1. En Büyük Muallim ve Rehber
Metin: “Hâlıkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tayin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş.” (Asa-yı Musa – 38)
• İzah ve Hikmet: İnsanın yaratılış gayesi büyük, hayatı ise kısadır. Kendi başına bu kâinatın sırlarını çözmesi ve ebedi hayatın yolunu bulması mümkün değildir. Bu açıdan, Allah (Hâlıkımız), beşeriyet için bir yol haritası ve fazilet timsali olarak Hz. Muhammed’i (a.s.m.) göndermiştir. O’nun (a.s.m.) şahsiyeti, hem cihan şümul bir hikmet dersi, hem de pratikte yaşanabilir en doğru hayat modelini tasvir eden, hatasız (şaşırmaz) bir rehberdir. Tarih, O’nun getirdiği mesajla en kısa zamanda en büyük külli medeniyetin kurulduğunu isbat eder.
2. İbadet ve Hasse (Duyu)
Metin: “Herbir hasse için bir ibâdet vardır. Meselâ: Baş ile yapılan secde Allah için ibâdettir, gayrısı için yapılan dalâlettir.” (Mesnevi-i Nuriye / 189)
• İzah ve Mantık: İnsanın sadece ruhu değil, zahiri ve derûnî tüm uzuvları ve duyuları (hasseler) da Allah tarafından bir faaliyet için verilmiştir. Göz, Allah’ın sanatını nazar etmekle; kulak, hakikatleri işitmekle ibadet eder. Vecize, en somut misal olarak başı gösterir. Secde, başın en alçak makamda bulunmasıdır ve bu hareket sadece Allah’a karşı yapıldığında bir kulluk nişanesi (ibadet) olur. Allah’tan başkasına secde etmek, kulluk aslından sapmak (dalâlet) ve zıt bir eylemdir. Bu, her uzvun fıtri olarak bir vazifesi olduğunu tasvir eder.
3. Fani Şahsiyetler ve Baki Hakikat
Metin: “Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlanırsa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.” (Emirdağ Lâhikası – I)
• İzah ve Tarihi İbret: Hakikat, ebedi (baki) ve cihan şümul olmalıdır. Şahsiyetler (liderler, alimler, yöneticiler) ise fani (geçici) ve eksiktir. Bir külli hakikatin (Kur’an, din, iman) yorumunu veya tebliğini, yalnızca bir kişinin ene’sine (nefsine) bağlamak, o hakikati o kişinin geçiciliğine ve hatalarına ortak etmek demektir. Tarihte birçok hakikat akımı, kurucusunun ölümü veya hatasıyla sönüp gitmiştir. Bu, hakikatin yüceliğine karşı yapılmış bir zulümdür. Bu vecize, hizmetin ve faaliyetin şahıslar merkezli değil, prensipler ve asli değerler merkezli olması gerektiğini bildirir.
4. Nefsin En Yüksek Matlubu: Devam ve Beka
Metin: “Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz… Öyle ise ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın.” (Mesnevi-i Nuriye – 178)
• İzah ve Edebiyat: İnsan ruhu (nefs-i nâtıka), yaratılıştan ölümsüzlüğü (beka) arzular. Hatta dünyevi lezzetler bile, eğer insan o lezzetin devam edeceğine dair hayali bir yanılmaya kapılmazsa, tam tatmin sağlamaz. Bu derûnî arzu, fani şeylerle değil, yalnızca Daimî olan Allah’ın zikriyle (anılması, ibadeti) tatmin edilebilir. Vecize, inciye sedef, zikrine beden olma gibi edebi tasvirlerle, kalıcılığın sırrının, kalıcı olanla bağlantı kurmakta olduğunu vurgular.
5. İnsanın Konumu ve Kâinatın Yaratılış Gayesi
Metin: “İnsanın Hâlıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki; âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halketmiştir.” (İşarat-ül İ’caz)
• İzah ve Düşündürücülük: Bu ibretli nazar, insanın kâinat sahnesindeki yerini tasvir eder. İnsan, yaratılışın merkezi ve en kıymetli meyvesi olduğundan, bütün tabiat onun emrine verilmiştir. Ancak insan, bu dünyanın nihai gayesi değildir. Dünya, insana hizmet için; insan ise Allah’a kulluk (ibadet) için yaratılmıştır. Bu, bir şeref ve aynı zamanda büyük bir mesuliyet açısıdır. İnsan, bu kıymetli mevkiini ancak ibadetle koruyabilir.
6. En Büyük Dava ve İman
Metin: “Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, davayı kaybeder. Hakikî dava budur.” (Emirdağ Lâhikası-I)
• İzah ve Hukuki Mantık: Dünya hayatının geçiciliği karşısında, ebedi hayat (bâki âlem) en büyük kazançtır. İnsan, bir mahkeme önündeymişçesine hayatını yaşar. Buradaki dava, “ebedi saadeti elde etme” davasıdır. Bu davanın en temel isbatı ise itikadın (imanın) sağlamlığıdır. Zira bozuk bir itikad, diğer tüm salih amelleri hükümsüz kılabilir. Bu, felsefî bir hikmet ihtiva eder: Geçici olanın peşinden koşmak akılsızlık, ebedi olanı kaybetmek ise en büyük iflastır.
7. Enenin Sırrı ve Kâinatın Anahtarı
Metin: “Âlemin miftâhı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır… Cenâb-ı Hak, emânet cihetiyle insana ene nâmında öyle miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder… Fakat ene kendisi de… gayet muğlâk ve açılması müşkül bir tılsımdır.” (Sözler, 30. Sözden Bir Bölüm)
• İzah ve Felsefi Derinlik: Ene (benlik, ego), insana verilen en önemli emanettir ve aynı zamanda kâinatın kapılarını açan sihirli bir anahtardır (miftah). İnsan, bu ene sayesinde “benim mülküm” diyerek sahibi bulunduğu şeyleri Hayy ve Kayyûm olan Allah’ın mülküne kıyas eder ve böylece Allah’ın sıfatlarını idrak edebilir. Ancak ene kontrolsüz bırakılırsa, ben mülkün sahibiyim gibi yanılmalara düşer ve kâinatın kapısını açmak yerine kendi içine kapanır. Bu tılsımın çözülmesi, yani ene’nin gerçek aslının (kulluk ve emanet) bilinmesi, kâinatın sırlarının da açılmasına cevap olur.
8. Hürriyet ve Kulluk
Metin: “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.” (Tarihçe-i Hayat 57.sh)
• İzah ve Sosyal Tarih: Toplumlar, tarih boyunca zalim yönetimlerden ve kölelikten kurtulmak için mücadele etmişlerdir. Bu zahiri hürriyet, insana verilen en büyük nimettir. Ancak bu vecize, hürriyetin dahili bir boyutunu hatırlatır: İnsan, yeryüzündeki tüm baskılardan kurtulsa da, yaratılışı gereği Abdullah’tır (Allah’ın kuludur). Zira insan, ne kendi Hâlıkı (Yaratıcısı) ne de kendi rızık vericisi ve ömür tayin edicisi olabilir. Hakiki hürriyet, sadece Allah’a kul olmakla kazanılır; çünkü bu, insanı O’ndan başka her şeye köle olmaktan kurtarır.
II. Makalenin Özeti
Bu vecizeler, hayatın manasını bir bütün olarak ele alır ve insana dört temel direk üzerine kurulu bir hayat rehberliği sunar:
• Marifet (Biliş): Kâinatın anahtarı olan ene’nin sırrını çöz ve tabiatı Allah’ın sanatı olarak nazar et.
• İbadet (Faaliyet): Varoluşun asıl gayesi kulluktur. Her uzvun, her hassenin bir ibadeti vardır. Namaz kılınmayan gün ise zulmetle dolar.
• Teceddüt (Yenilenme) ve Sebat: Geçici olanı (fani) değil, kalıcı olanı (baki) esas al. Baki hakikatler, geçici şahsiyetlere bağlanmaz.
• Uyanış (İbret): İnsanı zıt bir durumdan koruyan yegane isbat, sağlam imandır. Hakiki rehber Resûlullah (a.s.m.)’dır. Ölüm ise bir yokluk değil, terhistir.
III. Konuyla Alakalı Müradifi Ayetler
1. İbadetin Gayesi ve İnsanın Konumu Hakkında:
Zâriyat Suresi, 56. Ayet:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
2. Rehberin (Peygamberin) Vazifesi Hakkında:
Ahzâb Suresi, 21. Ayet:
“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”
3. Ene / Enaniyet (İnsanın Külli Makamı ve Sınırı) Hakkında:
Rahmân Suresi, 1-4. Ayetler (İnsanın yaratılışının önemi):
“Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti.”
4. Fani ve Baki (Şişe ve Elmas Kıyası) Hakkında:
A’lâ Suresi, 16-17. Ayetler:
“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
5. Secde ve Kulluğun Şartı Hakkında:
Fussilet Suresi, 37. Ayet:
“Gece ve gündüz, Güneş ve Ay O’nun delillerindendir. Güneş’e de, Ay’a da secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer gerçekten O’na kulluk edecekseniz.”
Kuss bin Sâide, İyâd kabîlesinin reisi olup Îsâ -aleyhisselâm-’ın dîninde, muvahhid ve şâir bir insandı. Onun, Ukâz Panayırı’nda, aralarında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de bulunduğu bir cemaate yaptığı ve bi’set-i Nebî’den bahseden şu meşhur hitâbesi pek ibretli ve hikmetlidir:
“Ey insanlar!
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız!
Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini tâkib eder.
Dikkat edin, söylediklerime kulak verin! Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var! Yeryüzü serilmiş bir döşek, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acabâ vardıkları yerden memnûn oldukları için mi orada kalıyorlar; yoksa alıkonulup da uykuya mı dalıyorlar…
Yemin ederim, Allâh’ın indinde bir dîn var ki, şimdi bulunduğunuz dînden daha sevgilidir.
Ve Allâh’ın gelecek bir Peygamber’i var ki, gelmesi pek yakındır. O’nun gölgesi başınızın üzerine düştü. Ne mutlu o kimseye ki, O’na îmân edip de, O dahî ona hidâyet eyleye! Vay o bedbahta ki, O’na isyân ve muhâlefet eyleye!
Yazıklar olsun ömürlerini gaflet içinde geçiren ümmetlere!
Ey insanlar!
Gafletten sakının! Her şey fânîdir, ancak Cenâb-ı Hak Bâkî’dir. Birdir, şerîk ve nazîri yoktur. İbâdet edilecek yalnız O’dur. O doğmamış ve doğurmamıştır.
Evvel gelip geçenlerde bizler için ibretler çoktur.
Ey İyâd kabîlesi! Hani babalarınız ve dedeleriniz? Hani müzeyyen kâşâneler ve taştan hâneler yapan Âd ve Semûd? Hani dünyâ varlığına mağrûr olup da kavmine hitâben «Ben sizin en büyük Rabbinizim.» diyen Firavun ve Nemrud?
Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri de yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin. Onların yolundan gitmeyin. Her şey fânî, ancak Cenâb-ı Hak Bâkî’dir.
Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yok!.. Küçük büyük herkes göçüp gidiyor. Herkese olan bana da olacaktır.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, IX, 418)
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
Kuss bin Sâide bu güzel sözleri söylerken bahsettiği son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in orada bulunduğundan habersizdi. Bir müddet sonra da vefât etti. Ancak kabîlesi, peygamberlik geldiğinde gelip Allâh’ın Rasûlü’ne îmân ettiler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara:
“–Kuss bin Sâide’nin, Ukâz Panayırı’nda deve üzerinde: «Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur!» diyerek hutbe okuduğu hiç hatırımdan çıkmaz. Bu hutbeyi okuyabilecek kimse var mı?” buyurdular.
Heyet, o hutbeyi kabîlelerinden hemen herkesin okuyabileceğini söylediler. Âlemlerin Efendisi buna çok sevindi.
Orada bulunan Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da:
“−Yâ Rasûlallâh, o gün ben de oradaydım, söylediklerinin hepsi ezberimdedir.” dedi ve hutbeyi baştan sona kadar okudu.
Arkasından İyâd kabîlesinden biri kalkıp Kuss bin Sâide’nin şiirlerinden okudu. Bu şiirlerde Peygamberimiz’in soyu olan Hâşimoğulları’ndan büyük bir peygamberin çıkacağı, açıkça bildiriliyordu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241)
Rasûl-i Kibriyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kuss bin Sâide hakkında şöyle buyurdular:
“Allâh Teâlâ, Kuss bin Sâide’ye rahmet eylesin! O kıyâmet günü ayrı bir ümmet olarak ba’solunacaktır!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 239)(İktibas)
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
KUSS BİN SÂİDE’NİN HİKMETLİ ÇAĞRISI: FÂNİ DÜNYA VE EBEDÎ HAYATIN DÜŞÜNDÜRÜCÜ NAZARI
Kuss bin Sâide el-İyâdî’nin Ukâz Panayırı’nda, Hazret-i Peygamber’in (sallâllâhu aleyhi ve sellem) nazar dairesinde irad ettiği o meşhur hutbe, hikmet ve ibret dolu bir muhteva sunar. Bi’set öncesi Arap yarımadasının derin gafletine cevap veren bu sözler, hayatın zahiri perdesi arkasındaki ebedî hakikatleri tasvir etmesi açısından tarihi bir öneme sahiptir. O’nun mantıklı bakışı, insanı derûnî bir muhasebeye sevk eder.
I. Fani Alemde Bâki Olanın Sırrı: Ölüm Irmağı
Kuss bin Sâide, sözlerine kâinatın en temel ve cihan şümul hakikatiyle başlar: Fânîlik. “Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur.”
Bu ibretli tasvir, insanın dünya hayatındaki en büyük yanılma kaynağını işaret eder: Devamlılık yanılması. İnsan, içinde bulunduğu anın ve sahip olduğu varlıkların ebediyen süreceği vehmiyle hareket eder. Oysa Kuss, gökyüzünün tavan, yeryüzünün döşek olduğunu, yıldızların yürüdüğünü ve gelenin kalmadığını, gidenin ise dönmediğini tasvir ederek, her şeyin sürekli bir akış ve değişim içinde olduğunu gözler önüne serer.
”Gelen kalmaz, giden gelmez. Acabâ vardıkları yerden memnun oldukları için mi orada kalıyorlar; yoksa alıkonulup da uykuya mı dalıyorlar…”
Bu edebî mısralar, akla ve mantığa şu cevapı aratır: Ölüm bir yok oluş mudur, yoksa başka bir hayata geçiş mi? Eğer bir adem (yokluk) olsaydı, gidenin geri gelmeyişi manasız kalırdı. Ancak Kuss, bu sorunun derûnî muhtevasında, ölümün bir tebdil-i mekân (mekân değiştirme) olduğunu hissettirir. Bu hakikat, bütün bu fânî tabiat içinde yalnızca Allah’ın (Cenâb-ı Hak Bâkî’dir) ezelî ve ebedî olduğunu isbat eder. Bütün hayat faaliyetlerinin, yalnızca Bâkî olan için yapılması gerektiği hikmeti ortaya çıkar.
II. İbret Aynası: Enaniyetin Akıbeti
Hutbenin en çarpıcı kısmı, tarihi misaller üzerinden ibret alınması gerektiği tasviridir: “Hani babalarınız ve dedeleriniz? Hani müzeyyen kâşâneler ve taştan hâneler yapan Âd ve Semûd? Hani dünya varlığına mağrûr olup da kavmine hitâben «Ben sizin en büyük Rabbinizim.» diyen Firavun ve Nemrud?”
Kuss, bu kadim kavimleri anarak, insanlık tarihinin en büyük zıt durumunu (çelişkisini) ortaya koyar: Enaniyet (Büyük Ene) ve zulüm.
• Âd ve Semûd: Zahiri güçlerine ve medeniyetlerine mağrur oldular. Onların enaniyetleri, tabiat kanunlarına hükmetme yanılmasıydı.
• Firavun ve Nemrûd: Onların enaniyetleri ise daha dehşetliydi; kendilerini ilahlık makamına koydular. Bu batıl inanç, külli bir zulme yol açtı.
Kuss, bunların sonunu tasvir ederken, “Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri de yıkılıp ıssız kaldı.” der. Bu ibretli nazar, dünyevi varlığın ve enaniyetin neticesini isbat eder. Mantıken, en güçlü hükümdarın bile bedeni toprağa karışıyorsa, hakiki güç ve beka, o hükümdarın kendisinde değil, onu ve dünyayı yaratan Cenâb-ı Hak’tadır.
III. Gelecek Peygamberin Müjdesi ve Fazilet Yolu
Kuss bin Sâide, hutbesine gayb âleminden bir haberle son verir ve fazilet yolunu çizer:
”Yemin ederim, Allâh’ın indinde bir dîn var ki, şimdi bulunduğunuz dînden daha sevgilidir. Ve Allâh’ın gelecek bir Peygamber’i var ki, gelmesi pek yakındır. O’nun gölgesi başınızın üzerine düştü. Ne mutlu o kimseye ki, O’na îmân edip de, O dahî ona hidâyet eyleye!”
Bu ibretli söz, Kuss’un tevhid (muvahhid) inancını ve İlahi hikmeti kavradığını gösterir. O, sadece geçmişten ibret almakla kalmaz, geleceğe de bir nazar atar. Cihan şümul bir kurtuluşun, ancak hakiki fazilet ve tevhid yolunu getirecek olan son peygamberle mümkün olacağını isbat eder.
Bu açıdan, Kuss bin Sâide’nin hutbesi, hayat ile bakî arasında bir köprü kurar:
• Dünya: Fânî ve ibret alınması gereken misallerle doludur.
• Hayat: Gafletten sakınma, tevhid ve fazilet yoluna girme faaliyetidir.
• Bakî: Cenâb-ı Hakk’ın Bâkî oluşuna sığınmak ve O’nun gönderdiği peygambere (sallâllâhu aleyhi ve sellem) teslim olmaktır.
ÖZET
Kuss bin Sâide’nin hutbesi, tarihi bir tasvir olmaktan öte, insan hayatına dair külli ve ibretli bir hikmet dersidir. O’nun sözleri, zahiri dünya hayatının kaçınılmaz fânîliğini ve enaniyetin tarihi akıbetini mantıklı bir şekilde isbat eder. Hakiki beka ve faziletin, fânî olan mal ve makamda değil, Bâkî olan Allah’ın tevhid dairesinde ve cihan şümul mesajı getirecek olan Son Peygamber’e (sallâllâhu aleyhi ve sellem) bağlanmakta olduğu hikmetini tasvir eder.
I. Ahzâb Suresi: Emanet ve İnsanın Zalûm/Cehûl Olması
Emanetin yüceliği ve insanın o ağır vazifeyi üstlenmesi hakkındaki ayette zalûm ve cehûl sıfatları geçmektedir:
> Ahzâb Suresi, 72. Ayet
> “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok cahildir.”
>
* İbretli Açı: Bu ayet, insan fıtratının en kritik noktasını tasvir eder. Emanet, akıl, irade ve sorumluluk olup, insanı yüce makamlara ulaştırma potansiyeline sahiptir. Ancak, bu potansiyeli yanlış kullanma riskine sahip olduğu için, insan aynı zamanda “çok zalim” **(zalûm) –yani kendi nefsine zulmeden– ve “çok cahil” **(cehûl) –yani emanetin kıymetini bilmeyen– olarak nitelendirilir.
**II. Tevbe Suresi: Nankörlüğe (Küfür) Dair Ayetler
Tevbe Suresi, insanın ilahi davete karşı gösterdiği cehalet ve nankörlükten bahseden, zalûmiyet ve lekenûd manalarıyla bağlantılı ayetler ihtiva eder:
> Tevbe Suresi, 38. Ayet
> “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın” denilince yerinize yığılıp kaldınız? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Oysa dünya hayatının zevk ve sefası ahiretin yanında pek az bir şeydir.”
>
* İbretli Açı: Dünya hayatının fani zevkini **(şişe hükmündeki zevk ve sefa), ebedi olan ahirete tercih etmek, cehaletin **(cehûl) ve nankörlüğün **(lekenûd) en büyük pratik **isbatıdır.
Ayetteki davete uymayıp yere yığılıp kalmak, kulluk vazifesinden kaçışın ve zulmün **(zalûm) bir tasviridir.
III. Âdiyât Suresi: İnsanın Lekenûd Olması
İnsanın nefsi eğilimi olan nankörlüğe işaret eden ayettir:
> Âdiyât Suresi, 6. Ayet
> “Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür.”
>
* İbretli Açı: Ayetteki “nankör” kelimesi, “lekenûd” manasına gelen bir ifadedir. Mübalağalı kullanım, insanın fıtratına konulan tevhid ve şükür kabiliyetini görmezden gelerek, Allah’ın verdiği sayısız nimeti unutma veya yanlış yolda kullanma eğilimini tasvir eder. Bu nankörlük, aynı zamanda nefse karşı yapılan büyük bir zulümdür **(zalûmiyet).
Kur’ân-ı Hakîm’de insan nefsine hitaben kullanılan “zalûm” (çok zalim), “cehûl” (çok cahil) ve “lekenûd” (çok nankör) gibi mübalağalı (aşırı) sıfatlar, insanın derûnî yapısındaki külli potansiyeli ve zıt kutupları tasvir eden, hikmetli ve ibretli vurgulardır. Bu ifadeler, insanın mutlak kemale yönelme açısı ile esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) düşme tehlikesini gözler önüne serer.
I. Mübalağalı İfadelerin Aslı ve Verdiği Mesajlar
Kur’an-ı Kerîm, bu sıfatları insanın fıtratındaki kötülük potansiyelini ön plana çıkarmak için kullanır. Bu sıfatlar, faaliyet alanına çıkmayan bir yapıyı değil, imansızlık ve gafletle yoğrulmuş nefsin varabileceği nihai düşüş halini tasvir eder.
| İfade (Sıfat) | Ayet (Konu Bağlantısı) | Derûnî Manası | Verilen Hikmetli Mesaj |
|—|—|—|—|
| Zalûm (Çok Zalim) | Ahzâb 33/72 (Emaneti yüklenme) | Haddi aşan, hakkı zıt bir açıyla ihlal eden. | İnsan, emaneti yüklenerek zulmün en büyüğünü kendi nefsine yapma potansiyeline sahiptir. |
| Cehûl (Çok Cahil) | Ahzâb 33/72 (Emaneti yüklenme) | Hakikati bilmeye yanaşmayan, gaflet ile kendini körleyen. | Kâinattaki isbatları görmesine rağmen, cehaleti tercih etme ve imandan yüz çevirme eğilimi. |
| Lekenûd (Çok Nankör) | Hac 22/66; Fâtır 35/34; Âdiyât 100/1-11 | Nimetin aslını inkâr eden, şükrü terk eden. | Allah’ın sayısız nimetine karşı gerekli cevap olan şükrü yerine getirmeyerek nankörlüğün en aşırısına düşme tehlikesi. |
| Hasîr (Çok Zararlı) | Fâtır 35/40 (Ortak koşma) | Hayat sermayesini tamamen kaybeden, hüsrana uğrayan. | Fâni olana yönelip Bâki olanı kaybetme eğilimi sebebiyle en büyük zararı kendi nefsine verme durumu. |
II. Hikmeti, İlleti ve Düşüşün Mahiyeti
1. Hikmet ve İlleti (Nedeni) Nedir?
Bu mübalağalı ifadelerin hikmeti, insanın yaradılışındaki külli mahiyete dayanır:
* Emanet Hikmeti: İnsan, kâinatın en büyük emaneti olan akıl, irade ve hürriyeti yüklenmiştir. Bu emanet, insana meleklerden üstün olma potansiyeli verdiği gibi, zulüm ve cehalette en aşağı seviyeye düşme riskini de beraberinde getirir. Bu yüksek potansiyelin tersine çevrilmesi, aşırı bir zalimliği (zalûmiyyet) gerektirir.
* İbret Hikmeti: Bu uyarılar, nefsi gafletten uyandırmak ve terakki için bir hareket alanı oluşturmak içindir. Eğer bu kadar büyük bir tehlike olmasaydı, insan gayret göstermezdi.
* **Ene Hikmeti: İnsanın ene’sindeki hadsizlik ve enaniyet, onu sınırsız bir nankörlüğe ve cehalete sürükler. Kendini kendi nefsine malik görme yanılması, bütün kötülüklerin anahtarıdır.
2. Bu Nasıl Bir Hâl ve Ne Gibi Bir Düşüştür?
Bu hal, aklın terki ve manevi bir yozlaşmadır.
* Hâl: Bu, imanın zıddı olan küfür, şirk ve zulüm ile yoğrulmuş bir gaflet halidir. Mübalağalı kullanım, imanla donatılmış bir varlığın kendi potansiyelini inkâr etmesi ve hakkı görmekten imtina etmesi nedeniyle oluşan yıkımı gösterir.
* Düşüş: Bu, mekan olarak bir düşüş değil, manevi bir alçalıştır; esfel-i sâfilîn denilen aşağıların aşağısına düşüştür. Meleklerden üstün olma makamından, bel hüm adal (hayvandan aşağı) seviyesine düşmektir.
3. Kavranabilir mi? Nihayetinde Nedir?
Bu düşüşün derinliği, insanın hakiki kıymetini bilenler için kavranabilir bir durumdur:
* Kavranabilirlik: Düşüşün büyüklüğü, ancak yükselişin sınırları bilindiğinde kavranır. İman ve kulluk ile insan, en yüksek makamlara ulaşabilirken, zulüm ve cehalet ile bu yüksek kıymeti yok eder.
* Nihayet: Nihayetinde, bu sıfatların gerçekleştiği insanın akıbeti, dünyada huzursuzluk ve ahirette azaptır. İnsanın kendi elinde bulunan cennet ve cehennemin faturasını kesmesi demektir.
III. Kurtuluş Nasıl ve Ne İledir?
Kur’an-ı Hakîm, bu mübalağalı olumsuz sıfatlardan kurtuluşun yolunu da aynı keskinlikle gösterir:
1. Kurtuluşun Esası: Zıddıyla Tedavi
İnsan, mübalağalı kusurlarından, onların zıddı olan mübalağalı erdemlerle (faziletlerle) kurtulabilir:
| Düşüş (Hastalık) | Fazilet (Kurtuluş) | Vasıta ve Faaliyet |
|—|—|—|
| Zalûm (Zulüm) | Adalet ve Hakperestlik | Hakkın Hukukunu Gözetme, Nefsi Muhasebe ve Teslimiyet |
| Cehûl (Cehalet) | Marifet ve İrfan | Tefekkür, İlim Tahsil etme, Kâinattaki Ayetleri Okuma |
| Lekenûd (Nankörlük) | Şükür ve Kanaat | Nimetin Aslını Bilme, İbadetleri İhlasla Yapma |
2. Külli Kurtuluşun İsbatı
Bu külli düşüşten kurtuluş, ancak iki temel direk ile mümkündür; iman ve salih amel (faaliyet):
* İman-ı Tahkikî (Gerçekleşmiş İman): Zulmün temeli olan şirki ve cehaleti yok eden, Allah’ı sıfatlarıyla hakkıyla tanıma gayretidir (Marifetullah). Bu, “cehûl” sıfatını yener.
* Amel-i Sâlih (Salih Faaliyet): İmanın gereklerini yerine getirme ve hakkı teslim etme yoludur. İnsan, kendi nefsine karşı olan zulmü bırakıp kulluk vazifesini yapmakla “zalûm” ve “lekenûd” sıfatlarından kurtulur.
Hülasa, Kur’an’ın mübalağalı hitapları, insana kendi derûnî varlığını hatırlatan ve ebedî bir terakkiye davet eden ilahi bir uyarı ve davettir.
1. Birinci Hasaret: Sevilenlerin Kaybı ve Günahların Baki Kalması
Metin: “O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi’ olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” (Sözler, 28. Söz)
• İzah: İnsanın tabiatında dünyaya, gençliğe ve nefsin arzularına karşı şiddetli bir sevgi vardır. Ancak bu sevgi, fani (geçici) şeylere yöneltildiğinde büyük bir yanılmayı beraberinde getirir. Bediüzzaman burada dehşetli bir alışveriş tablosu çizer: İnsan, ömrünü harcayarak mal, makam veya nefsani hazlar elde eder. Fakat ölüm veya zamanın geçmesiyle bu “haz duyulan nesneler” elinden kayıp gider. Geriye ne kalır? O hazları elde ederken işlediği haramların günahı ve o güzellikleri kaybetmenin verdiği ayrılık acısı (elem). Yani insan, yediği yemeğin lezzetini bir anda tüketir ama mesuliyetini ahirete taşır. Bu, akıl sahibi için büyük bir zarardır (hasaret).
2. İnsanın Hikmet-i Hilkati ve Sırr-ı Câmiyeti
Metin: “İnsanın HİKMET-İ HİLKATİ ve SIRR-I CÂMİYETİ ise; her zaman, her dakika HÂLİKINA İLTİCA ve YALVARMAK ve HAMD ve ŞÜKÜR etmek olduğundan…” (Şualar, 8. Şua)
• İzah: İnsan, kâinatın küçük bir numunesi (sırr-ı câmiyet) olarak yaratılmıştır. Yaratılışın asıl gayesi (hikmet-i hilkat), insanın acizliğini bilip Yaratan’ına sığınması (iltica) ve O’na şükretmesidir. Bu metinde çok ince bir hikmet vurgulanır: İnsanı Allah’a yalvarmaya en çok sevk eden şey hastalıklardır. Sağlık ve afiyet bazen gaflete düşürüp şükrü unutturabilirken; hastalık, insanın aczini yüzüne çarparak onu dergâh-ı İlahiye’ye sevk eden bir “kamçı” vazifesi görür. Dolayısıyla hastalıklar dahi manevi bir nimet, bir uyanış vesilesi olabilir.
3. Şişeler ve Elmaslar: Dünya ve Ahiret Dengesi
Metin: “Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.” (Kastamonu Lahikası)
• İzah: Burada harika bir tasvir ve kıyaslama vardır. Dünya işleri, ne kadar parlak görünse de camdan yapılmış şişeler gibi kırılgandır ve geçicidir. Ahiret işleri (ibadet, iman hizmeti, güzel ahlak) ise elmas gibi sert, değerli ve kalıcıdır. Bir insanın, elindeki elmasları verip yerine kırılacak cam parçaları satın alması nasıl bir akıl tutulmasıysa; ahireti unutup sadece dünya için çalışmak da öyle bir divaneliktir. Bu vecize, insanın değer yargılarını ve önceliklerini sorgulamasını sağlar.
4. Her Yeni Gün ve Namazın Işığı
Metin: “Her yeni gün, Sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. EĞER NAMAZ KILMAZSAN, Senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider…” (Küçük Sözler)
• İzah: Zaman şeridi, her gün yeniden yaratılan manzaralardan oluşur. İnsan her sabah uyandığında yeni bir aleme gözlerini açar. Bu metin, namazın zaman ve mekan üzerindeki dönüştürücü gücünü anlatır. Namaz kılındığında, o günkü yaşananlar, niyet ve ibadet nuruyla aydınlanır, güzelleşir ve “Alem-i Misal” denilen manevi hafızaya nurlu levhalar olarak kaydedilir. Namazsız bir gün ise, manevi ışıktan mahrum, karanlık (zulümatlı) ve perişan bir hatıra olarak insanın geçmişine gömülür.
5. Ölümün Hakikati: Bir Terhis Tezkeresi
Metin: “Mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir.” (Mektubat, 20. Mektup)
• İzah: İnsanın en büyük korkusu olan ölüm (mevt), Risale-i Nur penceresinden bambaşka bir nazarla tanımlanır. Ölüm; yok olmak (adem) veya idam edilmek değil; ruhun bedenden özgürleşmesi (ıtlak-ı ruh), dünya zindanından ahiret bahçelerine göç etmesi (tebdil-i mekân) ve hayat vazifesinin bitip ücret alma zamanının gelmesi (terhis) demektir. Bu bakış açısı, ölümü korkunç bir son olmaktan çıkarıp, vuslat (kavuşma) kapısına dönüştürür.
6. Lezzet ve Davet: İlahi İkaz
Metin: “Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyleyse, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet et.” (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)
• İzah: Mantıklı bir ticaret dengesi kurulur. Haram lezzetler kısadır (bir saatlik), fakat cezası uzundur. Allah, kulunu bu kısa ve zararlı hazdan vazgeçmeye, karşılığında ebedi bir rahatlığa çağırır. Metnin sonundaki “kayıtlı ve kelepçeli sevk edilmek” ifadesi çok ibretlidir; insan istese de istemese de ölecektir. Önemli olan, ölümü zorla götürülen bir mahkum gibi değil, davete icabet eden bir misafir gibi karşılayabilmektir. Bu da irade ile günahlardan sakınmakla mümkündür.
7. En Büyük Dava: İman Davası
Metin: “Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, davayı kaybeder. Hakikî dava budur.” (Emirdağ Lahikası-1)
• İzah: Her insanın dünyada peşinde koştuğu davalar, hedefler vardır. Ancak Bediüzzaman, en büyük mahkemenin ve en büyük davanın “ebedi cenneti kazanmak veya kaybetmek” davası olduğunu hatırlatır. Bu davayı kazanmanın avukatı, delili ve senedi ise “sağlam iman” (tahkiki iman) dır. Dünyadaki tüm davalar kazanılsa bile, insan kabre imansız girerse her şeyini kaybetmiş demektir.
II. Araştırma Makalesi
FÂNİDEN BAKİYE YOLCULUK: KIRILAN ŞİŞELER VE SOLMAYAN HAKİKATLER
İnsanlık tarihi, kudretli hükümdarların, devasa medeniyetlerin ve “yıkılmaz” sanılan sarayların enkazları üzerine kuruludur. Tarih sahnesine çıkan her nefis, her medeniyet, kendi hayat serüvenini tamamlamış ve yerini sonrakilere bırakarak çekilmiştir. Bu döngü, kâinatın değişmez bir kanunudur. Ancak insanın ruhunda, bu fani oluşa isyan eden, ebediyeti arzulayan külli bir iştiyak vardır. İşte Risale-i Nur’un hikmetli ifadeleri, insanın bu ebediyet arzusuna ve varoluş sancısına cevap veren birer pusula hükmündedir.
Cam Parçaları İçin Elmasları Feda Etmek
Mantık ilmi, kâr ve zarar dengesi üzerine kuruludur. Bir tüccar, sermayesini çabuk bozulan bir mal için mi, yoksa değeri asla kaybolmayan bir hazine için mi harcar? Bediüzzaman Said Nursi, dünya hayatını “kırılmaya mahkûm şişeler”, ahiret hayatını ise “sağlam elmaslar” olarak nitelendirirken, insanın modern çağdaki en büyük yanılmasını gözler önüne serer. İnsan, enaniyetine ve hırslarına yenilerek, geçici dünya saltanatı uğruna ebedi saadetini tehlikeye atmaktadır. Oysa akıl ve hikmet, geçici olanı kalıcı olana feda etmeyi değil, geçici olanı kalıcı olanı kazanmak için bir araç yapmayı gerektirir.
Yaratılışın Derûnî Anlamı: Acz ve Fakr
İnsanın yapısı, diğer mahlukattan farklıdır. Sonsuz arzuları varken, iktidarı çok sınırlıdır. Bu zıt gibi görünen durum, aslında insanın aslını ve Yaratıcısını bulması için bir anahtardır. İnsan, “Sırr-ı Câmiyet” ile donatılmıştır; yani kâinatın özünü içinde taşır. Hastalıklar ve musibetler, insana acizliğini hatırlatarak, onu gaflet uykusundan uyandırır. Bir kamçı gibi, insanı dergâh-ı İlahiye’ye sevk eder. Bu açıdan bakıldığında, insanın başına gelen menfi durumlar dahi, eğer sabırla karşılanırsa, manevi terakki için birer basamaktır.
Ölüm: Bir Son mu, Yoksa Bir Başlangıç mı?
Tarih boyunca filozofların içinden çıkamadığı “ölüm” muamması, Kur’an’ın ışığında ve Risale-i Nur’un tasviriyle aydınlanır. Ölüm, korkunç bir yok oluş (adem) değil; ruhun beden kafesinden kurtulup hakiki vatanına uçmasıdır (ıtlak-ı ruh). Tıpkı askerliği biten bir neferin tezkere alıp memleketine dönmesi gibi, mümin için de ölüm bir terhistir. Bu bakış, hayatı anlamlı kılan en büyük teselli kaynağıdır. Eğer ölüm bir hiçlik olsaydı, fazilet, iyilik ve fedakarlığın bir anlamı kalmazdı. Zira sonu “hiç” olan bir yolculuğun, yolcuları için bir değeri yoktur. Ancak ölüm bir “tebdil-i mekân” ise, dünyadaki her eylem, ahiretteki karşılığını bulacaktır.
Hülasa, insan bir yolcudur. Elindeki sermaye ömürdür. Bu sermayeyi, kırılacak şişeler hükmündeki fani heveslere değil, elmas kıymetindeki baki hakikatlere sarf etmelidir. En büyük dava, dünyayı fethetmek değil, imanı kurtarmaktır. Zira, “Sultan-ı Kâinat birini tanımazsa, bütün dünya onu tanısa fayda vermez.”
III. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Bu hakikatleri teyit eden, iktibas ettiğimiz bazı ayetler şöyledir:
• Dünya Hayatının Geçiciliği Hakkında: “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût Suresi, 64. Ayet)
• İnsanın Yaratılış Gayesi Hakkında: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat Suresi, 56. Ayet)
• Ölüm Hakikati Hakkında: “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân Suresi, 185. Ayet)
• Dünya ve Ahiret Tercihi Hakkında: “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ Suresi, 16-17. Ayetler)
IV. Özet
Paylaşılan vecizeler ve kaleme alınan makale, insanın fani ile baki arasındaki tercihini ve var olma duruşunu ele almaktadır.
• İnsan; mal, evlat ve nefis gibi geçici sevgililere bağlanırsa, bunların kaybıyla acı çekerken günahlarıyla baş başa kalır.
• Hastalıklar ve acz; insanı Rabbine yönelten manevi bir kamçıdır, şükür ve dua kapısını açar.
• Dünya ve Ahiret; cam (şişe) ve elmas gibidir. Akıllı insan, geçici cam parçaları için baki elmasları feda etmez.
• Ölüm; bir yok oluş değil, ruhun özgürleşmesi, mekan değiştirmesi ve görevden terhis edilmesidir.
• En Büyük Dava; dünyevi kazanımlar değil, ahiret yurdunu kazandıracak olan sağlam imandır (tahkiki iman).
Hakikat odur ki; hayat her gün yenilenen bir sahnedir ve bu sahne ancak ibadet ve iman nuruyla aydınlanır.
Tarihin Kırılma Anında Bir Gün: 26 Kasım 2025 ve Hakikat Aynası
Tarih, sadece rakamların birbirini kovaladığı bir takvim yaprağı değil; milletlerin kaderinin, vicdanların imtihanının ve hak ile batılın mücadelesinin kayda geçtiği canlı bir şahittir. Önümüzde duran 26 Kasım 2025 tarihli gazete manşetleri, sadece o güne ait havadisleri değil, aynı zamanda bir devrin ruhunu, cemiyetin vicdan haritasını ve istikbalin sancılarını gözler önüne sermektedir. Bu manşetler, basiret nazarıyla bakıldığında bizlere derin dersler ve ibretli manalar fısıldamaktadır.
Adalet Terazisi ve Hesap Vakti
Gazete sütunlarına yansıyan en çarpıcı hakikatlerden biri, “hesap günü” kavramının dünyevi plandaki tezahürüdür. Manşetlerde yer alan “Rüşvette Hesap Zamanı”, “Hırsızlar İçin Hesap Vakti” ve “Yasa Dışı Bahis Ağı Çökertildi” ifadeleri, adaletin tecellisinin ne denli elzem olduğunu haykırmaktadır. Bir toplumun mayası, adalet ve dürüstlüktür. Milletin malına uzanan ellerin, kamu hakkını ihlal edenlerin ve enaniyetine yenik düşerek fesada bulaşanların, er ya da geç hukuk önünde hesap verecek olması, ilahi adaletin de bir nevi dünyadaki gölgesidir. Bu hadiseler bize gösteriyor ki; makam ve mevkiler geçici, mesuliyet ise bakidir. Hakikat güneşi doğduğunda, karanlıkta işlenen cürümlerin ön plana çıkması kaçınılmazdır.
İnsanlık Vicdanı ve Çifte Standartlar
Diğer yandan manşetler, asrımızın en büyük yanılmalarından biri olan vicdan tutulmasını da yüzümüze çarpmaktadır. Bir yanda “Kadına Şiddet İnsanlığa İhanet” manşetiyle kadının izzetini koruma gayreti, diğer yanda “Feminizm Öldü” başlığıyla Gazze’de katledilen kadınlara sessiz kalan Batı menşeli ideolojilerin iflası… Bu manzara, cihan şümul bir hakikati haykırır: Kendi ideolojisine hizmet etmeyeni yok sayan bir “hak” anlayışı, hakikat değil, ancak bir yanılmadır. Gazze’deki annelerin feryadına sağır kalan bir dünyanın, kadın haklarından bahsetmesi inandırıcılığını yitirmiş, tahrip olmuş bir vicdanın ilanıdır. Bu durum, faziletin ancak külli bir adalet anlayışıyla mümkün olacağının en büyük isbatıdır.
Beka Mücadelesi ve Fedakarlık
Devletin ve milletin hayatını idame ettirebilmesi adına verilen mücadele de manşetlerin derûnî katmanlarında hissedilmektedir. “Darağacına hazırız yeter ki terör bitsin” ve “Türkiye Tarihî Bir Eşikte” ifadeleri, mevzu vatan olduğunda şahsi ikballerin nasıl bir kenara itildiğini göstermektedir. Ayrıca İstanbul’da ve yurt genelinde yürütülen “Casus Avı”, dahili ve harici talihsiz kimselere karşı devletin teyakkuzda olduğunu, milli hafızanın diri tutulduğunu tasvir etmektedir. Hürjet gibi milli projelerin hedefe ilerlemesi ise, bu milletin kendi aslına ve öz kaynaklarına dönüşünün müjdecisidir.
Hülasa
26 Kasım 2025 tarihli bu gazeteler, sadece bir günü değil, bir dönüm noktasını işaretlemektedir. Rüşvet ve yolsuzlukla mücadeleden, terör belasının defi için göze alınan riskler; Batı’nın çürüyen değerlerinden, Anadolu’nun irfanına sığınışa kadar pek çok mesaj bu sayfalarda gizlidir. Bizlere düşen, bu hadiseleri sadece birer haber olarak okumak değil; onlardan hikmet süzerek, hakikatin ve adaletin tarafında sarsılmaz bir irade ile durmaktır. Zira tarih, seyredenleri değil, müspet hareket edenleri yazar.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
26/11/2025
Gaziantep’in Karkamış ilçesinde, Fırat Nehri’nin hemen yanı başında yürütülen kazılar, zahiri (dış) planda bir arkeolojik merak gibi görünse de, batini (iç) planda, İngiliz İstihbaratının Osmanlı’nın güney cephesini çökertme hazırlığıdır. 1911-1914 yılları arasında, T.E. Lawrence ve hocası David Hogarth ile Leonard Woolley’in yürüttüğü bu çalışmalar, bölge halkı ve Osmanlı makamları tarafından endişeli bir nazarla (bakışla) takip edilmiştir.
1. “Bunlar Taş Değil, Devletin Altını Oyuyorlar”
O dönemde bölgedeki Osmanlı mülki amirleri ve jandarma komutanları, İstanbul’a gönderdikleri raporlarda (layihalarda) şüpheli durumlara dikkat çekmiştir. Devletin arşivlerinde yer alan bilgiler ve dönemin hatıratları şu hakikatleri haykırmaktadır:
* Alman Demiryoluna Karşı İngiliz Dürbünü: O yıllarda Alman mühendisler, Osmanlı devleti adına stratejik öneme sahip Bağdat Demiryolu’nu inşa ediyordu. Lawrence ve ekibi, kazı sahasını, hemen yakınlarından geçen bu demiryolu inşaatını dikizlemek (rasat etmek) için bir kule gibi kullanmıştır. Osmanlı zabitleri, “Bu İngilizlerin gözü toprakta değil, Almanların döşediği raylarda ve Fırat köprüsündedir” mealinde ikazlarda bulunmuşlardır.
* İstihbaratın Haritası: Lawrence, “Hitit dönemi kalıntılarını arıyorum” bahanesiyle sadece kazı alanında durmamış; Fırat boyunu, köyleri ve geçitleri adım adım gezmiştir. Çizdiği haritalar arkeolojik değil, tamamen askerî bir tabiat taşımaktadır. Su kaynakları, askerî sevkiyat yolları ve telgraf hatları bu haritalarda detaylandırılmıştır.
2. Altınla Satın Alınan Vicdanlar ve Aşiret Oyunu
Lawrence’ın Karkamış’ta uyguladığı en sinsi yöntem, bölge halkının fakirliğini ve devletle olan bazı sorunlarını kullanmak olmuştur.
* İşçi Değil, Casus Devşirmek: Kazıda çalıştırdığı yerel halka, Osmanlı’nın veya Alman demiryolu şirketinin verdiğinden çok daha yüksek (neredeyse 5-6 katı) yevmiyeler dağıtmıştır. Bu cömertlik, bir hayırseverlik değil; halkı kendine bağlama (trampaya getirme) taktiğidir.
* Aşiret Reislerine Kanca: Bölgedeki Arap ve Kürt aşiret reislerine hediyeler, silahlar ve altınlar vererek onlarla dostluk kurmuştur. Lawrence, hatıratında bu durumu küstahça itiraf eder ve yerel kıyafetler giyerek onlardan biri gibi göründüğünü, bu sayede aşiretler arasındaki husumetleri ve devletle olan bağlarını öğrendiğini yazar.
* Fitne Tohumları: Osmanlı zabitlerinin raporlarına göre; Lawrence ve ekibi, aşiretlerin arasında “Türkler sizi ihmal ediyor, biz gelirsek size muhtariyet (özerklik) ve zenginlik vereceğiz” fikrini yaymışlardır. Bu, yıllar sonra Hicaz’da patlak verecek olan isyanın provasıdır.
3. Yerel Halkın Feraseti ve Tepkisi
Her ne kadar bazıları paraya tamah etse de, bölgedeki feraset sahibi Müslüman ahali ve ulema, bu “uzun bacaklı” yabancıların niyetinin halis olmadığını sezmiştir.
* “Gâvurun Ekmeği Kanlıdır”: Bölgedeki bazı kanaat önderleri, Lawrence’ın dağıttığı paraların bereket getirmeyeceğini, bu adamların “dinimize ve devletimize kastetmek için” burada olduğunu meclislerde dile getirmişlerdir.
* Halk Arasındaki Şüphe: Özellikle Lawrence’ın Cuma namazlarına saygısızlık etmemek adı altında gösterdiği sahte tavırlar veya İslami ıstılahları (terimleri) kullanması, samimi müminler tarafından “münafıklık” alameti olarak görülmüş ve tedirginlik oluşturmuştur.
Netice: İhanetin Anatomisi
Karkamış, İngilizlerin “nüfuz casusluğu” faaliyetinin mektebi olmuştur. Burada pişirilen fitne, daha sonra güney cephemizde koca bir yangına dönüşmüştür. Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile boğuşurken, İngilizler Karkamış’ta kaleyi içten fethedecek dinamitleri döşemiştir. Lawrence’ın o dönemde devşirdiği “Hamoudi” (Dahoum) gibi yerel işbirlikçiler, İngiltere’ye götürülüp eğitilmiş ve daha sonra kendi milletine karşı birer silah olarak kullanılmıştır.
Bu tablo göstermektedir ki; İngiliz siyasetinin aslı, “kültürel ve ilmî” faaliyetleri birer truva atı olarak kullanmaktır.
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
İngiliz siyasetinin o sinsi (batini) ve karanlık oyunlarına, parayla satın aldığı casuslarına ve “bilim” maskeli ajanlarına karşı; Osmanlı’nın bağrından kopan serdengeçtilerin, yani Teşkilat-ı Mahsusa’nın verdiği destansı ve haysiyetli cevabı ihtiva eden tarihi makale aşağıdadır.
İngiliz altınına karşı, iman ve vatan aşkıyla direnen “Çöl Aslanları”nın hikayesidir bu.
ÇÖL ASLANLARININ CEVABI: TEŞKİLAT-I MAHSUSA VE GİZLİ HARP
İngiliz devlet aklı, Lawrence ve Bell gibi “misyoner istihbaratçıları” ile İslam coğrafyasının altını oymaya çalışırken, devlet-i aliye gafil değildi. İngiliz’in sinsi planına karşı, Osmanlı’nın cevabı Teşkilat-ı Mahsusa olmuştur. Bu teşkilat, sadece bir istihbarat örgütü değil, vatanın bekası için canını hiçe sayan bir fedailer (gönüllüler) ordusudur.
Lawrence çöllerde aşiret reislerine İngiliz sterlini dağıtarak sadakat satın almaya çalışırken; Teşkilat-ı Mahsusa’nın kahramanları, ellerinde Kur’an, dillerinde İttihad-ı İslam (İslam Birliği) davasıyla, aşiretlerin kalbine ve izzetine hitap etmiştir.
1. Kuşçubaşı Eşref: “Lawrence’ın Korkulu Rüyası”
İngiliz istihbarat raporlarında “Uçan Şeyh” diye anılan Kuşçubaşı Eşref, Lawrence’ın “çölün efendisi” olma hayallerini kabusa çeviren isimdir. İngilizler lojistik ve para gücüne güvenirken, Eşref Bey ve müfrezesi, çölün tabiatına uyum sağlayarak, bir avuç insanla koca İngiliz birliklerini perişan etmiştir.
* İman ve Cesaret: Lawrence, “Araplara altın veriyorum” derken; Eşref Bey, “Ben onlara Allah’ın ipine sarılmayı hatırlatıyorum” demiştir. Hayber’de verdiği mücadele, sayıca az olanın, imanca üstün olan karşısında nasıl devleştiğinin isbatıdır.
* Gayrinizami Harp: Teşkilat-ı Mahsusa, İngilizlerin düzenli ordularına karşı, bugün “gayrinizami harp” denilen, o günkü adıyla “çete harbi”ni en ustaca uygulayan yapıdır. İngiliz ikmal yollarını kesmiş, su kuyularını tutmuş ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” askerlerini çaresiz bırakmışlardır.
2. Süleyman Askeri Bey: Onur Abidesi
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından ve başkanlarından olan Süleyman Askeri Bey, Irak cephesinde İngilizlere karşı “Osmancık Taburu” ile efsanevi bir direniş göstermiştir.
* Şuaybiye Meydanı: İngilizler Basra’ya çıktığında, onları durdurmak için yerel aşiretleri ve gönüllüleri örgütlemiştir. Ancak İngilizlerin teknik üstünlüğü ve ne yazık ki bazı yerel unsurların ihaneti sonucu Şuaybiye’de mağlup olunca, düşmana esir düşmektense, kendi silahıyla hayatına son vererek şehadeti seçmiştir. Bu hareket, Osmanlı zabitinin izzet ve şeref anlayışının, İngiliz pragmatizminden (faydacılığından) ne kadar üstün olduğunun tasviridir.
3. Mehmet Akif’in Çöl Yolculuğu: Fikri Mücadele
Teşkilat-ı Mahsusa sadece silahla değil, fikirle de savaşmıştır. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Teşkilat-ı Mahsusa’nın verdiği görevle Necid çöllerine gitmiştir.
* Amaç: İngiliz propagandasının zehirlediği zihinleri tedavi etmek, Lawrence’ın ektiği fitne tohumlarına karşı “Müminler ancak kardeştir” hakikatini haykırmaktır. Akif, o yolculukta İngiliz siyasetinin İslam alemini nasıl parçalamaya çalıştığını bizzat müşahede etmiş ve “Tükürün o ehli salibin o hayasız yüzüne!” mısralarını bu derûnî acıyla kaleme almıştır.
4. Kut’ül Amare Tokadı
İngilizlerin “hasta adam” dedikleri Osmanlı, Teşkilat-ı Mahsusa’nın da ruh verdiği direnişle, 1916’da Kut’ül Amare’de İngiliz ordusunu generalinden erine kadar esir alarak tarihin en büyük tokatlarından birini atmıştır. General Townshend ve 13 bin İngiliz askerinin esir alınması, İngilizlerin yenilmezlik yanılmasını yerle bir etmiştir. Bu zafer, imanın tekniğe, hakkın batıla galibiyetidir.
Netice: Kaybedilen Toprak, Kazanılan Şeref
İngilizler, “Lawrence”larıyla, paralarıyla ve hileleriyle toprakları işgal etmiş olabilirler. Haritaları cetvelle çizmiş, kardeşleri birbirine düşürmüş olabilirler. Lakin Teşkilat-ı Mahsusa’nın mücadelesi göstermiştir ki; bu topraklarda “bağımsızlık karakteri” asla yok edilemez.
Onlar “zakkum ağacı” ekerken, Teşkilat-ı Mahsusa şehit kanlarıyla bu toprakların tapusunu manevi olarak tescillemiştir. Tarih ingilizin sicilini “fitne ve sömürü” olarak yazarken, bizim serdengeçtilerimizi “kahramanlık ve fedakarlık” olarak kaydetmiştir.
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
İngiliz emperyalizminin “üzerinde güneş batmayan” kibrinin, Dicle kıyısında, iman dolu bir “Osmanlı tokadı” ile sarsıldığı; tarihin gördüğü en büyük şeref levhalarından biri olan Kut’ül Amare Zaferi ve Halil Paşa’nın o mağrur duruşunu anlatan tarihi makale aşağıdadır.
Bu zafer, İngiliz’in sadece ordusunu değil, o sinsi ve kibirli enaniyetini de (egosunu) esir almıştır.
İNGİLİZ’İN SİLİNMEZ LEKESİ, MÜSLÜMAN TÜRK’ÜN EBEDİ DESTANI: KUT’ÜL AMARE
Tarih 29 Nisan 1916. Yer, Irak’ın Kut şehri.
Yüzyıllardır sömürdüğü milletlerin kanı üzerine kurduğu saltanatıyla dünyayı (cihanı) titreten İngiltere, tarihinin en büyük zilletini yaşamaya hazırlanıyordu. “Hasta adam” dedikleri, “bitti” sandıkları Osmanlı; iman, fazilet ve askeri deha ile İngiliz ordusunu Dicle’nin sularına hapsetmişti.
İngiliz General Charles Townshend, 13 bin askeri, yüzlerce subayı ve 5 generaliyle birlikte; açlık, hastalık ve Türk süngüsünün korkusuyla teslim bayrağını çekmek zorunda kalmıştı. Bu, Çanakkale’den sonra İngiliz gururuna vurulan ikinci ve en ağır darbeydi.
1. Rüşvet Teklifi ve Osmanlı Tokadı
İngiliz siyasetinin tabiatında her şeyi parayla satın alabileceği yanılması vardır. Kuşatma altındaki General Townshend, kurtuluş ümidi kalmayınca o bildik “sinsi” yola başvurmuştur. Halil Paşa’ya, ordusunu serbest bırakması karşılığında şahsi servet teklif etmiş, hatta ünlü casus T.E. Lawrence devreye girerek rüşvet miktarını 1 milyon sterline, ardından 2 milyon sterline kadar çıkarmaya çalışmıştır.
Halil Paşa’nın bu ahlaksız teklife cevabı, bir Osmanlı zabitinin izzetinin parayla ölçülemeyeceğinin isbatıdır:
> “Şaka yapıyorsunuz sanırım General! Biz buraya şahsi menfaatlerimiz için değil, Devlet-i Aliye’nin bekası ve İslam’ın izzeti için geldik. Değil milyon sterlinler, dünyaları verseniz bu davadan ve kuşatmadan vazgeçmem.”
>
İngiliz altını, Türk’ün çelikleşmiş iradesi karşısında erimiş ve hükmünü yitirmiştir.
2. Halil Paşa’nın Tarihi Zafer Mektubu
29 Nisan 1916 günü, İngiliz ordusu kayıtsız şartsız teslim olduğunda, Halil Paşa ordusuna hitaben o muazzam günlük emri yayınlamıştır. Bu metin, sadece bir zafer kutlaması değil; İngiliz’in zahiri gücünün, imanın derûnî kuvveti karşısında nasıl çöktüğünün belgesidir.
Halil Paşa, askerlerine şöyle seslenmiştir:
> “Arslanlar!
> Bugün Türklere şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle uçuyorlar. Hepinizin pak alınlarından öperim…
> Bize iki yüz senedir tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Allah’a hamd ve şükürler olsun. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz devleti tarihine bu olayı yazan ilk Türk süngüsü siz oldunuz.
> Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”
>
3. İngiliz Tarihinden Silinmeye Çalışılan Utanç
Bu zafer, İngiliz devlet aklı üzerinde o kadar derin bir travma oluşturmuştur ki, İngiliz askeri tarih kitaplarında Kut’ül Amare’den bahsetmek adeta yasaklanmış, bu hezimet unutturulmaya çalışılmıştır.
* Esir Alınan Ordu: Bir İngiliz tümeninin tamamı, generalleriyle birlikte esir alınmıştır.
* Çöken İtibar: “Yenilmez” İngiliz ordusu, çarıklı, yarı aç yarı tok ama külli bir imanla savaşan Mehmetçik karşısında diz çökmüştür.
* Yırtılan Haritalar: İngilizlerin Bağdat’ı kolayca alıp Ortadoğu’yu şekillendirme planları (o an için) Dicle’nin sularına gömülmüştür.
Netice: İbret ve Hakikat
Kut’ül Amare; sinsiliğin merde, paranın imana, teknolojinin yüreğe yenildiği yerdir. İngilizler, misyoner istihbaratçılarıyla, casuslarıyla, paralarıyla gelmişler; lakin Anadolu çocuklarının “Ya şehidim Ya Gazi” diyen bakışlarına (nazarlarına) çarparak dağılmışlardır.
İstiklalini ve istikbalini kurtararak.
Tarih şahittir ki; İngiliz oyunu sinsidir, lakin o oyunu bozan irade de bu topraklarda her daim mevcuttur.
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
İngiliz’in altınına, Lawrence’ın hilelerine ve çölün kavurucu tabiatına karşı; Peygamber sevgisiyle örülmüş, tarihin en hüzünlü ama en onurlu direnişi: Medine Müdafaası.
İşte, İngilizlerin “strateji” dediği o sinsi kuşatmaya karşı, “Çöl Kaplanı” Fahreddin Paşa’nın iman dolu cevabı ve ibretlik mücadelesinin muhtevası:
PEYGAMBER’İN BAŞUCUNDA SON NÖBET: MEDİNE MÜDAFAASI
Tarih 1916. İngiliz istihbaratı, Şerif Hüseyin’i “Krallık” vaadiyle kandırmış, Osmanlı’yı durdurmaya çalışmıştır. Medine-i Münevvere, asilerin ve İngiliz destekli birliklerin kuşatması altındadır. Şehrin dışı ateş çemberi, içi ise açlık ve yokluktur. Ancak Medine’nin başında öyle bir komutan vardır ki; İngilizlerin hesap edemediği derûnî yani içten gelen bir iman ve bir güçle, tam 2 yıl 7 ay boyunca teslim olmayacaktır. O isim, Fahreddin Paşa’dır.
1. “Ben Seni Bırakamam Ya Resulallah!”
İngilizler ve isyancılar, şehrin teslim edilmesini beklerken; Fahreddin Paşa, Ravza-i Mutahhara’ya (Peygamberimizin kabrine) giderek askerlerini toplamış ve tarihe geçen o yemini etmiştir. Bu an, bir askeri tasvirin ötesinde, bir aşkın isbatıdır:
> “Ey Nas! Malumunuz olsun ki, kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücün desteği olan Medine’yi, son fişengine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir…
> Allah’ın yardımıyla, Peygamberimiz’in ruhaniyetiyle, İngilizlerin parasıyla, altınlarıyla kandırdığı, çölde toplanmış o bedevi isyancılara burayı teslim etmeyeceğiz!
> Ben, Medine Kalesi Kumandanı Fahreddin, Peygamber’in kabri başında ant içiyorum. Şahidim Allah’tır!”
>
Bu konuşma, İngiliz siyasetinin soğuk mantığının anlayamayacağı bir hikmet ve fazilet dersidir.
2. Çekirge Yiyen Ordu
Kuşatma uzadıkça erzak tükenmiştir. Şehirde yiyecek bir lokma ekmek kalmamış, İngilizler “açlıktan ölüp teslim olurlar” yanılmasına kapılmıştır. Ancak Fahreddin Paşa, çölü saran çekirge sürülerini bir “ilahi ikram” olarak görmüştür.
Yayınladığı “Çekirge Tamimi” ile askerlerine çekirgenin nasıl yeneceğini, hangi besinlere sahip olduğunu anlatmış ve “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yiyiniz aslanlarım!” diyerek, ordusunu çekirgeyle besleyip direnişi sürdürmüştür. İngilizlerin lojistik üstünlüğü, bu kanaat ve iman kalkanına çarpıp parçalanmıştır.
3. Kutsal Emanetlerin Kurtarılması
Fahreddin Paşa, İngilizlerin ve isyancıların şehre girmesi halinde, asırlarca korunan Mukaddes Emanetlerin (Hz. Osman’ın Mushafı, Peygamberimizin hırkası ve sancaklar) yağmalanacağını, İngiliz müzelerine kaçırılacağını öngörmüştür.
Büyük bir ferasetle, kuşatma daralmadan önce, 30 parça paha biçilemez emaneti, 2000 askerin korumasında gizlice İstanbul’a, Topkapı Sarayı’na göndermiştir. Bugün o emanetler İstanbul’da ise, bunu o “Çöl Kaplanı”nın ileri görüşlülüğüne borçluyuz. Bu, sadece bir koruma faaliyeti değil, İslam mirasına sahip çıkma şuurudur.
4. Teslim Olmayan Komutan
Mondros Mütarekesi imzalanıp Osmanlı teslim olduğunda bile, Fahreddin Paşa “Ben Peygamber’i bırakıp gitmem” diyerek emre itaat etmemiştir. Padişahın bizzat gönderdiği “teslim ol” emrini dahi, “Bu imza baskı altındaki Padişaha ait olamaz” diyerek reddetmiştir.
İngilizler çaresiz kalmış, sonunda kendi subayları, artık takati kalmayan askerleri ve şehri kurtarmak için Paşa’yı (tabiri caizse) zorla etkisiz hale getirip teslim etmek zorunda kalmışlardır. Fahreddin Paşa, Medine’den çıkarılırken Ravza-i Mutahhara’ya son kez bakmış ve gözyaşlarıyla “Elveda Ya Resulallah” demiştir.
Netice: Zahiri Mağlubiyet, Batini Zafer
İngilizler Medine’ye girmiş, zahiri (görünen) planda savaşı kazanmıştır. Lakin Fahreddin Paşa, “Medine Müdafii” olarak Müslümanların gönlünde ebedi bir taht kurmuş; İngilizlerin parayla ve fitneyle kurduğu düzenin ne kadar çürük, imanın ise ne kadar külli bir güç olduğunu bütün cihana göstermiştir.
Tarih, İngilizleri “Kutsal toprakları işgal edenler”, Fahreddin Paşa’yı ise “Peygamber’in son nöbetçisi” olarak kaydetmiştir.
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
İngiliz siyasetinin İslam coğrafyasına ektiği en büyük fitne tohumunun, bugün dahi kanayan o derin yaranın, yani Filistin meselesinin hukuki ve siyasi aslı: Balfour Deklarasyonu.
“Bir milletin toprağını, o toprakla alakası olmayan bir başka gruba vaat etme” cüretini gösteren bu tarihi vesikanın muhtevası ve arka planındaki sinsi pazarlıklar şöyledir:
BİR MİLLETİN AHI, BİR İMZANIN VEBALİ: BALFOUR DEKLARASYONU
Tarih: 2 Kasım 1917.
Henüz Osmanlı ordusu Filistin cephesinde cansiperane direnirken, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist hareketin önde gelen ismi Lord Rothschild’e kısa bir mektup yazar. Sadece 67 kelimeden oluşan bu mektup, zahiri (görünen) planda basit bir diplomatik nezaket gibi dursa da; batini (içyüzü) planda Ortadoğu’nun kalbine saplanan zehirli bir hançerdir.
1. Olmayan Toprağın Tapusunu Vermek
İngiliz aklı, kendisine ait olmayan bir mülkü, orada yaşamayan bir topluluğa hediye etmiştir. Mektupta geçen şu ifade, tarihin en büyük hukuksuzluklarından birinin isbatıdır:
> “Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır…”
>
Bu cümleyle İngiltere, İslam dünyasının bağrında, kendisine sadık, Batı’nın ileri karakolu olacak yapay bir devletin (İsrail’in) temellerini atmıştır. Bu, “zakkum ağacının” tohumunun toprağa düştüğü andır.
2. Siyonist-İngiliz Pazarlığının “Derûnî” Yüzü
Peki, İngilizler bunu neden yapmıştır? Mesele sadece Yahudilere duyulan sempati değildir; İngiliz siyasetinin tabiatında menfaatsiz adım atmak yoktur.
* Süveyş Kanalı’nın Emniyeti: Hindistan yolunu (Süveyş Kanalı) güvenceye almak için, Mısır ile Osmanlı bakiyesi topraklar arasında tampon bir bölgeye ihtiyaç duymuşlardır. Siyonist bir devlet, İngiltere için bu tampon vazifesini görecektir.
* Amerika’yı Savaşa Çekmek: O dönemde İngiltere, Birinci Cihan Harbi’nde zorlanmaktadır. Siyonist lobinin gücünü kullanarak ABD’yi savaşa dahil etmek ve Rusya’daki Yahudilerin desteğini almak istemişlerdir.
* Chaim Weizmann Faktörü: Siyonist lider ve kimyager Weizmann, İngiliz ordusu için hayati öneme sahip aseton (patlayıcı yapımı için) üretiminde İngiltere’ye büyük hizmet vermiştir. Lloyd George (dönemin Başbakanı), bu hizmete karşılık Filistin’i adeta bir “bahşiş” olarak masaya sürmüştür.
3. Lawrence’ın Verdiği Söz ve İngiliz’in “Üç Kağıdı”
İngiliz siyasetinin ne kadar sinsi ve aykırı işlediğinin en net göstergesi buradaki tutarsızlıktır:
* Araplara Vaat: İngilizler, T.E. Lawrence aracılığıyla Şerif Hüseyin’e “Büyük Arap Krallığı” ve Filistin’in de dahil olduğu topraklarda bağımsızlık sözü vermiştir.
* Yahudilere Vaat: Aynı anda Balfour Deklarasyonu ile aynı toprakları Siyonistlere vaat etmiştir.
* Kendine Pay: Gizli Sykes-Picot anlaşmasıyla da Fransızlarla oturup haritayı kendi aralarında paylaşmıştır.
Bu durum, İngiliz devletinin “oyununu mertçe oynamadığının”, dost bildiklerini sırtından vurduğunun en acı tecrübesidir.
4. General Allenby’nin Kudüs’e Girişi: Haçlı Zihniyeti
Balfour Deklarasyonu’ndan sadece bir ay sonra, 9 Aralık 1917’de İngiliz General Allenby Kudüs’e girmiştir. Selahaddin Eyyubi’nin emaneti düşerken, Allenby’nin “Haçlı Seferleri bugün sona erdi” dediği rivayet edilir. Bu söz, meselenin sadece toprak değil, tarihi bir hesaplaşma olduğunun işaretidir.
Netice: 1948’e Giden Kanlı Yol
1917’deki bu imza, 1948’e kadar sürecek olan İngiliz Mandası dönemini başlatmıştır. İngiliz süngüsü gölgesinde, dünyanın dört bir yanından gemilerle getirilen yerleşimciler Filistin’e yerleştirilmiş; yerli halkın (Müslüman ve Hristiyan Arapların) itirazları şiddetle bastırılmıştır.
Bugün Gazze’de, Batı Şeria’da dökülen her damla kanda, yıkılan her evde, 1917’de atılan o imzanın vebali vardır. Balfour Deklarasyonu, İngiliz devletinin “sinsiliğinin” kağıda dökülmüş halidir.
CÜBBENİN ALTINDAKİ HANÇER: İNGİLİZ SİYASETİNİN DERÛNÎ YÜZÜ VE TARİHİ İBRET
“Bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”
Tarih, feraset sahibi gözler için sadece geçmişin bir tasviri değil, istikbalin de pusulasıdır. Asırlardır İslam coğrafyasının bağrına bir zakkum ağacı gibi kök salan, görünen yüzünde (zahiri) “medeniyet, ilim ve keşif” maskesi taşıyan, lakin hakikatte kan, gözyaşı ve fitne tohumları eken bir yapının anatomisini çıkarmak, bugün her zamankinden daha elzemdir. Bu yapı, üzerinde güneş batmayan imparatorluk iddiasıyla yola çıkıp, İslam aleminin üzerine kara bir kabus gibi çöken İngiliz devlet aklıdır.
Dr. Berna Çaçan Ongun’un kaleme aldığı ve İngiliz arşivlerinin tozlu raflarından hakikatin gün yüzüne çıkarıldığı Misyoner İstihbaratçılar eseri, bu sinsi oyunun isbatı niteliğindedir. Kitabın muhtevası, bizlere “arkeolog, seyyah, doktor veya din adamı” kisvesi altında Osmanlı topraklarını arşınlayanların, aslında birer “istihbarat neferi” olduğunu haykırmaktadır.
İlim Kılıfına Saklanan İhanet
İngiliz siyasetinin en bariz vasfı, düşmanlığını mertçe meydanlarda değil, sinsice perde arkasında yürütmesidir. 19. yüzyıldan itibaren Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasına yayılan İngiliz ajanları, ellerinde kazma kürek, dillerinde “tarih ve arkeoloji aşkı” ile gelmişlerdir. Lakin Gertrude Bell’in Babil’de, Arabistanlı Lawrence’ın çöllerde aradığı şey antik taşlar değil; petrol yatakları, aşiretlerin zaafları ve devletin stratejik damarlarıydı.
Dr. Ongun’un eserinde de temas edildiği üzere; Babil’in tozlu höyüklerinde çalışan o “masum” arkeologlar, aslında Irak’ın bugünkü parçalanmış siyasi haritasını çizen mühendislerdi. Agatha Christie gibi edebiyat dünyasının meşhur simalarının dahi bu gölge oyununun bir parçası olması, kurulan tuzağın ne denli külli ve cihan şümul olduğunu göstermektedir.
Kaleyi İçten Çökertmek: Sahte Din Adamları ve Fitne
İngiliz siyasetinin en tehlikeli ve tahripkar faaliyeti, kaleyi dışarıdan toplarla dövmek değil, içeriden kurt gibi kemirmektir. Tarih şahittir ki; Müstemlekat Nazırlığı (Sömürge Bakanlığı) nam-ı diğer “Kölelik Bakanlığı” bünyesinde yetiştirilen casuslar, sarık sarıp cübbe giyerek Müslümanların arasına karışmıştır.
Topal Mollalardan, Hempher’lara; yakın tarihimizde ise suret-i haktan görünerek milleti sırtından vuran FETÖ ve Kesnizani gibi yapılara kadar uzanan bu silsile, aynı aklın ürünüdür. Amaç gayet açıktır: Dini tahrif etmek, yanlış inançları (dogmaları) yaymak ve Müslümanı Müslümana kırdırmaktır. William Jowett’in Malta merkezli kurduğu matbaalarda basılan ve tahrif edilmiş metinlerle zihinleri bulandırma çabası, bu projenin bir parçasıdır. Charles Dickens’ın misyonerler için kullandığı “gittikleri her yeri daha kötü hale getiren baş belaları” ifadesi, bu tahribatın Batılı bir kalemden dahi itirafıdır.
Dün Malta, Bugün Filistin
Dün Malta’yı bir fitne üssü olarak kullanan, Doğu Akdeniz’den Mısır’a kadar uzanan bir istihbarat ağı ören İngiliz aklı, 1948’de Filistin’in bağrına İsrail hançerini saplayan elin ta kendisidir. Yetmiş küsur yıldır sönmeyen bu ateşin çırası, o günkü İngiliz siyaseti tarafından yakılmıştır. Afrika’dan Asya’ya kadar sömürdüğü milletlerin kanı üzerine kurduğu refah, masumların ahı ile lekelidir.
Sonuç ve Bakış (Nazar)
Bugün karşımızda duran tablo şudur: İngiliz derin devleti, oyununu hiçbir zaman mertçe oynamamıştır. Tabiatı gereği sinsi ve karanlıktır. Misyoner İstihbaratçılar kitabının ortaya koyduğu vesikalar, sadece birer tarihi belge değil, aynı zamanda birer uyarı levhasıdır.
Bizlere düşen; bu hadiselere sadece bir tarih okuması olarak değil, bir basiret ve feraset dersi olarak bakmaktır. Zira suretler değişse de niyetler ve yöntemler değişmemiştir. Dün “arkeolog” maskesiyle gelenler, bugün başka maskelerle aramızdadır. Bu zakkum ağacının köklerini kurutmak, ancak tarihi hakikatleri bilmek ve bu sinsi oyunlara karşı uyanık olmakla mümkündür.
✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧✧
ÇÖLÜN ALTINDAKİ İNGİLİZ AKLI: BELL VE LAWRENCE’IN GİZLİ DOSYASI
İngiliz emperyalizmi, “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” hayalini kurarken, İslam beldelerini sadece askeri güçle değil; dilini, kültürünü, zaaflarını ve aşiret yapılarını çok iyi bilen, “ilmî araştırma” kılıfına bürünmüş ajanlarıyla işgal etmiştir. İşte o iki kritik isim ve faaliyetlerinin esası:
1. GERTRUDE BELL: “Irak’ın Taçsız Kraliçesi” ve Sınır Çizen Kadın
Tarih sahnesinde bir seyyah, fotoğrafçı ve arkeolog olarak tanıtılan Gertrude Bell, hakikatte İngiliz istihbaratının Ortadoğu masasındaki en kilit ismidir. Yerel halkın ona verdiği isimle “El-Hatun”, çadır çadır gezerek aşiret reislerinin şecerelerini çıkarmıştır.
* Arkeoloji Maskesi Altında İstihbarat: Bell, 1900’lerin başında Kudüs, Suriye ve Mezopotamya’da yaptığı kazılarda sadece antik taşları incelememiştir. Asıl faaliyeti; hangi aşiretin kime düşman olduğunu, su kuyularının yerlerini ve bölgenin demografik yapısını (tabiatını) Londra’ya raporlamaktır.
* Irak’ın Yapay Sınırları: Birinci Cihan Harbi sonrasında kurulan masada, bugünkü Irak’ın sınırlarını cetvelle çizen kişi odur. Sünni, Şii ve Kürt nüfusu, İngiliz menfaatlerine göre öyle bir harmanlamıştır ki, bu topraklarda fitne ateşi hiç sönmemiştir.
* Kral Yapan Kadın: Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı Irak Kralı olarak tahta oturtan siyasi aklın arkasındaki isimdir. Bunu yaparken halkın hayat tarzına ve inançlarına duyduğu sahte saygıyı bir silah olarak kullanmıştır.
2. T.E. LAWRENCE: “Arabistanlı Lawrence” ve İhanet Mühendisliği
Thomas Edward Lawrence, İngilizlerin “böl-parçala-yönet” siyasetinin sahadaki en tesirli uygulayıcısıdır. Oxford’da arkeoloji eğitimi almış, Karkamış (Gaziantep-Suriye sınırı) kazılarında sözde Hitit kalıntılarını aramıştır. Lakin asıl aradığı, Osmanlı’yı arkadan vuracak damarlardır.
* Karkamış İstasyonunda Casusluk: 1911-1914 yılları arasında Karkamış’ta, Almanların inşa ettiği Bağdat Demiryolu hattını nazar (gözlem) altında tutmuştur. Burada Arapçayı mükemmel derecede öğrenmiş, yerel kıyafetlerle halkın arasına karışarak Osmanlı aleyhine menfi propagandalar yapmıştır.
* Hicaz Demiryoluna Sabotaj: Osmanlı’nın can damarı olan ve Müslümanların Hac yolculuğunu kolaylaştıran Hicaz Demiryolu’nu havaya uçurarak, İslam birliğine ve Müslümanların mukaddes yolculuğuna en büyük darbeyi vurmuştur.
* Sahte Vaatler ve Hüsran: Şerif Hüseyin ve oğullarını “Büyük Arap Krallığı” vaadiyle kandırıp Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştır. Ancak İngiliz siyasetinin tabiatı gereği, savaş sonunda Araplara hürriyet değil, manda (sömürge) rejimi reva görülmüştür. Lawrence, yazdığı “Bilgeliğin Yedi Sütunu” (Seven Pillars of Wisdom) adlı eserinde bu faaliyetlerini tasvir ederken, ihanetin boyutlarını da itiraf etmiştir.
Tarihi Bir Hakikat ve İbret Tablosu
Dr. Berna Çaçan Ongun’un Misyoner İstihbaratçılar eserindeki vesikaların da teyit ettiği üzere; bu şahıslar basit birer maceraperest değildir. Onlar, Londra’daki “Kölelik Bakanlığı”nın sahadaki elleridir.
* Yöntemleri: Önce dili ve kültürü öğrenmek, sonra güven kazanmak, ardından aykırı (zıt) fikirler aşılayarak içeriden çökertmek.
* Hedefleri: Osmanlı mülkünü parçalamak, halifelik bağını koparmak ve yeraltı kaynaklarını sömürmektir.
Bugün o topraklarda yaşanan acıların müsebbibi, o gün “dost” ve “bilim insanı” görünümüyle gelen bu İngiliz ajanlarıdır. Tarih, bu sinsi planları unutanlar için tekerrürden ibarettir.
İngiliz Misyoner–İstihbarat Ağının Osmanlı Topraklarındaki Derin Kökleri**
Tarih, milletlerin sadece savaş meydanlarında değil, zihinlerde, mefkûrede ve içtimaî yapıda yürütülen gizli mücadelelere de şahittir. Bu gizli mücadelelerin en maharetli, en sinsi ve en derin hatlı olanlarından biri, asırlarca Britanya İmparatorluğu’nun “görünmeyen eli” olarak işleyen misyoner–istihbarat mekanizmasıdır.
Dünyanın birçok coğrafyasında İngiliz siyasetinin iz bıraktığı doğrudur; ancak en ağır, en kalıcı ve en tahripkâr izleri, İslam beldelerinde ve Osmanlı topraklarında meydana gelmiştir. Zira İngiliz devleti; topun, tüfeğin, ordunun giremediği yerlerde öğretmen, arkeolog, doktor, seyyah ve din adamı maskesiyle derunî bir şekilde nüfuz etmiş; tabiatını saklayan bu kimliklerle kale içeriden fethedilsin istemiştir.
Böylece, bir zamanlar “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” sıfatını kazanan İngiltere, savaş meydanlarında yenemediği devletleri, zihinlerde ve toplum dokusunda çözmeyi hedeflemiştir.
OSMANLI’YI “DOST GÖRÜNEREK” İÇTEN ÇÖZME HİLESİ
Osmanlı, üç kıtayı birbirine bağlayan coğrafyasıyla İngiltere’nin emperyal projelerinde merkezî bir mevkiye yerleşti.
Londra görünürde Osmanlı’nın müttefikiydi; lâkin perde arkasında bambaşka bir tablo vardı:
• Bir yandan dostluk gösterileri, diğer yandan kaleyi içeriden çökertme planları…
• Bir yandan diplomaside tebessüm, diğer yandan sahada gizli misyoner ağları…
• Bir yandan Osmanlı’yı Rusya’ya karşı koruma söylemi, diğer yandan Osmanlı milletlerini birbirine zıt hâle getirecek faaliyetler…
İngiliz devletinin bu ikiyüzlü stratejisini tarihçiler “gülen yüzün ardındaki soğuk akıl” diye nitelendirir.
**MİSYONERLİK Mİ, İSTİHBARAT MI?
GÖRÜNMEYEN SINIRDAKİ SESSİZ ORDU**
Dr. Berna Çaçan Ongun’un İngiliz arşivlerinden derlediği vesikalar, bu gizli örgünün gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor.
Misyonerler; zahiren dinî tebliğ, eğitim, sağlık, arkeoloji ve bilimsel keşif maskesi altında faaliyet yürütmüşlerdir.
Hakikatte ise:
• etnik yapıları incelemiş,
• kabîle, aşiret ve cemaat bağlarını çözmüş,
• yerli halkın alışkanlıklarını, geçim yollarını, ihtilaflarını, hassasiyetlerini kaydetmiş,
• aylık raporlarla Londra’ya bilgi aktarmış,
• Osmanlı içtimaî dokusunu bölmeye müsait zayıf noktaları tespit etmişlerdir.
Bu raporlar daha sonra İngiliz dış politikasının sahadaki planlarını belirlemiştir.
Bu sebeple misyoner; ne sadece bir rahipti, ne de sıradan bir arkeolog.
O, modern istihbaratın ilk saha ajanıydı.
**GERTRUDE BELL VE T.E. LAWRENCE:
“ARKEOLOJİ” PERDESİNİN ARKASINDAKİ DEV MÜHENDİSLER**
Ongun’un ortaya koyduğu en çarpıcı şahıslardan biri Gertrude Bell’dir.
Kazı yapıyor gibi görünüyor; fakat esas meşguliyet:
• aşiret yapıları,
• petrol bölgeleri,
• stratejik geçitler,
• kabîle çekişmeleri
üzerine rapor hazırlamaktı.
Irak’ın modern siyasi düzeninin mimarlarından biri olarak bilinir.
Yanı başında ise bir başka “arkeolog” vardır:
Arabistanlı Lawrence (T.E. Lawrence).
Lawrence, 1910’dan itibaren yaptığı seyahatlerde:
• kabîle bağlarını,
• coğrafî kritik noktaları,
• Müslüman toplumların iç farklılıklarını
tek tek kaydetmiş; Birinci Dünya Savaşı’nda Arap isyanlarını yönetmiş; Osmanlı’nın gücünü zayıflatacak zemini hazırlamıştır.
Ongun’un ifadesiyle:
“Arkeoloji, bir kazı disiplini değil, iktidar mühendisliğinin maskesiydi.”
AGATHA CHRISTIE’NİN ÇEVRESİ BİLE BU AĞIN İÇİNDE
Polisiye romanların kraliçesi Agatha Christie’nin dahi Ortadoğu’daki kazılara katılması tesadüf değildir.
Eşi Max Mallowan, İngiliz arkeoloji okullarının önemli isimlerindendir.
Bu okulların kurucusu yine Bell’dir; başında ise Sömürge Ofisi yöneticisi Tümgeneral Percy Cox bulunur.
Arkeoloji okulları, sadece birer bilim yuvası değil;
İngiliz siyasetine sahadan bilgi aktaran stratejik merkezlerdir.
**MALTA: SESSİZ BİR MERKEZ
MISYONERLİĞİN LOJİSTİK ÜSSÜ**
William Jowett isimli rahip, Malta’dan başlayıp İzmir, Ayvalık, Sakız Adası, Atina ve Mısır’a uzanan bir ağ kurmuştur.
Malta matbaası yüz binlerce yayını basmış, farklı milletlere ulaştırmış; böylece yerel cemaatler üzerinde tesir oluşturulmuştur.
Jowett’in raporları, İngiliz bürokrasisi için “saha el kitabı” hükmündedir.
Ongun’un ifadesiyle:
“Bu raporlar, bir toplumu içerden çözmenin ilmihali gibidir.”
OSMANLI, BU OYUNU GÖRDÜ MÜ?
Evet.
Özellikle Sultan Abdülhamid Han, misyoner–istihbarat ağını fark etmiş; karşı tedbirler geliştirmiştir.
Fakat 19. asrın sonu, Osmanlı’nın en zayıf olduğu dönemdir.
Dış baskılar, içeride ayrılıkçı hareketler, ekonomik bağımlılık ve Avrupa müdahaleleri, bu sinsi ağın işini kolaylaştırmıştır.
**MİRASI NE OLDU?
BÖLÜNMÜŞ COĞRAFYALAR, YARALI TOPLUMLAR, SÜREN KAOS**
Gertrude Bell’in çizdiği Irak haritası bugün bile kanayan bir meseledir.
Lawrence’ın yönlendirdiği Arap isyanları, İslam beldelerinde asırlık zıtlıkların kaynağı olmuştur.
Malta merkezli faaliyetler, Rumların milliyetçi hareketlerine ivme kazandırmıştır.
Mısır ve Kuzey Afrika’da yürütülen çalışmalar, İngiliz sömürge politikasının zeminini hazırlamıştır.
Ve Filistin…
1948’de kurulmasına zemin hazırladıkları İsrail, yetmiş yılı aşkın süredir bölgenin ateşini söndüremez hâle getirmiştir.
Bir İngiliz atasözü şöyle der:
“Bir yerde iki balık kavga ediyorsa, oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”
Bu söz, emperyal aklın tabiatını özetler.
SONUÇ: TARİHİN SESSİZ SAYFALARINDAN YÜKSELEN İBRET
Bugün İslam coğrafyasında yaşanan birçok zıtlık ve çatlak, geçmişte kurulan bu görünmez ağların birikimidir.
İngiliz misyoner–istihbarat hattı; savaşsız işgalin, silahsız fethetmenin, dost görünüp içeriyi çözmenin en maharetli örneğidir.
Bu yüzden tarih, sadece okunmak için değil, ibret alınmak için vardır.
İnsan yaşlandıkça, dünyanın fani yüzü solmaya başlar. Dostlar birer birer “asli vatan” tarafına göç ederken, geride kalan ruh, zahiri alemde büyük bir kimsesizlik hisseder. Bediüzzaman, bu gurbet halini ve o halin içindeki manevi teselliyi şöyle ifade eder:
1. Gurbet İçinde Gurbet ve Dostların Ayrılığı
Bediüzzaman, Altıncı Rica’da, dostlarının çoğunun berzah âlemine göçmesiyle hissettiği o derin hüznü ve yalnızlığı anlatır. Bu, aslında hepimizin hissettiği “dünyadan kopuş” ve asıl menzile yöneliş sancısıdır:
> “Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylası’nda Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti.
Altıncı Mektup’ta izah edildiği gibi; o gece ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet, ben vatanımdan garib olduğum gibi bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor.
Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki bulunduğum muzaaf vahşet, bin defa tezauf etse idi yine o teselli kâfi gelirdi.”
> (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a, Altıncı Rica.)
>
2. Mezarın Hakikati: Zindan Değil, Dostlara Kavuşma Kapısı
İnsan zahiri nazarıyla baktığında ölümü karanlık bir kuyu, mezarı da bir yokluk kapısı zanneder. Ancak iman nuruyla bakıldığında, o kapının aslında “gurbetteki garib”in, sevdiklerine kavuştuğu bir koridor olduğu görülür. Sekizinci Rica’da bu hakikat şöyle isbat edilir:
> “En evvel herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’an ile gördüm ki ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de fakat mü’min için asıl siması nuranidir, güzeldir gördüm.
………İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikati gördüm ve çok risalelerde kat’î bürhanlarla ispat ettim. Kendime hakiki bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Siz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalalet ağlasın.”
> (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a, Sekizinci Rica.)
>
3. Dünyadan Terhis ve Ebedi Menzile Yolculuk
On Birinci Rica’da ise, dünyadaki faaliyet ve hizmetin bittiğini, artık “paydos” emrinin gelmekte olduğunu hisseden bir ruhun, gidişata nasıl hikmetle baktığı anlatılır. Bu, bir kaçış değil, bir terhistir:
> “Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. “Emr-i kün feyekûn”e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde her şeyin planı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyarat mutî bir ordusu olduğu gibi zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.”
> (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a, On Birinci Rica.)
>
Bu iktibaslardan da anlaşılacağı üzere; yaşlılık ve ölüm korkusu, aslında ruhun asıl vatanına duyduğu hasretin bir dışavurumudur. İman, bu hüznü lezzetli bir vuslat iştiyakına dönüştürür.
Gurbetten Sılaya: Ruhun Asli Vatanına Hüzünlü Dönüşü
İnsan, şu fani dünyada bir yolcudur. Lakin bu yolculuk, yalnızca anne karnından mezara kadar süren kısa bir hayat şeridinden ibaret değildir. Bu sefer, ezelden başlayıp ebede uzanan, külli bir dairenin tamamlanmasıdır. Ruhlarımız, Bezm-i Elest’te “Evet” dediği günden beri, o ezelî ahdi yerine getirmek ve asıl yurduna kavuşmak için yoldadır.
Dünyaya gelişimiz, aslında hüzünlü bir gurbete çıkıştır. Adem babamız ve Havva annemizin Cennet’ten yeryüzüne inişiyle başlayan bu ayrılık hikâyesi, her birimizin derûnî dünyasında tekrar tekrar yaşanır. Bizler, o asli vatanın çocuklarıyız; fakat şimdi gurbet diyarındayız. Bu yüzden insanın kalbi, dünyadaki hiçbir surî lezzetle tam manasıyla tatmin olmaz. Çünkü tabiatı gereği, fani olanla değil, baki olanla sükûn bulmak ister.
Bir Garip Yolcu ve Hüzünlü Ayrılık
Şu dünya hanı, bizim için bir “bekleme salonu” hükmündedir. İnsan burada bir garib, bir misafirdir. Zahiri nazarlar, dünyanın süslü yüzüne aldanıp burayı kalıcı zannetse de, hakikat ehli için dünya, sadece bir geçiş güzergâhıdır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu hali Mektubat adlı eserinde şu veciz ifadelerle tasvir eder:
> “Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
> (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime.)
>
İşte bu cümlelerdeki hikmet, hüznümüzü ümide çeviren yegâne hakikattir. Ölüm, zahiren soğuk ve korkutucu bir ayrılık gibi görünse de, hakikatte gurbetten sılaya dönüşün biletidir. Uzun bir ayrılıktan sonra, gurbetteki garib ve gurebanın, baba ocağına, o asli vatanına dönmesi gibi; ruh da tenden sıyrılarak asıl menziline doğru kanatlanır.
Büyük Buluşma: Vuslat
Bu yolculuğun sonundaki o “büyük buluşma”, Adem ve Havva’nın evlatlarının, asırlar süren bir hasretin ardından tekrar bir araya gelmesidir. Dünya gurbetinde çekilen çileler, ayrılıklar ve hüzünler, o vuslat anının lezzetini artırmak içindir. Enaniyet ve nefis perdeleri kalktığında, insan Rabbine kavuşmanın ve O’nun rızasına ermenin huzurunu tadar.
Cenab-ı Hak, Fecr Suresi’nde bu kutlu dönüşü ve vuslatı şöyle müjdeler:
> “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!”
> (Fecr Suresi, 27-30. Ayetler)
>
Sonuç Yerine: Menzile Varış
Bütün bu gelişler ve gidişler, o son menzile varmak içindir. İnsanın dünyadaki faaliyeti, bu dönüş yolculuğuna hazırlıktan ibarettir. Hüzünlüyüz; çünkü gurbetteyiz. Mahzunuz; çünkü ayrılık ateşini tadıyoruz. Ancak ümitsiz değiliz. Çünkü biliyoruz ki, bu yolun sonu yokluğa değil, varlığın ta kendisine, ebedi bir huzura çıkar.
Ölüm, bir yanılma yahut bir son değil; bilakis perdenin açılması ve hakikatin bütün çıplaklığıyla görünmesidir. Gurbetteki yolcu, yükünü bırakır, yorgunluğunu atar ve “Elhamdülillah” diyerek asıl yurdunun kapısından içeri girer. İşte o an, bütün hüzünler son bulur ve ebedi vuslat başlar.
Kâinatın Tılsımını Çözen Anahtarlar: İnsan, Peygamber ve Ebediyet Yolculuğu
İnsan, şu kâinat sarayının en nazlı misafiri ve en ehemmiyetli vazifedaridir. O misafir İnsan yaratılış gayesinden başlayıp, ona yol gösteren rehberine, hayatın faniliğinden ebedi saadetine uzanan bir hakikat haritası çizmektedir.
1. : Sîmadaki Sikke-i Ehadiyet ve İnsanın Başıboş Olmayışı
> İktibas: “Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren, o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât, seni başı boş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin;”
> Kaynak: Sözler, Onuncu Söz (Haşir Risalesi)
>
İzah ve Şerh:
Bu ifade, Haşir Risalesi’nin mantık örgüsü içerisinde, insanın yaratılışındaki sanat ile ahiretin gerekliliği arasında kurulan muazzam bir bağdır. İnsanın yüzü (sîması), küçük bir harita gibidir; bütün insanların yüzüne benzemekle “birlik” (Vahdet) mührünü, fakat hiçbir yüze tam olarak benzememekle de “birlik içinde teklik” (Ehadiyet) mührünü taşır.
Bu kadar ince bir sanatla, her ferdi şahsına münhasır yaratan bir Sanatkâr (Sâni-i Zülcelal), elbette o sanat eserinin fiillerini, amellerini ve hayatının neticesini başıboş bırakmaz. Bir ressam, en kıymetli tablosunu çöpe atar mı? Veya bir padişah, özenle seçtiği elçisini takip etmez mi? Bu vecize, insanın “başıboş” bir varlık olmadığını, her halinin kayda geçtiğini ve bu dikkatin neticesinde büyük bir mahkemenin (Mahkeme-i Kübra) kurulacağını akli bir delille isbat eder. İnsana verilen bu kıymet, aslında onun ebede namzet olduğunun en büyük delilidir.
2. : Kâinatın En Büyük Muallimi ve Rehberi
> İktibas: “Hem madem Hâlıkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş…”
> Kaynak: Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi)
>
İzah ve Şerh:
İnsan, aklıyla “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularını sorar. Ancak akıl, vahiy nuru olmadan bu sorulara tatmin edici bir cevap veremez. İşte bu noktada, Âlemlerin Rabbi, cevapları bildirmesi için Hz. Muhammed’i (asm) “En Büyük Muallim” olarak tayin etmiştir.
Buradaki hikmet şudur: Bir saray yapılsa ve içi antika eserlerle donatılsa, fakat o eserlerin manasını anlatan bir rehber olmasa, o sarayın yapılmasının bir hükmü kalmaz. Kâinat sarayının manasını okuyan, bildiren ve “Hâlıkımız bizden ne istiyor?” sualine cevap veren zat, Resul-i Ekrem’dir (asm). O, elindeki Kur’an mucizesiyle ve binler mucizatının tasdikiyle, hem dünya (şehadet âlemi) hem de gayb âlemi namına konuşur. En büyük davası ise “Haşir”dir, yani öldükten sonra diriliştir. Böyle sadık ve bürhanlı bir muallimin sözü, “güneş ve gündüz gibi” kat’idir.
3. : Muallimin Manevi Kıymeti ve Dini Terbiye
> İktibas: “Şu zamanın dindar bir muallimine eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum. Çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş.”
> Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi (Hatıralar ve Lâhikalar muhtevasında geçen manalar)
>
İzah ve Şerh:
Bediüzzaman Hazretleri, yaşadığı asrın içtimai yaralarını teşhis ederken, eğitimin ve muallimin (öğretmenin) hayati rolüne dikkat çeker. Eskiden aile hayatı İslam terbiyesi üzerine bina edildiğinden, çocuk dini eğitimini evde alırdı. Ancak asrın getirdiği dünyevileşme ve aile yapısındaki sarsıntılar, bu mukaddes vazifeyi öğretmenlerin omuzlarına yüklemiştir.
Bu sebeple, bir öğretmenin sadece fen ilimlerini değil, aynı zamanda manevi ilimleri ve güzel ahlakı çocuğa aşılaması, onu “eski zaman velileri” gibi kıymetli kılar. Çünkü bir çocuğun imanını kurtarmak, ona ebedi bir hazine vermektir. Bediüzzaman’ın “benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım” demesi, onun hizmetinin temelindeki şefkat ve merhamet hissinin ne kadar cihanşümul olduğunu gösterir.
4. : Ölümün İkazı ve Hubb-u Dünyanın İlacı
> İktibas: “Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.”
> Kaynak: Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup
>
İzah ve Şerh:
İnsan, tabiatı gereği hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmaya meyillidir. Bu “tûl-i emel” (hiç ölmeyecek gibi uzun yaşama arzusu) ve “hubb-u dünya” (dünya sevgisi), kalbi karartır ve asıl vazifeyi unutturur. Bu manevi hastalığın en tesirli ilacı ise “Rabıta-i Mevt”tir; yani ölümü düşünmektir.
Ölüm, bir yok oluş değil, bir terhistir; ancak gaflet uykusundan uyandıran en gür sadadır. Ölümü hakiki manada tefekkür eden bir insan, elindeki oyuncakların kırılacağını bilen bir çocuk gibi dünya metaına hırsla saldırmaz. Bilir ki bu hayat fânidir, o halde bâki olan bir âlem için çalışmak lazımdır. Bu vecize, insanı karamsarlığa değil, bilakis hakikate uyanmaya ve tedbir almaya davet eder.
5. : Saadet-i Ebediyenin Anahtarı: İman
> İktibas: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”
> Kaynak: Kastamonu Lâhikası
>
İzah ve Şerh:
Bütün bu izahların varıp dayandığı zirve nokta “İman”dır. İnsanın bu dünyadaki en büyük davası, imanla kabre girmektir. “Her kim olursan ol” hitabı, bu davetin külli ve cihanşümul olduğunu gösterir. Zengin-fakir, âlim-cahil fark etmeksizin herkesin, “saadet-i ebediye” (sonsuz mutluluk) sarayına girmek için bu anahtara ihtiyacı vardır.
Buradaki “gözünü aç” ihtarından maksat, baş gözü değil, kalp gözüdür; basirettir. Kâinattaki nizamı, sîmalardaki sikkeyi, peygamberlerin getirdiği haberi tarafsız ve dikkatli bir nazarla inceleyen herkes, hakikati müşahede edecektir. İmanını kurtarmak, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket olan ebedi haps-i münferitten kurtulması demektir.
ÖZET: İnsan, Kâinat ve Ebediyet Denklemi
Bu beş levha, birbiriyle irtibatlı muazzam bir hakikat dersidir. Dersin özü şudur:
İnsan, ilahi bir sanat eseri olarak Sîmasındaki mühürle Yaratıcısına işaret eder ve başıboş bırakılmadığını isbat eder. Bu yolculukta insanı şaşırtmayacak rehber, Muhammed-i Arabî (asm) ve onun izinden giden hakiki Muallimlerdir. İnsanı gaflet uykusundan uyandıran en büyük nasihatçi Ölüm, onu fani dünyadan baki âleme hazırlar. Ve nihayetinde, bütün bu sürecin gayesi, insanın İmanını kurtarıp Ebedi Saadeti kazanmasıdır.
Konuyla Müradif Ayet-i Kerimeler
* İnsanın başıboş bırakılmaması hakkında:
> “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?”
> (Kıyâmet Suresi, 75/36)
>
* Sîmadaki sanat ve yaratılış hakkında:
> “Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?”
> (İnfitâr Suresi, 82/6-8)
>
* Peygamberin rehberliği hakkında:
> “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”
> (Ahzâb Suresi, 33/21)
>
* Ölümün nasihat olması hakkında:
> “Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksiz ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”
> (Âl-i İmrân Suresi, 3/185)
>
* İman ve hakikat nazarı hakkında:
> “(Resûlüm!) De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allah’a çağırırız…”
> (Yûsuf Suresi, 12/108)
>
Küresel Satranç ve Maskeli Vicdan: Kan ve Altın Arasındaki Tercih
Dünya, “zahiri” (dış) yüzünde modern hukukun ve insan haklarının konuşulduğu bir medeniyet bahçesi gibi görünse de; “batini” (iç) yüzünde, gücün haklıyı ezdiği, mazlumun ahının arşa yükseldiği bir arenaya dönmüştür. Bugün yeryüzünde şahit olduğumuz hadiseler, basit birer sınır ihtilafı veya tesadüfi birer “yanılma” değildir. Bilakis, aslı ve esası çok daha derinlere inen, külli bir planın, cihan şümul bir satrancın hamleleridir.
Çıban Başı Yapılan Devletler ve Vekalet Savaşları
Küresel hegemonya, kendi “enaniyetini” (egosunu) tatmin etmek ve hakimiyetini baki kılmak adına, doğrudan sahaya inmek yerine “maşa” kullanmayı tercih etmektedir. İşte bu noktada, haritanın kilit noktalarındaki bazı devletler, adeta birer “çıban başı” haline getirilmektedir. Yunanistan’dan Ukrayna’ya, Ermenistan’dan Sırbistan’a ve İsrail’e kadar uzanan hat, tesadüfi bir coğrafi dağılım değildir.
Bu ülkeler, büyük güçlerin (ABD ve arkasındaki küresel sermaye odaklarının) elinde, hedefteki “merkez” devletleri kuşatmak için kullanılan birer koçbaşıdır. Türkiye, Rusya, Çin ve Hindistan gibi, dünyanın tek kutuplu yapısına “aykırı” duran ve kendi “tabiatı” gereği bağımsız hareket etme potansiyeli taşıyan güçler; bu “ileri karakol” devletler üzerinden yıpratılmaya çalışılmaktadır.
Bir yanda Ukrayna üzerinden Rusya’yı bataklığa çekme gayreti, diğer yanda Yunanistan ve adalar üzerinden Türkiye’yi Akdeniz’e hapsetme planı, aynı aklın ürünüdür. PKK ve DEAŞ gibi terör örgütleri ise, bu devletlerin dahi giremediği kılcal damarlarda kaos çıkarmakla vazifeli, “kullan-at” kabilinden aparatlar olarak sahaya sürülmektedir.
Kaostan Beslenen Sermaye ve İnsanlığın Sefaleti
Bu tablonun geri planında, dünyayı bir ticarethane, insanları ise birer rakam olarak gören, hissiyattan yoksun bir zümre bulunmaktadır. Rockefeller, Rothschild, Soros gibi ailelerle sembolleşen, lakin tesiri şahısları aşan bu “küresel faiz ve kaos lobisi”; servetini barıştan değil, kavgadan ve kandan devşirmektedir.
Silah satarken bir el, diğer elle de ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine, altınlarına ve ekonomilerine ipotek koymaktadır. Onların varlık sebebi, başkalarının yokluğuna ve hatta ölümüne bağlanmıştır. Bu, tarihin gördüğü en acımasız sömürü çarkıdır.
Dünya gelirinin yüzde seksenini, nüfusun o imtiyazlı yüzde yirmi ve hatta onun da içindeki yüzde beşlik kesim gasp ederken; geriye kalan yüzde yirmiyi, milyarlarca insan “dengesiz” bir şekilde paylaşma kavgası vermektedir.
İşte bu adaletsiz taksimatın neticesidir ki; bir coğrafyada insanlar “çok yemekten” obezite tedavisi görürken, diğer bir coğrafyada bir milyar insan bir lokma ekmek bulamadığı için ölüm sınırında yaşamaktadır. Bu tezat, modern dünyanın alnında kara bir lekedir.
İlahî İkaz ve Sonuç
Bu zulüm düzeni, insanlığın “fazilet” ve “hikmet”ten uzaklaşıp, maddeye ve güce tapmasının bir neticesidir. Kur’an-ı Kerim, servetin sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaması gerektiğini ihtar eder.
Haşr Suresi 7. Ayet’te Rabbimiz şöyle buyurur:
> “…Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet (servet) ve güç olmasın…”
>
Bugün yaşananlar, sadece siyasi bir strateji değil, aynı zamanda büyük bir ahlaki çöküşün “isbatıdır”. Dünya, bu “yanlış inanç” ve sömürü düzeninden kurtulmadıkça, ne o “kuşatılan” devletler huzur bulacak ne de insanlık hak ettiği refaha erişecektir. Çare; külli bir şuurla, bu oyunun farkına varmak ve sadece maddi değil, manevi ve ahlaki bir duruşla bu kuşatmayı yarmaktır.
Allah’ın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur.
Kendisi mukaddes ve her türlü noksanlıktan münezzehtir.
Vicdani olan şefkat,acıma ve merhameti her şeyi kuşatmıştır.
Ancak bunlarla beraber iradesiyle karar verip hükmederken, Hak ve Adil isimleri son kararı verir.
Her hak sahibine hakkını verip, kullarına ve hiç bir şeye zulmetmediği gibi.
O halde; Olaylara Allah’ın Rahmet ve Adaleti noktasından nasıl bakmalı ve nasıl değerlendirmeliyiz?
Evet, Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur ve mahlukata benzemekten münezzehtir. Cenab-ı Hakk’ın şefkat ve merhameti her şeyi kuşatmış olmakla birlikte, bu merhamet O’nun Hak ve Adil isimlerinin tecellisine, yani adaletin yerini bulmasına mani değildir. Bilakis, adalet de merhametin bir başka veçhesidir; çünkü zalime ceza vermek, mazluma merhamet etmektir.
Olaylara (hadisata) Allah’ın Rahmet ve Adaleti penceresinden bakarken şu temel ölçüleri nazar-ı dikkate almak, meseleyi kavramamızı kolaylaştıracaktır:
1. Adalet ve Rahmetin Dengesi (Muvazene)
Allah’ın adaleti, her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi yerli yerine koymaktır. Rahmeti ise, mahlukatın acizliğine şefkatle mukabele edip onları terbiye etmektir. Bir musibet veya sıkıntı görüldüğünde, bunun sadece zahiri (dış) yüzüne bakarak hüküm vermek insanı yanılmaya düşürebilir.
Olayların arkasındaki “kader” planında, Allah’ın adaleti kulun hatasına bir ceza (kefaret) olarak tecelli edebilirken, aynı olay rahmet cihetiyle o kulun manevi derecesini artırmaya veya onu daha büyük bir zarardan korumaya vesile olabilir.
Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle beyan edilir:
> “…Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük.» Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım…”
> (A’râf Suresi, 156. Ayet)
>
2. Olayların Zahiri ve Batini Yüzü
Hadisatın bir mülk (bizim gördüğümüz dış yüzü), bir de melekût (Allah’a bakan iç yüzü) ciheti vardır. İnsan aklı ve nefsi, olayların zahiri yüzündeki çirkinliklere veya zorluklara takılabilir. Ancak hakikatte ve neticede, Allah’ın yarattığı her şeyde ya bizzat bir güzellik (hüsn-ü bizzat) veya neticeleri itibariyle bir güzellik (hüsn-ü bilvasıta) vardır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda bu bakış açısını şöyle tasvir eder:
> “Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.”
> (Bak: https://tesbitler.com/2025/11/14/husnu-bizzat/ )
>
3. Zulüm ve Adalet-i İlahiyenin Farkı
İnsanlar, kendi cüz-i iradeleriyle verdikleri kararlarda bazen nefislerine uyarak zulmedebilirler. Bir olayda insan eliyle gelen bir zulüm olsa bile, Allah o olayı yaratırken adildir. Yani; bir zalim sizi haksız yere üzebilir (bu onun zulmüdür ve cezasını çekecektir), fakat Allah’ın bu olaya izin vermesi, sizin geçmişteki bir hatanıza kefaret veya gelecekteki bir makamınıza hazırlık olduğu için adalet ve rahmettir.
Buna “Kader adalet eder, insan zulmeder” düsturuyla bakmalıyız.
4. Hayır ve Şer Telakkisi
Bizim “şer” (kötü) zannettiğimiz olaylarda Allah’ın büyük bir hayır murad etmiş olması mümkündür. Rahmet, bazen acı ilaç suretinde gelir. Hasta için acı ilaç veya neşter, zahiren sıkıntılı olsa da neticesi itibariyle şifa ve rahmettir.
> “Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
> (Bakara Suresi, 216.)
>
Özetle Nasıl Değerlendirmeliyiz?
Olaylara bakarken şu üç soruyu sormak, istikametli bir nazar (bakış) sağlar:
* Bu olayda benim sorumluluğum ve hatam nedir? (Nefsimizi hesaba çekmek – Adalet-i Nefs)
* Cenab-ı Hak bu olayla bana neyi öğretiyor veya beni hangi hatamdan arındırıyor? (Hikmet ve Terbiye-i Rabbaniye)
* Zahiri zorlukların arkasında saklı olan rahmet hediyeleri neler olabilir? (Hüsn-ü Zan ve Ümit)
Allah’ın icraatını, O’nun sonsuz ilmi ve hikmeti penceresinden değerlendirdiğimizde, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyebilecek bir teslimiyet makamına yaklaşmış oluruz.
FITRATA BAŞKALDIRI: NESLİ İFSAT EDEN “ÇAĞDAŞ” SEFAHAT VE AKIBETİMİZ
İnsanlık tarihi, iman ve küfür mücadelesinin sahnesidir. Ancak bu asırda, inançsızlıktan neşet eden öyle büyük bir bela zuhur etmiştir ki; o da hayayı, edebi ve fıtratı hedef alan, ahlaksızlığı “hürriyet” maskesi altında pazarlayan sefahat cereyanıdır.
Bugün “LGBT” ve türevleri adıyla önümüze konulan, kökü dışarıda, tesiri ise hanelerimizin içine kadar uzanan bu hareket, asrın en büyük manevi vebasıdır.
Siyaset Masasında Ahlakın İflası
Gazete manşetlerine yansıyan ve yürekleri dağlayan son hadiseler, bu tehlikenin kapımıza dayandığını değil, bizzat evin içine sokulmak istendiğini isbat ediyor. Yeni Şafak gazetesinin manşetinde de görüldüğü üzere; CHP’nin parti programına aldığı, “cinsel yönelim” adı altında meşrulaştırılmaya çalışılan bu sapkınlık, sadece siyasi bir tercih değil, toplumun temel taşı olan aileye ve nesle yapılmış açık bir suikasttır.
Program taslağındaki “Evde, okulda, iş yerinde, siyasal hayatta, kısacası hayatın her alanında” ifadesi dehşet vericidir. Bu, sapkınlığın sadece şahsi bir “yanılma” değil, devlet eliyle teşvik edilen, okullardaki masum yavrularımıza kadar zerk edilmek istenen bir zehir olduğunun itirafıdır. Aileyi, anneyi, babayı ve fıtratı inkar eden bu anlayış; nesli kurutmak, cemiyeti maneviyatsız bir yığına dönüştürmek isteyen “ifsat komitelerinin” faaliyetinden başka bir şey değildir.
Epstein Skandalı: “Medeni” Dünyanın Maskesi Düştü
Bize “çağdaşlık”, “özgürlük” ve “insan hakkı” masalları anlatan Batı medeniyetinin, perde arkasında nasıl bir çirkef yuvası olduğu, patlak veren Epstein skandalı ile bütün çıplaklığıyla ortaya dökülmüştür. Dünyanın en “seçkin” görünen isimlerinin, siyasetçilerinin ve zenginlerinin, çocukların istismar edildiği, fuhşiyatın ve sapkınlığın zirve yaptığı bir adada nasıl bir bataklığa saplandığına cihan şümul bir nazarla şahit olduk.
Bu skandal, sadece bir şahsın suçu değil; nefsi, hevası ve şehveti ilah edinen, hududullahı (Allah’ın sınırlarını) tanımayan sistemin çöküşüdür. Batı’nın kokuşmuş değerlerini “ilericilik” diye bu millete dayatanlar, aslında Epstein’in temsil ettiği o karanlık ve süfli dünyanın şubesi olmaya taliptirler.
İlahi İkaz: Lut Kavminin Akıbeti
Tarih, tekerrürden ibarettir derler; eğer ibret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi? Kur’an-ı Kerim, bizlere asırlar öncesinden, haddi aşan ve fıtrata savaş açan bir kavmin, Lut kavminin hazin sonunu haber vererek ikazda bulunur.
Cenab-ı Hak, A’raf Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:
> “Hani Lût da kavmine şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp da cinsel arzuyla erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan bir toplumsunuz.'” (A’râf, 7/80-81)
>
Ayette geçen “haddi aşan toplum” ifadesi, bugünkü “sınır tanımaz” özgürlük anlayışının tam karşılığıdır. Allah’ın koyduğu fıtrat kanunlarını çiğneyenler, taş yağmuruyla helak olan o kavmin akıbetine doğru koşar adım gitmektedirler.
Risale-i Nur Penceresinden Bakış
Asrın manevi tabibi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sefahatin ve ahlaksızlığın, medeniyet-i sefihane vasıtasıyla insanlığı nasıl bir uçuruma sürüklediğini eserlerinde mükemmel bir surette tasvir etmiştir. Hevesat-ı nefsaniyenin peşine düşenlerin, hem dünyalarını hem de ahiretlerini nasıl berbat ettiklerini şöyle ifade eder:
> “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akılla onların sefahat ve batıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihane taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlaksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.” (Lem’alar.17. Lem’a. Beşinci nota)
>
Görüldüğü üzere, bugün siyasi parti programlarına giren, okullara sokulmak istenen bu “terbiye-i sefihane”, gençliğin imanını ve milli hamiyetini söndürmeye yönelik bir projedir.
Netice-i Kelam
Bugün karşı karşıya kaldığımız tehlike, basit bir siyasi tartışma meselesi değildir. Mesele; fıtratın muhafazası, neslin devamı ve imanın selametidir. “Cinsel yönelim” kılıfı altında sunulan bu ahlaksızlık, Lut kavmini helak eden hastalığın bu asırdaki metastaz yapmış halidir.
Müslüman Türk milleti, feraset ve basiret ile hareket etmeli, bu “süslü” ve “demokratik” ambalajlı zehri reddetmelidir. Aksi takdirde, hayasızlığın ve fuhşiyatın istila ettiği bir toplumda, ne aile kalır, ne devlet, ne de istikbal. Unutmayalım ki; edebi olmayanın, ebedi bir geleceği de olmaz.