Gençlik, Kur’an ve İlim: Bir Milletin Yükseliş Anahtarı
“Bir milletin gençliği ne zaman Kur’an ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise o vakit o millet terakki ve teali etmeye başlamıştır.” Şualar
Giriş: Gençlik Kime Emanettir?
Her milletin en büyük sermayesi, sahip olduğu yer altı kaynakları ya da teknolojik gücü değil; eğitilmiş, şuurlu ve ahlâklı gençliğidir. Toplumlar, geleceklerini gençlerinin elinde yoğurur. Bu yoğruluş ise neyle yapılırsa öyle şekillenir: Kur’an’la ve hikmetle yoğrulan gençlik, milletin yükselişi olur. Sefahatle ve gafletle şekillenen gençlik ise çöküşün habercisidir.
Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şöyle ifade eder:
> “Bir milletin gençliği ne zaman Kur’an ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise o vakit o millet terakki ve teâli etmeye başlamıştır.” (Şuâlar)
Gençlik: İnşa Edilen Bir Kudret
Gençlik, insan hayatında en enerjik, en öğrenmeye açık, en idealist dönemdir. Bu çağda atılan temeller, bir ömür boyu kişinin karakterini, dünya görüşünü ve tercihlerini belirler. Toplum ölçeğinde bakıldığında ise, gençlik milletin gelecek planıdır.
Ama bu gençlik ne ile inşa edilecek?
Batı kültürünün yozlaştırıcı tesirleriyle mi?
Moda ve eğlenceyle uyuşturularak mı?
Yoksa Kur’an ve hikmetle tahkim edilerek mi?
Bediüzzaman, tercihini açıkça ortaya koyar: Kur’an’dan süzülen ilimlerle donanmış gençlik.
Kur’an ve İlim: İki Kanat, Tek Yön
Kur’an, sadece ibadet kitabı değil, aynı zamanda hayatı kuşatan bir nur ve medeniyet rehberidir. O, sadece “neye inanmalıyım?” sorusuna değil, aynı zamanda:
Nasıl yaşamalıyım?
Ne için varım?
İlim niçin var? Ahlâk ne işe yarar?
Toplumda adalet nasıl kurulur?
gibi sorulara da cevap verir.
Kur’an’dan “lemean eden ilimler”, yani onun nurundan yansıyan fen, hikmet, ahlak ve felsefe; gençliğe yalnız teknik bilgi değil, hayat bilgisi kazandırır. İşte böyle bir gençlik; aklıyla inşa eder, kalbiyle ihya eder, vicdanıyla adalet dağıtır.
Kur’ansız Gençlik: Boşlukta Savrulan Nesil
Bir millete yapılacak en büyük kötülük, onun gençliğini Kur’an’dan ve manevî ilimlerden koparmaktır. Çünkü Kur’an’dan kopan bir gençlik:
Sefahate düşer,
Nefsiyle yönetilir,
Taklitçi olur,
Kimliksizleşir,
Ahlâken yıkılır.
Bu tür gençlikte, ne millet şuuru olur ne tarih bilinci ne de adalet duygusu. Gördüğü her parlak şeye aldanır, her modayı “hakikat” zanneder.
Bu yüzden Bediüzzaman, “gençliğin imanla tahkimi” davasını hayatının temel gayesi yapmıştır. Onun nazarında, bir tek gencin imanını kurtarmak, dünya saltanatından kıymetlidir.
Kur’anla Donanmış Gençlik: Dirilişin Müjdecisi
Tarih boyunca milletler, en büyük yükselişlerini ilim ve iman dengesini kurduklarında yaşamıştır:
Abbasîlerin Beytü’l-Hikme’si,
Endülüs’ün Kurtuba Medreseleri,
Osmanlı’nın medrese ve tekke düzeni,
Selçuklu’nun Nizamiye Medreseleri…
Hepsinde ilimle tahkim edilmiş bir gençlik vardır. Ve hepsinin arkasında Kur’an’la şekillenmiş bir bakış açısı, bir değer sistemi…
Bugün de milletlerin terakkisi bu dengeyle mümkündür. Zira:
> İmansız ilim, vahşettir. İlimsiz iman, zaafa mahkûmdur. Her ikisinin terkibi ise, dirilişin anahtarıdır.
Sonuç: Bir Nesli Kaybetmek, Bir Asrı Kaybetmektir
Bir milletin gençliği Kur’an’dan, imandan ve yüksek ahlaktan uzaklaşırsa, fabrika bacaları tütse de ruhlar donar. Teknoloji artsa da merhamet eksilir. Ama o gençlik Kur’an’la dirilirse, mazlumlara adalet, zalimlere set, insanlığa umut olur.
Her millet, geleceğini nasıl bir gençliğe emanet ettiğine göre ya yükselir ya düşer.
Özet:
Bu makalede, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir milletin gerçek yükselişinin ancak gençliğinin Kur’an ve onun nurundan yansıyan ilimlerle teçhiz edilmesiyle mümkün olduğu açıklanmıştır. Kur’an ile donatılmış gençlik, iman, ilim ve ahlâk ekseninde şahsiyet bulur. Aksi durumda gençlik hedefsizleşir ve milletin geleceği tehlikeye girer. Çözüm; manevî ilimlerle aklı ve kalbi aynı anda inşa etmektir.
Gizli Zındıka Komitesi: Bediüzzaman’a Göre İman Cephesine Karşı Sessiz Savaş
Giriş: Görünmeyen Bir Savaşın İçindeyiz
Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın başından itibaren zamanın fitnelerini teşhis eden bir mütefekkir ve iman muhafızı olarak, Risale-i Nur’da sıkça “gizli dinsiz komite”, “zındıka komitesi” veya “dalalet ve sefahet komiteleri”nden bahseder. Bunlar, sadece askerî veya siyasi birer yapı değil; zihniyet, inançsızlık stratejisi ve toplumu ifsad planı taşıyan bir organizasyon olarak tarif edilir.
Bu komiteler açıkça isimlendirilmese de; hedefleri, vasıtaları ve metotları Risale-i Nur’da geniş şekilde teşhis ve izah edilmiştir.
Zındıka Komitesi Nedir?
> “Bir zındıka komitesi, hakaik-i imaniyeye karşı perde altında müthiş bir planla hücum ediyor.” (Emirdağ Lahikası, s. 95)
Zındıka, inkârın örgütlü, sistematik ve sinsi bir tarzda yürütülmesidir. Bu komite, “görünmeyen”, fakat “etkisi görünen” bir manevî tahrip şebekesidir. Bu gizli yapının maksadı:
İslâmî inancı toplum hayatından silmek
Gençliği sefahate, tembelliğe ve dünyevîliğe sürüklemek
Ahlâkî değerleri yıkmak
Dinî eğitimi ve Kur’an hizmetlerini baltalamak
İman hakikatlerini itibarsızlaştırmak
Bu komite, bazen bir felsefe (pozitivizm, materyalizm), bazen bir ideoloji (laikçilik, Batıcılık), bazen bir akım (sekülerizm, hedonizm) kisvesiyle sahneye çıkar. Ama özünde amaç, insanı Allah’tan uzaklaştırmaktır.
Hedef: Kalplerdeki İman Kalesini Yıkmak
Bediüzzaman’a göre bu komitenin en büyük hedefi, ferdî ve içtimaî iman esaslarını sarsmak ve bu yolla İslam toplumunun ruh köklerini kurutmaktır. Çünkü iman varsa umut vardır; iman varsa adalet, haya, cesaret, iffet, şefkat, fedakârlık vardır.
> “Zındıka komitesi… şimdiki medeniyetin sefahat ve eğlencesiyle gençleri ifsad ediyor.” (Tarihçe-i Hayat)
İslâm’ı söndürmek isteyen bir zihniyetin ilk hedefi gençliktir. Bu komite, dinsizliği doğrudan değil, dolaylı yollarla (TV, eğlence, eğitim, ideoloji, moda, medya vb.) yayar. Yani:
Kalbi boşaltır,
Aklı oyalayarak uyutur,
Nefsi şımartarak köle eder,
Vicdanı susturarak etkisizleştirir.
Metod: Sözle Değil, Sükûtla ve Telkinle Saldırı
Bu gizli yapı çoğu zaman açıkça “Tanrı yok” demez. Onun yerine:
Dini “geri kalmışlık” gibi gösterir,
Âhireti unutturur,
Zevki esas yapar,
“Hayat bir defadır, tadını çıkar!” der.
Bu da, “sözlü küfür değil, hâl diliyle küfür telkini”dir.
Bediüzzaman’ın Cevabı: Kur’anî Bir Müdafaa
Zındıka komitesine karşı Bediüzzaman’ın silahı kılıç değil, kalemdir. Risale-i Nur, bu manevî tahribatı tamir eden bir iman tefsiridir. Onun hedefi:
Kalplere Allah’ı tanıtmak,
Akla tefekkür ettirmek,
Nefsi terbiye etmek,
İman-ahlak-ibadet üçgeninde bir şahsiyet inşa etmektir.
Bu mücadele, görünmez düşmana karşı, görünmez silahlarla yapılan bir iman mücadelesidir. Bu yüzden Risale-i Nur bir nevi “manevî cihad manifestosu”dur.
İbret: Zamanın Zındıklığı Güler Yüzlüdür
Günümüzde dinsizlik artık saldırgan değil, kapsayıcı, güler yüzlü, hoşgörülü, özgürlükçü maskelerle sunulmaktadır. Ama amaç aynı: İnsanı Allah’tan, ahiretten, kendinden koparmak.
Bu maskeli komite, çoğu zaman:
Eğitim politikalarında,
Popüler dizilerde,
Sosyal medya akımlarında,
Sözde sanat eserlerinde karşımıza çıkar.
Yani artık zındıklık cephesi camiye değil, kalbe saldırıyor.
Sonuç: İman Cephesinde Bir Nöbetçi Gibi Yaşamak
Bediüzzaman’ın “zındıka komitesi” diye tabir ettiği yapı, dinî hakikatleri yıpratmak için organize çalışan modern bir şeytanî akıldır. Bu akla karşı susmak değil, konuşmak; saklanmak değil, çalışmak gerekir.
Bugün bizlere düşen, bu görünmeyen savaşta:
İmanla direniş
Ahlakla karşı koyuş
İlimle savunma yapmaktır.
Zira zındıka komitesi gizli çalışır, ama müminin nuru onu deşifre eder. Her mümin, bir iman nöbetçisidir. Ve bu nöbet, kıyamete kadar devam edecektir.
Özet:
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da “zındıka komitesi” ve “gizli dinsiz komite” olarak tanımladığı yapı, organize, gizli ve sistematik bir inançsızlık cephesidir. Hedefleri, özellikle gençleri ifsat ederek toplumu dinden uzaklaştırmak; araçları ise eğitim, medya, felsefe ve eğlence yoluyla dini tahrip etmektir. Bediüzzaman bu yapıya karşı Risale-i Nur’u bir “iman tecdid ve tahkim projesi” olarak ortaya koymuştur. Günümüz Müslümanlarının da bu bilinçle uyanık olmaları, imanlarını ilimle korumaları ve çevrelerine hakikat ışığı olmaları gerekmektedir.
gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Şualar
Giriş: Karanlık Değil, Işık Taşıyan Bakış
Hayat, kimi zaman zorluklarla, hüzünlerle, kayıplarla dolu görünse de, bu zahirî çalkantıların ardında ilâhî bir kudretin, ince bir ölçünün ve engin bir hikmetin olduğu unutulmamalıdır. Kur’ân ve sünnet, bu bakışı yerleştirmek için bize üç temel prensip öğretir:
Kadere iman
Her şeyin güzel tarafına bakmak
Sözlerin en güzelini seçmek
Bu üç esas, bir müminin hem dünyasını huzura, hem de ahiretini selamete taşıyan birer nur gibidir.
Kadere İman: Kalbin Emniyet Sigortası
> “مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ” “Kadere iman eden gamdan, kederden emin olur.” (Şuâlar)
Kadere iman etmek, başa gelen her şeyin ilâhî bir takdir ve hikmet çerçevesinde meydana geldiğine inanmak demektir. Mümin bilir ki; ne kazandığı kendi maharetiyle, ne de kaybettiği kendi acziyledir. Her şeyin sahibi Allah’tır ve O, her şeyi en güzel şekilde takdir edendir.
Bu iman, insanı kuruntulardan, keşkelerden, yıkıcı pişmanlıklardan ve sürekli şikâyet dilinden kurtarır. Böylece kalp rahat eder, ruh teskin olur, dilde şükür, sîmada sükûn oluşur.
Güzel Cihete Bakmak: Zihnin ve Zamanın İsrafına Son
Hayatta hiçbir şey bütünüyle kötü ya da tamamen mükemmel değildir. Her şeyin içinde bir “ahsen” yani güzel bir taraf, hayırlı bir yön vardır. Mesele, nereye baktığımızdır.
Yusuf Aleyhisselâm’ı kuyuya atan kardeşleri büyük bir günah işlemişti. Ama neticede o kuyudan bir sultan çıktı. Hz. Musa, denizin ikiye yarılmasıyla kurtulduğu gibi, Firavun da o denizde boğuldu. O hâlde mesele, bakış açısıdır: Yusuf için kuyu mu daha derindir, yoksa kaderin merhameti mi?
Bir mümin her hadisede “Bunda benim için ne hikmet var?” sorusunu sorar. Bu soru, acıyı altına çeviren bir ilim terazisidir. Sürekli şikâyet eden ise kendini çürütür, başkasına zarar veremez.
Sözlerin En Güzeline Tabi Olmak: Ruhun Gıdasını Seçmek
> “اَلَّذٖينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ” “Sözleri dinleyip en güzeline uyanlar, Allah’ın hidayet verdiği ve akıl sahipleri olanlardır.” (Zümer, 18)
Çağımız, bilgi değil gürültü çağıdır. Herkes konuşuyor, herkes bir şey söylüyor. Ama hikmetli olanı seçmek, işte gerçek aklın, gerçek irfanın göstergesidir. Her duyduğunu tekrarlamak değil, güzeli seçmek, hakikate kulak vermek gerekir.
Bir müminin kulağı çöp kutusu değildir. O, söylenene değil, maksada ve manaya bakar. Hakikati ayıklar, fitneyi ayıklar, kötüyü bırakır. Böylece söz onu besler, yıkmaz.
Üç İlkenin Ortak Meyvesi: İç Huzur ve Dış İrfan
Kadere iman eden, başına geleni kaderin tecellisi olarak görür ve sabreder. Her olayda güzeli gören, sürekli şikâyet etmekten kurtulur. Sözlerin en güzeline tabi olan ise hem kendini hem başkasını incitmekten sakınır. Bu üçlü, birlikte insanı insan eder ve onu dünyanın yükünden, ahiretin korkusundan kurtarır.
Sonuç: Müminin Bakışı Rahmetle Boyanmıştır
Dünya, her zaman kolay bir yer değildir. Ama mümin için dünya, bir imtihan alanıdır. Kadere iman, bu imtihanda güveni sağlar. Güzel yönlere odaklanmak, ruhu zehirleyen karamsarlığı siler. Sözlerin en güzeline tabi olmak ise, zihni kirden arındırır, kalbi ilâhî hidayete açar.
İşte bu tercih, sadece hayatını değil, ebediyetini de belirleyecektir.
Özet:
Bu makalede, kadere iman, her şeyin güzel cihetine bakmak ve sözlerin en güzeline tabi olmak gibi Kur’ân ve hadis kaynaklı üç temel ilke ele alınmıştır. Kadere iman, kederden korur; güzel cihetlere yönelmek, karamsarlığı siler; en güzel söze tabi olmak ise, ruhu kemale erdirir. Bu üç ilke, müminin hem iç dünyasında hem de sosyal ilişkilerinde huzur ve hikmetle yaşamasını sağlar.
Batmamak İçin Dikkatle Bas: Fânî Dünya Yolculuğunda İnsanın Mesuliyeti
“İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Sözler – 329 Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Mesnevi-i Nuriye – 177 – B. Said Nursi
İnsan, bu âleme bir misafir, bir memur olarak gönderilmiştir. Bu ifade basit bir benzetme değil, hayatın hakikatine dair derin bir tesbittir. Zira her insan, doğduğu andan itibaren dünyada belli bir süre kalacak, kendisine yüklenen vazifeleri yerine getirecek ve sonra bu âlemi terk edecektir. Tıpkı görevlendirilen bir memur gibi… Görevli olduğu süre boyunca, ona verilen yeteneklerle imtihan edilecek ve bu yetenekleri doğru yönde kullanıp kullanmadığına göre hesaba çekilecektir.
Risale-i Nur’da geçen “İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş…” ifadesi, aslında insanın hem yaratılış hikmetini hem de bu hikmet doğrultusunda nasıl bir sorumluluk taşıdığını özetler. Her bir yetenek, bir vazifenin anahtarıdır. Akıl, kalp, vicdan, irade, hayal, şuur ve daha niceleri… Hepsi insana bir sermaye olarak verilmiştir. Fakat bu sermayenin yanlış kullanımı, büyük bir hüsrana sebep olabilir.
İşte bu noktada ikinci cümle devreye giriyor: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.” Hayat yolu düz değildir; inişli çıkışlı, tuzaklarla dolu, bazen görünmeyen sularla çevrili bir patikadır. Adımlar dikkatsizce atılırsa, düşmek, batmak kaçınılmaz olur. Bazen mal sevdası, bazen şehvet, bazen kibir ya da gaflet, insanın ayağını kaydırır. Dikkatle basmak; her sözü ölçmek, her adımı tartmak, her tercihte sonsuzluğu hesaba katmak demektir.
Şiddetli Teşvikler ve Dehşetli Tehditler Neden Var?
Allah Teâlâ insanı sadece serbest bırakmamış; ona doğru yolu göstermek için kitaplar, peygamberler, öğütler ve işaretler göndermiştir. Bu rehberlik, sadece nazik tavsiyelerden ibaret değildir. Zira insanın nefsi tembelliğe meyillidir, şeytan sürekli kandırır ve dünya cazibesiyle baş döndürür. Bu yüzden insanı harekete geçirmek için hem mükâfat vaat edilmiş hem de ceza ile uyarılmıştır.
Cennetle teşvik, cehennemle tehdid… Bunlar birer eğitim ve irşad metodudur. Zira insan ya sevgiden ya korkudan hareket eder. İlkiyle yola çıkanlar ne mutlu, ikincisiyle yürüyenler de en azından felaketten korunmuş olurlar.
Misafirlik ve Memuriyet Arasında Denge
Dünya bir han, insan ise orada konaklayan bir misafir gibidir. Ama aynı zamanda bu hanın hizmetinde bir memurdur. Hem huzur bulmak için buradadır hem de sorumluluk taşımak için… Bu iki hâlin dengesini kuramayanlar ya dünyayı ebedî zanneder ya da görevini unutur. Hâlbuki her nimet, bir sorumluluk doğurur. Göz verilmişse görmek, kalp verilmişse hissetmek, akıl verilmişse anlamak içindir. Aksi hâlde her biri birer dava dosyasına dönüşür.
Sonuç: Her Adım Bir Hesap, Her Seçim Bir Sınav
İnsanın dünya yolculuğu dikkat isteyen, hikmetli bir seferdir. Her birimiz, attığımız her adımda, söylediğimiz her sözde ya cennete doğru ilerleriz ya da uzaklaşırız. Elimizdeki istidatları görev bilinciyle kullanmazsak, hem dünyamızı hem ahiretimizi kaybedebiliriz. İşte bu yüzden hem teşvik hem tehdid vardır. Çünkü insan çok kıymetlidir, sermayesi büyüktür ve yolculuğu son derece ciddidir.
Özet:
İnsan bu dünyaya bir misafir ve memur olarak gönderilmiştir.
Ona verilen istidatlar, yüklenen görevlerin anahtarıdır.
Hayat yolu dikkat isteyen bir patikadır; gaflet, insanı batırabilir.
Allah, insanı hem teşviklerle hem de tehditlerle yönlendirmiştir.
Her adım bir sorumluluk, her tercih bir imtihandır.
“Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork” uyarısı, hayatın her anında geçerlidir.
“Küre-i arzın kürevî olduğuna dair bir âyet var mı ve hangi surededir?” Şualar
Giriş: Modern Bilim mi Daha Yeni, Yoksa Kur’ân mı?
Modern astronomi, dünyanın yuvarlak olduğunu ancak son birkaç yüzyılda kesin biçimde isbat edebilmiştir. Oysa Kur’ân, 1400 yıl önce nazil olan ayetleriyle bu hakikate işari (dolaylı) ve hikmetli biçimde temas etmiş; insanın dikkatini, yerin şekli ve hareketi üzerine çekmiştir. Kur’ân’ın bu ifadeleri, sadece bilimsel keşifleri değil, aynı zamanda insan idrakinin terakkîsini de teşvik etmiştir.
Kur’ân’da Kürevîliğe İşaret Eden Ayetler
a) “Dahâ” Fiili: Yuvarlaklık ve Yayılma
> “Ve’l-arda bade zâlike dehâhâ.” (“Yeri de bundan sonra döşedi.”) [Nâziât Suresi, 30]
Buradaki “dehâhâ” fiilinin Arapça’daki kökü “dahv”, deve kuşunun yumurtasını yuvasına yerleştirmesi, ya da yuvarlaklaştırarak yaymak anlamlarına gelir. Bazı müfessirler bu ayeti “yerin döşenmesi, insan için yaşanabilir hâle getirilmesi” şeklinde anlamış olsa da, dil açısından “küre şeklinde yayılmış, yumuşatılmış ve döndürülmüş” manaları da taşır.
Özellikle klasik lügatlerde “dahâ” kelimesi, yuvarlaklık ve dönüşü hatırlatan bir anlam alanına sahiptir. Dolayısıyla bu ayet, yerin yuvarlak ve dönen bir yapıya sahip olduğuna işaret eden en açık beyanlardan biridir.
b) “Yükevviru” Fiili: Gece ve Gündüzün Yuvarlaklık İçinde Dönüşümü
> “Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar.” “يُكَوِّرُ ٱلَّيْلَ عَلَى ٱلنَّهَارِ وَيُكَوِّرُ ٱلنَّهَارَ عَلَى ٱلَّيْلِ” [Zümer Suresi, 5]
Bu ayette geçen “yükevviru” fiili, Arapçada “küre şeklinde sarmak”, türban sarmak gibi bir şeyi yuvarlak şekilde çevrelemek anlamına gelir. Gece ile gündüzün birbirini küre şeklinde sarması ancak dünyanın döner ve yuvarlak olmasıyla mümkündür. Bu, gece ve gündüzün peş peşe bir düzenle yeryüzünü dolaşmasıyla gerçekleşir.
Bu ifade, Kur’ân’ın küresel dönüşü ve zaman döngüsünü ifade eden olağanüstü bir lisan kullandığını gösterir.
c) “Sütunlar Üzerine Değil” İfadesi
> “Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz olarak yükseltti.” [Ra’d Suresi, 2]
“Göğü direksiz yükselttik.” [Lokmân Suresi, 10]
Yerkürenin boşlukta duruyor olması, dönmesi ve herhangi bir fizikî destek olmadan uzayda askıda kalması, modern fiziğin ancak son yüzyılda izah edebildiği bir meseledir. Kur’ân, yerin boşlukta dönen bir kütle olarak direksiz varlığını sürdürebileceğine 14 asır önce dikkat çekmiştir.
Tefsirî Yorumlar: Kur’ân’ın İleri Görüşü
İşârî tefsirlerde, özellikle Bediüzzaman Said Nursî gibi müfessirler bu ayetlerdeki hikmetli işaretlere dikkati çekerler. Şuâlar adlı eserinde, Kur’ân’ın “küre-i arzın aklı ve idare merkezi” olduğu ifadesiyle, dünyanın kürevî yapısına da dolaylı bir göndermede bulunur:
> “Kur’ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer Kur’ân çıkarsa arz divane olur, başını bir seyyareye çarpar.” (Şuâlar)
Bu mecazî ifade, dünyanın hem merkezî bir akılla idare edildiğini, hem de kürevî yapısıyla kozmik dengeye bağlı olduğunu anlatır.
Bilimsel Delillerle Kur’ân’ın Buluştuğu Nokta
Dünyanın kutuplardan basık, ekvatordan şişkin küremsi yapısı; “geceyi gündüze, gündüzü geceye sarması” gibi ayetlerle örtüşmektedir.
Yerçekimi ve dönme hareketi, Kur’ân’daki “dehâhâ” fiili ve “yükevviru” kullanımıyla paralellik gösterir.
Uzaydan çekilen görüntüler, Kur’ân’ın 7. yüzyılda haber verdiği şekilsel döngüleri açıkça doğrular.
Hikmet ve İbret: Dönüşen Bir Dünya, Sabit Bir Hakikat
Kur’ân’ın işaret ettiği bu hakikatler, bize sadece dünyanın şeklini öğretmek için değil; dönüşü, zamanın akışını, değişimin hikmetini kavramamız için verilmiştir.
Yerküre dönüyor. Gece gündüze, kış bahara dönüşüyor. İnsan da dönüşüyor: çocukluktan ihtiyarlığa, gafletten hakikate…
Ama bu dönüşüm içinde sabit kalan bir şey vardır: Hikmet ve tevhit hakikati. Dünyanın kürevî olması, onun tesadüfî bir kaya parçası değil; bir ilim, irade ve hikmet eseridir.
Sonuç: Kur’ân, Kainatın Dilini Konuşur
Kur’ân, sadece inanç değil, idrak kitabıdır. Yerkürenin şekli gibi bir hakikati bile, dolaylı ama şaşırtıcı bir açıklıkla nazara vermesi, onun hem çağlar üstü hem de ilme yön veren bir kitap olduğunun açık delilidir.
Kur’ân’ın lisanıyla şunu diyebiliriz: “Ey insan! Yeryüzünün dönen, düzenli ve dengeli bir yuvarlak olduğunu bil. Ama bil ki, senin kalbin de öyle dönmekte. Onu Hakk’a yönelt ki istikamet bulasın.”
Özet:
Bu makalede, Kur’ân’da dünyanın kürevî (yuvarlak) olduğuna dair ayetler olan Nâziât 30, Zümer 5 ve Ra’d 2 gibi işaretler incelenmiştir. “Dahâ”, “yükevviru” gibi kelimeler dil ve tefsir açısından değerlendirilmiş, Bediüzzaman gibi müfessirlerin yorumlarıyla desteklenmiştir. Bilimsel deliller de bu Kur’ânî işaretlerin doğruluğunu teyit etmektedir. Sonuçta, Kur’ân’ın sadece inanç değil, hikmet ve ilim kitabı olduğu ve dünyanın şekline dair asırlar önce beyan ettiği bu işaretlerin, tefekkürle okunması gerektiği anlatılmıştır.
Hilafetin Gölgesinde: Abbasîlerden Deccal’a Uzanan Hikmetli Bir Yolculuk
Giriş: Hilafetin Bir Kader Yolculuğu
İslâm tarihinin en dikkat çekici ve en az anlaşılan hadislerinden biri, sahih kaynaklarda yer alan şu cümledir:
> “لَنْ تَزَالَ الْخِلَافَةُ فٖى وِلْدِ عَمّٖى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدَّجَّالِ” “Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın evladında hilafet-i İslâmiye devam edecek. Ta ki Deccal’a, o hilafeti -yani saltanat-ı hilafet- teslim edene kadar.”Şualar
Bu hadis, sadece bir tarihi haber vermekle kalmaz; aynı zamanda bir hikmeti, bir ibreti ve bir ikazı içinde barındırır. Çünkü burada bahsedilen süreç, İslâm ümmetinin zahiren güçten düşmesiyle birlikte batıni bir tehlikenin ortaya çıkacağını gösterir. Hilafet gibi yüce bir makamın, sonunda Deccal gibi müfsid bir şahsa intikal etmesi, sadece siyasi değil, aynı zamanda derin bir manevî gerilemenin de ifadesidir.
Abbasîler: Hilafetin Siyasi Yüzü
Abbâsîler, Hz. Abbas’ın neslinden gelen bir hanedandır. Bu hanedan, Emevîlerin yıkılışından sonra hilafeti devralmış ve İslâm dünyasının önemli bir dönemine damga vurmuştur. İlmî, kültürel ve siyasî açılardan parlak bir dönem geçirmişlerse de, zamanla zayıflamış ve hilafet sadece bir isimden ibaret kalmıştır. Özellikle Moğol istilaları sonrası, Abbâsî hilafeti sembolik bir niteliğe bürünerek Memlûkler ve Osmanlılar döneminde temsili bir hâle gelmiştir.
Bu durum, bir manada hadisin işaret ettiği “hilafetin içinin boşalması” sürecidir. Zahirde hilafet devam etmekte ama manada bir yıpranma, hatta bir terk ediliş söz konusudur.
Hadiste geçen “Deccal’a teslim” ifadesi, sadece fizikî bir devri anlatmaz. Bu, aynı zamanda hakikatin yozlaştırılması, zahirin hakikatten koparılmasıdır. Çünkü Deccal, İslâmî hakikatleri ters yüz eden, bâtılı hakikat gibi sunan bir figürdür. Deccal’ın eline geçen hilafet, artık bir rahmet aracı değil, bir tahribat vasıtası hâline gelir.
Hilafet, asli fonksiyonu olan adaleti tesis, dini muhafaza ve ümmeti bir arada tutma vasfını kaybedince, onun yerine gelen güçler bu boşluğu zulüm, fitne ve istibdatla doldurur. Bu açıdan Deccal sadece bir şahıs değil, bir zihniyet, bir sistem, hatta küresel bir inkâr organizasyonunun temsili olarak karşımıza çıkar.
Ders: Zahirin Parıltısına Aldanma
Bu hadis-i şerif, bize önemli bir hakikati öğretir: İsmin, unvanın, makamın zahiri vardır; ama asıl olan onun mazmunudur. Hilafet ismen devam etse de ruhen Deccal’a hizmet ediyorsa, o artık bir rahmet değil, bir musibet vesilesidir. Bu yüzden sadece şekle, görünüşe değil; mana, gaye ve fonksiyona bakmak gerekir.
Tarihte birçok kavram, içi boşaltılarak istismar edilmiştir. Din, ilim, adalet, hilafet… Hepsi hakikaten yüce mânâlar taşır; ama yanlış ellere geçince hakkın zıddı hâline gelir. Nitekim Kur’an’ın ifadesiyle:
> “Onlar sözlerin en güzelini duyarlar, fakat onu tersyüz ederler.” Bu da Deccal zihniyetinin temel vasfıdır: Hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterir.
Bugün İçin Mesaj: Yeni Bir Hilafetin İnşası
Bu hadis, bizlere karamsarlık değil, uyanıklık ve şuur telkin eder. Hilafetin Deccal’a geçişi, bir bitiş değil, Mehdi’nin zuhurunun mukaddimesidir. Çünkü bozulma en zirveye vardığında, ıslahın da vakti gelmiştir.
Bugün Müslümanlar olarak yeniden hilafeti, yani birlik, adalet, hikmet ve maneviyat merkezli bir ümmet bilincini inşa etmekle mükellefiz. Zahiri değil, hakikati esas alan bir hilafet anlayışı ancak bu tehlikeyi bertaraf edebilir.
Sonuç: Gölge ile Hakikat Arasında Hilafet
Hadis-i şerifin işaret ettiği süreç, sadece bir siyasi tarih değil; aynı zamanda bir iman ve fikir imtihanıdır. Hilafet makamı nasıl ki yeryüzünde Allah’ın adaletini ve rahmetini temsil ediyorsa, Deccal zihniyeti de bu makâmı ifsat etmek için pusuya yatmış bir bozgunculuk hareketidir.
Hilafeti korumak; unvanı, sarığı, tahtı değil; onun yüklediği hakikati, sorumluluğu ve ruhu korumaktır.
Özet:
Bu makalede, sahih bir hadis-i şerifte geçen “Hilafet Abbasoğullarında kalacak, ta ki Deccal’a teslim edilinceye kadar” ifadesi ışığında İslâm tarihindeki hilafet süreci ele alınmıştır. Hadis, hilafetin sadece siyasi bir yapı olmadığını, aynı zamanda manevî bir temsil ve emanet olduğunu ifade eder. Zahirde devam eden fakat ruhen bozulan bir hilafetin, Deccal gibi bir müfsid zihniyetin eline geçmesi, sadece tarihsel değil, aynı zamanda teolojik bir ikazdır. Bugün Müslümanlara düşen görev, bu ibretli süreçten ders alarak, yeniden bir hikmet, adalet ve vahdet merkezli hilafet bilinci inşa etmektir.
İman Cephesi: Mezara Doğru Adımlarken Bile Susmayan Bir Kalbin Feryadı
“Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.” Şualar
Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, sadece bir şahsî serzeniş değil; aynı zamanda bir devrin imanla küfür, hakikatle sapkınlık, nurla zulmet arasındaki mücadelesinin özetidir. Bu cümleler, hem bir hayatın muhasebesi hem de bir milletin akıbetini belirleyecek fikrî bir direnişin meşalesidir.
Bir Feryadın Arka Planı: Mezara Yaklaşırken Bile Durmayan Azim
“Mezara yaklaştığım bu zamanda…” diyerek söze başlayan bu beyan, dünyaya veda etmek üzere olan bir mü’minin en büyük endişesini dile getirir: Allah’a kavuşmadan önce O’nun dinine, imanına, kelamına son bir hizmet daha edebilmek… Bu endişe, bir nevi hakiki tevhid ehlinin hayat düsturudur. İnsan yaşlanınca dinlenmeyi değil, son nefesine kadar hizmet etmeyi murad eder.
Nursî’nin feryadı, sadece şahsî bir imtihan değil; İslâm coğrafyasının maruz kaldığı fikrî bir istila tehlikesinin ifşasıdır. Bolşevik rejimlerin temsil ettiği dinsiz, materyalist, inkârcı sistemlerin, özellikle gençleri hedef alarak iman esaslarını yıkmaya çalıştığını dile getiriyor. Çünkü gençlik, bir milletin hem ruhudur hem de yarınıdır. Eğer gençlik zehirlenirse, milletin istikbali kararır. İşte Said Nursî, bu fikrî saldırıya karşı fikrî bir cihad açmıştır.
Bolşevik Baykuşlarının Sesi: Din ve Değer Düşmanlığı
“Bolşevik baykuşları” ifadesi, sadece siyasî bir rejimi değil, onun taşıdığı manevî çöküşü de anlatır. Baykuş, sessizliğin, uğursuzluğun, karanlığın sembolüdür. Bolşeviklik ise Allah’ı, ahireti, dini inkâr eden, insanı sadece maddeden ibaret sayan bir inançsızlıktır. Bu sesin Müslüman bir vatanda yankılanması, sadece coğrafyanın değil, zihniyetlerin işgal altında olduğunun delilidir.
Said Nursî bu noktada İslâm’ın, Kur’ân’ın, iman esaslarının müdafaasını bir ömür boyu yaptığı gibi, mezara yürürken bile elden bırakmıyor. Çünkü iman, sadece bir tercih değil; bir mesuliyet, bir emanettir.
İman Cephesinde Yer Almak: Tarafsızlık İhanettir
Bediüzzaman’ın “Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir” cümlesi, safını açıkça belli eden bir müminin haykırışıdır. Bu bir siyasî tercih değil, imanî bir vecibedir. Çünkü küfrün cephesi birleşmişken, imanın mücahitleri birbirinden uzak durursa, bu gafletin vebali ağır olur.
Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Modern zamanların baykuşları artık sadece bir ideolojiye değil; sosyal medya, sinema, akademi, sahte özgürlük sloganları, dinî yozlaşmalar gibi birçok kılıkta karşımıza çıkmakta. Gençlik, hâlâ hedefte. Fikirler hâlâ saldırı altında. Ve hâlâ iman ehli bir mücadele bekleniyor.
Mücadele Alanı: Kalem, Kelâm, Dua ve Davet
Said Nursî, mücadelesini silahla değil, kalemle yapmıştır. Risale-i Nur’lar, bir cephanedir. Gençlerin akıllarındaki şüpheleri def edecek, kalplerini hakikate ısındıracak bir iman dersidir. Bu çağrının bugünkü muhatapları bizleriz. Onun yaptığı gibi, biz de bugünün imansızlık tuzaklarına karşı kalemle, kelâm ile, dua ile, ahlâk ile karşı koymakla mükellefiz.
Sonuç ve Özet:
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu feryadı, yaşadığı dönemin imanî krizine karşı bir nevi vasiyetnâme gibidir. O, hayatının son demlerinde bile din düşmanlarına karşı mücadele azmini sürdürmekte; gençliği, milleti, ümmeti iman noktasında diriltme gayesini yitirmemektedir. Onun bu dâvâsı bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Çünkü tehlike şekil değiştirse de mahiyet değişmemiştir. Bugün de iman, tehdit altındadır. Ve iman ehli, yine bu fikrî cihada davet edilmektedir.
Özet: Bu metin, Said Nursî’nin hayatının sonlarında kaleme aldığı bir iman manifestosudur. Bolşevik ideolojinin gençlik üzerindeki etkisine karşı uyarı niteliğinde olup, iman düşmanlarına karşı kalemle yapılan fikrî cihadın önemini ifade eder. Bugün de benzer tehditler karşısında iman ehline düşen vazife; bu çağrıya kulak verip, gençliği Kur’ân ve iman hakikatleriyle buluşturmaktır.
> “Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.” — Bediüzzaman Said Nursî, Şualar
İnsan, sadece konuşan bir varlık değildir; yaşayan, gösteren ve örnek olan bir varlıktır. Kimi zaman bir bakış, bir duruş, bir sabır ve bir tebessüm; yüzlerce kelimeden daha etkili olabilir. Çünkü söz, kulaktan geçer; hâl ise doğrudan kalbe dokunur. İşte bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri, “Lisan-ı hâl” yani hal dili, söz dilinden daha kuvvetlidir derken; sadece retorik değil, ahlak, davranış, duruş ve temsil gücüne dikkat çeker.
Lisan-ı Hâl Nedir?
Lisan-ı hâl; kişinin yaşantısıyla, tavrıyla, duruşuyla, niyetiyle ve ahlaki hâliyle verdiği mesajdır. Bu dil sessizdir ama tesiri yüksek bir çığlıktır. Bir mü’minin sabrı, vakar içinde duruşu, helale sadakati, haramdan uzak duruşu, muhtaçlara karşı merhameti, isyan yerine rıza göstermesi gibi davranışları; dinin hakikatlerini sözsüz bir şekilde tebliğ eder.
Lisan-ı Kāl Yetersiz Kalabilir, Ama Hâl Asla Aldatmaz
Konuşmak kolaydır; ama yaşamak zordur. Vaaz etmek, nasihat vermek, doğruları dillendirmek herkesin harcıdır. Ama o doğrularla yaşamak, sabırla örnek olmak, nefse karşı koymak büyük bir irade ister. Bu yüzden:
Söz ile “tevekkül” anlatılır ama musibete sabırla göstermek anlatmaktan daha etkilidir.
Dil ile “infak”ın fazileti anlatılır ama gizlice yapılan bir sadaka, binlerce nutuktan daha kalıcıdır.
“Tevazu”dan bahsedilir ama bir kırık kalbi tamir etmek, en güzel ders olur.
Peygamberlerin Tebliği: Hâl ile Sözün Birleştiği Üsve-i Hasene
Peygamberlerin en büyük mucizelerinden biri de, söylediklerini yaşamalarıydı. Onların hâlî, kāllerinden daha kuvvetliydi. Hz. Peygamber (sav) bir ahlak modeli idi. Sabırda zirveydi, affetmede eşsizdi, adalette şaşmazdı. Onun yaşantısı, İslam’ın canlı bir tercümesiydi. Bu yüzden Kur’an, onun şahsını “en güzel örnek (üsve-i hasene)” olarak tanımlar.
Risale-i Nur Talebesi Hâl Diliyle Konuşmalıdır
Risale-i Nur hizmeti, sadece ilimle değil, temsil ile taşınabilir. En güzel ders, en parlak afiş, en etkili konuşma; mütevazı, sabırlı, ihlaslı ve faziletli bir hayat ile desteklenmediği sürece sönük kalır. Cemaat ruhu, hâl ile yoğrulmuş bir imani duruştur. Bu yolda:
Hakkı konuşmak kadar, hakkı yaşamak önemlidir.
Güzel söz kadar, güzel niyet ve güzel ahlak önemlidir.
Sözlü tebliğ kadar, hal diliyle tebliğ gereklidir.
Toplumda Tesirin Sırrı: Hâl ile Güven Vermek
Bugünün insanı, nasihat yorgunudur; ama örnek insana muhtaçtır. Gençler, dinden değil; dindarların tutarsızlığından uzaklaşmaktadır. Bu yüzden artık sözden çok yaşantı inandırır.
> Bir anne-babanın sabırla çocuğa gösterdiği merhamet, Bir öğretmenin adaleti, Bir esnafın helal titizliği, Bir alimin tevazusu… Binlerce sayfalık kitabın yapamayacağını yapabilir. Çünkü hâl, hakikatin suretidir.
Sonuç: Susarak Konuşmak
“Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetlidir.” Çünkü hâl, bir davanın şahididir. Gözle görünür, kalbe işler, ruha dokunur. Bugün, doğruyu yaşamak, onu dillendirmekten daha ehemmiyetli hâle gelmiştir. Gerçek irşad, hal ile olur. İnsan, ne söylediğinden çok, neyi nasıl yaşadığı ile anlaşılır.
Özet:
Bu makalede, Risale-i Nur’da geçen “Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetlidir” ifadesi etrafında şu temel noktalar ele alınmıştır:
Lisan-ı hâl, yaşantı ile yapılan sözsüz tebliğdir.
Söz kolaydır, ama hâl ile temsil kalıcı ve derindir.
Peygamberler, hâlleriyle sözlerini teyit eden örneklerdir.
Risale-i Nur’un etkisi, hal diliyle yaşandığında çoğalır.
Bugünün dünyasında hâl, en etkili tebliğ ve irşad yoludur.
Unutmayalım: Sözler kulakta kalabilir, ama hâl kalbe işler ve unutulmaz.
Dervişe sormuşlar: “Ne anladın dünyadan?” Cevabı, bir çağın ruh hâlini özetliyordu: “Ölülerin sevgiyle anıldığı, yaşayanların sevgisizlikten öldüğü bir dünyaya şahit oldum…”
Ne hazindir ki, bugün birçok kalp hayatta ama hissetmeden, görülmeden, sevilmeden yaşamaktadır. Nice mezar taşı çiçeklerle süslenir, ama yanı başımızdaki komşunun, eşin, evladın, yaşlının yüreğine bir tek çiçek bırakılmaz. Merhametin ölülere saklandığı, dirilerin duygusal kıtlıkla kıvrandığı bir zamanın içindeyiz. Bu, sadece bireysel bir mesele değil; medeniyetin çöküşünü haber veren bir kalp iflasıdır.
YAŞAYANLAR UNUTULDU, ÖLÜLERE AĞIT MODA OLDU
İnsan öyle garip bir hâle büründü ki, ölüler için düzenlenen törenler, yaşayanlar için verilmesi gereken kıymeti gölgede bıraktı. Annemize sağken bir çiçek almayı erteledik; öldüğünde mezarına her bayram demet demet çiçek götürdük. Yaşarken bir “özür” ya da “teşekkür” çok görüldü; öldükten sonra mermer taşlara altın harflerle övgüler kazındı.
Bu bir sevgi değil, bir çelişkidir. Çünkü gerçek sevgi, yaşarken kıymet bilmektir. Ölünün toprağına çiçek dikmek değil, yaşayanın gönlüne su vermektir asıl olan. Ama biz bu basit hakikati kaybettik.
MODERN ÇAĞIN EN DERİN YARASI: SEVGİSİZLİK
Bugün insanlar yalnızlıktan değil, değersizlikten ölüyor. Hastalıktan değil, ilgisizlikten çöküyor. Şehirler büyüdü ama kalpler küçüldü. Komşuluk bitti, kardeşlik sanal âlemlere hapsoldu. Bayramlar ekranın öte yanında, taziyeler mesaj kutusunda yaşanıyor artık.
Oysa Allah insanı sevgiyle yarattı. Kur’ân’daki “vedûd” ismi, sevginin kaynağı olan Allah’ı anlatır. Sevgi, sadece duygu değil, bir kulluk halidir. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyruğu, bu ilahî dengeyi gösterir.
MEZARLIKLARA DEĞİL, KALPLERE ÇİÇEK EKMEK GEREK
Bir dostum şöyle demişti: “Keşke insanlar, öldükten sonra gösterdikleri ilgiyi birbirine hayattayken gösterebilseydi; belki de kimse yalnız ölmezdi.” Haklıydı. Çünkü mezarlıklar, geç kalmış vicdanların süslü bahçesine dönüşmüştü.
Gerçek bahçıvanlık, ölülere çiçek dikmek değil, yaşayanların kuruyan kalbine merhametle dokunmaktır. Bir çocuğun başını okşamak, bir ihtiyara hâl hatır sormak, kırılmış bir kalbi tamir etmek… Bunlar bugün sevgiye susamış dünyanın en büyük ihtiyacıdır.
DERDİMİZ TEKNOLOJİ DEĞİL, HİSSİZLİK
Çağımızın krizi teknoloji değil, kalpsizliktir. Evin en güzel yerinde televizyon var ama kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor. Binlerce takipçimiz var ama bir elin parmakları kadar yarenimiz yok. Cenazelerde ağlıyoruz, ama yaşarken sarılmaya utandık. İşte dervişin sözünde tam da bu var: “Yaşayanların bahçesini talan ettiler…”
NE YAPMALI?
Önce sevdiklerimize sağken kıymet verelim.
Arayıp hâl hatır sormak sadakadır, unutmayalım.
Gönülleri onarmak, mermer mezarları süslemekten daha faziletlidir.
Sevgi, gösterilmediğinde yok sayılır. Yaşarken gösterilmeyen merhametin telafisi yoktur.
Ve nihayet, ölmeden evvel birbirimizin gönlüne ölmeyecek izler bırakalım. Çünkü toprak her şeyi örter ama yaşanmamış sevgiyi örtmez.
ÖZET
Bu çağın en büyük çelişkisi, ölüleri sevgiyle anarken, yaşayanları sevgisizlikten öldürmektir. Mezar taşları çiçeklenirken, yanımızdaki insanların yürekleri solmaktadır. Merhamet ve ilgi, sadece ölüm sonrasına bırakılmamalı; yaşarken verilmelidir. Aksi hâlde dervişin dediği gibi, “ölülerin toprağına çiçek eker, yaşayanların bahçesini talan ederiz.” Bu dünyada en büyük ihtiyaç; yaşarken kıymet bilmek, sağken sarılmak ve birbirimizi Allah için sevmektir.
Başlıksız Cumhuriyet: Hulefa-i Raşidîn Döneminde Hakikat Temelli Adalet ve Hürriyet
“Hulefa-i Raşidîn, her biri hem halife hem reisicumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşere’ye ve sahabe-i Kiram’a elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” Şualar
Tarih boyunca birçok devlet kuruldu, yıkıldı, rejimler değişti, isimler ve unvanlar farklılaştı. Lakin hakikatin özü, belirli kavramların ötesine geçerek zaman üstü bir nitelik taşır. İşte İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olan Hulefa-i Raşidîn (Dört Halife) dönemi, şeklen bir cumhuriyet adını taşımasa da ruhen, manen ve esasen hakiki bir “dindar cumhuriyet” anlayışını temsil eder.
Adaletin ve Hürriyetin Temsilcileri
Bediüzzaman Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi, Hz. Ebu Bekir (ra) ve onu takip eden halifeler, sadece birer yönetici değil; aynı zamanda adaletin, hakkaniyetin ve şer’î hürriyetin timsali oldular. Bu zatlar, halktan üstün değil, halkla birlikteydiler. Halkın içinden geldiler, halkın sözcüsü oldular, kendilerini ümmetin hizmetkârı olarak gördüler. Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde yaptığı ilk konuşma buna şahittir:
> “Ey insanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım hâlde başınıza emir tayin edildim. Eğer doğru gidersem bana yardım edin, eğer saparsam beni düzeltin…”
Bu söz, halk iradesine saygıyı, denetimi ve yöneticinin hesap verebilirliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Unvan Değil, Mâna Mühimdir
Modern çağda “cumhuriyet”, “demokrasi”, “başkan”, “meclis” gibi kavramlar, bir rejimin halk tarafından yönetilmesi anlayışını temsil eder. Fakat bu kavramların hakikati taşıyıp taşımadığı, onların muhtevasıyla ölçülür. Şayet bir sistemde sadece isim olarak cumhuriyet varsa, ama adalet, eşitlik ve hürriyet yoksa; o isim bir suretten ibarettir. Hulefa-i Raşidîn dönemi ise, isimden değil, esastan yola çıkar. Orada hak, halkın ve hakkın merkezindedir. Dönemin yöneticileri, yalnız halktan değil, Allah’tan da korkan, ahireti düşünen, görevini bir emanet bilen müminlerdi.
Danışma ve İstişare
İslam’ın temel prensiplerinden biri olan “şûrâ”, yani danışma, bu dönemde etkin biçimde uygulanmıştır. Halifeler kararlarını tek başına değil, sahabelerin görüşleriyle şekillendirmiştir. Bu anlayış, günümüz meclis sisteminden daha içten, daha hesaplı ve daha manevîdir. Bir kararı uygulamadan önce ümmetin kanaatine başvurmak, halkın sesini dikkate almak, şura ile istikamet belirlemek… İşte hakiki cumhuriyetin ruhu budur.
İsimden Önce Ruh ve Hikmet Gerek
Bugünün dünyasında halkın iradesi denilince genellikle sandık ve oy anlaşılır. Oysa İslam’da halkın iradesi, hakkı tercih etme kudretidir. Bu irade, sırf çoğunluğun istediği değil; Hakk’ın ve hikmetin rehberliğinde olan tercihtir. Hulefa-i Raşidîn döneminde bu tercih, Kur’an ve Sünnet ışığında şekillenmiştir. O yüzden o dönem bir “altın çağ” olmuştur. Sadece Müslümanlar için değil, tarih boyunca hakkı arayan tüm insanlar için bir numune-i imtisal olmuştur.
Özet:
Hulefa-i Raşidîn dönemi, isimde değil; özde bir “dindar cumhuriyet” modelidir. Hz. Ebu Bekir’den Hz. Ali’ye kadar bu dört halife, adaletin, istişarenin, şer’î hürriyetin ve halkla iç içe bir yönetimin temsilcileri oldular. Bediüzzaman’ın ifadesiyle onlar, manasız isim ve resim değil, hakikat-i adalet ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan ruhu yaşatmışlardır. Bu nedenle, İslam tarihinde sadece bir yönetim değil, aynı zamanda zaman üstü bir adalet ve hikmet modeli olarak yer almışlardır. Bugünün dünyasında bu ruhu anlamak ve tekrar ihya etmek, hem ümmetin hem insanlığın huzuru için zaruridir.
Kapitalizm → İnfak ve kanaat duygusunun yok olması
Bireycilik → Cemaat ve ümmet şuurunun çözülmesi
Mekanik eğitim → Hikmetsiz bilgi üretimi
Medya kültürü → Derinliksizliğin kalıcılaşması
MODERN DEFORMASYON: HAKİKATTEN KOPUŞUN YÜZLERİ Tevhidin çözülmesi, insanın çözülmesidir…
İnsanlık tarihi boyunca her medeniyet, ya hakikatin izini sürmüş ya da ondan kaçmıştır. Çağımız, belki de bu kaçışın en sarsıcı biçimlerini yaşatan bir döneme sahne olmaktadır. Adına “modernite” denen bu süreç, şeklen ilerleme ve özgürlük vaat etse de, manen yıkım ve kopuşlar üretmiştir. Çünkü bu çağda insan, fıtrat kodlarından koparılmış, kökünden sökülerek yapay sistemlerin nesnesi hâline getirilmiştir. Bu çözülme; tevhidden, kanaatten, cemaatten, hikmetten ve derinlikten uzaklaşarak gerçekleşmiştir. Bu yazıda modern deformasyonun bazı boyutlarına hikmet penceresinden bakacağız.
Sekülerizm: Tevhid Kodunun Çözülmesi
Seküler anlayış, hayatı din-dışı bir alana indirir. Böylece insanın Allah ile olan bağını koparır. Oysa İslam’ın kalbi olan tevhid, hayatın her anında Allah’ı bilmek, O’nu merkeze almaktır. Sekülerizm, tevhidin bu bütüncül yapısını parçalayarak insanı ruhsuz bir makineye çevirir. Vahiy yerine ideolojiyi, ibadet yerine tüketimi, dua yerine haz arayışını ikame eder. Netice: Hakikat kaybı, amaçsızlık ve varoluşsal boşluk…
Kapitalizm: İnfak ve Kanaatin Yok Oluşu
Kapitalist sistem, insanı “sahip olmak” üzerinden tanımlar. Tüketim kutsanır, ihtiyaçlar sınırsızlaştırılır. Böylece “infak” gibi bir paylaşım ahlâkı, “kanaat” gibi bir zenginlik kaynağı anlamsız hâle gelir. Oysa Kur’ân, malın değil infakın insanı değerli kıldığını öğretir. Modern insan, sahip oldukça tükenir, biriktirdikçe kaybeder. Çünkü doymaz, doyamaz. Zira “kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur.”
Bireycilik: Cemaat ve Ümmet Şuurunun Çözülmesi
Modern ideolojiler bireyi kutsar; toplumu ise tehdit görür. Bu da insanı yalnızlaştırır, köksüzleştirir. Oysa İslam, bireyin şahsiyetini cemaatle inşa eder. Namaz cemaatle, zekât toplumla, hac ümmetle anlam bulur. Bireycilik bu bağları keser; aidiyetsiz, sorumsuz, tekil varlıklar üretir. Böylece kardeşlik yerine rekabet, ümmet yerine çıkar grupları egemen olur.
Mekanik Eğitim: Hikmetsiz Bilgi Üretimi
Modern eğitim sistemleri, bilgiyi bir üretim nesnesi olarak görür. Bilginin ruhu, hikmeti ve değeri değil; faaliyetliği önemsenir. Halbuki Kur’ân’da “ilim”, sadece bilmek değil, “hikmetiyle anlamak” demektir. Hikmetsiz bilgi ise karanlık bir güç hâline gelir. Atom parçalanır, ama insan da parçalanır. Eğitim, insanı inşa etmezse, yalnızca ezber üretir, ruhsuz nesiller yetiştirir.
Medya Kültürü: Derinliksizliğin Kalıcılaşması
Görüntü kültürü, düşünceyi yüzeyselleştirir. Sosyal medya çağında derinlik, sabır ve tahammül değil; hız, haz ve dikkat dağınıklığı ön plandadır. İslam, “tefekkür” ile derinleşmeyi öğütlerken; modern medya kültürü ise anlık uyarıcılara bağımlı bireyler üretir. Düşünce klipleşir, hakikat özünü kaybeder. Böylece insan kendi iç sesini duyamaz hâle gelir.
Sonuç: Hakikate Dönüş Mecburiyeti
Modern deformasyon, yalnızca sistematik bir bozulma değil; insanın fıtratından uzaklaşmasıdır. Tevhid yerine sekülerlik, infak yerine bencillik, cemaat yerine yalnızlık, hikmet yerine yüzeysellik, derinlik yerine görüntü geçtiğinde; insan, insanlığını kaybeder. Bu nedenle bugünün en büyük ihtiyacı; modernliğe değil, hikmete yönelmiş bir medeniyet inşasıdır. Vahyin rehberliğinde yeniden tevhid merkezli bir hayat kurmak, yalnız bireyi değil, toplumu ve insanlığı da ihya edecektir.
Özet:
Bu makale, modern çağda yaşanan beş temel deformasyonu ele alır:
Sekülerizm ile tevhid anlayışı çözülür.
Kapitalizm, infak ve kanaat duygusunu yok eder.
Bireycilik, ümmet şuurunu parçalar.
Mekanik eğitim, hikmetsiz bilgi üretir.
Medya kültürü, derinliksizliği normalleştirir. Tüm bu başlıklar, insanı özünden ve fıtratından uzaklaştırır. Çözüm ise yeniden tevhid, hikmet, cemaat ve infak merkezli bir hayat tasavvuruna dönmektir.
Cennet Ucuz Değil: İmtihan, Hikmet ve Rızanın Yolculuğu
“Evet, cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlık’ımız Rahîm ve Hakîm’dir; başa gelen her şeyi rıza ile sevinç ile rahmetine, hikmetine itimat ile karşılamalıyız.” Şualar
“Bizi çalıştıran Rahîm ve Hakîm ise, başa gelen her şeyde bir hayır vardır.”
İnsan, iki büyük sermaye ile bu dünyaya gönderilmiştir: Hayat ve iman. Bu iki sermayeyi doğru kullanmak, ebedî bir saadetin anahtarıdır. Ancak bu saadet ucuz değildir. Zira cennet, boş ve zahmetsiz bir arzu değil; sabırla, şükürle, sebatla örülen bir emek meyvesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Şualar’da ifade ettiği gibi, “Cennet ucuz değil” ve “iki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtulmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir.”
İki Hayat: Dünya ve Âhiret
İnsanın önünde iki hayat vardır: Biri geçici dünya hayatı, diğeri ise ebedî olan ahiret. Küfür, sadece bu dünyayı değil, ahireti de yok eder. Bir insan küfrü mutlakta (tam inkârda) kalırsa, bu dünya hayatı anlamsız bir azaba; ahiret ise karanlık bir hüsrana dönüşür. Bu yüzden iman hakikatlerini anlatmak, yaşamak ve yaşatmak, en büyük cihatlardan biri hâline gelir. Çünkü bu bir kurtarma operasyonudur. Bir insanı küfürden kurtarmak, sadece bir şahsı değil, onun iki hayatını da kurtarmaktır.
İmtihan: Zahmette Rahmet Saklıdır
Mü’minin dünyası meşakkatle doludur. Ancak bu zorluk, başıboş ve anlamsız değildir. Çünkü o zorlukları gönderen Zât, Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) ve Hakîm (her işinde hikmet olan) olan Allah’tır. Eğer başımıza bir sıkıntı geldiyse, onun içinde bir rahmet ve terbiye hikmeti gizlidir. Bu da bizi teselli eder. Çünkü biliyoruz ki: “Bizi çalıştıran Rahîm ve Hakîm’dir.” Bir Müslüman bu şuura erdiğinde, imtihanı bir ceza değil, bir terakki vesilesi olarak görür.
Rıza: Başımıza Gelenle Barışmak
Sabır, sadece diş sıkmak değildir. Şikâyetsizliğin, teslimiyetin ve Allah’a güvenin adıdır. Rıza ise daha üst bir makamdır: Gelenin hoş karşılanması, her şeyin Allah’tan olduğunu bilerek gönül huzuru ile kabullenilmesidir. Zorluk karşısında rıza göstermek, acıyı bal eylemektir. Çünkü mü’min bilir ki:
> “Başa gelen her şeyi rıza ile, sevinç ile, rahmetine ve hikmetine itimat ile karşılamalıyız.”
Bu teslimiyet, insanı hem dünya hem ahiret saadetine götürür.
Bu Zamanda Hizmetin Ehemmiyeti
Zamanımızda küfr-ü mutlak, yani inançsızlık, örgütlü, sistemli ve yaygın bir şekilde insanlığı kuşatmaktadır. Böyle bir dönemde iman hakikatlerini anlatmak, sadece bireysel bir fazilet değil, aynı zamanda bir mukaddes görevdir. İnsanları küfürden kurtarmak, ebedî hayatlarını kurtarmak anlamına gelir. Bu ağır görev zaman zaman meşakkatli olabilir. Ama o meşakkat, neticesi ebedî cennet olan bir yoldur. Sabırla, şükürle ve şevkle yürünmesi gerekir.
Sonuç: Sabırla, Rızayla, Şükürle
Cennet pahalıdır. Ama Allah, kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez. Her imtihan, sabırla taçlandığında cennetin bir basamağı olur. Her zahmet, hikmetle örülmüştür. Her zorluk, ilâhî bir terbiye planının parçasıdır. Öyleyse mü’min, başına geleni Rahîm ve Hakîm olan Allah’tan bilerek, sevinçle, rıza ile karşılamalıdır. Çünkü cennete giden yol dikenlidir; ama sonunda ebedî saadet vardır.
Özet:
Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Cennet ucuz değil” ifadesi etrafında şu hakikatler işlenmiştir:
İnsanın iki hayatı vardır ve küfür bu ikisini de yok eder.
Mü’minin karşılaştığı meşakkatler, Rahîm ve Hakîm olan Allah’ın terbiyesidir.
Rıza ve sabır, mü’mini hem dünyada huzura, hem ahirette cennete ulaştırır.
Bu zamanda küfürle mücadele etmek ve iman hakikatlerine hizmet etmek büyük bir fazilettir. Sonuç olarak: Zorluklar, cennetin bedelidir. Ama bu bedel, ebedî saadet yanında zerre kadar kalır.
İhlas, Enaniyetin Terkı ve Ebedî Lezzetlerin Peşinde: Risale-i Nur’un Meslek Esası “Zahmetlerde rahmet, elemlerde bâki lezzetler vardır.”
“Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek olduğu…” Şualar
Risale-i Nur, yalnızca bir ilim değil; bir hayat tarzı, bir iman hizmeti ve bir manevî terbiye mektebidir. Onun meslek-i esası, yani temel yolu; şekilcilikten, gösterişten ve şahsî menfaatten uzak bir ihlâs, enaniyeti terk, rahmetli zahmet anlayışı ve fani lezzetlerdeki aldatıcı perdeleri yırtmak üzerine kuruludur. Bediüzzaman’ın bu tarif ettiği çizgi, çağın ruhunu tedavi eden, imanı akla ve kalbe yerleştiren bir yoldur. Bu makalede, bu esaslar çerçevesinde Risale-i Nur’un özünü ve insanlığa sunduğu hikmetli reçeteyi birlikte ele alacağız.
İhlas-ı Tam: Sırf Allah Rızası İçin Yaşamak
İhlas, amelde Allah’tan başkasını gözetmemek; yaptığın her şeyi sadece Allah için yapmaktır. Risale-i Nur’un en temel düsturlarından biri budur. Çünkü bu zamanda en büyük tehlike, ibadet ve hizmetin içine riya, şöhret ve çıkarın karışmasıdır. Bediüzzaman, Risale talebelerinin “gizli kalmayı tercih eden, alkıştan ve görünmekten kaçınan” bir ahlak üzere olmalarını ister. Çünkü hizmet, yalnızca ihlas ile değer kazanır.
Amelimizde rıza-yı İlâhîden başka bir gaye takip etmiyoruz.
Terk-i Enaniyet: Benlikten Arınma
Enaniyet, bu asrın en büyük illeti ve gaflet kaynağıdır. “Ben” diyen, “biz”den kopar; “ben” diyen, İlâhî kudretin tecellilerini kendine mâl eder. Risale-i Nur, enaniyetin kırılması için iki temel yol gösterir:
Acz ve fakr ile Allah’a yönelmek
Şahsî kemâlatı değil, hizmetteki tevazu ve mahviyeti esas almak
Bu meslekte benlik değil, hizmet öne çıkar. Zira kudsî davaların yükü şahsi kibirle değil, tevazu ve ittihadla taşınabilir.
Zahmette Rahmet, Elemde Lezzet Aramak
Risale-i Nur’un en sarsıcı derslerinden biri, görünüşteki zahmet ve elemdeki bâki lezzetleri keşfetmektir. Çünkü bu dünya, meşakkat ve fâni lezzetlerle doludur. Ancak sabırla bakıldığında, zahmet rahmete; elem ebedî bir sevince dönüşür. Nasıl ki doğum sancısı neticesinde bir hayat gelir, mü’minin başına gelen sıkıntılar da rahmetin tohumudur.
> “Cennetin yolu çileli ibadetlerden geçer.” Ve bu çileli yolda, her zahmetin içinde bir inayet gizlidir.
Fani Lezzetlerdeki Elem: Sefih Hayatın Gerçek Yüzü
Risale-i Nur, fâni ve sefih (eğlenceye, heva ve hevese dayalı) hayattaki lezzetlerin aslında birer elîm elem olduğunu gösterir. Bu, göz boyayan bir hakikat değil; göz açan bir idraktir. Dünyanın cazibesi geçici, tatları bozulmaya mahkûmdur. Hevâya hizmet, ruha azap getirir. Bu nedenle Risale-i Nur, “gerçek huzur”un yalnızca iman ve ubudiyet yolunda olduğunu tekrar tekrar ders verir.
İmanın Bu Dünyadaki Lezzetleri
İman yalnızca ahirette değil, dünyada da saadet ve huzur kaynağıdır. İmanlı bir insan, her nimeti nimet olarak görür. En büyük musibetlerde bile Allah’ın inayetini sezer. Kalbi rahattır, zihni berraktır. Kâinat onun için bir mekteptir; ölüm ise vuslat vesilesidir. Bu sebeple, iman sadece bir akide değil, bir hayat üslubudur.
> “İman hem nurdur hem kuvvettir.” Bu kuvvet, insanı maddî-manevî zelzelelerden koruyan bir sığınaktır.
Felsefenin Erişemediği Hakikatler
Modern felsefe, aklı merkeze koyar ama ruhu ihmal eder. Risale-i Nur ise, hem aklı tatmin eder hem kalbi doyurur. Bu sebeple, felsefenin çözemediği meseleleri –özellikle ölüm, kader, yaratılış gayesi gibi konuları– Kur’anî hikmetle çözer. İmanî dersler, bugünün çıkmazlarına hem zihnî hem kalbî şifa sunar.
Sonuç: Bir Hakikat Yolculuğu
Risale-i Nur’un meslek-i esası; şekilden ibaret olmayan, derin, ihlaslı, samimi bir imanı inşa etmektir. Bu yol; benlikten uzak, sabırla yoğrulmuş, fanilikten uzaklaşarak ebedî lezzetlere talip olanların yoludur. Risale-i Nur sadece bir kitaplar manzumesi değil; bir nefis terbiyesi, bir akıl inşası, bir kalp eğitimi ve bir ümmet ihyasıdır. Zira bu zamanda en büyük cihad, en büyük hizmet; imanı kurtarmak ve yaşatmak olmuştur.
Özet:
Bu makalede Risale-i Nur’un meslek-i esasındaki temel ilkeler ele alınmıştır:
İhlas-ı tam ile Allah rızasını merkez edinmek
Enaniyeti terk ederek tevazu ile hizmet etmek
Zahmette rahmet, elemde lezzet görebilmek
Sefih lezzetlerin ardındaki elîm gerçekliği fark etmek
İmanın dünyadaki lezzetlerini yaşamak
Ve felsefenin ulaşamadığı hakikatleri Kur’anî hikmetle kavramak
Sonuç olarak, Risale-i Nur; sadece aklı değil, kalbi de ikna eden; sadece teoriyi değil, pratiği de inşa eden bir “manevî harita”dır. Bu harita ile yürüyen, hem dünya hem ahiret saadetine ulaşır.
Şenlenen Yeryüzü ve Semalar: Zikirle Dolu Bir Âlemin Sessiz Nâşirleri
“Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı sanatına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekellah, Sübhanallah” dedirten ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Ve’ş-şükrü lillah, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-cemal, elbette bilâ-şek velâ-şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilan ediyorlar.” Şualar
İnsanoğlu çoğu zaman sadece gördüğü şeyleri var zanneder. Oysa varlık âlemi, gözün göremediği ama kalbin hissedebileceği bir zikir ve tesbih korosu ile doludur. Yeryüzünden gökyüzüne, sinekten melekuta, kar tanesinden yıldızlara kadar her şey “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber” nidalarıyla varlığını ilan eder.
Yeryüzünün Şenlenişi: Hayatın Tebessümü
Küre-i arz üzerinde dört yüz binden fazla canlı türü vardır. Bunlar sadece yaşamak için değil, aynı zamanda sanat-ı İlâhiyeyi gösterip şükür ve tesbih etmek için yaratılmışlardır.
En değersiz görünen çürümüş maddelerden bile hayat çıkaran bir kudret vardır.
Mikroskobik canlılardan fillere kadar her biri, kendi lisan-ı hâlleriyle Rablerine hamd ve tesbih eder.
Bu canlılar, Allah’ın rahmetini alkışlayan dilsiz fakat duyurucu şairler gibidir.
Gökyüzünün Şenlenişi: Meleklerin Ubudiyeti
Yeryüzü bu kadar dolu ve hikmetli yaratılmışsa, semavatın boş olması düşünülebilir mi?
Allah, sadece arzı değil; gökyüzünü de meleklerle ve ruhanî varlıklarla doldurmuştur.
Melekler, isyan etmeden daima ubudiyet eden nuranî varlıklardır. Her biri bir zikir görevlisi gibidir.
Kimi kar tanesine binerek yeryüzüne iner, kimi yıldızlara binip kâinatı seyr eder ve her halükârda tekbir, tehlil ve tesbih ile ubudiyetlerini ilan eder.
Bu tasvirler, meleklerin sadece bir inanç unsuru değil; aynı zamanda hikmeti, sanatı ve rahmeti temaşa ettiren şuurlu varlıklar olduklarını gösterir. Ve böylece insan, yalnız olmadığını, yalnızca kendisinin zikirle mükellef olmadığını anlar. Bir kâinat korosunun parçası olduğunu fark eder.
Hayatın Zikri: Varlık Sessiz Değil
Bu manzara bize şunu anlatır:
Hayat, tesadüfün değil, tefekkürün ve tevhidin ürünüdür.
Hiçbir varlık başıboş değildir. Her canlı, her yağmur tanesi, her yıldız; bir görevli, bir tesbihçi, bir şükredicidir.
Ve bütün bu varlıkların ardında, onları konuşturan, sustuklarında dahi onları şahid kılan bir Zât-ı Zülcelal vardır.
Özet:
Yeryüzündeki canlıların çokluğu, en değersiz maddeden bile hayat çıkaran kudreti ve hepsinin kendi lisanlarıyla Allah’a hamd ve tesbih edişi, bu âlemin boş ve anlamsız olmadığını gösterir. Aynı şekilde semavat da boş değildir; melekler orada isyansız bir şekilde ubudiyet eder. Kimisi yağmur damlasına, kimisi yıldızlara biner. Bu manzara, kâinatın her zerresinde tevhid, zikir ve ibadetin yankılandığını gösterir. İnsan da bu büyük tesbih korosunun bir parçasıdır.
Nurla Aydınlanan Âlemler: Melekler, Şeytanlar ve Kalpteki Cihad ve Mücahede
âlemleri
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ
ve bütün adem âlemleri
سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ
derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır.
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
âyetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.” Şualar
İnsan, hem göklerin hem de yerin özetidir. Onun kalbinde, aklında ve ruh dünyasında bir kâinat gizlidir. Tıpkı gökteki yıldızlar gibi kalbinde ilhamlar parlar, tıpkı semâda dolaşan karanlık bulutlar gibi vesveseler yaklaşır. Bu hâl, sadece ferdî bir ruh hali değil; bütün varlık âlemini kapsayan bir kanun-u mübarezenin yansımasıdır: Hayır ile şer, melekle şeytan, nûr ile zulmet, hamd ile tenzih…
Âlemler Dillerini Açıyor
Hamd âlemleri, yani imanla nurlanmış âlemler, “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” (Her türlü övgü Allah’a aittir) der.
Adem âlemleri, yani inkâr, gaflet ve hiçlik içinde kaybolmuş varlıklar ise ancak “سُبْحَانَ اللّٰهِ” (Allah noksan sıfatlardan münezzehtir) diyerek arınmayı arzu eder.
Her ikisi de bir varlık ve yokluk mücadelesinin sesidir. Çünkü kainat boş bir sahne değildir; her an hayır ve şer, iman ve inkâr, melek ve şeytan, rahmet ve gazap arasında sonsuz bir cidal yaşanır. En büyük cephe ise insan kalbidir.
Kalbin Etrafında Kıyamet
Kalbin etrafında, görünmeyen ama derin etkiler bırakan bir savaş vardır:
İşte bu savaşta, insana yardım eden en büyük kuvvetlerden biri, melekler hakkında imandır. Çünkü insan meleklerin varlığını ve onların hayra yönlendiren fısıltılarını kabul ettiğinde; kalbindeki karanlık vesveselere karşı bir ışık yanar. Ve o anda, âyetin sırrı tecelli eder:
> “اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ” “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr, 24/35)
Bu âyet, sadece bir bilgi değil; bir ruhani hâl, bir iman nuru, bir manevî tecellidir. Kalpte yanar, aklı aydınlatır, ruhu sarar.
Işığın Tadı
Meleklere iman, sadece soyut bir kabul değil, manevî bir tadımdır. Kalpte bir huzur, bir sekinet ve bir sevinç olarak kendini gösterir. Şeytanın karanlık fısıltılarına karşı bir manevî zırh, gafletin puslarına karşı bir iman kandili olur. Ve insan anlar ki:
> “Her karanlığın ardında bir nur vardır. Her vesvesenin karşısında bir ilham vardır. Her inkârın ötesinde bir hamd yankılanır.”
Özet:
Kâinatta sürekli bir mücadele vardır: Hayır ile şer, melek ile şeytan, nur ile zulmet. Bu mücadele en çok insanın kalbinde hissedilir. Meleklerin ilhamı ve şeytanın vesvesesi arasında yaşanan bu savaşta, meleklere iman, kalbi aydınlatan bir nur gibi tecelli eder. Bu nur, “اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ” âyetiyle ruhu sarar, karanlıkları deler. Meleklerin varlığına iman eden kalp, karanlıkta yolunu bulur ve iman nurunun lezzetini tadar.