DUHA’DAN NAS’A KUR’AN-IN BELÂĞATI

DUHA’DAN NAS’A KUR’AN-IN BELÂĞATI

1- DUHA SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak belâgat misallerinden biri olan Duhâ Suresi, hem lafzî (söz) hem de manevî (mana) açıdan, indiği makam (durum) ve hitap ettiği zât (Hz. Peygamber s.a.v.) ile tam bir mutabakat içindedir.
Bu sure, “Fetret-i Vahiy” olarak bilinen, vahyin bir müddet kesildiği, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) derin bir hüzün ve endişe içinde olduğu ve müşriklerin “Rabbi O’nu terk etti!” şeklindeki alaylarına maruz kaldığı bir zamanda nazil olmuştur. Surenin her bir kelimesi, bu hüzün ve endişe hâlet-i ruhiyesini tedavi etmek, teselli vermek ve müjdelemek üzere seçilmiştir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Duhâ Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Kuşluk vaktine andolsun,
> 2. Dindiği zaman (veya karardığı zaman) geceye andolsun ki,
> 3. Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
> 4. Şüphesiz senin için son [hayat] (âhiret), ilk [hayat]tan (dünyadan) daha hayırlıdır.
> 5. Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.
> 6. Seni yetim bulup da barındırmadı mı?
> 7. Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola iletmedi mi?
> 8. Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?
> 9. Öyleyse sakın yetimi ezme!
> 10. Sakın isteyeni azarlama!
> 11. Ve Rabbinin nimetini durmaksızın anlat!
> (Duhâ, 93/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Duruma (Makam) Uygun Kelime Seçimi
Surenin belâgat tahlilini, indiği o hassas psikolojik durumu (hüznü) tedavi etme gayesi üzerinden yapabiliriz:

A. Yeminin (Kasem) Belâgatı: (الضُّحَى) ve (وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى)
Surenin indiği zamanda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vahyin kesilmesi sebebiyle manevî bir “gece” ve “durgunluk” içindeydi. Allah Teâlâ, yemini bu iki zıt durum üzerine bina eder:
* “Kuşluk Vakti” (الضُّحَى – ed-Duhâ): Bu, güneşin yükselip her yeri aydınlattığı, en parlak olduğu andır. Vahyin parlaklığını, açıklığını ve getirdiği nuru temsil eder.
* “Dindiği Zaman Gece” (وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى – ve-l-leyli izâ secâ): Buradaki (سَجَى) “secâ” kelimesi, (فَانْبَجَسَتْ) kelimesindeki nüans gibi kritiktir. “Karanlık gece” demez. “Secâ”, sakinleşen, durulan, her şeyin sükûnete erdiği, hareketin durduğu gece demektir. Bu lafız, vahyin kesilmesiyle yaşanan o “durgunluk” ve “sessizlik” hâlini (Fetret-i Vahiy) mükemmelen tasvir eder.

Belâgat Nüktesi: Allah Teâlâ, bu iki zıt duruma yemin ederek şu mesajı verir: “Ey Resûlüm! O parlak kuşluğun (vahyin) Rabbi de Benim, şu an yaşadığın bu durgun ve sakin gecenin (vahyin kesilmesinin) Rabbi de Benim. Biri aydınlıksa, diğeri hikmetli bir sükûnettir. Gecenin sükûneti, güneşin doğuşuna engel olmadığı gibi, bu fetret (durgunluk) dönemi de Benim sana olan rahmetime ve vahyin yeniden gelmesine engel değildir.”
Yemin, cevabın (Rabbin seni terk etmedi) delilidir.

B. İki Ayrı Teselli: (مَا وَدَّعَكَ) ve (وَمَا قَلَى)
Müşriklerin “Rabbi Muhammed’e vedâ etti, O’na küstü/darılıp terk etti” şeklinde iki temel iddiası vardı. 3. âyet, bu iki iddiayı iki ayrı ve çok hassas kelimeyle reddeder:
* (مَا وَدَّعَكَ – Mâ Vedde’ake): “Rabbin seni bırakmadı.”
* Aslı: (وَدَّعَ) “Vedde’a”, vedâlaşmak, ayrılmak, bırakıp gitmek demektir. Bu, bir dostun dostunu terk etmesi gibi şahsî ve duygusal bir ayrılığı ifade eder.
* Nükte: Bu kelime, Peygamberimizin (s.a.v.) “Terk mi edildim?” şeklindeki şahsî hüznünü ve mahzunluğunu hedefler. Allah, “Benim seninle olan dostluğum, ahdim bitmedi, sana vedâ etmedim” diyerek ilk duygusal teselliyi verir.
* (وَمَا قَلَى – Ve Mâ Kalâ): “Ve sana darılmadı.”
* Aslı: (قَلَى) “Kalâ”, buğz etmek, nefret etmek, darılmak, hoşlanmamak demektir. Bu, “Vedde’a”dan daha şiddetlidir; bir suç veya hata sebebiyle oluşan bir kızgınlığı, bir darılmayı ifade eder.
* Nükte: Bu kelime, Peygamberimizin (s.a.v.) “Acaba bir kusur mu işledim de Rabbim bana darıldı?” şeklindeki endişesini hedefler. Allah, “Senden razıyım, sana buğz etmiş veya darılmış değilim” diyerek ikinci zihnî ve vicdanî teselliyi verir.

Belâgat Hülâsası: Eğer âyet sadece “Rabbin seni terk etmedi” deseydi, “Acaba terk etmedi ama bana darğın mı?” şüphesi kalabilirdi. Kur’ân, “Mâ Vedde’ake” ile terk edilme hüznünü, “Ve Mâ Kalâ” ile bir hata yapmış olma endişesini ayrı ayrı ve tam olarak tedavi etmiştir.

C. Müjdenin Zirvesi: (فَتَرْضَى)
Allah Teâlâ, geleceğin daha hayırlı olacağını (Âyet 4) belirttikten sonra (Âyet 5) müjdenin zirvesini sunar:
(وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى – Ve le sevfe yu’tîke rabbuke fe terḍâ)
“Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.”
* (لَسَوْفَ يُعْطِيكَ): (لَ) “Le” (tekit/pekiştirme) ve (سَوْفَ) “Sevfe” (gelecek zaman) birleşir: “Muhakkak ve muhakkak, ileride sana verecek…”
* (فَتَرْضَى – Fe terḍâ): “…ve sen de razı olacaksın (hoşnut olacaksın).”
Belâgat Nüktesi: Buradaki incelik şudur: Allah Teâlâ, verilecek nimetin (atâ) miktarını veya cinsini belirtmemiştir. “Sana Kevser’i vereceğim”, “Sana makam-ı mahmûdu vereceğim” dememiş, ölçüyü bizzat Peygamberimizin (s.a.v.) şahsına bağlamıştır.
Mana şudur: “Sana o kadar çok ve o kadar muhtelif nimetler vereceğim ki, Sen ‘Artık razı oldum yâ Rabbi!’ deyinceye kadar bu ihsan devam edecek.”
Bu, verilebilecek en büyük müjdedir. Ölçü, nimetin kendisi değil, nimeti alan Zât’ın (s.a.v.) tam rızâsıdır. Bu, O’nun (s.a.v.) Allah katındaki kıymetini gösteren eşsiz bir belâgattır.

D. Geçmişe Dayalı İsbat (İstifhâm-ı Takrîrî): (أَلَمْ يَجِدْكَ…؟)
Allah Teâlâ, gelecekte (فَتَرْضَى) vereceği bu mutlak müjdeye delil (burhân) olarak, geçmişteki ihsanlarını (Âyet 6-8) zikreder. Fakat bunu düz bir cümleyle değil, “İstifhâm-ı Takrîrî” (Onaylatma Soru Sanatı) ile yapar:
* “Seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Evet barındırdı!)
* “Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola iletmedi mi?” (Evet iletti!)
* “Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?” (Evet etti!)
Belâgat Nüktesi: Mantık şudur: “Ey Resûlüm! Sen daha peygamber değilken, en zayıf ve himayesiz anlarında (yetim, şaşkın, fakir) seni bulan, koruyan, hidayet eden ve zengin kılan Rabbin; şimdi sen O’nun elçisi, mahlûkatın en şereflisi olduktan sonra mı seni terk edecek veya sana darılacak?”
Geçmişteki bu fiiller, gelecekteki (فَتَرْضَى) vaadinin en kuvvetli delilidir.

Hülâsa
Duhâ Suresi, vahyin kesilmesiyle oluşan o durgun, sessiz “gece”ye (سَجَى) karşılık, tesellinin en parlak “kuşluk vakti” (الضُّحَى) gibi doğmuştur. Her bir kelimesi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) o anki mahzunluğunu, endişesini ve müşriklerin ithamlarını tam olarak bilen (Alîm) bir Zât tarafından, bir hekimin ilaç hazırlaması gibi hassasiyetle seçilmiştir.

2-İNŞİRAH SURESİ VE BELÂĞATI

 

Duhâ Suresi’nin hemen ardından, mana ve muhteva bakımından onun tamamlayıcısı (mütemmimi) mesabesinde olan İnşirâh Suresi’nin belâgat tahliline geçelim.
Eğer Duhâ Suresi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dış âlemdeki endişelerine (terk edilme, darılma, kınanma) cevap vererek O’nu teselli ettiyse; İnşirâh Suresi, O’nun iç âlemine, yani mübarek kalbine ve ruhuna yönelerek O’na verilen manevî kuvveti ve bu kuvvetin nasıl kullanılacağını beyan eder.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (İnşirâh Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi?
> 2. Yükünü senden alıp-atmadık mı?
> 3. O senin sırtına ağır basan (yükünü).
> 4. Senin şanını yüceltmedik mi?
> 5. Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
> 6. Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
> 7. O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir işe, ibadete) yorul.
> 8. Ve ancak Rabbine yönel.
> (İnşirâh, 94/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Teselliden Teklife (Görevin Devamlılığı)
Surenin belâgatı, teselliyi (geçmişi hatırlatma) bir esasa (prensibe) bağlayıp, bunu bir faaliyete (geleceğe emir) dönüştürmesinde yatar.

A. Üç İhsanın Hatırlatılması (İstifhâm-ı Takrîrî)
Duhâ Suresi’nde olduğu gibi, bu sure de “İstifhâm-ı Takrîrî” (onaylatma, tasdik ettirme maksatlı soru) sanatı ile başlar. “Biz yapmadık mı?” sorusu, “Biz elbette yaptık” manasındadır ve nimetin büyüklüğünü muhatabın (s.a.v.) vicdanında ikrar ettirmeyi hedefler.
* (أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ – Elem neşrah leke sadrak)
* Kelime Seçimi (Şerh): (نَشْرَحْ) “Neşrah”, aslen “et ve benzeri bir şeyi yarmak, açmak” demektir. Bu, basit bir “huzur vermek” değildir. Bu, bir ameliyattır. Allah Teâlâ, Peygamberinin (s.a.v.) göğsünü, kalbini ve ruhunu, vahyin ağırlığını, risâletin meşakkatini ve ümmetin derdini taşıyabilmesi için manen “yarıp genişletmiş”, kapasitesini artırmıştır. Bu “şerh-i sadr” (göğüs genişliği), O’na (s.a.v.) sonsuz bir tahammül ve idrak kuvveti bahşetmiştir.
* (وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ – Ve vada’nâ ‘anke vizrak)
* Kelime Seçimi (Vada’a ve Vizr): (وَضَعْنَا) “Vada’nâ”, indirmek, bir kenara koymak demektir. (وِزْرَكَ) “Vizrake”, büyük ve ağır yük demektir. Bu yük nedir? Bazı müfessirlere göre vahiy gelmeden evvelki cahiliye hayatının verdiği ızdırap, bazılarına göre “Fetret-i Vahiy” dönemindeki endişedir.
* Belâgat Nüktesi (Tecsîm): Âyet bu yükün (vizr) ne kadar ağır olduğunu bir sonraki âyette tasvir eder:
* (الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ – Elleżî enkada zahrak)
* Kelime Seçimi (Enkada): (أَنقَضَ) “Enkada”, kırmak, çatırdatmak manasındadır. Arapçada ağır bir yükün kemikleri çatırtatma sesini ifade eder.
* Nükte: Bu, müthiş bir belâgat tasviridir (tecsîm sanatı). O manevî ağırlık, o zihnî endişe, sanki maddî bir yükmüş de Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek sırtını çatırdatacak kadar ağırlaşmış gibi tasvir edilir. Allah, “İşte Biz, senin sırtını çatırdatan o yükü senden alıp attık” buyurarak, ihsanın büyüklüğünü ve kurtuluşun ferahlığını hissettirir.
* (وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ – Ve rafa’nâ leke zikrak)
* Nükte (Mukabele): Bu, ilk iki nimeti taçlandıran zirvedir. Allah Teâlâ, Resûlünün (s.a.v.) ağırlığını indirmiş (وَضَعْنَا), buna mukabil O’nun şanını (zikrini) yükseltmiştir (رَفَعْنَا). Biri indirmek (vaz’), diğeri yükseltmektir (ref’).
* Müşrikler O’nun (s.a.v.) adını unutturmaya, O’na “ebter” (soyu kesik) demeye çalışırken; Allah Teâlâ O’nun zikrini kendi ismiyle beraber Kelime-i Şehadet’e, ezana, namaza, hutbeye koyarak cihan şümul (evrensel) ve ebedî kılmıştır.

B. Küllî Bir Esasın (Prensibin) Vazedilmesi
Geçmişteki bu üç büyük ihsanı hatırlattıktan sonra, Allah Teâlâ bu ihsanların arkasındaki küllî kanunu, yani Sünnetullah’ı iki defa tekit (pekiştirme) ederek beyan eder:
(فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا – Fe inne me’a-l ‘usri yusrâ)
(إِنَّ مَعَ الْعُsْرِ يُسْرًا – İnne me’a-l ‘usri yusrâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Harf-i Cer): Âyet “zorluktan sonra (بَعْدَ – ba’de)” demez, “zorlukla beraber (مَعَ – me’a)” der. Bu, belâgat açısından zirvedir. Manası şudur: Kolaylık (yüsr), zorluğun (usr) içinde gizlidir; onunla beraberdir. Her zorluk, kendi kolaylığının tohumunu içinde taşır. Bu, mü’mine zorluğun tam ortasındayken dahi ümit ve dayanma gücü verir.
* Belâgat Nüktesi 2 (Marife/Nekre Farkı): Arapça dil kaidesine göre, (الْ) “el-” takısı ile marife (belirli) yapılan bir kelime tekrar edilirse, bu aynı şeye işaret eder. Ancak tenvin ile nekre (belirsiz) yapılan bir kelime tekrar edilirse, bu farklı bir şeye veya çokluğa işaret eder.
* (الْعُسْرِ) “el-Usr” (zorluk) her iki âyette de marife (belirli) gelmiştir. Demek ki, zorluk tektir.
* (يُسْرًا) “Yusrâ” (kolaylık) her iki âyette de nekre (belirsiz) gelmiştir. Demek ki, kolaylık birden fazladır.
* Netice: Âlimler bu belâgattan şu meşhur kaideyi çıkarmışlardır: “Muhakkak ki bir zorluk (aynı zorluk), iki kolaylığa (farklı kolaylıklara) galip gelemez.”

C. Vazifenin (Faaliyetin) Hülâsası (Geleceğe Dair Emirler)
Allah Teâlâ, bu büyük tesellileri ve küllî prensibi verdikten sonra, sureyi iki kesin emirle bitirir. Bu, “Rahata erdin, artık dur” değil, “Kuvvet buldun, o halde devam et” emridir:
* (فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ – Fe iżâ ferağte fensab)
* (فَرَغْتَ) “Ferağte”: Bir işi bitirip boşaldığın, bir meşguliyetten kurtulduğun zaman…
* (فَانصَبْ) “Fensab”: (فَ) “Fe” harfi, hemen, gecikmeden manası verir. “Nasab” (نَصَب), yorulmak, gayret etmek, dikilmek, çaba sarf etmek demektir.
* Mana: “Bir işi (tebliği, cihadı, dünyevî vazifeyi) bitirdiğin anda, durma, hemen (namaza, duaya, başka bir hayırlı faaliyete) yönelerek tekrar yorul.” Bu, mü’minin hayatının atalet (boşluk) kabul etmediğini gösteren dinamik bir emirdir.
* (وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ – Ve ilâ rabbike ferğab)
* Belâgat Nüktesi (Takdîm ve Te’hîr): Âyet (فَارْغَبْ إِلَى رَبِّكَ) “Rabbine rağbet et” demez. (وَإِلَى رَبِّكَ) “Ve (ancak) Rabbine…” diyerek, mef’ûlü (nesneyi) öne alır.
* Mana (Hasr): Arap belâgatında bu öne alma (takdîm), “hasr” yani sınırlama ve münhasırlık ifade eder.
* Netice: Emrin manası şudur: “Bütün bu yorgunluklarında, bütün bu gayretlerinde (fensab) rağbetin, yönelişin, arzun, talebin; insanlardan alkış, dünyadan bir menfaat değil, sadece ve sadece Rabbinin rızası olsun!”

Hülâsa
İnşirâh Suresi, Resûlullah’ın (s.a.v.) şahsında bütün mü’minlere manevî bir “şerh-i sadr” (göğüs genişlemesi) reçetesi sunar:
* Geçmiş: Allah’ın sendeki (göğsünü genişletme, yükünü alma, şanını yüceltme) ihsanlarını hatırla. (Âyet 1-4)
* Hâl (Prensip): Zorluğun içinde kolaylığın gizli olduğunu, bir zorluğa karşı iki kolaylık vaat edildiğini bil. (Âyet 5-6)
* Gelecek: Asla boş durma; bir işi bitirince diğerine yorul (fensab) ve bütün bu yorgunluktaki tek gayen (rağbetin) Rabbin olsun (ferğab). (Âyet 7-8)

3- TİN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz ve mana bakımından en yoğun surelerinden biri olan Tîn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, insanın yaratılışındaki muazzam potansiyeli (en yüksek mertebeyi) ve bu potansiyeli kullanmadığında düşebileceği en alçak mertebeyi (zıtlık/mukabele sanatı) ortaya koyar. Bunu yaparken, ilahî vahyin indiği mukaddes mekânlara yeminle başlar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tîn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. İncire ve zeytine andolsun,
> 2. Sînâ dağına andolsun,
> 3. Ve bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
> 4. Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.
> 5. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.
> 6. Ancak, iman edip sâlih ameller işleyenler başka. Onlar için, kesintisi olmayan bir ecir vardır.
> 7. Artık (ey insan!) Bu (deliller)den sonra, hangi şey sana hesap ve cezâ gününü yalanlatabilir?
> 8. Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?
> (Tîn, 95/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Mukaddes Coğrafyadan İnsanın Hakikatine
Surenin belâgatı, dört aşamalı bir mantık silsilesi üzerine kuruludur: 1) Yeminler (Delil), 2) Yeminin Cevabı (Dava/İddia), 3) Zıtlık ve İstisna (Potansiyelin İki Yönü), 4) Netice (Soru yoluyla İkrar).

A. Yeminlerin (Kasem) Belâgatı (Âyet 1-3)
Allah Teâlâ, davasını (insanı en güzel biçimde yarattığını) isbat etmek için dört mukaddes unsura yemin eder. Bu yeminler rastgele değildir.
* (وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ – Ve’t-Tîni ve’z-Zeytûn): “İncir ve zeytin.”
* Zâhirî Mana: Bu iki meyve, hem maddî (rızık, şifa) hem de manevî (bereket) açıdan çok kıymetli nimetlerdir.
* Bâtınî Mana (Belâgat Nüktesi): Müfessirlerin ekseriyeti, bu iki meyvenin, onların bolca bulunduğu mukaddes topraklara işaret ettiğini belirtir. Bu topraklar, (Filistin/Kudüs) Hz. İsa’nın (a.s.) ve pek çok İsrâiloğlu peygamberinin tebliğ sahasıdır.
* (وَطُورِ سِينِينَ – Ve Tûri Sînîn): “Sînâ Dağı.”
* Nükte: Bu, çok açıktır. Hz. Musa’nın (a.s.) ilahî kelâma muhatap olduğu, Tevrat’ı aldığı mukaddes dağdır.
* (وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِ – Ve Hâze’l-Beledi’l-Emîn): “Bu güvenli şehir.”
* Nükte: Bu da “bu” (Hâzâ) işaret zamiriyle, Kur’ân’ın indiği “Emin Belde” olan Mekke-i Mükerreme’dir; Hz. İbrahim (a.s.) ve son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şehridir.
Yeminlerin Hülâsası: Allah Teâlâ, insan hakkındaki hükmünü açıklamadan evvel, vahyin ve risâletin indiği üç ana merkeze (Kudüs havzası, Sînâ Dağı, Mekke) yemin etmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: “İnsanı muhatap alıp ona peygamberler gönderdiğim bu mukaddes mekânlar şahittir ki…”

B. Yeminin Cevabı ve Mukabele (Zıtlık) Sanatı (Âyet 4-5)
Bu kadar büyük yeminlerden sonra, yeminin cevabı (yani asıl iddia) gelir:
(لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ – Lekad halaknâ-l insâne fî ahseni takvîm)
(ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ – Sümme radednâhu esfele sâfilîn)
Bu iki âyet, Kur’ân’daki en keskin belâgat zıtlıklarından (mukabele) birini ihtiva eder:
* Birinci Durum (Zirve): (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ – Ahsen-i Takvîm)
* (لَقَدْ – Lekad): Yeminden sonra gelen bu (لَ) “Le” ve (قَدْ) “Kad”, en kuvvetli tekit (pekiştirme) edatlarıdır. “Hiç şüphe yok ki, muhakkak ve muhakkak…”
* (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ): “En güzel biçim/kıvam/ölçü.” Bu sadece fizikî güzellik (dik duruş, simetri) değildir. (تَقْوِيمٍ) “Takvîm”, bir şeyi en ideal kıvamına, ölçüsüne ve nizamına getirmek demektir. İnsanın (Ahsen-i Takvîm) olması; akıl, idrak, irade, nutuk (konuşma), ilim kabiliyeti ve ruh gibi manevî cihazlarla donatılmasıdır. O, yaratılmışların en mükemmel numunesidir.
* İkinci Durum (Düşüş): (أَسْفَلَ سَافِلِينَ – Esfele Sâfilîn)
* (ثُمَّ رَدَدْنَاهُ – Sümme Radednâhu): “Sonra onu iade ettik, geri çevirdik.”
* (أَسْفَلَ سَافِلِينَ): “Aşağıların en aşağısı.”
* Belâgat Nüktesi: Bu iki âyet arasındaki zıtlık müthiştir. Allah, (Ahsen-i Takvîm) potansiyeliyle (Âlâ-yı İlliyyîn / en yüksek mertebeler) için yaratılan insanın, kendisine verilen bu cihazları (akıl, irade) yanlış kullanarak (Esfele Sâfilîn) mertebesine, yani hayvandan dahi aşağı bir duruma düşebileceğini (veya inkârı sebebiyle Cehennem’in en alt tabakasına atılacağını) beyan eder. Bu, potansiyelin zirvesinden, sefaletin dibine bir düşüştür.

C. İstisna ve Kurtuluş Reçetesi (Âyet 6)
Peki, bu (Esfele Sâfilîn) düşüşü kaçınılmaz bir kader midir? Hayır. 6. âyet hemen istisnayı (kurtuluş yolunu) beyan eder:
(إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – İlla-lleżîne âmenû ve ‘amilu-s sâlihât)
“Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesna (onlar düşmezler).”
* Belâgat Nüktesi: Bu âyet, (Ahsen-i Takvîm) üzere kalmanın veya o mertebeye tekrar yükselmenin formülüdür. Bu formül iki kanatlıdır:
* (آمَنُوا – Âmenû): İman (Dahilî / İç bağ).
* (وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – ‘Amilu-s Sâlihât): Sâlih amel (Zâhirî / Dış faaliyet).
Biri olmadan diğeri (Ahsen-i Takvîm) potansiyelini korumaya yetmez. İman, o yüksek kıvamın ruhudur; sâlih amel ise o ruhun bedenidir.
(فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ – Felehum ecrun ğayru memnûn)
“Onlar için kesintisiz bir ecir (mükâfat) vardır.”
* (غَيْرُ مَمْنُونٍ – Ğayru Memnûn): Bu kelime çok manidardır. İki temel manası vardır:
* Kesintiye uğramayan, ebedî.
* Başa kakılmayan (minnet edilmeyen), saf, lütufkâr bir ihsan.
Bu, (Esfele Sâfilîn) zilletine karşılık (Ahsen-i Takvîm) üzere kalanlara verilecek izzetli mükâfatı tasvir eder.

D. Hükmün Tasdiki (İstifhâm-ı İnkârî ve Takrîrî) (Âyet 7-8)
Sure, bu muazzam mantık silsilesinden sonra, inkârcıya yönelik iki sarsıcı soruyla biter:
* (فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدِّينِ – Fe mâ yukezzibuke ba’du bi-d dîn)
“Artık bu (delillerden) sonra, sana Dîn’i (hesap gününü) ne yalanlatabilir?”
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm-ı İnkârî): Bu, cevap bekleyen bir soru değil, azarlayan ve hayret ifade eden bir sorudur. “Allah’ın seni peygamberlerin tebliğ sahasında (âyet 1-3), en mükemmel kıvamda (âyet 4) yarattığını; iman etmezsen en aşağıya düşeceğini (âyet 5); iman ve amelle kurtuluşa ereceğini (âyet 6) gördükten sonra (بَعْدُ), hâlâ hangi akılla, hangi cüretle hesap gününü (Dîn) inkâr ediyorsun? Elinde hiçbir delil kalmadı!”
* (أَلَيْسَ اللَّهُ بِأَحْكَمِ الْحَاكِمِينَ – E leysa-llâhu bi Ahkemi-l Hâkimîn)
“Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni (en hikmetlisi) değil midir?”
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm-ı Takrîrî): Bu, muhatabı “Evet, öyledir!” (Belâ!) demeye mecbur bırakan bir onaylatma sorusudur.
* Hülâsa: İnsanı (Ahsen-i Takvîm) kıvamında hikmetle yaratan; (Esfele Sâfilîn) çukuruna düşenleri adaletle cezalandıran ve (iman edip sâlih amel işleyenleri) (Ecrun Ğayru Memnûn) ile mükâfatlandıran Allah, elbette Hâkimlerin En Hikmetlisi ve En Âdil Hüküm Verenidir. Surenin başı (hikmetli yaratılış) ile sonu (hikmetli hüküm) tam bir uyum içindedir.

4-ALAK SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Hira mağarasında nazil olan ilk vahiyleri olan Alak Suresi’nin (ilk 5 âyeti) ve devamının belâgat tahlilini yapalım.
Bu surenin belâgatı, vahyin nasıl başladığını, insanın ne olduğunu ve bu ikisi arasındaki çatışmayı (ilim ve cehalet, tevazu ve kibir) mucizevî bir şekilde özetlemesinde gizlidir.
1. Mevzubahis Âyet-Kerîmeler (Alak Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
> 2. O, insanı “alak”tan (aşılanmış bir yumurtadan) yarattı.
> 3. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.
> 4. O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
> 5. İnsana bilmediğini öğretmiştir.
> 6. Hayır! Gerçek şu ki, insan azar.
> 7. Kendini kendine yeterli gördüğü için.
> 8. Şüphesiz, dönüş ancak Rabbinedir.
> 9. Gördün mü, o engelleyeni?
> 10. Namaz kıldığı zaman, bir kulu (Peygamber’i).
> 11. Gördün mü? Ya o (namaz kılan) doğru yol üzerinde ise?
> 12. Veya (Allah’a karşı gelmekten) sakınmayı emrediyorsa?
> 13. Gördün mü? Ya o (engelleyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyorsa?
> 14. O (adam), Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?
> 15. Hayır! Eğer o, (bu yaptıklarından) vazgeçmezse, andolsun biz onu perçeminden,
> 16. O yalancı, günahkâr perçeminden yakalayıp (cehenneme) sürükleriz.
> 17. O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın.
> 18. Biz de zebânîleri çağıracağız.
> 19. Hayır! Sakın ona uyma; secde et ve (Rabbine) yaklaş.
> (Alak, 96/1-19)
>
2. Belâgat Tahlili: “Oku!” Emrinden “Yaklaş!” Gayesine
Surenin tahlilini üç bölümde yapabiliriz: 1) İlim ve Yaratılış (Vahyin Başlangıcı), 2) İnsanın Kibri (Sorunun Teşhisi), 3) Çatışma ve Çözüm (Hakkın Emri).

A. Birinci Bölüm: İlim, Yaratılış ve Kerem (Âyet 1-5)
Bu ilk beş âyet, İslâm medeniyetinin manifestosudur.
* (اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ – İkra’ bismi Rabbike-lleżî halak)
* (اقْرَأْ – İkra’): “Oku!” Emrin kendisi bir mucizedir. Hitap, “ümmî” (okuma-yazma bilmeyen) bir Peygamberedir. Bu, meşhur manasıyla “bir metni okumak” değil; “kâinat kitabını oku”, “sana vahyedileni tilâvet et”, “Rabbinin adıyla idrak et” demektir.
* (بِاسْمِ رَبِّكَ): “Rabbinin adıyla…” Okuma (ilim) faaliyeti, bağımsız (seküler) bir faaliyet değildir. Allah’tan ayrı, O’na rağmen bir ilim peşinde koşmak değil, O’nun adıyla, O’nun izniyle, O’nun için yapılan bir faaliyettir.
* (الَّذِي خَلَقَ): “O Rab ki, Yaratandır.” Emrin (Oku!) delili hemen gelir. Neden O’nun adıyla okuyasın? Çünkü O yaratandır. Emri veren, varlığın sahibidir.
* (خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ – Halaka-l insâne min ‘alak)
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Bu, surenin ilk harikasıdır. Allah, bir sonraki âyette ilimden, kalemden, keremden bahsedecektir. Fakat önce insanın aslını, o mükerrem varlığın en mütevazı başlangıcını (عَلَقٍ – ‘alak / kan pıhtısı, yapışkan embriyo) hatırlatır. Bu, insanı kibre düşmekten koruyan bir dipnottur.
* (اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ – İkra’ ve Rabbuke-l Ekrem)
* (اقْرَأْ – İkra’): Emir, tekit (pekiştirme) için tekrarlanır.
* (الْأَكْرَمُ – el-Ekrem): Rabbin “En Cömerttir”. Neden “el-Alîm” (En Bilen) veya “el-Kâdir” (En Kudretli) değil de “el-Ekrem” (En Cömert) sıfatı gelir? Cevabı sonraki âyetler verir:
* (الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ – Elleżî ‘alleme bi-l kalem)
(عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ – ‘Alleme-l insâne mâ lem ya’lem)
* Nükte: Allah’ın cömertliğinin (Kerem) en büyük tecellisi, O’nun öğretmesidir (‘Alleme). O, insanı (عَلَقٍ) ‘alak’ gibi cansız görünen bir pıhtıdan aldı; ona (الْقَلَمِ) ‘kalem’ (ve kalemle temsil edilen bütün ilimleri) öğretti ve onu “bilmezken” (mâ lem ya’lem) “bilir” hale getirdi.
* Belâgat Hülâsası: İlk beş âyet, insanın iki kutbunu gösterir: Biyolojik olarak en âciz başlangıç (‘alak) ve manevî olarak en yüksek potansiyel (bilgi/kalem). İnsanı “alak”tan “âlim”e yükselten tek şey, Rabbinin “Kerem” sıfatıyla ona “öğretmesidir”.

B. İkinci Bölüm: İnsanın Nankörlüğü ve Kibri (Âyet 6-8)
Allah insana bu kadar Kerem göstermişken, insan ne yapar? Cevap keskindir:
* كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ- Kellâ inne-l insâne le yatğâ)
* (كَلَّا – Kellâ): “Hayır! (Öyle olmamalıydı ama…)” Bu, şiddetli bir reddiye ve zecr (azarlama) edatıdır.
* (لَيَطْغَى – Le yatğâ): “İnsan azar, tuğyan eder.”
* Belâgat Nüktesi (Teşhis): İnsanın temel problemini tek kelimeyle teşhis eder: Tuğyan (azgınlık). Peki, sebebi nedir?
* (أَن رَّآهُ اسْتَغْنَى – En ra’âhu-stağnâ)
* Mana: “Kendini müstağnî (ihtiyaçsız, kendi kendine yeterli) gördüğü için.”
* Nükte: İşte felaketin aslı budur. İlk bölümde insan, Allah’ın öğretmesiyle (Kerem) yükselmişti. Ama ne zaman ki insan, bu ilmi, serveti veya gücü kendinden bilir, aslını (‘alak) unutur ve kendini “müstağnî” (İng. self-sufficient) zannederse, işte o an azar (yatğâ). Bu, Firavun’un psikolojisidir.
* (إِنَّ إِلَى رَبِّكَ الرُّجْعَى – İnne ilâ Rabbike-r ruc’â)
* Nükte (Tedavi): “Müstağnî” (ihtiyaçsızlık) iddiasının tedavisi bu cümlededir. “Şüphesiz dönüş (Ruc’â) ancak Rabbinedir.” İnsan kendini ne kadar bağımsız zannederse zannetsin, dönüşü (Ruc’â) kaçınılmaz olarak, yaratıldığı ve ilim aldığı Rabbine’dir. Bu cümle, kibrin ve tuğyanın tüm dayanaklarını yıkar.

C. Üçüncü Bölüm: Çatışma ve Çözüm (Âyet 9-19)
Sure, ilk bölümde (Oku!) ilkeyi, ikinci bölümde (Tuğyan) problemi koydu. Üçüncü bölümde bu problemin (Tuğyan) o günkü somut misalini (Ebu Cehil) ve çözümünü (Secde) gösterir.
* (أَرَأَيْتَ الَّذِي يَنْهَى… عَبْدًا إِذَا صَلَّى – Era’eyte-lleżî yenhâ… ‘Abden iżâ sallâ)
* Belâgat Nüktesi (Tezat): Çatışmanın tarafları mükemmel tasvir edilir. Bir tarafta azgınlaşan (yatğâ) ve engelleyen (yenhâ) bir zorba vardır. Diğer tarafta, Allah’a en yakın haliyle, “namaz kılan bir kul” (Abden izâ sallâ) vardır. Zorba, kulun kulluğundan rahatsızdır.
* (أَرَأَيْتَ – Gördün mü?): Bu soru kalıbı, muhatabın dikkatini bu çirkinliğe ve garipliğe çeker. “Böyle bir zulmü, böyle bir haddi aşmayı gördün mü? Hayret!” manasındadır.
* (أَلَمْ يَعْلَم بِأَنَّ اللَّهَ يَرَى – E lem ya’lem bi enne-llâhe yerâ?)
* Nükte (Zirve): Bütün o (Gördün mü?) sorulardan sonra (Âyet 9, 11, 13) asıl soru gelir: “O (engelleyen), Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?”
* Bu âyet, “Tuğyan”ın (Âyet 6) ve “Müstağnî” (Âyet 7) olmanın temelindeki cehaleti ortaya koyar. İnsan neden azar? Allah’ın gördüğünü bilmediği veya unuttuğu için. Bütün ahlâkın ve hesabın temeli bu tek soruda gizlidir.
* (لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِ… نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍ – Lenesfe’an bi-n nâsiye… Nâsiyetin kâżibetin hâtieh)
* (النَّاصِيَةِ – Nâsiye): Perçem, alnın ön kısmı. Arap kültüründe bu, kibrin, izzetin ve liderliğin sembolüdür.
* Belâgat Nüktesi (Mecâz): Allah Teâlâ, o kibrin sembolü olan “perçem”i, cezanın aleti yapar. “Biz onu perçeminden sürükleriz.” Daha da ötesi, perçemin sahibini değil, o perçemin kendisini “yalancı” ve “günahkâr” olarak damgalar. Bu, o kibirli insanın (Ebu Cehil) ve onun temsil ettiği kibrin tamamen değersizleştirilmesi, alçaltılmasıdır.
* (فَلْيَدْعُ نَادِيَهُ… سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ – Felyed’u nâdiyeh… Sened’u-z zebâniyeh)
* Belâgat Nüktesi (Tehakküm ve Mukabele): “O, hemen gitsin meclisini/taraftarlarını (nâdiyeh) çağırsın.” Bu, aciz bırakan bir alay (tehakküm) ve meydan okumadır. “O, güvendiği dünyevî meclisine mi (Nâdî) güveniyor? Biz de Zebânîleri (Sened’u) çağıracağız.” İnsanın (beşerî) topluluğu ile Allah’ın (ilahî) askerleri mukayese edilerek, insanın topluluğu küçümsenir.
* (كَلَّا لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ – Kellâ lâ tutı’hu ves-cud vakterib)
* Belâgat Hülâsası (Çözüm): Sure biterken, başladığı yere döner. O (Ebu Cehil) neden azdı? Kendini “müstağnî” (ihtiyaçsız) gördüğü için (Âyet 7). O halde çözüm nedir?
* (كَلَّا لَا تُطِعْهُ): “Hayır! Sakın ona (o müstağniye) itaat etme!”
* (وَاسْجُدْ): “Ve secde et.” Secde, insanın “müstağnî” olmadığının, alnını (‘alâk’tan yaratıldığı hatırlatılarak) yere koyarak kulluğunu ikrar etme faaliyetidir. Tuğyanın tam zıddıdır.
* (وَاقْتَرِبْ): “Ve (Rabbine) yaklaş.”
* Nihâî Nükte: Sure (اقْرَأْ) “Oku” emriyle başladı, (وَاقْتَرِبْ) “Yaklaş” gayesiyle bitti. Demek ki, (اقْرَأْ) “Okumak”tan (ilimden) maksat; (اسْجُدْ) “Secde” etmek (amel ve ibadet) ve neticede Allah’a (اقْتَرِبْ) “Yaklaşmaktır” (marifet ve kurbiyet).

5-KADR SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kadr Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz (kısa ve öz) surelerinden biri olmasına rağmen, belâgat bakımından muazzam bir derinlik ihtiva eder.
Surenin tamamı, tek bir gecenin (Kadir Gecesi) azametini ve şerefini tasvir etmek üzerine kuruludur. Bunu yaparken, muhatabı hayrete düşüren, manayı yücelten (tafhîm) ve kelimeleri en hassas şekilde seçen bir üslûp kullanır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kadir Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.
> 2. Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 3. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
> 4. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.
> 5. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.
> (Kadir, 97/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Bir Gecenin Azametini Tasvir Sanatı
Surenin belâgatı, bir gecenin kıymetini, insan idrakinin sınırlarını zorlayarak ve kelime seçimleriyle bu kıymeti katman katman açarak gösterir.

A. Başlangıcın Azameti: (إِنَّا أَنزَلْنَاهُ)
(إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ – İnnâ enzelnâhu fî leyleti-l kadr)
* Belâgat Nüktesi 1 (Azamet Zamiri): Sure, “Ben indirdim” (İnnî) değil, “Muhakkak Biz indirdik” (إِنَّا – İnnâ) diye başlar. Bu, “Nûn-u Azamet” (Azamet Nûnu) veya “Cem’u’t-Ta’zîm” (Yüceltme Çoğulu) olarak bilinen belâgat kuralıdır. İndirilen şeyin (Kur’ân) ve indiriliş hâdisesinin büyüklüğünü, bizzat Mütekellim’in (Konuşanın, yani Allah’ın) kendi azametini ifade eden bu zamirle başlatması, hâdisenin ehemmiyetini derhal ilân eder.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mübhem İsim): Âyet, “Muhakkak Biz Kur’ân’ı indirdik” demez; “Muhakkak Biz O’nu (هُ – hu) indirdik” der. İndirilen şeyin ismini (Kur’ân) zikretmez, bir zamirle (هُ) işaret eder. Buna “İbhâm li’t-Tafhîm” (Yüceltmek için müphem/belirsiz bırakma) denir. Manası şudur: “O”, muhatabın (Hz. Peygamber s.a.v. ve mü’minler) zihninde o kadar mâlum, o kadar büyük, o kadar şereflidir ki, isminin zikredilmesine dahi ihtiyaç yoktur. “O” denildiğinde, O’nun ne olduğu zaten bilinir.

B. İdrakin Aczini İfade: (وَمَا أَدْرَاكَ)
(وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ – Ve mâ edrâke mâ leylatu-l kadr)
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm li’t-Tafhîm): Bu, Kur’ânî bir üslûptur. Allah Teâlâ, azametini insan idrakinin kavrayamayacağı bir şeyi tarif edeceği zaman, bu soru kalıbını (İstifhâm) kullanır: “Sana bildiren nedir?” veya “Sen ne bileceksin!”.
* Bu bir azarlama veya “bilmiyorsun” ithamı değil, aksine bir “Tehvîl ve Tafhîm” (Hâdisenin büyüklüğü karşısında muhatabı sarsma ve yüceltme) sanatıdır. Manası: “Ey Resûlüm (ve ey insan)! Bu gecenin hakikatini, senin idrak kabiliyetinle, beşerî ölçülerinle tam manasıyla kavraman mümkün değildir. O’nun kıymetini ancak Biz sana bildirebiliriz.”
* (لَيْلَةُ الْقَدْرِ) “Kadir Gecesi” isminin hemen tekrarlanması da bu yüceltmeyi pekiştirir.

C. Kıymetin Tasviri: (خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ)
(لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ – Leyletu-l kadri hayrun min elfi şehr)
* Bu âyet, bir önceki (وَمَا أَدْرَاكَ) sorusunun cevabıdır.
* Belâgat Nüktesi (Kesretten Kinaye): “Bin ay” (yaklaşık 83 küsur sene), matematiksel bir sınır değildir. Arap belâgatında “elf” (bin) kelimesi, çokluktan, sonsuzluktan, sayılamayacak derecede fazlalıktan kinaye olarak kullanılır.
* Mana şu değildir: “Bu gece tam olarak 1001 aydan hayırlı değildir.” Mana şudur: “Bu gece, içinde Kadir Gecesi olmayan binlerce aydan, yani tüm bir insan ömründen daha hayırlıdır.” Bu, o gecenin feyzinin, insanın 83 yıllık ibadetinden daha yoğun, daha bereketli olduğunu gösteren muazzam bir mukayesedir.

D. Fiil Seçimindeki Nüans: (تَنَزَّلُ)
(تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا… – Tenezzelu-l melâiketu ve-r Rûhu fîhâ…)
* Belâgat Nüktesi (Fiil Kalıbı): Surenin ilk âyetinde Kur’ân’ın inişi için (أَنزَلْنَاهُ – Enzelnâhu) fiili kullanıldı. Bu (if’âl) kalıbı, genellikle “bir defada, topluca indirmek” manasına gelir.
* Ancak 4. âyette meleklerin inişi için (تَنَزَّلُ – Tenezzelu) fiili kullanılır. Bu (tefa”ul) kalıbıdır. Bu kalıp, fiilin çoklukla, peyderpey, devamlılık ve kesret (bolluk) içinde yapıldığını ifade eder.
* Hülâsa: Kur’ân o gece (Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına) bir defada inmiştir (Enzelnâ). Fakat melekler ve Ruh, o gece iner de iner, fevç fevç (grup grup), kesintisiz bir şekilde inmeye devam ederler (Tenezzelu). Bu kelime seçimi, gecenin bereketinin ve manevî trafiğinin yoğunluğunu tasvir eder.
* Nükte (Atf-ı Hâs alâ Âm): “Melekler” (الْمَلَائِكَةُ) dendikten sonra ayrıca “ve Ruh” (وَالرُّوحُ) denmesi, “hususî olanı umumî olana atfetmektir”. “Ruh”tan maksat Cebrail’dir (a.s.). Cebrail zaten meleklerin içindedir. Ancak o kadar şereflidir ki, Allah Teâlâ onun ismini ayrıca zikrederek (teşrîf ederek) o geceki faaliyetin merkezinde onun da olduğunu belirtir.

E. Gecenin Mahiyeti: (سَلَامٌ هِيَ)
(سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَjْرِ – Selâmun hiye hattâ matla’i-l fecr)
* Belâgat Nüktesi (Takdîm ve Te’hîr): Âyetin normal dizilimi (هِيَ سَلَامٌ) “O (gece) selâmetlidir” şeklinde olabilirdi. Fakat âyet (سَلَامٌ هِيَ) “Selâmettir o (gece)” şeklinde, haber (Selâmun) mübtedanın (Hiye) önüne geçirilerek (takdîm edilerek) gelmiştir.
* Bu takdîm (öne alma), belâgatta hasr (sınırlama) ve mübalağa ifade eder.
* Mana şudur: O gece, sadece “içinde selâmet bulunan” bir gece değildir. O gece, sanki baştan sona selâmetin ta kendisidir; selâmetten ibarettir. O geceye selâmetten başka bir sıfat yakışmaz. O, fecrin doğuşuna kadar mutlak bir esenliktir.
Hülâsa
Kadir Suresi; “Biz” (azamet), “O” (yüceltme), “Sen ne bilirsin!” (İdrakin aczi), “bin ay” (kıymetin sonsuzluğu), “iner de iner” (faaliyetin kesintisizliği) ve “Selâmettir O” (mahiyetin saflığı) gibi belâgat unsurlarını kullanarak, tek bir gecenin hakikatini beş âyette mucizevî bir şekilde tasvir eder.

 

6-BEYYİNE SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Ehl-i Kitab’ın ve müşriklerin durumunu tahlil ederek, yeni ve sonuncu risâletin (İslâm’ın) lüzûmunu ve hakikatini ortaya koyan Beyyine Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, “Beyyine” (Apaçık Delil) kavramını merkeze alır. İnsanlığın bu delile olan ihtiyacını, delilin mahiyetini (ne olduğunu) ve bu delile karşı insanların nasıl ikiye ayrıldığını keskin bir belâgatla ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Beyyine Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar, kendilerine apaçık bir delil (beyyine) gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi.
> 2. (Bu delil,) Allah’tan bir peygamberdir ki, tertemiz sahîfeler okur.
> 3. O sahîfelerde dosdoğru hükümler vardır.
> 4. Kendilerine kitap verilenler, ancak onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
> 5. Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.
> 6. Şüphesiz, Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüsüdürler.
> 7. Şüphesiz, iman edip, sâlih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratılmışların en hayırlısıdırlar.
> 8. Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine derin saygı duyan (O’ndan korkan) kimse içindir.
> (Beyyine, 98/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: “Beyyine” (Delil) ve İki Zıt Akıbet
Surenin belâgatı, insanlığın “Beyyine” gelmeden önceki durumu ile geldikten sonraki ayrışmasını tahlil eder.

A. İsbatın (Beyyine) Lüzûmu: (مُنفَكِّينَ) Kelimesi (Âyet 1)
(لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا… مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ)
“İnkârcılar, kendilerine ‘Beyyine’ (apaçık delil) gelinceye kadar (hallerinden) ayrılacak değillerdi.”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): Buradaki kilit ifade (مُنفَكِّينَ – Münfekkîn) kelimesidir. “İnfikkâk”, çözülmek, ayrılmak, kopmak, içinde bulunduğu durumdan vazgeçmek demektir.
* Mana: Âyet, insanlığın (hem Ehl-i Kitab’ın tahrif olmuş inançları hem de müşriklerin şirki) o dönemde manevî bir çıkmaza girdiğini, inançlarına yapışıp kaldıklarını tasvir eder. Onların, bu içine düştükleri batıl durumdan kendi kendilerine çözülüp ayrılmaları (münfekkîn olmaları) mümkün değildi.
* Hülâsa: Bu âyet, yeni bir ilahî müdahalenin, yani son Peygamber’in (s.a.v.) ve Kur’ân’ın (Beyyine) gelişinin bir lüks değil, bir zaruret olduğunu beyan eder. Dünya, bu “Beyyine” gelmeden o karanlıktan kopamazdı.

B. İsbatın (Beyyine) Mahiyeti: Delil Nedir? (Âyet 2-3)
Birinci âyet “Delil gelene kadar…” dedi. Muhatabın zihni “Peki, bu delil nedir?” sorusuna kilitlendi. Cevap hemen gelir:
(رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً… فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ)
“(Bu delil,) Allah’tan bir peygamberdir ki, tertemiz sahîfeler okur. O sahîfelerde dosdoğru hükümler vardır.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Delilin Tarifi): “Beyyine” (delil), soyut, cansız bir kitap değildir. Delil, iki parçalı küllî bir yapıdır:
* (رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ): “Allah’tan bir Elçi” (Hz. Muhammed s.a.v.). Delilin yaşayan, tebliğ eden, tatbik eden boyutu.
* (يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً): “(O Elçi’nin) tilâvet ettiği tertemiz sahîfeler” (Kur’ân).
* Nükte (صُحُfًا مُّطَهَّرَةً – Suhufen Mutahhara): “Tertemiz sahîfeler.” Bu ifade, önceki vahiylerin (Ehl-i Kitab’ın elindekilerin) tahrifata (değişime) ve beşerî yorumlara (kirlenmeye) uğradığına işaret eder. Bu yeni “Beyyine” ise, her türlü tahrifattan ve batıldan arınmıştır (mutahhar).
* Nükte (كُتُبٌ قَيِّمَةٌ – Kütübün Kayyime): “Dosdoğru hükümler/yazılar.” (قَيِّمَة) “Kayyime” kelimesi; dosdoğru, sapasağlam, ebedî, kıymet hükmü taşıyan demektir. Bu da, Kur’ân’daki hükümlerin, bütün zamanların ve mekânların en doğru, en sağlam ve en kıymetli aslı olduğunu gösterir.

C. Paradoks: İsbattan (Beyyine) Sonra Ayrılık (Âyet 4)
Mantıken, “apaçık delil” (Beyyine) geldikten sonra ihtilafın bitmesi gerekir. Ancak âyet, tam tersi bir trajediyi haber verir:
(وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَةُ)
“Kendilerine kitap verilenler, ancak onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.”
* Belâgat Nüktesi (Zıtlık): Bu, surenin en sarsıcı noktalarından biridir. Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar), aslında “Beyyine” gelmeden önce tek bir inkârda birleşmişlerdi. Asıl büyük ayrılığa (teferruk) düşmeleri, delil geldikten sonra oldu.
* Mana: Bu, onların ayrılığının sebebinin bilgisizlik veya delil yetersizliği olmadığını gösterir. Tam aksine, ayrılıklarının sebebi; delil apaçık olduğu halde ona karşı gösterdikleri haset, kibir ve bağy (bile bile isyan) idi. Delil, onları saflaştırmış; kimin hakka, kimin batıla tâbi olacağını ortaya çıkarmıştır.

D. Dinin Aslı: (وَمَا أُمِرُوا إِلَّا…) (Âyet 5)
Peki, bu “Beyyine” onlardan çok mu zor bir şey istedi? Cevap:
(وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Hasr – Sınırlama): (وَمَا أُمِرُوا إِلَّا) “Ve mâ umirû illâ…” (Onlara emredilmemişti… şundan başkası:) kalıbı, en kuvvetli sınırlama (hasr) edatıdır.
* Mana: Allah, onların tahrif ettikleri dindeki gibi karmaşık ruhbanlık, lüzumsuz teferruat veya şirk koşullarını emretmedi. Emir, son derece basitti.
* Belâgat Nüktesi 2 (Dinin Tarifi): Bu âyet, “Dînü’l-Kayyime”yi (Dosdoğru Din) tarif eder:
* İhlâs: (مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ) Dini sadece Allah’a has kılmak.
* Tevhid: (حُنَفَاءَ) “Hunefâ” (Hanifler olarak), yani bütün batıl inançlardan yüz çevirip sadece hakka (Tevhid’e) yönelerek.
* Amel: (وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ) İbadetin (Namaz) ve sosyal adaletin (Zekât) ikâmesi.
* Âyetin sonundaki (وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ) “İşte bu, dosdoğru dindir” cümlesi; 3. âyetteki (كُتُبٌ قَيِّمَةٌ) “dosdoğru hükümler” ile tam bir uyum sağlar. Yani, Kur’ân’daki “dosdoğru hükümler”, zaten Hz. Musa ve Hz. İsa’ya emredilen dinin “dosdoğru aslının” ta kendisidir.

E. Akıbet: (شَرُّ الْبَرِيَّةِ) ve (خَيْرُ الْبَرِيَّةِ) (Âyet 6-7)
Sure, “Beyyine”ye verilen cevaba göre insanlığın iki küllî tasnifini yaparak biter. Bu, Kur’ân’daki en keskin mukabele (karşılaştırma) sanatlarından biridir.
* 1. Zümre (İnkâr): (إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا… أُولَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ – …hum Şerru’l-beriyye)
* Mana: “Beyyine”yi (bu apaçık delili) reddedenler… “İşte onlar, yaratılmışların en kötüsüdürler.”
* (الْبَرِيَّةِ) “el-Beriyye”, yaratılmışlar, mahlûkat demektir. Apaçık aklı ve delili reddeden inkârcı, kendisine verilen (Ahsen-i Takvîm) potansiyelini reddettiği için, aklını kullanmayan hayvandan (Esfele Sâfilîn) daha aşağı, yani mahlûkatın en şerlisi olur.
* 2. Zümre (İman): (إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ – …hum Hayru’l-beriyye)
* Mana: “Beyyine”yi kabul edip iman eden ve sâlih amel işleyenler… “İşte onlar, yaratılmışların en hayırlısıdırlar.”
* Nükte: Bu iki âyet (6 ve 7), insanlığın değerini belirleyen tek ölçünün, Allah’ın “Beyyine”sine (vahyine) verdiği cevap olduğunu netleştirir.

F. Mükâfatın Zirvesi: Rızâ (Âyet 8)
Sure, “Hayru’l-Beriyye”nin (en hayırlıların) mükâfatını tasvir ederken, maddî mükâfattan (Cennet) daha yüce bir manevî zirve ile biter:
(رَّضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ… ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ)
“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır… İşte bu, Rabbine haşyet duyan (derin saygı ve korku besleyen) kimse içindir.”
* Belâgat Nüktesi (Rızâ Mukabelesi): Cennet hayatının zirvesi, nehirler veya köşkler değil, bu karşılıklı rızâ halidir. Kulun Rabbinden, Rabbin de kulundan razı olması. Bu, (Alak) suresindeki (وَاقْتَرِبْ) “Yaklaş!” emrinin, (Duhâ) suresindeki (فَتَرْضَى) “Razı olacaksın!” müjdesinin nihâî tecellisidir.
* Nükte (Şart): Bu zirveye ulaşmanın şartı nedir? (لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ) “Rabbine haşyet duyan.” (Haşyet), bilgiye dayalı, azametten kaynaklanan derin saygı ve korkudur. Bu, “Beyyine”yi (apaçık delili) idrak etmenin neticesidir.

Hülâsa
Beyyine Suresi, vahyin bir lüzum (zaruret) olduğunu (Munfakkîn), bu vahyin (Beyyine) hem yaşayan bir Elçi hem de tertemiz bir Kitap olduğunu (Mutahhara), bu delile rağmen ayrılığın sebebinin bilgisizlik değil kibir (Teferruk) olduğunu, dinin aslının ise çok basit (İhlâs ve Hanif) olduğunu ve nihayetinde insanın değerinin bu delile verdiği cevaba göre “Yaratılmışların En Kötüsü” veya “En Hayırlısı” olarak belirlendiğini ve en büyük mükâfatın “Karşılıklı Rızâ” olduğunu beyan eden belâgat harikası bir suredir.

7-ZİLZAL SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, kıyamet sahnelerini en sarsıcı ve en canlı tasvirlerle anlatan surelerinden biri olan Zilzâl Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, sadece 8 kısa âyette, dünyanın son anını, dirilişi ve hesabın mutlak adaletini, kelimelerin ses ahengini (fonetik) ve manasını (semantik) birleştirerek muhatabın zihnine adeta yaşatır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Zilzâl Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı (sarsıldığı) zaman,
> 2. Ve yer, bütün ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman,
> 3. Ve insan, “Ne oluyor buna!” dediği zaman;
> 4. İşte o gün (yer) haberlerini söyler.
> 5. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.
> 6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük (kabirlerinden) çıkacaklardır.
> 7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.
> 8. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.
> (Zilzâl, 99/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Hâdisenin Dehşetinden Hesabın Dehşetine
Surenin belâgatı, muhatabı hâdisenin fizikî dehşetinden alıp (Âyet 1-3), bu dehşetin ilahî sebebini (Âyet 4-5) ve manevî neticesini (Âyet 6-8) adım adım gösterir.

A. Ses ve Mana Uyumu: (زُلْزِلَتِ… زِلْزَالَهَا)
(إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا – İżâ zulzileti-l ardu zilzâlehâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Fonetik/Ses): Surenin ismi olan (زِلْزَال) “Zilzâl” kelimesinin kendisi, “Lahn” (sesin manayı yansıtması) sanatının bir harikasıdır. (ز) “ze” ve (ل) “lâm” harflerinin tekrarı, sarsıntının ve titremenin sesini taklit eder (onomatopoeia). Kelimeyi telaffuz etmek dahi, bir sarsıntı hissi verir.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mef’ûl-i Mutlak): Âyette “yer sarsıldığı zaman” denmez. Fiilin kendi mastarı (isim-fiil) (زِلْزَالَهَا) “zilzâlehâ” ile pekiştirilir. Bu, Arap belâgatında “Mef’ûl-i Mutlak”tır ve manayı en üst perdeye çıkarır.
* Nükte (İzafet): Sadece (زِلْزَالًا) “bir sarsıntıyla” demez, (زِلْزَالَهَا) “onun sarsıntısıyla” der. (هَا) “hâ” zamiri (onun) ile sarsıntıyı bizzat yeryüzüne izafe eder (bağlar).
* Hülâsa: Mana şudur: “Yeryüzü, ona has olan, ona vaadedilen, ondan başka hiçbir şeyin sarsılamayacağı o en büyük, en dehşetli, nihâî sarsıntıyla sarsıldığı zaman…” Bu, bilinen depremlerin ötesinde, mutlak bir sarsıntıdır.

B. Teşhîs (Kişileştirme) Sanatı: Konuşan Yeryüzü
Sure, yeryüzünü (Arz) cansız bir toprak parçası olarak değil, emir alan, içinde sır saklayan ve konuşan canlı bir şuur olarak tasvir eder.
* (وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا – Ve ahreceti-l ardu eskâlehâ)
* (أَثْقَالَهَا – Eskâlehâ): “Ağırlıklarını…” Bu ağırlıklar nedir? Hem içindeki ölüler (cesetler), hem de yer altındaki hazinelerdir. Daha da önemlisi, yeryüzünün şahit olduğu sırlardır. Yeryüzü, binlerce yıldır içinde tuttuğu bu emanetleri, bu “ağırlıkları” dışarı fırlatır. Bu, bir doğum veya bir kusma (istifrağ) gibi dehşetli bir boşaltmadır.
* (وَقَالَ الْإِنسَانُ مَا لَهَا – Ve kâle-l insânu mâ lehâ)
* Nükte: Bu, insanın o andaki tam aczini ve dehşetini ifade eden en kısa ve en beliğ cümledir. İnsan, (الأَرْض) “el-Arz” (yani en güvendiği, üzerine basıp sâbit zannettiği zemin) ayaklarının altından kayınca, bütün ilmî açıklamaları, bütün felsefeleri unutur. Ağzından dökülen tek şey, saf dehşet ve hayrettir: (مَا لَهَا؟) “Buna ne oluyor?”
* (يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا – Yevme-iżin tuhaddisu ahbârahâ)
* Nükte (Teşhîs): İşte o gün, yeryüzü “haberlerini söyler.” O, artık pasif bir zemin değil, aktif bir şahittir. Üzerinde kimin ne hayır, ne şer işlediğini bir bir anlatır.
* Neden? Cevap hemen gelir: (بِأَنَّ رَبَّكَ أَوْحَى لَهَا) “Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir (emretmiştir).” Yerin bu itaati ve konuşması, kendi iradesiyle değil, kâinatın sahibinin ona (أَوْحَى) “Vahy”etmesi (emir vermesi) iledir.

C. Dağılışın Tasviri: (أَشْتَاتًا) Kelimesi
(يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ أَشْتَاتًا لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ)
“O gün insanlar, amellerini görmek için (أَشْتَاتًا) bölük bölük çıkacaklardır.”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): (أَشْتَاتًا – Eştâten) kelimesi, suredeki en kilit kelimelerden biridir. (شَتَّى) “Şettâ” kökünden gelir; dağınık, parçalanmış, birbirine benzemeyen, farklı gruplar demektir.
* Mana: Mahşer günü insanlar, dünyadaki gibi tek bir millet (Türk, Arap vb.), tek bir aile veya tek bir sosyal sınıf olarak çıkmayacaklar. O gün bütün dünyevî aidiyetler parçalanmıştır. İnsanlar, amellerine göre yeniden gruplanmış halde, darmadağınık (eştâten) bir surette çıkarlar. İyiler bir grup, kötüler başka bir grup; münafıklar bir grup, sâlihler başka bir gruptur.
* Amaç: (لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ) “Amellerinin kendilerine gösterilmesi için.” Amaç, hesabı görmek değil, bizzat ameli görmektir.

D. Mutlak Adalet: (مِثْقَالَ ذَرَّةٍ)
(فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ… وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ)
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür… Kim zerre ağırlığınca şer işlerse onu görür.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Mutlak Hassasiyet): (مِثْقَالَ ذَرَّةٍ) “Miskâle zerratin” (Zerre ağırlığı). “Zerre”, o günkü Arap toplumunun bildiği en küçük ağırlık birimidir (havada uçuşan toz tanesi, en küçük karınca, atom). Bu ifade, ilahî adaletin mutlak hassasiyetini gösterir. Hiçbir şey, en küçük bir toz tanesi kadar bile olsa, kaybolmaz.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mukabele ve Paralelizm): Âyet 7 ve 8, yapısal olarak birbirinin tam simetriğidir. Bu kusursuz paralel yapı (Femen ya’mel… / Vemen ya’mel…) ve (hayran / şerran) zıtlığı, adaletin iki kefesini (hayır ve şer) mükemmel bir dengeyle sunar.
* Belâgat Nüktesi 3 (Fiil Seçimi): (يَرَهُ) “Yerehû” (Onu görür). Âyetler, “mükâfatını alır” veya “cezasını çeker” demez. Bizzat amelinin kendisini (onu) göreceğini söyler. Bu, amelin tecessüm etmesi (maddî bir şekil alması) demektir. Yaptığın o zerre hayır veya şer, o gün karşına maddî bir varlık olarak çıkacak ve sen “onu göreceksin”. Bu, inkârı imkânsız kılan bir şahitliktir.

Hülâsa
Zilzâl Suresi, (Zilzâl) kelimesinin sesiyle başlayan fizikî sarsıntıyı; yerin şahitlik etmesi (Tuhaddisu) ve insanların darmadağınık (Eştâten) fırlamasıyla manevî bir dehşete dönüştürür. Son olarak, “zerre” (ذَرَّةٍ) kelimesiyle, bu dehşetli günün mutlak adalet üzerine kurulu olduğunu ve hiçbir şeyin gözden kaçmayacağını (Yerehû) ilan eden muazzam bir belâgat metnidir.

 

8-ADİYAT SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en çarpıcı ve beliğ surelerinden biri olan Âdiyat Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, muhatabı, yemin (kasem) yoluyla önce dehşetli ve canlı bir savaş meydanı tasvirinin içine çeker. Bu tasvir (savaş atlarının sadakati ve fedakârlığı) vesilesiyle, insanın temel bir vasfını (nankörlüğünü) ortaya koyar ve bunu âhiretteki dehşetli akıbetle bağlar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Âdiyat Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Andolsun o harıl harıl koşanlara!
> 2. (Tırnaklarıyla) ateş çıkaranlara!
> 3. Sabah vakti akın edenlere!
> 4. Tozu dumana katanlara!
> 5. Derken bir topluluğun ortasına dalanlara!
> 6. Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür.
> 7. Ve şüphesiz, kendisi de buna şahittir.
> 8. Ve şüphesiz o, mal sevgisine de çok düşkündür.
> 9. Bilmez mi o, kabirlerde bulunanların ‘deşilip dışarı atılacağı’ zamanı?
> 10. Ve göğüslerde olanların (sırların) derlenip-toplanacağı zamanı?
> 11. Şüphesiz Rableri o gün onlardan elbette haberdardır.
> (Âdiyat, 100/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Atların Sadakatinden İnsanın Nankörlüğüne
Surenin belâgatı, müthiş bir zıtlık (mukabele) üzerine kuruludur. İlk beş âyetteki yeminler (Kasem), yeminin cevabı olan 6. âyetteki hükmün (insanın nankörlüğü) delilini hazırlar.

A. Yemin (Kasem) Bölümü: Canlı Tasvir Sanatı (Âyet 1-5)
Bu bölüm, Kur’ân’ın en canlı tasvirlerinden biridir. Allah Teâlâ, mücahidlerin atlarına (veya tefsirlerdeki diğer bir görüşe göre Hac kervanlarındaki develere) yemin ederken, muhatabı olayın içine çeken bir “ses” ve “görüntü” silsilesi kullanır:
* (وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا – Ve’l-‘âdiyâti dabhâ)
* (ضَبْحًا – Dabhâ): Bu kelime, surenin belâgat anahtarıdır. “Harıl harıl koşmak”tan öte, atların koşarken göğüslerinden çıkardıkları soluma sesini (hırıltı, nefes nefese kalma) tasvir eden ses taklidi (onomatopoeia) bir kelimedir. Allah Teâlâ, yemine bir ses ile başlayarak, muhatabın kulağını o savaş meydanına odaklar.
* (فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا – Fe’l-mûriyâti kadhâ)
* (فَ – Fe): Bu harf, “tertip ve ta’kîb” bildirir. Yani, hemen ardından manası verir.
* (قَدْحًا – Kadhâ): Çakmak, kıvılcım çıkarmak. O soluma sesinin hemen ardından, atların nallarının (veya taşlı arazide ayaklarının) yere vurmasıyla çıkan kıvılcımların görüntüsü gelir. Belâgat, sesten (dabhâ) görüntüye (kadhâ) intikal etmiştir.
* (فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا – Fe’l-muğîrâti subhâ)
* (فَ – Fe): Hız devam eder, hemen ardından…
* (صُبْحًا – Subhâ): “Sabah vakti.” O ses ve kıvılcımlar gecedir (karanlıkta belli olur). Baskın (İğâre) ise sabah vakti yapılır. O atlar bütün gece koşmuşlar, sabaha karşı düşmana akın etmişlerdir. Sahnenin zamanı ve faaliyeti (eylemi) netleşir.
* (فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا – Fe eserne bihî nak’â)
* (فَ – Fe): Hemen ardından…
* (نَقْعًا – Nak’â): “Toz, duman.” O hızlı akın neticesinde tozu dumana katarlar. Sahne, ses, kıvılcım ve tozdumanla tam bir kaos ve hareket tasvirine dönüşür.
* (فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا – Fe vesatne bihî cem’â)
* (فَ – Fe): Ve nihayet…
* (وَسَطْنَ – Vesatne): “Ortaladılar, tam ortasına daldılar.”
* (جَمْعًا – Cem’â): “Bir topluluk.”
* Belâgat Nüktesi (Tedrîc/Zirve): Yeminler, sesten (dabhâ) başlayıp, düşman topluluğunun tam ortasına (vesatne) dalışla zirveye ulaşır. Bu 5 âyet, sahibinin (veya Rabbinin emriyle cihad eden mücahidin) uğruna canını tehlikeye atan, soluğu kesilen, gece gündüz koşan atların muazzam itaatini, fedakârlığını ve sadakatini tasvir eder.

B. Yeminin Cevabı (Cevâbü’l-Kasem): İnsanın Hâli (Âyet 6-8)
Bu kadar ulvî bir sadakat tablosundan sonra, Allah Teâlâ bu yeminin cevabını, yani asıl davasını (iddiasını) beyan eder. Bu cevap, ilk bölümle tam bir zıtlık teşkil eder:
(إِنَّ الْإِNSَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ – İnne’l-insâne li-Rabbihî le-kenûd)
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): “Atlar”, sahiplerine bu kadar sadık ve fedakârken… “İnsan”, kendisini yaratan ve sayısız nimet veren Rabbine karşı (لَكَنُودٌ) “çok nankördür.”
* Kelime Seçimi (كَنُودٌ – Kenûd): Bu, surenin merkez kelimesidir. “Kenûd”, basit bir nankörlük değildir. Bu, nimeti inkâr eden, sürekli şikâyet eden, iyilikleri unutup kötülükleri sayan demektir. Arapçada (أَرْضٌ كَنُودٌ) “kenûd arazi”, üzerine yağmur yağmasına rağmen hiçbir bitki bitirmeyen çorak toprak demektir. İnsan da, üzerine yağan ilahî nimetlere rağmen şükür, ibadet, hayır bitirmeyen çorak bir toprak gibi nankördür.
* Tekit (Pekiştirme): Cümle, (إِنَّ) “İnne” ve (لَ) “Le” (Le-kenûd) olmak üzere iki adet kuvvetli pekiştirme edatıyla başlar. Bu, “insanın nankör olduğundan hiç şüphe yoktur” manasını verir.
(وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ – Ve innehu ‘alâ zâlike le-şehîd)
“Ve şüphesiz, kendisi de buna şahittir.”
* Nükte: Bu nankörlüğün (Kenûd) delili, insanın kendi vicdanıdır (vicdanî şahitlik).
(وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ – Ve innehu li-hubbi’l-hayri le-şedîd)
“Ve şüphesiz o, mal sevgisine de çok düşkündür.”
* Belâgat Nüktesi (Sebebin İzahı): Peki, insan neden bu kadar nankördür (Kenûd)? Çünkü (لِحُبِّ الْخَيْرِ) “mal sevgisine” (burada “Hayr” kelimesi mal, servet manasında kullanılmıştır) karşı (لَشَدِيدٌ) “çok şiddetli” bir tutkusu vardır.
* Zıtlık 2: İnsan, Rabbine (verene) karşı nankör (Kenûd), mala (verilene) karşı şiddetle tutkun (Şedîd). Bu iki kelime (Kenûd/Şedîd), insanın içindeki çarpıklığı ortaya koyar.

C. Tehdit ve Netice (Hesap Günü) (Âyet 9-11)
Sure, bu nankörlüğü ve mal hırsını (Kenûd ve Şedîd) tedavi edecek tek ilacı, yani âhiret hesabını hatırlatarak biter:
(أَفَلَا يَعْلَمُ…؟ – E fe lâ ya’lemu…?)
“Bilmez mi o…?”
* Nükte (İstifhâm-ı Tehdîd): Bu, cevap bekleyen bir soru değil, (Zilzâl Suresi’ndeki gibi) tehdit, azarlama ve hayret ifade eden bir sorudur. “Bütün bunları yaparken, o dehşetli günü bilmez mi?”
(إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ – İżâ bu’sira mâ fi’l-kubûr)
“Kabirlerde bulunanların ‘deşilip dışarı atılacağı’ (zamanı).”
* (بُعْثِرَ – Bu’sira): Bu kelime çok güçlüdür. Sadece “çıkarılmak” değil, altüst edilmek, deşilmek, içinin dışına çıkarılması demektir. Kabirlerin içindekileri fırlatmasıdır.
(وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ – Ve hussile mâ fi’s-sudûr)
“Ve göğüslerde olanların (sırların) derlenip-toplanacağı (zamanı).”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele): 9. âyet dışarıyı (kabirler), 10. âyet içeriyi (sudûr/göğüsler) anlatır. Kabirler deşilecek (Bu’sira), göğüslerdeki gizli niyetler, sırlar ve o “mal sevgisi” (hubbi’l-hayr) ortaya çıkarılacak/tasnif edilecek (Hussile).
(إِنَّ رَبَّهُم بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيرٌ – İnne Rabbehum bihim yevmeizin le-Habîr)
“Şüphesiz Rableri o gün onlardan elbette haberdardır.”
* Belâgat Hülâsası: Sure, (إِنَّ) “İnne” ve (لَّ) “Le” (Le-Habîr) ile, 6. âyettekine benzer kuvvetli bir tekit ile biter.
* Kelime Seçimi (خَبِيرٌ – Habîr): Allah (Âlim) değil, (Habîr) olduğunu söyler. “Habîr”, bir şeyin zâhirini (dışını) bilen (Âlim) değil, bâtınını (içini), en gizli sırlarını, en ince teferruatını bilen demektir.
* Mana: O gün Rableri, onların (Bihim) o gizledikleri nankörlüğün (Kenûd) ve mal hırsının (Şedîd) iç yüzünü, en ince ayrıntısıyla (Habîr) bilecektir.

Hülâsa
Âdiyat Suresi, atların sesiyle (Dabhâ) başlayan, kıvılcımıyla (Kadhâ) devam eden, tozuyla (Nak’â) ve merkeze dalışıyla (Vesatne) zirveye ulaşan bir sadakat tablosu çizer. Bu tablonun tam zıddına, insanın nankörlüğünü (Kenûd), mal hırsını (Şedîd) koyar. Tedavi olarak da, kabirlerin deşileceği (Bu’sira), sırların derleneceği (Hussile) ve Allah’ın her şeyin iç yüzünü bileceği (Habîr) o dehşetli günü hatırlatır.

9-KARİA SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kıyametin en sarsıcı isimlerinden birini taşıyan ve o günün dehşetini kelimelerin ses ahengine yansıtan Kâria Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, (Zilzâl) ve (Âdiyat) sureleri gibi, fonetik (ses) ve semantik (mana) uyumunun zirvede olduğu, muhatabı zihnen o dehşetli ânın içine çeken bir yapıya sahiptir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kâria Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yürekleri hoplatan (kapıları çalan) o felâket!
> 2. Nedir o yürekleri hoplatan (kapıları çalan) felâket?
> 3. Yürekleri hoplatan (kapıları çalan) o felâketin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 4. O gün insanlar, etrafa saçılmış pervâneler gibi olacaklar.
> 5. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacak.
> 6. O gün kimin (sevap) tartıları ağır gelirse,
> 7. İşte o, hoşnut edici bir hayat içinde olur.
> 8. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse,
> 9. İşte onun anası (varacağı yer) Hâviye’dir.
> 10. Hâviye’nin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 11. O, kızgın bir ateştir.
> (Kâria, 101/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Sarsıcı Sesten (Kâria) Korkunç Sığınağa (Hâviye)
Surenin belâgatı, o günün isminden başlayarak, o günde varlıkların nasıl değersizleştiğini gösterir ve neticeyi iki zıt akıbetle bağlar.

A. Dehşetin İsmi ve Ahengi: (الْقَارِعَةُ)
(الْقَارِعَةُ… مَا الْقَارِعَةُ… وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Kelime Seçimi): Surenin ismi olan (الْقَارِعَةُ – el-Kâria), o günün ismidir. (قَرَعَ) “Kara’a” fiili, sertçe vurmak, şiddetle çarpmak, kapıyı şiddetle çalmak, çekiçle vurmak demektir.
* Mana: Kıyamet (Kâria), sadece bir olay değil, kalplere ve kulaklara şiddetle vuran, insanı ani bir şokla sersemleten, dehşetli bir çarpma hadisesidir. Kelimenin (ق) “Kâf” ve (ر) “Râ” harflerinin ihtiva ettiği ses (fonetik) dahi bu vuruş ve çarpma sertliğini yansıtır.
* Belâgat Nüktesi 2 (Tekrar ve Tafhîm): (Kadir) suresinde gördüğümüz (وَمَا أَدْرَاكَ) “Sana ne bildirdi?” üslûbu burada da kullanılır (İstifhâm li’t-Tafhîm).
* (الْقَارِعَةُ) – “O dehşetli çarpma!” (Haber verilir).
* (مَا الْقَارِعَةُ) – “Nedir o çarpma?” (Muhatabın dikkati çekilir).
* (وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ) – “Sen o çarpmanın (dehşetinin) ne olduğunu idrak edemezsin!” (Hâdisenin azameti ve insan aklının aczi vurgulanır).
Bu üçlü silsile, manayı kademeli olarak yüceltir ve muhatabı dehşete hazırlar.

B. Teşbih Sanatı: Değerlerin Altüst Oluşu (Âyet 4-5)
O “Kâria” vurduğu an ne olacak? Sure, kâinattaki iki zıt varlığın (en hareketli/zayıf insan ve en sâbit/güçlü dağ) nasıl değersizleştiğini iki parlak teşbih (benzetme) ile tasvir eder:
* (يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ – Yekûnu-n nâsu ke’l-ferâşi’l-mebsûs)
* Teşbih (Benzetme): İnsanlar, (كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ) “etrafa saçılmış pervâneler (kelebekler)” gibi olacaklar.
* Belâgat Nüktesi: Bu teşbih harikadır. Pervâne (kelebek), zayıflığın, kaotik hareketin, yönsüzlüğün ve şuursuzca kendini ateşe atmanın sembolüdür. (الْمَبْثُوثِ) “Mebsûs” kelimesi ise darmadağınık saçılmış demektir. O gün, yeryüzünün efendisi zannedilen insan, (Zilzâl Suresi’ndeki gibi ‘eştâten’ – gruplar halinde değil) burada daha da beter bir halde, çaresiz, yönsüz, zayıf ve şuursuz bir kelebek sürüsü gibi kaosa sürüklenecektir.
* (وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ – Ve tekûnu-l cibâlu ke’l-‘ihni’l-menfûş)
* Teşbih (Benzetme): Dağlar, (كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ) “atılmış (didilmiş) renkli yünler” gibi olacaklar.
* Belâgat Nüktesi: Bu, bir önceki âyetle müthiş bir zıtlık oluşturur. İnsan zayıflığın sembolü (kelebek) gibi olurken; sabitliğin, ağırlığın ve gücün sembolü olan dağlar (الجِبَال), (الْعِهْنِ) “el-‘İhn” (renkli, boyalı yün) gibi olur. (الْمَنفُوشِ) “Menfûş” ise, didiklenmiş, kabartılmış, havada uçuşan yün demektir.
* Hülâsa: O “Kâria” vurduğunda, en güçlü ve ağır olan (dağlar), en hafif ve değersiz şeye (uçuşan yün tiftiği) dönüşür.

C. Akıbet: İki Zıt Sonuç (Âyet 6-11)
Kâinattaki bu fizikî altüst oluştan sonra, manevî altüst oluş, yani hesap başlar. Belâgat, burada keskin bir mukabele (karşılaştırma) sanatına döner:
* Ağır Gelen (Sevâp): (فَأَمَّا مَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ) “Kimin tartıları ağır (sakîl) gelirse…”
* Netice: (فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَّاضِيَةٍ) “O, hoşnut edici (râdiye) bir hayat içindedir.”
* Nükte: “Hoşnut olduğu” bir hayat değil, (رَّاضِيَةٍ) “Râdiye” yani hayatın/yaşayışın bizzat kendisinin razı ve hoşnut olduğu bir mükemmellik seviyesi.
* Hafif Gelen (Günah): (وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ) “Kimin tartıları hafif (haffet) gelirse…”
* Netice: (فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ) “Onun anası (sığınağı) Hâviye’dir.”

D. Belâgatin Zirvesi: (فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ)
Bu âyet (Âyet 9), Kur’ân’daki en dehşet verici belâgat tasvirlerinden biridir.
* (أُمُّهُ – Ummuhu): “Onun anası…” (أُمّ) “Umm” (ana), bir insanın sığınağı, korunağı, şefkat bulduğu, ait olduğu, zor anında döndüğü yerdir.
* (هَاوِيَةٌ – Hâviye): Cehennemin isimlerindendir. (هَوَى) “Hevâ” kökünden gelir; uçurum, derin çukur, düşülen yer, dipsiz kuyu demektir.
* Belâgat Nüktesi (İstiare/Teşbih-i Belîğ): Âyet, o gün tartısı hafif gelenin tek sığınağının, tek barınağının, tek “ana kucağının” o dipsiz uçurum (Hâviye) olduğunu söyler. Bu, sığınak (Umm) ile yok oluşun (Hâviye) birleştirildiği korkunç bir tasvirdir. O, ateşten başka sığınacak bir “ana” bulamayacaktır.
* (وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ – Ve mâ edrâke mâ hiyeh?)
Soru kalıbı (İstifhâm li’t-Tafhîm) burada bir kez daha, bu sefer “Hâviye” için kullanılır. “Sen o (hiyeh) nedir bilemezsin!”
* (نَارٌ حَامِيَةٌ – Nârun hâmiyeh)
Cevap gelir: “Kızgın (Hâmiye) bir ateştir.” (نَارٌ) “Nâr” kelimesinin nekre (belirsiz) gelmesi, “Bildiğiniz gibi bir ateş değil, azameti ve dehşeti kavranamaz bir ateş” manasını pekiştirir.

Hülâsa
Kâria Suresi, kulakları ve kalpleri çarpan (Kâria) bir sesle başlar. O sarsıntıda insanın kelebek (Ferâş), dağların yün (‘İhn) gibi değersizleştiğini tasvir eder. Sonunda, tartıları ağır gelenlerin razı (Râdiye) bir hayata; hafif gelenlerin ise sığınacakları tek ananın (Umm) o dipsiz uçurum (Hâviye) olduğunu ilan ederek, muhatabın zihnini dehşet içinde bir neticeyle baş başa bırakır.

 

10-TEKASÜR SURESİ VE BELÂĞATI

İnsanoğlunun dünyaya dalışını ve bu dalışın kaçınılmaz akıbetini sarsıcı bir üslupla beyan eden Tekâsür Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, gaflet içindeki insana yönelik kademeli bir tehdit ve yükselen bir ikaz silsilesidir. Sure, yumuşak bir teşhis ile başlar ve mutlak bir hesap sorgulamasıyla sona erer.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tekâsür Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Çoklukla övünmek sizi, oyalayıp-kendinizden geçirdi.
> 2. O kadar ki (bu gaflet içinde) kabirleri ziyaret ettiniz.
> 3. Hayır! Yakında bileceksiniz!
> 4. Hayır! Hayır! Elbette yakında bileceksiniz!
> 5. Hayır! Eğer kesin bir bilgi ile bilmiş olsaydınız (böyle yapmazdınız).
> 6. Andolsun, o cehennemi mutlaka göreceksiniz.
> 7. Yine andolsun, onu gözünüzle (bizzat) kesin olarak göreceksiniz.
> 8. Sonra o gün, andolsun, (size verilen) her nimetten sorguya çekileceksiniz.
> (Tekâsür, 102/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Gafletten Yüzleşmeye Kademeli İkaz
Surenin belâgatı, insanı gaflet uykusundan (Âyet 1-2) sarsarak (Âyet 3-4), yakînî (kesin) bir bilgiye (Âyet 5), oradan yakînî bir görüşe (Âyet 6-7) ve nihayet kaçınılmaz bir hesaba (Âyet 8) doğru adım adım taşır.

A. Gafletin Teşhisi: (أَلْهَاكُمُ) ve (التَّكَاثُرُ)
(أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ – Elhâkumu-t tekâsur)
“Çoklukla övünmek sizi oyaladı.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Kelime Seçimi): (أَلْهَاكُمُ – Elhâkum) fiili, surenin temelini oluşturur. (لَهْو) “Lehv”, basit bir meşguliyet değildir. Bir kimseyi asıl ve mühim gayesinden alıkoyan, onu oyalayan, unutturan, gaflete düşüren faydasız bir meşguliyettir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (التَّكَاثُرُ – Et-Tekâsur) kelimesi, (كَثُرَ) “kesura” (çok olmak) kökündendir. (تَفَاعُل) “Tefâ’ul” kalıbı, bu fiili müşterek (karşılıklı) ve gayretkeşlik içinde yapar.
* Hülâsa: Mana şu olur: “Ey insanlar! Sizi (Allah’a kulluk, âhiret hazırlığı gibi) asıl gayenizden alıkoyan şey, mal, evlat, makam, kabile çokluğuyla birbirinize karşı övünme yarışınız oldu.” Bu iki kelime, modern dünyanın “tüketim”, “rekabet” ve “daha fazlasına sahip olma” yarışının bin dört yüz sene önceki mükemmel tasviridir.

B. Gafletin Sınırı: (زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ)
(حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ – Hattâ zurtumu-l mekâbir)
“O kadar ki kabirleri ziyaret ettiniz.”
* Belâgat Nüktesi (İstiare/Mecâz): Bu âyet, belâgatın zirvelerindendir. Âyet, (حَتَّى مِتُّمْ) “Hattâ mittum” (Ölünceye kadar) demez. (زُرْتُمُ) “Zurtum” (Ziyaret ettiniz) der.
* Mana 1 (Zâhirî): “Oyalama” o kadar ileri gitti ki, kabirlerinize girinceye, yani ölünceye kadar devam etti.
* Mana 2 (Bâtınî/Belâgî): (زِيَارَة) “Ziyaret”, geçici bir eylemdir. Ziyaretçi, ziyaret ettiği yerde ebedî kalmaz, oradan ayrılıp asıl yurduna döner. Allah Teâlâ, “ölüm” hadisesini ve “kabir” hayatını bir ziyaret olarak isimlendirerek, kabrin son durak olmadığını, onun sadece âhiret yurduna geçişte geçici bir bekleme yeri olduğunu en beliğ şekilde ifade eder.
* Ironi: Onlar dünyada (Tekâsür) çoklukla övünüyorlardı; şimdi ise kabirde teklik içinde (ziyaretçi) oldular.

C. Kademeli Tehdit: (كَلَّا سَوْفَ… ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ…)
Bu iki âyet (3-4), gaflet uykusuna (Elhâkum) karşı ilk tokat gibidir.
(كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ – Kellâ sevfe ta’lemûn)
(ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ – Sümme kellâ sevfe ta’lemûn)
* Belâgat Nüktesi 1 (Reddiye): (كَلَّا – Kellâ) “Hayır! (Sandığınız gibi değil!)” Bu, onların gaflet içindeki hayat felsefelerini (Tekâsür) kökten reddeden, kesin ve sert bir uyarıdır (zecr).
* Nükte 2 (Tekrar ve Kademeleşme): (سَوْفَ تَعْلَمُونَ) “Yakında bileceksiniz!” ifadesinin tekrarı, basit bir pekiştirme değildir.
* Birincisi (sevfe ta’lemûn), ölüm anında (ziyaret başladığında) bileceklerini ifade eder.
* İkincisi (Sümme… sevfe ta’lemûn), “Sümme” (Sonra) edatıyla, daha sonra, yani kabirde ve mahşerde bileceklerini ifade eder.
* Bu tekrar, tehdidin ciddiyetini ve azabın kademeli olarak yaklaşmakta olduğunu gösterir.

D. Yüzleşmenin Seviyeleri: İlim’den Görmeye
(كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ – Kellâ lev ta’lemûne ‘ilme-l yakîn)
“Hayır! Eğer ‘İlme’l-Yakîn’ (kesin bir bilgi) ile bilmiş olsaydınız (böyle yapmazdınız).”
* Nükte: Bu âyet, (Tekâsür) gafletinin sebebini açıklar: Kesin bilginin (İlme’l-Yakîn) yokluğu. Eğer onlar, âhireti kitaplardan veya peygamberden duyarak (İlme’l-Yakîn) seviyesinde dahi bilselerdi, o oyalanmaya (Elhâkum) düşmezlerdi.
(لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ – Le teravunne-l cahîm)
(ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ – Sümme le teravunnehâ ‘ayne-l yakîn)
* Belâgat Nüktesi (Kasem/Yemin): Bu iki âyetteki (لَ…نَّ) “Le…nne” (Le-teravunne) kalıbı, Arapçadaki en kuvvetli yemin formudur (Kasem-i Mukadder). “Andolsun ki, muhakkak ve muhakkak göreceksiniz!”
* Nükte 2 (Yakînin Kademeleri): Sure, şimdi bilmekten (İlme’l-Yakîn) görmeye geçer:
* (لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ): “Cehennemi (uzaktan) göreceksiniz.” Bu, mahşer meydanında herkesin göreceği ilk bakıştır.
* (ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ): “Sonra onu ‘Ayne’l-Yakîn’ (gözün bizzat görmesiyle elde edilen kesinlik) ile göreceksiniz.” Bu, artık inkârı mümkün olmayan, bizzat içine girildiğinde veya kenarına gelindiğinde hasıl olan görerek bilme seviyesidir.
* (Tekâsür) gafleti, bilgisizlikten (İlme’l-Yakîn yokluğu) kaynaklanıyordu; akıbeti ise bizzat görmek (Ayne’l-Yakîn) oldu.

E. Nihâî Hesap: (ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ – Sümme le tus’elunne yevmeizin ‘ani-n na’îm)
* Belâgat Nüktesi (Kasem): Sure, (لَتُسْـَٔلُنَّ) “Le-tus’elunne” ifadesiyle bir en kuvvetli yemin ile daha biter. “Andolsun ki, muhakkak ve muhakkak sorguya çekileceksiniz!”
* Nükte (Mukabele/Ironi): Surenin başındaki (التَّكَاثُرُ) “Et-Tekâsur” (Çoklukla övünme), surenin sonunda (النَّعِيمِ) “En-Na’îm” (Nimet) olarak karşımıza çıkar.
* Mana: Sizi oyalayan (Elhâkum) o çokluk yarışı (Tekâsür) vardı ya… İşte o yarışta elde ettiğiniz her bir nimetten (Na’îm) —sağlıktan, zamandan, maldan, içtiğiniz soğuk sudan— hesaba çekileceksiniz.
* Hülâsa: İnsanın gafletinin sebebi (dünyevî nimet çokluğu), âhirette hesabının sebebi olacaktır. Bu, surenin başı ile sonu arasındaki müthiş bir belâgat bağıdır.

Hülâsa
Tekâsür Suresi, insanı (Elhâkum) “oyalayan” ve çoklukla övünme (Tekâsür) hastalığını teşhis ederek başlar. Bu gafletin ölüme kadar (Zurtum) sürdüğünü belirtir. (Kellâ) diyerek bu gafleti reddeder. (Sevfe ta’lemûn) ile tehdit eder. Sonra (İlme’l-Yakîn) seviyesinden (Ayne’l-Yakîn) seviyesine, yani bilmekten görmeye geçirir. Ve son olarak, övündükleri o her nimetten (Na’îm) mutlak surette (Le-tus’elunne) hesaba çekileceklerini ilan ederek gaflet perdesini tamamen yırtar.

 

11-ASR SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz (özlü), en cami (kapsamlı) ve mana bakımından en yoğun surelerinden biri olan Asr Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Merhum İmam Şâfiî’nin (r.a.) bu sure hakkındaki, “Eğer Kur’ân’dan başka hiçbir sure nazil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr Suresi bile insanların dünya ve âhiret saadetlerini temine yeterdi. Bu sure, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerini ihtiva eder” şeklindeki meşhur sözü, bu surenin belâgat ve muhteva yoğunluğunun en büyük delilidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Asr Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Asra yemin olsun ki,
> 2. İnsan gerçekten ziyandadır.
> 3. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.
> (Asr, 103/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Hüsranın Evrenselliği ve Kurtuluşun Dört Şartı
Surenin belâgatı, muazzam bir yemini (Kasem), en keskin hükmü (Cevâbü’l-Kasem) ve bu hükümden kurtulmanın yegâne yolunu (İstisna) üç kısa âyete sığdırmasında yatar.

A. Yeminin (Kasem) Belâgatı: (وَالْعَصْرِ)
(وَالْعَصْرِ – Ve’l-‘Asr)
“Asra yemin olsun ki,”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): Allah Teâlâ neden (الْعَصْرِ) “Asr”a yemin etmiştir? Bu kelime, çok katmanlı bir manaya sahiptir:
* Mutlak Zaman: En yaygın manasıyla zaman, çağ, devir. İnsanlığın bütün tarihini ifade eder.
* İkindi Vakti: Günün sonu, güneşin batmaya yaklaştığı, günlük faaliyetlerin sonunun geldiği vakit.
* Sıkmak/Öz (Asıl): (عَصَرَ) “Asara” fiili, sıkıp suyunu çıkarmak demektir (Meyve suyu için ‘asîr’ denir).
* Belâgat Hülâsası: Allah Teâlâ, bu yeminle sanki şöyle buyurmaktadır:
* “Ey insan! Senin bütün hayatının, kârının ve zararının (ziyanının) içinde cereyan ettiği Zaman’a (Tarih’e) yemin ederim ki…”
* “Ey insan! Ömrünün sonunun yaklaştığı ikindi vaktine (günün sonuna) yemin ederim ki (vaktin daralıyor) …”
* “İnsanların iyisinin kötüsünün, adeta sıkılıp özünün (aslının) ortaya çıkarıldığı o imtihan zamanına yemin ederim ki…”
Bütün bu manalar, hemen sonra gelecek olan dehşetli hükmün (ziyan) şahidi ve zeminidir. Zaman, insanlığın hüsranına şahitlik etmektedir.

B. Yeminin Cevabı (Hüküm)اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ
(اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ İnne’l-insâne lefî husr)
“İnsan gerçekten ziyandadır.”
Bu, yeminin cevabıdır ve Kur’ân’daki en keskin, en kapsamlı hükümlerden biridir. Belâgatı, üç unsurdadır:
* Çifte Tekit (Pekiştirme): Âyet, “İnsan ziyandadır” demez. (إِنَّ) “İnne” (Şüphesiz) ve (لَفِي) “Le-fî” (muhakkak içindedir) edatlarıyla, iki katlı ve en kuvvetli pekiştirme ile başlar. Bu, hükmün kesin, mutlak ve şüphe götürmez olduğunu ilan eder.
* Kapsam (الْاِنْسَانَ – el-İnsân): Âyet (إِنْسَانًا) “bir insan” (nekre) demez. (الْ) “el-” takısı ile (الْاِنْسَانَ) “el-İnsân” (marife) der. Bu, “Cins” ifade eder. Yani, insan türünün tamamı, bütün insanlık bu hükme dâhildir. Hiç kimse dışarıda değildir.
* Hüsranın (Ziyan) Derinliği (لَفِي خُسْرٍ – Lefî Husr):
* Âyet, “İnsan zarar EDENDİR” (إِاِنَّ الْاِنْسَانَ لَخَاسِرٌ – le-hâsirun) demez.
* “İnsan, ziyanın İÇİNDEDİR” (لَفِي خُسْرٍ – lefî husr) der.
* (خُسْرٍۙ) “Husr”, ziyanın, iflasın, mahvoluşun ta kendisidir (isim halidir). (فِي) “Fî” (içinde) harf-i cerri ise, batmışlık, kuşatılmışlık (zarfiyyet ve istiğrâk) ifade eder.
* Belâgat Nüktesi: Mana şudur: İnsan, sadece ara sıra ziyan eden bir varlık değildir. Aksine, o (varsayılan haliyle) ziyanın tam ortasında, hüsranın içinde boğulmakta olan bir varlıktır. Ziyan onu her taraftan kuşatmıştır.

C. İstisna (Kurtuluş Reçetesi): (إِلَّا الَّذِينَ…)
Bu dehşetli, kuşatıcı ve evrensel (cihan şümul) hüsran hükmünden (لَفِي خُسْرٍ) sonra, tek bir kurtuluş kapısı (istisna) açılır:
(إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ)
* Belâgat Nüktesi (Dört Şart): Bu istisna, belâgat açısından bir bütündür. Kurtuluş, bu dört şartın tamamının yerine getirilmesine bağlıdır. Biri eksik olursa, insan (لَف۪ي خُسْرٍۙ) “ziyanın içinde” kalmaya devam eder.
* (آمَنُوا – Âmenû / İman Edenler): Kurtuluşun temeli ve köküdür. Hüsrandan (ziyan) çıkışın ilk adımı, o hüsranı yaratan gafletten uyanıp Allah’a, âhirete ve rükünlere iman etmektir. Bu, işin dahilî ve nazarî (teorik) boyutudur.
* (وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – Ve ‘Amilu-s Sâlihât / Sâlih Ameller İşleyenler): İmanın ispatı ve faaliyetidir. İman, kalpte gizli bir iddia olarak kalamaz; sâlih (iyi, doğru, yapıcı) amellerle zâhire (dışa) yansımak zorundadır. Bu, işin zâhirî ve amelî boyutudur. (İman ve Amel, şahsî kurtuluşun temelidir.)
* (وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ – Ve Tevâsav bi’l-Hakk / Hakkı Tavsiye Edenler):
* Nükte (Tefâ’ul Kalıbı): Âyet “Hakkı emredenler” (أمروا) demez. (تَوَاصَوْا) “Tevâsav” (Vasiyetleşenler) der. Bu (تَفَاعُل) “Tefâ’ul” kalıbı, müştereklik, karşılıklılık ifade eder.
* Mana: Kurtuluş, sadece şahsî (iman ve amel) değildir; aynı zamanda içtimaîdir (sosyal). Mü’minler, karşılıklı olarak birbirlerine Hakk’ı (Tevhid’i, Kur’ân’ı, doğruyu) tavsiye etmek, adeta vasiyet eder gibi hatırlatmak zorundadırlar.
* (وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ – Ve Tevâsav bi’s-Sabr / Sabrı Tavsiye Edenler):
* Belâgat Nüktesi (Zorunlu Sonuç): Neden dördüncü bir şart daha var? Çünkü (وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ) “Hakkı tavsiye etme” faaliyeti, kaçınılmaz olarak zorluk, meşakkat, direniş ve eziyetle karşılaşacaktır.
* Mana: Üçüncü şartı (Hakkı tavsiye) yerine getirmenin bedelini ödeyebilmek için dördüncü şarta (Sabrı tavsiye) ihtiyaç vardır. Bu iki “karşılıklı tavsiye”, birbirinden ayrılmaz. Mü’minler hem Hakk’ı ayakta tutacaklar hem de bu yolda birbirlerine tahammülü, direnmeyi ve sabrı vasiyet edeceklerdir.

Hülâsa
Asr Suresi, (Asr) kelimesiyle zamanı şahit tutarak, (İnne/Le-fî) pekiştirmeleriyle insanlığın (el-İnsân) mutlak bir ziyanın içinde boğulmakta olduğunu (fî Husr) ilan eder. Ardından, bu evrensel (cihan şümul) iflastan kurtuluşun tek reçetesini dört maddelik ayrılmaz bir bütün olarak sunar: Şahsî kemâlât (İman ve Amel) ve İçtimaî (Sosyal) vazife (Hakkı ve Sabrı karşılıklı tavsiye etmek). Bu, Kur’ân’ın tamamının üç âyetlik bir hülâsasıdır (özetidir).

 

12- HÜMEZE SURESİ VE BELÂĞATI

 

İnsan karakterindeki en yıkıcı ahlâkî hastalıklardan ikisini (alaycılık ve servet kibri) ve bu hastalıkların kaçınılmaz akıbetini tasvir eden Hümeze Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, kelime seçimindeki (lafzî) şiddet ile, o kelimelerin işaret ettiği manevî (azap) şiddet arasında korkutucu bir paralellik kurar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Hümeze Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan herkesin vay haline!
> 2. O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.
> 3. O, malının kendisini ebedîleştirdiğini sanır.
> 4. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.
> 5. Hutame’nin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 6. O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.
> 7. Ki o (ateş), kalplerin ta üstüne çıkar.
> 8. Şüphesiz o (ateş), onların üzerine kilitlenecektir.
> 9. (Onlar) uzatılmış direklere (bağlanmışlar)dır.
> (Hümeze, 104/1-9)
>
2. Belâgat Tahlili: Karakterin Alçalmasından Azabın Yükselmesine
Surenin belâgatı, üç aşamalıdır: 1) Suçun ve suçlunun karakterinin tasviri (1-3), 2) Bu karakterin zannının (yanılmasının) reddi ve cezanın ilanı (4-5), 3) Cezanın dehşet verici mahiyetinin tasviri (6-9).

A. Suçun Teşhisi: (هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ)
(وَيْلٌ لِّكُلِّ هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ – Veylun li kulli humezetin lumezeh)
* Belâgat Nüktesi 1 (Giriş): Sure (وَيْلٌ – Veyl) ile başlar. Bu, “yazıklar olsun”dan öte, şiddetli bir tehdit, helâk olma uyarısı, Cehennem’deki bir vadinin adı olarak tefsir edilen, en ağır kınama ifadelerinden biridir.
* Nükte 2 (Sîga-i Mübâlağa): Âyetin merkezi (هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ) “Hümeze-Lümeze”dir. Bu iki kelime de “Sîga-i Mübâlağa”dır (İsim-fiilin abartı/yoğunluk kalıbı).
* Bu kalıp, o fiili ara sıra yapanı değil, o fiili iş edinmiş, karakteri haline getirmiş, sürekli yapanı (profesyonel alaycıyı) ifade eder.
* Nükte 3 (Kelime Farkı): Bu iki kelime eş anlamlı değildir:
* (هُمَزَةٍ – Hümeze): Aslı (هَمْز) “Hemz”, kırmak, ezmek, dürtmek demektir. İnsanları alenen, yüzlerine karşı ayıplayan, fiziksel olarak (elle, kolla) taklit eden, “kıran” kişidir. Bu, zâhirî bir saldırıdır.
* (لُّمَزَةٍ – Lümeze): Aslı (لَمْز) “Lemz”, gizlice, kaş-göz işaretiyle ayıplamak, gıybet etmek, arkadan çekiştirmek demektir. Bu, dahilî ve sinsice bir saldırıdır.
* Belâgat Hülâsası: Allah Teâlâ, bu iki mübalağalı kelimeyi ve onların ses (fonetik) ahengini kullanarak, insanların şeref ve haysiyetini hem zâhiren hem bâtınen (içten), hem gizli hem açık yok etmeyi karakter edinmiş kişileri lanetler.

B. Suçun Motivasyonu ve Yanılması (Âyet 2-3)
Peki, bu (Hümeze-Lümeze) karakterinin motivasyonu, bu kibrin kaynağı nedir?
(الَّذِي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ – Elleżî ceme’a mâlen ve ‘addedehu)
“O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Seçimi): (جَمَعَ) “Ceme’a” (topladı) fiilinden sonra gelen (وَعَدَّدَهُ) “ve ‘addedehu” (ve onu saydı) fiili, “tef’îl” kalıbındadır. Bu kalıp, tekrar ve yoğunluk bildirir.
* Mana: O, malı sadece kazanıp saymamıştır. O, malı tekrar tekrar sayar, onu saymaktan zevk alır, onu temel faaliyeti haline getirir. Mal, onun için bir araç değil, bir gaye olmuştur.
(يَحْسَبُ أَنَّ مَالَهُ أَخْلَدَهُ – Yahsabu enne mâlehû ahledehu)
“O, malının kendisini ebedîleştirdiğini sanır (hesap eder).”
* Belâgat Nüktesi (Yanılma): İşte hastalığın aslı budur. (يَحْسَبُ) “Yahsabu” (sanır, zanneder). Bu, bir bilgi değil, bir zandır, bir yanılmadır. O, (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) malın (Tekâsür) kendisine ebedîlik (Huld) vereceğini (أَخْلَدَهُ) zannetmiştir. Bu kibir (Hümeze-Lümeze), bu mal yığma (Ceme’a) faaliyetinin temelindeki yanlış inanç budur.

C. Reddiye ve Korkunç Mukabele (Zıtlık) (Âyet 4-5)
Allah Teâlâ, bu (يَحْسَبُ) “sanısını” tek bir kelimeyle yıkar:
(كَلَّا لَيُنبَذَنَّ فِي الْحُطَمَةِ – Kellâ le yunbezenne fi’l-Hutameh)
* Belâgat Nüktesi 1 (Reddiye): (كَلَّا – Kellâ) “Hayır! (Asla sandığı gibi değil!)” Bu, o sanıyı (yanılmayı) kökten reddeden, kesip atan bir tokattır.
* Nükte 2 (Mukabele/Zıtlık): Surenin belâgat zirvesi, (جَمَعَ) “Ceme’a” (Toplamak) fiili ile (لَيُنبَذَنَّ) “Le yunbezenne” (Atılacak) fiili arasındadır.
* O, hayatı boyunca değer vererek (جَمَعَ) “toplamıştı”.
* Allah ise onu, (نَبَذَ) “Nebze” (değersiz bir şeyi, çerçöpü fırlatıp atmak) fiiliyle fırlatıp atacaktır.
* (لَيُنْبَذَنَّ) “Le-yunbezenne” kalıbı, (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) en kuvvetli yemin (Kasem) formudur. “Muhakkak ve muhakkak fırlatılıp atılacaktır.”
* Nükte 3 (İsim Seçimi): Nereye atılacak? (الْحُطَمَةِ – El-Hutamah).
* Bu isim, (حَطَمَ) “Hatame” (kırmak, ezmek, parçalamak, un ufak etmek) kökündendir. Bu da bir mübalağa sîgasıdır. (Hutamah), içine atılan her şeyi kırıp paramparça eden şey demektir. O (Hümeze) nasıl insanların şerefini kırıp ezdiyse, (Hutamah) da onu kırıp ezecektir. Suç ve ceza arasında müthiş bir uygunluk vardır.
* Nükte 4 (Tafhîm/Yüceltme): (وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحُطَمَةُ) “Sen o Hutame’nin ne olduğunu ne bileceksin!” Bu (Kadir, Kâria) surelerinde gördüğümüz, azabın dehşetini insan idrakinin kavrayamayacağını belirten azamet üslûbudur.

D. Azabın Mahiyeti: Dahilî Azap (Âyet 6-9)
(Hutamah) nedir? Cevap gelir:
(نَارُ اللَّهِ الْمُوقَدَةُ – Nâru-llâhi’l-mûkade)
“O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.”
* Belâgat Nüktesi (İzafet): O, herhangi bir ateş değildir. (نَارُ اللَّهِ) “Nâru-llâh” (Allah’ın Ateşi) olarak bizzat Allah’a izafe edilmiştir. Bu, onun dehşetini ve mahiyetinin farklılığını gösterir. O, (الْمُوقَدَةُ) “Mûkade”dir, yani sürekli tutuşturulan, alevi körüklenen bir ateştir.
(الَّتِي تَطَّلِعُ عَلَى الْأَفْئِدَةِ – Elletî tattali’u ‘ale’l-ef’ideh)
“Ki o (ateş), kalplerin ta üstüne çıkar (nüfuz eder).”
* Belâgat Nüktesi (Zirve): Bu, surenin en korkutucu tasviridir. Dünyadaki ateş zâhirîdir (dışsaldır), bedene (cesede) temas eder. Ama Allah’ın Ateşi (Nâru-llâh), (تَطَّلِعُ) “tattali’u” (tırmanır, yükselir, nüfuz eder) ve (الْأَفْئِدَةِ) “el-Ef’ideh”ye (Fuâd’ın/Kalbin çoğulu) ulaşır.
* Nükte (Adalet): Neden kalplere? Çünkü suçun aslı oradaydı. O (Hümeze-Lümeze) fiillerinin motivasyonu olan kibir, (Ceme’a) fiilinin motivasyonu olan mal sevgisi (Yahsabu enne mâlehû ahledehu) ve nankörlük, hep (الْأَفْئِدَةِ) “Ef’ideh”nin (gönlün/kalbin) içindeydi.
* Hülâsa: Suç dahilî (içsel) olduğu için, ceza da dahilîdir. Ateş, günahın başladığı merkeze, yani kalbin özüne nüfuz eder.
(إِنَّهَا عَلَيْهِم مُّؤْصَدَةٌ…ف۪ي عَمَدٍ مُمَدَّدَةٍ)
* Belâgat Nüktesi (İhbâk/Kuşatma): Azap sadece içten değildir, dıştan da kuşatıcıdır. (مُّؤْصَدَةٌ) “Mu’sade”, kapıları sımsıkı kilitlenmiş, kapatılmış demektir. (ف۪ي عَمَدٍ مُمَدَّدَةٍ) “Uzatılmış direkler/sütunlar.”
* Mana: Bu, mutlak bir kuşatılmışlığı ve ebedî bir ümitsizliği tasvir eder. O ateş (Hutamah), hem içten (Ef’ideh) yakar, hem de dıştan (Mu’sade) kilitlenmiştir; kaçış imkânsızdır.

Hülâsa
Hümeze Suresi, (Hümeze-Lümeze) kelimelerinin ses ahengiyle karakterin çirkinliğini ortaya koyar. Bu karakterin mal toplama (Ceme’a) fiilini ve ebedîlik sanısını (Yahsabu) teşhis eder. Bu sanıyı (Kellâ) diyerek yıkar ve değerli topladığını zannedenin, değersizce atılacağını (Le yunbezenne) ilan eder. Atıldığı yerin (Hutamah) sadece bedeni değil, günahın merkezi olan kalbi (Ef’ideh) yakan bir ateş olduğunu ve bu azabın mutlak bir kuşatma (Mu’sade) ile son bulduğunu beyan eder.

13-FİL SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) doğumundan hemen önce vuku bulan ve Kâbe’nin ilahî muhafazasını gösteren tarihî bir hâdiseyi anlatan Fîl Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, muhatabın (Hz. Peygamber s.a.v. ve Kureyş) bizzat bildiği, yaşadığı veya tecrübe ettiği (veya hemen önceki nesilden tevatüren duyduğu) çok yakın bir hâdiseyi hatırlatarak, Allah’ın kudretini ve Beyt’inin (Kâbe’nin) şerefini en veciz şekilde ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Fîl Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?
> 2. Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
> 3. Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi.
> 4. “Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi.”
> 5. Sonunda onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.
> (Fîl, 105/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Yakın Tarihten Gelen Mutlak İhtar
Surenin belâgatı, muhatabın inkâr edemeyeceği bir hâdiseyi “soru” formatında sunarak, onu bu hâdisenin Fâilini (Yapanı) ikrar etmeye mecbur bırakır.

A. Soru Sanatı ve Muhatap: (أَلَمْ تَرَ)
(أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِIL – E lem tera keyfe fe’ale Rabbuke bi Ashâbi’l-Fîl)
“Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı?”
* Belâgat Nüktesi 1 (İstifhâm-ı Takrîrî): Bu, cevap bekleyen bir soru (İstifhâm-ı Hakîkî) değildir. Bu, muhatabı ikrar ettirmeye, onaylatmaya yönelik bir sorudur (İstifhâm-ı Takrîrî). Manası şudur: “Elbette gördün ve biliyorsun!”
* Nükte 2 (Hitap): Hitap doğrudan Peygamber Efendimiz’edir (s.a.v.). O, bu olayın olduğu “Fil Yılı”nda dünyaya gelmiştir. Hâdise o kadar taze, o kadar meşhurdur ki, Kureyşliler tarih başlangıcını o yıla göre yapmaktadır. Dolayısıyla “Görmedin mi?” ifadesi, gözle görmek kadar kesin bilgiyle bilmek (görmüş gibi bilmek) manasındadır.
* Nükte 3 (İsimlendirme): Düşman ordusu, komutanının (Ebrehe) veya milletinin (Habeş) ismiyle değil, o ordunun en belirgin ve Araplar için en tuhaf unsuru olan (الْف۪يلِۜ – el-Fîl) “Fil” ile isimlendirilmiştir.
بِاَصْحَابِ الْف۪يلِۜ
Ashâb-ı Fîl) “Fil Sahipleri.” Bu isimlendirme, hâdisenin olağanüstü yönünü ve Arapların hafızasındaki en çarpıcı imgesini öne çıkarır.

B. Planın Başarısızlığı: تَضْل۪يلٍۙ
(أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِIL – E lem yec’al keydehum fî tadlîl)
“Onların tuzağını (planını) boşa çıkarmadı mı?”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): (كَيْدَهُمْ – Keydehum) “Onların tuzağı/planı.” Bu ifade, Ebrehe’nin ordusunun sadece fizikî bir güç değil, aynı zamanda Kâbe’nin itibarını yıkmaya yönelik sinsî bir plan, bir hile (keyd) taşıdığını gösterir.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (تَضْل۪يلٍۙ – Tadlîl). “Dalâlet” kökündendir. Saptırmak, boşa çıkarmak, hedefini kaybettirmek, yok etmek demektir. Allah, onların o muazzam (filli) ordusunu ve planını (keyd) hedefine ulaşamadan saptırmış, boşa çıkarmış, etkisiz hale getirmiştir.
* Bu âyet de (أَلَمْ) “E lem…” (yapmadı mı?) şeklinde, bir önceki âyet gibi ikrar ettirme maksatlı bir sorudur. “Elbette boşa çıkardı!”
C. Helâk Vasıtası: (طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ)
(وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ – Ve ersele ‘aleyhim tayran ebâbîl)
“Ve üzerlerine (طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ) sürü sürü kuşlar gönderdi.”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Surenin belâgat zirvesi buradadır.
* Gelen Ordu: Yeryüzünün en büyük, en ağır, en ürkütücü kara hayvanını (Fil) öne süren muazzam bir ordu.
* Gönderilen Ordu: Gökyüzünün en küçük, en zayıf varlıklarından olan (طَيْرًا) “Kuşlar”.
* Allah Teâlâ, yeryüzünün en büyüğünü, gökyüzünün en küçüğü ile helâk etmiştir. Bu, Fâil’in (Yapanın) Allah olduğunu, sebeplere (kuşlara) değil, Müsebbib’e (Allah’a) bakılması gerektiğini gösteren müthiş bir mukabeledir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (اَبَاب۪يلَۙ – Ebâbîl). Bu kelime, tek bir büyük sürü değil, birbiri ardınca gelen, fevç fevç, dalga dalga, farklı yönlerden gelen bölükler/sürüler manasındadır. Bu, kuşatmanın tam ve kaçınılmaz olduğunu gösterir.
D. Silahın Tasviri: بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجّ۪يلٍۖۙ
(تَرْمِيهِم – Termîhim bi hicâratin min siccîl)
“Onlara (o kuşlar), ‘Siccîl’den (pişmiş çamurdan) taşlar atıyorlardı.”
* Belâgat Nüktesi (Silahın Hakareti): O muazzam ordu, kılıçla, ateşle veya büyük kayalarla değil; (بِحِجَارَةٍ) “küçük taşlar” ile helâk edilmiştir. (سِجّ۪يلٍۖۙ – Siccîl) kelimesi, çamurdan pişirilip sertleştirilmiş (tuğla gibi) taş demektir.
* Hülâsa: En büyük ordu (Fil Sahipleri), en küçük askerler (Kuşlar) tarafından, en basit silahla (Pişmiş Çamur) helâk edilmiştir. Bu, cezanın ilahî olduğunu ve aynı zamanda aşağılayıcı (tahkîr edici) bir yön taşıdığını gösterir.
E. Nihâî Sonuç (Teşbih Sanatı): (فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ
– Fe ce’alehum ke ‘asfin me’kûl)
“Sonunda onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.”
* Belâgat Nüktesi (Teşbih/Benzetme): Bu, Kur’ân’daki en dehşetli benzetmelerden biridir.
* (كَعَصْفٍ Ekin yaprağı, saman, ekinin sap ve yaprak kısımları.
* (مَأْكُولٍ- Me’kûl): Yenilmiş.
* Hülâsa: O muazzam ordu, o filli askerler, o kibirli komutanlar (Ebrehe); o küçük taşlar tarafından çürütülmüşlerdir. Allah onları, bir hayvan sürüsünün veya kurdun girdiği tarladaki ekin yaprakları gibi çiğnenmiş, parçalanmış, delik deşik edilmiş, ezilmiş ve yenilmiş bir hale getirmiştir.
* Bu tasvir, ordunun tamamen imha olduğunu ve geriye kalan cesetlerin ibretlik, çürümüş bir manzara arz ettiğini gösterir.

Hülâsa
Fîl Suresi, (أَلَمْ تَرَ) “Görmedin mi?” sorusuyla, muhatabın hafızasındaki yakın ve kesin bir hâdiseyi (Fil Vak’ası) gündeme getirir. Bu hâdiseyi, en büyük gücün (Fil) en küçük vasıtayla (Tayran Ebâbîl) ve en basit silahla (Siccîl) nasıl en feci şekilde (Ke-‘asfin me’kûl) yok edildiğini tasvir ederek anlatır.
Surenin tamamı, Kureyş’e ve tüm inkârcılara şu örtülü mesajı verir: “Ey Kureyş! Sizden çok daha güçlü olan, Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunu böyle koruyan Rabbiniz, şimdi Kâbe’nin içini putlarla doldurmanıza veya O’nun son elçisine (s.a.v.) düşmanlık etmenize müsaade mi edecek sanıyorsunuz? O Ebrehe’yi helâk eden kudret, sizi de helâk etmeye kâdirdir.”

14-KUREYŞ SURESİ VE BELÂĞATI

 

Fîl Suresi’nde (Ashâb-ı Fîl) helâk edilen düşmanı ve Kâbe’nin muhafazasını anlatan Allah Teâlâ, hemen ardından gelen Kureyş Suresi’nde, bu muhafaza hâdisesinin sebebini, neticesini ve gerektirdiği kulluk borcunu beyan eder.
Tefsir âlimlerinin çoğu, Fîl Suresi ile Kureyş Suresi’nin mana bakımından birbirinin devamı (mütemmimi) olduğunu, hatta tek bir sure gibi telakki edilmesi gerektiğini belirtirler. Fîl Suresi, sebebi (Kâbe’yi korumayı); Kureyş Suresi ise bu korumanın gayesini (Kureyş’in emniyet ve ticaretini) açıklar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kureyş Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Kureyş’in güvenliğini (veya birliğini) sağlamak için,
> 2. Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliklerini sağlamak için,
> 3. Şu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.
> 4. Ki O, (Rableri) kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılandır.
> (Kureyş, 106/1-4)
>
2. Belâgat Tahlili: Nimetin Hatırlatılması ve Kulluğa Davet
Surenin belâgatı, Fîl Suresi’ndeki dehşetli hâdisenin (Fil Vak’ası) hemen ardından gelen bu nimet ve rahmet tonunda yatar. Olayın gayesini açıklayarak Kureyş kabilesini imana davet eder.
A. Hâdisenin Gayesi: (لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ)
(لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ – Li-îlâfi Kureyş)
“Kureyş’in ‘Îlâf’ı (güvenliği/birliği/alışkanlığı) için…”
* Belâgat Nüktesi 1 (Bağlantı): Surenin başındaki bu (لِ) “Li-” (için) harf-i cerri, belâgat açısından Fîl Suresi’ne doğrudan bağlıdır. Buna “Lâm-ı Ta’lîl” (Sebep bildiren Lâm) denir.
* Mana: Mana şudur: “(Fîl Suresi’nde anlatılan) Rabbinin o Fîl Sahiplerine (Ebrehe ve ordusuna) yaptığını yapması, sadece ve sadece Kureyş’in ‘Îlâf’ı içindi.” Allah, o orduyu Kureyş’in hatırı için, onların düzeninin bozulmaması için helâk etmiştir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (إِيلَافِ – Îlâf) kelimesi, surenin merkez kelimesidir.
* (أُلْفَت) “Ülfet” kökündendir. Alışmak, ünsiyet etmek, birleşmek, güven içinde olmak, ahitleşmek (antlaşma yapmak) manalarına gelir.
* Kureyş, Kâbe’nin hizmetkârı oldukları için Arap kabileleri arasında saygı görür, bu sayede tehlikeli çöllerde emniyetle (ülfetle) ticaret yaparlardı. Ebrehe’nin saldırısı bu (Îlâf) düzenini, yani onların hem güvenliğini hem de ticaret antlaşmalarını tehdit ediyordu. Allah, Fîl ordusunu helâk ederek onların bu güvenli ticaret düzenini (Îlâf) korumuştur.

B. Nimetin Tafsili (Açıklanması): (رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِۚ)
(إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِۚ – Îlâfihim Rihlete’ş-Şitâi ve’s-Sayf)
“Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliklerini (sağlamak için)…”
* Belâgat Nüktesi (Bedel/Açıklama): Bu âyet, bir önceki âyetteki (Îlâf) kelimesinin ne olduğunu açıklar (Bedel veya Atf-ı Beyan). Bu “Îlâf” (güvenli düzen), Kureyş’in tüm ekonomik faaliyetinin aslı (temeli) olan iki büyük ticarî seyahatti:
* (رِحْلَةَ الشِّتَاءِ): Kış yolculuğu (sıcak olan Yemen’e).
* (وَالصَّيْفِۚ): Yaz yolculuğu (serin olan Şam’a).
* Hülâsa: Allah Teâlâ, “Biz Ebrehe’yi helâk ettik ki, sizin tüm ekonomik nizamınızın (Kış ve Yaz seferleri) dayandığı o güven ve antlaşma ortamınız (Îlâf) bozulmasın.”

C. İstenen Karşılık (Emir): (فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ
– Fel-ya’budû Rabbe hâze’l-Beyt)
“(Öyleyse) Şu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Sonuç): (فَ) “Fe-” (Öyleyse/O halde) harfi, bir önceki nimetlerin mantıksal sonucunu (Netice) bildirir. Mademki Allah size bu (Îlâf) nimetini verdi… o halde…
* Nükte 2 (Emir): (فَلْيَعْبُدُوا) “O halde kulluk etsinler!” İstenen karşılık budur.
* Nükte 3 (İsim Seçimi): Neden (اللَّهَ) “Allah’a” kulluk etsinler demez de, (رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev’in Rabbine” kulluk etsinler der?
* Çünkü (هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev” (Kâbe), Fîl Suresi’nde anlatılan hâdisenin merkezidir.
* Onların (Îlâf) nimetine kavuşmalarının sebebi, “Şu Ev”in hürmetidir.
* Ebrehe “Şu Ev”i yıkmaya gelmişti, Allah “Şu Ev”i korumuştu.
* Belâgat Zirvesi (Tevbîh/Azarlama): Bu ifadede üstü kapalı bir azarlama vardır. “Ey Kureyş! Siz, ‘Şu Ev’in içindeki putlara tapıyorsunuz. Halbuki sizi (Ebrehe’den) koruyan ve size bu ticaret imtiyazını veren, o putlar değil, ‘Şu Ev’in Rabbidir (Sahibidir)’. Öyleyse, içindekilere değil, Sahibine kulluk edin!”

D. Rabbin Vasıfları: (أَطْعَمَهُم… وَآمَنَهُم)
(الَّذِي أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ – Elleżî at’amehum min cû’in ve âmenehum min havf)
“Ki O, kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılandır.”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele): Bu âyet, “Şu Ev’in Rabbinin” kim olduğunu açıklar ve Kureyş’in (ve her insanın) iki temel ihtiyacını karşıladığını beyan eder:
* (أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ): “Onları açlıktan (kurtarıp) doyurdu.” Bu, 2. âyetteki (Kış ve Yaz yolculuğu) ekonomik nimetin (ticaretin) neticesidir.
* (وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ): “Onları korkudan emin kıldı.” Bu, 1. âyetteki (Îlâf) güvenlik nimetinin ve Fîl Suresi’ndeki muhafaza hâdisesinin neticesidir.
* Nükte 2 (Nekre Kullanımı): (جُوعٍ) “Cû'” (açlık) ve (خَوْفٍ) “Havf” (korku) kelimelerinin nekre (belirsiz) gelmesi, azamet ifade eder. “Onları her türlü açlıktan (kıtlıktan) ve her türlü korkudan (özellikle Ebrehe’nin ordusu gibi büyük bir korkudan) emin kıldı.”

Hülâsa
Fîl Suresi, düşmanın helâkini (Celâl) anlatırken; Kureyş Suresi, bu helâkin gayesini, yani dostun (Kureyş’in) himayesini (Cemâl) anlatır.
Sure, Fîl Vak’ası’nın gayesinin (لِإِيلَافِ) Kureyş’in güvenli ticaret düzeni olduğunu; bu düzenin (Kış-Yaz seferleri) onların ekonomik refahının (أَطْعَمَهُم) temeli olduğunu; bu korumanın (وَآمَنَهُم) ise güvenliklerinin temeli olduğunu hatırlatır. Bütün bu nimetlerin merkezinde (هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev” (Kâbe) vardır.
Netice olarak sure, Kureyş’e der ki: “Sizi hem doyuran (açlıktan) hem de koruyan (korkudan), hürmetine yaşadığınız ‘Şu Ev’in Rabbi’ne (فَلْيَعْبُدُوا) kulluk borcunuzu ödeyin (ve O’na şirk koşmayın).”

15-MAUN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, “dindarlık” kisvesi altındaki ahlâkî çürümeyi ve samimiyetsizliği en sert şekilde tenkit eden surelerinden biri olan Mâ’ûn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, iki ana tipolojiyi (Dîni yalanlayan ve ibadetinde gafil olan) tasvir eder ve bu iki tipolojinin aynı ahlâkî bozuklukta (cimrilik ve merhametsizlik) nasıl birleştiğini ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Mâ’ûn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Gördün mü, o hesap ve ceza gününü (dîni) yalanlayanı!
> 2. İşte o, yetimi itip kakar.
> 3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez (önayak olmaz).
> 4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
> 5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar (namazlarından gafildirler).
> 6. Onlar (ibadetlerinde) gösteriş yaparlar.
> 7. Ufacık bir yardıma (zekât veya en ufak bir yardımlığa) bile engel olurlar.
> (Mâ’ûn, 107/1-7)
>
2. Belâgat Tahlili: Yalanlamanın İspatı ve İbadetin Ruhu
Surenin belâgatı, muhatabın dikkatini (Gördün mü?) çekerek başlar ve inancın (Dîn) inkârının, amelî (faaliyet) hayattaki tezahürlerini (belirtilerini) delil olarak sunar.

A. Birinci Bölüm: “Dîn”i Yalanlayanın Tasviri (Âyet 1-3)
(أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ – Era’eyte-lleżî yukezzibu bi’d-dîn)
* Belâgat Nüktesi 1 (Soru Sanatı): Sure (أَرَأَيْتَ) “Era’eyte” (Gördün mü?) sorusuyla başlar. Bu, (Fîl Suresi’ndeki gibi) cevap bekleyen bir soru değil, muhatabın dikkatini hayret verici, şaşılacak ve ibret alınacak bir karaktere çeken bir sorudur (İstifhâm-ı Ta’accüb). “O dehşet verici karakteri gördün mü / hiç düşündün mü?”
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (بِالدِّينِ) “bi’d-dîn”. Buradaki “Dîn” kelimesi, sadece “din” değil, belâgat açısından Hesap Günü, Ceza, Yargılama manasındadır (Tîn Suresi’ndeki gibi: Fe mâ yukezzibuke ba’du bi’d-dîn).
* Nükte 3 (İsbat Talebi): Bu âyet bir iddiadır: “Hesap gününü yalanlayan bir tip var.” Muhatabın zihni hemen sorar: “Bu kişinin alameti, ispatı nedir?” Cevap, hemen (فَ) “Fe” harfiyle gelir:
(فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ – Fe żâlike-lleżî yedu”u’l-yetîm)
“İşte o (فَذَلِكَ), yetimi (يَدُعُّ) itip kakar.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Seçimi): (يَدُعُّ – Yedu”u) kelimesi, surenin en sert kelimelerindendir. Bu, “yetimi reddetmek” veya “ona bakmamak” değildir. (دَعَّ) “De’a” fiili, şiddetle itmek, horlayarak, zulmederek, hakaretle kakmak demektir.
* Hülâsa: Allah Teâlâ, bir insanın Hesap Günü’nü (Dîn) yalanladığının isbatı olarak, onun en zayıf varlığa (yetime) karşı gösterdiği merhametsizliği ve zorbalığı (Yedu”u) delil getirir. İnançsızlığın kalbi katılaştırmasının tasviridir.
(وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ – Ve lâ yahuddu ‘alâ ta’âmi’l-miskîn)
“Ve yoksulu doyurmaya (يَحُضُّ) teşvik etmez.”
* Belâgat Zirvesi (Apatinin Derinliği): Bu âyet, bir öncekinden daha derindir. Âyet, “yoksulu doyurmaz” (Lâ Yut’imu) demez. (وَلَا يَحُضُّ) “Ve lâ yahuddu” (Teşvik dahi etmez) der.
* Mana: O, “Dîn”e (Hesaba) o kadar inanmaz ki, kalbi o kadar ölmüştür ki; değil kendisi yedirmek, başkalarının doyurmasına bile önayak olmaz, teşvik etmez, bu meseleyi gündemine bile almaz. Bu, (Hümeze Suresi’ndeki gibi) mal hırsının ve merhametsizliğin, mutlak bir sosyal kayıtsızlığa dönüştüğünü gösterir.

B. İkinci Bölüm: Namaz Kılanların Tenkidi (Âyet 4-7)
Sure, şimdi açıkça inkâr edenden, görünüşte ibadet edene geçerek, tenkidin şiddetini artırır.
(فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ – Fe veylun li’l-musallîn)
“Yazıklar olsun (Veyl olsun) o (فَ) namaz kılanlara ki,”
* Belâgat Nüktesi (Şok): (فَ) “Fe” harfi, bu ikinci grubu birincisine bağlar. (وَيْلٌ) “Veyl” (Helâk, yazıklar olsun, Cehennem vadisi) kelimesi, (Hümeze Suresi’ndeki gibi) en ağır tehdittir. Ancak bu tehdit, kâfirlere değil, (لِّلْمُصَلِّينَ) “li’l-Musallîn” (Namaz kılanlara) yöneliktir. Bu, muhatabı sarsan bir ifadedir.
(الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ – Elleżîne hum ‘an salâtihim sâhûn)
“Onlar namazlarından (عَن) gafildirler (Sâhûn).”
* Belâgat Nüktesi (Harf-i Cer): Âyet, (فِي صَلَاتِهِمْ) “fî salâtihim” (Namazlarının içinde yanılanlar/gaflete düşenler) demez. Namaz içinde yanılmak beşerî bir haldir.
* Âyet (عَن صَلَاتِهِمْ) “‘an salâtihim” (Namazdan gafil) der. Buradaki (عَن) “‘an” harfi, uzaklaşma, umursamama, ciddiye almama manası katar.
* Mana: Onlar, namazın vaktinden, gayesinden, ruhundan, şartlarından tamamen gafildirler. Namaz, onlar için bir (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) oyalanma (lehv) veya gösteriş (riyâ) faaliyetidir; bir kulluk şuuru değildir.
(الَّذِينَ هُمْ يُرَاؤُونَ – Elleżîne hum yurâ’ûn)
“Onlar (ibadetlerinde) gösteriş yaparlar.”
* Nükte (Sebebin İzahı): Bir önceki âyetteki gafletin (Sâhûn) sebebini açıklar: Riyâ (Gösteriş). Namaz Allah için (Dîn) kılınmayınca, insanlar için (Yurâ’ûn) kılınır.
(وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ – Ve yemne’ûne’l-mâ’ûn)
“Ve Mâ’ûn’a (en ufak bir yardıma) engel olurlar.”
* Belâgat Zirvesi (İki Grubun Birleşmesi): Surenin başı ile sonu burada birleşir.
* (الْمَاعُونَ – El-Mâ’ûn): Bu kelime, çok küçük, değersiz, komşular arası alınıp verilen (tuz, iğne, kova, çekiç gibi) en basit yardımlıklar demektir.
* Hülâsa: Surenin başındaki “Dîni yalanlayan” (1. Tip), büyük yardımlara (yetimi korumak, yoksulu doyurmak) engel oluyordu.
* Surenin sonundaki “Riyâkâr namaz kılan” (2. Tip), en küçük yardımlara (Mâ’ûn) bile engel oluyor.
* Nihâî Nükte: Allah Teâlâ, bu iki karakteri aynı kefeye koyar. Çünkü ikisinin de ortak alameti merhametsizlik ve cimriliktir. İkincisi (Musallîn/Namaz kılan), namaz kılmasına rağmen Mâ’ûnu engelliyorsa, bu onun namazının gösterişten (riyâ) ibaret olduğunun ve onun da aslında, (tıpkı birinci tip gibi) Dîn’e (Hesap Günü’ne) kalben inanmadığının delilidir.

Hülâsa
Mâ’ûn Suresi, (Dîn) yani “Hesap Günü” inancının, ahlâkın temeli olduğunu beyan eder. Bu inanç yoksa (Tip 1), kişi zorbaca merhametsizdir (Yedu”u’l-yetîm). Bu inanç zayıf ve samimiyetsizse (Tip 2), kişi namaz kılsa dahi (Musallîn) gösteriş yapar (Yurâ’ûn) ve en basit yardımlıktan (Mâ’ûn) kaçacak kadar cimridir. Sure, ibadetin ruhunun (ihlâs) ve isbatının (amel), merhamet ve yardımlaşma olduğunu beyan eden müthiş bir ahlâkî tenkittir.

16- KEVSER SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa, fakat mana bakımından en yoğun, en teselli edici ve en beliğ surelerinden biri olan Kevser Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) evlat acısıyla imtihan olduğu ve müşriklerin O’na (hâşâ) “ebter” (soyu kesik, sonu gelmiş) diyerek hakaret ettikleri bir zamanda nazil olmuştur. Sure, bu hüznü ve hakareti, üç âyette, ilahî bir teselli ve kesin bir hükümle tersine çevirir.
1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kevser Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. (Resûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.
> 2. O halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.
> 3. Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.
> (Kevser, 108/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Nihâî Teselli ve Mutlak Hüküm
Surenin belâgatı, muazzam bir lütfu (Kevser), bu lütfa karşı şükrün iki temel rüknünü (Namaz ve Kurban) ve bu lütfa karşı çıkanların acı akıbetini (Ebter) üç adımda özetler.

A. Lütfun Azameti: (إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ)
(إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ – İnnâ a’taynâke’l-kevser)
“Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Azamet Zamiri): Âyet, “Ben verdim” (İnnî) değil, (إِنَّا) “İnnâ” (Muhakkak Biz verdik) diye başlar. Bu (Kadir Suresi’ndeki gibi) “Nûn-u Azamet”tir (Azamet Nûnu). Verenin (Allah’ın) azameti, verilen ihsanın (Kevser) azametini gösterir.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (أَعْطَيْنَاكَ – A’taynâke) “Sana verdik.” Fiil, (mâzî) geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. “Sana vereceğiz” (gelecek zaman) denmez. Bu, belâgatta tahakkuk (gerçekleşme) ve temellük (mülketme) ifade eder. Manası: “Bu ihsan, sana çoktan verilmiş, garantilenmiş ve senin mülküne geçmiştir.” Bu, vaatten öte, teslim edilmiş bir müjdedir.
* Nükte 3 (Kelime Seçimi): (الْكَوْثَرَ – El-Kevser). Bu kelime, (كَثِير) “Kesîr” (çok) kelimesinin “Fev’al” (فَوْعَل) kalıbında mübalağasıdır. Yani “çok” değil, “pek çok, aşırı çok, sonu gelmeyen, kesintisiz, bereketli bolluk” demektir.

* Hülâsa: Allah Teâlâ, Peygamberine (s.a.v.) yönelik o “Ebter” (soyu kesik) ithamına karşı, “Hayır! Biz sana sonu gelmeyen bir bolluk (Kevser) verdik” diye cevap verir. Bu (Kevser); Cennetteki ırmak, şefaat, nübüvvet, Kur’ân, kıyamete kadar gelecek ümmeti gibi bütün hayırların bolluğunu içine alır.

B. Şükrün Gerekliliği (Emir): (فَصَلِّ… وَانْحَرْ)
(فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ – Fe salli li Rabbike venhar)
“O halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Netice): (فَ) “Fe-” (O halde) harfi, bir önceki âyetin sebebini ve mantıksal sonucunu bildirir (Fa-i Sebebiyye). “Mademki Biz sana böyle emsalsiz bir (Kevser) verdik… o halde (bunun şükrü olarak) …”
* Nükte 2 (İhlâs Vurgusu): Âyet “Namaz kıl, kurban kes” demez. (لِرَبِّكَ) “Li-Rabbike” (Rabbin için) kaydını koyar. Bu, belâgatta ihtisas (has kılma, sadece O’na ait kılma) ifade eder.
* Mana: O dönemde müşrikler de namaz kılıyor (ıslık çalarak, el çırparak) ve putları için kurban kesiyorlardı. Allah Teâlâ, (Mâ’ûn Suresi’ndeki riyânın zıddına) bu ibadetlerin sadece ve sadece sana (Kevser)i veren Rabbin için (ihlâsla) yapılması gerektiğini emreder.
* Nükte 3 (Şükrün Formu): Şükür, iki temel ibadetle istenir:
* (فَصَلِّ – Fe Salli) Namaz: Bedenî, manevî ve dahilî şükrün zirvesi.
* (وَانْحَرْ – Venhar) Kurban Kes: Mâlî (maddî) ve zâhirî şükrün zirvesi; fakire yardım boyutunu (infâk) içerir.
* Şükür, hem bedenî hem de mâlî olmalıdır.

C. Hükmün Tersine Çevrilmesi: (هُوَ الْأَبْتَرُ)
(إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ – İnne şânie’ke huve’l-ebter)
“Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Tekit): (إِنَّ – İnne) “Şüphesiz…” Bu, hükmün kesinliğini vurgulayan bir pekiştirmedir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (شَانِئَكَ – Şânie’ke) “Sana hınç besleyen, buğz eden.” O müşriklerin (Âs b. Vâil vb.) Peygamberimize (s.a.v.) duyduğu duygunun basit bir düşmanlık değil, derin bir kin ve nefret (Şeneân) olduğunu tasvir eder.
* Belâgat Zirvesi (Hükmün İadesi): Surenin belâgat mucizesi bu âyettedir.
* (هُوَ – Huve): Bu, “Zamir-i Fasl”dır (Ayırma Zamiri). Belâgatta hasr ve kasr (sınırlama ve vurgulu tahsis) ifade eder.
* (الْأَبْتَرُ – El-Ebter): “Soyu kesik.”
* Hülâsa: Müşrikler, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Ebter” (soyu kesik) dediler. Allah Teâlâ, onların bu itham kelimesini (Ebter) aynen alır ve (هُوَ) “Huve” zamiriyle bizzat kendilerine iade eder.
* Mana şu olur: “Asıl ‘Ebter’, sana ‘Ebter’ diyenin ta kendisidir.”
* Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) soyu, (Kevser) ile, yani kıyamete kadar O’na (s.a.v.) salâvât getiren milyarlarca ümmetiyle, ismi Ezanla, Kur’ân’la, namazla anılarak ebedîleşmiştir.
* Ama O’na (s.a.v.) “Ebter” diyenlerin (Âs b. Vâil, Ebu Cehil, Ebu Leheb…) hem soyları hem de isimleri kesilmiş, dünyadan nefretle anılan birer enkaz olarak (ebter olarak) silinip gitmişlerdir.

Hülâsa
Kevser Suresi, en derin hüzün ve hakaret anında (Ebter ithamı), en büyük müjdeyi (Kevser) vererek başlar. Bu müjdeye karşılık ihlâslı bir şükür (Namaz ve Kurban) talep eder. Ve son olarak, düşmanın hakaretini (Ebter) aynen alıp (هُوَ الْأَبْتَرُ) “asıl Ebter’in (soyu kesiğin) düşmanın ta kendisi” olduğunu ilan ederek, ilahî adaleti ve teselliyi en beliğ şekilde tecellî ettirir.

17-KAFİRUN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Tevhîd akîdesinin (inancının) manifestosu olan ve şirk (Allah’a ortak koşma) ile imanın arasını kesin ve net bir çizgiyle ayıran Kâfirûn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, Mekkeli müşriklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) sundukları “Bir sene biz senin ilâhına ibadet edelim, bir sene de sen bizim ilâhlarımıza (putlarımıza) ibadet et” şeklindeki uzlaşma ve şirke davet teklifine karşı, ilahî bir emirle verilmiş kesin ve kat’î bir red cevabıdır.
Surenin belâgatı, bu reddin kesinliğini pekiştirmek için tekrâr (repetition) sanatını ve kat’î ayrım (berâet) üslûbunu kullanmasında yatar.
1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kâfirûn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “Ey Kâfirler!”
> 2. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
> 3. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
> 4. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.”
> 5. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
> 6. “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
> (Kâfirûn, 109/1-6)
>
2. Belâgat Tahlili: Mutlak Ayrışmanın (Berâet) İlanı
Surenin belâgatı, müzakereye ve uzlaşmaya kapalı bir deklarasyondur (beyannâmedir).
A. Emrin Kesinliği ve Muhatabın Tesbiti (Âyet 1)
(قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ – Kul Yâ Eyyuhe’l-Kâfirûn)
“De ki: ‘Ey Kâfirler!'”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. Bu, belâgat açısından çok mühimdir. Verilecek cevap, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî görüşü, ictihadı veya müzakereye açık bir pozisyonu değildir. Bu, bizzat Allah’tan gelen, değiştirilemez ve pazarlık konusu yapılamaz bir ilahî tebliğdir. O (s.a.v.), bu emri sadece iletmekle vazifelidir.
* Nükte 2 (Hitap): Hitap (يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ) “Ey Kâfirler!” şeklindedir. Hitapta “Ey kavmim”, “Ey Kureyş” gibi yumuşatıcı veya akrabalığı hatırlatıcı bir ifade yoktur. Onların, bu şirk tekliflerini sunmalarına sebep olan sıfatları (inkârcılık) ile kendilerine doğrudan hitap edilir. Bu, meselenin bir akrabalık meselesi değil, bir akîde (inanç) meselesi olduğunu gösteren keskin bir tespittir.

B. Tekrâr Sanatı ve Zamanların Reddi (Âyet 2-5)
Surenin 2-3. âyetleri ile 4-5. âyetleri birbirine benzer görünse de, aralarında derin belâgat farkları vardır. Bu bir fazlalık değil, reddin bütün zamanları ve ihtimalleri kapsaması için yapılmış bir tekrîr (pekiştirmeli tekrar) sanatıdır.

1. Hâl-i Hazırdaki (Şimdiki) Durumun Reddi:
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ – Lâ a’budu mâ ta’budûn) (Âyet 2)
“Ben, sizin (şu anda) kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Sîgası): (لَٓا اَعْبُدُ) “Lâ a’budu” (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman fiili) kullanılmıştır. Manası: “Benim âdetim, mevcut durumum ve karakterim, sizin taptıklarınıza tapmak değildir. Ben bunu şu anda yapmıyorum ve âdetim de bu değildir.”
(وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا اَعْبُدُۜ – Ve lâ entum ‘âbidûne mâ a’bud) (Âyet 3)
“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz.”
* Belâgat Nüktesi (İsim Sîgası): Burada “lâ ta’budûne” (fiil) denmez. (عَابِدُونَ) “‘Âbidûn” (İsm-i Fâil / İsim-fiil) kullanılır. Bu, daha kuvvetlidir. Manası: “Sizin karakterinizde, yapınızda, özünüzde benim taptığıma (Tevhid’e) kulluk etmek yoktur.” Onların şirke olan bağlılıklarının köklü olduğunu ifade eder.

2. Gelecek ve Geçmiş İhtimallerin Reddi:
(وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَّا عَبَدتُّمْ – Ve lâ ene ‘âbidun mâ ‘abedtum) (Âyet 4)
“Ben, sizin (geçmişte) kulluk etmiş olduklarınıza kulluk edecek değilim.”
* Belâgat Nüktesi 1 (İsim Sîgası): Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) de kendi duruşunu (عَابِدٌ) “‘Âbidun” (İsm-i Fâil) ile, yani karakter boyutuyla ifade eder: “Benim karakterimde sizin taptıklarınıza tapmak hiçbir zaman olmayacaktır.”
* Nükte 2 (Zaman Farkı): 2. âyette (مَا تَعْبُدُونَۙ
) “mâ ta’budûn” (şu an taptıklarınız) denmişti. Burada (مَّا عَبَدتُّمْ) “mâ ‘abedtum” (geçmişte taptınız) denir. Bu, belâgat açısından hem mevcut putları hem de atalarının geçmişteki taptıklarını (atalar yolu) reddetmektir.

* Hülâsa (Âyet 2 ve 4): 2. âyet şimdiki zamanda bir fiil olarak reddeder; 4. âyet geleceğe yönelik bir karakter ve prensip olarak (ve geçmiştekileri de kapsayarak) reddeder.
(وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُdُ – Ve lâ entum ‘âbidûne mâ a’bud) (Âyet 5)
“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
* Belâgat Nüktesi (Tekit ve Ye’s): Bu âyet, 3. âyetin aynısıdır. Arap belâgatında bu tür tekrarlar, tekit (pekiştirme) ve kat’îlik ifade eder. Özellikle bir müzakereyi, bir teklifi reddederken kullanılır. Manası: “Sizin karakterinizin değişmeyeceği ve benim Rabbime (Tevhid ile) kulluk etmeyeceğiniz hususu, o kadar kesindir ki, bunu size iki defa ilan ediyorum. Bu konuda hiçbir ümit (ye’s) yoktur.”

C. Nihâî Hüküm ve Ayrışma: (لَكُمْ دِينُكُمْ…)
(لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ – Lekum dînukum ve liye dîn)
“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
* Belâgat Zirvesi (Takdîm ve Te’hîr): Bu âyet, surenin hülâsası (özeti) ve mutlak ayrışma (Berâet) ilanıdır.
* Âyet, (دِينُكُمْ لَكُمْ وَدِينِي لِيَ) “Dînukum lekum ve dînî lî” (Dininiz sizindir, dinim benimdir) demez.
* (لَكُمْ) “Lekum” (Size) ve (وَلِيَ) “Veliye” (Bana) kelimelerini (Harf-i Cerleri) cümlenin başına alır (Takdîm).
* Nükte (Hasr/Tahsis): Arap belâgatında bu öne alma (takdîm), sınırlama, tahsis etme ve hasr manası katar.
* Mana: Mana şu olur: “Sizin dininiz (o şirk yolu) sadece ve sadece size aittir, bana hiçbir şekilde bulaşamaz. Benim dinim (bu Tevhid yolu) da sadece ve sadece bana (ve bana tâbi olanlara) aittir, sizinle hiçbir ortak paydası yoktur.”
* Bu, modern anlamda bir “hoşgörü” veya “bütün yollar doğrudur” ifadesi değil, tam tersine, “Benim yolum ile sizin yolunuz asla birleşemez. Bu iki yol tamamen ayrıdır. Benden asla bir uzlaşma beklemeyin” manasında, en keskin ayrım ilanıdır.

Hülâsa
Kâfirûn Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, pazarlığı baştan reddeden ilahî bir beyannâmedir. Müşriklerin teklifini (hem şimdiki halleriyle hem gelecekteki ihtimalleriyle) reddetmek için tekrâr sanatını kullanır. İki tarafın da (Mü’min ve Kâfir) karakterlerinin (İsm-i Fâil kullanarak) bu birleşmeye asla müsait olmadığını ilan eder. Ve son olarak, (لَكُمْ دِينُكُمْ) “Sizin dininiz size” diyerek, Tevhid ile Şirk arasına ebedî ve aşılmaz bir çizgi çeker.


18-NASR SURESİ VE BELÂĞATI

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risâlet vazifesinin tamamlandığını, misyonunun muzaffer olduğunu ve artık Rabbine (Refîk-i A’lâ’ya) dönüş vaktinin (vafâtının) yaklaştığını haber veren, “Vedâ Suresi” olarak da bilinen Nasr Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, bir zafer müjdesinden çok daha derin bir mana taşır; zaferin nasıl karşılanması gerektiğini ve her kemâlin (mükemmelliğin) bir zevâle (sona) doğru gittiğini en beliğ şekilde ifade eder.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Nasr Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke’nin fethi) geldiğinde,
> 2. Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,
> 3. Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.
> (Nasr, 110/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Zaferin Zirvesi ve Veda Hazırlığı
Surenin belâgatı, şart (Âyet 1-2) ve cevap (Âyet 3) üzerine kuruludur. “Şu şu gerçekleştiği zaman (şart), sen de şunu yap (cevap/emir).”

A. Şart Bölümü: Zaferin Kesinliği ve İzafeti (Âyet 1)
(إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ – İżâ câ’e nasru-llâhi ve’l-feth)
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,”
* Belâgat Nüktesi 1 (Edat Seçimi): Sure (إِنْ) “in” (eğer gelirse- ihtimal) edatıyla değil, (إِذَا) “İżâ” (geldiği zaman- kesinlik) edatıyla başlar. Bu, müjdelenen bu hâdisenin muhakkak vuku bulacağını, şüphe götürmez bir hakikat olduğunu ilan eder.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (جَاءَ) “Câ’e” (Geldi) fiili, geçmiş zaman (mâzî) sîgasıdır. Hâdise henüz tam olarak vuku bulmamışken (veya vuku bulmak üzereyken) geçmiş zaman kipi kullanılması, Kur’ân belâgatında “Tahakkuk-ı Vukû'” (Gerçekleşmenin Kesinliği) ifade eder. Hâdise o kadar kesindir ki, olmuş bitmiş kabul edilir.
* Nükte 3 (İzafet/Sıralama): Âyet “Fetih geldiğinde” demez. (نَصْرُ اللَّهِ) “Nasru-llâhi” (Allah’ın Yardımı) diyerek başlar.
* Mana: Fetih (Zafer), sebeb değil, neticedir. Asıl olan, Allah’ın Yardımıdır (Nasr). (الْفَتْحُ) “El-Feth” (Fetih), bu ilahî yardımın zâhirî (dışsal) tecellîsidir. Bu, zaferin mü’minlerin gücünden veya stratejisinden değil, doğrudan doğruya Allah’ın yardımından kaynaklandığını (zaferi Allah’a izafe ettiğini) gösterir.

B. Şart Bölümü: Zaferin Neticesi (Âyet 2)
(وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا – Ve ra’eyte-n nâse yedhulûne fî dîni-llâhi efvâcâ)
“Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,”
* Belâgat Nüktesi 1 (Hitap): (وَرَأَيْتَ) “Ve Ra’eyte” (Ve gördün). Hitap, doğrudan Peygamber Efendimiz’edir (s.a.v.). Bu, O’nun (s.a.v.) misyonunun muvaffak olduğuna (başarıya ulaştığına) dair şahsî bir şahitlik müjdesidir.
* Nükte 2 (Fiil Zıtlığı): 1. âyette zafer için (جَاءَ) “Câ’e” (Geçmiş zaman) kullanılmıştı. Burada ise insanların girişi için (يَدْخُلُونَ) “Yedhulûne” (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman) fiili kullanılır.
* Mana: Zafer (Fetih) kesinleşmiş ve bitmiştir; ancak o fethin neticesi olan insanların İslâm’a girişi, canlı, devam eden, süreklilik arz eden bir faaliyettir.
* Nükte 3 (Kelimelerin Mukabelesi): (أَفْوَاجًا) “Efvâcâ” (Fevç fevç, bölük bölük, kitleler halinde). Bu kelime, İslâm’ın ilk başladığı dönemin tam zıddıdır. O zamanlar insanlar tek tek (ferd ferd), gizli gizli Müslüman oluyorlardı. Şimdi ise (Feth-i Mekke’den sonra) kabileler ve topluluklar kitleler halinde (Efvâcâ) İslâm’a girmektedir. Bu, davanın kemâle erdiğini gösterir.

C. Cevap Bölümü: Kemâlin Gereği ve Veda İması (Âyet 3)
(فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا – Fe sebbih bi-hamdi Rabbike vestağfirhu İnnehû kâne tevvâbâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Netice): (فَ) “Fe-” (O halde). Bu, şartın cevabıdır. “Mademki Allah’ın yardımı geldi, Fetih gerçekleşti ve insanlar kitleler halinde dine girdi (yani vazifen bitti) … O halde…”
* Nükte 2 (Emrin MMahiyeti-Zirve): Bir kral, zaferin zirvesinde ne yapar? Gururlanır, kutlama yapar, şölen düzenler (Hümeze ve Tekâsür’deki gibi kibre kapılır).
* Allah Teâlâ ise Peygamberine (s.a.v.), zaferin zirvesinde, gururu değil, tevâzu ve kulluğu emreder:
* (فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ): “Rabbine hamd ederek O’nu tespih et.”
* Tespih (Tenzih): Bu zaferin Allah’ın yardımı olduğunu, O’nun ortağı olmadığını, bu işte beşerî bir gurura yer olmadığını ilan etmektir.
* Hamd (Övgü): Bu nimeti (Nasr ve Feth) verenin sadece O olduğunu ikrar etmektir.
* (وَاسْتَغْفِرْهُ): “Ve O’ndan bağışlanma dile (İstiğfar et).”
* Belâgat Zirvesi (İstiğfar Emri ve Veda İması):
* Zaferin ve başarının tam zirvesinde neden “istiğfar” (bağışlanma) emredilir?
* Sahâbe-i Kirâm (Hz. İbn Abbas, Hz. Ömer r.a. gibi) bu âyetten, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vazifesinin tamamlandığını ve vafâtının (Ecel) yaklaştığını anlamışlardır.
* Mana: İstiğfar, bir günah karşılığı değil, vazifenin bitişi ve Rabb’e dönüş (huzura çıkış) için yapılan nihâî bir hazırlıktır. Bu 23 yıllık ağır vazifenin (risâletin) ifası esnasında, kullukta ve tebliğde (beşeriyet icabı) kalmış olabilecek en ufak bir kusura karşı yapılan en kâmil arınma talebidir. Bu bir zafer kutlaması değil, vazifenin tamamlanma şükrü ve Refîk-i A’lâ’ya (En Yüce Dost’a) veda hazırlığıdır.
* Nükte 3 (Rahmetin Teminatı): (إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا) “Şüphesiz O, (zaten) Tevvâb idi (ve öyledir).”
* (إِنَّهُ) “İnnehû” (Şüphesiz O), bu hükmün kesinliğini pekiştirir.
* (التَّوَّاب) “Et-Tevvâb” (Sîga-i Mübâlağa): Tövbeyi bir kez değil, tekrar tekrar, bolca, kesintisiz kabul eden demektir.
* (كَانَ) “Kâne” (İdi): Allah’ın bu “Tevvâb” sıfatının sonradan olmadığını, O’nun şanının ezelden beri tövbeleri kabul etmek olduğunu bildirir. Bu, (وَاسْتَغْفِرْهُ) “İstiğfar et” emrinin hemen ardından gelen bir kabul.
müjdesi ve rahmet teminatıdır.

Hülâsa
Nasr Suresi, (إِذَا) “İżâ” ile kesin bir müjdeyi (Nasr ve Feth) haber verir. Bu fethin neticesinin kitleler halinde (Efvâcâ) İslâm’a giriş olduğunu (يَدْخُلُونَ) devam eden bir fiille tasvir eder. Ve bu kemâle (zirveye) ulaşmanın karşılığının gurur değil, (Tespih, Hamd ve İstiğfar) olduğunu emrederek, her başarının sonunda kulluğun ve Rabb’e dönüş hazırlığının esas olduğunu ilan eden muazzam bir veda beyannâmesidir.

19- TEBBET SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir düşmanını ve onun âkıbetini ismiyle zikreden tek sure olan, bu yönüyle de muazzam bir belâgat ve i’câz (mucize) taşıyan Tebbet (Mesed) Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Safâ tepesinde en yakın akrabalarını İslâm’a davet ettiğinde, amcası Ebû Leheb’in “Kuruyup yok olasıca! Bizi bunun için mi topladın?” (تَبًّا لَكَ) şeklindeki hakaretine karşı, ilahî bir cevap ve gaybî bir ihbar (haber) olarak nazil olmuştur.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tebbet Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu da.
> 2. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.
> 3. O, alevli bir ateşe girecektir.
> 4. Odun taşıyıcı olarak karısı da (o ateşe girecektir).
> 5. Boynunda da bükülmüş hurma liflerinden bir ip olacaktır.
> (Tebbet, 111/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Şahsî Düşmanlığa İlahî Mukabele
Surenin belâgatı, Ebû Leheb’in hakaretine (Tebben lekâ) misliyle değil, çok daha ağırı ile ve ebedî bir hükümle cevap verilmesinde yatar.

A. Hükmün İlanı ve Kelime Oyunu (Âyet 1)
(تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ – Tebbet yedâ Ebî Leheb’in ve tebbe)
“Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu da.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Bedduâ ve Haber): (تَبَّتْ – Tebbet) kelimesi, hem bir bedduâdır (“Elleri kurusun!”) hem de (daha mühimi) geçmiş zaman (mâzî) kipiyle gelerek, bu helâkin zaten gerçekleşmiş, ilahî katında hükmünün verilmiş olduğunu bildiren bir haberdir (İhbâr).
* Nükte 2 (İki Helâk): Âyette iki (تَبَّ) “Tebbe” (helâk) vardır:
* (تَبَّتْ يَدَا): “Elleri kurusun/helâk olsun.” Bu, onun fiillerini, çalışmalarını, gücünü (el, kudretin sembolüdür) ve Peygamber’e (s.a.v.) karşı yaptığı düşmanlığı hedefler. “Çalışmaları boşa gitti.”
* (وَتَبَّ – Ve Tebbe): “Ve (kendisinin tamamı) helâk oldu.” Bu, sadece fiillerinin değil, şahsının, bizzat kendisinin de hüsrana uğradığını ilan eder.
* Belâgat Zirvesi (İsim ve Müsemmâ): Surenin belki de en büyük mucizesi isim seçimidir.
* Bu şahsın asıl adı “Abdüluzzâ” (Uzzâ putunun kulu) idi.
* Kur’ân, onun bu şirk ismini kullanmaz. Onun yerine, parlak yüzlü olduğu için Araplar arasında kullanılan (أَبِي لَهَبٍ) “Ebû Leheb” (Alevin Babası) künyesini kullanır.
* Neden? Çünkü 3. âyette onun gireceği yer (نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ) “Nâran zâte Leheb” (Alevli bir Ateş) olarak zikredilecektir.
* Allah Teâla, onun künyesi (Ebû Leheb) ile âkıbeti (zâte Leheb) arasında müthiş bir belâgî münasebet (Tecnîs-i Lâhik) kurar. “Ey Alevin Babası! Sen, ismine lâyık olarak Alevli bir Ateşe gireceksin.” Bu, ilahî bir tezyîf (aşağılama) sanatıdır.
B. Gurur Duyduğu Şeylerin Hiçliği (Âyet 2)
(مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ – Mâ ağnâ ‘anhu mâluhû ve mâ keseb)
“Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı.”
* Belâgat Nüktesi (Zecr ve Te’yîs): Bu âyet, 1. âyetteki (Tebbe/Helâk) hükmünün sebebini ve neticesini açıklar. (مَا أَغْنَى) “Mâ ağnâ” (Fayda vermedi) ifadesi, (Hümeze ve Tekâsür Suresi’ndeki gibi) kibrin ana kaynağı olan servet ve gücün, Allah’ın “Tebbe” (helâk) hükmü karşısında mutlak aczini ve hiçliğini ilan eder.
* Nükte (Mâ Keseb): (وَمَا كَسَبَ) “Ve mâ keseb” (Kazandığı şey) nedir? Bu, onun çocukları, evlâdı (ki oğlu Utbe’yi Peygamberimizin kızından boşanmaya zorlamıştı), makamı, itibarı ve eline geçen her şeydir. Ne malı ne de soyu, bu ilahî helâk hükmünü engelleyememiştir.

C. Suçun Ortağı: Karısının Durumu (Âyet 4-5)
Sure, sadece Ebû Leheb’i değil, bu düşmanlıkta onunla tam bir iş birliği içinde olan karısı Ümmü Cemil’i de bu helâke dâhil eder.
(وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ – Vemra’etuhû hammâlete’l-hatab)
“Odun taşıyıcı olarak karısı da (o ateşe girecektir).”
* Belâgat Nüktesi 1 (Sîga-i Mübâlağa): (حَمَّالَةَ – Hammâle). Bu, (Hümeze’deki gibi) mübalağa sîgasıdır. O, “ara sıra” değil, sürekli, iş edinerek, profesyonelce odun taşıyandır.
* Nükte 2 (Tevriye ve Tecsîm): “Odun taşımak” nedir?
* Mecâzî Mana: İnsanlar arasında (nemîme) laf taşıyarak, (fitne) ateşini körükleyerek, düşmanlığa odun taşımasıdır.
* Hakîkî Mana: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) geçeceği yollara eziyet etmek için dikenli çalılar ve odunlar taşımasıdır.
* Uhrevî (Âhiret) Mana: Cehennemde, kocası Ebû Leheb’in ateşini (Leheb) alevlendirmek için bizzat odun taşıyıcısı (Hammâle) olmasıdır.
* Bu kelime, tek başına, kadının dünyadaki suçunu, karakterini ve âhiretteki cezasını tasvir eden bir belâgat harikasıdır.
(فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ – Fî cîdihâ hablun min mesed)
“Boynunda da bükülmüş hurma liflerinden bir ip olacaktır.”
* Belâgat Zirvesi (Mukabele/Tezyîf): Bu, surenin en dehşetli aşağılama ve zıtlık sanatıdır.
* (جِيد – Cîd): Arapçada (رَقَبَة) “Rakabe” (boyun) veya (عُنُق) “‘Unuk” (boyun) kelimeleri varken, burada (جِيد) “Cîd” kelimesi seçilmiştir. “Cîd”, ziynet (süs) takılan, gerdanlık takılan, uzun ve güzel boyun demektir. Ümmü Cemil, aristokrat bir kadındı ve kıymetli gerdanlığıyla övünürdü.
* (حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ – Hablun min Mesed): “Mesed’den (bükülmüş hurma lifinden) bir ip.” Bu, en değersiz, en kaba, en âdî ip türüdür.
* Hülâsa: Allah Teâlâ, onun dünyada kibirle ve gururla taşıdığı o ziynet gerdanlığının (Cîd) yerine, âhirette (veya dünyada) zilletle ve aşağılanarak taşıyacağı o kaba liften ipi (Mesed) koymuştur. Bu, kibirli bir aristokratın, bir hayvan veya köle gibi aşağılanmasının tasviridir.

Hülâsa
Tebbet Suresi, Peygamber’e (s.a.v.) yönelik şahsî bir hakarete (Tebben lekâ), ilahî bir iade (Tebbet yedâ…) ile cevap verir. Bu cevap, gaybî bir haberdir (Ebû Leheb ve karısı bu sure nazil olduktan yıllar sonra, surede haber verildiği gibi kâfir olarak ölmüşlerdir; bu, Kur’ân’ın bir mucizesidir).
Sure, Ebû Leheb’in ismi (Leheb) ile cezası (zâte Leheb) arasında, karısının dünyadaki kibri (Cîd/gerdanlık) ile âhiretteki zilleti (Mesed/ip) arasında korkunç bir belâgî münasebet ve mukabele sanatı kurarak, Allah’a ve Resûlü’ne düşmanlık edenlerin dünyevî ve uhrevî helâklerini (Tebbe) en keskin şekilde ilan eder.

20-İHLAS SURESİ VE BELÂĞATI

Kur’ân-ı Kerîm’in, Tevhîd akîdesinin (Allah’ın birliği inancının) en saf, en özlü ve en mutlak hülâsası (özeti) olan ve İmam-ı Rabbânî gibi âlimlerce İsm-i A’zam mertebesinde görülen İhlâs Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın, “Bize Rabbini anlat, O’nun soyu nedir, neden yapılmıştır?” gibi sorularına cevap olarak nazil olmuştur. Kur’ân’ın üçte birine denk sayılmasının sırrı da, Kur’ân’ın ana gayelerinden olan Tevhîd’in en kâmil (mükemmel) tanımını yapmasında gizlidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (İhlâs Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.”
> 2. “Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).”
> 3. “Doğurmamış ve doğurulmamıştır.”
> 4. “O’nun hiçbir dengi yoktur.”
> (İhlâs, 112/1-4)
>
2. Belâgat Tahlili: Mutlak Birliğin (Tevhîd) İspatı
Surenin belâgatı, her bir âyetin, bir öncekinin açıklaması ve ispatı olduğu, mantıksal olarak birbirine kilitlenmiş, çelikten bir yapıya sahip olmasında yatar.
A. Hükmün İlanı: (أَحَدٌ) Kelimesi (Âyet 1)
(قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ – Kul Huvallâhu Ehad)
“De ki: O, Allah’tır, Ehad’dir (Bir Tektir).”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. Bu, (Kâfirûn Suresi’ndeki gibi) bu cevabın Peygamber’in (s.a.v.) şahsî bir tefekkürü (düşüncesi) değil, doğrudan Allah’tan gelen, pazarlıksız ve değiştirilemez bir ilahî beyan olduğunu gösterir.
* Nükte 2 (Zamir): (هُوَ – Huve) “O”. Bu, “Zamirü’ş-Şe’n” (Azamet Zamiri) olarak bilinir. Sorulan “O” Zât’ın ne kadar yüce, tarifi zor ve azametli olduğunu ifade eder. “O hakkında sorduğunuz Zât var ya…”
* Belâgat Zirvesi (Ehad ve Vâhid Farkı): Surenin belâgat kilidi, (وَاحِدٌ) “Vâhid” (bir) kelimesi yerine (أَحَدٌ) “Ehad” (tek) kelimesinin seçilmesidir.
* (وَاحِدٌ – Vâhid): Sayısal bir demektir. “Bir” dendiğinde, aklın “iki”ye, “üç”e intikali (geçişi) mümkündür. Parçaları, cüzleri olabilir (meselâ: “bir” salkım üzüm).
* (أَحَدٌ – Ehad): Benzersiz, eşsiz, bölünemez, parçalanamaz, terkip olunamaz (birleşik olmayan), ikincisi olmayan, mütlak tek demektir.
* Hülâsa: Allah (Vâhid) “birdir” demek, sayısal birliği ifade eder. Ama Allah (Ehad) “tektir” demek, O’nun Zât’ında, Sıfat’ında ve Fiilleri’nde eşsiz, benzersiz, bölünmez, parçalanmaz ve ortaksız olduğunu ilan etmektir. Bu, şirkin her türlüsünü (parça, cüz, eş, benzer) kökten reddeden bir ifadedir.

B. (Ehad) İsminin İlk İzahı: (الصَّمَدُ) (Âyet 2)
(اللَّهُ الصَّمَدُ – Allâhu’s-Samed)
“Allah Samed’dir.”
* Belâgat Nüktesi (İzah): Bu âyet, “Ehad” olmanın ne demek olduğunu açıklayan ilk delildir. (الصَّمَدُ – Es-Samed) kelimesi, belâgat açısından “Câmi’u’l-Kelîm” (çok manayı toplayan kelime) dir.
* Samed’in Manaları:
* Bütün mahlûkatın, bütün ihtiyaçları için yöneldiği, O’na muhtaç olduğu tek merci.
* O’nun hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmaması.
* Kusursuz, eksiksiz, kâmil olmak. (Arapçada içi boş, kovuk şeylerin zıddı olarak kullanılır.)
* Hülâsa: Allah (Ehad)dir, yani tektir. Çünkü (Samed)dir; yani O’ndan başka herkes muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Muhtaç olan (aciz olan), ilâh olamaz. Bu âyet, O’nun muhtaçlıktan münezzeh (berî) bir “Tek” olduğunu ispatlar.
C. (Samed) İsminin İzahı: (لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ) (Âyet 3)
(لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ – Lem yelid ve lem yûled)
“Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.”
* Belâgat Nüktesi (Zorunlu Netice): Bu âyet, bir önceki (Samed) âyetinin zorunlu mantıksal neticesidir.
* Nükte (İzah): Allah neden (Samed)dir (hiçbir şeye muhtaç değildir)?
* (لَمْ يَلِدْ – Lem yelid): “Doğurmamıştır.” Çünkü doğurmak (evlât sahibi olmak), bir ihtiyacın (neslin devamı, yardımcılık, aczin giderilmesi) neticesidir. O (Samed) olduğuna, yani hiçbir şeye ihtiyacı olmadığına göre, doğurmamıştır. (Bu, Hristiyanların “Oğul” ve müşriklerin “Melekler Allah’ın kızlarıdır” inancını kökten reddeder.)
* (وَلَمْ يُولَدْ – Ve lem yûled): “Doğurulmamıştır.” Çünkü doğurulmak, kendisinden önce var olan bir sebebe (anne-babaya) muhtaç olmayı gerektirir. O (Ehad) olduğuna, yani varlığının başlangıcı olmayan (Kadîm) bir “Tek” olduğuna göre, doğurulmamıştır. (Bu, O’na bir köken ve başlangıç atfeden bütün bâtıl inançları reddeder.)
* Nükte (Fiil Zamanı): (لَمْ – Lem) edatı, geçmiş zamanın mutlak ve kesintisiz olarak olumsuzlanmasıdır. “Ne geçmişte böyle bir şey oldu, ne de O’nun şanına bu yakışır.”

D. Nihâî Hüküm ve (Ehad) İsminin Sonucu (Âyet 4)
(وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ – Ve lem yekûn lehû kufuven ehad)
“O’nun hiçbir dengi (Küfüv) yoktur (olmamıştır).”
* Belâgat Zirvesi (Takdîm ve Te’hîr): Bu âyet, surenin nihâî hükmü ve mührüdür. Âyetin normal Arapça dizilimi (وَلَمْ يَكُنْ أَحَدٌ كُفُوًا لَهُ) “Ve lem yekûn ehadun kufuven lehû” (Bir kimse O’na denk olmamıştır) şeklinde olabilirdi.
* Fakat âyet, (لَّهُ) “Lehû” (O’na) kelimesini öne almıştır (Takdîm). Bu belâgatta, sadece ve sadece O’na (hasr ve tahsis) manası katar.
* Nükte (Nekre Kullanımı): (أَحَدٌ) “Ehad” kelimesi, olumsuzluk (Lem yekûn) siyakında (bağlamında) nekre (belirsiz) gelmiştir. Bu, Arapçada en kuvvetli umumî (genel) nefyetme (olumsuzlama) ifadesidir.
* Hülâsa (Nihâî Mana): Âyetin belâgatı şu manayı verir: “Geçmişte, şimdi ve gelecekte; Zât’ında, Sıfat’ında veya Fiilleri’nde; ne olursa olsun, hiçbir tek bir şey bile, sadece ve sadece O’na (Allah’a) denk (küfüv), benzer (misl) veya eş (nidd) olmamıştır, olması da mümkün değildir.”
* Bu son âyet, 1. âyetteki (أَحَدٌ) “Ehad” kelimesini mükemmelen tanımlamış ve kilitlemiştir. O, eşi ve benzeri olmayan (Âyet 4), doğurmamış ve doğurulmamış (Âyet 3), her şeyin kendisine muhtaç olup O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığı (Âyet 2) bir TEKtir (Âyet 1).

Hülâsa
İhlâs Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, ilahî bir tarif sunar. Allah’ın (أَحَدٌ) “Ehad” (mutlak tek) olduğunu ilan eder. Sonraki üç âyette bu “Ehad” olmanın ne demek olduğunu ispat eder: 1) Muhtaçlıktan münezzehtir (Samed). 2) Sebeplerden (doğurulmak) ve neticelerden (doğurmak) münezzehtir (Lem yelid ve lem yûled). 3) Eşi, benzeri ve ortağı olmaktan (Küfüv) münezzehtir. Bu, Tevhîd akîdesinin en saf, en kâmil ve en beliğ ifadesidir.

21- FELAK SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, “Muavvizeteyn” (iki sığındırıcı sure) olarak bilinen iki surenin ilki olan Felak Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, bir önceki sure olan İhlâs Suresi’nin Tevhîd (Allah’ı birleme) akîdesini ilan etmesinin ardından, bu akîdeye sahip olan mü’minin, Tevhîd’in zıddı olan şer (kötülük) karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini öğreten (ta’lîm eden) bir sığınma (isti’âze) duasıdır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Felak Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’s adıyla.
> 1. De ki: “Yarattığı şeylerin kötülüğünden,
> 2. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden,
> 3. Düğümlere üfleyenlerin (büyücülerin) kötülüğünden,
> 4. Ve haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabahın Rabbine sığınırım!”
> (Felak, 113/1-5)
>
* De ki: “Sığınırım sabahın (Felak) Rabbine.”
* “Yarattığı şeylerin şerrinden.”
* “Karanlığı çöktüğü zaman gecenin (Gâsık) şerrinden.”
* “Düğümlere üfleyenlerin (Neffâsât) şerrinden.”
* “Ve haset ettiği zaman hasetçinin (Hâsid) şerrinden.”

2. Belâgat Tahlili: Kademeli (Aşamalı) Sığınma Sanatı
Surenin belâgatı, sığınılan Zât’ın (Allah’ın) seçilen sıfatı ile, sığınılan şerlerin (kötülüklerin) mahiyeti arasındaki tam uyumda ve bu şerlerin genelden özele doğru (tedrîc) sıralanmasında yatar.

A. Emir ve Sığınılan Zât: (قُلْ… بِرَبِّ الْفَلَقِ)
(قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ – Kul e’ûzu bi-Rabbi’l-Felak)
“De ki: ‘Sığınırım Felak’ın Rabbine.'”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. (İhlâs ve Kâfirûn surelerindeki gibi). Bu, sığınma (isti’âze) faaliyetinin dahi ilahî bir öğreti (ta’lîm) olduğunu gösterir. Allah, kuluna nasıl ve kime sığınacağını öğretir.
* Nükte 2 (Fiil): (أَعُوذُ – E’ûzu) “Sığınırım.” Bu (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman) fiili, sığınmanın bir defalık bir eylem değil, sürekli, devam eden, yenilenen bir kulluk hâli olduğunu ifade eder.
* Belâgat Zirvesi (Sıfat Seçimi): (بِرَبِّ الْفَلَقِ) “Bi-Rabbi’l-Felak” (Felak’ın Rabbine).
* (الْفَلَقِ – El-Felak): Aslı (فَلَقَ) “yarılmak” demektir. Karanlığın yarılıp içinden çıkan sabah aydınlığı, şafak manasındadır. Aynı zamanda tohumun yarılıp filiz vermesi, yaratılışın başlaması gibi “yokluğun yarılıp varlığın çıkması” manalarını da taşır.
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Surenin devamında sığınılacak olan bütün şerler (gece, büyü, haset), karanlığın, gizliliğin, yok etmenin sembolüdür. Allah Teâlâ kuluna der ki: “Sen, bu karanlık şerlerden, karanlığı yarıp aydınlığı (Felak) çıkaran Rabbe sığın.” Bu, en büyük karanlığın (şerrin) dahi, O’nun (Rabbi’l-Felak) kudreti karşısında yarılmaya mahkûm olduğunu gösteren müthiş bir tesellidir.

B. Şerlerin Tasnifi: Genelden Özele (Tedrîc)
Sure, sığınılması gereken şerleri en genelden (âm) başlayıp en özele (hâs) doğru sıralar:
* (مِن شَرِّ مَا خَلَقَ – Min şerri mâ halak) (Âyet 2): En Genel Şer
* “Yarattığı şeylerin şerrinden.”
* Nükte: Bu, sığınılabilecek en kapsamlı ifadedir. İnsanın bildiği-bilmediği, gördüğü-görmediği, insan, cin, hayvan, tabiattaki (zelzele, fırtına vb.) bütün yaratılmışların şerrini kapsar.
* (وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ – Min şerri ğâsiqin iżâ vekab) (Âyet 3): Özelleştirme 1 (Zaman ve Mekân)
* “Karanlığı (Gâsık) çöktüğü (Vekab) zaman gecenin şerrinden.”
* Nükte: Genel yaratılmışlar şerrinden sonra, şerrin en yoğun olduğu zaman ve mekâna geçilir: Gece. (غَاسِقٍ) “Gâsık” (gece veya ay) ve (وَقَبَ) “Vekab” (çökmek, bürümek), karanlığın baskınlığını ifade eder.
* Belâgat: Vahşi hayvanlar, hırsızlar, suikastçiler ve şerli ruhânî varlıklar, genellikle gecenin karanlığında faaliyet gösterir. Bu âyet, (Rabbi’l-Felak) “Sabahın Rabbi” ile tam bir zıtlık (mukabele) oluşturur.
* (وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ – Min şerri’n-neffâsâti fi’l-‘ukad) (Âyet 4): Özelleştirme 2 (Gizli İnsan Şerri- Büyü)
* “Düğümlere (el-Ukad) üfleyenlerin (en-Neffâsât) şerrinden.”
* Nükte (Mübalağa): (النَّفَّاثَاتِ) “Neffâsât”, (nefes) kökünden mübalağa sîgasıdır. Sürekli, iş edinerek, nefretle üfleyen demektir (Genellikle büyücüler, sihirbazlar).
* Hülâsa: Şer, “genel yaratılmışlardan” (Âyet 2), “geceye” (Âyet 3) indi. Şimdi daha da özelleşerek, karanlıkta gizlice yapılan insanî (veya cinnî) bir şerre, yani sihre/büyüye (Neffâsât) indi. Bu, gizli ve kasıtlı bir kötülüktür.
* (وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ – Min şerri hâsidin iżâ hased) (Âyet 5): Zirve (En Gizli İnsan Şerri – Haset)
* “Ve haset ettiği zaman hasetçinin (Hâsid) şerrinden.”
* Belâgat Zirvesi: Sure neden haset ile biter? Haset, şerlerin en gizlisi ve en köklüsüdür.
* (إِذَا حَسَدَ) “İżâ Hasede” (Haset ettiği zaman) kaydı çok mühimdir. Sadece kalpte duran hasetten değil, o hasedin fiiliyata döküldüğü, zarar vermeye başladığı (nazar etme, tuzak kurma, büyü yapma vb.) ânın şerrinden sığınılır.
* Nükte (Sıralama): Büyü (Âyet 4), çoğu zaman haset (Âyet 5) sebebiyle yapılır. Haset, sebeptir; büyü, netice olabilir.
* Nihâî Nükte: İblis’in Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmemesinin sebebi hasetti. Kâbil’in Hâbil’i öldürmesinin sebebi hasetti. Sure, şerlerin en geneliyle (mâ halak) başlar, şerlerin kaynağı ve en gizli merkezi olan haset ile biter.

Hülâsa
Felak Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, mü’mine bir sığınma reçetesi sunar. Sığınılacak Zât, karanlığı yararak aydınlığı çıkaran (Rabbi’l-Felak)’tır. Sığınılan şerler ise kademelidir: 1) Bütün yaratılmışların genel şerri, 2) Karanlığın yoğunlaşmış şerri, 3) İnsanların gizli (büyü) şerri ve 4) Bütün bu şerlerin kalpteki kökü olan haset şerri. Bu, Tevhîd ehlini kuşatan bütün zâhirî (dışsal) ve bâtınî (içsel) kötülüklere karşı ilahî bir koruma kalkanıdır.

22- NAS SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in son suresi olan ve Felak Suresi ile birlikte “Muavvizeteyn” (iki sığındırıcı sure) olarak isimlendirilen Nâs Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu iki sure (Felak ve Nâs), birbirini mükemmelen tamamlar. Felak Suresi, insanın dışından (zâhirî) gelen şerlere (gece, büyü, haset gibi) karşı bir sığınma duası iken; Nâs Suresi, insanın içine (dahilî / bâtınî) yönelen ve şerlerin en tehlikelisi olan vesveseye (waswasa) karşı bir sığınma reçetesidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Nâs Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “İnsanların Rabbine sığınırım.”
> 2. “İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine).”
> 3. “İnsanların İlâhına.”
> 4. “O sinsi vesvesecinin şerrinden.”
> 5. “O ki, insanların göğüslerine (kalplerine) vesvese verir.”
> 6. “Gerek cinden, gerek insandan (olan vesvesecilerin şerrinden).”
> (Nâs, 114/1-6)
>
2. Belâgat Tahlili: En Tehlikeli Düşmana (Dahilî) Karşı Üçlü Koruma (Rubûbiyet)
Surenin belâgatı, sığınılacak tek bir düşman (Vesvâs) için üç farklı ilahî sıfata (Rab, Melik, İlâh) sığınılmasını emretmesinde yatar. Bu, düşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren bir belâgat harikasıdır.

A. Emir ve Sığınılan Zât’ın Üç Vasıfı (Âyet 1-3)
(قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ… مَلِكِ النَّاسِ… إِلَهِ النَّاسِ)
“De ki: Sığınırım insanların Rabbine… İnsanların Melikine… İnsanların İlâhına.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. (Felak Suresi’ndeki gibi). Bu, sığınmanın ilahî bir öğreti (ta’lîm) olduğunu, en büyük düşmana karşı nasıl korunulacağını bizzat Allah’ın öğrettiğini gösterir.
* Nükte 2 (Mukabele/Zıtlık): Felak Suresi’nde dört farklı şerden (yaratılmışlar, gece, büyü, haset) bir tek sıfata (Rabbi’l-Felak / Sabahın Rabbi) sığınılmıştı.
* Belâgat Zirvesi (Terfî’): Burada ise tek bir şerden (Vesvese) üç mübarek sıfata sığınılır. Neden? Çünkü dahilî düşman, zâhirî düşmanların hepsinden daha tehlikelidir. Zira o, kaleyi içeriden fethetmeye çalışır, insanın kalbine (sudûr) ve imanına hücum eder.
* Nükte 3 (Sıfatların Sıralaması- Tedrîc ve Terakkî): Bu üç sıfatın sıralaması tesadüfî değildir, mükemmel bir mantıksal ilerleme (terakkî) vardır:
* (بِرَبِّ النَّاسِ – Rabbi’n-Nâs) (İnsanların Rabbi): Bu, Allah’ın yaratma, terbiye etme, besleme ve koruma (Rubûbiyet) sıfatıdır. Düşmana karşı O’nun himayesine sığınmaktır. Bu, en genel sığınma makamıdır.
* (مَلِكِ النَّاسِ – Meliki’n-Nâs) (İnsanların Meliki): “Rab” (Terbiye eden) şefkatli olabilir, ama “Melik” (Kral, Hükümdar) mutlak güce ve otoriteye (Kahr) sahiptir. Vesvese veren düşman (Şeytan) da güçlüdür. Biz, o düşmanın da Hükümdarı olan (Melik) Zât’a sığınırız. Bu, himayeden daha öte, otoriteye sığınmaktır.
* (إِلَهِ النَّاسِ – İlâhi’n-Nâs) (İnsanların İlâhı): Bu, zirvedir. “İlâh”, ibadet edilen, mabud demektir. Şeytanın (Vesvâs) asıl hedefi nedir? İnsanın (صُدُورِ) “sudûr”una (göğsüne) vesvese vererek onu Rabbine kulluktan (ibadetten) alıkoymaktır. Düşman ibadete saldırdığı için, biz de ibadetin asıl sahibine (İlâhi’n-Nâs) sığınırız.
* Nükte 4 (Tekrâr Sanatı): (النَّاسِ) “en-Nâs” (İnsanlar) kelimesinin üç defa tekrarlanması, insana verilen şerefi (teşrîf) ve bu üç sıfatın (Rab, Melik, İlâh) da insanla olan ayrılmaz bağını vurgular.

B. Düşmanın Tasviri: (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) (Âyet 4)
(مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ – Min şerri’l-vesvâsi’l-hannâs)
“O sinsi vesvesecinin (Vesvâs) ve (Hannâs) şerrinden.”
* Belâgat Nüktesi (Sîga-i Mübâlağa): Bu iki kelime de (Hümeze ve Hammâle gibi) mübalağa (abartı/yoğunluk) sîgasındadır.
* (الْوَسْوَاسِ – El-Vesvâs): Sadece “vesvese veren” değil, işi gücü vesvese olan, vesveseyi karakteri haline getirmiş olan, profesyonel vesveseci demektir. Bu, düşmanın fiilini (eylemini) tasvir eder.
* (الْخَنَّاسِ – El-Hannâs): (خَنَسَ) “Hanese” (gizlenmek, sinmek, geri çekilmek) kökündendir. Sürekli sinen, sürekli geri çekilen demektir. Bu, düşmanın taktiğini tasvir eder.
* Belâgat Hülâsası (İ’tilâf): Bu iki kelime, Şeytan’ın taktiğini mükemmelen birleştirir: O, (Vesvâs) sürekli vesvese verir. Ne zaman ki kul Allah’ı zikreder (anar), o (Hannâs) hemen siner ve gizlenir. Kul gaflete düştüğü an tekrar ortaya çıkar.

C. Düşmanın Faaliyet Alanı ve Kaynağı (Âyet 5-6)
(الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ – Elleżî yuvesvisu fî sudûri’n-nâs)
“O ki, insanların göğüslerine (sudûr) vesvese verir.”
* Belâkat Nüktesi (Mekân): Bu âyet, (Vesvâs)ın faaliyet alanını netleştirir. Saldırı, (Felak Suresi’ndeki gibi) dışarıdan bedene (büyü gibi) veya mala (haset gibi) değildir. Saldırı, (فِي صُدُورِ) “fî sudûr” (göğüslerin içine), yani imanın ve niyetin merkezine, kalbinedir.
(مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ – Mine’l-cinneti ve’n-nâs)
“Gerek cinden gerek insandan (olan vesvesecilerin şerrinden).”
* Belâgat Zirvesi (Tefsir ve Ta’mîm): Bu son âyet, surenin açıklaması (tefsiri) ve genellemesidir (ta’mîm).
* * âyette bahsedilen o (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) “Vesvâs-ı Hannâs” kimdir? Bu âyet, o düşmanın iki kaynağı olduğunu açıklar:
* (الْجِنَّةِ – El-Cinne): Cinlerden olan (görünmeyen) Şeytan.
* (وَالنَّاسِ – Ve’n-Nâs): İnsanlardan olan (görünen) şeytanlar (kötü arkadaşlar, batıl fikirleri aşılayanlar, şerre davet edenler).
* Nihâî Hülâsa: Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in bu son suresinde, kuluna sadece görünmeyen düşmandan (Cin) değil, aynı zamanda görünen ve çoğu zaman daha tehlikeli olabilen insan suretindeki vesvesecilerden (Nâs) de sığınmasını emreder.

Hülâsa
Nâs Suresi, Kur’ân’ın nihâî sığınağıdır. Felak Suresi’nin zâhirî korumasını, bâtınî (dahilî) bir korumayla tamamlar. En tehlikeli ve tek bir düşman olan (Vesvâs-ı Hannâs) için üç katmanlı bir ilahî himaye (Rab, Melik, İlâh) talep etmemizi öğretir. Çünkü bu düşman, dışarıdan saldırmaz, doğrudan içeriye, kalbin (Sudûr) merkezine hücum eder ve bu düşmanın insan kılığında (en-Nâs) olan türleri de vardır. Bu, Tevhîd ve isti’âzenin (sığınmanın) kâmil bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
08/11/2025