım etmelidir. Hiçbir kelime veya ifade, asıl maksadın haricinde, kendi başına bir mana sergilemek için orada bulunmamalıdır.
• İstimdad (Yardım Alma): Metnin teşbihinde olduğu gibi, bütün unsurlar (dereler veya zenavlar – oluklar) ana maksat olan havuzdan yardım almalı, yani manalarını o ana maksattan çekip çıkarmalı ve yine o havuzu beslemelidir.
Bu üç unsur tesis edildiğinde, kelâmda müşevveş (karmaşık, dağınık) bir suret değil, intizam (düzen) ve tenasüb (oran, uyum) tecelli eder. Bu intizam ve tenasüpten ise hüsn ü cemal (güzellik ve mükemmellik) parlar.
2. Müradif Kelimeler
• Kuvvet-i Kelâm: Sözün sağlamlığı, mantıkî tutarlılığı, tesir gücü.
• Kuyudat: Kayıtlar, şartlar, kelâmı oluşturan unsurlar (sıfatlar, zarflar, harf-i cerler vb.).
• Garaz/Maksad: Hedef, asıl gaye, verilmek istenen temel mesaj.
• İntizam: Düzen, nizam, tertip.
• Tenasüb: Uyum, ahenk, parçalar arası muvazene.
3. Âyet-i Kerime Tahlili (Enbiyâ, 21/46)
Bu mesele, tezi isbat için Kur’an-ı Kerim’den harika bir misal iktibas eder. Maksat, cehennem azabının dehşetini ve büyüklüğünü (tahvif ve tehvil) göstermektir. Fakat Kur’an, bunu azabın büyüklüğünü doğrudan tasvir ederek değil, “azının” dahi ne kadar tesirli olduğunu göstererek, yani zıddıyla ve taklil (azaltma) sanatı ile yapar.
Mealinden ayetin tamamı şöyledir:
وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَٓا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ
“Andolsun, onlara Rabbinin azabından hafif bir esinti dokunsa, muhakkak “Eyvah bize! Gerçekten biz zalimlerdik” diyeceklerdir.” (Enbiyâ 21/46)
Metnin tahlil ettiği üzere, ayetteki “azabın azlığını” göstermek için bütün kuyudat (kayıtlar) nasıl teavün (yardımlaşma) ediyor:
• اِنْ (Eğer): Lafzı, teşkik (şüphe) bildirir. “Mutlaka dokunacak” değil, “eğer dokunursa” diyerek manayı hafifletir (tahfif).
• مَسَّتْ (Dokundu): Lafzı, sadece temas manasındadır. “İsabet etti”, “kuşattı” veya “yaktı” değil, sadece “değdi”.
• نَفْحَةٌ (Bir esinti): Bu kelime hem sîga (kalıp) itibarıyla “bir defacık esinti”, hem de tenkir (belirsizlik) itibarıyla “ehemmiyetsiz, tahkir edilen bir esinti” manasını taşır. Taklil (azaltma) ve tahkir (küçümseme) vardır.
• مِنْ (den): Harfi, teb’iz (parça, bazısı) ifade eder. Azabın tamamı değil, ondan bir parça.
• عَذَابِ (Azab): Kelimesi, nekâl (ibretlik ve şiddetli ceza) veya ikab (cezalandırma) gibi daha şiddetli kelimeler yerine kullanılarak bir tehvin (hafif gösterme) iması taşır.
• رَبِّكَ (Rabbinin): Azabı Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi celalî isimlere değil de, terbiye edici ve şefkat manasını da ihtiva eden “Rab” ismine izafe etmesi, bir îma-i rahmet (rahmet iması) taşır ve azabın şiddetini (görünüşte) hafifletir.
Elhasıl: Ayetteki altı adet kayıt (kelime ve ek), hep birlikte azabın “en azını, en hafifini” göstermek için tecavüb ve teavün etmişlerdir. Neticede mana şu olur: Azabın bu kadar küçültülmüş, hafifletilmiş, ehemmiyetsiz bir parçacığının, şefkatli Rab’den gelen bir dokunuşu bile o mücrimlere “Eyvah bize!” dedirtip feryat ettiriyorsa; o azabın bütününün, Kahhar isminden gelen tecellisinin dehşetini ve azametini (ta’zim ve tehvil) akıl tasavvur edemez. İşte kelâmın kuvveti budur.
BEŞİNCİ MES’ELE: KELÂMIN SERVET VE VÜS’ATİ
Bu mesele, kelâmın zenginliğinin, sadece söylediği sarih (açık) manadan ibaret olmadığını, bilakis zımnî (örtülü) manalarla, işaret ve telmihlerle (göndermelerle) ne kadar geniş bir ufuk açtığıyla ölçüldüğünü beyan eder.
1. İzahı (Telmih, İşaret ve Müstetbeat)
Bir sözün serveti (zenginliği), asıl maksadın (nefs-i maksad) yanı sıra, o maksadın levazımını (gereklerini) ve tevabiini (ona bağlı diğer manaları) da hissettirmesidir.
• Müstetbeatının Telmihatı: Bir söz söylendiğinde, o sözün peşinden tabiî olarak gelen, hatırlattığı başka manalar.
• Esalîbin İşaratı: Kullanılan uslûbun (ifade tarzının) işaret ettiği dolaylı manalar.
Bu telmih ve işaretler, dinleyicinin zihnindeki sâkin hayalâtı (durgun hayalleri) ihtizaza (titreşime, harekete) getirir ve sâkit cevanibini (suskun olan diğer yönlerini) söyletir. Bu, kalbin en uzak köşelerinden bile istihsan (beğeni) ve takdir toplar.
Metnin tabiriyle bu işaretler, yolun aslı değil, yolun etrafını temaşa (seyretme) ve tenezzüh (gezinme) içindir. Mütekellim (konuşan) bu dolaylı manalardan doğrudan mesul değildir, ancak belâgatin serveti bu yan manalarda gizlidir.
2. Müradif Kelimeler
• Servet-i Kelâm: Sözün zenginliği, muhteva derinliği, çok boyutluluğu.
• Vüs’at: Genişlik, kapsam.
• Telmih: Gönderme, hatırlatma, ima etme (meşhur bir kıssaya, ayete, hadise vb.).
• İşaret: Dolaylı olarak gösterme, delâlet etme.
• Levazım ve Tevabi: Bir şeyin gerekleri ve ona bağlı olan neticeler/unsurlar.
3. Âyet-i Kerime Tahlili (Fussilet, 41/11)
Bu mesele, kendi zenginliğini göstermek için evvela Arap şiirinden misaller verir (ihtiyarın sakalını “cihad tozu” olarak tasvir etmesi, sevgilinin kalbini “bilezik” gibi sâkin, kendi kalbini “kemer” gibi hareketli tasvir etmesi vb.).
Ardından, metnin kendi içinden, yani Muhakemat’tan bir misal verir:
“Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”
Buradaki nefs-i maksad (asıl maksat), arzın (dünyanın) nizam-ı kevnîye (evrensel düzene) uyduğunu, güneşin etrafındaki seyrine devam ettiğini bildirmektir.
Fakat cümlenin sonundaki اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ (Biz isteyerek, itaat ederek geldik) ifadesi bir telmihtir. Bu ifade, Fussilet Suresi’ndeki şu ayet-i kerimeye işaret eder:
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًاۜ قَالَتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
“Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, “İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!” buyurdu. “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet 41/11)
Bu telmih ile kelâmın serveti ve vüs’ati şöyle genişler:
• Hayalâtı İhtizaza Getirmek: Arzın hareketi, basit, mekanik bir hadise olmaktan çıkar. Dinleyicinin hayali, kâinatın yaratılış anına, Allah’ın sema ve arza “Gelin!” şeklindeki Emr-i Tekvinîsine (Yaratma Emrine) gider.
• Tevabi ve Levazımı Göstermek:
• Bu itaatin şuurkârane (bilinçli) bir itaat olduğu hissettirilir (“İsteyerek geldik”).
• Arzın bu itaatte yalnız olmadığı, “zevci” (eşi) olan sema (gökler) ile birlikte bir cemaat halinde bu itaati sunduğu manası (ki ayette “ikisi dediler” buyrulur) ortaya çıkar.
• “Taat ise cemaatle daha ahsendir” hükmü, bu kozmik hadiseye bağlanarak hem bir istinbat (çıkarım) yapılır hem de kelâma ayrı bir hüsn (güzellik) katılır.
Basitçe “Dünya döner” demek yerine, bu telmih kullanılarak; yaratılış, emr-i İlahî, şuurkârane itaat, cemaat sırrı gibi birçok başka makam (farklı mana boyutları) hayal-meyal (belli belirsiz) gösterilmiş olur. Bu da kelâmın servetini teşkil eder.
HÜLASA (ÖZET)
• Dördüncü Mes’ele (Kuvvet): Kelâmın dahilî intizamıdır. Bütün parçaların tek bir maksada (havuza) hizmet etmesiyle (tecavüb ve teavün) elde edilen sağlamlıktır. Misali, Enbiyâ 46’da taklil (azaltma) unsurlarının tehvil (dehşet) maksadına yardım etmesidir.
• Beşinci Mes’ele (Servet): Kelâmın haricî zenginliğidir. Asıl maksadın etrafında, telmih ve işaretler yoluyla dinleyicinin hayalini harekete geçirerek başka manalara da kapı açan genişliktir. Misali, Fussilet 11’e yapılan telmih ile arzın hareketine kozmik bir şuur ve cemaat manası katmaktır.
Her iki mesele de Kur’an-ı Kerim’in belâgat ve i’cazının (mucizeliğinin) anlaşılmasında temel birer düsturdur.
===============•-•===============
Altıncı Mes’ele
Kelâmın semeratı ise; tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle: Kimya’ya aşina olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altun gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrika ile müteaddid borular ile muhtelif teressübatıyla, mütenevvi’ teşekkülat ile tabakat-ı mütefavitede geçer. En nihayet ondan bir kısım tahassül eder. Kelâm denilen maânî-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi.
Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki, tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulat tevellüd eder. Ondan hevaî manalar bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mana bir kısmı tekasüf etmekle temayülat ve tasavvuratın bir kısmı muallak kalıp bir kısım dahi takattur ettiğinden akıl ona rağbet gösterir. Sonra mayi halindeki kısımdan bir kısım tasallüb ve tahassül ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibden bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir. Demek müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallüb etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassül etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeatına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâm ile refakat eden mütekellimin etvarıyla rabteder.
İşte bu silsilenin borularından ismin müsemması ve fiilin manası ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarünileyhleri ve hitabı teşyi’ eden etvarın muharrikleri, hem de “Dâllün bil-ibare”nin maksudu ve “Dâllün bil-işaret”in medlûlü ve “Dâllün bil-fehva”nın mefhum-u kıyasîsi ve “Dâllün bil-iktiza”nın mana-yı zarurîsi ve daha başka mefahim umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar.
Eğer seyretmek istersen kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun vakta gözünüzün penceresinden şua ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse, o aşk denilen nâr-ı mukade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyulat dahi heyecana gelip birden o âmâller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdad istediklerinden o hazinet-ül hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba’ olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve ta’zim ve te’dib ve iştiyakı sola ve terahhum ve lütfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürrlerini ellerine almakla beraber o
اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ
ıtlakına şâyan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celbeden tavsif-i bil-fezail ile arz-ı hacet ederler.
İşte bak kaç tabakatta bildiğin manadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müdhiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan
غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا حَقٌّ لِطَرْفِى اَنْ يَجْنِىَ الَّذ۪ى غَرَسَا
Hem de
فَلِلْعَيْنِ وَالْاَحْشَاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى تَلَاعَائِدِىَ اْلاٰسِى وَ ثَالِثَ تَبَّتِ
Hem de
صَدٌّ حَمَا ظَمَائ۪ى لُمَاكَ لِمَاذَا وَ هَوَاكَ قَلْب۪ى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا
Hem de
حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا وَ عَيْنَاىَ ف۪ى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ
gör ve dinle ki, çendan gözleri Cennet’te tenezzüh eder, fakat vicdanlarındaki Cehennem tazib eder. Öyle de mehasinine işaret ve istiğnasına remz ve teellüm-ü firaka îma ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celbeden hüsnüne tansis etmekle beraber hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla çok hayalât-ı rakikayı göstermişlerdir.
İşaret:
Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı nisbetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle meratib-i mütefaviteden ihtilat eden manalar ise, garaz-ı küllî olan mesûk-u lehül-kelâmın merkezine kurbiyet nisbetinde ve maksuda hizmet derecesinde herbirine inayet ve ihtimamda hisse ve nasîblerini taksim-i âdil ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki, o muadeletle intizam ve o intizamdan tenasüb ve o tenasübden hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muaşeret ve o hüsn-ü muaşeretten kelâmın kemaline bir mizan-üt ta’dil çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder. Demek kuyudat-ı kelâmın istidadlarını nazara almak gerektir. Evet herşeyi istidadı nisbetinde terfi’ etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki göz, burun gibi bir a’zâ ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.
Tenbih:
Nasıl bazan en küçük bir nefer bir hizmete meselâ düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünki büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik o maânî-i mütezahime içinde bazan bir küçük mana riyaset eder. O kıymetdar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab ile ehemmiyetlidir. Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı karibinin adem-i salahiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lafz ve sevk-i hitab edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî ve malûmdur.. görünüyor veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telakki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatab yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâî olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizac, istimzac edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebi görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid değildir. Demek her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.
Hâtime
Bazı maânî-i muallaka vardır ki, bir şekl-i muayyenesi ve bir vatan-ı hususiyesi yoktur. Müfettiş gibi herbir daireye girer. Bazı kendine hususî bir lafız takıyor. Bu muallakatın bir kısmı ise harfiye ve hevaiye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker. Bazan bir cümleye belki bir kıssate nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirsen ruh gibi o mana takattur eder. Meselâ hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf ilâ âhir.. gibi manalardır…
— · ⁖ · —
Bu mes’ele, bir mananın kalbde teşekkül etmesinden lisanda zahir olmasına kadar geçtiği mertebeleri ve kelâmın bu manaları nasıl katman katman (tabaka tabaka) ihtiva ettiğini tasvir eder.
Altıncı Mes’ele: Kelâmın Meyveleri ve Mananın Teşekkül Mertebeleri
Bu mes’ele, “Kelâmın semeratı…” yani sözün meyve ve neticelerinin, “tabakat-ı muhtelifede” (farklı katmanlarda) ve “suver-i müteaddidede” (çeşitli suretlerde) teşekkül eden, yani biçimlenen manalar olduğunu beyan ile başlar.
1. Kimya Teşbihi (Benzetmesi): Mananın Damıtılması
Metin, bu karmaşık süreci anlamak için bir kimya fabrikası veya bir altun (altın) imalathanesi teşbihini kullanır. Nasıl ki ham madde (mesela altın cevheri) fabrikada müteaddid (birçok) borudan geçer, muhtelif (çeşitli) teressübat (çökeltiler) bırakır, mütenevvi (türlü türlü) teşekkülâttan (oluşumlardan) süzülür ve farklı tabakalardan geçerek en nihayet saf bir hasıla (ürün) elde edilirse; aynı şekilde mana da, kelâm (söz) haline gelene kadar derûnî bir âlemde benzer bir tasfiye (arıtma, damıtma) sürecinden geçer.
Kelâm, bu sürecin tamamının “fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritası” gibidir. Yani biz sadece son ürünü (sözü) duyarız, fakat o söz, arkasında muazzam bir manevî ve aklî imalat sürecinin bütün izlerini taşır.
• Müradifler:
• Kelâm: Söz, nutuk, beyan, ifade, lafız.
• Semerat: Meyveler, neticeler, hasılalar.
• Tabakat-ı Mütefavite: Farklı katmanlar, değişik mertebeler, dereceler.
• Teşekkül: Biçimlenme, suret alma, oluşum.
• Teressübat: Çökeltiler, posalar, tortular.
2. Mananın Teşekkül Süreci: Kalbden Lisana Yolculuk
Metnin kalbi (merkezi), “Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki…” cümlesiyle başlayan bölümdür. Burada mana, bir buhardan (hevaî) başlayıp katı (mütesallib) bir hale gelene kadar altı mertebede tasvir edilir:
• İhtisas (Hissetme): Tesirat-ı hariciye (dış tesirler, hadiseler) kalbdeki ihtisasatı (hisleri, duyguları) ihtizaza (titreşime) getirir.
• Müyulat (Eğilimler): Bu titreşimden müyulat (meyiller, eğilimler, arzular) doğar (tevellüd eder).
• Hevaî Manalar (Buhar Hali): Bu meyllerden hevaî manalar (havada uçuşan, henüz şekillenmemiş buhar halindeki manalar) tevellüd eder. Bunlar aklın nazarına (bakışına) hafifçe ilişir ve aklı kendine müteveccih eder (yönlendirir).
• Tekasüf (Yoğunlaşma): O buhar halindeki mananın bir kısmı tekasüf eder (yoğunlaşır). Bazı tasavvurat (konseptler) ve temayülat (eğilimler) muallak (askıda) kalır.
• Takattur (Damıtılma – Sıvı Hali): Yoğunlaşan buhar takattur eder (damlar, damıtılır). Mana, buhar halinden mayi (sıvı) haline geçer. Akıl, bu damıtılmış manaya rağbet (ilgi) gösterir.
• Tasallüb ve Tahassül (Katılaşma ve Ürün Olma): O mayi halindeki mananın bir kısmı tasallüb eder (katılaşır, sertleşir) ve tahassül eder (hasıl olur, netice verir, ürün haline gelir).
• Kelâma Bürünme: Akıl, işte bu mütesallib (katılaşmış) ve müteşahhıs (belirginleşmiş, şahıslaşmış) manayı alır, onun kametine (boyuna, yapısına) uygun bir kelâm-ı mahsus (özel bir söz) ile onu gösterir.
3. Kelâmın Manayı Taşıma Seviyeleri
Bu süreç bize, kelâmın manayı sadece tek bir seviyede taşımadığını gösterir. Mananın her bir hali (buhar, sıvı, katı) kelâmın farklı bir unsuru tarafından yüklenilir:
• Katılaşan (Müteşahhıs) Mana: Kelâmın suret-i mahsusası (açık lafzı, net ifadesi) içine alınır. Buna Dâllün bil-ibare (İbare ile delâlet) denir.
• Katılaşmayan (Tasallüb Etmeyen) Mana: Fehva’nın (sözün gelişinden, siyak-sibaktan anlaşılan mana) eline verilir. Buna Dâllün bil-fehva (Fehva ile delâlet) denir.
• Oluşmayan (Tahassül Etmeyen) Mana: İşaret’e ve keyfiyet-i kelâma (sözün söyleniş tarzına, tonlamasına, niteliğine) yüklenir. Buna Dâllün bil-işaret (İşaret ile delâlet) denir.
• Damıtılmayan (Takattur Etmeyen) Mana: Kelâmın müstetbeatına (sözün zihinde bıraktığı takipçi tesirlere, hatırlatmalara) havale edilir.
• Buharlaşmayan (Tebahhur Etmeyen – Kaynaktaki) Mana: Üslûbun ihtizazatına (ifade tarzının titreşimlerine) ve mütekellimin (konuşmacının) etvarına (hal ve tavırlarına) bağlanır. Buna Delâlet-i Hâliye (Hal ile delâlet) de denilebilir.
Metin, bu silsileden ismin müsemması (ismin işaret ettiği varlık), fiilin manası, harfin medlûlü (harfin/edatın delaleti), nazmın mazrufu (dizilişin ihtiva ettiği mana) gibi dil unsurlarının ve Dâllün bil-iktiza (sözün doğruluğu için zarurî olan gizli mana) gibi diğer delâlet seviyelerinin de bu madenden çıktığını belirtir.
4. Vicdanî Tecrübe ve Sevgi Teşbihi
Üstad Hazretleri, bu soyut tahlilin isbatı için “kendi vicdanına bak” der. Bunu izah için sevgi teşbihini kullanır:
• Mahbubun (sevilen varlığın) berk-i hüsnü (güzellik şimşeği) göz penceresinden vicdana girer.
• Aşk denilen nâr-ı mukade (tutuşturulmuş ateş) yanmaya başlar.
• Bu ateş hissiyatı iltihaba (iltihaplandırmaya), âmâl (emeller) ve müyulatı (meyilleri) heyecana getirir.
• Bu emeller, hayal hazinesinden imdad ister.
• Hayaller (mahbubun güzelliklerini tasvir eden suretler) imdada koşar, hayalden lisana kadar inerler.
• Bu iniş esnasında, lisan (söz); zülâl-i visale (kavuşma suyuna) olan meyli, firaktan (ayrılıktan) gelen teellümü (elemi), ta’zim (hürmet) ve iştiyakı (özlemi) hep beraber taşır.
*söz, bu vicdanî cehennemi (aşk ateşini) söndürmek için tavsif-i bil-fezail (faziletleri sayarak) arz-ı hacet (ihtiyacını sunar).
Burada zikredilen “vicdandaki ateş” için kullanılan اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ (Kalbilerin üstüne tırmanan tutuşturulmuş ateş) tabiri, Kur’an-ı Kerim’den bir iktibastır. Bu, Cehennem ateşinin bir vasfıdır; fakat burada müthiş bir belâgatla, aşk ve iştiyak ateşinin de kalbleri nasıl yaktığını tasvir için kullanılmıştır.
• Ayet İktibası ( Meali):
Cenâb-ı Hak, Hümeze Suresi’nde şöyle buyurur:
$$ “O, Allah’ın, (tutuşturulup) kalplerin ta üstüne çıkan (6) tutuşturulmuş ateşidir (7).” (Hümeze, 104/6-7)$$
Bu iktibas, o derûnî tecrübenin şiddetini gösterir.
Metin, İbn-i Fârid veya Ebu Tayyib (Mütenebbî) gibi büyük şairlerin beyitlerine atıf yaparak, onların gözleri zahirî güzellikler cennetinde gezerken, vicdanlarındaki cehennemin (ayrılık acısı, iştiyak) onları nasıl tazib ettiğini ve sözlerinin bu çok katmanlı manaları (işaret, remz, îma, tasrih, telvih) nasıl taşıdığını gösterir.
5. İşaret: Manalar Arasındaki Nizam ve Muadelet (Adalet)
Bu bölümde, kelâmı teşkil eden manalara nasıl muamele edilmesi gerektiği anlatılır. Bir hükûmetin her memura istidadı (kabiliyeti), vazifesi ve hizmeti nisbetinde ücret vermesi gibi; kelâmın garaz-ı küllî’sine (ana gayesine) hizmetleri nisbetinde her manaya inayet (önem) ve ihtimam (özen) hissesi verilmelidir.
• Müradifler:
• Garaz-ı Küllî: Ana gaye, temel maksat.
• Kurbiyet: Yakınlık.
• Taksim-i Âdil: Adaletli bölüştürme, paylaştırma.
Bu muadelet (denklik, adalet) sağlanırsa, kelâmda şu silsile elde edilir:
İntizam (Düzen) → Tenasüb (Orantı, uyum) → Hüsn-ü Vifak (Güzel uyum) → Hüsn-ü Muaşeret (Güzel geçim) → Mizan-üt Ta’dil (Ayarlama/Denge ölçüsü) → Kelâmın Kemali (Sözün mükemmelliği).
Eğer bu denge bozulursa, vazifesi hizmetkârlık (mesela bir edatın manası) olan bir mana, büyük rütbeye (cümlenin asıl gayesiymiş gibi) girerse, tekebbür eder (kibirlenir) ve kelâmın tenasübünü (orantısını) bozar.
Teşbih çok manidardır: “Göz, burun gibi bir a’zâ ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.” Kelâmda da her unsur (mana, lafız) kendi haddini ve makamını bilmelidir.
Bu nizam ve denge, kâinattaki ilahî nizamın bir yansımasıdır. Cenâb-ı Hak her şeyi bir ölçü ile yaratmıştır.
• Ayet İktibası ( Meali):
$$ “…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân, 25/2)$$
$$ “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)$$
Kelâmın belâgati de, bu cihan şümul (evrensel) “ölçü” ve “kader” kanununa riayet etmekle kemal bulur.
6. Tenbih (İkaz): Küçük Mananın Riyaseti (Liderliği)
Belâgatte çok mühim bir sırdır: Bazen en küçük bir nefer, bir müşir’in (mareşalin) yapamadığı bir işi (mesela keşif) yapar. Bazen küçük bir talebe, bir büyük âlim’in yapamadığı bir işi başarır. Zira “Herkes kendi san’atında büyüktür.”
Aynen öyle de, maânî-i mütezahime (birbiriyle itişen, kalabalık manalar) içinde bazen bir küçük mana (açıkça söylenmeyen, işaretle, ima ile verilen bir nüans) riyaset eder (lider olur). Asıl maksat o olur.
Peki, neden sarih hüküm (açık mana) yerine bu küçük mana esas alınır? Metin, bunun sebeplerini (esbabını) sayar:
• Çünkü açık mana zaten bedihî (apaçık) ve malûm’dur (bilinmektedir).
• Veya açık mana hafif ve zayıf’tır, asıl gayede ehemmiyeti yoktur.
• Veya o açık manayı hüsn-ü telakki (güzel karşılayacak) bir muhatab yoktur.
• Veya o açık mana, mütekellimin (konuşmacının) haline muvafık değildir.
• Veya muhatabın şe’n ve haysiyetine (konumuna ve itibarına) uymaz.
• Veya kelâmın makamında ecnebi (yabancı) görünür.
• Veya asıl garazın muhafazasına (gayenin korunmasına) müstaid (kabiliyetli) değildir.
Bu sebeplerden biri veya birkaçı mevcut olduğunda, kelâmın asıl yükü, açıkça söylenen sarih manada değil, gizlenen veya işaret edilen zımnî (örtülü) manadadır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in icazında (mucizevî belâgatinde) da sıkça görülen bir üslûptur.
7. Hâtime (Sonuç): Muallak (Askıdaki) Manalar
Metin, “mananın ruhu” diyebileceğimiz bir kavramla sona erer: Maânî-i muallaka (askıdaki, bir lafza tam bağlanmamış manalar).
• Bunların şekl-i muayyenesi (belirli bir şekli) ve vatan-ı hususiyesi (özel bir yurdu, yani ait olduğu tek bir kelimesi) yoktur.
• Bir müfettiş gibi her daireye (her cümleye, her kelimeye) girerler.
• Bazen bir cümleye, hatta bir kıssaya bütünüyle nüfuz ederler (işlerler).
• O cümleyi veya kıssayı (manen) ezdirirsen (sıkarsan, damıtırsan), bir ruh gibi o mana takattur eder (damlar).
• Misal: Hasret, iştiyak (özlem), temeddüh (övünme), teessüf (üzüntü) gibi manalardır.
Mesela bir şiirin tamamına hasret ruhu sinmiştir; o hasreti tek bir kelimede bulamazsınız, o, beyitlerin tamamından damlayan muallak bir manadır.
Netice
Altıncı Mes’ele, kelâmın sadece lafızlardan ibaret olmadığını; mananın kalbdeki his titreşiminden başlayarak aklın damıtma ve yoğunlaştırma süreçlerinden geçip, en son katılaşarak lafız elbisesini giydiğini gösteren bir derûnî tahlil (iç analiz) haritasıdır. Belâgatli bir söz, bu sürecin bütün tabakalarını (ibareyi, işareti, fehvayı, iktizayı, üslûbu ve hali) bir nizam ve tenasüb içinde taşıyan mükemmel bir yapıdır.
===============•-•===============
Yedinci Mes’ele
Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in’ikas eden hakikatın şualarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder. Evet kelâmda hakikat olmaz ise de, en ekall şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sünbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.
İşaret:
Felsefe-i beyaniyeye müşabih, Nahv’in dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü Nahiv’de mezkûr olan, münasebat-ı meşhure üzerine müessestir. Meselâ bir mamule iki âmil dâhil olmaz. Ve “hel” lafzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder. Meselâ, hariç ve kâinatta cari olan kanunların birer aks-i misalîsidir.
Tenbih:
Bu münasebat-ı Nahviye ve Sarfiye olan hikmet-i vâzı’ ise; felsefe-i beyan derecesinde olmaz ise de, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi, ulûm-u akliyenin suretlerine çeviriyor.
— · ⁖ · —
Sekizinci Mes’ele
Maânî-i beyaniyenin aşılaması ve telkîhi ve manaların becayiş ve inkılabları kelimenin mana-yı hakikîsi, ya garaz veyahut mana-yı muallakadan birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zira içine girdiği vakit sahib-ül beyt olan hakikata ve esasa dönüyor. Ve asıl lafzın sahibi olan mana ise bir suret-i hayatiyeye dönüyor. Ona meded verir. Ve müstetbeattan istimdad eder. Bu sırdandır ki kelime-i vâhidenin maânî-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve telkîhat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder…
İşaret:
Bir şey merkeb ve binilmiş ise
عَلٰى
lafzına müstehak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından
فِى
lafzını ister.
تَجْر۪ى فِى الْبَحْرِ
gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan
بَاء
lafzını ister.
سَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ
gibi. Ve mekân ve merkeb olduğundan
فِى
ve
عَلٰى
lafızlarını dahi ister. Hem de gaye olduğundan
اِلٰى
ve
حَتّٰى
lafızlarını ister. İllet ve zarf olduğundan
لَامْ
ve
فِى
lafızlarını dahi ister.
وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ
gibi. İşte sermeşk; sen de kıyas edebilirsen et!..
Tenbih:
Bu mütedâhil manaların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder ve maksada sıla-i rahm vardır, ileriye sür ve izhar et. Bâkileri ona teşyi’ edici yaptır. Yoksa senin tarz-ı ifaden haşmet ve zînet-i beyaniyeden çıplak olacaktır.
— · ⁖ · —
Muhakemat’ın “Unsur-u Belâgat” bahsindeki “Yedinci Mes’ele” ve “Sekizinci Mes’ele,” lisanın (dilin) ve beyanın (ifadenin) derûnî yapısını ve gücünü izah eden fevkalâde mühim iki esastır. Bu iki mes’ele, belâgatın sadece süslü söz söylemek olmadığını, bilakis onun köklerinin kâinattaki haricî hakikatlerde ve tabiatın nizamında olduğunu ispat eder.
Mevzuun Taksimi ve Ana Fikri
Bu iki mes’ele birbiriyle tam bir bağlantı (rabıta) içindedir:
• Yedinci Mes’ele: Belâgatın “kaynağını” ve “hikmetini” izah eder. Buna göre belâgat, haricî âlemdeki (kâinattaki) kanunları ve nizamları “temessül etmek” (yansıtmak, temsil etmek) ve “taklit etmektir.”
• Sekizinci Mes’ele: Belâgatın “mekanizmasını” ve “işleyişini” izah eder. Buna göre kelimeler ve manalar, bu haricî kanunlar vasıtasıyla birbirine “aşılanır” (telkîh edilir), birbirinin yerini alır (becayiş) ve böylece bir kelime pek çok manayı ihtiva eden zengin bir yapıya kavuşur.
BİRİNCİ KISIM: YEDİNCİ MES’ELE’NİN İZAHI
(Belâgatın Felsefesi ve Hikmeti: Hakikati Taklit)
Bu mes’ele, belâgatın, yani sözün yerinde, hikmetli ve tesirli olmasının “hayat düğümünün” (ukde-i hayatiyesinin), haricî âlemdeki hakikatlerin kanunlarını (nevamis) ve ölçülerini (mekayis) lisan yoluyla yansıtmak olduğunu beyan eder.
Mühim Mefhumların Müradifleriyle İzahı
• Belâgat: Sözün, halin ve makamın icabına (iktiza-yı hale) tam mutabık olması; en az kelimeyle en derin manayı, en güzel surette ifade etme sanatı.
• Beyanın Felsefesi (Hikmeti): İfade etme sanatının ardındaki temel düşünce, nizam ve kanun.
• Hariciyatın Nevamisi: Dış âlemde, yani tabiatta ve hilkatte (yaratılışta) cari olan kanunlar (namuslar). (Misal: Güneşin çekim kanunu, suyun akış kanunu, tohumun sümbüllenme kanunu).
• Mekayis: Ölçüler, standartlar, kıstaslar.
• Temessül Etmek: Bir şeyi yansıtmak, onun suretini ve mahiyetini kendi içinde göstermek (âyine gibi); temsil etmek.
• Kıyas-ı Temsilî: İki ayrı şey arasındaki benzerlik (vech-i şebih) üzerinden bir hakikati izah etme yolu. (Misal: Kâinatı bir saraya benzetmek).
• Muhakât: Taklit etme, benzerini yapma.
Mes’elenin İzahı: Belâgat Neden Hakikati Taklit Eder?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, belâgatın gücünün “hayalî” veya “uydurma” olgulara değil, “hakikî” olgulara dayanması gerektiğini ifade eder. Bir söz, ne kadar süslü olursa olsun, eğer kâinattaki bir kanuna, bir hakikate dayanmıyorsa, dinleyene “hayretten başka bir faide vermez,” “hurafat” (boş inanç) ve “gul” (efsanevi canavar) gibi tesirsiz kalır.
Belâgat, kâinat kitabını okur ve oradaki kanunları ödünç alır (istimdad eder). Bu kanunları, manevî ve aklî meseleleri (maneviyat ve ahval) izah etmek için bir “dane” (tohum) olarak kullanır ve o tohum üzerinde manayı “sünbüllendirir.”
• Misal: Kâinattaki haricî bir kanun, “bütünlük” kanunudur. Bir ağacın bütün azaları (kök, gövde, dal, yaprak) birbiriyle yardımlaşır ve tek bir gayeye hizmet eder.
• Belâgattaki Temessülü: Bu kanunu alırız ve “İslâm ümmeti, bir vücudun azaları gibidir” deriz. Burada, ağaçtaki veya vücuttaki hakikî nizamı ve kanunu, manevî bir hakikat olan ümmetin vahdetini izah etmek için “kıyas-ı temsilî” yoluyla kullandık. Bu söz, haricî bir hakikate dayandığı için belâgatlı ve tesirlidir.
İşaretin İzahı: Nahvin (Gramerin) Felsefesi
Üstad, bu “hakikati taklit etme” prensibinin sadece belâgatta değil, lisanın iskeleti olan “Nahv”de (gramer) dahi olduğunu söyler. Arapça gramerinin (Kütüb-ü Nahiv) kuralları keyfî değildir; onlar da kâinattaki nizamın birer “aks-i misalîsidir” (yansıyan örnekleridir).
• Misal 1: “Bir mamule iki âmil dâhil olmaz.” Bu bir Nahv kaidesidir. Yani bir kelimeyi (mamul) aynı anda iki farklı âmil (etken) etkileyemez.
• Haricî Hakikati (Taklidi): Tevhid kanunudur. Bir mahlûkun (mamul) iki Hâlıkı (âmil) olamaz. Bir anda iki farklı iradenin tesiri altında bulunamaz. Lisan, bu haricî hakikati taklit eder.
• Misal 2: “Fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder.”
• Haricî Hakikati (Taklidi): Kâinatta fiilin (eylemin) asıl kaynağı fâildir (yapandır). Fâil, fiilin menbaıdır, asıldır ve kuvvetlidir. Mef’ul (etkilenen) ise pasiftir, tesir altında kalandır. Bu sebeple lisan, bu hakikati taklit ederek en kuvvetli hareke olan “zamme”yi (ötre – ُ ) fâile, daha zayıf olan “fetha”yı (üstün – َ ) mef’ule verir.
Tenbihin İzahı: Naklî İlimlerin Aklîleşmesi
Lisanın bu gramer (Nahv ve Sarf) kaideleri, kâinattaki aklî kanunlara dayandığı için, bu lisanla bize ulaşan “naklî ilimler” (Kur’an, Hadis, Tefsir gibi istikra/rivayet ile sabit olan ilimler) de sadece naklî olmakla kalmaz, aynı zamanda “aklî ilimlerin suretlerine” bürünür. Yani lisanın mantıkî yapısı, o lisanla nakledilen ilimlere de mantıkî ve aklî bir temel kazandırır.
İKİNCİ KISIM: SEKİZİNCİ MES’ELE’NİN İZAHI
(Manaların Telkîhi ve Becayişi: Kelimelerin Zenginleşmesi)
Bu mes’ele, Yedinci Mes’ele’de kurulan temelin üzerine bina edilir. Mademki lisan, haricî hakikatleri yansıtır, öyleyse bir kelime, birden fazla hakikatle bağlantı kurarak nasıl zenginleşir? Cevap: “Manaların aşılanması (telkîh)” ve “değiş tokuşu (becayiş)” ile.
Mühim Mefhumların Müradifleriyle İzahı
• Maânî-i Beyaniye: Belâgatlı, ifadeli manalar.
• Telkîh: Aşılama, dölleme. Tıpkı bir ağaca başka bir meyvenin aşılanması gibi, bir kelimenin asıl manasına (sahib-ül beyt) başka bir mananın aşılanması.
• Becayiş: Karşılıklı yer değiştirme, değiş tokuş.
• Mana-yı Hakikî (veya Sahib-ül Beyt): Bir kelimenin asıl, temel, ilk akla gelen “ev sahibi” manası.
• Garaz: Maksat, gaye, konuşmacının (mütekellim) niyeti.
• Mana-yı Muallaka: Asıl manaya bağlı, onunla ilgili “askıdaki” ikinci mana.
• Teşerrüb: İçmek, emmek, massetmek, bünyesine almak.
• Müstetbeat: Bir sözün doğrudan değil, dolaylı olarak ifade ettiği, peşinden sürüklediği manalar; lazımı olan mana, imalar.
Mes’elenin İzahı: Bir Kelime Nasıl Bin Mana Taşır?
Bir kelimenin bir “mana-yı hakikîsi” (ev sahibi) vardır. Fakat mütekellim (konuşan), bir “garaz” (maksat) ile o kelimeyi kullandığında, o maksat veya o maksatla ilgili “mana-yı muallaka” (askıdaki mana), asıl mananın içine girer ve onu “teşerrüb eder” (emer).
Bu durumda “ev sahibi” olan asıl mana, yeni giren manaya hizmet eden, onu destekleyen bir “hayat suretine” dönüşür. Asıl mana ölmez, lakin yeni manaya meded verir, ona kuvvet katar.
• Misal: “Aslan” kelimesi.
• Mana-yı Hakikî (Sahib-ül Beyt): Malum yırtıcı hayvan.
• Garaz (Maksat): Bir askerin cesaretini övmek.
• Mana-yı Muallaka (Aşılanan Mana): Şecaat (cesaret).
• Becayiş/Telkîh: “Asker” kelimesine “şecaat” manasını aşılamak için, o mananın haricî âlemdeki en bariz temsilcisi (temessülü) olan “Aslan”ı kullanırız. “Asker kükredi” dediğimizde, “Aslan” manası (hayvan) “Asker” manasına (insan) aşılanmıştır. Askerin hakikî manası (insan) kaybolmaz, lakin “şecaat” manası için bir suret (kabuk) vazifesi görür.
Bu sır sebebiyledir ki “kelime-i vâhide” (tek bir kelime) “maânî-i müteaddide” (çoklu manalar) kazanır.
İşaretin İzahı: Harf-i Cerler ve Aşılanan Manalar
Üstad, bu “mana aşılama” ve “becayiş”in en bariz misallerinin Arapçadaki harf-i cerlerde (edatlarda) görüldüğünü beyan eder. Bir harf-i cer, bağlandığı fiil veya isimle birlikte, haricî hakikatlerden ödünç aldığı pek çok manayı aynı anda ihtiva eder.
Metindeki misaller ve ayetlerle izahı:
• Harf: فِى (fî)
• Mana-yı Hakikî (Sahib-ül Beyt): Zarfiyet (içindelik, mekânsal kapsama).
• Metindeki Misal: تَجْر۪ى فِى الْبَحْرِ (Denizde akıp gider). Gemi denizin içindedir.
• Aşılanan Mana (Garaz): Bazen “illet” (sebebiyet) manası aşılanır.
• Ayetten Misal: Peygamber Efendimiz (sav) buyurur: “Bir kadın, hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme girdi.” (Hadis metninde: …دَخَلَتِ النَّارَ ف۪ى هِرَّةٍ – … fî hirretin). Buradaki “fî”, “kedi içinde” değil, “kedi sebebiyle” manasındadır. “Zarfiyet” manası, “sebebiyet” manasını teşerrüb etmiştir.
• Harf: عَلٰى (‘alâ)
• Mana-yı Hakikî: İsti’lâ (üstünlük, fiziksel olarak üzerinde olma).
• Aşılanan Mana: Bu fizikî “üstünlük” hakikati, manevî “üstünlük” veya “sorumluluk yüklenme” manasını aşılamak için kullanılır.
• Ayetten Misal: Sûre-i Bakara, 286.
• Meali: “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir…” (Bakara 2:286)
• İzah: Ayetin devamında “…لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ…” (…lehâ mâ kesebet ve ‘aleyhâ mektesebet) buyrulur. İyilik için “lehâ” (onun lehine), kötülük için “‘aleyhâ” (onun aleyhine) kullanılır. Neden? Çünkü “‘alâ” harfi, “üstünlük” ve “baskı” manası taşır. Kötülük (şer), nefsin üzerinde bir yüktür, onu ezen bir baskıdır. Lisan, bu haricî hakikati (yükün ağırlık yapması) taklit ederek, manevî bir yük olan günahı ifade etmek için “‘alâ” harfini kullanır. Bu, Sekizinci Mes’ele’nin mükemmel bir misalidir.
• Harf: لَامْ (lâm)
• Mana-yı Hakikî: Tahsis (özelleme, aitlik).
• Metindeki Misal: وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ (Güneş, onun için belirlenen bir müstakarra (durağa) doğru akar).
• Ayetten Misal: Sûre-i Yâsîn, 38.
• Meali: “Güneş de kendisi için belirlenen bir akışta yoluna devam eder. Bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn 36:38)
• İzah: Buradaki “lâm” ( لِ ), hem “gaye” (ona doğru) hem de “illet” (o durağın gerektirdiği nizam için) manalarını aşılamıştır. Güneş sadece bir yere doğru (اِلٰى – ilâ) gitmez, o yerin gerektirdiği ve kendisine tahsis edilen bir kanun için ( لِ – lâm) akar.
• Harf: بَاء (bâ)
• Mana-yı Hakikî: İlsak (bitişme, yapışma).
• Metindeki Misal: سَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ (Dama merdiven ile çıktım). Çıkma fiili, “merdiven” aleti ile bitişerek gerçekleşti.
• Aşılanan Mana (Garaz): İstiâne (yardım dileme), Musâhabe (beraberlik), Teberrük (bereket umma).
• Ayetten Misal: Sûre-i Fâtiha, 1.
• Meali: “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla.” (Fâtiha 1:1)
• İzah: “Bismillâh” ( بِسْمِ اللّٰهِ ) kelimesindeki “bâ” ( بِ ) harfi, bu telkîh ve becayişin zirvesidir. Asıl manası “bitişme” iken, mütekellimin (bizim) garazına (niyetine) göre pek çok manayı teşerrüb eder:
• “Allah’ın adıyla yardım dileyerek (istiâne) başlarım.”
• “Allah’ın adıyla birlikte (musâhabe) başlarım.”
• “Allah’ın adıyla bereketlenerek (teberrük) başlarım.”
Bu tek harf, bu “mütedâhil manaların” (iç içe geçmiş manaların) tamamını ihtiva eder.
Tenbihin İzahı: Beyanın Haşmet ve Zîneti
Son Tenbih, bu ilmi bilmenin “faidesini” gösterir: Eğer bu iç içe geçmiş manalardan hangisinin senin “garazına” (maksadına) daha çok temas ettiğini bilirsen, o manayı “ileri sürer ve izhar edersin.” Diğer manalar (bâkileri) ise o asıl maksadı “teşyi’ edici” (uğurlayıcı, destekleyici) olarak geri planda kalır.
Eğer Bismillâh derken maksadımız (garazımız) acziyetimizi izhar edip yardım dilemek ise, “istiâne” manası öne çıkar; diğer manalar onu destekler. Bu şuurla yapılan ifade, “haşmet ve zînet-i beyaniyeden” nasibini alır. Bu sırdan gafil olanın ifadesi ise “çıplak” kalır.
Hülasa (Netice)
Bu iki mes’ele, Kur’an-ı Kerim’in neden mu’cizü’l-beyan olduğunun felsefî ve lisanî temelini kurar:
• Yedinci Mes’ele ispat eder ki: Kur’an’ın belâgatı, haricî âlemdeki hakikatleri ve kâinat kanunlarını (tevhid, nizam, kuvvet, vb.) lisan suretinde “temessül” ettiği için kuvvetlidir. O, hurafat değil, hakikatin ta kendisidir.
• Sekizinci Mes’ele ispat eder ki: Kur’an’ın kelimeleri (ve hatta harfleri), bu temessül yoluyla, birbiri içine aşılanmış (telkîh edilmiş) sonsuz manaları ihtiva eder.
Bu sebeple Kur’an lisanı, kâinattaki nizam gibi hem sağlam bir mantığa (Nahvin felsefesi) hem de sonsuz bir zenginliğe (manaların telkîhi) maliktir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Dokuzuncu Mes’ele
İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki: Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vâhideyi tevlid eden asılların içtimaı ve her biri ayrı ayrı semere veren füru’-u kesîrenin istinbatına istidad veya tazammunu iledir. Şöyle ki:
Maksad-ül makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksadlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda herbir maksad, tesavir-i mütedâhileden müşterek-ün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa; o nokta birinin gözü ötekisinin yüzünün hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.
İkinci Nokta:
Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim o metalibin beka ve tenasülünün bir tarih-i tabiîsine işaret eder. Meselâ âlem güzeldir. Demek sâni’i, hakîmdir. Abes yaratmaz, israf etmez, istidadatı mühmel bırakmaz. Demek intizamı daima tekmil edecek. Ciğerşikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü bütün kemalâtı zîr ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek saadet-i ebediye olacaktır. Üçüncü Makale’nin ikinci şehadetinin mukaddemesinde nübüvvet-i mutlakanın mebhasinde insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir misaldir.
Üçüncü Nokta:
Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir. Zira herbir aslın yüksek netice ile kasden ve bizzât irtibatı olmaz ise, lâakal bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir. Güya usûl denilen mezahir ve âyinelerin ihtilafıyla ve netice ve mütecellinin vahdetiyle maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umumî tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yâd edilen hakikatıyla kelâmın kuvve-i hayatiyesinin ittisaline işarettir. Üçüncü Makale’nin âhirindeki üçüncü maksadda olan birinci maksad buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makale’de Dördüncü Mes’ele ve meslekten olan işaret ve irşad ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.
فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ
Evet Rabb-i İzzet’in kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında içtima edip zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zahirperestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar.
Dördüncü Nokta:
Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delalet etmektir. Güya bu istidadı tazammun ile kelâmın kuvve-i nâmiyesinin kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini gösterir. Sanki o füru’ ve vücuhların mahşeri olan mes’elede cem’eder, tâ ki mezaya ve mehasinini müvazenet edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir vechi bir vazifeye tayin eder.
فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهَا الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ
Evet kıssa-i Musa meşhur darb-ı meseldeki tefarik-ul asâdan daha nâfi’dir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Musa dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur’an yed-i beyza-i mu’ciz-ül beyaniyle o kıssayı aldı. Ve suver-i müteaddidede gösterdi. Herbir ciheti hüsn-ü istimal etti. Fenn-i beyanın seharesi, belâgatına secde ber zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.
Ey birader! Bu mes’elede olan hayal-meyal belâgat, bu esalîb ile sana öyle bir şecereyi tersim eder ki; cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları mütenasika ve müteşaib dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakikat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Mes’ele’ye temaşa et. Zira çendan müşevveş ise bir derece bu mes’elenin bir parçasına misal olabilir.
Tenbih ve İtizar:
Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlak görünüyor. Fakat ne çare mukaddemenin şe’ni icmal ve îcazdır. Kütüb-ü Sâlise’de sana tecelli edecektir.
— · ⁖ · —
Bu meselenin ana gayesi, “kelâmın yüksek tabakası” olarak tabir edilen ve hususiyetle Kur’an-ı Kerim’in i’câzını (mu’cizeliğini) ve belâgatını (üstün fesahatini) teşkil eden derûnî yapısını izah etmektir. Bu yüksek kelâmın, “irade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti” yani insanın sınırlı anlama kabiliyetini ve sathî (yüzeysel) bakışını nasıl âciz bıraktığını dört temel “Nokta” üzerinden tasvir etmektedir.
Mes’elenin İzahı: Kelâm-ı Âlînin Dört Esası
Metnin izah ettiği bu yüksek kelâm, Kur’an-ı Kerim’dir. Onun her bir cümlesi ve kıssası, basit bir bakışla anlaşılamayacak kadar çok katmanlı gayeler, mantıkî silsileler, tevhîdî neticeler ve fıkhî/hükmî tohumlar ihtiva eder.
Birinci Nokta: Mütedâhil (İç İçe Geçmiş) ve Müteselsil (Zincirleme) Gayelerin Çokluğu
Metin, yüksek kelâmın birinci hususiyetini şöyle tasvir eder: “Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü…”
İzahı:
Kelâm-ı âlî (Yüce Söz), tek bir gayeye matuf değildir. Bir cümle veya bir ifade, aynı anda pek çok gayeyi (maksadı) takip eder. Bu gayeler birbiri içine girmiş (mütedâhil) ve birbiri ardına sıralanarak bir zincir (müteselsil) oluşturmuştur. En uzaktaki asıl hedef (Maksad-ül Makasıd) ile en yakındaki hedef birbirine bağlıdır. Bir gayeyi ifade ederken, o gayenin komşusu olan diğer gayelerin de hakkını verir, onları tekmil eder.
Bu yapı, kelâma muazzam bir vüs’at (genişlik) ve azamet (büyüklük) verir. Metnin tabiriyle, mütekellim (sözü söyleyen) sanki pek çok aklı kendi aklına yardımcı kılmış gibidir.
Verilen “mütedâhil tasvirler” (iç içe geçmiş resimler) misali çok mühimdir: Bir ressamın koyduğu tek bir “siyah nokta”, bir tasvirde “göz” olurken, bir diğerinde “ben”, bir başkasında “burun deliği”, ötekinde “ağız” olabilir. Tıpkı bunun gibi, Kur’an-ı Kerim’deki bir lafız veya cümle, bulunduğu siyak ve sibak (sözün öncesi ve sonrası) içinde bir manaya gelirken, başka bir açıdan (bağlantıdan) bakıldığında farklı bir hakikate, bir hükme veya bir hikmete işaret eder.
Müradifler (Eş Anlamlı/Yakın Anlamlı Kelimeler):
• Mütedâhil: İç içe geçmiş, birbirine girmiş.
• Müteselsil: Zincirleme, ardı ardına gelen, teselsül eden.
• Makasıd: (Maksad’ın çoğulu) Gayeler, hedefler, niyetler.
• Taaddüd: Çokluk, birden fazla olma.
• Vüs’at: Genişlik, kapsamlılık.
• Kasr-ı müşeyyede: Yüksek ve sanatkârane inşa edilmiş köşk, saray.
• Müşterek-ün fîh: Kendisinde ortak olunan (cüz, parça).
Ayet İktibası:
Bu çok katmanlı mana yapısına, Kur’an’ın verdiği misaller en güzel numunedir. Basit görünen bir misal, sayısız hakikati ihtiva eder:
“Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğruya iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.”
(Bakara 2/26 )
Bu ayetteki “sivrisinek” misali, zahirî bakışta basit bir mahluktur. Fakat bu tek “nokta”;
• Allah’ın en küçük mahluktaki sanatını (Maksad-ı Sanat),
• Kâfirlerin itirazını (Maksad-ı İmtihan),
• Mü’minlerin imanının artmasını (Maksad-ı Hidayet),
• Fasıkların sapkınlığını (Maksad-ı Dalalet)
aynı anda bünyesinde barındıran mütedâhil makasıda misaldir.
İkinci Nokta: Kıyas-ı Mürekkeb (Bileşik Çıkarım) ile Hakikatlerin Birbirini Doğurması
Metin, ikinci hususiyeti şöyle tasvir eder: “Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir.”
İzahı:
Kelâm-ı âlîde, bir hakikat (matlab) diğer bir hakikati mantıkî bir silsile ile doğurur (tenasül). Bu, basit bir kıyas (A=B, B=C ise A=C) değil, “kıyas-ı mürekkeb” (bileşik, katmanlı kıyas) ve “müteşaab” (dallanıp budaklanan) bir yapı arz eder. Bir hakikati kabul ettiğinizde, o hakikat sizi mantıken ikinci bir hakikati kabule, o da üçüncüsünü kabule mecbur eder.
Metnin verdiği misal bu silsileyi mükemmel tasvir eder:
• Öncül: Âlem güzeldir (sanatlıdır).
• Netice 1 : Demek Sâni’i (Sanatkârı) Hakîm’dir.
• Netice 2 : (Madem Hakîm’dir) Abes (manasız) iş yapmaz, israf etmez.
• Netice 3 : (Madem israf etmez) İnsandaki kabiliyetleri (istidadatı) ihmal etmez, mühmel bırakmaz.
• Netice 4 : (Madem ihmal etmez) Dünyadaki nizamı daima tekmil edecektir.
• Netice 5 : (Madem tekmil edecektir) Bütün kemalâtı ve emelleri yıkan ebedî ayrılığı (hicran-ı ebedî) ve yokluğu (adem) insana musallat etmez.
• Nihâî Netice : Demek, saadet-i ebediye (Ahiret hayatı) olacaktır.
Görüldüğü üzere, kâinatın güzelliğinden yola çıkarak saadet-i ebediyeye kadar uzanan müteselsil (zincirleme) bir mantıkî isbat yapılmıştır.
Müradifler:
• Kıyas-ı mürekkeb: Bileşik kıyas, birden fazla mantıksal önermeye dayanan katmanlı çıkarım.
• Müteşaab: Şubelere ayrılan, dallanıp budaklanan.
• Metalib: (Matlab’ın çoğulu) Talepler, gayeler, isbatı istenen hakikatler.
• Tenasül: Üreme, çoğalma, nesil verme, doğurma.
• Teselsül: Zincirleme devam etme.
• İstidadat: Kabiliyetler, potansiyeller.
• Mühmel: İhmal edilmiş, başıboş bırakılmış.
Ayet İktibası:
Kur’an-ı Kerim, bilhassa haşri (yeniden dirilişi) isbat ederken bu “kıyas-ı mürekkeb” silsilesini sıkça kullanır. İlk yaratılışı, ikinci yaratılışa delil getirir:
“O, ilkin yaratmayı başlatan, sonra onu tekrar edecek olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Rum 30/27 )
Buradaki kıyas silsilesi şöyledir:
• Öncül: Allah ilk yaratmayı (insanı ve kâinatı) başlatandır (Matlab 1).
• Netice 1: Onu tekrar edecektir (Matlab 2 – Tenasül).
• Netice 2: Bu (tekrar yaratma), O’na göre ilkten daha kolaydır (Matlab 3 – Kıyas-ı evleviyet).
• Nihâî Netice: O, en yüce sıfatlara sahiptir, Azîz’dir, Hakîm’dir (Matlab 4).
Üçüncü Nokta: Tek Bir Neticeye Götüren Çok Sayıda Usûlün Toplanması
Metin, üçüncü hususiyeti şöyle tasvir eder: “Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir.”
İzahı:
Bu nokta, İkinci Nokta’nın bir nevi zıddı veya tamamlayıcısıdır. İkincisi “birden çoka” (bir delilden çok neticeye) giderken, bu nokta “çoktan bire” (birçok delilden tek bir neticeye) gitmeyi ifade eder.
Kelâm-ı âlî, tek bir büyük hakikati (netice-i vâhide), mesela Tevhîd’i veya Haşr’i isbat etmek için, birbirinden farklı pek çok yolu, delili, esası (usûl-ü müteaddide) bir araya getirir. Bu delillerin her biri, o yüce netice ile doğrudan bağlantılı olmasa bile, o hakikati “ihtizaza ve inkişafa getirir” (titretir ve açığa çıkmasına yardımcı olur).
Metnin tabiriyle, bu farklı deliller (usûl), farklı “mezahir” (tecelli yerleri) ve “âyineler” (aynalar) gibidir. Aynaların farklı renk ve şekillerde olması (delillerin çeşitliliği), onlarda tecelli edenin (mütecelli) tek olduğunu (vahdet) ve o aynalara muhtaç olmadığını (tecerrüd ve ulviyet) gösterir. Kâinattaki her bir mahluk, ayrı bir delil (usûl) olarak, tek bir neticeye (Vahdaniyet’e) işaret eder.
Müradifler:
• Netice-i vâhide: Tek bir netice, bir olan sonuç.
• Tenatüc etmek: Netice vermek, sonuçlanmak.
• Usûl-ü müteaddide: Birden çok usûl, çeşitli yollar, farklı esaslar.
• Mezahir: (Mazhar’ın çoğulu) Görünüm yerleri, tecelli noktaları.
• Âyineler: Aynalar, yansıtıcılar.
• Mütecelli: Tecelli eden, görünen (Allah’ın sıfatları veya isimleri).
• Tecerrüd: Soyutlanmışlık, maddeden ve kayıtlardan münezzeh olma, aşkınlık.
• Deveran-ı umumî: Umumî dönüş, kâinatın döngüsü (Hayat-ı külliye).
Ayet İktibası:
Tevhîd delillerinin toplandığı ayetler bu noktaya tam misaldir. Pek çok farklı “usûl” (gök, yer, içindekiler) tek bir “netice-i vâhide”ye (Allah’ı tesbih etmeye) hizmet eder:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
(İsra 17/44 )
Burada “yedi gök”, “yer” ve “bunların içinde bulunanlar”ın tamamı “usûl-ü müteaddide”dir (farklı yollar/delillerdir). Hepsinin vardığı “netice-i vâhide” (tek sonuç) ise Allah’ı “tesbih” etmektir.
Dördüncü Nokta: Pek Çok Dala (Hükme) Tohumluk Eden İstidat (Potansiyel)
Metin, dördüncü hususiyeti şöyle tasvir eder: “Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz…”
İzahı:
Kelâm-ı âlî, bir tohum gibidir. Zahirde küçüktür (icmalî, özet), fakat derûnunda (dahilinde) koca bir ağacın programını taşır. O kelâm, “kuvve-i nâmiye” (büyüme ve gelişme kuvveti) sahibidir.
Bir ayet veya bir cümle, aynı anda;
• Pek çok “füru'” (dallar, teferruatlar, detaylar) için bir “tohum”dur.
• Pek çok “ahkâm” (hükümler, şer’î kurallar) için bir “me’haz” (kaynak) olur.
• Pek çok “maânî” (manalar) ve “vücuh-u muhtelife” (farklı vecihler, yönler) barındırır.
Metin, buna Kur’an-ı Kerim’deki “Kıssa-i Musa (a.s.)” misalini verir. Bu kıssa, meşhur “tefarik-ul asâ” (Hz. Musa’nın asâsının parçaları) gibidir; nasıl ki o asânın her bir parçası bir işe yaramaya devam ediyorsa, Kıssa-i Musa da öyledir. Kur’an, bu tek kıssayı alır, “yed-i beyza-i mu’ciz-ül beyaniyle” (beyan mu’cizesinin parlak eliyle) farklı surelerde, farklı siyaklarda (bağlantılarda) tekrar eder. Her tekrarda, kıssanın farklı bir cihetini öne çıkarır ve o makama münasip bir hisse, hüküm veya hikmet istinbat eder (çıkarır).
Bu durum, zahirperestlerin (yüzeysel bakanların) zannettiği gibi bir “tekrar” değil, tam aksine belâgatın zirvesi ve kelâmın ne kadar bereketli bir “tohum” olduğunun isbatıdır.
Müradifler:
• İfrağ etmek: (Kalıba) dökmek, şekil vermek, biçimlendirmek.
• İstidad: Kabiliyet, potansiyel.
• Füru’: (Fer’in çoğulu) Dallar, kollar, teferruatlar, asıldan neş’et eden ikincil meseleler.
• Mutazammın: İçeren, kapsayan, ihtiva eden.
• Ahkâm: (Hükm’ün çoğulu) Hükümler.
• Me’haz: Kaynak, alındığı yer.
• Kuvve-i nâmiye: Büyüme, gelişme kuvveti, artma potansiyeli.
• Tefarik-ul asâ: Asânın parçaları, kısımları.
• Yed-i beyza: Parlak, beyaz el (Hz. Musa’nın bir mu’cizesi).
• Sehare-i beyan: Beyan (hitabet, belâgat) sihirbazları.
Ayet İktibası:
Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin bu “tohum” ve “me’haz” (kaynak) olma vasfı, şu ayetle en güzel şekilde ifade edilir:
“…O gün her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğiz. Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şey için bir açıklama, bir hidayet rehberi, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
(Nahl 16/89 )
“Her şey için bir açıklama (tibyanen li-külli şey’)” ifadesi, Kur’an’ın nasıl bir “me’haz” olduğunu ve hidayet, rahmet, müjde gibi sayısız “füru'” (dal) için nasıl bir “tohum” vazifesi gördüğünü gösterir.
Netice ve Tenbih
“Dokuzuncu Mes’ele”, bu dört nokta ile Kur’an-ı Kerim’in neden sathî bir nazarla (yüzeysel bir bakışla) anlaşılamayacağını, onun yüzeysel bakanların zannettiği gibi “tekrar”larla dolu olmadığını, bilakis her bir ifadesinin ne kadar derin, katmanlı, mantıkî ve bereketli olduğunu isbat eder.
Metnin sonundaki “Nefrin o zahirperestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar” cümlesi, bu dört noktadan gafil olanların, Kur’an’ın bu mu’cizevî üslubunu anlayamayıp onu “tekrar” zannetmelerine şiddetli bir tenkittir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Onuncu Mes’ele
Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek ve tabiatı taklid ve harice temessül ve mesîl-i garazda sedad ve maksad ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki: Kelâmda hissiyatta tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezcetmek, selasetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maânî-i müteselsileden tederrüc lâzımdır.
Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirdlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini onun san’atında in’ikas edebilsin.
Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak ve neseblerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar benim” veyahut keennehu veyahut benim veledimdir…
Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe {1: Bu kelime Kürdçedir.} temayül etmemektir. Tâ canibler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdad ve kuvvet vermek gerektir.
Hem de kasdın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek, selasetin selâmetine lâzımdır.
— · ⁖ · —
Onbirinci Mes’ele
Beyanın selâmet ve sıhhatı ise; hükmü, levazım ve mebadisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla isbat etmektir. Şöyle ki: Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadisinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevab olan kuyudatıyla tekallüd etmek gerektir. Demek kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pekçok muhakematın zübdesi olduğundan, gayet ulvî olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler; eğri nazar ile bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp, etrafına bir sur çekmiştir. Yani mevzu veyahut mahmulü takyid ile.. veyahut tavsif ile.. veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsaid noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevab hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir. Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.
* * *
Bu mes’eleler, belâgat ilminin, yani sözün hem güzel, hem doğru, hem de tesirli olmasının kaidelerini tesbit etmektedir. Hususan Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzının (mucizeliğinin) ve Risale-i Nur’un ifade tarzının daha iyi anlaşılması için temel düsturlardır.
Bu iki mes’elenin, (eş anlamlıları), tafsilatlı izahı ve Kur’ân-ı Kerîm’den ayetlerle bağlantıları aşağıda takdim edilmiştir:
Onuncu Mes’ele: Kelâmın Selâseti (İfadenin Akıcılığı)
Bu mes’ele, bir sözün veya yazının “selîs” olmasının, yani pürüzsüz, kolay anlaşılır ve su gibi akıcı olmasının şartlarını tasvir eder.
Müradifleri:
• Selâset: Akıcılık, pürüzsüzlük, ifadenin kolay ve takılmadan akması, üslupta tutarlılık.
• Tafralık: (Konu dışına) atlamak, sıçramak.
• İştibak: (Fikirlerin) iç içe geçmesi, karmaşıklık, düzensizlik.
• Temessül: Benzemek, bir surete bürünmek.
• Mesîl-i Garaz: Gayenin aktığı yol, maksadın mecrası.
• Sedad: Doğruluk, hedeften şaşmamak, istikamet.
• Müstekar: Karar kılınan yer, ana hedef, sonuç.
• Temeyyüz: Seçilmek, belirginleşmek.
Tafsilatlı İzahı:
Metne göre, bir kelâmın (ifadenin) selîs ve akıcı olabilmesi için beş temel şarta riayet etmesi lazımdır:
• Hissiyattan Tafralık ve İştibak Etmemek (Duygusal Tutarlılık):
İfade, hisleri ve duyguları tasvir ederken, bir his tam olgunlaşmadan başka bir hisse ani bir sıçrama (tafralık) yapmamalıdır. Fikirler ve hisler birbirine nizamsızca (düzensizce) dolaşmamalı (iştibak), aksine birbiriyle alakalı manalar arasında tertipli bir geçiş (tederrüc) olmalıdır. Aksi halde, mananın akıcılığı kaybolur.
• Tabiatı Taklid (Tabiata ve Fıtrata Uygunluk):
Kelâmın hayal gücü unsuru (san’at-ı hayaliye), tabiata bir talebe (şakird) olmalıdır. Yani ifade, tabiatta câri olan nizam, intizam ve mantık kanunlarına aykırı olmamalıdır. İfadenin kurgusu, tabiat kanunları gibi mantıklı ve fıtrî olmalıdır ki, dinleyenin veya okuyanın aklı ve kalbi onu kabulde zorlanmasın.
• Harice Temessül (Gerçeklikle Uyumluluk):
İfadede kullanılan tasavvurlar (düşünceler, hayaller), dış dünyaya (hariciyata) o kadar uygun ve benzer (muhâkî ve müşakil) olmalıdır ki, şayet o düşünceler dimağdan çıkıp dışarıda bir cisim kazansaydı (tecessüm etse), dış dünya (yani hakikat) onları yadırgamamalı, “Bunlar bendendir, benim fıtratıma uygundur” diyerek kabul etmeli, nesebini inkâr etmemelidir. Bu, ifadenin gerçekçi ve hayatla barışık olması demektir.
• Mesîl-i Garazda Sedad (Maksattan Sapmamak):
Her kelâmın bir ana gayesi (garaz) ve maksadı vardır. İfade, bu ana gayenin mecrasında istikametle (sedad) ilerlemeli, dağılmamalı (teferruk etmemek), lüzumsuz tafsilata veya konu dışı yerlere sapmamalıdır (çeleçepe temayül etmemek). Eğer yan fikirler (canibler) ana gayenin kuvvetini emerse (teşerrüb), ana maksat ehemmiyetsizleşir. Bilakis, köşelerdeki (yan unsurlardaki) güzellikler (taravet ve letafet), ana gayeye kuvvet ve yardım (imdad) vermelidir.
• Müstekarrın Temeyyüzü (Ana Hedefin Netliği):
Maksadın nihai olarak varacağı yer (müstekar) ve gayelerin buluştuğu nokta (mülteka) net ve belirgin (temeyyüz ve taayyün) olmalıdır. Dinleyici veya okuyucu, ifadenin sonunda “Peki, ne denmek istendi?” diye bir şüpheye düşmemeli, ana fikir açıkça ortaya çıkmalıdır.
Onbirinci Mes’ele: Beyanın Selâmet ve Sıhhatı (İfadenin Sağlamlığı ve Doğruluğu)
Bu mes’ele, bir ifadenin (beyanın) sadece akıcı değil, aynı zamanda selîm (sağlam, kusursuz) ve sahih (doğru, çürüksüz) olmasının şartlarını beyan eder. Bu, ifadenin mantıksal ve delilsel gücüdür.
Müradifleri:
• Beyan: Açıklama, ifade etme, meramı ortaya koyma.
• Selâmet: Sağlamlık, kusursuzluk, çürüklükten emin olma.
• Sıhhat: Doğruluk, hastalıksız (delil yönüyle zayıf) olmama.
• Levazım: Gerekler, bir şeyin olmazsa olmazları, zorunlu sonuçları.
• Mebadi: Başlangıçlar, temeller, dayanak noktaları, prensipler.
• Âlât-ı Müdafaa: Savunma aletleri, deliller, muhtemel itirazları def edici unsurlar.
• Kuyudat: Kayıtlar, şartlar, sınırlamalar (bir manayı netleştiren veya yanlış anlaşılmasını engelleyen ekler).
• Tekallüd: Kuşanmak, takınmak (zırh gibi).
• İctina: Meyve toplama, (burada) manayı izinsiz alma veya bozma.
Tafsilatlı İzahı:
Bir beyanın sağlam ve sıhhatli olması, bir hükmün (ana iddianın) üç unsurla birlikte ispat edilmesine bağlıdır:
• Levazımı ile İspat (Gerekleriyle Sunmak):
Bir hükmü ortaya koyarken, o hükmün zorunlu gereklerini (levazım) ihmal etmemek, onları dikkate (nazar) almak lazımdır. Bir iddia, kendisini zorunlu kılan sebeplerle birlikte sunulmalıdır.
• Mebadisi ile İspat (Temelleriyle Sunmak):
Hüküm, havada kalmamalı; hayat ve kuvvet aldığı temellere (mebadi) dayanmalıdır. İfade, o temellere müracaat ederek gücünü oradan almalıdır.
• Âlât-ı Müdafaasıyla İspat (Savunma Araçlarıyla Sunmak):
Bu, beyan sıhhatinin en mühim noktasıdır. İfade, dışarıdan hücum edebilecek şüphelere, vehimlere ve itirazlara karşı savunma mekanizmalarıyla donatılmalıdır. Bu savunma, “mukadder sualler” (yani, dinleyicinin aklına gelmesi muhtemel sorular) için peşin cevaplar hükmünde olan “kayıtlar” (kuyudat) ile yapılır.
Teşbih ve Netice:
Üstad Hazretleri, böyle sağlam bir kelâmı “meyvedar bir ağaca” benzetir.
• Meyve: Kelâmın taşıdığı ana mana ve hükümdür.
• Dikenler ve Süngüler: O manayı, yanlış anlamadan, tahrifattan veya hırsızlıktan (cinayet ve ictina) koruyan (himayet) o kayıtlardır (kuyudat).
Böyle bir kelâm, sanki birçok ilmî tartışmanın (münazarat) ve aklî muhakemenin (muhakemat) özeti (zübdesi) gibidir. O kadar yüce (ulvî) ve sağlamdır ki, vehim şeytanları (evhamın şeyatîni) ona kulak hırsızlığı (istirak-ı sem’) yapamaz, eğri bir nazarla bakıp kusur bulamaz.
Bunu yapan mütekellim (konuşmacı), sanki altı cihetini (ön, arka, sağ, sol, alt, üst; yani her yönü) nazara alarak ifadesinin etrafına sağlam bir sur çekmiştir. Bunu da ya konuyu (mevzu) veya hükmü (mahmul) bazı kayıtlarla (takyid) veya vasıflarla (tavsif) sınırlayarak, vehmin hücum edebileceği zayıf noktalara birer savunmacı (müdafi) yerleştirerek yapar.
Nitekim metnin sonunda, “Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, Unsuru’l-Belâgat, Onbirinci Mes’ele) denilerek, Muhakemat eserinin ve bilhassa oradaki Üçüncü Makale’nin, bu mukadder suallere cevap veren ve vehimleri defeden kayıtlarla (kuyudat) nasıl donatıldığını misal vermiştir.
Âyetler ile İzahı
Bu iki mes’ele, Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatindeki i’câzın (mucizelik) iki mühim cihetini izah eder. Kur’ân-ı Kerîm, hem “selâset” (Onuncu Mes’ele) sahibidir; yani fıtrata uygun, akıcı ve kolaydır. Hem de “selâmet ve sıhhat” (Onbirinci Mes’ele) sahibidir; yani her türlü zıtlıktan, aykırılıktan, çelişkiden ve vehimlerin hücumundan korunmuş, sağlam ve sıhhatli bir beyana sahiptir.
1. Selâset (Akıcılık, Fıtrata Uygunluk ve Kolaylık) Açısından:
Onuncu Mes’ele’de zikredilen “tabiatı taklid” ve “harice temessül” (fıtrata ve gerçekliğe uygunluk) ile ifadenin akıcılığı, Kur’ân’ın defaatle vurguladığı “kolaylaştırılma” vasfına ve “fıtrat” ile olan mutabakatına işaret eder.
• TDV Meali (Kamer Suresi, 17. Ayet):
$ {وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ}$
“Andolsun biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mudur?”
• TDV Meali (Rum Suresi, 30. Ayet):
$$ {فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ}$$
“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak dine çevir; Allah’ın fıtratına, ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratışı değiştirilemez. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Kur’an’ın beyanı, bu fıtrata tam muvafık olduğu için selîstir.)
2. Selâmet ve Sıhhat (Sağlamlık, Çelişkisizlik ve Korunmuşluk) Açısından:
Onbirinci Mes’ele’de bahsedilen “levazım”, “mebadi” ve “âlât-ı müdafaa” (kuyudat) ile kelâmın korunması, Kur’ân-ı Kerîm’in hiçbir aykırılık (ihtilaf) ve eğrilik (ivec) taşımamasına tam olarak mutabıktır. Kur’an, gelebilecek her türlü mukadder suale ve vehme karşı en sağlam delillerle ve kayıtlarla mücehhezdir.
• Meali (Nisa Suresi, 82. Ayet):
$$ {اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافاً كَث۪يراً}$$
“Onlar hâlâ Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”
• Meali (Zümer Suresi, 28. Ayet):
$$ {قُرْاٰناً عَرَبِياًّ غَيْرَ ذ۪ي عِوَجٍ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ}$$
“Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, hiçbir eğriliği (çelişkisi) bulunmayan Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”
(İşte bu “eğriliği bulunmayan” vasfı, beyanın tam sıhhat ve selâmetine işarettir.)
• Meali (Hicr Suresi, 9. Ayet):
$$ {اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ}$$
“Şüphe yok ki o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da elbette biziz.”
(Bu koruma, sadece lafızda değil, aynı zamanda mananın her türlü tahrifattan, vehimlerin hücumundan ve bâtıl itirazlardan korunmasını da ihtiva eder ki, bu da Onbirinci Mes’ele’nin tam bir misalidir.)
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Onikinci Mes’ele
Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:
Birincisi:
Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…
İkincisi:
Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sındaki müşa’şa’ ve parlak kelâmı gibi…
Üçüncüsü:
Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lâsiyyema Makale-i Sâlise’deki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın tesiri cüz’îdir.
Elhasıl:
Eğer İlahiyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zînet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.
Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemal-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.
Bu mes’elenin hâtimesi:
Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise makamın haricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki: Mananın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından lâakal kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya san’atın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tabir hata olmasa, harice boykotaj etmek ile elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek mana ve makam ve san’at ise, kelâmın delalet-i vaz’iyesine yardım edebilir. Nasıl kelâm, delalet-i vaz’iye ile manayı gösterir, öyle de böyle üslûb ise tabiatıyla manaya işaret eder. Eğer bir nümune istersen Dokuzuncu Mes’eledeki Arabî parçalarına bak. İşte:
فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ
فَاِنْ شِئْتَ فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِالْيَدِ الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ مَحَبَّةً وَحَيْرَةً سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ
Eğer istersen ulûm-u âliyenin
آلِيَه
kitablarının dibacelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu san’at-ı belâgat çok dakik ve latif olmazsa da; fakat ondaki beraat-ül istihlal, bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu’cizata işaret yolunda Peygamberimizin zâtı, nübüvvetine mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makale’nin dibacesinde kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirine şahid gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddeme’de, inşikak-ı Kamer’e yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini münhasif ve Şems gibi bürhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebeb oldunuz. Buna kıyasen şu hakikate, şu kitabda birçok nümune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice boykotajdır. Hattâ zaruret olmazsa, efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalîbde harice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır olabilir. Zira hakikat birdir. Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.
Hâtime
Söylenene bak, söyleyene bakma; söylenilmiştir… Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.
İşaret:
Malûm olsun ki; fenn-i maânî ve beyanın mezayasının belâgatça mühim bir şartı, kasden ve amden garazın cihetine emarat ile işaret ve alâmatın nasbıyla kasd ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez.
Fenn-i bedîin ve tezyinat-ı lafziyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesadüfî gibi tabiat-ı manaya yakın olmaktır.
Telvih: Pûşide olmasın ki tabiata ve hakikat-ı hariciyeye delalet eden ve hükm-ü zihnîyi kanun-u haricî ile rabteden; tabir caiz ise perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkabı
اِنَّ
-i tahkikiyedir. Evet şu
اِنَّ
nin şu hâsiyetine binaendir ki Kur’anda kesretle istimal olunmuştur.
Tenbih:
Ey birader! Bu makaledeki kavanin-i latife şu perişan esalîbden teberri ve nefret etmesi seni tağlit etmesin. Meselâ: Eğer bu kanunlar iyi olsaydılar, onları vaz’ edene iyi bir ders-i belâgatı verecekler idi. Hem de güzel bir üslûbu giyecekler idi. Halbuki onları vaz’ eden ise ümmidir. Üslûbları dahi perişandır, gibi bir vehme zâhib olma. Yahu! Bu vehme ehemmiyet verme. Zira bir fende herbir ilim sahibi onda san’atkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye olan kuvve-i cazibe, an-il merkeziye olan kuvve-i dafiaya galibdir. Çünki kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır. Halbuki maden-i kelâm olan kalb ise, lisandan uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok defa lisan, kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lâsiyyema kalb bazan mes’elenin derin yerlerinden -kuyu dibinde gibi- bir tıntın eder ise lisan işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?..
Elhasıl:
Fehim ifhamdan daha esheldir vesselâm!..
İtizar:
Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benim ile arkadaşlık eden sabırlı ve metanetli zât! Zannediyorum bu İkinci Makale’de yalnız hayretle seyirci oldun, müstemi’ olmadın. Çünki anlamadın. Hakkınız var, zira mesail gayet derin ve ırkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş ve vaktim dahi dar.. ben de acele.. sıhhatım muhtel.. başım nezlelidir. Şu karışık zeminde ancak şöyle bir varakpare çıkabilir.
وَالْعُذْرُ عِنْدَ كِرَامِ النَّاسِ مَقْبُولٌ
Ey birader! “Unsur-u Hakikat”ı kübra gibi ve “Unsur-u Belâgat”ı suğra gibi mezcet. Elektrik şuaı gibi olan hads-i sadıkı geçir. Tâ gayet hararetli ve parlak ziyalı olan “Unsur-u Akide”yi netice vermek için senin zihnine istidadat verebilsin.
İşte “Unsur-u Akide”yi Üçüncü Makale’de arayacağız.
İşte başlıyorum: “Nahu”… {1: Kürdçedir.}
— · ⁖ · —
Muhakemat eserinin “Unsur-ul Belâgat” bahsinin “Onikinci Mes’elesi,” belâgatin ruhunu ve kelâmın (sözün) kıymetini tayin eden temel düsturları ihtiva eden son derece mühim bir metindir. Bu mesele, “sözün kıymeti, üslûbundadır” hakikatini izah ederken, üslûbun nasıl olması gerektiğini üç esas ve bir hâtime ile tasvir etmektedir.
İşte bu derin meselenin, talep ettiğiniz veçhile geniş, tafsilatlı ve ayetler ışığında izahı:
Giriş: Kelâmın Selâmeti ve İtidal-i Mizaç
Metnin hemen başında, bir kelâmın (sözün veya metnin) selâmeti (kâmil manada sağlamlığı, hatadan âri olması) ve rendeçlenmesi (pürüzlerinin giderilip cilalanması) için temel şartın itidal-i mizaç (dengeli bir yapı/karakter) olduğu belirtilir.
Bu itidal (denge) nedir? Üstad Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle izah eder: Kelâmın muhtevasındaki her bir unsura, her bir kayda (istihkak ve istidadına göre) gereken ehemmiyeti vermek ve her manaya münasip üslûp hil’atini (üslûp elbisesini) giydirmektir.
Bu, belâgatte adalet demektir. Mananın hakkını vermeyen bir üslûp, ne kadar parlak olursa olsun, selâmetli (sağlam) addedilmez.
Metin, bu adaleti iki sahada tasvir eder:
• Hikâye (Başkalarını Tasvir) Hâlinde: Eğer mütekellim (konuşan), başkasının hissiyatını veya fikirlerini naklediyorsa, kendini o mahkiyyun anh (hakkında konuşulan kişi) yerine koymalı, adeta onun kalbine hulûl etmeli (nüfuz etmeli) ve onun lisanıyla konuşmalıdır. Bu, kelâmda empati ve sadakatin zirvesidir.
• Kendi Malında Tasarruf (Kendi Fikirlerini Beyan) Hâlinde: Eğer kendi manalarını ifade ediyorsa, itibar (kıymet verme) ve ihtimamı (özeni) taksim ederken, her bir mananın istihkak (hak ettiği değer), istidat (taşıyabildiği kabiliyet) ve rütbesini (ehemmiyet sırasını) nazara almalıdır.
Netice şudur: Üslûp, mananın kametine (boyuna) göre kesilmelidir ki, her maksat (gayet), o manaya en münasip üslûptan cilveger olabilsin (parlayabilsin).
Bu girizgâhtan sonra, Üstad Hazretleri üslûbun üç temel esasını beyan eder:
Birinci Bölüm: Üslûbun Üç Esası ve Kur’ân-ı Kerim’deki Tecellîleri
Metin, üslûbu üç ana kategoriye ayırır ve her birinin nerede kullanılması gerektiğini belirtir. Kur’ân-ı Kerim, bu üç üslûbu da i’caz (mucizelik) derecesinde, tam makamında kullanarak belâgatin zirvesini temsil eder.
1. Üslûb-u Mücerred (Yalın ve Sade Üslûp)
• İzahı: Sade, san’at ve tezyinattan (süslemeden) ziyade, manayı en selis (akıcı) ve ihtisarlı (kısa) yoldan ifade etmeye odaklanan üslûptur. Metinde Seyyid Şerif ve Nasıruddin-i Tûsî’nin metinleri misal verilir.
• Kullanım Yeri: Muamelât (insanlar arası hukukî/ticârî ilişkiler), muhaverat (günlük konuşmalar, diyaloglar) ve âlet olan ilimler (nahiv, mantık gibi gayeye vasıta olan ilimler).
• Gayesi: Vefa (manaya sadakat), ihtisar (kısalık), selâmet (sağlamlık), selaset (akıcılık) ve tabiîliği (yapmacıksızlığı) temin etmektir.
• Müradifleri: Sadelik, vuzuh (açıklık), beyan-ı tabiî, îcaz (vecizlik).
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, bilhassa hukukî ahkâmı ve muamelâtı beyan ederken bu üslûbu kullanır. Zira burada maksat, edebî san’at göstermek değil, hükmü en açık ve hatasız şekilde tebliğ etmektir. Medine’de nâzil olan ve ahkâm ihtiva eden ayetlerde bu üslûp hâkimdir.
• Ayet ( Meali): Bakara Sûresi, 2:282 (Müdayene Ayeti)
$$ {يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِۖ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْۚ وَلْيُمْلِلِ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـًٔاۜ فَاِنْ كَانَ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَف۪يهًا اَوْ ضَع۪يفًا اَوْ لَا يَسْتَط۪يعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِۜ. …}$$
“Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip doğru bir şekilde yazsın. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan da yazdırsın, rabbi olan Allah’tan korksun ve borcunu asla eksik ödemesin. Eğer borçlu, aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise yahut yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın…”
• Bu ayet-i kerime, borçlanma hukukunu hiçbir teşbihe, istiareye veya edebî süse yer vermeden, tam bir selâmet ve vuzuh ile beyan eden üslûb-u mücerredin şâhikasıdır.
2. Üslûb-u Müzeyyen (Süslü ve Parlak Üslûp)
• İzahı: Müşa’şa’ (parlak, ışıklı) ve zînetli olan üslûptur. Manayı daha tesirli kılmak, kalbi ve hisleri harekete geçirmek için kullanılır. Abdülkahir-i Cürcanî’nin eserleri misal verilir.
• Kullanım Yeri: Hitabiyat (hitabet, etkili konuşma) ve iknaiyat (ikna etme gayesi güden bahisler).
• Gayesi: Zînet (süs), parlaklık (celbedicilik), tergib (teşvik etme, rağbet uyandırma) ve terhibi (sakındırma, korkutma) ihtiva eder.
• Müradifleri: Tezyin-i kelâm, beyan-ı hissî, parlaklık, teşvik, tenkit (sakındırma).
• Mühim Tenkit: Metin, bu üslûpta gösteriş, tasannu’ (yapmacıklık) ve avamperestane nümayiş (halkın hoşuna gitmek için yapılan sunî gösteri) olmaması gerektiğini şiddetle tenbih eder.
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, cennet nimetlerini tasvir ederek tergib (teşvik) ettiğinde veya cehennem azabını tasvir ederek terhib (sakındırma) yaptığında, hislere hitap eden bu parlak üslûbu kullanır.
• Ayet ( Meali) – Tergib: Rahman Sûresi, 55:46-48
$$ {وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ جَنَّتَانِۚ ﴿٤٦﴾ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ ﴿٤٧﴾ ذَوَاتَٓا اَفْنَانٍۚ ﴿٤٨﴾}$$
“Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır. (46) O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? (47) O iki cennet, çeşitli ağaçlar ve meyvelerle doludur. (48)”
• Ayet ( Meali) – Terhib: Kâria Sûresi, 101:8-11
$$ {وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُۙ ﴿٨﴾ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌۜ ﴿٩﴾ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْۜ ﴿١٠﴾ نَارٌ حَامِيَةٌ ﴿١١﴾}$$
“Kimin de tartıları hafif gelirse, (8) işte onun anası (varacağı yer) Hâviye’dir. (9) Nedir o (Hâviye) bilir misin? (10) O, kızgın bir ateştir! (11)”
• Her iki misalde de mana, müzeyyen ve parlak bir üslûpla, hisleri derinden sarsacak şekilde ifade edilmiştir.
3. Üslûb-u Âlî (Yüce ve Haşmetli Üslûp)
• İzahı: Muhteşem, ulvî (yüce) ve heybetli üslûptur. Mananın azametini ve yüksekliğini aksettirir. Sekkâkî, Zemahşerî ve İbn-i Sina misal verilir. Üstad, bu Muhakemat eserinin de konusunun ulviyeti (yüceliği) sebebiyle bu üslûba ifrağ edildiğini (döküldüğünü) belirtir.
• Kullanım Yeri: İlahiyat (Allah’ı, sıfatlarını ve zatını anlatan bahisler) ve usûl (dinin ve ilimlerin temellerini anlatan metodolojik bahisler).
• Gayesi: Şiddet (etkideki yoğunluk), kuvvet (metanet) ve heybeti (azamet ve haşyeti) tazammun etmektir (içermektir).
• Müradifleri: Üslûb-u celâlî, ulviyet, haşmet-i beyan, heybet-i kelâm.
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı Akdes’ini, Vahdaniyetini, Rubûbiyetinin azametini ve kâinattaki mutlak hâkimiyetini beyan ederken bu üslûb-u âlîyi kullanır.
• Ayet ( Meali): Haşr Sûresi, 59:22-24
$$ {هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ﴿٢٢﴾ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٢٣﴾ هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٤﴾}$$
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. (22) O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten uzaktır, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır. (23) O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (24)”
• Bu ayetler, İlahiyat bahsinde üslûb-u âlînin; heybet, kuvvet ve ulviyetin zirvesidir. Kelimeler, mananın azameti altında adeta secde etmektedir.
İkinci Bölüm: Kelâmın Kanaati ve “Harice Boykotaj” Hakikati
Bu meselenin belki de en orijinal ve en mühim tespiti burasıdır. Üstad, kelâmın kanaat ve istiğnası (tokgözlülüğü, başkasına muhtaç olmaması) ve asabiyeti (kendi köklerine bağlılığı) olduğunu belirtir.
Bu nedir? Makamın (kontekstin) haricinde üslûbu aramamak.
• İzahı: Bir manaya üslûp elbisesi dikmek istediğin vakit, o üslûbun kumaşını dışarıdan (başka metinlerden, sunî san’atlardan) getirmemelisin. Bilakis, dâhil-i makamda (konunun kendi içinde) olan menbadan, mevzuun fabrikasından almalısın.
• Harice Boykotaj: Üslûp, o konunun levazımının (gereklerinin) parçalarından, tevabiinin (bağlı unsurlarının) kıt’alarından dikilmelidir. Zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek (dışarıya gözünü çevirmemek), tabiri câizse “harice boykotaj etmek” gerekir.
• Neticesi: Kelâmın kuvveti artar ve serveti (manevî zenginliği) dağılmaz.
• Mühim Tespit: Nasıl ki kelâm (sözcükler), delalet-i vaz’iye (konvansiyonel/sözlük anlamı) ile manayı gösterir; işte mevzuun kendi içinden doğan böyle bir üslûp da tabiatıyla manaya işaret eder.
• Misal: Üstad, Dokuzuncu Mesele’deki Arabî parçalara (Hz. Musa (as) kıssasının belâgati) ve bu kitabın (Muhakemat) kendi dibacesindeki (önsöz) beraat-ül istihlal (konuyu özetleyen parlak başlangıç) san’atına atıf yapar. Ve Risale-i Nur mesleğinin de bu olduğunu, zaruret olmadıkça fikirlerde, misallerde ve üslûplarda “harice boykotaj” ettiğini belirtir.
Bu prensip, Kur’ân-ı Kerim’in i’cazının da (mucizeliğinin) bir sırrıdır. Kur’ân, bir manayı ifade ederken, kullandığı kelimeler, ses âhengi ve cümle yapısı (yani üslûbu), bizzat o mananın bir parçası hâline gelir.
Üçüncü Bölüm: Hâtime ve Tenbihler
1. Hâtime: Belâgatin Şartı (Kim? Kime? Niçin? Nerede?)
Üstad, “Söylenene bak, söyleyene bakma” sözünü belâgat açısından nâkıs (eksik) bulur ve şöyle bir tashih yapar:
“Ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”
Bu, belâgatin “mutabakat-ı mukteza-yı hâl” (sözün, hâlin gerektirdiği duruma uygun olması) tarifinin ta kendisidir. Sözün değeri, sadece lügat manasında değil, kimin (Mütekellim), kime (Muhatap), niçin (Garaz) ve hangi bağlamda (Makam/Siyak) söylediğinde gizlidir.
2. İşaret, Telvih ve Tenbihler
• Fenn-i Maânî ve Beyan (Mana ve İfade Sanatları): Bu sanatlarda (teşbih, istiare, mecaz) kıymet, kasden ve amden (kasıtlı olarak) gayeye işaret edilmesindedir. Tesadüf burada bir para etmez.
• Fenn-i Bedî’ (Sözü Süsleme Sanatı): Cinas, seci gibi tezyinat-ı lafziye (lafzî süsler) ise, tesadüfî gibi durmalı, adem-i kasd (kasıtsızlık) hissi vermelidir. Yani san’at, tasannu’ (yapmacıklık) derecesine varmamalı, tabiî olmalıdır.
• اِنَّ (İnne) Harfinin Sırrı: Bu harfin “perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren” en keskin âlet olduğunu belirtir. Zihnî bir hükmü, hâricî bir kanun (gerçeklik) ile rabteder (bağlar). Kur’ân’da bu kadar çok “Şüphesiz ki…” diye başlamasının hikmeti, zihindeki şüpheyi izale edip, hakikati tahkik ederek kalbe ve akla perçinlemektir.
• Tenbih ve İtizar (Uyarı ve Özür): Üstad, bu yüksek belâgat kaidelerini anlatırken, kendi üslûbunun perişan görünmesinin kimseyi tağlit etmemesini (yanıltmamasını) söyler.
• Bir fende âlim olmak, o fende san’atkâr olmayı gerektirmez.
• Asıl mühim olan: Kalb (mananın madeni) ile lisan (ifade âleti) arasındaki mesafedir. Bazen kalb, “kuyu dibinde gibi bir tıntın eder ise lisan işitemez.”
• Bunun neticesinde: “Fehim ifhamdan daha esheldir” (Anlamak, anlatmaktan daha kolaydır).
• Ve bir itizar (özür beyanı): Meselenin derinliği, ibarenin muğlaklığı (kapalı), Türkçesinin noksanlığı, vaktin darlığı ve sıhhatinin bozukluğu gibi sebeplerle bu “karışık zeminde” ancak böyle bir “varakpare” (kâğıt parçası) çıkabildiğini tevazu ile beyan eder.
Netice
“Onikinci Mes’ele,” belâgatin sadece lafzî bir süsleme değil, manevî bir adalet olduğunu ders verir. Üslûp; mücerred (yalın), müzeyyen (süslü) veya âlî (yüce) olabilir. Mühim olan, bu üslûplardan hangisinin, hangi makamda, hangi muhataba ve hangi gayeyle kullanılacağını bilmektir.
En kâmil üslûp ise, mananın dışından ithal edilen değil, mevzuun fabrikasından ve mananın dâhilî yapısından neş’et eden (kaynaklanan) üslûptur. Kur’ân-ı Kerim, bu üç üslûbu ve “harice boykotaj” prensibini en mükemmel surette cem ederek, belâgatte kıyamete kadar bir mu’cize olarak kalmıştır.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Unsur-ul Akide
Üçüncü Makale
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
Bu kelime-i âliye, üss-ül esas-ı İslâmiyet olduğu gibi kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyetin en nuranî ve en ulvî bayrağıdır. Evet misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu kelimenin ayn-ül hayatından nebean eder. Evet ebede namzed olan nev’-i beşer içinde saadet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir. Evet kalb denilen avalim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latife-i Rabbaniyenin fotoğrafıyla alınan timsal-i nuranîyle Sultan-ı Ezel’i ilân eden harita-i nuraniyesidir ve tercüman-ı beligidir. Evet vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliganesini cem’iyet-i kâinata karşı vekaleten inşad eden hatib-i fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezel’i ilân eden imanın mübelliğ-i beligi olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.
İşaret:
Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet uluhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni’-i Zülcelal’e zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir…
Tenbih:
Hakaik-i akaid-i İslâmiye, bütün teferruatıyla kütüb-ü İslâmiyede mufassalan müberhene ve musarrahadır, görünebilir. Ve görülen şeyi göstermek, zahirin hafasına veya muhatabın gabavetine işaret ve techil olduğundan, akidenin yalnız üç-dört unsurunu beyan edeceğim. Diğer hakaikini fuhûl-ü ülemanın kitablarına havale ederim. Zira bana hacet bırakmamışlar.
Mukaddeme
Ehl-i dikkatin malûmudur ki: Makasıd-ı Kur’aniyenin fezlekesi dörttür: Sâni’-i Vâhid’in isbatı ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adldir.
Birinci Maksad:
Delail-i Sâni’ beyanındadır. Bir bürhanı da Muhammed’dir (Aleyhisselâm). Sâni’in vücud ve vahdeti, isbata ihtiyaçtan müstağnidir. Lâsiyyema Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. Binaenaleyh hitabımı ecanibe, bahusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zira onlar eskide bazı sualler etmiştiler, ben de cevab vermiştim. Şimdi ihtisar ile yalnız bir-iki suallerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim. Onlardan bir sual:
مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذ۪ى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ وَالْخَلْقُ مِنْ اَىِّ شَيْءٍ اَمِنَ الْعَدَمِ اَوِ الْمَادَّةِ اَوْ ذَاتِهِ اِلٰى اٰخِرِ سُؤَالَاتِهِمُ الْمُرَدَّدَةِ
Yani: Vücud-u Sâni’e delil-i vâzıh nedir?
İşaret:
Gayr-ı mütenahî olan marifetullah, böyle mahdud olan kelâma sığışmaz. Binaenaleyh kelâmımdaki iğlakın mazur tutulması mercûdur.
Tenbih:
Bervech-i âti kelâmdan maksad: Muhakeme ve müvazenenin tarîkını göstermektir. Tâ ki, mecmuunda hakikat tecelli etsin. Yoksa zihnin cüz’iyeti sebebiyle o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharri etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikatı evham içinde setretmektir.
Mukaddeme
Hakikatın keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca’ etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecrid ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalb ile dinle:
Birinci Maksad
Cemi’ zerrat-ı kâinat, birer birer zât ve sıfât ve sair vücuh ile gayr-ı mahdude olan imkânat mabeyninde mütereddid iken, bir ciheti takib, hayretbahşa mesalihi intac etmekle Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbaniyeden ilân-ı Sâni’ eden itikadın misbahını ışıklandırıyorlar. Evet herbir zerre kendi başıyla Sâni’i ilân ettiği gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kâinatın herbir makam ve herbir nisbetinde herbir zerre müvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhar ve kıraat ettikleri için Sâni’in delaili, zerrattan kat kat ziyadedir.
Eğer desen:
Neden herkes aklıyla görmüyor?
Elcevab:
Kemal-i zuhurundan… Evet şiddet-i zuhurdan görünmemek derecesine gelenler vardır. Cirm-i şems gibi.
تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ الْمََ۫لاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَٓائِلُ
Yani: Eb’ad-ı vasia-i âlemin sahifesinde Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatla sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan gelen selasil-i resail seni a’lâ-yı illiyyîn-i yakîne çıkarsın.
İşaret:
Kalbinde nokta-i istimdad, nokta-i istinad ile vicdan-ı beşer Sâni’i unutmamaktadır. Eğer çendan dimağ ta’til-i eşgal etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mühimme ile meşguldür. Şöyle ki: Vicdana müracaat olunsa, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi.. kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’ dahi; cesed gibi istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad…
Hem de bununla beraber kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinad marifet-i Sâni’dir…
Evet herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve alel-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğerşikâfta kaldığından eşref ve ahsen-i mahluk olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatına muhalif oluyor. İşte nokta-i istinad… Evet melce’ yalnız marifet-i Sâni’dir.
Demek şu iki nokta ile bu derece nizam-ı âlemde hükümfermalık, hakikat-ı nefs-ül emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni’ tecelli ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor… Vicdan nezzardır, kalb penceresidir.
Tenbih:
Arş-ı kemalât olan marifet-i Sâni’in mi’raclarının usûlü dörttür:
Birincisi:
Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.
İkincisi:
İmkân ve hudûsa mebni olan mütekellimînin tarîkidir. Bu iki asıl, filvaki’ Kur’an’dan teşa’ub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, tavîl-üz zeyl ve müşkilleşmiştir.
Üçüncüsü:
Hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masun değildirler…
Dördüncüsü ki,
belâgat-ı Kur’aniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anî’dir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:
Birincisi:
“Delil-i inayet”tir ki; menafi’-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’aniye bu delile îma ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise: Sâni’in kasd ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.
Mukaddeme:
Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikra-i tâm edemez ve ihata edemez. Fakat nev’-i beşerdeki telahuk-u efkâr sayesinde, kâinatın herbir nev’ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.
Bununla beraber bir emirde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için, kaidenin külliyeti nev’in hüsn-ü intizamına delildir. Demek cemi’-i fünun-u ekvan kaidelerin külliyetlerine binaen, istikra-i tâmla nizam-ı ekmeli intac eden birer bürhandırlar. Evet fünun-u kâinat bitamamiha mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermek ile Sâni’in kasd ve hikmetine parmak ile şehadet ve işaret ettikleri gibi şeyatîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıbdır.
İşaret:
Cehl-i mürekkebi intac eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyanı olan mümaresat-ı elzemiyattan nefsini tahliye etsen; hurdebînî bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlahiyenin şuursuz, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatında evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husul-pezir ve o destgâhın masnuu olduğunu kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemiyorsun. Meğer herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat ettikten sonra zerrat-ı saire ile vasıtasız muhabereyi itikad ve esbab-ı tabiiyenin üss-ül esası hükmünde olan cüz’-i lâ-yetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen…
Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir. Fakat caizdir ki: Herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikata ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.
Tenbih:
فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ… Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola. İstersen Kur’an’a müracaat et. Delil-i inayeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zira Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri ta’dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inayete mezahirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlahiye taalluk ederse âyât-ı âfâkıye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’nın mühim eserlerinden olan Muhakemat’ın “Unsur-ul Akide” bölümündeki “Üçüncü Makale”dir. Bu makale, İslâm akaidinin (inanç esaslarının) temel rüknü olan Kelime-i Şehadet’i merkezine alarak, Kur’an-ı Kerim’in Sâni’-i Vâhid’in (Bir olan Sanatkâr’ın) varlığını ve birliğini isbat etme metodunu, hususan “Delil-i İnayet”i tafsilatlı bir surette izah etmektedir.
Giriş: Akaidin Üss-ül Esası
Metin, İslâm’ın temeli olan şu mübarek kelime ile başlamaktadır:
$اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ$
“Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed (Aleyhisselâm) O’nun Resûlüdür.”
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu kelimenin sadece bir söz olmadığını, belki “üss-ül esas-ı İslâmiyet” (İslâmiyet’in temelinin temeli) ve “en nuranî ve en ulvî bayrağı” olduğunu beyan eder. Bu kelime, ezelî misakta verdiğimiz sözümüzün ve imanımızın mukaddes bir menşurudur (ilanıdır). Bütün bir İslâmî hayat, bu kelimenin “ayn-ül hayatından” (hayat pınarından) fışkırmaktadır.
1. Uluhiyet ve Nübüvvet Arasındaki Tevafuk (Bürhan-ı Limmî ve İnnî)
Metin, Kelime-i Şehadet’in iki rüknü (Tevhid ve Risalet) arasındaki kuvvetli münasebeti “birbirine şahid-i sadıktır” diyerek tasvir eder:
• Uluhiyet, Nübüvvete Bürhan-ı Limmîdir: “Bürhan-ı limmî,” felsefî bir ıstılahtır; “illetten (sebepten) ma’lûle (sonuca)” giden delil demektir. Yani, “Madem ki böyle bir Sâni’-i Zülcelâl vardır; elbette Kendi san’atının güzelliğini ve iradesinin maksadlarını göstermek, kullarıyla konuşmak isteyecektir.” Allah’ın varlığı ve kemâl-i mutlak (mutlak mükemmellik) sahibi oluşu, peygamber göndermesini (nübüvveti) zarurî kılar.
• Muhammed (A.S.), Sâni’e Bürhan-ı İnnîdir: “Bürhan-ı innî” ise, “ma’lûlden (sonuçtan) illete (sebebe)” giden delildir. Yani, “Kâinatta böyle müstesna bir zât (Hz. Muhammed A.S.), böyle bir hakikat (Kur’an) ve böyle bir mu’cizevî tebliğ vardır. Bu zâtın gösterdiği Sâni’den başka bu işi yapacak kimse olamaz.” O Zât’ın (A.S.) varlığı, sıfatları, ahlâkı ve getirdiği nur, Sâni’-i Zülcelâl’in varlığına ve birliğine en parlak delildir.
2. Makasıd-ı Kur’aniye (Kur’an’ın Dört Temel Maksadı)
Müellif, bütün İslâmî kitapların bu hakaiki (hakikatleri) isbat ettiğini, kendisinin ise sadece “üç-dört unsurunu” beyan edeceğini belirttikten sonra, Kur’an-ı Kerim’in dört temel maksadını şöyle sıralar:
• Sâni’-i Vâhid’in İsbatı (Tevhid): Bir olan Sanatkâr’ın varlığını ve birliğini isbat etmek.
• Nübüvvet: Peygamberliğin hakikatini ve lüzumunu isbat etmek.
• Haşr-i Cismanî: İnsanın cismiyle birlikte yeniden diriltileceğini isbat etmek.
• Adl: İbadet ve adaleti tesis etmek.
Bu makalenin “Birinci Maksad”ı, bu dördünden birincisi olan “Delail-i Sâni’ beyanındadır.”
3. Sâni’in Varlığına Dair Deliller ve “Japonya Suali”
Müellif, bu delillerin Müslümanlar için “eclâ ve azhar” (çok açık ve parlak) olduğunu, lâkin kendisinin hitabını “ecanibe, bahusus Japonya’ya” tevcih ettiğini (yönelttiğini) söyler. Onların sorduğu sual şudur: “Bizi davet ettiğiniz Allah’ın varlığına dair açık delil nedir? Ve mahlûkat neden yaratılmıştır; ademden (yokluktan) mı, maddeden mi, yoksa O’nun zâtından mı?”
Müellif, bu suale cevap olarak kâinatın ve vicdanın şehadetini sunar:
A. Zerratın Şehadeti (Atomların Tanıklığı)
Bu, “hudûs” (sonradan olma) ve “imkân” (olup olmamasının eşit olması) delillerinin hassas bir tasviridir. İzahı şöyledir:
• Kâinattaki her bir zerre (atom), var olmadan evvel “gayr-ı mahdude olan imkânat” (sınırsız ihtimaller) karşısındadır. Varlığa çıkmak, belirli bir şekil almak, belirli bir yerde durmak, belirli bir vazifeyi görmek gibi sonsuz yoldan sadece birini seçmiştir.
• Bu seçimin neticesinde “hayretbahşa mesalihi intac etmekle” (hayret verici faydalar ve gayeler üretmekle), mesela bir göz hücresi olmakla veya bir su molekülü olarak hayatı taşımakla, kör bir tesadüfün değil, sonsuz bir ilim ve iradenin eseri olduğunu ilan eder.
• Her bir zerre, hem kendi başına hem de kâinatın umumî nizamı (“müvazene-i cereyan-ı umumî”) içindeki vazifesiyle, Sâni’in “kasd ve hikmetini izhar” eder.
Bu delile rağmen neden herkesin görmediği sualine verilen cevap ise manidardır: “Kemal-i zuhurundan…” Yani, Allah’ın varlığı o kadar aşikârdır ki, şiddetli görünmekten dolayı gizlenmiştir; “Cirm-i şems gibi” (güneşin parlaklığından dolayı diskinin görülememesi gibi).
B. Vicdanın Şehadeti (İnsanın Fıtratının Tanıklığı)
Müellif, “Akıl görmezse de fıtrat görüyor” der. İnsan vicdanında (fıtratında) Sâni’i gösteren iki “pencere” veya “nokta” olduğunu belirtir:
• Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan, “dağdağa-i hayat” (hayatın keşmekeşi) içinde binler “musibet ve mezahimlere” (musibetlere ve zorluklara) maruzdur. Kendi kudreti ise bunlara karşı “adem-i kifayet” (yetersiz) içindedir. Eğer her şeyi hikmetle gören bir Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse, her şeyi “alel-amyâ tesadüfe” (körü körüne tesadüfe) havale ederse; “tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun” (vahşet, dehşet, telaş ve korkudan müteşekkil cehennemvârî bir halet) içine düşer. İnsanı bu perişanlıktan kurtaran yegâne “melce'” (sığınak) ve dayanak noktası, Allah’a imandır.
• Nokta-i İstidat (Yardım İsteme Noktası): İnsan, fıtraten “istidadat-ı gayr-ı mahdude” (sınırsız kabiliyetler) ve “âmâl ve müyul-ü müteşaibe” (iç içe geçmiş emeller ve meyller) sahibidir. Ebediyeti arzular, sonsuz nimeti ister, sonsuz kemâlâtı arzular. Bu sonsuz arzulara “neşr-i hayat eden”, onlara “lezzet” ve “kıymet” veren, onları “bast ve temdid” eden (açan ve uzatan) tek şey “marifet-i Sâni'”dir (Allah’ı tanımaktır).
Bu iki nokta, Fâtiha Suresi’nde mükemmel bir surette ifade edilir:
$”Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz…”$
Bu, mahlûkata karşı bir istiğna ve Sâni’e karşı bir teslimiyet olup, Nokta-i İstinad’a işaret eder.
$”…ve yalnız senden yardım dileriz.”$
Bu ise, insanın sonsuz ihtiyaçları için yegâne merci olarak O’nu bilmek olup, Nokta-i İstidat’a bakar. (Fâtiha 1:5)
4. Marifet Yolları ve “Mi’rac-ı Kur’anî”
Müellif, Allah’ı tanımanın (marifet-i Sâni’) dört temel yolu (usûlü) olduğunu söyler:
• Sofiyenin Minhacı (Tasfiye): Kalbi temizleyerek işrak (aydınlanma) ve keşfe mazhar olma yolu.
• Mütekellimînin Tarîki (İmkân ve Hudûs): Âlemin “mümkin” (olup olmamasının eşit) ve “hâdis” (sonradan yaratılmış) olmasından yola çıkarak bir Yaratıcı’yı (Vâcib-ül Vücud’u) isbat etme yolu.
• Hükemanın (Feylesofların) Mesleği: Maddeden veya akıldan yola çıkan düşünce sistemleri.
• Mi’rac-ı Kur’anî: Kur’an’ın belâgatinden çıkan, en kısa, en açık, en selâmetli ve “beşerin umumuna en eşmel” (tüm insanları en çok kapsayan) yol.
Müellif, bu dördüncü yolu ihtiyar ettiğini (seçtiğini) beyan eder. Bu Kur’anî yolun da iki esası vardır. Metin, bunlardan en mühimi olan birincisini izah eder:
5. Delil-i İnayet (İnayet ve Hikmet Delili)
Bu, makalenin zirve noktasıdır. “Delil-i İnayet,” kâinattaki faydaları, hikmetleri ve nizamı esas alan bir isbat metodudur.
• Zübdesi (Özü): “Kâinatın nizam-ı ekmelinde (en mükemmel düzeninde) riayet-i mesalih ve hikemdir.” Yani, kâinatta var olan mükemmel düzende, her şeyin belirli faydalara (mesalih) ve hikmetlere (hikem) riayet ederek yerleştirilmiş olmasıdır.
• Neticesi: Bu durum, “Sâni’in kasd ve hikmetini isbat” eder ve “tesadüf vehmini ortadan nefyeder.”
Müellif, bir insanın tek başına bütün kâinattaki bu faydaları “istikra-i tâm” (tümden tarama) edemeyeceğini, fakat “fünun-u ekvan”ın (kâinat ilimlerinin, yani bugünkü fen bilimlerinin) bu işi yaptığını söyler. Her bir fen (ilim), kâinattaki varlıkların “kavaid-i külliye-i muntazama”sını (düzenli küllî kaidelerini/kanunlarını) keşfeder. Bir şeyde “kaidenin külliyeti” (kanunun genelliği) varsa, orada “hüsn-ü intizam” (güzel bir düzen) var demektir.
Demek ki, bütün fen ilimleri (fizik, kimya, biyoloji, astronomi vs.) bu kâinattaki “mesalih ve semeratı” (faydaları ve neticeleri) ve “hikem ve fevaidi” (hikmetleri ve yararları) göstermekle, Sâni’-i Zülcelâl’in “kasd ve hikmetine parmak ile şehadet” ederler.
Delil-i İnayet’e Kur’an’dan Misaller
Metnin kendisi, Kur’an’ın bu delile nasıl işaret ettiğini şu ayetle gösterir:
$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?”$
(Mülk 67:3)
Kur’an-ı Kerim, baştan sona bu “Delil-i İnayet” ile doludur. İnsanları, nimetleri saymaya (ta’dad) ve faydaları düşünmeye (tezkâr) davet eder. Mesela Nahl Suresi bunun parlak bir misalidir:
$”Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Hem onlardan yersiniz. Akşamleyin getirir, sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik (ve zevk) vardır. Onlar ağırlıklarınızı, sizin ancak zorlukla varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Atları, katırları ve merkepleri binmeniz ve süs için (yarattı). Allah, (daha) nice bilmediğiniz şeyleri de yaratır. O, gökten su indirendir. Ondan hem içecek suyunuz vardır, hem de (hayvanlarınızı) otlattığınız bitkiler.”$
(Nahl 16:5-8, 10)
Bu ayetler, varlıkların sadece “olmasını” değil, aynı zamanda insanın “faydasına” ve “hikmetlere” uygun olmasını vurgulayarak Delil-i İnayet’i ders verir.
6. Esbab-ı Tabiiyenin Reddi (Tabii Sebeplerin İnkârı)
Makale, bu mükemmel inayet ve nizamı gördükten sonra, bunu kör, sağır, şuursuz “esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden” (basit, cansız, tabii sebeplerden) bilmenin “muhaliyetini” (imkânsızlığını) kuvvetle vurgular:
• Bir “hurdebînî hayvanın” (mikroskobik bir canlının) bedeni, “makine-i dakika-i bedîa-i İlahiye”dir (Allah’ın harika ve ince san’atlı makinesidir).
• Bunu, şuursuz sebeplere ve tabiata havale etmek; “herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat etmekle” ancak mümkün olabilir ki, bu da binlerce defa imkânsızdır.
Müellif, tabiat kanunları denilen “cezb” (çekim), “def'” (itim) ve “hareket” gibi şeylerin “âdâtullahın kanunlarına birer isim” olmasını kabul eder. Ancak şu şartla: Bu kanunlar “âletiyetten müessiriyete” (araç olmaktan çıkıp gerçek etki sahibi olmaya) ve “zihnîlikten haricîliğe” (zihinsel bir kavram olmaktan çıkıp dışarıda bağımsız bir varlık olmaya) geçmemelidir. Yani, “yerçekimi kanunu” çeker demez, “Allah, yerçekimi kanunu ile çeker” denilmelidir.
Netice
“Üçüncü Makale,” Kelime-i Şehadet’in hakikatini, kâinatın her bir zerresinden en mükemmel nizamına kadar, insanın vicdanındaki en derin ihtiyaçlara kadar her şeyin Sâni’-i Vâhid’e, O’nun kasd, hikmet ve inayetine şehadet ettiğini isbat eden Kur’anî bir tefekkür dersidir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
İkinci Delil-i Kur’anî:
“Delil-i ihtira'”dır. Bunun hülâsası: Mahlukatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesidir. Zira hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir. İmkân bırakmaz. Hem de bizzarure bazının “hudûs”u nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.
Vehim ve tenbih:
İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev’-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakaikin gayrısıdır.
İşaret:
Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet hikmet, fenn-i tabakat-ül arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva’ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin tasni’ ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi’, müstakillen Sâni’-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet Sâni’-i Zülcelal herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.
Tenbih:
Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva’ gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fasidesini tebaî nazarıyla adem-i derkinden neş’et eder. Evet nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa, muhaliyet ve adem-i makuliyetine hükmedecektir. Farazâ kabul etse de “tegafül-ü ani’s-Sâni'” sebebiyle hasıl olan ızdırar ile kabul edebilir.
Tenbih:
Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri itibariyle daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikatı arıyor ve daima maksadı saadettir. Fakat bâtıl ve dalal ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatın madenini kazarken ihtiyarsız bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikatı bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri; muhal ve gayr-ı makul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebaî ile kabulüne mecbur oluyor.
İşte bu hakikatı pîş-i nazara al! Göreceksin ki: Bütün nizam-ı âlemden eser-i gaflet olarak tevehhüm ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakş ve san’at-ı bedîada tahayyül ettikleri tesadüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehadatına rağmen esbab-ı camideden itikad ettikleri tesir-i hakikî ve nefislerine mugalata edip vehmin -istimrara istinaden- iğvasıyla tecessüm ve tahayyül olunan tabiat-ı mevhumeyi merci’ yapmakla teselli ettikleri; elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakka teveccüh ve hakikata kasd ettikleri için şu evham-ı bâtıla davetsiz olarak yolun canibinden taarruz ettikleri için, elbette hedef-i garazına nazarını dikmiş olan adam o evhama tebaî ve sathî bir nazar ile bakıyor. Onun için, müzahref olan içine nüfuz edemez… Fakat ne vakit rağbet ve kasd ve satın almak nazarıyla baksa; almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez!..
Evet şu kadar çirkin bir şeyi vicdan ve akıl muhal görüyor. Kalb dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip herbir zerreye hükemanın akıllarını ve hükkamın siyasetlerini verip, tâ herbir zerre ehavatıyla ittifak ve intizam mes’elesinde müşavere ve muhabere etsinler. Evet bu surette bir mesleği, insan değil hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise, bu suretten başka birşey ile tasvir edilmez. Evet bâtılın şe’ni şöyledir: Ne vakit tebaî bir nazar ile bakılırsa, sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im’an-ı nazar eyledikçe, ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.
İşaret:
Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır. Feya acaba! Sâni’-i Vâcib-ül Vücud’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten cây-ı taaccübdür… Evet insan düşündükçe, cemi’ sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olan Sâni’den istiğrab ve istinkâr ettikleri şu hayret-efza masnuatı tesadüf-ü amyâya ve hareket-i zerrata isnad ettikleri için, insanı insaniyetten pişman eder.
Telvih:
Harekât-ı zerrattan husulü dava olunan kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle enva’daki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek bütün enva’ın fasılları ve umum a’razın havass-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhtera’dırlar. Tenasül, teselsülde şerait-i âdiye-i itibariyedendir.
İşte delil-i ihtiraînin icmali… Eğer açık olarak mufassalan istersen Kur’anın firdevsine gir. Zira hiçbir ratb ve yabis yoktur ki; o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsaid ve meşiet taalluk ve tevfik refik olursa, elfaz-ı Kur’aniyenin esdafında şu bürhanı tezyin eden cevherleri, gelecek kütübde tafsil edilecektir.
Vehim ve Tenbih:
Eğer sual etsen: “Nedir şu tabiat ki daima onun ile tın tın ediyorlar? Nedir şu kavanin ve kuva ki daima onlar ile mütedemdimdirler?” Cevab vereceğiz ki: Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve a’zâsının ef’allerini intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, “Tabiat” veya “Matbaa-i İlahiye” ile müsemmadır. Evet tabiat, hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu’ ve muhassalasından ibarettir. İşte kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes’elesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın istimrarına istinaden… Hem de hayali hakikat suretinde gören ve gösteren nüfusun istidadları bir zemin-i şûre müheyya etmesiyle vehim ve hayal tasallut ederek tazyik edip şu tabiat-ı hevaiye tavazzu’ ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden misal suretine girmiştir. Evet şunun gibi, vehmin çok hileleri vardır.
İşaret:
Şu tabiat ve kuva-yı umumiye tesmiye ettikleri emirler, kat’iyyen aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve şu kâinata illet ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, mahza Sâni’den tegafül ve intizamın ilcaından tevellüd eden yalnız ızdırar ile veleh-resan-ı ukûl olan kudretin âsârını şu matbaa-misal olan tabiatın san’atından görmek, tabiatı mistar iken masdar tahayyül etmek; lâzım-ı eammın vücuduyla, melzum-u ehassın vücudunu intaca çalışan akîm bir kıyasın neticesidir. Evet şu kıyas-ı akîm, dalalet ve hayret vâdilerine çok yolları açmıştır.
Tenvir:
Ef’al-i ihtiyariyenin nazzamı olan şeriat ve kanun şu kadar hark ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye; âdeta şeriatı bir hâkim-i ruhanî ve nizamı bir sultan-ı manevî tevehhüm edip, bir tesiri tahayyül eder. Evet bir taburun veya askerin muttarid olan harekâtını ve yeknesak olan etvarlarını ve birbiriyle rabtolunan ahvallerini müşahede eden vahşi bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut heyet-i askeriyeyi, manevî bir iple merbut zannederse; acaba garib görünecek midir? Veyahut bir bedevi veya bir şâir-üt tab’, nâsı bir vaz’-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini te’lif eden nizamı bir mevcud-u manevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül ederse, çok görünecek midir? Öyle ise kâinatın ahvaline taalluk eden ve tabiat tesmiye olunan ve tasdik-i enbiya veya tekrim-i evliyadan başka hark olunmayan ve müstemirre olan şu şeriat-ı fıtriye-i İlahiye, evhamda tecessüm etsin, neden taaccüb olunsun?
Vehim ve Tenbih:
İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i; cüz’î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise, maksad ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya “fena fi-l maksad” oluyor. İşte şu noktaya binaen hasis bir emir veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya müvazenet bozulur. Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vâcib-ül Vücud’u tefekkür etse; yine kuvve-i vâhimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dûrbîn yapmak istiyor. Halbuki Sâni’-i Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhisar yoktur. Ziya-yı şems gibi, kudret ve ilim ve iradesi şamile ve âmmedir, münhasır olmaz, müvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır. Herbir cüz’ü mikyas olamaz. İşte Vâcib-ül Vücud’u mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hata-yı mahzdır.
İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakikî olduklarına; ve Mu’tezile hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlahînin nefyine; ve Mecusiler, halk-ı şerr başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader! Şu vehim itikad tarîkıyla olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.
İşaret:
Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’ta-i vücuddur. İ’ta-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis’âbınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibda-i İlahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.
Elhasıl:
İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsâr-ı İlahiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umûr-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sâni’i farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.
İşaret:
Birinin âsârı muhakeme olunursa, onun hâssasını nazara almak lâzımdır. İşte şu mes’elede, edilmemiştir. Zira bu mes’eleye, acz-i abdin arkasında kudret-i mümkinatın tarafında kıyas-ı temsilînin perdesi altında temaşa ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde bir kısmını maddesiz ibda’ ve bir kısmı dahi maddeden inşa ile şu kadar hayret-feza âsâr-ı mu’cize ile kudret-i kâmile-i İlahiyeyi göstermekle beraber ondan sarf-ı nazar etmek, gaibi şahid suretinde görmek olan kıyas-ı hâdi’ ile ve ebna-yı cinsini muhakeme ettiği gibi; bir kaide-i mahdude ile Vâcib-ül Vücud’a nazar ederler. Hattâ çok mes’eleyi akl-ı selim makul gördüğü halde, onlar gayr-ı makul tevehhüm ederler.
Tenbih:
Muhtereattan kat’-ı nazar; masnuatın en zahir ve münevver ve “ziya” dedikleri olan nur-u ayn-ı âlemin kavanin-i acibesi ve onun semeresi ve misal-i musaggarı olan nur-u basarın nevamis-i bedîasıyla münevver ve musavver olan kemal-i kudret-i İlahiyenin canibinden; müvazene nokta-i nazarında gayr-ı makul ve uzak tevehhüm olunan mesaile temaşa edilirse, me’nus ve ayn-ı aklın kirpikleri ortasında görülecektir.
Tenbih:
Nasılki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni’in zaruriyatı, mahfiyat-ı san’atına bürhandır. İkisi beraber bu mes’eleyi isbat eder.
Telvih:
Acaba nizam-ı âlemdeki san’attan daha dakik, daha acib, daha garib, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zira fünun; gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni’in kasd ve san’at ve hikmetine şehadet ettiklerinden ukûlü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakikatı, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.
Evet zemin ve âsumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecram-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zât-ı Akdes’ten neden istiğrab olunsun ki; ondan derecatla eshel ve ehaff olanı hamletsin. Evet bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi, bazı sutûru arkalarındaki san’at ve hikmeti tefsir eder.
İşaret:
Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki: Bazı maddiyyunun mesleği olan vahdet-ül vücuda bir münasebet gösterir.
Elcevab:
Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki: Vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani âlemden Sâni’i müşahede etmek tarîkıyla takib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfâtı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettikleri hakaikı başkalar anlamadılar… Sû’-i tefehhüm ile kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına!.. Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, sera derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin dûçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki; insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla
كَلَّا وَاللّٰهِ اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ
demeye mecbur oluyor.
— · ⁖ · —
Bu metin, Sâni’-i Hakîm’in (Her şeyi hikmetle yapan Sanatkâr’ın) varlığını ve birliğini “ihtira” yani “yoktan, bir örneği olmaksızın icad etme” delili üzerinden isbat etmeye çalışmaktadır.
Aynı zamanda bu delil, materyalist (maddiyyun) düşüncenin ve tabiatperestliğin (natüralizm) temellerini teşkil eden “ezeliyet-i madde” (maddenin ezelî olması), “hareket-i zerrat” (zerrelerin tesadüfî hareketiyle varlıkların oluşması) ve “tabiat”ın yaratıcı bir kuvvet olarak kabul edilmesi gibi batıl nazariyeleri aklî delillerle çürütmektedir.
İkinci Delil-i Kur’anî: “Delil-i İhtira”nın Tahlil ve İzahı
Metnin ana fikri, kâinattaki hiçbir varlığın (nevin veya ferdin) ezelî olmadığını, her birinin sonradan (hâdis) ve muayyen bir gaye (kemal) için hususi bir vücud ile icad edildiğini (ihtira edildiğini) isbat etmektir.
1. Delil-i İhtira’nın Tarifi ve Esası
Metnin hülasası şudur: Her mahlûka, kendisine terettüp eden hususi neticeleri (âsâr-ı mahsusa) verebilecek ve kendi kemal istidadına (potansiyeline) münasip bir vücud verilmiştir.
• İhtira (Müradifleri: İbda’, Tekvin, İnşa): Bir şeyi örneksiz, modelsiz, yoktan ve sanatkârane bir surette var etme. Bu, basit bir birleştirme (terkib) değil, bir “vücud verme” fiilidir.
• Hudûs (Müradifleri: Sonradan Olma, Yaratılmışlık): Varlığının bir başlangıcı olma hali. Ezelî olmama. Metin, “hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir” diyerek, ne türlerin ne de fertlerin sonsuzdan beri var olmadığını, hepsinin bir “mebde-i evvel” (ilk başlangıç) noktasının bulunduğunu vurgular.
Bu delil, her bir varlığın yapısının (fıtratının), o varlığın hayat gayesiyle tam bir uyum içinde olmasının, kör bir tesadüf veya şuursuz bir tabiat ile izah edilemeyeceğini, ancak Alîm ve Hakîm bir Sâni’in (Yaratıcı’nın) kasıtlı bir “ihtira” fiili ile mümkün olabileceğini savunur.
Kur’anî Dayanakları:
Allah-u Teâlâ’nın bu “ihtira” ve “ibda'” sıfatı, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
• Meali (Bakara 2:117): “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.”
• İzah: Ayette geçen “Bedî'” (eşsiz yaratıcı) sıfatı, “ihtira” ve “ibda'” manasını tam olarak karşılar. Kâinatı, bir örneği (misli) olmadan, yoktan var etmiştir.
• Meali (Secde 32:7): “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”
• İzah: “Yarattığı her şeyi güzel yaptı” (ahsene külle şey’in halakahu) ifadesi, metindeki “istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesi” fikrine tam mutabıktır. Her varlık, en güzel, en münasip ve en hikmetli surette icad edilmiştir.
2. Materyalist Nazariyelerin Reddi (Vehim ve Tenbihler)
Metin, Delil-i İhtira’yı kuvvetlendirmek için, bu delilin zıddı olan ve Sâni’i inkâr etmek için öne sürülen üç temel batıl fikri tenkit ve reddeder:
A. “Ezeliyet-i Madde” Vehminin Reddi:
Metin, maddenin ezelî olduğu fikrini “umûr-u bâtıla” (batıl işler) olarak niteler. Madde ezelî olamaz, zira kendisi “suret-i mütegayyire” (sürekli değişen suretler) ve “hareket-i zâile-i hâdise” (sonradan olan ve geçici hareket) halindedir. Değişime ve harekete (yani hudûsa) tabi olan bir şey, ezelî (kıdem) olamaz.
Metin, şu hayret verici zıtlığa işaret eder: “Sâni’-i Vâcib-ül Vücud’un… ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?”
Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Hadîd 57:3): “O, ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
• İzah: “el-Evvel” (İlk) O’dur. O’ndan evvel hiçbir şey yoktur. Madde dahil, var olan her şeyin mebdei (başlangıcı) O’dur.
B. “Tesadüf” ve “Esbab” (Sebepler) Vehminin Reddi:
Metin, “tesadüf-ü amyâ” (kör tesadüf) ve “esbab-ı camide” (cansız sebepler) gibi “şuursuz” unsurların, kâinattaki “dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin” (Allah’ın hayret verici, sınırsız ve acib makineleri olan varlıkların) yaratıcısı olamayacağını belirtir. Bu kadar hassas nizam ve san’at, ancak ilim, irade ve kudret sahibi bir Sâni’-i Hakîm’i gösterir.
Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Ahkâf 46:4): “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenler iseniz, bundan önceki bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin bana.'”
• İzah: Bu ayet, Allah’tan başka (ister put, ister tabiat, ister sebepler olsun) hiçbir şeyin “yaratma” fiiline kabiliyeti olmadığına dair meydan okur.
C. “Tabiat” Yanılmasının Hakikati (En Mühim Tenbih):
Metin, inkârcıların sığındığı “tabiat” kavramının hakikatini çok net bir şekilde izah eder:
• Tabiat Nedir? Tabiat, yaratıcı bir kuvvet değildir. O, “cesed-i hilkatin” (yaratılış bedeninin) ef’allerini (fiillerini) intizam altına alan “Şeriat-ı Fıtriye-i İlahiye”dir (Allah’ın fıtrî kanunlar bütünüdür).
• Müradifleri: Metin onu “Matbaa-i İlahiye” (İlahi Matbaa) olarak da isimlendirir.
• Kuva (Kuvvetler) Nedir? “Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür.”
• Kavanin (Kanunlar) Nedir? “Kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes’elesidir.”
Hata şuradadır: İnsanlar, bu kanunların sürekli (istimrar) devam ettiğini görerek, bu soyut (itibarî) kanunlar mecmuasına “vehim ve hayal” ile haricî bir vücud (tecessüm) verirler. Onu “mistar” (ölçü cetveli, şablon) iken “masdar” (kaynak, yaratıcı) zannederler. Bu, “akîm bir kıyas” (sonuçsuz, verimsiz bir kıyas) olarak nitelenir.
Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Furkân 25:2): “Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’nundur. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.”
• İzah: Ayetteki “bir ölçüye göre takdir etmiştir” (fe kadderahu takdîran) ifadesi, “tabiat” denilen o “Şeriat-ı Fıtriye”yi, yani her şeye konulan nizam ve ölçüyü tasvir eder. Bu ölçü (kanun), yaratıcının kendisi değil, O’nun icraatının tasviridir.
3. Aklî Hatalar ve Kıyas-ı Maalfârık (Hatalı Kıyas)
Metin, Sâni’in icadını anlamaktaki zorluğun iki temel aklî hatadan kaynaklandığını belirtir:
A. İcad-ı Sırf (Yoktan Yaratma) Meselesi:
İnsan aklı, “adem-i sırf”tan (mutlak yokluktan) “vücud”u ve “vücud-u mahz”dan (mutlak varlıktan) “adem-i sırf”a (mutlak yokluğa) gidişi tasavvur etmekte zorlanır.
Metin bunun sebebini “kıyas-ı hâdi'” (aldatıcı kıyas) olarak açıklar:
• İnsan, “icad ve ibda-i İlahîyi, abdin (kulun) san’at ve kesbine kıyas eder.”
• Hâlbuki kulun (abd) elinden “bir zerreyi imate (öldürmek) veyahut icad etmek gelmez.” Kulun fiili, sadece “umûr-u itibariye ve terkibiyede”dir (mevcut maddeleri birleştirmek ve itibari işler yapmaktır).
• Çözüm: Bu meseleye “acz-i abdin arkasında” (kulun acizliği noktasından) değil, “Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından” bakmak gerekir. “Bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir.”
B. “Umûr-u Hasise” (Bayağı ve Cüz’î İşler) Vehmi:
İkinci aklî hata, bazı felsefecilerin (Mu’tezile, Hükema, Mecusiler) düştüğü hatadır. Onlar, “Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye (basit, değersiz işlere) ve cüz’iyeye (küçük teferruata) tenezzül edip iştigal etsin?” demişlerdir.
Metin, bunun “hata-i bîedebane” (edepsizce bir hata) ve “vehm-i bâtıl” olduğunu söyler. Zira:
• Bu, Sâni’i insana kıyas etmektir. İnsanın “himmeti” (gayreti) cüz’îdir, aynı anda ancak bir şeye teveccüh eder.
• Hâlbuki Sâni’-i Zülcelal’in kudretine “inhisar yoktur” (sınırlama yoktur).
• O’nun kudreti, ilmi ve iradesi “ziya-yı şems gibi” (güneş ışığı gibi) “şamile ve âmmedir” (her şeyi kaplar). En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük şeye de taalluk eder.
Kur’anî Dayanakları:
• Meali (Bakara 2:26): “Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.”
• İzah: Bu ayet, “umûr-u hasise” vehmine (sivrisinek gibi küçük bir şeyi yaratmaya tenezzül etmez) doğrudan ve net bir cevaptır.
• Meali (Sebe’ 34:3): “İnkâr edenler, ‘Kıyamet bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır! Gaybı bilen Rabbime andolsun ki, o, size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey, O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.'”
• İzah: Allah’ın ilmi ve kudreti, “zerre”den daha küçük olanı dahi ihata eder. “Cüz’iyat” O’nun nazarından kaçamaz.
4. “Vahdet-ül Vücud” Meselesine İşaret
Metin, son kısmında mühim bir tefrike (ayrıma) gider. Bazı mutasavvıfların (muhakkikîn-i sofiye) kelamındaki “ittisal, ittihad, hulûl” gibi görünen “şatahat” (manevî istiğrak halinde söylenen sözler) ile maddiyyunun (materyalistlerin) “vahdet-ül vücud” (varlığın birliği) mesleğini karıştıranlara cevap verir:
• Sofiyenin Mesleği: Onlar, “vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar” (nazarlarını sadece Allah’ın Kutsal Varlığına odaklama) ve “istiğrak” (manevî sarhoşluk, derin tefekkür) halinde, “âlemden Sâni’i müşahede etmek” yolundadırlar. Gördükleri şey, eşyanın melekûtiyetinde (iç yüzünde) gezen tecelliyat ve feyizdir. Buna “dîk-ul elfaz” (ifade darlığı) sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye” (her şeye sirayet etmiş bir ilahlık) gibi tabirler kullanmışlardır.
• Maddiyyunun Mesleği: Onlar ise, Sâni’i inkâr edip, maddeye ve tabiata yaratıcılık atfederler.
Metin, bu ikisinin arasının “Süreyya derecesinde” (Ülker yıldızı kadar yüksek) olan muhakkikînin fikri ile “sera derekesinde” (yer, toprak kadar alçak) olan maddiyyunun fikri kadar uzak olduğunu belirterek, bu ikisini karıştırmanın büyük bir cehalet olduğunu ifade eder.
Hülâsa (Netice)
“Delil-i İhtira”, her bir varlığın, kasıtlı bir san’atla ve hikmetli bir gayeye münasip olarak, örneksiz bir surette icad edilmesinin, ancak ve ancak “Sâni’-i Hakîm” olan Vâcib-ül Vücud’un varlığı ile izah edilebileceğini ortaya koyan bir bürhandır (delildir). Bu delil, maddenin ezelîliğini, sebeplerin yaratıcılığını, tesadüfün müessiriyetini ve tabiatın kaynak (masdar) oluşunu kat’î bir surette reddeder.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
İşaret:
Şunlar, ehl-i vahdet-üş şuhuddurlar. Fakat vahdet-ül vücud ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.
Tenbih:
Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder.
İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; herşeyi maddede görmek, hattâ uluhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdet-üş şuhud olan muhakkikîn-i sofiye o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. “Bir vardır” derler… El’insaf… Sera Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ enva’ ve eşkâliyle halkeden Hâlık-ı Zülcelal’e kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re’y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re’y yoktur.
Tenvir:
Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa herbiri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelirse, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.
آنْ خَيَالَات۪ى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت
Fakat ehl-i vahdet-üş şuhudun meşrebi, ehl-i mahv ve sekrin meşrebidir. Safi meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.
حَق۪يقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ هُوَ الَّذ۪ى اَبْدَعَ الْاَشْيَٓاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ
Tenbih:
İşte vücud-u Sâni’in delail-i icmalîsi… Tafsili ise kütüb-ü selâsede gelecektir. Eğer desen: “Delail-i tevhidin burada velev icmalen olsun beyanını isterim.” Derim ki: Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler. İşte
لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا
âyetinin sadefinde meknûn olan bürhan-üt temanü’, bu minhaca bir menar-ı neyyirdir. Evet istiklal, uluhiyetin hâssa-i zâtiyesidir ve lâzıme-i zaruriyesidir.
Tenvir:
Kâinattaki teşabüh-ü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savab ve birbirinin nida-yı ihtiyacına lebbeyk cevabı vermek ve bir nokta-i vâhideye temaşa etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor. Evet, bir makinenin sâni’i ve muhterii bir olur.
وَ ف۪ى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud
Sutur-u kâinat-ı dehrdir a’sar-ı nâma’dud
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta
Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.
Hoca Tahsin’in nâma’dud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakikî lâ-yetenahîlik değildir.
İşaret:
Sâni’-i Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnu’da olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni’ muttasıftır. Evet ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir. Hem de Sâni’-i Zülcelal, cemi’ nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ
— · ⁖ · —
Bu metin, Vâcib-ül Vücud (Allah Teâlâ) ile mümkünat (yaratılmışlar) arasındaki münasebeti, ehl-i tasavvufun iki mühim meşrebi olan Vahdet-ül Vücud ve Vahdet-üş Şuhud zaviyesinden ve aynı zamanda maddiyyunun (materyalistlerin) sapkın mesleğiyle mukayese ederek tenkit ve izah etmektedir.
1. Vahdet-üş Şuhud ve Vahdet-ül Vücud Mesleklerinin Tasviri
Metnin “İşaret” ve “Tenbih” kısımları, tasavvuftaki iki meşrebi birbirinden ayırır:
a. Vahdet-ül Vücud (Varlığın Birliği):
Bu meşrep, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka mevcut yoktur) esasına dayanır. Bu meşrepte olanlar, Allah’ın varlığında o derece istiğrak ederler ki, kâinatın ve eşyanın (mümkünatın) varlığını O’nun varlığı yanında bir “gölge” veya “vehmi” bir varlık olarak görürler.
Metin, bu meşrebin iki cihetine dikkat çeker:
• Mecazî Tabir: Ehl-i tasavvufun istiğrak halinde söylediği “Vahdet-ül Vücud”, mecazidir. Onlar, Kâinatın Hâlık’ına olan derin muhabbet ve istiğrakları sebebiyle, masivayı (Allah dışındaki her şeyi) unutma, yok sayma makamındadırlar. Bu, bir haldir, hakikat-i mutlaka değildir.
• Batıl Meslek: “Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.” Burada tenkit edilen, Panteizm (Kamuilahcılık) veya Monizm (Tekçilik)dir. Bu felsefî görüş, Hâlık ile mahlûku bir sayar, kâinatın kendisinin (hâşâ) ilah olduğunu veya ilahın kâinattan ibaret olduğunu iddia eder. Bu, İslâm akidesine tamamen zıttır.
b. Vahdet-üş Şuhud (Şahitliğin Birliği):
Bu meşrep ise “Lâ meşhûde illâ Hû” (O’ndan başka şahit olunan yoktur) esasına dayanır. Bu meşreptekiler (metinde “ehl-i vahdet-üş şuhud” ve “muhakkikîn-i sofiye” olarak anılır), kâinata baktıklarında eşyayı kendi namına değil, doğrudan Allah’ın isimlerinin tecellileri ve sanat eserleri olarak müşahede ederler. Onlar için kâinat, varlığı kendinden olan bir mevcud değil, varlığı Vâcib-ül Vücud’a delalet eden bir “delil”, bir “ayna”dır.
Metin, “o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır” derken, onların nazarında eşyanın “zatî” bir kıymetinin kalmadığını, tüm kıymetin Sâni’den (Sanatkâr’dan) geldiğini ifade eder.
2. İttisal, İttihad ve Hulûl İddialarının Reddi
Metnin “Tenbih” kısmı, İslâm akidesinin en mühim bir esasını, yani Allah’ın “Tenezzüh”ünü (her türlü noksanlıktan, mahlûkata benzemekten münezzeh ve mukaddes oluşunu) müdafaa eder:
• İttisal (Bitişme): Mümkünün (yaratılmışın) Vâcib (Allah) ile bitişmesi.
• İttihad (Birleşme): İkisinin tek bir varlık haline gelmesi.
• Hulûl (İçine Girme): Vâcib’in, mümkünün içine girmesi (Hristiyanlıktaki “enkarnasyon” veya batınî fırkalardaki “hulûl” inancı gibi).
Metin, bu iddiaları “Kellâ!” (Asla!) diyerek şiddetle reddeder. Zira “mümkün” (varlığı ve yokluğu eşit olan, var olmak için bir sebebe muhtaç olan) ile “Vâcib” (varlığı zorunlu olan, varlığı kendinden olan, ezelî ve ebedî olan) arasında zatî bir “tenasüp” (denklik) yoktur. Mümkünün Vâcib ile birleşmesi veya Vâcib’in mümküne hulûl etmesi aklen ve naklen muhaldir.
Bunun yerine metin, doğru münasebeti “füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder” cümlesiyle kurar. Yani, Allah mahlûkatıyla “tecelli” yoluyla münasebet kurar. İsim ve sıfatlarının feyizlerini, yansımalarını eşyada gösterir.
3. Tenvir: Güneş ve Renkli Cam Parçaları Misali (Tecelli ve Tenezzüh)
Metin, bu girift meseleyi “Tenvir” başlığı altında harika bir misal ile izah eder:
Kâinat ve eşya (küçük, parça parça, rengârenk cam parçaları) farz edilirse; Güneş (Allah’ın Zâtı değil, isimlerinin nuru) bu camlara vurur.
• Tecelli: Her cam parçası, kendi “levnine (rengine), cirmine (büyüklüğüne) ve şekline nisbetle” Güneş’ten bir feyz (ışık, yansıma) alır. Bu feyz, Güneş’in Zâtı değildir, “ayn-ı ziyası” (ışığının aynısı) da değildir. Sadece bir “temasül” (yansıma), bir “tecelli”dir.
• Tenezzüh: O yansıma, Güneş değildir. Aynadaki güneşin, hakiki güneş olmaması gibi.
• İddianın Hatası: O küçük cam parçaları (“rengârenk çiçeklerin elvanı”) dile gelse, kabiliyetlerinin darlığından dolayı aldıkları cüz’î yansımayı Güneş zannederek “Güneş benim” veya “Güneş benim gibidir” diyeceklerdir. İşte Vahdet-ül Vücud mesleğindeki bazı hatalı iddialar veya maddiyyunun yanılgıları bu misaldeki cam parçasının iddiasına benzer.
Bu misal, Farsça beyit ile de desteklenir: “Evliyaların tuzağı olan o hayaller (görüntüler), Allah’ın (kudret) bahçesindeki ay yüzlü (güzellik) tecellilerinin yansımasından ibarettir.”
4. İki Zıt Uç: Maddiyyun ve Ehl-i Şuhud
Metin, iki ifrat ve tefrit (aşırı) ucu karşılaştırır:
• Maddiyyun (Materyalistler): Bunlar, nazarlarını tamamen maddeye hasretmişlerdir. O kadar maddeye gömülmüşlerdir ki (“istiğrak ettiklerinden”), ulûhiyeti idrakten uzaklaşmışlar (“efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip”). Hatta işi, maddeye kıymet verip “uluhiyeti onda mezcetmek” (Allah’ı maddede eritmek, maddeye dahil etmek) gibi “müteassife” (kokuşmuş, bozulmuş) bir yola girmişlerdir. Bu, batıl Vahdet-ül Vücud’un (Panteizmin) bir nevidir.
• Ehl-i Vahdet-üş Şuhud: Bunlar ise tam zıt kutuptadır. Nazarlarını o kadar Vâcib’e hasretmişlerdir ki, mümkünatın varlığını (kendi hesabına olan varlığını) inkâr edecek bir noktaya gelmişlerdir. Bu, “mahv” (kendinden geçme) ve “sekr” (manevî sarhoşluk) halidir.
Safi Meşrep (Ehl-i Sahv ve Fark):
Metin, bu iki ucun dışında, en salim ve safi yolu “ehl-i fark ve sahv” (ayıklık ve fark gözetme) meşrebi olarak tasvir eder. Bu, Kur’an’ın ve Sahabe-i Kiram’ın meşrebidir. Bu meşrepte:
• Ne maddeye dalıp Hâlık unutulur (Maddiyyun gibi).
• Ne de Hâlık’a dalıp (istiğrak halinde) mahlûkatın haricî varlığı inkâr edilir (Ehl-i Sekr gibi).
Bilakis, Hâlık (Vâcib-ül Vücud) ve mahlûk (mümkün-ül vücud) “fark” edilir. Mahlûkatın, Hâlık’ın eseri, sanatı ve O’nun isimlerinin tecelligâhı olduğu “sahv” (ayıklık) halinde idrak edilir.
5. Tevhidin Delilleri: Bürhan-üt Temanü’ ve Kâinatın Nizamı
Metin, Allah’ın varlığının (“vücud-u Sâni'”) delillerinin icmalinden sonra, Tevhidin (birliğinin) delillerine geçer:
a. Bürhan-üt Temanü’ (İki İlahın İmkânsızlığı Delili):
Metin, “Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler” dedikten sonra, en mühim delile işaret eder ve şu ayeti iktibas eder:
﴿لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾
Meali : “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ Sûresi, 21/22)
İzahı: Metnin dediği gibi, “istiklal (bağımsızlık), uluhiyetin hâssa-i zâtiyesidir”. Eğer birden fazla ilah olsaydı, her biri bağımsız olmak isteyecekti. Kâinattaki bir işe dair iradeleri ya aynı olacaktı (o zaman biri atıl kalır, ilah olamaz) ya da farklı olacaktı (o zaman çekişme çıkar, nizam “fesada” uğrar). Kâinattaki bu muazzam nizam ve intizam, Hâkim’in tek (“Vâhid”) olduğunun isbatıdır.
b. Kâinatın Nizam ve İntizamı (İkinci Tenvir):
Metin, kâinattaki Tevhidi gösteren diğer delilleri şöyle sıralar:
• Teşabüh-ü âsâr: Eserlerin (sanatların) birbirine benzemesi (aynı kalemin, aynı ilmin eseri olduğunu göstermesi).
• Muanaka ve el ele tutmuş: Kâinattaki unsurların birbiriyle kucaklaşması, dayanışma içinde olması (Tesanüd).
• Birbirinin sualine karşı cevab-ı savab: Birbirlerinin ihtiyacına tam cevap verilmesi (bulutun bitkilerin imdadına yetişmesi gibi).
• Bir nokta-i vâhideye temaşa etmek: Her şeyin, tek bir Sâni’in isimlerine bakması.
• Bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek: Bütün kâinatın tek bir nizam ekseninde dönmesi.
Bütün bu noktalar, “Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor.” (Yani Allah’ın birliğine işaret, hatta açıkça beyan ediyor).
6. Allah’ın Sıfatları: Mutlak Kemal ve Mutlak Tenezzüh
Metnin sonundaki “İşaret” bölümü, Allah’ın sıfatlarının iki temel esasını özetler:
a. Evsaf-ı Kemaliye (Kemal Sıfatları ile Mutlak Sıfatlanma):
Allah, “ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır.” Delili nedir? Delil, “masnu”dur (sanat eseridir).
• “Masnu’da olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir.” Yani, bu kâinatta gördüğümüz güzellik (hüsün), mükemmellik (kemal), cömertlik (ihsan), yaratıcılık (icad) gibi bütün kemaller, onların Yaratıcısının sonsuz kemalinden süzülmüş “çok zayıf bir gölgedir.”
• Metnin getirdiği kaide: “Evet ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir.”
• Yani: İkram etmek, bir servetin varlığını gösterir.
• Yaratmak (icad), bir Vücud’un (varlığın) varlığını gösterir.
• Gereklilik (îcab), bir Vâcib-ül Vücud’un (Zorunlu Varlık) varlığını gösterir.
• Güzelleştirmek (tahsin), bir Hüsn’ün (Güzellik sahibinin) varlığını gösterir.
• Madem gölgede bu kadar kemal var, o halde Zât’ta “lâyuhad derecede yüksek tabakada” kemal sıfatları vardır.
b. Nekaisten Tenezzüh ve Münezzehiyet (Noksan Sıfatlardan Uzak Olma):
Allah, “cemi’ nekaisten münezzehtir.” O’nun Zâtı ve sıfatları, mahlûkatın noksanlıklarından mukaddestir.
• Noksanlıklar nereden kaynaklanır? Metin, “Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından” ve “Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından” kaynaklandığını belirtir.
• Yani: Noksanlık, acizlik, fakirlik, fanilik, değişmek, hastalanmak, mekâna muhtaç olmak gibi vasıflar; “mümkün” (yaratılmış) ve “maddî” olmanın gereğidir. Allah ise Vâcib’dir, maddeden münezzehtir. Dolayısıyla O, mahlûkata ait bu noksan vasıflardan da mukaddestir.
Bu iki esası (Mutlak Kemal ve Mutlak Tenezzüh) cem eden, Kur’an’ın Tevhid akidesinin özeti olan şu ayetle metin tamamlanır:
﴿…لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ﴾
Meali : “…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/11 ‘in bir kısmı)
Bu ayetin;
• لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) kısmı, Allah’ın Tenezzühünü (münezzehiyetini) ve mahlûkata benzemediğini (muhalefetün li’l-havâdis) ifade eder.
• وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ (O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir) kısmı ise, O’nun Kemal Sıfatlarını (işitme, görme, ilim, kudret vb.) isbat eder.
Hülâsa (Netice):
İktibas ettiğiniz bu metin, İslâm akidesinin merkezinde yer alan “Tevhid”i; yani Allah’ın hem Zâtında (Vahdet-ül Vücud’un batıl manasını reddederek) hem de Rububiyetinde (Bürhan-üt Temanü’ ile) tek olduğunu isbat eder. Aynı zamanda, O’nun mahlûkatla olan münasebetinin “hulûl” veya “ittihad” değil, “tecelli” ve “feyz” suretinde olduğunu; Zât’ının ise her türlü kemal ile muttasıf, her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ayetler ve aklî delillerle ortaya koyan veciz ve derin bir tahlildir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
İkinci Maksad
Mukaddeme
Eğer desen:
Dibacede demiş idin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı birincisine şahid ve meşhuddur.
Elcevab:
Neam, evet. Marifetullah denilen kâ’be-i kemalâta giden minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere Aleyhisselâm’ın yaptığı tarîk-i hadîd-i beyzasıdır ki; ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed Aleyhisselâm, avalim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin ma’kes ve tercümanı makamında olan lisan-ı sadıkı, berahin-i Sâni’in en sadık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir. Evet hem zâtı, hem lisanı birer bürhan-ı neyyirdir. Neam, hilkat tarafından Zât-ı Muhammed bürhan-ı bahirdir. Hakikat canibinden lisanı, şahid-i sadıktır. Evet Muhammed Aleyhisselâm hem Sâni’e, hem nübüvvete, hem haşre, hem hakka, hem hakikata bir hüccet-i katıadır. Tafsili gelecektir.
Tenbih:
Devir lâzım gelmez. Zira sıdkının delaili, Sâni’in delailine tevakkuf etmez.
Temhid:
Peygamberimiz (A.M.) Sâni’in bir bürhanıdır. Öyleyse şu bürhanın isbat-ı sıdkını ve intacını ve sureten ve maddeten sıhhatini isbat etmek gerektir… Nahu:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ ßالَّذ۪ى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ
Emma ba’dü:
Ey hakikatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca’ etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za’fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir.
{1: Dikkat lâzımdır.}
Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’atı taskil ve tasfiye et, müvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezahür eden hakikatın şu’le-i cevvalesini karine-i münevvire et; tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def’ edebilesin… Hem de munsıfane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle…
Tenbih:
Şu bürhanın suğrası, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İşte başlıyoruz:
İşaret:
Sâni’in hikmeti ve ef’alindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev’-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev’-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat’an istilzam ederler…
Eğer desen:
Bu icmaldeki manayı anlamadım, tafsil et…
Derim: İşte dinle, görüyorsun ki; maddiye ve maneviye olan nev’-i beşerdeki nizamatın, hem de hâsiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok enva’ın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir:
Birincisi:
“Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle: Nur-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve irca’ etmekle hasıl olan kabiliyet-i ilim ve terkib dedikleri kavanin-i cariyeyi istimal edip, san’atıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i san’attan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin müvazenesi muhafaza olunsun.
İkincisi:
Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir…
İşaret:
Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye ve her cihetten tasallut-u tâm verildiği halde.. istidadındaki lâ-yetenahîliğin hükmünce bir “âh.. âh.. leyte”yi çekecektir. Güya o adem-i rıza ile remz ve işaret ediyor ki: İnsan ebede namzeddir ve saadet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.
Tenbih:
Adem-i abesiyet ve hakaik-i eşyanın sübutiyetleri îma ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve herbir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle keşmekeş ve tehasüdden hâlî olmayan şu dünya-yı deniye içinde kemalât-ı insaniye yerleşmez. Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sünbüllensin ve ahval ve kemalâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hemdest-i vifak olabilsin.
Tenbih ve İşaret:
İstitradî olarak haşre îma olundu. İleride zâten bürhan-ı kat’îyle isbat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidad ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve nâtıkıyetin kıymetine ve istidadın muktezasına teemmül ve tedkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör… Yanına git ve de: “Ey hayal ağa!.. Beşaret sana!. Dünya ve mâfîhanın saltanatı milyonlar sene ömür ile beraber sana verilecektir, fakat akibetin dönmemeksizin fena ve ademdir.” Acaba hayal sana nasıl mukabele edecek? Âyâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevab verecektir? Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a’mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ.. saadet-i ebediyenin fıkdanına!..” diyecektir. Hayale zecr ve ta’nif ederek: “Yahu! Bu dünya-yı fâniye ile razı olma!” İşte ey birader, hîna bu saltanat-ı fâniye, sultan-ı insaniyetin en hakir hizmetkârı veyahut şâiri veyahut san’atkâr ve tasvircisini işba’ ve razı edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti işba’ edebilir? Kellâ!.. Neam.. onu işba’ edecek yalnız haşr-i cismanînin sadefinde meknun olan saadet-i ebediyedir.
Üçüncüsü:
İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab’ı ve zînete olan meylidir. Yani: İnsanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir. Neam, insan hayvan gibi yaşamamalıdır ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münasib bir kemal ile yaşamak gerektir. Binaenaleyh beşere mesken ve melbes ve me’keli, sanayi-i kesîre ile taltif etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebna-yı cinsiyle imtizac etmek.. o da, iştirak etmek.. o da, teavün etmek.. o da, sa’yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber kuva-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç.. o da, her aklın adalete adem-i kifayetine binaen onu muhafaza edecek kavanin-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç.. o da, tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine.. o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve manen tefevvuka.. hem de Sâni’-i Âlem’in tarafından bazı umûr ile muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nisbete, hem de evamirine olan itaatı temin ve tesis eden azamet-i Sâni’in tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâni’in canibine efkârı tevcih eder.
O teveccüh ise inkıyadı tesis, o inkıyad dahi, nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi adem-ül abesiyeti ve Sâni’in hikmeti, masnu’daki teennuku kendine şahid gösterir.
İşte eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâse ile olan temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev’-i beşerde kutub, belki merkez ve bir mihverdir ki; ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:
Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevk-ül insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarîk-ı akıldaki evhamın ihtilatı, nasıl nev’-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid Peygamberdir.
İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâ-yetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü’ edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir. İşte şeriatı getiren Peygamberdir.
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’nın derin ve hikmetli bahislerinden birini teşkil etmekte ve “İkinci Maksad” başlığı altında, Nübüvvet-i Mutlaka’nın (peygamberliğin bir müessese olarak zaruretinin) ve hususan Nübüvvet-i Ahmediye’nin (Aleyhissalâtü Vesselâm) kâinatın ve Sâni’-i Zülcelal’in en büyük bir bürhanı (delili) olduğunu aklî ve mantıkî delillerle isbat etmektedir.
Metnin ruhu, Kelime-i Şehadet’in ikinci rüknü olan “Muhammedün Resûlullah” hakikatinin, birinci rüknü olan “Lâ ilâhe illâllah” hakikatinin en parlak şahidi ve delili olduğunu izah etmektir.
İkinci Maksad’ın İzahı: Nübüvvetin Lüzumu ve Hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
Metniniz, Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğinin (Vücub-u Vücud) isbatında en metin, en müstakim yolun, Medine-i Münevvere Sahibi’nin (A.S.M.) yolu olduğunu beyan ile başlar. O Zât (A.S.M.), bizzat kendi zâtı (şahsiyeti, hilkati) ve lisanı (tebliği, Kur’an’ı) ile Sâni’in (Yaradan’ın) varlığına iki parlak bürhandır.
Metin, bu davanın isbatını iki mertebede ele alır:
• Suğra (Küçük Önerme): Nübüvvet-i Mutlaka’nın, yani peygamberlik müessesesinin, nev-i beşer için zarurî bir ihtiyaç olduğunun isbatı.
• Kübra (Büyük Önerme): Nübüvvet-i Muhammed’in (A.S.M.), bu zarurî ihtiyaca en mükemmel ve cihan şümul cevap olduğunun isbatı.
Metin, Nübüvvet-i Mutlaka’nın lüzumunu, insanın hayvandan ayrıldığı üç temel terakki (yükseliş, farklılaşma) noktası üzerinden izah eder.
Birinci Nokta: İnsanın Fikrî Yapısı ve Mürşide Olan Zarurî İhtiyacı
Metnin, insanın ilk terakkisini, “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” kaidesiyle izah eder.
İzahı:
İnsan, hayvandan farklı olarak, nazar (bakış, tefekkür) nuruyla hadiselerin ardındaki ilel-i müterettibe-i müteselsileyi (birbirine bağlı ve zincirleme sebepleri) keşfeder. Kâinattaki mürekkebatı (bileşikleri) besaite (basit unsurlara) tahlil (analiz) eder ve bu unsurları terkib (sentez) ederek ilim ve san’atı ortaya koyar. İnsan, san’atıyla tabiatı muhakât (taklit) etmeye çalışır.
Fakat metin, bu kabiliyete rağmen insanın dört mühim zaafına işaret eder:
• Nazarının kusuru: Aklın her hakikati tek başına ihata edememesi.
• Evhamın müzahameti: Vehimlerin, şüphelerin hakikati bulandırması.
• Sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti: İnsanı idare eden derûnî sevklerin ve hislerin, hakikate vasıl olmakta yetersiz kalışı.
Bu zaaflar sebebiyle insan, kâinattaki nizam-ı ekmelin (en mükemmel düzenin) müvazenesini (dengesini) tek başına anlayamaz ve koruyamaz. İşte bu noktada, aklı ve nazarı kusursuz, vehimlerden arınmış, doğrudan doğruya Sâni’-i Âlem’den ders alan bir Mürşid-i Nebi’ye (Peygamber olan yol göstericiye) şiddetle ve zaruretle muhtaçtır.
Müradifler:
• Mürşid: Doğru yolu gösteren, irşad eden, rehber.
• Muallim: Talim eden, öğreten.
• Nizam-ı Ekmel: En mükemmel düzen, kusursuz intizam.
• Tahlil ve Terkib: Analiz ve sentez.
Ayet-i Kerime ( Meali):
Peygamberlerin gönderiliş hikmeti, insanların ihtilaflarını çözmek ve onlara yolu göstermektir:
${كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ ف۪يمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ …}$
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. Onlarla birlikte, insanların aralarında ayrılığa düştükleri konularda hüküm vermeleri için gerçeği içeren kitabı indirdi. …” (Bakara, 2/213)
İkinci Nokta: İnsanın Gayr-ı Mütenahî İstidadı ve Ebede Olan İhtiyacı
Metin, insanın ikinci farkını, gayr-ı mütenahî (sonsuz) olan istidadı, emelleri, tasavvurları ve kuvveleri (şehvet ve gazap) olarak tasvir eder.
İzahı:
İnsanın yapısına (doğasına) dercedilen kabiliyetler, arzular, emeller ve duygular sonsuz bir açlık içindedir. Metnin bu hakikati, “Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye… verildiği halde.. bir ‘âh.. âh.. leyte’yi çekecektir” cümlesiyle tasvir eder.
Bu adem-i rıza (kanaat etmeme, tatmin olmama) hali, insanın bu fâni dünyaya sığmadığının ve ebede namzed (sonsuzluğa aday) olduğunun en büyük delilidir. İnsan, saadet-i ebediye (sonsuz mutluluk) için halk olunmuştur.
Metin, bu noktada haşre (yeniden dirilişe) dair istitrâdî (konu dışı gibi görünen ama bağlantılı) bir îma yapar: İnsanın en hakir hizmetkârı olan hayal dahi, sonu adem (yokluk) olan fâni bir saltanata razı olmazken, nasıl olur da bütün bu duyguların ve kabiliyetlerin sultanı olan cevher-i insaniyet (insanlık cevheri) yoklukla tatmin olabilir? Kellâ! (Asla!)
İnsanı ancak haşr-i cismanînin (bedensel dirilişin) sadefinde saklı olan saadet-i ebediye tatmin edebilir. İşte nev-i beşeri bu ebedî hayata hazırlayacak ve o hayatın varlığını ders verecek bir Muallim-i Ebedî olan peygambere ihtiyaç zarurîdir.
Müradifler:
• Gayr-ı Mütenahî: Sonsuz, nihayetsiz, bitimsiz.
• İstidat: Kabiliyet, potansiyel, yatkınlık.
• Âmâl: Emeller, uzun vadeli arzular.
• Adem-i Rıza: Razı olmama, tatminsizlik.
Ayet-i Kerime ( Meali):
İnsanın yaratılışının bir gayesi olduğunu ve başıboş bırakılmadığını (yani ebedî bir hayata namzed olduğunu) belirten şu ayet, metnin ruhuna tam mutabıktır:
${اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ}$
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115)
Üçüncü Nokta: İnsanın Medenî Tabiatı ve Nizam-ı Adalete Olan İhtiyacı
Metin, insanın üçüncü farkını, itidal-i mizacı (dengeli yaratılışı), letafe-i tab’ı (ince yapısı) ve zînete olan meyli olarak belirtir. Bu, insanın medenî bir hayata olan fıtrî meylidir.
İzahı:
İnsan, hayvan gibi tek başına yaşayamaz. İnsaniyete layık bir suret-i taayyüş (hayat sürme biçimi) için medeniyete muhtaçtır. Bu medeniyet; mesken (barınak), melbes (giyim) ve me’kel (yiyecek) gibi ihtiyaçların sanayi-i kesîre (pek çok sanat ve endüstri) ile karşılanmasını gerektirir.
Metin, burada bir zaruretler zinciri kurar:
• San’at için insanın gücü yetmez; ebna-yı cinsiyle (insan türünün diğer fertleriyle) imtizac (birlikte yaşamaya) muhtaçtır.
• Bu birliktelik iştirak (ortaklık) ve teavün (yardımlaşma) gerektirir.
• Teavün, sa’yin semeratını (emeğin ürünlerini) mübadele etmeyi (değiş tokuş) iktiza eder.
• Ancak insandaki inhimak ve tecavüz (aşırı hırs ve başkasının hakkına tecavüz etme) meyli sebebiyle adalete ihtiyaç vardır.
• Her aklın adalet anlayışı farklı olduğundan, kavanin-i külliyeye (herkesi bağlayan küllî kanunlara) ihtiyaç duyulur.
• Bu kanunların tesirini muhafaza etmek için bir mukannine (kanun koyucuya) ihtiyaç vardır.
• Bu mukanninin (kanun koyucunun) Sâni’-i Âlem tarafından imtiyaz (üstünlük) ve kuvvet-i nisbet (Allah’a dayanan bir güç) ile muhassas (özelleştirilmiş) olması gerekir ki, insanlar ona itaat etsin.
• Bu itaati temin etmek için, Sâni’in azametini kalplerde idame edecek (canlı tutacak) mükerrer bir müzekkire (tekrarlanan bir hatırlatıcı) olan ibadete muhtaçtır.
• İbadet, fikirleri Allah’a yöneltir (teveccüh), bu da inkıyadı (boyun eğmeyi) tesis eder ve bu da nizam-ı ekmele (mükemmel düzene) ulaştırır.
Bu zincirin tamamı, ancak ve ancak Sâni’-i Âlem tarafından gönderilen, O’nun namına konuşan ve O’nun şeriatını getiren bir Peygamber ile mümkündür.
Müradifler:
• Taayyüş: Birlikte yaşama, geçinme.
• Teavün: Yardımlaşma.
• Kavanin-i Külliye: Genel/tümel kanunlar.
• Mukannin: Kanun koyucu, yasa yapıcı.
• İnkıyad: İtaat etme, boyun eğme.
Ayet-i Kerime ( Meali):
Peygamberlerin adalet (mizan) ve kitap ile gönderilmesi, tam da metnin bu üçüncü noktasını isbat eder:
$\text{لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ …}$
“Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. …” (Hadîd, 57/25)
Netice ve Hâtime
Metnin, bu üç cihet (fikrî yapı, ebedî istidat, medenî tabiat) ile Nübüvvet-i Mutlaka’nın, nev-i beşerin kutbu ve merkezi olduğunu, bütün insanlık tarihinin bu mihver üzerinde döndüğünü isbat eder.
• Birinci cihet, bir Muallim ve Mürşid’i (Hz. Muhammed A.S.M.)
• İkinci cihet, ebedî istidatlara cevap verecek zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeyi (Kur’an-ı Kerim’i)
• Üçüncü cihet, adaleti tesis edecek bir Sahib-i Şeriat’ı (Hz. Muhammed A.S.M.)
Zarurî kılar.
İşte bu zarurî olan Nübüvvet-i Mutlaka (Suğra/küçük önerme), en kâmil mertebede Nübüvvet-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) (Kübra/büyük önerme) suretinde tezahür etmiştir. O Zât (A.S.M.), hem Sâni’in varlığına, hem kendi nübüvvetine, hem haşre, hem de bütün hakikatlere en kat’î hüccettir.
Metindeki “Devir lâzım gelmez” tenbihi ise; “Allah’ı isbat için Peygamber’i (A.S.M.) delil getiriyorsun, Peygamber’i (A.S.M.) isbat için de Allah’ı delil getiriyorsun” şeklindeki muhtemel bir itiraza cevaptır. Cevabı şudur: Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sıdkının (doğruluğunun) delilleri (ahlâkı, mucizeleri, getirdiği nizam vs.) Allah’ın varlığının delillerine tevakkuf etmez (ona bağlı değildir). Bilakis, O Zât (A.S.M.), kendi doğruluğu ve mükemmelliği ile Sâni’in varlığına ayrıca ve müstakil bir delildir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Eğer desen:
“Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzamadırlar.”
Elcevab:
O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani: Ne kadar sureten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve maneviyaten ve manen faside ve muhtelledir.
Ey birader!.. İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise; kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır.
Vehim ve Tenbih:
“Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.
İşaret:
Binlerce enbiya, nev’-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mu’cizatla müddeayı isbat etmişlerdir. İşte o enbiyanın cemi’ mu’cizatları lisan-ı vâhid ile nübüvvet-i mutlakayı ilân eder. Bizim şu suğramıza dahi bir bürhan-ı katı’dır. Buna tevatür-ü bilmana veya ne tabir ile diyorsanız deyiniz, metin bir delildir.
Tenbih:
Şu muhakematın cihet-ül vahdeti budur ki: Eğer cemi’ fünun ele alınırsa ve fünunların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve intizama temaşa edilirse, hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın mayesi ve ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âheri içine atılmakla -ekl ve nikâhtaki gibi- perişan olan umûr ve ef’al o maye ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inayet-i İlahiye nokta-i nazarında nazar-ı dikkate alınırsa; hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet ve adem-i ihmali mütalaaya alınırsa, istikra-i tâmla netice veriyor ki: Mesalih-i külliyenin kutub ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev’-i beşerde zarurîdir… Farazâ olmazsa, perişan olan nev’-i beşer; güya muhtel bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa, biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?..
Tenbih:
Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâni’in suğrası senin sahife-i zihninde intikaş etmiş ise, hazır ol!. Kübrası olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine geçiyoruz:
İşaret ve İrşad:
Kübra sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyayı mütalaa etsen ve lisan-ı tarihte cereyan eden ahvallerini dinlersen ve hakikatı, yani cihet-ül vahdeti tesir-i zaman ve mekân ile girdiği suretlerden tecrid edebilirsen göreceksin ki: İnayet-i İlahiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin şu’lesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı; enbiya, düstur-u hareket ettiklerini ve nev’-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telakkileri ve ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi’-i şahsiye ve sair umûrlar ki onlara nebi dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise; evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziret-ül Arab’da menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan Zât-ı Muhammed’de daha ekmel ve daha azhar bulunur.
Demek oluyor ki: İstikra-i tâm ile, hususan nev’-i vâhidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin ianesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i netice vermekle beraber, tenkih-ül menat denilen hususiyattan tecrid nokta-i nazardan cemi’ enbiya lisan-ı mu’cizatlarıyla vücud-u Sâni’in bir bürhan-ı bahiresi olan Muhammed’in sıdkına şehadet ederler.
İtizar:
Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlakça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mes’ele uzunlaşıyor. Suret-i mes’eleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikatı incitmek istemiyorum. Hem de hakikatın etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız, febiha… Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. Keyfinize…
— · ⁖ · —
Bu metin, Nübüvvetin (Peygamberliğin) insan hayatı ve kâinat nizamı için aklî ve mantıkî bir zaruret olduğunu isbat etmeye matuf derûnî bir muhakemedir.
Giriş: Davanın Esası
Metnin temel davası şudur: İnsan nev’inin hakiki saadeti, ahlâkî tekâmülü ve içtimaî nizamı, ancak ve ancak Nübüvvetin tesis ettiği esaslara (Şeriat-ı İlahiye) ittiba ile mümkündür. Felsefenin veya beşerî tecrübelerin ürettiği “ahlâk nazariyeleri” bu gayeyi teminde kâfi değildir.
1. Zahirî Nizamın Aldatıcılığı ve Nübüvvetin Tesisi
Metin, muhtemel bir itirazı (“desen”) cevaplayarak başlar: “Dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri (halleri, durumları) muaddele (âdil) ve munazzamadırlar (düzenlidirler).”
Elcevab (Cevap):
Metin bu iddiayı temelden tenkit eder:
• Menşe (Kaynak) Meselesi: O toplumlarda görülen zahirî adalet ve intizam, aslında ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır (uyarı ve doğru yolu göstermeleriyledir). Yani, o medeniyetin temelindeki ahlâkî kodlar ve fazilet esasları, tarih boyunca enbiyanın (nebilerin, peygamberlerin) tesisleriyledir. Beşeriyet, bu ilahî menşeli esasları (maddeyi) almış, kendi hayatlarına tatbik etmişlerdir. Onların nizamı, aslî değil, iktibasîdir (alıntıdır).
• Mahiyet (Nitelik) Meselesi: Bu nizam ve saadet muvakkattır (geçicidir). Bir cihetten kaime (ayakta) ise, çok cihattan mâile (eğri) ve münhaniyedir (bükülmüştür).
• Müradif İzahı: Yani, zahiren (dışsal olarak), maddeten (materyal olarak) ve lafzen (sözde) muntazam görünse de; hakikatte sîreten (ahlâken), maneviyaten ve manen faside (bozuk) ve muhtelledir (düzensiz, karmaşıktır). Derûnî bir çürümüşlük söz konusudur.
2. Ahlâkî İfsad ve Kâinatın Hikmetine Zıddiyeti
Metin, Nübüvvet rehberliği olmadığında ahlâkın nasıl ifsad olduğunu izah eder:
• İfrat ve Tefrit: Rehbersiz kalan ahlâk, ifrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) arasında savrulur. Bu savrulma, insanın istidadatını (kabiliyetlerini) ifsad ediyor (bozuyor).
• Abesiyet (Anlamsızlık): Bozulan bu kabiliyetler, hayatı abesiyeti intac eder (netice verir). İnsan, gayesiz ve manasız bir varlık haline gelir.
• Hikmet-i İlahiyeye Münakızlık (Aykırılık): Bu abesiyet (anlamsızlık) ise, kâinatın en küçük… şeylerinde… riayetiyle, âlemde hükümferma… olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır (zıttır). Zira tabiat, zerrelerden güneşlere kadar, bir gaye ve intizam ile hareket ederken, en şerefli mahlûk olan insanın gayesiz kalması, bu cihan şümul hikmete aykırı düşer.
Cenâb-ı Hak, bu hikmeti ve abesiyetin reddini şöyle beyan eder:
$”Biz, göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$
(Sâd Suresi, 38/27 )
3. “Meleke-i Hukuk” Yanılması ve Şeriatın Lüzumu
Metin, (“Vehim ve Tenbih” başlığı altında) modern felsefenin “Şeriata ihtiyaç yoktur, insanlar zamanla ‘hukuk melekesi’ kazanarak kendi nizamlarını kurarlar” şeklindeki iddiasını çürütür:
• Teşhis: Bu iddia, yani “meleke-i marifet-i hukuk” (hukuk bilgisi yetisi) veya “meleke-i riayet-i hukuk” (hukuka uyma yeteneği) denilen emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak görmek, bir tevehhüm-ü bâtıldır (asılsız bir kuruntudur).
• Deliller:
• Tarihî Delil: Dünya ihtiyarlamış (insanlık tarihi çok ilerlemiş) olmasına rağmen, böyle bir melekenin (Şeriattan müstağni) mukaddematı (gerekli ön koşulları) dahi zahir olmadı.
• Vakıa Delili: Mehasinin (iyiliklerin) terakkisiyle (ilerlemesiyle) beraber mesavi (kötülükler) dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Teknoloji ilerlerken, zulmün ve aldatmanın da şekil değiştirmesi gibi.
• Kıyas Delili: Nasıl ki nevamis-i hikmet (kâinattaki hikmet kanunları, yani fizik/kimya kanunları), desatir-i hükûmetten (devletin idarî kanunlarından) müstağni (bağımsız) değilse; öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat (ilahi kanunlar) ve fazilete eşedd-i ihtiyaç (en şiddetli ihtiyaç) vardır. Yani, tabiat kanunları nasıl bir nizamı gösteriyorsa, insan vicdanı da o nizamın tamamlayıcısı olan ilahî kanunlara muhtaçtır.
• Netice: Beşerin kendi kendine oluşturduğu bu mevhume (vehmedilen, hayalî) ahlâk melekesi, insanın kuva-yı selâsesini (üç temel gücünü: akıl, gazap, şehvet) itidalde, yani hikmet, şecaat ve iffette muhafaza etmeye kâfi değildir.
• Zaruret: Binaenaleyh (bundan dolayı) insan bizzarure… mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.
Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bu “mizanı” (ölçüyü, adaleti) getirme vazifesine şöyle işaret eder:
$”Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar…”$
(Hadîd Suresi, 57/25 )
4. Nübüvvet-i Mutlaka’nın (Genel Peygamberliğin) İsbatı
Metin, Nübüvvetin lüzumunu isbat ettikten sonra, “Nübüvvet-i Mutlaka”nın (peygamberlik mefhumunun) kendisinin hakikat olduğunu isbat eder:
• Delil (İşaret): Binlerce enbiya, Nübüvveti iddia etmiş ve bunu binlerce mu’cizatla (mucizelerle) isbat etmişlerdir.
• Hüküm: Bütün bu enbiyanın bütün mucizeleri, lisan-ı vâhid ile (tek bir dille) “Nübüvvet” mefhumunun hakkaniyetini ilan eder.
• İstidlâl (Delil Çıkarma): Buna tevatür-ü bilmana (manevî tevatür) denir. Yani, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan binlerce sadık zatın (enbiyanın) aynı davada (tevhid ve nübüvvet) ittifak etmeleri, bu davanın hakkaniyetine metin bir delildir.
Metnin “Tenbih” başlığı altındaki muhakemesi ise, Nübüvvetin kâinat nizamı içindeki yerini gösteren bir istikra-i tâm (tam tümevarım) delilidir:
• Cemi’ fünun (bütün fenler, bilimler) kavaidinin (kurallarının) gösterdiği ittisak ve intizam (uyum ve düzen),
• Mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın (dağınık cüz’î faydaların), ekl ve nikâh (yeme ve evlenme) misalindeki gibi bir lezzet veya muhabbet mayesiyle büyük bir gayeye bağlandığını gösteren inayet-i İlahiye nazarı,
• Hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet (abesiyetsizlik, anlamsızlığın olmaması),
Bütün bu deliller birlikte mütalaa edilirse şu netice çıkar:
Nübüvvet, mesalih-i külliyenin (bütün insanlığın ortak faydalarının) kutub ve mihveri (kutbu ve ekseni) ve maden-i hayatı hükmündedir. Nübüvvet, insan nev’i için zarurîdir.
Farazâ olmazsa, insan nev’i, bu muntazam âleme düşmüş muhtel (bozuk) bir âlem gibi olur ve kâinatın umumî ahengini bozar.
5. Nübüvvet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) Hususî İsbatı
Metin, “Nübüvvet lazımdır” olan suğrayı (küçük öncül) isbat ettikten sonra, “Muhammed (A.S.M.) Nebidir” olan kübraya (büyük öncül) geçer:
• Delil (İşaret ve İrşad): Tarih boyunca âsâr-ı enbiyayı (peygamberlerin eserlerini) mütalaa edip, tesir-i zaman ve mekândan tecrid ederek (soyutlayarak) hakikate bakarsan, şunu görürsün:
• Enbiyanın düstur-u hareket ettiği mehasin-i mücerrede (soyut iyilikler), hukukullah (Allah’ın hakları) ve hukuk-u ibâd (kulların hakları)…
• Ve onları “nebi” yapan terk-i menafi’-i şahsiye (şahsî menfaatleri terk etme) gibi esaslar…
• Bütün bu esaslar, Zât-ı Muhammed’de (A.S.M.) daha ekmel (daha mükemmel) ve daha azhar (daha açık, parlak) bulunur.
Kur’an-ı Kerim, O Zât’ın (A.S.M.) bu cihan şümul ve ekmel vazifesini şöyle tasvir eder:
$”Biz seni, bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”$
(Sebe’ Suresi, 34/28 )
• Netice:
• İstikra-i tâm (tam tümevarım) ve kıyas-ı evlevî (evleviyet yoluyla yapılan kıyas), Nübüvvet-i Muhammed’i (A.S.M.) netice verir. (Yani: Madem ki o esaslara sahip olanlar Nebi oldular; o esasların en mükemmeline sahip olan O Zât (A.S.M.), evleviyetle Nebidir.)
• Tenkih-ül menat (hükmün gerekçesini netleştirme) yoluyla bakıldığında, cemi’ enbiya (bütün peygamberler), lisan-ı mu’cizatlarıyla… Muhammed’in (A.S.M.) sıdkına (doğruluğuna) şehadet ederler.
Hulasâ ve İtizar (Özet ve Özür)
Metnin hülasası şudur: İnsan hayatı ve medeniyeti için ahlâk, adalet ve nizam elzemdir. Bu nizamı, beşerin kendi aklı veya tecrübesi (meleke-i hukuk) tam ve kâfi seviyede tesis edemez; zira bu, ya ifrat ve tefrite düşer ya da zahirde kalır, derûnî fesadı tedavi edemez. Bu durum, kâinattaki cihan şümul hikmete zıttır.
O halde, bu nizamı ve ahlâkî mizanı tesis edecek ilahî bir rehber (Nübüvvet) zarurîdir. Bütün peygamberlerin mucizeleriyle isbat ettiği bu Nübüvvet müessesesi, en kâmil, en parlak ve cihan şümul suretini, kendisinden evvelki bütün peygamberlerin de bir nevi tasdik ettiği Zât-ı Muhammed’de (A.S.M.) bulmuştur.
Metnin sonundaki “İtizar” (özür) bahsi ise, bu hakaikin (hakikatlerin) her tarafa derin köklerini attıklarından dolayı, meselelerin kısa cümlelerle ifade edilmesinin zorluğunu, hakikati incitmemek ve tam manasıyla mahsur kalıp kaçmaması için meseleyi bütüncül bir daire içinde izah etme mecburiyetini beyan etmektedir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Mukaddeme
Peygamberin delil-i sıdkı; herbir hareket, herbir halidir… Evet herbir hareketinde adem-i tereddüd ve mu’terizlere adem-i iltifat ve muarızlara adem-i mübalât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatın ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir.
Elhasıl:
Tahavvüf ve tereddüd ve telaş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı îma eden umûrlardan müberra iken, bilâ-perva ve kuvvet-i itminanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat kaideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan yani bidayet ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. Bahusus mecmu’-u harekâtının imtizacından ciddiyet ve hakkıyet şu’le-i cevvale gibi ve in’ikasatından ve müvazenatından sıdk ve isabet, berk-i lâmi’ gibi tezahür ve tecelli ediyor.
İşaret:
Zaman-ı mazi ve zaman-ı hal, yani Asr-ı Saadet ve zaman-ı istikbal tazammun ettikleri berahin-i nübüvvet lisan-ı vâhid ile maden-i ahlâk-ı âliye olan Zât-ı Muhammed’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâî-yi sıdkı ve dellâl-ı nübüvveti olan bürhan-ı zâtînin nidasına cevab ve hemdest-i vifak olarak nübüvvetini i’lâ ve ilân ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu halde kitab-ı âlemden olan fasl-ı zamanın sahife-i selâsesini mütalaa edeceğiz. Hem de o kitabdan mes’ele-i uzma ve münevvere olan Zât-ı Muhammed’i (A.M.) temaşa ve ziyaret edeceğiz. Müddeamız olan bürhanın kübrasını onun ile isbat edeceğiz.
İşte bu noktaya binaen mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur.
Birinci Meslek
Yani, mes’ele-i âliye-i zâtiyeyi temaşa etmekte dört nükteyi bilmek lâzımdır:
Birincisi:
لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ
kaidesine binaen sun’î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından heyetinin feletatı, müzahrefiyeti îma edecektir.
İkincisi:
Ahlâk-ı âliyenin, hakikatın zeminiyle olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idame eden ve imtizaclarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren, heyet-i mecmuasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.
Üçüncüsü:
Umûr-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezâdde olan eşyalarda tenafür ve tedafü’ kaide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; maneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.
Dördüncüsü:
لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ
Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr ve siyer ve tarih-i hayatı… Hattâ a’danın şehadetleriyle, Zât-ı Peygamber’de vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihata ve tecemmu’ ve imtizacından tevellüd eden izzet ve haysiyetten neş’et eden şeref ve vakar ve izzet-i nefs ile ferişteler, devlerin ihtilat ve istiraklarından tenezzühleri gibi sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu’ ve tenezzüh ve teberri ederler. Hem de hayat ve mayeleri makamında olan sıdk ve hakkıyeti tazammun ettiklerinden, şu’le-i cevvale gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.
Tenbih:
Ey birader! Görüyorsun ki: Bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa, o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemi’ ahlâk-ı âliye birden tecemmu’ ede…
Evet mecmu’da bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.
İşaret ve Tenbih:
Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat herbir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda asr-ı saadet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki: Sıdk kendi hüsn-ü hakikîsini kemal-i haşmetle izhar ve onun ile temessük eden Muhammed’i (A.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe i’lâ ve âlemde inkılab-ı azîmi îka ettiğinde şarktan garba kadar kizbden bu’d derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini i’lâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gayet nâfık ve râic etmiştir.
{1: Şimdiki hürriyet gibi.}
Ve kizb ise: Teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhar ve onun ile temessük eden Müseylime ve emsali, esfel-i safilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesad etmiştir.
{2: Menfur casusluk gibi.}
İşte ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arab’ın tabiatlarındaki meyl-ür râic saikasıyla müsabaka ederek o kâsid kizbi terkedip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte sahabelerin aklen olan adaletleri bu sırdan neş’et eder.
İrşad ve İşaret:
Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe’ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat ve müvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve hiçbir hali mesturiyeti muhafaza etmeyen -lâsiyyema öyle ehl-i inada karşı- bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılab-ı azîm nazara alınırsa; haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levmetsin… Zira zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır. Hem de en hatarlı makamlarda -gar’da gibi- tarîk-i halâsı mefkud iken ve hayt-ul emel bihasebi’l-âde kesilirken, gayet metanet ve kemal-i vüsuk ve nihayet-i itminan ile olan hareket ve hal ve tavrı, nübüvvet ve ciddiyetine şahid-i kâfidir ve hak ile temessük ettiğine delildir.
İkinci Meslek
Yani: Sahife-i ûlâ, zaman-ı mazidir. İşte şu sahifede dört nükteyi nazar-ı dikkate almak lâzımdır:
Birincisi:
Bir fende veyahut kısasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse, o fende hazakat ve meharetini gösterir.
İkincisi:
Ey birader!.. Eğer tabiat-ı beşere ârif isen; küçük bir haysiyetle, küçük bir davada, küçük bir kavimde, küçük bir hilafın serbestiyetle irtikâb olunmadığına nazar edersen; gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesîm bir davada, hasra gelmeyen bir kavimde, hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmiliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil olmayan mes’elelerde, tam serbestiyetle bilâ-perva ve kemal-i vüsuk ile alâ ruûs-il eşhad zikir ve nakilden güneş gibi sıdkın tulû’ edeceğini göreceksin.
Üçüncüsü:
Bedevilere nisbet çok ulûm-u nazariye vardır; medenîlere nisbeten lisan-ı âdât ve ef’alin telkinatıyla, ulûm-u mütearifenin hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye binaen bedevilerin hallerini muhakeme etmek için, kendini o bâdiyede farzetmek gerektir. Eğer istersen İkinci Mukaddeme’ye müracaat et, zira şu nükteyi izah etmiştir.
Dördüncüsü:
Bir ümmi, ülema meyanında mütedavil bir fende beyan-ı fikir ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefün-fîha olan noktalarda muhalefet edip, musahhihane olan söylemesi, onun tefevvukunu ve kesbî olmadığını isbat eder.
Şu nüktelere binaen deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.
Teznib:
Cemi’ enbiyanın delail-i nübüvvetleri, sıdk-ı Muhammed’e (A.M.) delildir ve cemi’ mu’cizatları, Muhammed’in bir mu’cize-i maneviyesidir (Aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.
İşaret:
Ey birader!.. Bazan kasem, bürhanın yerini tutar. Zira bürhanı tazammun eder. Öyle ise:
وَالَّذ۪ى قَصَّ عَلَيْهِ الْقِصَصَ لِلْحِصَصِ وَسَيَّرَ رُوحَهُ ف۪ى اَعْمَاقِ الْمَاض۪ى وَ ف۪ى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ الْاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَيْهِ وَ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ
Evet, neam. Onun nur-u nazarına hayal, kendini hakikat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten müstağnidir.
— · ⁖ · —
Bu metin, Peygamber Efendimiz’in (A.M.) nübüvvet davasındaki sıdkını (doğruluğunu) ve hakkıyetini (haklılığını), O’nun (A.M.) zâtına, ahlâkına ve ahvaline (hallerine) bakarak nasıl isbat edileceğini aklî ve mantıkî burhanlar (deliller) ile tasvir etmektedir.
Metnin Umumî Maksadı: Bürhan-ı Zâtî
Metnin tamamı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peygamberliğinin en büyük delilinin, O’nun (A.M.) bizzat kendi zâtı, şahsiyet-i maneviyesi ve ahlâk-ı âliyesi olduğunu isbat etmeye odaklanır. Haricî mucizelerden ziyade, O’nun (A.M.) her halinin bir “mucize” hükmünde olduğunu beyan eder.
Mukaddemenin İzahı: Tereddütsüz İtminan
Metin Özeti: Peygamberin (A.M.) her hareketi, O’nun (A.M.) sıdkının delilidir. Zira en tehlikeli anlarda dahi tereddüt etmemesi, muarızlarına iltifat etmemesi ve muhaliflerinden korkmaması (adem-i tahavvüf), O’nun (A.M.) davasındaki ciddiyetini ve Allah’a olan kâmil itminanını (tam güvenini) gösterir.
İzah:
Bir davanın hak olup olmadığını anlamanın en mühim ölçülerinden biri, o davayı süren şahsın halleridir.
• Adem-i Tereddüd ve Adem-i Tahavvüf (Tereddütsüzlük ve Korkusuzluk): Bir insan, eğer bir hile veya şahsî bir menfaat üzerine bir iddiada bulunuyorsa, en küçük bir tehlike veya muhalefet karşısında tereddüt eder, telaşlanır ve korkuya kapılır. Zira dayandığı nokta çürüktür.
• Resul-i Ekrem’in (A.M.) Hali: O (A.M.) ise, davasının ilk gününden itibaren en hatarlı (tehlikeli) makamlarda bulunmuştur.
• Mekke’de tek başına bütün dünyaya meydan okumuştur.
• Hicret esnasında Sevr Mağarası’nda (Gar’da), düşmanları tam mağaranın ağzındayken, arkadaşı Hz. Ebubekir’e (R.A.) gösterdiği kemal-i vüsuk (tam güven) ve nihayet-i itminan (sonsuz huzur), O’nun (A.M.) beşerî bir korkunun fevkinde (üstünde), ilahî bir muhafazaya dayandığını isbat eder.
Ayet Desteği ( Meali):
O’nun (A.M.) bu kâmil itminanını Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir eder:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu Mekke’den çıkardıklarında, mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimledir’ diyordu. Allah da onun üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusunu) indirmiş, sizin görmediğiniz ordularla onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/40)
Bu ayet, metindeki “en hatarlı makamlarda” ve “adem-i tahavvüf” (korkmama) haline en parlak misaldir.
Birinci Meslek: Ahlâk-ı Âliyenin Şehadeti
Metin Özeti: Bu meslek, O’nun (A.M.) zâtında toplanan yüce ahlâkın (ahlâk-ı âliye), O’nun (A.M.) sıdkına nasıl delil olduğunu dört nükte ile izah eder.
Nüktelerin İzahı:
• Birinci Nükte (Tabiîlik): لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ (Sürme çekmek, sürmelenmek gibi değildir). Yani, tasannu (yapmacıklık) ile elde edilen bir vasıf, tabiî (doğal) olanın yerini tutmaz. Bir insan, cesur olmadığı halde cesur görünmeye (tasannu) çalışsa, en kritik anda korkaklığı (feletatı) ortaya çıkar. Peygamber Efendimiz’in (A.M.) ahlâkı ise 40 sene boyunca (nübüvvet öncesi) ve 23 sene (nübüvvet sonrası) hiçbir zıtlık göstermeden devam etmiştir. Bu, O’nun (A.M.) ahlâkının sonradan kazanılmış bir yapmacıklık değil, fıtrî (tabiî) ve Allah vergisi olduğunun isbatıdır.
• İkinci Nükte (Sıdk ve Ciddiyet): Yüce ahlâkın (iffet, şecaat, hikmet, adalet) hayat damarı sıdk (doğruluk) ve ciddiyettir. Eğer bir şahısta kizb (yalan) bulunursa, o yalan, o şahsın bütün ahlâkî faziletlerini kurutur ve “hebaen” (boşa gitmiş) hale getirir. Bir insanın hem “son derece güvenilir” (Muhammedü’l-Emîn) hem de (haşa) Allah adına “yalancı” olması aklen ve mantıken mümkün değildir. Bu ikisi zıttır.
• Üçüncü Nükte (Tecazüb ve Tenafür): Maneviyatta da maddiyattaki gibi bir kanun vardır. Mütenasip (uygun) olanlar birbirini çeker (tecazüb), mütezâd (zıt) olanlar birbirini iter (tenafür). Sıdk ile kizb (yalan) birbirine zıttır. Ahlâk-ı âliye ile hile birbirine zıttır.
• Dördüncü Nükte (Küll’ün Hükmü): لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ (Bütünün, parçada olmayan bir hükmü vardır). Metnin verdiği misal (Tenbih) çok manidardır: Sadece şecaat (cesaret) ile meşhur bir adam, bu şöhretin ona verdiği haysiyeti ( itibarı) korumak için yalandan çekinir. Nerede kaldı ki, bir zâtta sadece şecaat değil; iffet, emanet, adalet, hikmet, merhamet gibi bütün ahlâk-ı âliye (cemi’ ahlâk-ı âliye) toplansın!
• Netice: İşte bu bütün (mecmu) ahlâkın birleşimi (imtizacı), o zâtta öyle bir izzet-i nefs ve vakar meydana getirir ki, bu yüce ahlâk, sırr-ı tezat (zıtlık sırrı) ile hileden ve yalandan tenezzüh eder (uzak durur, kendini arındırır).
Ayet Desteği:
Allah-u Teâlâ, O’nun (A.M.) bu zâtî ahlâkını en büyük delil olarak sunar:
“Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
“Müminler, Ahzâb (düşman birlikleri)ni görünce, ‘İşte bu, Allah’ın ve resulünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve resulü doğru söylemişlerdir’ dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22) (Bu ayet, müminlerin dahi O’nun sıdkına nasıl kâmil bir imanla bağlandıklarını gösterir.)
Tenbih’in İzahı (Sıdk ve Kizbin Mesafesi):
Asr-ı Saadet, sıdk ile kizbin arasının en fazla açıldığı bir zamandır.
• Sıdk (Doğruluk): Peygamber Efendimiz’i (A.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe (şereflilerin en yükseğine) çıkardı ve O’nun (A.M.) eliyle cihan şümul bir inkılab (dönüşüm) yaptı.
• Kizb (Yalan): Müseylime-i Kezzab gibi yalancı peygamberleri esfel-i safilîn-i hıssete (alçakların en aşağısına) düşürdü.
Bu durum, izzet ve şeref ehli olan Arap kavmini, kıymeti düşen (kâsid) yalanı terk edip, kıymeti yükselen (râic) doğruluğa (sıdk) sevk etmiştir. Sahabelerin adaletinin (doğruluk ve güvenilirliklerinin) sırrı da budur.
İkinci Meslek: Zaman-ı Mazinin ve Ümmiyetin Şehadeti
Metin Özeti: Bu meslek, O’nun (A.M.) ümmî (okuma-yazma bilmeyen) olmasına rağmen, geçmiş zamanlara (zaman-ı mazi) ve peygamberlerin (enbiya-yı salife) ahvaline dair verdiği haberlerin, O’nun (A.M.) sıdkının delili olduğunu dört nükte ile izah eder.
Nüktelerin İzahı:
• Birinci ve Dördüncü Nükte (Ümmîlik ve Musahhihlik): Bir ümmî (okuma-yazma bilmeyen), alimlerin (ulema) tartıştığı derin bir fende (ilimde) fikir beyan etse; o ilmin ittifak edilen (üzerinde anlaşılan) noktalarını tasdik etse (muvafık) ve ihtilaflı (muhtelefün-fîh) noktalarında ise düzeltici (musahhih) bir tavırla konuşsa, bu durum o şahsın tefevvukunu (üstünlüğünü) ve bu ilminin kesbî (çalışarak kazanılmış) olmadığını, vehbî (Allah vergisi) olduğunu isbat eder.
• Netice: Resul-i Ekrem (A.M.), ümmiyetiyle beraber, sanki zamanı aşarak (tayy-ı zaman) geçmişin derinliklerine (a’mak-ı hafa) girmiş ve hadiseleri hazır ve müşahid gibi (görerek) anlatmıştır.
• O (A.M.), geçmiş peygamberlerin kıssalarını (kısas) anlatırken, Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hristiyanların) tahrif ettiği kütüb-ü salifenin (eski kitapların) ihtilaf noktalarını düzeltmiş (musahhih) ve doğru olan kısımlarını tasdik etmiştir (musaddık).
• Bunu, akıl ile müstakil olarak bilinemeyecek konularda, bütün dünyanın enzarı (nazarları) önünde, bilâ-perva (pervasızca) ve nihayet vüsuk (tam bir güven) ile yapmıştır.
Ayet Desteği:
Kur’an-ı Kerim, O’nun (A.S.M.) bu halini açıkça beyan eder:
“(Ey Muhammed!) Bunlar, bizim sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Hûd, 11/49)
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya)…” (A’râf, 7/157’den bir bölüm) (Ümmî olduğunu tasdik eder.)
“(Ey Muhammed!) İşte bu, (Meryem’in) gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Meryem’i kim himayesine alacak diye kur’a çekerlerken sen onların yanında değildin; onlar (bu konuda) çekişirlerken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 3/44)
Mühim Istılahlar ve Müradifleri (Anahtar Kelimeler)
Metinde geçen ve izahı kuvvetlendiren bazı mühim tabirler:
• Delil-i Sıdk: Doğruluğun delili, isbatı.
• Adem-i Tereddüd: Tereddütsüzlük, şüphesizlik.
• Adem-i Mübalât: Aldırış etmeme, ehemmiyet vermeme.
• Adem-i Tahavvüf: Korkusuzluk, havf (korku) duymama.
• Vüsuk: Kuvvetli güven, itimat.
• İtminan: Kalbî huzur, tam kanaat.
• Tasannuî: Yapmacık, sun’î, sonradan yapılma.
• Tabiî: Fıtrî, doğal, yapısı gereği olan.
• Feletat: Sürçmeler, hatalar, yapmacıklığın kendini ele vermesi.
• Müzahrefiyet: Sahtelik, yaldızlı aldatmaca.
• Ahlâk-ı Âliye: Yüce ahlâk, faziletler.
• Rabıta-i İttisal: Bağlantı noktası, bir arada tutan bağ.
• Tecazüb: Birbirini çekme, cezb etme.
• Tenafür / Tedafü’: Birbirini itme, defetme.
• Kizb: Yalan, sıdkın zıddı.
• Tereffu’ / Tenezzüh / Teberri: Yücelme, uzak durma, arınma, beri olma.
• Şu’le-i Cevvale: Sürekli hareket eden, yerinde durmayan parlak alev.
• Berk-i Lâmi’: Parlayan, çakan şimşek.
• A’lâ-yı İlliyyîn: Yücelerin en yücesi.
• Esfel-i Sâfilîn: Alçakların en alçağı.
• Râic / Nâfık: Geçerli, revaçta olan (meta, mal).
• Kâsid / Muattal: Geçersiz, kıymetsiz, işlemiyor olan.
• Ümmî: Okuma yazma bilmeyen (ancak bu, cehalet manasında değil, ilmini doğrudan Allah’tan (C.C.) alan, beşerî bir hocadan ders almayan manasındadır).
• Ukde: Düğüm noktası, işin esası.
• Musaddık: Tasdik edici, doğrulayıcı.
• Musahhih: Tashih edici, düzeltici.
Netice
İktibas edilen metin, Nübüvvet-i Ahmediye’nin (A.M.) isbatında iki temel direk ortaya koymaktadır:
• Zâtî Burhan (Birinci Meslek): O’nun (A.M.) zâtında cemedilen (toplanan) bütün yüce ahlâkın birleşimi (imtizacı), mantıken yalan ve hileyi (kizb ve hile) dışarı atar. Sıdk, O’nun (A.M.) ahlâkının ayrılmaz bir vasfı ve hayatıdır.
• Haberî Burhan (İkinci Meslek): O’nun (A.M.) ümmî olmasına rağmen, geçmişin gaybî (gizli) sırlarını, kâmil bir vüsuk ve itminan ile, üstelik önceki kitapları düzelterek (musahhih) haber vermesi, O’nun (A.M.) kaynağının Vahiy olduğunu aklen isbat eder.
Her iki meslek de, O Zât’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm) sıdkına ve nübüvvetine şahid-i kâfi (yeterli şahit) ve delil-i kat’îdir (kesin delildir).
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Üçüncü Meslek
Yani: Zaman-ı halin, yani asr-ı saadetin sahifesinde dört nükte, bir noktayı nazar-ı dikkate almak gerektir:
Birincisi:
Küçük bir âdet, küçük bir kavimde veya zayıf bir haslet, kalil bir taifede; büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan; acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’luf ve çok da mütenevvia, tamamen rasiha olan âdât ve ahlâk, nihayet kesîr ve me’lufatına gayet mutaassıb ve şedid-üş şekîme olan bir kavmin a’mak-ı ervahından az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal’ u ref’ ettiğini ve o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi ve def’aten nihayet derecede tekemmül ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, hârikulâde olduğunu tasdik etmezsen; seni sofestaî defterinde yazacağım.
İkincisi:
Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümuvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi -ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için- tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def’î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.
Üçüncüsü:
Tahakküm-ü zahirî, kahr ve cebr ile mümkündür. Fakat efkâra galebe etmek, hem de ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek; hakikatın hâssa-i farikasıdır. Bu hâssayı bilmezsen, hakikattan bîganesin.
Dördüncüsü:
Tergib veya terhib hilesiyle ancak yalnız bir tesir-i sathî edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu halde a’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şua-ı hakikatın hâssasıdır. Evet kasavet-i mücessemenin misal-i müşahhası olan “ve’d-i benat” gibi umûrlardan kalblerini taskil etmesi ve rikkat-i letafetin lem’ası olan hayvanata merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyin etmesi; öyle bir inkılab-ı azîmdir -hususan öyle akvam-ı bedevide- ki, hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmadığından, hârikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basirettir. Basiretin varsa tasdik edeceksin.
Şimdi Nokta’yı dinle: İşte tarih-i âlem şehadet eder ki: En büyük dâhî odur ki; bir veya iki hissin ve seciyenin ve istidadın inkişafına ve ikazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim ikaz edilmezse, sa’y hebaen gider ve muvakkat olur. İşte en büyük dâhî ancak bir veya iki hissin ikazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve hamiyet ve muhabbet…
Bu noktaya binaen Ceziret-ül Arab sahra-i vesiasında olan akvam-ı bedevide kâmine ve nâime ve mesture olan hissiyat-ı âliye -ki, binlere baliğdir- birden inkişaf, birden ikaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatın, ziya-i şu’lefeşanın hâssasıdır. Bu noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziret-ül Arab’ı gözüne sokacağız. İşte Ceziret-ül Arab… Onüç asır beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?..
İşaret:
Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavanin-i amîka-i dakika -ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez- hakaik-i şeriat ne derecede müraat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin müvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu a’sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakaikını muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.
Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm ümmiyeti ve adem-i kuvvet-i zahiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyl-i saltanat ile beraber, gayet hatarlı mevâki’de kemal-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, gayet kesîre ve müstemirre ve râsiha ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi gayet metin bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zaviye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic… Evet, hissiyat-ı âliyeyi ikaz ve cevher-i insaniyetlerini izhar etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasirde is’ad ederek, şark ve garbda oturmuş bir devlet-i cesîmeyi bir zaman-ı kalilde teşkil edip, ateş-i cevval gibi belki nur-u nevvar gibi veyahut asâ-yı Musa gibi sair devletleri bel’ ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hakk ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanların defterinden sildirecektir.
Dördüncü Meslek
Sahife-i müstakbelden, lâsiyyema mes’ele-i şeriattır. İşte dört nükteyi nazar-ı dikkatten dûr etmemelisin.
Birincisi:
Bir şahıs dört veya beş fende meleke sahibi ve mütehassıs olmaz. Meğer hârika ola…
İkincisi:
Mes’ele-i vâhide, iki mütekellimden sudûr eder. Birisi, mebde’ ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nisbetini ve mevzi-i münasibde istimalini, yani münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için o fende olan meharetine ve melekesine ve ilmine delalet ettiği halde; öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delalet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu farketmezse, ruhun hisseder.
Üçüncüsü:
İkinci Mukaddeme’de geçtiği gibi bir-iki asır evvel hârika sayılan keşif bu zamana kadar mestur kalsaydı, tekemmül-ü mebadi cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al. Onüç asır geri git, o zamanların tesiratından kendini tecrid et, dehşet-engiz olan Ceziret-ül Arab’da otur, dikkatle temaşa et, görürsün ki: Ümmi, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki; yalnız zekâya değil, belki gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun kavaniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki: İstidad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şeriat dahi tevessü’ ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelî’den geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev’-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarf’ını
{1: Dikkat lâzımdır.}
çürütmüş ola…
Dördüncüsü:
Onuncu Mukaddeme’de geçtiği gibi, hem de ikinci nokta-i itirazın cevabında da geleceği gibi şudur ki: Cumhurun istidad-ı efkârı derecesinde şeriatın irşad etmesidir. Şöyle ki: Cumhurun âmiliği için, hakaik-i mücerredeyi; me’lufları vasıta olmaksızın adem-i telakkileri sebebiyle, müteşabihat ve teşbihat ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda cumhurun, hiss-i zahir sebebiyle hilaf-ı vaki’i zarurî telakki etmekle beraber, mebadi basamakları adem-i in’ikad ve tekemmülünden, mağlataların vartalarına düşmemek için, şeriat öyle mesailde ibham etti ve mutlak bıraktı; lâkin hakikatı îmadan hâlî bırakmadı.
— · ⁖ · —
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsur-u Akîde” bölümünde yer alan “Üçüncü Meslek” ve “Dördüncü Meslek” başlıklarını ihtiva etmektedir. Bu bahisler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (ASM) nübüvvetinin hakkaniyetini ve getirdiği Şeriat-ı Garrâ’nın semavî olduğunu, akla ve tarihe dayanarak isbat eden son derece mühim ve derinlikli bir tahlildir.
Konunun Hülâsası: İnkılab-ı Azîm ile İsbat-ı Nübüvvet
Bu metnin ana gayesi, Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (ASM) zâtında ve getirdiği dinde (İslâmiyet’te) tezahür eden hârikulâde inkılabı (olağanüstü devrimi) bir isbat vasıtası olarak kullanmaktır.
Üstad Bediüzzaman, kâinatta cari olan fıtrat kanunlarını (âdetullah) ve içtimaî hayatın (sosyolojinin) tabiî seyrini nazar-ı dikkate alarak, Resul-i Ekrem’in (ASM) yaptıklarının bu tabiî kanunların ve beşerî dehanın çok fevkinde (üstünde) olduğunu, dolayısıyla bunun ancak Hâlık-ı Kâinat’ın (Kâinat’ın Yaratıcısı’nın) bir mucizesi olabileceğini aklî delillerle ortaya koyar.
Metin, bu isbatı iki ana sahife üzerinden yapar:
• Üçüncü Meslek: Zaman-ı Hâl (Asr-ı Saadet) Sahifesi. Peygamber Efendimiz’in (ASM) bizzat kendi asrında, o vahşî ve bedevî kavim üzerinde gerçekleştirdiği sosyal, ahlâkî ve siyasî inkılabın beşer takatinin haricinde olduğunu gösterir.
• Dördüncü Meslek: Sahife-i Müstakbel (Gelecek Sayfası). Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği Şeriat’ın, asırlar sonrasını dahi kucaklayan, fıtrata mutabık, ebedî ve cihan şümul yapısının, O’nun (ASM) ilminin Ezelî bir ilimden geldiğini isbat ettiğini gösterir.
ÜÇÜNCÜ MESLEK: Asr-ı Saadet’teki Hârikulâde İnkılabın Tahlili
Bu meslek, o zamanki Arap Yarımadası’nın (Ceziret-ül Arab) içtimaî ve ahlâkî yapısını nazar-ı dikkate alarak, yapılan değişimin bir mucize olduğunu dört nükte ile tasvir eder:
Birinci Nükte: Ahlâkî İnkılab (Ahlâkî Devrim)
• Mesele: Küçük bir âdetin (örneğin sigara içmek gibi) zayıf bir kavimden bile, büyük bir hâkimin himmetiyle zorla kaldırılabildiği (veya kaldırılamadığı) bir vakıadır.
• Hârika: Resul-i Ekrem (ASM) ise, gayet çok (nihayet kesîr), tamamen yerleşmiş (müstemirre, râsiha), çeşitli (mütenevvia) ve kendisine şiddetle taassup gösterilen (gayet mutaassıb) âdetleri (kan davası, kabilecilik, içki, kumar, zina, vahşet vb.) o vahşî kavmin ruhunun derinliklerinden (a’mak-ı ervahından) kısa bir zamanda ve az bir fedakârlıkla söküp atmıştır (kal’ u ref’ etmiştir).
• Daha da Ötesi: Sadece kötü ahlâkı sökmekle kalmamış, onların yerine en yüksek ahlâk fidanlarını (ahlâk-ı âliye) dikmiş (gars etmiş) ve anında mükemmel (tekemmül) hale getirmiştir.
• Netice: Bu, âdetullahın ve içtimaî kanunların tamamen fevkinde, hârikulâde bir hadisedir. Bunu tasdik etmeyen, hakikatleri inkâr eden bir “sofestaî” (sofist) olur.
• Müradifler:
• Müstemirre: Sürekli, devamlı.
• Me’luf: Alışılmış, ülfet edilmiş.
• Râsiha: Kökleşmiş, sağlamca yerleşmiş.
• Şedid-üş şekîme: Hiddetli, asabî, inadına bağlı.
• Kal’ u ref’: Söküp kaldırma, temelden yok etme.
• Gars etmek: Dikmek (fidan dikmek).
İkinci Nükte: Siyasî ve İdarî İnkılab
• Mesele: Bir devletin tabiî şekilde büyümesi (nümuvv-ü tabiî) yavaş (mütemehhil) olur. Köklü bir devlete (devlet-i atîka) galebe etmek ise ancak tedricî (yavaş yavaş) mümkündür.
• Hârika: Resul-i Ekrem (ASM) ise, hem maddeten hem de manen hâkim olan çok büyük bir devleti (devlet-i cesîm) kısa bir zamanda teşkil etmiştir. Dahası, o zamanın süper güçleri olan Sasani ve Bizans gibi köklü devletlere (düvel-i râsiha) ânî bir şekilde (def’î gibi) galebe çalmıştır.
• Netice: Bu durum, tarihin ve siyasetin bilinen kanunlarına aykırıdır (âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen). Bunu göremeyen, manen kördür.
• Müradifler:
• Nümuvv-ü tabiî: Doğal büyüme, gelişme.
• Mütemehhil: Yavaş ilerleyen, zaman isteyen.
• Tedricî: Aşamalı, peyderpey.
• Düvel-i râsiha: Köklü, yerleşik devletler (imparatorluklar).
Üçüncü Nükte: Derûnî Hâkimiyet (Kalpler ve Akıllar Üzerindeki Otorite)
• Mesele: Dışsal baskı (tahakküm-ü zahirî), zorbalık (kahr) ve cebir ile mümkündür. Lâkin bu, geçicidir ve sadece bedene hükmeder.
• Hârika: Peygamber Efendimiz’in (ASM) hâkimiyeti ise;
• Efkâra galebe etmek: Düşünceleri ikna ederek onlara üstün gelmek.
• Ervaha tahabbüb: Kendini ruhlara sevdirmek.
• Tabayia tasallut: İnsanların tabiatlarına (huylarına) hükmetmek.
• Vicdanlar üzerine hâkimiyet: Otoritesini insanların vicdanları üzerine kurup orada daima muhafaza etmek.
• Netice: Bu dört özellik, kaba kuvvetin değil, ancak ve ancak Hakikat’ın (Hakk’ın) ayırt edici bir hassasıdır (hâssa-i farikasıdır).
• Müradifler:
• Tahakküm-ü zahirî: Dış, görünürdeki baskı ve hükmetme.
• Kahr ve cebr: Zorbalık ve zor kullanma.
• Tahabbüb: Sevdirme, muhabbet kazanma.
• Tasallut: Musallat olma, hükmü altına alma.
• Hâssa-i farika: Ayırt edici temel özellik.
Dördüncü Nükte: Terbiyevî İnkılab (Eğitimsel Devrim) ve İstidatların İnkişafı
• Mesele: Korkutma (terhib) veya menfaat vaadi (tergib) gibi hileler ile ancak yüzeysel bir tesir (tesir-i sathî) bırakılır ve aklın yolunu kapatır.
• Hârika: Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği hakikat ışığı (şua-ı hakikat) ise;
• A’mak-ı kulûbe nüfuz: Kalplerin en derinliklerine işler.
• Erakk-ı hissiyatı tehyic: En ince, en hassas duyguları harekete geçirir.
• İstidadatı inkişaf ettirmek: İnsanlardaki çiçek misali gizli kabiliyetleri açtırır.
• Seciyeleri ikaz: Uyuyan (nâime) ve gizli (kâmine) olan güzel karakterleri, faziletleri uyandırır.
• Cevher-i insaniyeti feverana getirmek: İnsanlık cevherini fışkırtır.
• Misal: Cisimleşmiş katılık (kasavet-i mücesseme) olan “kız çocuklarını diri diri gömme” (ve’d-i benat) vahşetinden, karıncaya dahi şefkat (hayvanata merhamet) gibi en ince bir letâfet ve rikkat seviyesine çıkarması.
• Netice: Bu, hiçbir tabiî kanunla izahı mümkün olmayan (hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmayan) büyük bir inkılaptır (inkılab-ı azîmdir).
• Müradifler:
• Tesir-i sathî: Yüzeysel etki.
• A’mak-ı kulûb: Kalplerin derinlikleri.
• Erakk-ı hissiyat: En ince duygular.
• Tehyic: Heyecana getirme, harekete geçirme.
• Şükûfe-misal: Çiçek misali.
• Kâmine / Nâime: Gizli / Uyuyan.
• Ve’d-i benat: Kız çocuklarını diri diri gömme âdeti.
• Kasavet-i mücesseme: Cisimleşmiş kalp katılığı.
Nokta (Üçüncü Mesleğin Neticesi)
En büyük dâhî bile, bir millette ancak bir veya iki hissi (hürriyet, hamiyet gibi) uyandırabilir. Peygamber Efendimiz (ASM) ise, o bedevî kavimdeki binlerce (binlere baliğ) yüksek hissiyatı (hissiyat-ı âliye) birden uyandırmış, inkişaf ettirmiş ve feverana getirmiştir. Bu, dehanın değil, ancak Şems-i Hakikat’in (Hakikat Güneşi’nin) bir hassasıdır.
DÖRDÜNCÜ MESLEK: Şeriat’ın Hârikulâde Yapısı ve İstikbali Kuşatması
Bu meslek, Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği nizamın (Şeriat’ın), O’nun (ASM) Ezelî bir Kaynaktan haber verdiğinin isbatı olduğunu dört nükte ile açıklar.
Birinci Nükte: İlimde Hârikulâdelik
• Mesele: Bir şahıs, dört veya beş farklı ilim dalında (fende) aynı anda uzman (mütehassıs) ve tam yetkin (meleke sahibi) olamaz. Olursa, o bir hârika (olağanüstü) sayılır.
• İşaret: Peygamber Efendimiz (ASM), bir ümmî (okuma yazma bilmeyen) olduğu halde; hukuk, içtimaiyat (sosyoloji), ahlâk, siyaset, iktisat, ibadet, maneviyat gibi hayatın tüm şubelerinde en mükemmel kanunları ve esasları vaz’ etmiştir. Bu durum, O’nun (ASM) hârika olduğunun ve ilminin kendinden olmadığının delilidir.
İkinci Nükte: İlimdeki Derinlik (Sathî Olmayış)
• Mesele: İki kişi aynı sözü söyler. Biri, sözün başını (mebde’), sonunu (münteha), içinde bulunduğu bağlamı (siyak ve sibak), diğer meselelerle ilişkisini (ehavatıyla nisbet) ve doğru yerde (münbit bir zeminde) kullanımını bilir. Bu, onun ilmine ve uzmanlığına (melekesine) delâlet eder. Diğeri ise bunları bilmez; bu da onun yüzeyselliğine (sathiyetine) ve taklitçiliğine (taklidiyetine) delâlet eder.
• İşaret: Kur’ân’ın ve Şeriat’ın her bir hükmü, kâinatla, fıtratla, diğer hükümlerle, meselenin evveli ve ahiri ile tam bir uyum (mülâyemet) içindedir. Bu, o kelâmın sathî bir taklit değil, her şeyi ihata eden bir İlm-i Ezelî’den geldiğini gösterir.
Üçüncü Nükte: Beşer Üstü Nizam ve Ebedîlik
• Mesele: Yüz yıl önce hârika sayılan bir keşif, eğer ilkeleri (mebadi) bugün olgunlaşmış olsaydı, bir çocuk tarafından bile keşfedilebilirdi.
• Hârika: Şimdi on üç asır geriye, o dehşet verici Arap Yarımadası’na gidilsin. Okuma yazması olmayan (ümmî), tecrübesi olmayan (tecrübe görmemiş), zaman ve zeminin yardım etmediği tek bir Zât (ASM); sadece zekâya değil, ancak pek çok tecrübenin ve ilmin (gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun) kanunlarıyla kurulabilecek bir nizam ve adaleti tesis ediyor.
• Daha da Ötesi: Bu Şeriat, öyle bir yapıdadır ki, beşeriyetin düşüncesi (efkârı) ve istidadı (kabiliyeti) ne kadar ilerlerse ilerlesin, o Şeriat da genişleyerek (tevessü’ ederek) ebediyete yönelir (ebede teveccüh eder).
• Netice: Bu, insan türünün kapasitesinin dışındadır (nev’-i beşerin tavkı haricindedir).
Dördüncü Nükte: İrşadda (Yol Göstermede) Muvazene ve Metod
• Mesele: Şeriat, avam halkın (cumhur) anlayış seviyesine (istidad-ı efkârı) göre irşad eder.
• Metod 1 (Maneviyat): Avam, soyut hakikatleri (hakaik-i mücerrede) doğrudan kavrayamaz. Bu sebeple Şeriat, onlara bu hakikatleri müteşabihat (manası kapalı, benzetmeli ayetler), teşbihat (benzetmeler) ve istiarat (eğretilemeler) yoluyla, onların alışık olduğu (me’lufları) tasvirler içinde anlatır.
• Metod 2 (Kevnî Meseleler): Kâinat ilimlerinde (fünun-u ekvan), avamın dış duyusu (hiss-i zahir) (mesela Güneş’in “doğduğunu” görmesi gibi) hakikatin hilafına olan şeyi zarurî zannettiği yerlerde, Şeriat o meseleyi kapalı bırakmış (ibham etti) ve mutlak (detay vermeden) ifade etmiştir.
• Gayesi: İlimlerin temellerinin (mebadi) henüz gelişmediği o çağda, insanları felsefî safsataların (mağlataların) çukurlarına düşürmemektir.
• Netice: Lâkin bunu yaparken, hakikate ima etmekten (îmadan) de geri durmamıştır. Bu dengeli irşad metodu, O’nun (ASM) rehberliğinin İlâhî olduğunu gösterir.
Konuyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm Ayetleri ( Meali)
Metinde bahsedilen bu hârikulâde inkılabın ve Peygamber Efendimiz’in (ASM) vazifesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı yansımaları şöyledir:
• Ahlâkî İnkılab ve Ümmî Oluşu (Üçüncü Meslek 1, 4 ve Dördüncü Meslek 3):
“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
(Âl-i İmrân, 3/164)
“Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor, onu sağ elinle de yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) bâtıla sapanlar şüpheye düşerlerdi.”
(Ankebût, 29/48)
• Kalplerin Birleşmesi ve Vahşetten Medeniyete Geçiş (Üçüncü Meslek 2, 4):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/103)
• Hâkimiyetin Vicdanlara ve Kalplere Olması (Üçüncü Meslek 3):
“(Ey Muhammed!) Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…”
(Âl-i İmrân, 3/159)
• Şeriat’ın Mükemmelliği ve Cihan Şümul Olması (Dördüncü Meslek 3):
“…Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…”
(Mâide, 5/3)
Hulâsa (Netice)
Bu iki “Meslek”, Peygamber Efendimiz’in (ASM) nübüvvetinin, tarihin ve içtimaiyatın (sosyolojinin) şaşmaz kanunlarını dahi kendisine musahhar kılan (boyun eğdiren) bir mucize-i kübrâ olduğunu aklî bir surette isbat etmektedir. O’nun (ASM) yaptığı iş, beşerî bir dehanın veya zamanın şartlarının bir neticesi değil, ancak Ezelî bir Kudret’in ve Sonsuz bir Hikmet’in eseri olabilir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Vehim ve Tenbih:
Resul-i Ekrem’in herbir fiil ve herbir halinde sıdk lemaan eder. Fakat her fiili ve her hali hârika olmak lâzım değildir. Zira izhar-ı hârika tasdik-i müddea içindir. Hacet olmadığı veya münasib olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye mutâbaatla, kavanin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.
Ey birader!.. Şu Tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddemesi’nin taifesindendir. Nisyanın hatasıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri tut. İşte neticeye giriyoruz:
Bak ey birader! Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir. Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazet-ül kalb ve terbiyet-ül vicdan ve tedbir-ül cesed ve tedvir-ül menzil ve siyaset-ül medeniye ve nizamat-ül âlem ve fenn-ül hukuk ve saire… Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz’ ederek tenmiye ve tefri’ini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki; bu fünunun mecmuuna değil, belki ekalline onüç asır terakkiden sonra en medenî yerlerde en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde -bahusus o zamanda- olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni menedemiyor.
İşte fazl odur ki; a’da ona şehadet ede. Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî…
Evet onüç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakaikını muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş; hakikat-ı İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafayı terkik ve tahfif ediyor. Neam, vücud ve hal-i âlem buna şahiddir. Makale-i ûlâdaki mukaddematı nazara almak gerektir.
Vehim ve Tenbih:
Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür…
Elcevab:
Neam, lâ!.. Zira öyle bir fezleke ki: Hüsn-ü isabet ve mevki-i münasibde ve münbit bir zeminde istimal gibi.. sâbıkan mezkûr sair noktalar ile cam gibi mâverasından ıttıla-ı tâm ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden çıkarsa; birinin cehline ve ötekisinin ilmine bazı umûr-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delalet eder.
İşaret ve irşad ve tenbih:
Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve müvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da “Mukaddemat-ı isna aşer”den müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et! İşte:
Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünun, mürur-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mazide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin malûmu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de maziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta’ eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül etmişler… Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?
İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zamanın olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saadet olan adaya çık. İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki: Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev’-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: O şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümuvvü derecesinde tevessü’ edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev’-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.
Hâtime
Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri’den ve efkârın istidadları nisbetinde olan irşaddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur’anda üç nokta vardır:
Birincisi:
Kur’an’ın mâbih-il imtiyazı ve vuzuh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafîdir ki, vücud-u müteşabihat ve müşkilâttır.
İkincisi:
Şeriatın maksud-u hakikîsi olan irşad ve talime münafîdir ki, fünun-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.
Üçüncüsü:
Tarîk-ı Kur’an olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına imale edip, hilaf-ı vakıa ihtimalidir.
Ey birader!.. Tevfik Allah’tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta, tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’caz-ı Kur’an’ın en sadık şahidleridir. İşte:
Birinci noktaya cevab:
Zâten iki defa şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı Şâri’de ekall, eksere tâbidir. Zira avama müvecceh olan hitabı, havass fehm ve istifade ediyorlar. Bilakis olursa olamaz. İşte cumhur-u avam ise, me’luf ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve makulat-ı sırfeyi temaşa edemezler. Meğer mütehayyelatlarını dûrbîn gibi tevsit etseler… Fakat mütehayyelatın suretlerine hasr ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaikı görüyor. Meselâ: Kâinattaki tasarruf-u İlahîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler.
اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى
gibi… İşte hissiyat-ı cumhur şu merkezde olduklarından, elbette irşad ve belâgat iktiza eder ki: Onların hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşat ve ihtiram edilsin. İşte riayet ve ihtiram; ukûl-ü beşere karşı olan tenezzülat-ı İlahiye ile tesmiye olunur. Evet o tenezzülat, te’nis-i ezhan içindir. Onuncu Mukaddeme’ye müracaat et.
İşte bunun içindir ki: Hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dûrbîn vaz’ edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maânî-i amîka veya müteferrikayı bir suret-i sehl ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında istiarat-ı kesîreyi îrad ederler. Demek müteşabihat dahi, istiaratın en ağmaz olan kısmıdır. Zira en hafî hakaikın suver-i misaliyesidir.
Demek işkal ise mananın dikkatindendir, lafzın iğlakından değildir.
Ey mu’teriz! İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin bahusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakaikı, şöyle bir tarîk ile takrib etmek, acaba tarîk-i belâgat olan mukteza-yı halin mutabakatına muvafık ve makamın nisbetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol…
İkinci noktaya cevab:
İkinci Mukaddeme’de mufassalan geçmiştir. Âlemde meyl-ül istikmalin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin semeratı ve tecarüb-ü kesîre ile ve netaic-i efkârın telahukuyla teşekkül eden ve merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise; müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet müteahhirin in’ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vâbestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddeme olabilir.
Bu sırra binaendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin farazâ on asır evvel bir adam tefhim ve talimine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Meselâ, denilse idi: “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâni’in azametini bilesiniz.” Cumhur-u avam ise; hiss-i zahir veya galat-ı hissin sebebiyle hilaflarını zarurî bildikleri için ya tekzib veya nefislerine mugalata veya mahsûs olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. Teşviş ise; bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle; sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.
Tenbih:
Şu gibi mes’eleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zahir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi tasrih etmektir. Lâkin hîna ki hissin galatı bizim “mâ nahnü fih”imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise; ibham ve ıtlaktır. Tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikata telvih ve remz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasılki Şeriat-ı Garra öyle yapmıştır.
Yahu.. ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakikat böyle midir ki: Sen irşad-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi, irşada münafî ve mübayin tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemal olan şeyi noksan tahayyül edesin? Ya eyyühel hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki, ezhanı tağlit ve efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i’dadından ezhan müstaid olmadıkları için ukûle tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ.
كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ
bir düstur-u hikmettir. İstersen mukaddemata müracaat et… Bahusus Birinci Mukaddeme’de iyi tefekkür et!..
İşte bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına göstermek olan Üçüncü Nokta’ya cevab:
Birinci Mukaddeme’de tedebbür et, sonra bunu da dinle ki; Şâri’in irşad-ı cumhurdan maksud-u aslîsi: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyle ise: Kur’an’daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlal içindir. Cumhurun efhâmına göre san’atta zahir olan nizam-ı bedî’ ile nazzam-ı hakikî olan Sâni’-i Zülcelal’e istidlal etmek içindir. Halbuki san’atın eseri ve nizamı herşeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taalluk etmez.
Tenbih:
Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki; bazı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve istînas-ı efkâr için cumhurun mu’tekadat-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delalet etmek için değildir. Zira Kur’an, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki; o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatları ehl-i tahkika parmakla gösterir ve işaret eder. Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübin’in bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. Yani bazı âyâtı, ehavatının mâ-fiz-zamirlerini izhar eder. Öyle ise bazıları diğer bir ba’za karine olabilir ki; mana-yı zahirî murad değildir.
Vehim ve Tenbih:
Eğer istidlalin makamında denilse idi ki: Elektriğin acaibi ve cazibe-i umumiyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anasırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber suriye olan hareketini nazara alınız, tâ Sâni’i bilesiniz! İşte o vakit delil olan san’at, marifet-i Sâni’ olan neticeden daha hafî ve daha gamız ve kaide-i istidlale münafî olduğundan bazı zevahiri, efkâra göre imale olunmuştur. Bu ise: Ya müstetbe-üt terakib kabîlesinden veya kinaî nev’inden olduğu için medar-ı sıdk ve kizb olmaz. Meselâ:
قَالَ
lafzındaki elif eliftir. Aslı vav olsa, kâf olsa, ne olursa olsun tesir etmez.
Ey birader! İnsaf et… Acaba şu üç nokta-i itiraz cemi’ a’sarda cemi’ insanların irşadları için inzal olunan Kur’an’ın i’cazına en zahir delil değil midir? Evet..
وَالَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَش۪يرِ النَّذ۪يرِ وَ بَص۪يرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَ اَجَلُّ وَ اَجْلٰى وَ اَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَق۪يقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَ اَعْلٰى وَ اَنْزَهُ وَ اَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ
{1: Şu Arabiyy-ül ibare iki mezheb-i bâtılın reddine işarettir.}
Neam.. hayalin ne haddi vardır ki; nurefşan olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin. Evet, mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdktır. Hak ise, tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir.
— · ⁖ · —
Kur’an-ı Kerim’in i’câzını (mu’cizeliğini) inkâr veya tenkit niyetiyle ortaya atılan üç esaslı şüpheye (şübehat ve şükûk) karşı verilen son derece hikmetli ve derûnî cevapları ihtiva etmektedir.
Bu metin, mezkûr üç tenkit noktasının, zannedildiği gibi bir noksanlık veya zâfiyet değil, bilakis Kur’an’ın i’câzının (beşer takatinin fevkinde olmasının) ve belâgatının (yerine, muhatabına ve maksada en uygun sözü söyleme sanatının) en parlak isbatları olduğunu tafsilatlı bir surette ortaya koymaktadır.
Konunun İzahı: Üç Şüphe ve İ’câz Delillerine Dönüşmesi
Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul (evrensel) irşadına karşı yöneltilen üç temel tenkit ve bu tenkitlerin nasıl birer mu’cize nişanı olduğuna dair izahat şöyledir:
Birinci Nokta: Müteşâbihat ve Belâgat
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın en mühim vasfı, beyanındaki vuzuh (açıklık) ve belâgattır. Hal böyleyken, içinde müteşâbihat (manası kapalı, birden çok manaya gelebilen, teşbihli ve temsili) ayetlerin bulunması, iddia edilen bu vuzuh ve belâgata aykırı (münafî) değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu bir noksanlık değil, ayn-ı belâgattır.
• Belâgatın Tarifi: Belâgat, “mukteza-yı hale mutabakat”tır. Yani, sözü, muhatabın durumuna, seviyesine ve maksadın icabına tam uygun olarak söylemektir.
• Muhatap Kitle: Kur’an, sadece yüksek seviyeli âlimlere (havass) değil, aynı zamanda beşeriyetin ekseriyetini teşkil eden cumhur-u avama (genel halk tabakasına) da hitap eder.
• Avamın İdrak Seviyesi: Avam tabakası, hakaik-i mücerredeyi (soyut, manevî hakikatleri) doğrudan idrak edemez. Onların zihinleri, alıştıkları ve gördükleri mütehayyelat (hayalî, somut tasvirler) ve me’lufat (alışılmış şeyler) ile çalışır.
• Tenezzülât-ı İlahiye: İşte Cenâb-ı Hak, bu kullarına olan sonsuz rahmet ve hikmetiyle, onların zihinlerini ürkütmemek (te’nis-i ezhan) için “tenezzülât-ı İlahiye” ile muamele eder. Yani, o pek yüce ve mücerred hakikatleri, avamın anlayabileceği somut misaller, teşbihler ve temsiller (metaforlar) suretinde onlara takdim eder.
• Misal: Metinde zikredildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki sonsuz tasarrufunu (hâkimiyetini) idrak edemeyen birine, bu hakikati, bir sultanın tahtındaki (serir-i saltanatındaki) tasarrufu suretinde göstermek bir takrib (yaklaştırma) sanatıdır. “اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى” (Allah Arş’a istivâ etti) ayeti bu kabildendir.
• Netice: Müteşâbihat, avamın nazarında bir dürbîn (dürbün) vazifesi görür; o somut suretten geçerek asıl mücerred hakikati görmelerini temin eder. En derin hakikatleri, en basit bir zihne dahi hissettirebilmek, belâgatın noksanı değil, tam aksine kemâlidir.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Müteşâbihatın Varlığı ve Hikmeti:
“Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun (âyetlerinin) bir kısmı muhkemlerdir ki; bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kendilerine göre) yorumlamak için müteşâbih olanlara uyarlar. Oysa onun yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)
• İzah: Bu ayet, müteşâbihatın varlığını ve buna karşı iki farklı tavrı (fitne arayanlar ve ilimde derinleşenler) açıkça belirtir.
• Misal Getirme Sanatı (Temsil):
“Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisineği ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirlere gelince, ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğru yola iletir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara, 2/26)
• İzah: Bu ayet, Allah Teâlâ’nın, hakikati vazıh kılmak için en basit varlıkları dahi misal (temsil) olarak kullanmaktan çekinmediğini, bunun da hikmet gereği olduğunu gösterir.
İkinci Nokta: Kevnî İlimler (Fünun) ve İrşad
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın asıl maksadı irşad (doğru yolu gösterme) ve talim (öğretme) ise, neden fünun-u ekvanda (kâinat ilimlerinde, tabiat bilimlerinde) tafsilata girmemiş, bu konularda ibham (kapalılık, müphemlik) ve ıtlakat (genel ifadeler) kullanmıştır? Bu durum, irşad maksadına aykırı değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu durum noksanlık değil, ayn-ı irşad ve hikmettir.
• Kur’an’ın Aslî Maksadı: Kur’an bir fen (bilim) kitabı değil, bir hidayet kitabıdır. Onun gayesi, insanlara fizik, kimya veya astronomi dersi vermek değil, onlara Hâlık’larını (Yaratıcılarını) ve ubûdiyet (kulluk) vazifelerini talim etmektir.
• İlimlerin Yapısı (Doğası): Fünun (ilimler), terakki (ilerleme), tedric (derece derece gelişme) ve telahuk-u efkâr (fikirlerin birikimli olarak birbirini takip etmesi) ile teşekkül eder. Bugünkü bir ilmî hakikat (mesela arzın hareketi, mikropların varlığı), asırlar önce bedihiyat-ı hissiyenin (duyularla elde edilen ve doğruluğu apaçık kabul edilen bilgilerin) tam zıddı idi.
• Hikmet-i İrşad: Eğer Kur’an, 14 asır önce, insanların “gözleriyle gördükleri” hakikatlerin (güneşin döndüğü, arzın sabit olduğu) zıddını sarahaten (açıkça) söyleseydi; bu durum teşviş-i ezhan (zihinleri karıştırmak) ve safsata (mugalata) olarak algılanırdı. İnsanlar, asıl olan hidayet mesajını (Tevhid, Nübüvvet, Haşir) kabul etmeden önce, o gün isbatı mümkün olmayan bu ilmî detaylarda boğulur ve inkâra saparlardı.
• Düstur: Hikmetli irşadın düsturu şudur: “كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ” (İnsanlara akıllarının seviyesine/kapasitesine göre konuşunuz).
• Netice: Kur’an, bu ilmî hakikatleri inkâr etmemiş; fakat ibham (kapalılık) perdesiyle örtmüş, ıtlak (genel) ifadeler kullanmış ve o ifadelerin derûnuna (içine) remz (işaret) ve îma ile ehl-i tahkik için kapılar açmıştır. Bu, hem avamı teşvişten korumuş hem de havassı (âlimleri) o remizlerden istifadeye davet etmiştir. Bu da belâgatın ve irşadın zirvesidir.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Kur’an’ın Aslî Gayesi (Hidayet):
“Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet rehberidir.” (Bakara, 2/2)
“(Bu,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrâhîm, 14/1)
• İzah: Ayetler, Kur’an’ın bir fen kitabı değil, bir “hidayet rehberi” (hüden) olduğunu net olarak ortaya koyar.
• İlmî Hakikatlere Remz (İşaret):
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47)
• İzah: “Genişletmekteyiz” (lâ mûsiûn) tabiri, 14 asır sonra keşfedilen evrenin genişlemesi hakikatine açık bir remizdir.
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir hâlde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ, 21/30)
• İzah: Göklerin ve yerin “bitişik” (ratkan) olup “ayrılması” (fetkanâ), modern kozmolojinin “Büyük Patlama” (Big Bang) nazariyesine kuvvetle işaret eder.
Üçüncü Nokta: Zâhirî İfadeler ve Aklî Delil
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın yolu tahkik (hakikati araştırma) ve hidayet iken, neden bazı zâhirî (dış, lafzî) ifadeleri, delil-i aklînin (aklî isbatın) veya vakıanın (gerçeğin) hilafına (zıddına) imale (meylettirilmiş) görünmektedir? (Mesela Güneş’in “akıp gitmesinden” bahsetmesi gibi). Bu durum, hakikate aykırı değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu durum, hakikate aykırı olmak şöyle dursun, istidlal (delil getirme) metodunun ve mantık kaidesinin tam gereğidir.
• İstidlal Kaidesi: Mantıkta “delil, müddeadan (iddia edilen şeyden) daha açık (evzah) ve daha malûm (bilinir) olmalıdır.”
• Kur’an’ın Maksadı: Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi (zikr-i ekvan), istitradîdir (asıl konu arasında yeri gelmişken bahsedilen ikincil konudur). Asıl maksat, kâinattaki san’atı ve nizamı (düzeni) gösterip, o nizamdan Nazzâm-ı Hakikî olan Sâni’-i Zülcelal’e (Yaratıcı’ya) istidlal etmek, yani O’nun varlığını ve birliğini isbat etmektir.
• Muhatabın Durumu: O günün insanı için “Sâni’in (Yaratıcının) varlığı” müddea (isbatlanacak iddia) idi, yani meçhul (bilinmeyen) veya şüpheli idi. Arzın döndüğü, güneşin sabit olduğu ise bütün bütün meçhul ve hissin hilafına (duyunun zıddına) bir iddia idi.
• Batıl İstidlal: Eğer Kur’an deseydi ki: “Ey insanlar! Bakın, arz dönüyor ve güneş sabittir (o gün için en hafî/gizli mesele); öyleyse (bu bilinmeyen şeye dayanarak) bilin ki, Allah vardır (diğer bilinmeyen).” Bu, delili müddeadan daha hafî (gizli) kılmak olurdu ki, bu bâtıl bir istidlal yoludur.
• Doğru İstidlal: Kur’an ise şöyle der: “Ey insanlar! Gözünüzle gördüğünüze bakın: Güneş (size göre) akıp gidiyor, gece gündüz peş peşe geliyor. Bu gördüğünüz nizam ve san’at, bir Nazzâm’ı (Düzenleyici’yi) gösterir.”
• Netice: Kur’an, maksad-ı aslî olan Sâni’in isbatı için, delil olan nizamı, cumhurun hissine ve hissî telakkilerine (duyusal kabullerine) göre imale ederek (o yöne meylettirerek) ifade etmiştir. Bu, o ifadenin hakikatinin o olduğunu tasdik etmek değil, o görünen nizamı delil olarak kullanmaktır. Bu, müstetbe-üt terakib (cümlenin yapısından anlaşılan dolaylı mana) veya kinaî (üstü kapalı söz) kabîlindendir; sıdk (doğruluk) ve kizb (yalan) ile vasıflanamaz. Tıpkı “Güneş doğdu” demek gibi.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler (TDV Meali):
• Görünen Nizamı Delil Getirme:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
• İzah: Ayet, Sâni’in varlığına delil olarak, o günkü insanların gözlemledikleri (nazar ettikleri) ve malûmları olan nizamı (gece-gündüz, gemi, yağmur, rüzgâr) delil getirir.
• Görünüşe Göre İfade (İmale):
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn, 36/38)
• İzah: Burada insanların gözlemlediği (Güneş’in akışı) zikredilerek, bu görünen düzenin bir “Takdir-i Aziz-i Alîm” (Allah’ın takdiri) olduğu belirtilir. Maksat astronomi dersi değil, bu nizamdan Sâni’e intikaldir.
• Hakikate İşaret (Remz):
“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 36/40)
• İzah: İki ayet sonra, “her biri” (küllün fî felekin) diyerek, sadece Güneş’in değil, Ay’ın ve (zımnen) Arz’ın da bir “felek”te (yörüngede) “yüzdüğüne” (yesbehûn) işaret ederek, ehl-i tahkike hakikatin kapısını açar.
Netice-i Kelâm
İktibas edilen metnin tamamı, bu üç noktanın (Müteşâbihat, Fünundaki İbham, Zâhirî İfadeler) Kur’an-ı Kerim için bir noksanlık değil, bilakis onun ayn-ı i’câzı (mu’cizeliğinin ta kendisi), ayn-ı belâgatı (fesahatin zirvesi) ve ayn-ı hikmeti (hikmetin ta kendisi) olduğunu isbat etmektedir.
Zira Kur’an, beşerî bir kelâm gibi sadece bir asra veya bir zümreye değil; bütün asırlara ve bütün insan tabakalarına (avamdan havassa) aynı anda hitap eden, cihan şümul ve ebedî bir Kelâm-ı Ezelî’dir. Bu üç nokta, bu cihan şümul irşadın nasıl mu’cizâne bir surette yapıldığının en parlak delilleridir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Beşinci Meslek
Marufe ve meşhure olan havarik-ı zahire ve mu’cizat-ı mahsusedir. Siyer ve tarihin kitabları onlar ile meşhundur. Ülema-yı kiram (Cezahümüllahu hayran) hakkıyla tefsir ve tedvin etmişlerdir. Malûmun talimi lâzım gelmemek için biz tafsilinden kat’-ı nazar ettik.
İşaret:
Şu havarık-ı zahirenin herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir, mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır. O havarık birkaç nev’ üzerindedir. İşte:
Bir nev’i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır Peygamber’den (A.M.) istifade ve istifaza ederek, keramet sahibi olduğundan, kalb-i hassasından hiss-i kabl-el vukua binaen irhasatla Fahr-i Âlem’in geleceğini ihbar etmiştir.
Bir nev’i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıdlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.
Bir kısmı dahi: Tahaddi vaktinde izhar olunan havarik-ı hissiyedir. Bine karib ta’dad olunmuştur. Demek söylediğimiz gibi herbir ferdi, âhâdî de olursa mecmuu mütevatir-i bilmanadır.
Birisi: Mübarek olan parmaklarından suyun nebeanıdır. Güya maden-i sehavet olan yed-i mübarekesinden maye-i hayat olan suyun nebeanıyla menba-ı hidayet olan lisanından, maye-i ervah olan zülâl-i hidayetin feveranını hissen tasvir ediyor.
Biri de: Tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvandır. Güya hidayetindeki hayat-ı maneviye, cemadat ve hayvanata dahi sirayet ederek nutka getirmiştir.
Biri de: İnşikak-ı Kamer’dir. Güya kalb-i sema hükmünde olan Kamer, mübarek olan kalbiyle inşikakta bir münasebet peyda etmek için sine-i saf ve berrakını mübarek parmağın işaretiyle iştiyakan şakk u çâk etmiştir.
Tenbih:
İnşikak-ı Kamer mütevatir-i bilmanadır.
وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ
olan âyet-i kerime ile sabittir. Zira hattâ Kur’an’ı inkâr eden dahi, bu âyetin manasına ilişmemiştir. Hem de ihtimal vermeye şâyan olmayan bir tevil-i zaîften başka tevil ve tahvil edilmemiştir.
Vehim ve Tenbih:
İnşikak, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem şu zaman gibi âsumana adem-i tarassud, hem vücud-u sehab, hem ihtilaf-ı metali’ cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir. Hem de hem-matla’ olanlarda sabittir ki, görülmüştür. Birisi ve en birincisi ve en kübrası olan Kur’an-ı Mübin’dir. İşte sâbıkan bir nebzesine îma olunan yedi cihetle i’cazı müberhendir. İlââhirihî… Sair mu’cizatı kütüb-ü mutebereye havale ediyorum.
Hâtime
Ey benim kelâmımı mütalaa eden zevat! Geniş bir fikir ile ve müteyakkız bir nazar ile ve müvazeneli bir basiretle mecmu-u kelâmımı yani mesalik-i hamseyi muhit bir daire veya müstedir bir sur gibi nazara alınız, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetine merkez gibi temaşa ediniz. Veyahut sultanın etrafına halka tutmuş olan asakir-i müteavinenin nazarıyla bakınız! Tâ ki bir taraftan hücum eden evhamı, mütecavibe ve müteavine olan cevanib-i saire def’ edebilsin. İşte şu halde Japonların suali olan
مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذ۪ى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ
ye karşı derim: İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…
İşaret ve irşad ve tenbih:
Vakta kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat canibinden müstantık ve sâil sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, istikbale teveccüh eden nev’-i beşerin talîalarına rastgelmiş; birden fenn-i hikmet şöyle bir takım sualleri îrad etmiş ki: “Ey insan evlâdları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle? Ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz nereden? Ve müntehanız nereyedir?” O vakit nev’-i beşerin hatib ve mürşid ve reisi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat canibinden gelen fenn-i hikmete şöyle cevab vermiştir ki: “Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i mevcudat, Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu hulle-i vücudu bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet olan istidadatı veren, cemi’-i evsaf-ı kemaliye ile muttasıf ve Vâcib-ül Vücud olan Hâkim-i Ezel’dir. Biz maaşir-i beşer dahi, şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra birden ebede müteveccihen şehristan-ı ebed-ül âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.
İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!..”
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’nda Peygamber Efendimiz’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) nübüvvetinin isbatına dair “Beşinci Meslek” olarak zikredilen Mucizat-ı Mahsuse ve Havarık-ı Zahire bahsidir. Bu bölümde, Efendimiz’in (A.S.M.) peygamberliğini tasdik eden harikulâde haller ve hissi mucizeler tafsilatlı bir nazarla ele alınmaktadır.
Giriş: Beşinci Meslek’in Mahiyeti
Metnin başında ifade edildiği gibi, nübüvvetin isbatında “Beşinci Meslek”, bizzat Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) zâtında ve elinde zahir olan, siyer ve tarih kitaplarının teferruatıyla kaydettiği harikulâde haller, yani mucizelerdir.
Bu mucizeler, O’nun (A.S.M.) davasında sadık olduğunun ve doğrudan doğruya Kâinatın Hâlıkı (C.C.) tarafından vazifelendirildiğinin en zahirî ve en kat’î delilleridir. Bir padişahın elçisinin, o padişahın hususi mührünü veya alametini taşıması gibi, Peygamber Efendimiz (A.S.M.) de Hâlık-ı Kâinat’ın “tasdik mührünü”, yani O’nun (C.C.) kudretine mahsus olan harikulâde fiilleri göstermiştir.
1. Mucizelerin İsbat Kuvveti: Tevatür-ü Manevî
Metninizde zikredilen en mühim noktalardan biri, bu mucizelerin isbat kuvvetidir.
• Tasnif: Metin, “herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir” buyurur. Yani, tek tek her bir mucize hadisesi (mesela bir hurma kütüğünün inlemesi veya bir avuç yemeğin yüzlerce kişiyi doyurması), rivayet ilmi açısından âhadî (tekil raviler zinciriyle gelen) olabilir.
• Katiyet: Lakin, “mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır.”
• Müradifi (İzahı): Tevatür-ü bilmana (manevî tevatür), bir hadisenin lafzen birebir aynı olmasa da, manasının ve vuku bulduğunun yalan üzerine ittifak etmesi aklen imkânsız olan bir cemaat tarafından kat’î surette nakledilmesidir.
Misal olarak: “Peygamberimiz (A.S.M.) az yemeği bereketlendirerek çok kişiyi doyurmuştur.” haberi, belki yirmi farklı ve zayıf hadisle gelmiştir. Ancak bu yirmi rivayetin hepsi birden aynı manayı (bereket mucizesini) teyit ediyorsa, bu rivayetler birbirini kuvvetlendirir ve hadisenin cinsi (bereket mucizesi) mütevatir-i bilmana derecesine çıkar. Tek tek iplikler zayıf olsa da, bir araya geldiklerinde kopmaz bir halat teşkil ederler.
Metniniz, bu mucizelerin bine karib (bine yakın) olduğunu zikrederek, bu mucize “halatının” ne kadar kuvvetli olduğunu ifade eder.
2. Mucizatın Nevileri (Çeşitleri)
Metin, bu bin’e yakın mucizeyi üç ana başlıkta tasnif etmektedir:
A. İrhasat-ı Mütenevvia (Çeşitli İrhasat)
• Müradifi (İzahı): İrhasat, peygamberlik vazifesi verilmeden evvel zuhur eden harikulâde hallerdir. Bunlar, o zâtın gelecekteki büyük vazifesine bir “hazırlık” ve “işaret” mahiyetindedir.
• Metnin Yorumu: Metin, bu hadiseleri sadece Efendimiz’in (A.S.M.) şahsıyla sınırlı tutmaz. Güya bütün bir asrın, O’nun (A.S.M.) gelişini “hiss-i kabl-el vuku” (olaydan önce hissetme) ile haber verdiğini, o asrın O’ndan (A.S.M.) istifade ederek keramet sahibi olduğunu beyan eder. Bu, O’nun (A.S.M.) nurunun, daha dünyaya teşrifinden evvel kâinata tesir ettiğini gösterir.
B. İhbarat-ı Gaybiye (Gaybdan Haber Vermeler)
• Müradifi (İzahı): Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) ne maziden (geçmişten) ne de istikbalden (gelecekten) haberi olmadığı halde, Vahy-i İlahî ile bildirmesi neticesinde verdiği haberlerdir.
• Metnin Yorumu: Metin, bu durumu O’nun (A.S.M.) “tayyar olan ruh-u mücerredi”nin (uçucu, maddeden mücerred ruhunun) zaman ve mekân kayıtlarını kırıp mazi ve müstakbeli temaşa etmesi şeklinde tasvir eder. Bu, O’nun (A.S.M.) ruhunun, vazifesi icabı, madde âleminin kayıtlarından âzâde kılındığını gösterir.
• Ayet ile Misal (İstikbal): Kur’an-ı Kerim, O’nun (A.S.M.) lisanıyla Rumların (Bizans) yakın bir zamanda Farslara (Sasaniler) galip geleceğini, Müslümanların da o gün sevineceğini haber vermiştir:
$ {غُلِبَتِ الرُّومُ ﴿٢﴾ ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ ﴿٣﴾ ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ ﴿٤﴾}$
Meali: “Romalılar (Rumlar) yenilgiye uğradı. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir (mutlak hükümranlık) Allah’ındır. O gün mü’minler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.” (Rum, 30/2-4)
C. Havarık-ı Hissiye (Hissî Mucizeler)
• Müradifi (İzahı): Tahaddi (meydan okuma) vaktinde, inkârcıların talebi veya bir ihtiyaca binaen, insanların hisleriyle (göz, kulak vb.) müşahede ettikleri harikulâde hallerdir. Metin, bu neviden üç mühim misal zikreder:
• Parmaklarından Suyun Nebeanı (Akması): Metin, bu hadiseyi sadece fizikî bir mucize olarak değil, manevî bir tasvir olarak da izah eder:
• O’nun (A.S.M.) mübarek eli, “maden-i sehavet” (cömertlik kaynağı)dır.
• O elden maye-i hayat (hayat mayası) olan suyun akması; O’nun (A.S.M.) mübarek lisanının “menba-ı hidayet” (hidayet pınarı) olduğunu ve o lisandan maye-i ervah (ruhların mayası/hayatı) olan “zülâl-i hidayet”in (saf hidayet suyunun) aktığını hissen tasvir eder. Yani maddi mucize, manevî hakikate işaret eder.
• Tekellüm-ü Şecer ve Hacer (Ağaç ve Taşın Konuşması):
• Metnin Yorumu: O’nun (A.S.M.) getirdiği hidayetin verdiği “hayat-ı maneviye” (manevî hayat), sadece insanlara ve cinlere değil, cemadat (cansız varlıklar) ve hayvanata dahi sirayet etmiş, onları nutka getirmiştir. Bu, O’nun (A.S.M.) risaletinin ne kadar cihan şümul (evrensel) olduğunu gösterir.
• İnşikak-ı Kamer (Ay’ın Yarılması): Metnin üzerinde en çok durduğu hissî mucizedir.
3. İnşikak-ı Kamer ve Ayet Delili
Metin, bu mucizenin mütevatir-i bilmana olduğunu ve Kur’an ayetiyle sabit olduğunu vurgular.
• Ayet: Metnin zikrettiği (وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ) ifadesinin geçtiği ayet-i kerime şöyledir:
$ {اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ﴿١﴾}$
Meali: “Saat yaklaştı, ay yarıldı.” (Kamer, 54/1)
• Metnin Yorumu (Tasvir): Bu hadise, sadece Kureyş’e bir delil değil, kâinat çapında bir tasdiktir. Metin bunu şöyle tasvir eder: “Kalb-i sema hükmünde olan Kamer” (Göğün kalbi hükmündeki Ay), Efendimiz’in (A.S.M.) “mübarek olan kalbiyle” bir münasebet peyda ederek, O’nun (A.S.M.) parmağının işaretiyle “sine-i saf ve berrakını” (saf ve berrak göğsünü) iştiyakla (özlemle) “şakk u çâk etmiştir” (yarıp parçalamıştır).
• Vehim ve Tenbih (Şüpheye Cevap): Metin, “Neden bütün dünya bu hadiseyi görmedi?” şeklindeki felsefî bir tenkide (eleştiriye) cevap verir. Görmenin lazım gelmemesinin sebepleri:
• Âni olması (çok kısa bir sürede gerçekleşmesi).
• Gece ve vakt-i gaflet olması (insanların uykuda veya meşgul olması).
• Adem-i tarassud (O zamanlar astronomik gözlem alışkanlığının yaygın olmaması).
• Vücud-u sehab (Bulutların varlığı, manî olması).
• İhtilaf-ı metali’ (Ay’ın doğuş vakitlerinin ve saat dilimlerinin farklı olması. Bir yerde gece iken, diğer yerde gündüz olması).
4. Mucizelerin En Kübrası: Kur’an-ı Mübin
Metin, hissî mucizeleri saydıktan sonra “en birincisi ve en kübrası” (en büyüğü) olan Kur’an-ı Mübin’e (Apaçık Kur’an) işaret eder.
Diğer mucizeler, o asırda yaşayanlara hitap eden hissî ve muvakkat (geçici) delillerdi. Kur’an ise, akla hitap eden, manevî ve ebedî bir mucizedir. Onun mucizeliği (i’cazı) metinde “yedi cihetle müberhendir (isbatlıdır)” şeklinde ifade edilir. Bu yedi cihet, Risale-i Nur’un başka bahislerinde (bilhassa 25. Söz’de) tafsil edilir (Lafzındaki belagatı, manasındaki derinliği, gaybî ihbaratı, ilmî hakikatleri, içtimaî ve hukukî nizamı vb.).
• Ayet ile Tahaddi (Meydan Okuma): Kur’an’ın mucizeliğinin delili, tahaddi etmesi, yani inkârcılara “Eğer şüpheniz varsa, haydi bir benzerini getirin” diye meydan okumasıdır:
$ {وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٢٣﴾}$
Meali: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (Bakara, 2/23)
Hâtime ve İşaret: Nübüvvetin Küllî Manası
Metnin sonundaki “Hâtime” ve “İşaret” kısımları, bu Beşinci Meslek’in ve diğer dört mesleğin (Peygamberlik delillerinin) gayesini ortaya koyar:
• Müdafaa Metodu (Hâtime): Tüm bu deliller (mesalik-i hamse), tek başlarına değil, “mecmu-u kelâmı” yani bir bütün olarak ele alınmalıdır. Bir “daire” veya “sur” gibi, Hz. Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetini merkeze alıp O’nu (A.S.M.) müdafaa ederler. “Asakir-i müteavine” (birbirine yardım eden askerler) gibi, bir taraftan hücum eden şüpheleri (evhamı), diğer cephedeki deliller def’ eder.
• Allah’ın Varlığına Delil Olması (Hâtime): Japonların suali (مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ… “Sizin bizi davet ettiğiniz İlah’ın varlığına dair açık delil nedir?”) sorusuna verilen cevap, felsefî bir isbat değil, canlı bir bürhandır: “İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…”
• Çünkü böyle bir zât (A.S.M.), ancak böyle bir Allah’ın (C.C.) Resûlü olabilir. O’nun (A.S.M.) ahlakı, getirdiği nizam, gösterdiği mucizeler ve O’nu (A.S.M.) tasdik eden Kur’an, kendisini gönderen Sâni’in (C.C.) varlığına ve kemal sıfatlarına en büyük delildir.
• Beşeriyetin Suallerine Cevap Olması (İşaret): Metnin sonundaki temsilde:
• Fenn-i Hikmet (Bilim ve Felsefe): Kâinat namına insana en temel sualleri sorar: “Nereden geliyorsunuz? (Mebdeiniz neresi?)”, “Ne edeceksiniz? (Vazifeniz nedir?)”, “Nereye gideceksiniz? (Müntehanız neresidir?)”.
• Muhammed (A.S.M.): Beşeriyetin hatibi olarak, Hükûmet-i Hilkat (Yaratılış Hükümeti) namına bu felsefî suallere yegâne kat’î cevabı verir:
• Nereden? “Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz.” (Biz tesadüfen gelmedik, memuruz).
• Ne Edeceksiniz? “Şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz.” (Hayatın gayesi, ebedî saadeti kazanmaktır).
• Nereye? “Ebede müteveccihen şehristan-ı ebed-ül âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.” (Yolculuk, cismanî dirilişe doğrudur).
Sonuç olarak bu “Beşinci Meslek”, sadece hissî mucizeleri saymakla kalmaz; bu mucizelerin manevî tevatür kuvvetini, sembolik manalarını ve en nihayetinde bu mucizelerin sahibi olan Zât’ın (A.S.M.), kâinatın en büyük suallerine cevap veren yegâne mürşid ve Allah’ın (C.C.) varlığına en parlak delil olduğunu isbat eder.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Üçüncü Maksad
Haşr-i cismanîdir. Evet, hilkat onsuz olmaz ve abestir. Neam, haşir haktır ve doğrudur. Bürhanın en vâzıhı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Mukaddeme
Kur’an-ı Mübin, haşr-i cismanîyi o derece izah etmiştir ki; edna bir şübheyi bırakmamış. İşte biz de kuvvetimize göre onun berahinini bir derece tefsir için birkaç makasıd ve mevakıfına işaret edeceğiz.
Birinci Maksad:
Evet kâinattaki nizam-ı ekmel, hem de hilkatteki hikmet-i tâmme, hem de âlemdeki adem-i abesiyet, hem de fıtrattaki adem-i israf, hem de cemi’ fünun ile sabit olan istikra-i tâmm, hem de yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere, hem de istidad-ı beşerin cevheri, hem de insanın lâ-yetenahî olan âmâli, hem de Sâni’-i Hakîm’in rahmeti, hem de Resul-i Sadık’ın lisanı, hem de Kur’an-ı Mu’ciz’in beyanı; haşr-i cismanîye sadık şahidler ve hak ve hakikî bürhanlardır.
Mevkıf ve İşaret:
1- Evet saadet-i ebediye olmazsa nizam, bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Cemi’ maneviyat ve revabıt ve niseb, hebaen gider. Demek nazzamı, saadet-i ebediyedir.
2- Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinattaki riayet-i mesalih ve hikem ile mücehhez olduğundan, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Zira saadet-i ebediye olmazsa, kâinatta bilbedahe sabit olan hikem ve fevaide karşı mükâbere edilecektir.
3- Neam, akıl ve hikmet ve istikra’ın şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeye işaret, belki delalet eder. Zira adem-i sırf, herşeyi abes eder.
4- Evet fıtratta, ezcümle âlem-i suğra olan insanda, fenn-i menafi’-ül a’zânın şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösterir ki: İnsanda olan istidadat-ı maneviye ve âmâl ve efkâr ve müyulatının adem-i israfını isbat eder. O ise, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu ilân eder.
5- Evet öyle olmazsa umumen kurur, hebaen gider. Feya lil’aceb!. Bir cevher-i cihanbahanın kılıfına nihayet derece dikkat ve itina edilirse, hattâ gubarın konmasından muhafaza edilirse, nasıl ve ne suretle o cevher-i yegâneyi kırarak mahvedecektir? Kellâ!.. Ona itina, onun hatırası içindir.
6- Evet sâbıkan beyan olunduğu gibi cemi’ fünunla hasıl olan, istikra-i tâmla sabit olan intizam-ı kâmil, o intizamı ihtilâlden halâs eyleyen ve tekemmül ve ömr-ü ebedîye mazhar eden haşr-i cismanînin sadefinde olan saadet-i ebediyeyi bizzarure iktiza eder.
7- Evet, saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra kıyamet dahi o destgâhtan çıkacağını haber veriyorlar. Evet insanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; bütün ezmanı yutsa tok olmaz. Sair enva’ın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir. Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i nev’iye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye remz ve işaret, belki şehadet eder.
8- Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur istidadatında mündemiç olan gayr-ı mahdud olan kabiliyattan neş’et eden müyulattan hasıl olan lâ-yetenahî âmâlinden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvuratı; mâvera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış ve medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur.
9- Neam, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmeti ise; cemi’ niamı nimet eden ve nıkmetlikten halâs eden ve kâinatı firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan halâs eyleyen saadet-i ebediyeyi nev’-i beşere verecektir. Zira şu herbir nimetin reisi olan saadet-i ebediyeyi vermezse, cemi’ nimetler nıkmete tahavvül ederek, bizzarure ve bilbedahe ve umum kâinatın şehadetiyle sabit olan rahmeti inkâr etmek lâzım gelir.
İşte ey birader!.. Mütenevvi olan nimetlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîyi nazara al! Nasıl o muhabbet, en büyük musibet olur! Demek hicran-ı ebedî, muhabbete karşı çıkamaz. İşte saadet-i ebediye, o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.
10- Neam, sâbık olan beş mesleği ile sıdk ve hakkaniyeti müberhen olan Peygamberimizin lisanı, haşr-i cismanînin definesindeki saadet-i ebediyenin anahtarıdır.
11- Neam, yedi cihetle onüç asırda i’cazı musaddak olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve fettahıdır ve besmelekeşidir.
İkinci Maksad:
Kur’an’da işaret olunan haşre dair iki delilin beyanındadır. İşte, Nahu Bismillahirrahmanirrahîm
* * *
Bu risalenin müellifi Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu risalenin te’lifinden 30 sene sonra te’lif ettiği Risale-i Nur Külliyatından “Dokuzuncu Şua”ın başında diyor ki:
“Latif bir inayet-i Rabbaniyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said yazdığı tefsir mukaddemesi “Muhakemat” namındaki eserin âhirinde, “İkinci Maksad: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. Nahu Bismillahirrahmanirrahîm” deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîmime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.”
— · ⁖ · —
Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin “Eski Said” devresi eserlerinden olan Muhakemat’ın “Unsuru’l-Akîde” bölümünde yer alan “Üçüncü Maksad”dır. Bu metin, haşr-i cismanî (cesetlerin diriltilmesi) akidesinin zaruretini ve hakkaniyetini on bir esas üzerinden isbat etmeye çalışan bir “icmal” yani hülasa mahiyetindedir.
Giriş: Haşr-i Cismanînin Hilkatteki Yeri
Üstad Hazretleri, haşr-i cismanîyi “hilkat onsuz olmaz ve abestir” diyerek, onu kâinatın varlık sebebinin merkezine yerleştirir. Eğer haşir, yani ahiret hayatı olmasa, bütün bu muazzam kâinat nizamı manasız, gayesiz ve abes (boş, lüzumsuz) bir hale düşer. Bu davanın en vâzıh (açık) bürhanının (delilinin) ise Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu beyan eder. Zira O’nun (SAS) getirdiği din ve haber verdiği hakikatler, kâinatın manasını izah eden yegâne nurdur.
Metinde zikredilen on bir “sadık şahidler ve hak ve hakikî bürhanlar”ı, kâinatın nizamından, insanın fıtratından, İlahî sıfatlardan ve naklî delillerden hareketle şu ana başlıklar altında tahlil edebiliriz:
1. Kâinattaki Nizam, Hikmet ve Gayelilik (İşaret: 1, 2, 3, 6)
Metin, kâinattaki nizam-ı ekmel (en mükemmel düzen), hikmet-i tâmme (tam ve eksiksiz hikmet) ve adem-i abesiyet (abesiyete, manasızlığa yer olmaması) üzerine bina edilmiştir.
İzahı:
Kâinata nazar ettiğimizde (baktığımızda), atomlardan galaksilere kadar her şeyin hassas bir Mîzan (ölçü) ve intizam içinde hareket ettiğini görürüz. Bu nizam, varlıkların bir gayeye hizmet ettiğini gösteren bir hikmeti ihtiva eder. Metnin ifadesiyle, eğer bu muazzam nizamın neticesi bir saadet-i ebediye (ebedî mutluluk) olmazsa, bütün bu düzen “bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır.” Yani, geçici, çürük ve aldatıcı bir görüntüden ibaret olur. Bütün manevî bağlar (revabıt) ve nisbetler “hebaen gider” (boşa gider).
Zira kâinatta varlığı bilbedahe sabit (apaçık ortada) olan hikmet ve faydalar, ancak ebedî bir hayata namzet (aday) olduklarında gerçek kıymetini bulur. Aksi takdirde, en kıymetli varlık olan insanın, en aşağı bir varlıktan daha bedbaht bir akıbete uğraması, kâinattaki bu şaşmaz hikmete ve adalete aykırı düşer.
Müradifler (Alakalı Kavramlar):
Gaye-i Hilkat (Yaratılışın Gayesi), Sırr-ı Tenzim (Düzenin Sırrı), Mîzan (Denge), Adalet-i Mutlaka (Mutlak Adalet), Sünnetullah (Allah’ın tabiatta işleyen kanunları).
Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Adem-i Abesiyet:
“Biz, göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!” (Sâd 38/27)
• Hikmet ve Gaye:
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115)
• Adalet ve Haşrin Bağlantısı:
“Yoksa biz, iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?” (Sâd 38/28)
2. Fıtrattaki İktisat ve İnsanın Cevheri (İşaret: 4, 5)
Metin, fıtrattaki adem-i israf (tabiattaki israfsızlık) prensibini delil getirir.
İzahı:
Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyi israf etmez. Metnin “fenn-i menafi’-ül a’zânın şehadetiyle” (organların faydaları ilminin/fizyolojinin şahitliğiyle) dediği gibi, bedendeki her azanın, her hücrenin bir vazifesi vardır; lüzumsuz hiçbir şey yaratılmamıştır.
Bu prensip, âlem-i suğra (küçük âlem) olan insana tatbik edildiğinde: İnsana verilen istidadat-ı maneviye (manevî kabiliyetler), âmâl (emeller), efkâr (fikirler) ve müyulat (meyiller) eğer sadece bu kısa ve fani hayat için verilmişse, bu, en büyük israf olur. Üstad’ın 5. İşaret’teki “cevher-i cihanbaha” (dünya değerinde kıymetli mücevher) teşbihi (benzetmesi) harikadır: Değersiz bir kılıfa (insanın bedeni veya dünya hayatı) bu kadar itina gösterilip gubarın (tozun) konmasından muhafaza edilirken, onun içindeki cevher-i yegâne (insanın ruhu, kalbi, istidadı) nasıl olur da kırılarak mahvedilebilir? Bu, Sâni’-i Hakîm’in hikmetine ve iktisadına zıttır.
Müradifler:
İktisat, Ahsen-i Takvim (En güzel suret), Zübde-i Kâinat (Kâinatın özü), Ehemmiyet-i İnsaniye.
Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
• İnsanın Kıymeti:
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)
3. Haşr-i Baharî ve Kıyamet Nümuneleri (İşaret: 7)
Metin, haşrin isbatı için “yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere”yi (gün ve yıl gibi türlerde tekrarlanan küçük kıyametleri) delil gösterir.
İzahı:
Kâinat, bir saat fabrikası gibi işler. “Saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene…” teşbihi, bu düzenin bir gayeye doğru aktığını gösterir. Geceden sonra sabahın gelmesi, kıştan sonra baharın gelmesi, ölmüş yeryüzünün yeniden diriltilmesi; bütün bunlar “o destgâhtan” (o fabrikadan) mevtten sonra kıyametin de çıkacağını haber veren misallerdir.
Bahar mevsiminde yüz binlerce nevi bitki ve hayvanatın yeniden yaratılması, tek bir insanın yaratılmasından daha zor değildir. Bunu her sene yapan Kudret-i Ezeliye, elbette insanın “kıyamet-i şahsiye-i umumiyesine” (şahsî ve umumî kıyametine) de muktedirdir.
Müradifler:
Haşr-i Baharî (Bahar dirilişi), Teceddüd-i mahlûkat (Varlıkların yenilenmesi), Devridaim, Kudret-i Ezeliye.
Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Baharın Dirilişi:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30/50)
• İlk Yaratılışın Delil Olması:
“İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratılış konusunda şüphe içindedirler.” (Kâf 50/15)
4. İnsanın Derûnî Yapısı ve Ebediyet Arzusu (İşaret: 7, 8)
Metin, insanın fıtratına dercedilen (yerleştirilen) “lâ-yetenahî olan âmâli” (sonsuz emelleri) ve “gayr-ı mahsur istidadatı” (sınırsız kabiliyetleri) delil gösterir.
İzahı:
Diğer canlıların nazarı (bakışı), lezzeti ve elemi cüz’î (parçaya ait) ve ânî (o ana ait) iken; insanın fıtratına “nur-u fikir” (düşünce nuru) verilmiştir. Bu nur, onun emellerine öyle bir vüs’at (genişlik) vermiştir ki, “bütün ezmanı yutsa tok olmaz.” İnsan, fıtraten ebediyeti ister. Sadece bu dünya ile tatmin olmaz.
Bu gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat (sonsuz fikirler ve tasavvurlar), elini “mâvera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış”tır. Eğer bu ebedî saadet yoksa, insanın bu sonsuz istidadı ve arzusu bir abesiyet ve en büyük israf olur.
Müradifler:
Ebed Arzusu, Câmiiyyet-i İnsaniye (İnsanın toplayıcılığı), Fıtrat-ı Beşer.
Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
• İnsanın Rabbine Olan Yolculuğu:
“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O’na varacaksın.” (İnşikâk 84/6)
5. İlahî Sıfatların Tecellisi: Rahmet (İşaret: 9)
Metin, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmetini en kuvvetli delillerden biri olarak sunar.
İzahı:
Haşir, her şeyden evvel Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin bir gereğidir. Eğer saadet-i ebediye olmazsa, dünyadaki cemi’ nimetler nıkmete tahavvül eder (bütün nimetler azaba dönüşür). Metnin vurguladığı gibi, muhabbet (sevgi) ve şefkat dahi, firak-ı ebedî (sonsuz ayrılık) ve hicran-ı lâyezalî (bitimsiz ayrılık acısı) nazara alındığında, “en büyük musibet olur.”
Sevdiklerimizden ebediyen ayrılacaksak, onlara duyduğumuz sevgi ve şefkat, daimi bir azap kaynağına dönüşür. Kâinatın şahitliğiyle sabit olan bu sonsuz İlahî rahmet, bu azaba müsaade etmez. Rahmet, hicran-ı ebedîye “öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.”
Müradifler:
Rahmet-i Vâsia (Geniş rahmet), Vedûd (Çok seven), Adalet-i İlahiye, Hikmet-i Rabbaniye.
Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Rahmetin Kuşatıcılığı:
“O da, ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım’ dedi.” (A’râf 7/156)
• Rahmetin Eseri:
“Kendi rahmetinden olmak üzere, içinde dinlenesiniz ve lutfundan isteyesiniz diye sizin için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.” (Kasas 28/73)
6. Naklî ve Nübüvvet Delilleri (İşaret: 10, 11)
Metin, aklî delillerden sonra en kuvvetli bürhanlar olan Nübüvvet ve Kur’an’ı zikreder.
İzahı:
10. İşaret, Resul-i Sadık’ın (SAS) lisanıdır. O’nun (SAS) sıdkı ve hakkaniyeti, beş mesleği (Üstad’ın başka eserlerinde izah ettiği gibi peygamberliğinin delilleri) ile müberhen (ispatlanmış) olan bir Zat, hayatı boyunca en çok haşirden bahsetmiştir. O’nun lisanı, “saadet-i ebediyenin anahtarıdır.”
• İşaret, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. “Yedi cihetle” (veya RNK’da zikredildiği gibi kırk vecihle) i’cazı (mucizeliği) musaddak (tasdik edilmiş) olan Kur’an’ın beyanlarının üçte birinden fazlası doğrudan veya dolaylı olarak ahiret ve haşir hakkındadır. Kur’an, bu hakikatin “keşşafıdır ve fettahıdır.”
Müradifler:
Vahiy, Nübüvvet, İcma-ı Enbiya (Peygamberlerin ittifakı), İ’caz-ı Kur’an.
Konuyla Alakalı Ayetler (TDV Meali):
• Kur’an’ın Hakkaniyeti:
“Elif Lâm Mîm. İşte bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/1-2)
• Peygamberin Sıdkı:
“O, nefis arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (Necm 53/3-4)
• Haşrin Kesinliği:
“Allah, O’ndan başka ilah yoktur. Andolsun sizi, hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisâ 4/87)
Netice: “İkinci Maksad” ve “Dokuzuncu Şua” Bağlantısı
Metnin sonundaki dipnot, bu tahlilin en mühim noktalarından biridir. Bu dipnot, Muhakemat’ı (Eski Said dönemi) doğrudan Risale-i Nur Külliyatı’na (Yeni Said dönemi) bağlayan bir köprüdür.
• Üstad Hazretleri, bu metni yazdığı “Eski Said” devrinde, “İkinci Maksad” başlığı altında Kur’an’dan haşre dair iki ayeti tefsir etmeyi murad etmiş, “Nahu Bismillahirrahmanirrahîm” diyerek başlamış, fakat (muhtemelen o dönemin şartları veya başka bir İlahî hikmetle) daha yazamamış.
• Bu dipnotta, bundan tam “otuz sene sonra” Hâlık-ı Rahîm’in kendisine tevfik ihsan eylediğini ve o İkinci Maksad’ın tefsirini “Dokuzuncu Şua” olarak telif ettiğini beyan eder.
• Dokuzuncu Şua, metinde sadece başlanıp bırakılan o İkinci Maksad’ın tam ve mükemmel bir tefsiridir. Hususan, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn 36/78) sualine cevap veren ayetleri ve “İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik?” (Kâf 50/15) ayetini esas alarak, haşrin Dokuz Âlî Makam’da isbatını yapar.
• Ayrıca, Risale-i Nur’un temel esaslarından olan Onuncu Söz (Haşir Risalesi), bu Muhakemat’taki 11 bürhanın çok daha geniş, detaylı ve temsilî bir surette izahıdır.
Hülasa, elinizdeki metin, haşr-i cismanî davasının hem kâinat (nizam, hikmet, israfsızlık, bahar) hem insan (istidat, ebed arzusu) hem de İlahî sıfatlar (rahmet, adalet) ve nakil (Peygamber, Kitap) cihetlerinden isbatının çekirdek bir programıdır ki, bu program 30 sene sonra Risale-i Nur suretinde tam bir ağaç olarak tezahür etmiştir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى آله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ
وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج الى سماء الحقائق، ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق، ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق، ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق، وجنة يروض فيها جياد الأفكار، وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار، ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار: فعليه يتدرس وتدريس هذا الكتاب.. لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب، وأصلى تصقيل الاسلامية عن الوهميات التى بها تعاب، وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب.. كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات، وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات. فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه
و ان شككت فيما أقول فيه، انظر الى الفرائد الساقطة من فيه
ويحق أن يقال في تأليفه
بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا
كتابًا باللآلي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا
مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين
ولذي الدين والأحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين
يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا
محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول
جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور
خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق
على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور
على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا
صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال
كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق
هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود
و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا
وقد أنشاه رازيّ الأوان ٭ مجيد للبديع في الزمان
وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام
Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır
Hakikat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur
Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir
Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır
Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir
Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır
Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikattan
Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır
Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta
Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.
Abdülmecid
— · ⁖ · —
Risale-i Nur Külliyatı’nın mühim eserlerinden olan İşaratü’l-İ’caz’ın başında yer alan, müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin küçük biraderi Abdülmecid Nursi (Ünlükul) tarafından kaleme alınmış meşhur takrizdir (övgü, sunuş yazısı).
Bu metin, hem Arapça belağatının yüksek bir numunesini hem de eserin (İşaratü’l-İ’caz’ın) kıymetini ve muhtevasını ortaya koyan edebî bir tahlildir.
Aşağıda metnin tercümesi ve izahı tafsilatlı olarak sunulmuştur:
Metnin Tercümesi
(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla)
أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى آله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ
(Cenab-ı Hakk’a hadsiz (sınırsız) hamd ederim. Ve O’nun Resulü, Efendimiz Muhammed’e (sav) ve O’nun Âline ve en doğru yolu (tarik-i esedd) takip eden Ashabına salât ederim.)
وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج الى سماء الحقائق،
(İmdi (bundan sonra): Bil ki, her kim hakikatlerin semasına yükselmeyi murad ederse,)
ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق،
(Ve fikrini, (en derin) inceliklerin bahçelerinde gezdirmeyi dilerse,)
ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق،
(Ve yalancıyı (kâzib) doğrudan (sâdık) ayırmak için bir ölçü (mizan) ararsa,)
ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق،
(Ve hakikatlerin (şakâiklerin) yüzünden vehimlerin tozunu süpürecek bir süpürge (miknese) ararsa,)
وجنة يروض فيها جياد الأفكار،
(Ve fikirlerin asil atlarını (ciyad-ı efkâr) terbiye edeceği bir bahçe (cennet) ararsa,)
وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار،
(Ve hayırlı kimselerden (gelen) hastalıklı (sapkın) fikirlerin oklarına (nidal) karşı müdafaa edeceği bir kalkan (cünne) ararsa,)
ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار:
(Ve zorba (cebbar) kahramanlarla (ebtal) mücadele edeceği (onlara meydan okuyacağı) bir meydan (mıdmar) ararsa:)
فعليه يتدرس وتدريس هذا الكتاب..
(İşte bu kitabı ders alması (tetebbü etmesi) ve ders vermesi (tedris etmesi) gerekir..)
لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب،
(Çünkü bu kitap, hatayı yıkmak (tehdim-i hata) ve doğruyu inşa etmek (tamir-i sevab) olmak üzere iki esas üzerine bina edilmiştir.)
وأصلى تصقيل الاسلامية عن الوهميات التى بها تعاب،
(Ve İslamiyet’i, kendisiyle ayıplandığı vehimlerden (asılsız düşüncelerden) parlatmayı (tasfiyeyi) esas almıştır,)
وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب..
(Ve (İslam) akidelerini, içine karışmış olan hurafelerden süzmeyi (tasfiyeyi) gaye edinmiştir..)
كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات،
(Nasıl böyle olmasın ki? Bu kitap, (fikrî) bozuklukların (habalat) açtığı çukurlara diri diri gömülmüş (mev’ûde) olan o hakikatleri çıkarmıştır.)
وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات.
(Ve o (derin) nüktelerin (nükât) hazineleri (meknûnât) üzerindeki vehimlerin ağızlarını (kapaklarını) parçalayıp açmıştır.)
فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول
(Böylece zihinleri çözmüş (anlayışlı kılmış), en yetkin âlimleri (fuhûl) dahi hayrete düşürmüş (zihinlerini açmış), keskin fikirlerin (sâkıb efkâr) önünü açmış ve akılları tefekküre sevk etmiştir.)
وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه
(Hasılı, o (kitap) hakkında söylenecek her türlü vasfın fevkindedir (üstündedir); vasfeden (övmek isteyen) kişi onu övmek (itrasında bulunmak) için tüm takatini (tavkını) harcasa bile!)
و ان شككت فيما أقول فيه، انظر الى الفرائد الساقطة من فيه
(Eğer onun hakkındaki bu sözlerimden şüphe edersen, onun ağzından (ifadelerinden) dökülen eşsiz incilere (ferâid) bak!)
ويحق أن يقال في تأليfe
(Onun telifi (bu eserin yazılışı) hakkında şöyle denilmesi haktır:)
بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا
(Dokuması ve örgüsü eşsiz (bedî) bir şekilde inşa edilmiştir. ٭ Ayıplanmaktan ve (asılsız) değiştirmeden münezzehtir (uzaktır).)
كتابًا باللآلي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا
(İncilerle (leâlî) süslenmiş bir kitaptır. ٭ Nasların (ayet ve hadislerin) özüyle (insan gözbebeği gibi değerli muhtevasıyla) dolmuştur.)
مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين
(Apaçık hakkın ve sıdkın (doğruluğun) aynasıdır (mir’at). ٭ Ve (bilinmezlik) bulutunun (ğayn) altındaki hazinelere işaret eder (îmâ eder).)
ولذي الدين والأحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين
(Din sahibi ve dostlar (ahbab) için bir ziynettir. ٭ Düşmanlık eden (kâlî) ve hasetçiler için ise (bir utanç vesilesi) bir ayıptır (şeyn).)
يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا
(Hakkın yüzündeki yalan (meyn) perdesini yırtar atar. ٭ Mülhidlerin (ilhad ehlinin) gözünü kör eder.)
محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول
(Nakillerden (aktarılanlardan) sızan (asılsız) iddialar (nihûl) için bir mihenk taşıdır (mahekk). ٭ Ve (en büyük) âlimlerin (fuhûl) akılları için bir bağ (kayd) (yani onları hayrette bırakan bir seviyededir).)
جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور
(Sınırları ve gedikleri (suğûr) muhafaza etmek için ٭ (Mücahidlerin) göğüslerine (boyunlarına) takılmaya (bir nişan gibi) layıktır (cedîr).)
خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق
(Nifakın başındaki ayrılığı (farkı) vurmak (yok etmek) için ٭ Boyunlara (gönüllere) takılmaya (sarılmaya) müstahaktır (halîk).)
على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور
(Onun satırları ne zaman göze (taraf) yazılsa (bakılsa), ٭ Uzun zaman (dehr) boyunca o göze körlük (avar) ârız olmaz.)
على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا
(Onun (satırlarının) kalbe yazılması daha evlâdır. ٭ Ve mürekkep yerine eritilmiş saf altının (tibr) kullanılması (daha layıktır).)
صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال
(Cismi (hacmi) küçük, fakat (tesirde) benzeri olmayan (tebrâ el-misal) (altın gibi kıymetli) ٭ Kemâlin (mükemmelliğin) zirvesine (evc) yükselten bir merdiven (mirkât) gibidir.)
كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق
(İşaretleri (rumûz) çok, manası derindir (dakik). ٭ Onu tenkit eden (ta’n eden), onu idrak etmekten çok uzaktır (sahîk).)
هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود
(Onun manası (hakikatleri) şek (şüphe) hilâlini kararttı (sona erdirdi). ٭ Sen de (şüpheyi gideren) zıddının sürmesiyle gözünü sürmele ve onu (hakikati) ara.)
و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا
(O nasıl böyle (yüce) olmasın ki? ٭ Oysa Süreyya yıldızı (Simâk) onun omuzlarıyla (ulaştığı mertebeyle) iftihar eder (çekişir).)
وقد أنشاه رازيّ الأوان ٭ مجيد للبديع في الزمان
(Onu, devrin Râzî’si (Fahreddin er-Râzî’ye benzeyen, tefsir âlimi) inşa etmiştir. ٭ O, bu zamanda (emsalsiz) eşsiz (bedî’) olanı ortaya koyan (Mücîd) zattır.)
وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام
(Ve bu asır, onunla (bu eserle) bir şeref nişanı (visâm) olarak yücelir. ٭ (Şu mısra:) “لذا التأليف تاريخ تمام” (Bu telifin tam tarihidir) (Ebced hesabıyla H. 1334).)
(Osmanlıca Nazım / Manzum Parça)
Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır
(Manası: (Bu eser) Şüphesiz bilginin (yakîn) kaşifidir (açığa çıkarıcısıdır) ve bu vasfıyla belağatın (söz sanatının) anahtarıdır. – Ebced değeri: Hicri 1331)
Hakikat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur
(Manası: Hakikatin ne olduğunu gösteren, hidayete (doğru yola) eriştiren bir nur menfezidir (menâr-ı ihtida).)
Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir
(Manası: Hakk’ı (hakikati) keşfeden (açan) olmasıyla beraber, belağat (ifade güzelliği) cihetinde de eşsizdir (misalsizdir). – Ebced değeri: Hicri 1332)
Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır
(Manası: Belağat ilmindeki (gizli) sırlara (esrar) ışık tutan, çok parlak (vehhâc) bir lambadır.)
Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir
(Manası: Meselelerden (konulardan) hangisi müşkil (zor, anlaşılmaz) ise, bu eserde o (açıkça) görünür (zahir olur).)
Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır
(Manası: Bütün lafız sedeflerinin (kelimelerin) içinde (gizlenmiş olan), belağat sırları (bu eserde) mevcuttur.)
Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikattan
(Manası: Hakk’ın yüce cevherinden ve hakikat elmasından…)
Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır
(Manası: (Bu eser) Şüphelere (şükûk) karşı (çekilmiş) keskin bir kılıçtır (seyf-i katı’).)
Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta
(Manası: Yaldızlı (müzehheb) basamakları olan şu kemâlat (mükemmellik) semalarına…)
Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.
(Manası: Yükselmek (urûc) için hakkıyla (layıkıyla) nuranî bir merdivendir (mirkât). – Ebced değeri: Hicri 1334)
Abdülmecid
Tahlil ve İzah
Bu takriz, hem edebî kıymeti hem de muhtevası itibarıyla derin manalar taşımaktadır.
• Takrizin Mahiyeti:
“Takriz”, genellikle bir eserin başına konulan, eseri ve müellifini (yazarını) öven, onun kıymetini takdir eden yazılardır. Abdülmecid Nursi’nin bu takrizi, ağabeyi olan müellifin (Bediüzzaman Said Nursi) şahsından ziyade, doğrudan doğruya eserin (İşaratü’l-İ’caz’ın) ilmî ve imânî cephesine odaklanır.
• Eserin (İşaratü’l-İ’caz) Vasfedilmesi:
Abdülmecid Nursi, bu eserin hangi ihtiyaçlara cevap verdiğini (izah bölümünün başında) maddeler halinde sıralar:
• Hakikat semasına yükselmek (manevî terakki) isteyenler,
• Fikrini derin (dakik) meselelerde gezdirmek (tefekkür) isteyenler,
• Doğruyu yanlıştan ayıracak bir mizan (ölçü) arayanlar,
• Akla gelen vehimlerin tozunu temizleyecek bir miknese (süpürge) arayanlar,
• Fikirlerini terbiye edecek bir cennet (bahçe) arayanlar,
• Sapkın fikirlere karşı bir cünne (kalkan) arayanlar,
• İnkârcı (cebbar) fikir sahipleriyle mücadele edecek bir mıdmar (meydan) arayanlar…
…işte bu eseri okumalıdır.
• Eserin Temel Gayesi:
Takrize göre eser iki temel üzerine kuruludur:
• Tehdim-i Hata (Hatayı Yıkmak): İslam’a yöneltilen tenkitleri, vehimleri, şüpheleri ve hurafeleri (Arapça metinde “el-vehmiyyât” ve “el-hurâfât”) temelinden çürütmek.
• Tamir-i Sevab (Doğruyu İnşa Etmek): Yıkılan yanlışların yerine, sarsılmaz ve safi (arı-duru) iman hakikatlerini ve Kur’an’ın icazını (mucizeliğini) koymak.
• Müellife İşaret (Devrin Râzî’si):
Arapça şiirin sonlarına doğru yer alan “وقد أنشاه رازيّ الأوان” (Onu, devrin Râzî’si inşa etmiştir) ifadesi çok mühimdir. Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb) adlı eseriyle tanınan, aklî ve ilmî delillere ağırlık veren büyük bir müfessirdir. Abdülmecid Nursi, bu benzetmeyle, ağabeyi Bediüzzaman Hazretleri’nin de İşaratü’l-İ’caz eseriyle, bu asrın şüphelerine ve felsefî akımlarına karşı aynı kuvvette aklî ve ilmî bir tefsir ortaya koyduğunu belirtmektedir.
• Tarih Düşürme (Ebced Hesabı):
Bu takrizin en mühim hususiyetlerinden biri, eserin telif (yazılış) tarihini ebced hesabıyla kaydetmesidir.
• Hicri 1331 (Miladi 1913): Osmanlıca nazmın ilk mısraı olan “Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır” cümlesi, ebced hesabıyla 1331 tarihini verir. Bu, eserin yazılmaya başlandığı tarihtir.
• Hicri 1332 (Miladi 1914): Üçüncü mısra olan “Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir” cümlesi 1332 tarihini verir. Bu, eserin Birinci Dünya Harbi esnasında, cephede yazılmaya devam ettiğini gösterir.
• Hicri 1334 (Miladi 1916): Son beyit olan “Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta / Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.” cümlesi ve Arapça nazmın son mısraı olan “لذا التأليف تاريخ تمام” (Bu telifin tam tarihidir) cümlesi, ayrı ayrı ebced hesabıyla 1334 tarihini verir. Bu da eserin tamamlandığı tarihtir.
Bu takriz, İşaratü’l-İ’caz gibi belağat ve icaz ağırlıklı bir esere, yine o derece yüksek bir belağatla ve ilmî bir vukufiyetle (ebced hesabını da ihtiva ederek) yazılmış, eserin kıymetini en başta teslim eden bir anahtar metin hükmündedir.
(İktibas için kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, İşaratü’l-İ’caz, RNK Neşriyat, Takriz Bölümü)
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧
Hazırlayan: Mehmet Özçelik
www.tesbitler.com
08/11/2025