Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır” şeklindeki hadis sahih midir?

“Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır” şeklindeki hadis sahih midir?


CEVAP:

Sahih hadis kaynaklarında geçmeyen rivayet çeşitli kaynaklarda İbn Abbas ve Ebû Hureyre gibi sahabilere isnad edilerek şöyle yer almaktadır:

مَن تَمَسَّكَ بِسُنَّتِي عِندَ فَسادِ أُمَّتِي فَلهُ أَجْرُ مِائِةِ شَهيدٍ

“Kim ümmetimin fesadı zamanında sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır.”
Bu rivayetler, hadis âlimlerince senet açısından “zayıf” ve râvileri de “mechûl” (tanınmaz) bulunmuştur.
Bkz. Kaynaklar:
(İbn Adiy, el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl, Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1998/1409, c. 2, s. 327; İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mîzan, Beyrut: Müessesetü’l-İlmiyye li’l-Matbûât, 1986/1406, c. 2, s. 246)

Evvela senedinde zayıflık olmakla beraber, Allahu alem bu hadis delil amaçlı değil, terğib ve terhib açısından teşvik amaçlı. Birde itikadı ve Fıkhi değil.
Ve de Şafii mezhebince en muteber âlimlerinden olan İbn Hacer el-Askalânî tarafından rivayet edilip, Bediüzzaman Said Nursî’nin de bunu delil olarak almasıdır.

@@@@@

Bakınız:

4 İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/on-birinci-lem-a/54

https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-fesada-gittigi-zamanda-sunneti-seniyeye-sarilan-yuz-sehit-sevabini-kazanir-hadisi-nasil-0

https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/fesad-i-ummetim-zamaninda-kim-benim-sunnetime-temessuk-etse-yuz-sehidin-ecrini-sevabini-kazanabilir-bu-hadis-i-serif%3famp

https://www.google.com/amp/s/islamqa.info/amp/tr/answers/89878

https://www.google.com/amp/s/www.islamveihsan.com/ummetin-fesada-ugradigi-vakitte-sunneti-yasayanlarin-sevabi.html/amp

@@@@@

Bu hadis çeşitli kaynaklarda zikredilmiş olup alimler arasında sahihliği konusunda ihtilaf bulunmaktadır.

Hadis, Beyhakî’nin Şuabü’l-İmân (15/150, No: 10975) adlı eserinde ve İmam Suyûtî’nin Câmiu’s-Sağîrinde geçmektedir. Ancak hadis kaynaklarında isnad açısından değerlendirilirken zayıf olduğu belirtilmiştir.

Bazı hadis âlimleri, bu rivayetin senedinde zayıflık bulunduğunu ifade etmişlerdir. Özellikle, hadisin ravilerinden bazılarının zayıf veya meçhul olduğu ifade edilmiştir. Hadis, sahih hadis kitaplarında (Buhârî, Müslim gibi) yer almamaktadır. Dolayısıyla, sahih değil, zayıf bir rivayet olarak değerlendirilmiştir.

Ancak hadisin anlamı bakımından İslam’ın genel ilkelerine uygun olduğu da söylenebilir. Çünkü fitne zamanlarında sünnete sarılmanın faziletli olduğu, İslam âlimleri tarafından kabul edilen bir ilkedir. Bu gibi rivayetler, motive edici yönüyle ele alınabilir; ancak hüküm verirken sahih hadisler esas alınmalıdır.

@@@@@@

Zayıf hadisle amel edilir mi?

Zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği konusu, İslam âlimleri arasında tartışmalı bir meseledir. Bu konuda üç temel görüş bulunmaktadır:

1. Zayıf hadisle kesinlikle amel edilmez

Bazı alimler, hadis sahih değilse onunla amel edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Bu görüşü benimseyenlerden biri İmam Buhârî ve İbn Hazm’dır. Onlara göre, dini konularda yalnızca sahih ve hasen hadislerle amel edilmelidir.

2. Zayıf hadis, belirli şartlarla amel edilebilir

Birçok hadis alimi (örneğin İmam Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî, İmam Ahmed) ise bazı şartlar dâhilinde zayıf hadisle amel edilebileceğini söylemiştir. Bu şartlar şunlardır:

Hadis çok zayıf olmamalıdır (mevzû – uydurma olmamalıdır).

Hadis, genel dinî prensiplere aykırı olmamalıdır.

Hadis, faziletli ameller (terğîb ve terhîb), yani sevap ve teşvik konularında olmalıdır. Helal-haram gibi konularda delil olmaz.

Hadise dayanarak kesin bir hüküm verilmemeli, sadece teşvik edici bir unsur olarak görülmelidir.

3. Zayıf hadisle genel olarak amel edilir

Bazı âlimler, özellikle Hanbelî mezhebinde, zayıf hadislerin muteber kabul edilebileceğini ifade etmişlerdir. Ancak bu görüş, genel kabul görmemiştir.

Sonuç olarak:

İtikad (inanç) ve fıkhi hükümler konularında zayıf hadisle amel edilmez.

Faziletli ameller (nafile ibadetler, dua, zikir, ahlakî öğütler) konusunda, çok zayıf olmamak kaydıyla zayıf hadisler teşvik amaçlı kullanılabilir.

Hadis uydurma (mevzû) ise, hiçbir şekilde kabul edilmez ve kullanılmaz.

@@@@@@@

Genel olarak Hadis konularıyla ilgili Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nur-daki-hadisler-ve-kaynaklari/
https://tesbitler.com/2025/01/14/mevzu-hadisler-ve-elestirisi/
https://tesbitler.com/2025/01/14/hadislerin-gunluk-hayatta-yorumlanmasi-ve-bunun-olcusu-ne-olmalidir/
https://tesbitler.com/2024/08/06/hadisler-uzerine-yapilan-supheler/
https://tesbitler.com/index.php?s=Hadis+
https://tesbitler.com/2023/07/30/hadislerdeki-tergib-ve-terhibin-hikmetleri-nelerdir/
https://tesbitler.com/page/2/?s=Hadis+
https://tesbitler.com/page/3/?s=Hadis+

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 22nd, 2025

DİNİN BOYUNDURUGUNDAN VE ALLAH’IN MÜKELLEFİYETİNDEN KAÇANLAR, ŞEYTAN’IN BOYUNDURUĞU ALTINA GİRMEKTEDİR

DİNİN BOYUNDURUGUNDAN VE ALLAH’IN MÜKELLEFİYETİNDEN KAÇANLAR, ŞEYTAN’IN BOYUNDURUĞU ALTINA GİRMEKTEDİR


İlahi Hakikatten Kaçış: Hakkı Bırakan, Batıla Esir Olur

İnsan, yaratılışı gereği inanç ve sorumluluk bilinciyle donatılmıştır. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de insana verdiği nimetleri, sorumluluklarını ve ona sunduğu imtihanı açıkça bildirmiştir. Ancak bazı insanlar, Allah’ın emir ve yasaklarından kaçmaya, dini yükümlülüklerden sıyrılmaya çalışır. Oysa hakikatten kaçan, bâtılın kucağına düşer. Allah’ın boyunduruğundan kaçanlar, şeytanın boyunduruğu altına girmektedir.

Allah’ın Emirlerinden Kaçmak, Şeytanın Tuzaklarına Düşmektir

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

> “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra gevşersiniz ve gücünüz gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 8/46)

İslam, insanı kötülüklerden koruyan ve ona huzur veren bir yaşam biçimi sunar. Allah’a kulluktan kaçan insanlar ise, boşlukta kalır ve bu boşluğu şeytan doldurur. Nefsinin peşine düşenler, şeytanın esiri olurlar.

Allah, kullarına emir ve yasaklarını bildirirken, bunların insan için bir lütuf olduğunu da vurgular. Ancak şeytan, insana bu emirlerin bir yük olduğunu fısıldar. Tıpkı Hz. Âdem’i ve Hz. Havva’yı kandırdığı gibi, insanı da özgürleşme vaadiyle kandırarak asıl köleliğe sürükler. Allah’ın yolundan uzaklaşan bir insan, önce nefsine, sonra dünyanın süslerine ve nihayetinde şeytanın oyunlarına teslim olur.

Şeytanın Boyunduruğu: Hürriyet Sanılan Esaret

Allah, insanı en güzel şekilde yaratmış ve ona irade vermiştir. Ancak bu iradeyi doğru kullanmayanlar, şeytanın ipine sarılarak gerçek esareti yaşarlar. Şeytanın boyunduruğu, hürriyet süsü verilmiş bir esarettir.

Kur’an’da bu durum şu şekilde anlatılır:

> “Şeytan, onlara uzun emeller verdi ve onları aldatmalarla yanılttı.” (Nisâ, 4/120)

İnsanın nefsine hoş gelen arzular, aslında onu şeytanın esiri yapar. Günümüzde, dini emirleri terk etmekle özgürleştiğini sanan birçok insan, aslında nefsinin ve dünyanın esiri olmaktadır. Modern hayatın sunduğu lüks, eğlence ve geçici hazlar, insana tatmin değil; iç huzursuzluğu, doyumsuzluk ve mutsuzluk getirmektedir.

Şeytan, Allah’tan kaçanları şu yollarla kandırır:

1. Nefis ve arzularla esir almak – Günahları süslü göstererek kişiyi haramlara sürükler.

2. Dünyanın aldatıcı süsleriyle oyalamak – İnsan, dünya nimetlerine kapıldıkça, ebedi hayatı unutur.

3. Zevk ve rahatlık vaadiyle aldatmak – Dini sorumluluklardan kaçanlar, aslında daha büyük bir yükün altına girerler.

Allah’a kul olmaktan kaçan, nefsinin kölesi olur.

Hakikate Dönüş: Allah’a Kulluk, Gerçek Özgürlüktür

İslam, insanı şeytanın ve nefsin esaretinden kurtarıp, gerçek özgürlüğe ulaştırır. Çünkü Allah’a kul olan, başka hiçbir gücün kölesi olmaz. Gerçek özgürlük, yalnızca Allah’a boyun eğmektir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise şeytandır; onları aydınlıktan karanlığa sürükler.” (Bakara, 2/257)

İman eden bir insan, nefsin ve dünyanın esaretinden sıyrılarak ilahi huzura kavuşur. Dini emirleri terk edenler ise, bu huzuru hiçbir zaman bulamazlar.

Sonuç: Kulluğu Reddeden, Esareti Kabul Etmiş Olur

Zaman zaman insanlar Allah’ın emirlerini ağır bulabilir, dini sorumluluklardan kaçmak isteyebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir: Allah’ın kulluğundan kaçan kişi, mutlaka başka bir güce boyun eğecektir. Şeytan, insanı isyan ve sapkınlık yoluna çağırarak, onu gerçek esarete sürükler.

Allah’ın emirlerine tabi olmak, insana dünyada huzur, ahirette ise ebedi saadet getirir. Şeytanın boyunduruğuna girenler ise, dünyada tatminsizlik ve mutsuzluk içinde yaşar, ahirette ise pişmanlıkla karşılaşır.

O halde, insanın en büyük özgürlüğü, Allah’a kul olmaktır.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

Bediüzzaman, “ey tabiat bataklığına düşen gafil!

Bediüzzaman, “ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlahiyeyi tanımazsan her bir şeye, hattâ her bir zerreye, hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, her şeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.”,

“Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcibü’l-vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheplerine göre muztar kalıyorlar.”
Neden ve Niçin?
Diğer benzer cümlelerle izahı.

Bediüzzaman Said Nursî, yukarıdaki ifadelerinde tabiatçılığı (naturalizmi) ve materyalizmi eleştirerek, Allah’ın varlığını inkâr edenlerin mantıksal olarak nasıl büyük bir çelişkiye düştüklerini açıklamaktadır. Bu düşünce, tevhid ve Allah’ın varlığının zorunluluğu üzerine temellendirilmiştir.

1. Bediüzzaman’ın Söylediği Şey: Tabiat Bataklığı ve Mantıksal Çıkmaz

Bediüzzaman diyor ki: Eğer Allah’ı kabul etmezsen, her bir zerreye ilahî özellikler yüklemek zorunda kalırsın. Çünkü:

Eğer evrende hiçbir ilahî güç yoksa, o zaman her şey kendi kendine var olmalı ve düzeni sağlamalıdır.

Ancak tabiattaki bir zerre bile akılsız, şuursuz ve güçsüz olduğu halde, sonsuz bir kudret ve hikmet gerektiren işleri yapmaktadır.

O halde her bir zerreyi ilah gibi görmek zorundasın ki bu, mantıksız bir durumdur.

Örneğin:
Bir ressam olmadan mükemmel bir tablo ortaya çıkabilir mi? Ya da bir mühendis olmadan karmaşık bir makine kendiliğinden var olabilir mi?

İşte, Allah’ı inkâr edenler, tabiatı, atomları veya sebepleri ilahlaştırmak zorunda kalıyorlar ki bu, yüzlerce “küçük ilah” kabul etmek anlamına geliyor.

Diğer Benzer İfadelerle Karşılaştırma

1. Risale-i Nur’un başka bir yerinde benzer bir ifadeyle şöyle denir:

> “Her şeyde Vahid-i Ehad’in sikke-i mahsusası var. Tabiat ise, şirk ve küfürle yoğrulmuş bir hurafedir.”

Yani evrendeki her varlık, Allah’ın birliğini ve tekliğini gösteren bir mühür taşır. Tabiat ise, Allah’ın yerine konulursa, birçok ilah kabul edilmesi gerekir.

2. Her şeyin bir ustası vardır. Bir iğnenin bile ustası varken, bu koca kâinatın ustasız olması mümkün müdür?

Bir sineğin bile sonsuz hikmet ve kudret gerektiren bir yaratılışı varken, onu sebeplere bağlamak, her sebebi bir ilah saymak demektir.

3. İmam Gazali de şöyle der:

> “Allah’ın varlığını inkâr eden, ya her şeyi Allah’a verir ya da her şeyi kendine yükler. Kendine yükleyenin ise aklı başında değildir.”

Bediüzzaman’ın dediği gibi, Allah’ı reddeden kişi, evrendeki tüm atomlara ve varlıklara ilahlık vermek zorundadır. Çünkü her varlık, sonsuz hikmet ve kudret gerektiren bir sanat eseri gibidir.

2. Tabiatçılar Neden Bu Çıkmaza Düşüyor?

Bediüzzaman’ın “zındık maddiyyun gâvurlar” diye bahsettiği materyalistler, Allah’ın varlığını reddettiklerinde aslında imkânsız bir şeyi kabul etmek zorunda kalıyorlar:

Bir taşın, bir çiçeği yaratabileceğini,

Akılsız atomların insan gibi şuurlu varlıkları oluşturabileceğini,

Tabiatın kendi kendine düzen ve denge kurabileceğini kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Oysa bir harf bile kâtipsiz olmaz, bir bina bile ustasız olmazken, evren gibi muhteşem bir sanat eserinin kendi kendine oluşması mantık dışıdır.

3. Sonuç: Birlik Mi? Çokluk Mu?

Allah’ı kabul eden kişi, her şeyi tek bir güce, yani Allah’a bağlar. Böylece hem mantıkî hem de tutarlı bir açıklama yapar.

Allah’ı reddeden kişi ise, her bir sebebe ilahi güçler vermek zorunda kalır ki bu, bâtıl bir çok ilahlığa (şirk) dönüşür.

Bediüzzaman burada diyor ki: “Ya bir Allah’ı kabul edersin, ya da zerrat (atomlar) adedince ilah kabul etmek zorunda kalırsın.”

Bu, tevhid inancının en güçlü akılcı delillerinden biridir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

YILBAŞINDA İNDİRİM, RAMAZANDA BİNDİRİM. TOPLUMSAL SİNDİRİM.

YILBAŞINDA İNDİRİM, RAMAZANDA BİNDİRİM. TOPLUMSAL SİNDİRİM. ENFLASYONU YÜKSELTEN BÜNYEDEKİ GİZLİ VİRÜS. ACABA BUNU YAPAN VE TETİKLEYEN TUSIAD ÜYELERİNİN SAHIP OLDUĞU İŞLETMELER Mİ?


**Enflasyonun Gizli Tetikçileri: TÜSİAD Üyelerinin İki Yüzlü Rolü**
*(İbret ve Düşünceler Üzerine Bir Analiz)*

### **Giriş: “Yılbaşında İndirim, Ramazanda Bindirim”**
Türkiye’de enflasyon, yalnızca para politikaları veya küresel şoklarla açıklanamayacak kadar karmaşık bir durum. Toplumun “sindirilmesi” olarak nitelenen bu süreçte, fiyat artışlarının perde arkasında kimler var? TÜSİAD gibi büyük iş dünyası temsilcileri, enflasyonla mücadele çağrıları yaparken, acaba kendi üye işletmeleriyle bu virüsü besliyor olabilir mi?

### **1. TÜSİAD’ın Enflasyon Eleştirileri ve İronik Çelişkiler**
TÜSİAD, 2025 yılı için enflasyon tahminini %32 olarak açıklarken, bu yüksek oranın dar gelirlileri vurduğunu vurguluyor . Ancak, aynı raporlarda “enflasyonla mücadelenin maliyetinin emekçilere yüklendiği” belirtiliyor . Peki, TÜSİAD üyesi şirketlerin fiyatlama politikaları bu tabloda ne kadar masum?
– **Fiyat Belirleme Gücü:** Büyük ölçekli şirketler, piyasa hakimiyetleriyle fiyatları yukarı çekme potansiyeline sahip. Örneğin, temel gıda ve enerji sektörlerindeki tekelleşme, “Ramazan bindirimlerini” kaçınılmaz kılıyor.
– **Vergi ve Kayıt Dışılık:** TÜSİAD, kayıt dışı ekonomiyle mücadeleyi savunurken , üyelerinin vergi optimizasyon uygulamaları sorgulanıyor. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin temel nedeni olarak gösterilen yüksek enflasyon, aslında “özel sektör kaynaklı bir vergi” gibi işliyor .

### **2. Rekabet mi, Tekel mi?**
TÜSİAD, rekabetçi piyasa ekonomisini savunduğunu söylüyor , ancak üye şirketlerin sektörlerdeki dominant pozisyonları, rekabeti baltalayarak fiyat istikrarsızlığını körüklüyor. Örneğin:
– **İhale ve Kredi Politikaları:** “İhalelerde eşitlik ilkesi” çağrısı yapan TÜSİAD’ın üyeleri, kamu ihalelerinde avantajlı konumda. Bu durum, küçük işletmelerin ezilmesine ve piyasa dinamiklerinin bozulmasına yol açıyor.
– **Teknoloji ve Verimlilik Açmazı:** TÜSİAD, yüksek teknolojili üretimin %3 gibi düşük bir seviyede olduğunu itiraf ediyor . Ancak, üyelerin düşük verimlilikle çalışması, maliyet artışlarını tüketiciye yansıtmalarına bahane oluyor.

### **3. “Hukuk Devleti” Söylemi ve Gerçekler**
TÜSİAD, hukukun üstünlüğünü savunurken , üye şirketlerin yargıyla ilişkileri sorgulanıyor. Örneğin, TMSF’nin şirketlere kayyum atama yetkisi , bazı TÜSİAD üyelerinin siyasi yakınlıkları nedeniyle “hedef gösterilme” endişesi oluşturuyor. Bu durum, hukuk devleti söylentisiyle pratik arasındaki uçurumu ortaya koyuyor.

### **4. Kamuoyu Manipülasyonu ve “Fedakarlık” Retoriği**
TÜSİAD, enflasyonla mücadelenin “fedakarlık gerektirdiğini” söylüyor , ancak bu fedakarlığın yükünü hep dar gelirliler çekiyor. Örneğin:
– **Asgari Ücret ve Verimlilik:** Asgari ücret artışlarının “verimlilik eksikliği” nedeniyle tıkanması , şirketlerin üretim maliyetlerini düşürmek yerine fiyatları artırmasıyla sonuçlanıyor.
– **Kamu Tasarrufu Eleştirisi:** TÜSİAD, kamuda tasarruf talep ederken , üye şirketlerin KÖİ projelerinden elde ettiği kârlar ve devlet garantileri, bütçe açıklarını derinleştiriyor .

### **5. Çözüm Önerileri mi, İkircikli Söylemler mi?**
TÜSİAD’ın “yapısal reform” önerileri (eğitim, teknoloji, hukuk) , teoride doğru olsa da pratikte samimiyetsiz kalıyor. Örneğin:
– **Eğitim Bütçesi:** TÜSİAD, eğitime ayrılan kaynakların artırılmasını isterken , üyelerinin vergi kaçırma yöntemleri kamu kaynaklarını eritiyor.
– **Yeşil Dönüşüm:** “Yeşil ekonomi” vurgusu yapılırken , ağır sanayiye dayalı üretim modeli değişmiyor.

### **Sonuç: Enflasyon Bir “Toplumsal Sözleşme” mi?**
Enflasyon, yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir kriz. TÜSİAD’ın “hızlanmamız gerekiyor” çağrıları , üyelerinin piyasadaki dominant rollerini sorgulamadan anlamını yitiriyor. “Yılbaşında indirim, Ramazanda bindirim” zincirini kırmak için, hem kamu politikalarında şeffaflık hem de özel sektörde ahlaki dönüşüm şart. Unutmayalım: Enflasyon, bir tercihtir. Ve bu tercihte herkesin payı var.

*(Bu makale, TÜSİAD’ın resmi açıklamaları ve ekonomik analizler ışığında hazırlanmıştır. İronik sorgulamalar, gerçek verilerle harmanlanarak sunulmuştur.)*

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

3 yıl boyunca Rusya Ukrayna niçin savaştı? Ne oldu ve nereye gelindi? Sonuç?

3 yıl boyunca Rusya Ukrayna niçin savaştı? Ne oldu ve nereye gelindi? Sonuç?


Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş, 2014 yılında Kırım’ın ilhakı ve Donbas bölgesindeki çatışmalarla başlamış, Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya geniş çaplı askeri müdahalesiyle yeni bir boyuta ulaşmıştır. Bu çatışmanın temel nedenleri arasında Ukrayna’nın NATO ve Avrupa Birliği ile yakınlaşma çabaları, Rusya’nın ise kendi güvenlik endişeleri ve tarihsel olarak Ukrayna üzerindeki etkisini sürdürme isteği bulunmaktadır.

Son üç yılda, savaş her iki taraf için de ağır kayıplara yol açmıştır. Rusya, özellikle Donbas bölgesinde yoğun askeri operasyonlar yürütmüş ve bazı bölgelerde ilerleme kaydetmiştir. Ancak bu ilerlemeler, yüksek insan kayıpları ve uluslararası yaptırımların getirdiği ekonomik zorluklarla birlikte gelmiştir. Ukrayna ise toprak bütünlüğünü koruma mücadelesi verirken, Batılı ülkelerden askeri ve ekonomik destek almıştır. Bununla birlikte, savaşın uzaması ve altyapının tahrip olması nedeniyle Ukrayna da ciddi insani ve ekonomik sıkıntılar yaşamaktadır.

2025 yılı itibarıyla, savaşın sona erdirilmesine yönelik çeşitli diplomatik girişimler olsa da kalıcı bir barış anlaşması henüz sağlanamamıştır. Rusya’nın Ukrayna’nın doğusundaki bazı bölgeleri kontrol altında tutması ve Ukrayna’nın egemenlik haklarını geri kazanma isteği, müzakerelerin önündeki en büyük engellerdendir. Ayrıca, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkışı ve Ukrayna’nın Batı ile entegrasyon çabaları, çatışmanın temelini oluşturan unsurlar olarak varlığını sürdürmektedir.

Sonuç olarak, Rusya-Ukrayna savaşı, bölgesel ve küresel dengeleri etkileyen karmaşık bir çatışma olarak devam etmektedir. Her iki ülke de ağır bedeller ödemekte olup, uluslararası toplumun barış çabaları sürmektedir.

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

TÜSİAD VE MASON İLİŞKİSİ

TÜSİAD VE MASON İLİŞKİSİ


TÜSİAD ve masonluk ilişkisi, tarihsel ve siyasi tartışmaların odağında yer alan bir konudur. İşte bu ilişkiye dair iddialar ve bağlamlar:

### **1. Tarihsel İddialar ve Siyasi Bağlantılar**
– **Menderes Dönemi ve Masonik Çevreler**:
Bazı yorumlara göre, Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde çevresinin 33. derece masonlarla çevrili olduğu ve TÜSİAD üyelerinin bu dönemdeki masonik yapılanmalarla ilişkili olduğu iddia edilir. Örneğin, Menderes’in Necip Fazıl’a yönelik “altımda ve üstümde masonlar var” şeklindeki sözleri, dönemin siyasi elitinin masonik bağlantılarına işaret eder .
– TÜSİAD’ın kuruluşundan önceki dönemde, Türkiye’deki bazı iş insanlarının mason localarına üye olduğu ve bu bağlantıların siyasi tavırlara yansıdığı öne sürülmüştür .

– **Demirel ve Özal Dönemleri**:
Süleyman Demirel’in tamamen masonik çevrelerin “adamı” olduğu, Turgut Özal’ın ise partisindeki dört siyasi eğilim nedeniyle bu gruplarla çatıştığı iddia edilir. TÜSİAD’ın bu dönemlerde hükümetlere “kendi çıkarları doğrultusunda” destek verdiği savunulur .

### **2. TÜSİAD’ın Siyasi ve Ekonomik Tavrına Yönelik Eleştiriler**
– **Vesayet Sistemleri ve Darbe Dönemleri**:
TÜSİAD’ın geçmişte askeri darbeler (12 Eylül, 28 Şubat) sırasında “vesayet rejimlerine yakın durduğu” ve sivil siyaseti zayıflatacak açıklamalar yaptığı iddia edilir. Örneğin, 1980 darbesi öncesinde Bülent Ecevit’e karşı gazete ilanlarıyla baskı kurduğu öne sürülür .
– 28 Şubat sürecinde ise Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinde rol oynadığına dair eleştiriler vardır .

– **Güncel Politikalar ve Hükümetle Çatışma**:
TÜSİAD’ın son dönemde hükümetin ekonomi politikalarını, hukuk devleti ilkelerini ve demokratik standartları eleştirmesi, bazı kesimlerce “vesayetçi” bir tutum olarak yorumlanmıştır. Özellikle 2025 Şubat ayında yaptığı “sistem çöküyor” vurgulu açıklamalar, masonik veya batıcı bir ajandaya hizmet ettiği iddialarını yeniden gündeme getirmiştir .

### **3. Masonluk ve TÜSİAD İlişkisine Dair Belirsizlikler**
– **Doğrudan Kanıt Eksikliği**:
TÜSİAD’ın resmi belgelerinde veya açıklamalarında masonlukla bağlantıya dair bir ifade bulunmamaktadır. Dernek, kendisini “hukuk devleti, katılımcı demokrasi ve ekonomik kalkınma” ilkeleriyle tanımlar .
– Mason localarının gizliliği ve tarihsel olarak komplo teorilerine konu olması, bu iddiaların belgesel temelden yoksun kalmasına neden olmaktadır .

– **İdeolojik Çatışma ve Söylemler**:
TÜSİAD’ın laik, batılı değerleri savunan tavrı ile AK Parti hükümetinin milli-muhafazakar politikaları arasındaki gerilim, masonluk iddialarını besleyen bir zemindir. Örneğin, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi veya Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne cami yapılamaması gibi konular, TÜSİAD’ın “seküler elit” kimliğiyle ilişkilendirilir .

### **4. TÜSİAD’ın Resmi Pozisyonu ve Eleştirilere Yanıtı**
– TÜSİAD, masonlukla ilişkisi olduğuna dair iddiaları hiçbir zaman resmen cevaplamamıştır. Ancak, son dönemdeki açıklamalarında “demokrasi, hukuk devleti ve şeffaflık” vurgusu yaparak, eleştirilerin siyasi motivasyonlu olduğunu ima etmiştir .
– Adalet Bakanı Yılmaz Tunç gibi hükümet yetkilileri, TÜSİAD’ın “siyaseti yönlendirme çabalarını” demokrasiye aykırı bulduklarını belirtmişlerdir .

### **Sonuç**
TÜSİAD ve masonluk ilişkisi, daha çok tarihsel anekdotlar, siyasi çatışmalar ve ideolojik önyargılar üzerinden şekillenen bir tartışma alanıdır. Somut kanıtlardan ziyade, derneğin batıcı ve laik çizgisiyle ilişkilendirilen spekülasyonlar öne çıkmaktadır.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER,

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER, YAKTILAR,YIKTILAR, ŞİMDİDE YURTLARINDAN ÇIKARTIP İŞGAL ETTİLER.-1-


1948 ve Sonrası: Filistin’de Tarihin Kırılma Noktası

Tarih boyunca toprak mücadeleleri birçok coğrafyada yaşanmış, ancak Filistin topraklarında yaşananlar, modern tarihin en dramatik ve trajik süreçlerinden biri olmuştur. 1948 yılı, bu toprakların ve halkının kaderini değiştiren en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu yıl, İsrail’in kurulmasıyla birlikte milyonlarca Filistinlinin topraklarından sürgün edilmesine ve büyük bir insani trajedinin başlamasına sahne olmuştur.

Filistin’e Gelen Yahudiler: Misafirlikten İşgale

19. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle Avrupa’daki baskılar nedeniyle Yahudiler Filistin topraklarına göç etmeye başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu göçler sınırlı bir şekilde devam ederken, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizlerin bölgeyi yönetmesiyle (1917 Balfour Deklarasyonu) göçler hız kazandı.

İngiltere’nin desteğiyle Filistin topraklarına gelen Yahudiler başlangıçta misafir ve azınlık konumundaydı. Ancak zamanla silahlı örgütler kurarak (Irgun, Haganah, Stern Çetesi) Filistin halkına karşı saldırılar düzenlediler. 1948’e gelindiğinde, bu saldırılar artık bir soykırım ve sistematik etnik temizlik boyutuna ulaştı.

Nakba: Büyük Felaket

14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kurulduğunda, Filistinliler için “Nakba” (Büyük Felaket) başladı. İsrail’in kurulmasıyla 750.000’den fazla Filistinli evlerinden sürüldü, köyleri yerle bir edildi ve binlercesi öldürüldü. Bu süreçte Deir Yasin Katliamı gibi olaylar, Filistin halkına yönelik zulmün boyutunu gözler önüne serdi.

Nakba sadece bir göç değildi; aynı zamanda bir halkın kimliğinin, kültürünün ve tarihinin yok edilmeye çalışıldığı bir süreçti. Filistin halkı, 1948’den sonra mülteci kamplarında yaşamaya mahkûm edildi, topraklarına geri dönme hakları ellerinden alındı ve sistematik olarak haklarından mahrum bırakıldı.

Süregelen İşgal ve Direniş

1948’de başlayan işgal süreci hiçbir zaman sona ermedi. 1967’deki Altı Gün Savaşı ile İsrail, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü de işgal etti. O günden bu yana, Filistin topraklarında süregelen bir işgal, yerleşim politikaları ve askeri baskılar devam etmektedir.

Bugün bile Filistinliler, kendi topraklarında yabancı muamelesi görmekte, evleri yıkılmakta, toprakları gasp edilmekte ve sistematik baskılara maruz kalmaktadır. Uluslararası toplumun sessizliği ve ABD ve Avrupa Haçlı birliği gibi büyük güçlerin desteği ile İsrail’in işgali ve Filistin halkına uyguladığı zulüm her geçen gün artmaktadır.

Tarihten Çıkarılacak Dersler

Filistin meselesi, sadece bir toprak mücadelesi değil, aynı zamanda bir insanlık meselesidir. 1948’de başlayan süreç, dünya tarihine utanç verici bir dönem olarak kazınmıştır. Bu olaylar, bize adaletin, insan haklarının ve uluslararası hukukun nasıl göz ardı edilebileceğini göstermektedir.

Tarih, güçlü olanın her zaman haklı olmadığını, zulmün sonsuza kadar sürdürülemeyeceğini ve mazlum halkların bir gün özgürlüğüne kavuşacağını göstermiştir. Filistin halkı, yıllardır süren zulme ve işgale rağmen direnmeye devam etmektedir. Çünkü tarih boyunca hiçbir işgal sonsuza kadar sürmemiştir ve adalet er ya da geç yerini bulacaktır.

Filistin halkının mücadelesi, tüm insanlık için bir vicdan ve adalet sınavıdır. Bu nedenle, dünya bu trajediye kayıtsız kalmamalı, tarihten ders almalı ve Filistin’in özgürlüğü için sesini yükseltmelidir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

HİİÇ!!

HİİÇ!!


HİİÇ: Boşluğun Derin Manası

Hayatta birçok kavram vardır ki ilk bakışta basit görünse de derinlemesine düşünüldüğünde insanı bambaşka diyarlara sürükler. Bu kavramlardan biri de “HİİÇ”tir. Hiç kelimesi, ilk anlamıyla yokluk, boşluk, bir şeyin olmaması gibi düşünülse de, aslında insanın varoluşu, hayatın anlamı ve manevi ve deruni yolculuğu açısından derin ve düşündürücü bir felsefeye sahiptir.

Hiçlik ve Varoluş

İnsan, hayatı boyunca bir anlam arayışı içerisindedir. Kimimiz başarı, kimimiz mutluluk, kimimiz ise maddi kazanç peşinde koşarız. Ancak tüm bunların sonunda bizi bekleyen gerçeklik, aslında hiçliğin kendisidir. Zira ne kadar çok şey elde edersek edelim, her şey fanidir. Sahip olduklarımız, zamanın acımasız çarkları arasında kaybolup giderken geriye sadece “biz” ve içimizde taşıdığımız anlam kalır. İşte burada “HİİÇ” kavramı devreye girer.

Hiçlik, bazılarına göre bir yok oluşu, kimilerine göre ise mutlak huzuru temsil eder. Budist felsefede Nirvana’ya ulaşmak, tasavvufta fenafillah olmak, Batı felsefesinde ise egzistansiyalizmin varoluş sancısı hep bu kavramın etrafında şekillenir. Peki, insan hiçliği kabullenerek mi huzura ulaşır, yoksa ondan kaçarak mı?

Ego ve Hiçlik

İnsan egosu, sürekli olarak kendini var etmek ister. Daha fazla kazanmak, daha çok bilinmek, daha üstün olmak… Ancak hayatın kaçınılmaz sonu karşısında tüm bu çabalar birer yanılmadır. Büyük düşünür Mevlâna, “Hamdım, piştim, yandım” derken aslında insanın olgunlaşma sürecinin sonunda kendi hiçliğini fark edişini anlatır. Hiçlik, bir yok oluş değil, tam aksine varoluşun en saf ve en samimi halidir.

Hiçliği Anlamak ve Kabullenmek

Hiçliği anlamak, hayatı anlamanın anahtarıdır. Hayatı fazla ciddiye almak yerine onun akışına kapılmak, mutlulukları ve hüzünleri büyük bir tevazu ile karşılamak, hayatın içindeki hiçliği fark edip ona göre yaşamak insana büyük bir huzur getirebilir.

Sonuç olarak “HİİÇ”, bir boşluk ya da anlamsızlık değil, aksine insanın kendini bulma yolculuğunda en önemli duraklardan biridir. Hiçliği kavradığımızda, hayatta gerçekten önemli olan şeyleri daha net görebiliriz: Sevgi, paylaşım, huzur ve deruni ve manevi zenginlik… Çünkü her şeyin sonunda, geriye kalan yalnızca “hiç”tir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA İYİLİĞE GİDEN YOLDA BELLİ VE KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLDA BELLİ

İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA İYİLİĞE GİDEN YOLDA BELLİ VE KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLDA BELLİ – TIPKI CENNETE GİDEN YOLUN İYİLİK YOLU OLMASIYLA, KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLUNDA KÖTÜLÜK ÜZERİNE OLMASI GİBİ


İyilik ve Kötülük: İnsanlığın Değişmeyen İmtihanı

İnsanlık tarihi boyunca, iyiliğe giden yol da bellidir, kötülüğe giden yol da. Kur’an-ı Kerim, insanın önünde iki yol olduğunu açıkça belirtir: Doğru yol (sırat-ı müstakim) ve sapkınlık yolu (dalâlet). Bu iki yol, insanın hem dünya hem de ahiret hayatını belirler. Cennete giden yol iyilikten, Cehenneme giden yol ise kötülükten geçer.

İnsan İki Yol Arasında

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah şöyle buyurur:

> “Biz ona iki yolu da göstermedik mi?” (Beled, 90/10)

Bu ayet, insanın seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğunu gösterir. Allah, insanı iyilikle kötülük arasındaki tercihi yapabilecek bir akıl ve iradeyle donatmıştır. Ancak her seçim, bir sonuca götürür.

İyiliği seçenler, hem dünyada hem de ahirette kazançlı çıkarlar. Kötülüğü seçenler ise, hem dünyada huzursuzluk içinde yaşar hem de ahirette pişmanlık duyarlar.

İyiliğin Yolu: Cennete Giden Yol

İyiliğin yolu, adalet, merhamet, dürüstlük, sadaka, sabır ve ihsan gibi güzel ahlaki değerlerden geçer. Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse, onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/7)

İyilik yapan insan, sadece ahirette değil, dünyada da huzur bulur. Çünkü iyilik insanın ruhunu besler, kalbini temizler ve toplumda güven oluşturur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, “Güzel ahlak, cennete götürür” buyurarak, iyiliğin insanı ebedi saadete ulaştıracağını bildirmiştir.

İyilik yolu, her zaman kolay olmayabilir. Sabır ve fedakârlık gerektirir. Ancak sonu huzur, mutluluk ve sonsuz nimetler olan bir yoldur.

Kötülüğün Yolu: Cehenneme Giden Yol

Kötülüğün yolu ise, zulüm, haksızlık, yalan, gıybet, kibir, isyan ve merhametsizlik gibi kötü huylarla döşenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse, onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/8)

Kötü yolda yürüyen kişi, belki kısa vadede dünya nimetlerinden faydalanabilir. Ancak iç huzurunu kaybeder ve sonunda pişmanlıkla karşılaşır. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada kibirle yaşadılar ama sonları felaket oldu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Cehenneme giden yol, nefsin hoşuna giden şeylerle süslenmiştir.”

Bu yüzden kötülük yapmak bazen insana kolay ve cazip gelebilir. Ancak uzun vadede bu yol, pişmanlık ve felaket getirir.

Sonuç: İnsan Kendi Yolunu Seçer

İnsan, her an iyilik ve kötülük arasında bir seçim yapmak zorundadır. Kur’an, bu gerçeği şöyle açıklar:

> “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur. Kim sapıklığa düşerse, zararı kendisine aittir.” (İsrâ, 17/15)

Her insan, bu dünyada bir yolculuktadır. Ya iyiliğin yolunu seçerek cennete yaklaşır, ya da kötülüğün yolunu seçerek cehenneme sürüklenir.

Bu yüzden:

Doğru yolu seçmek için Allah’ın emirlerine uymalıyız.

Nefsimizi terbiye etmeli, sabırlı ve adaletli olmalıyız.

İyiliği yaymalı, kötülükten uzak durmalıyız.

Çünkü cennet yolu iyilikle, cehenn

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?

EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?[1]

 

EĞER INSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI HERŞEY HAREKETSİZ VE ÖLÜ DURUMDA KALACAK, İTİCİ BİR GÜÇ OLMAYACAKTI.


İnsandaki Kuvve-i Gadabiyye: Hikmeti, Dengeyi ve Sonuçlarını Anlamak

İnsan ruhu, Allah’ın hikmetiyle üç temel kuvvet üzerine bina edilmiştir: Kuvve-i Akliyye (düşünce gücü), Kuvve-i Şeheviyye (istek ve arzular), Kuvve-i Gadabiyye (öfke ve mücadele gücü). Bu üç kuvvet, insanın hayatta kalmasını, gelişmesini ve doğru yolu bulmasını sağlayan temel unsurlardır. Ancak her kuvvet gibi, bunların da doğru ve dengeli kullanımı büyük bir önem taşır.

Bu makalede özellikle Kuvve-i Gadabiyye üzerine odaklanarak onun gerekliliğini, yanlış kullanımının zararlarını ve İslam’ın sunduğu ölçüleri inceleyeceğiz.

1. Kuvve-i Gadabiyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Kuvve-i Gadabiyye, insana savunma ve mücadele gücü veren bir duygudur. Eğer bu duygu insanda olmasaydı:

İnsan, haksızlıklara karşı çıkamazdı.

Kendi haklarını savunamaz, zulme boyun eğen bir varlık olurdu.

Hayatta kalma ve ilerleme adına bir çaba gösteremezdi.

Cesaret, kahramanlık ve adalet duygusu gelişmezdi.

Bu yönüyle Kuvve-i Gadabiyye, hayatı harekete geçiren bir güçtür. Allah’ın insana verdiği bu duygu, doğru kullanıldığında adaleti sağlar, yanlış kullanıldığında ise felakete sürükler.

2. Yanlış Kullanımı: Zulme ve Fitneye Sebep Olması

Kuvve-i Gadabiyye’nin aşırı veya yanlış kullanımı, insanı öfke, kibir, zulüm ve fitne içine düşürebilir. Tarihte bunun pek çok örneği vardır:

Firavun gibi zalimler, kuvvetlerini adalet yerine zulüm için kullanmışlardır.

Nemrut gibi kibirli yöneticiler, bu kuvveti haddini aşan bir güç gösterisine dönüştürmüşlerdir.

Kavgacı ve saldırgan insanlar, öfkelerini kontrol edemedikleri için kendilerine ve topluma zarar vermişlerdir.

Rasûlullah (s.a.v.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Gerçek güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değildir. Asıl güçlü kimse, öfkelendiğinde kendine hakim olandır.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis bize gösteriyor ki asıl cesaret ve güç, öfkeyi kontrol edebilmektir. Kuvve-i Gadabiyye, haksız yere öfke ve şiddet aracı olarak kullanıldığında insanı hayvani bir seviyeye indirir.

3. İslam’da Denge: Adaletli Kullanım

İslam, bu kuvvetin ne tamamen bastırılmasını ne de serbest bırakılmasını istemiştir. Bize sunulan yol denge yoludur:

Haksızlığa karşı susmamak ama taşkınlığa da kapılmamak

Öfkeyi aklın ve vicdanın süzgecinden geçirerek hareket etmek

Öfkelenince sabır ve adaletle hareket etmek

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), öfkeli bir sahabeye şu öğüdü vermiştir:

“Öfkelenme! (La taghdab)” (Buhârî)

Bu söz, öfkenin tamamen yok edilmesini değil, kontrol edilmesini öğretmektedir. Çünkü bazı durumlarda öfkelenmek haklı bir tepki olabilir. Ancak öfkeyle hareket etmek kişiyi yanlış kararlara sürükleyebilir.

4. Kuvve-i Gadabiyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Ömer’in (r.a) Adaleti:
Hz. Ömer, sert mizacıyla bilinen bir halifeydi. Ancak onun öfkesi kişisel değil, adalet içindi. Yanlış bir şey gördüğünde hemen müdahale eder, fakat asla haksız yere kimseye zarar vermezdi. Onun cesareti ve adaleti, kuvve-i gadabiyyenin yerinde ve ölçülü kullanımına güzel bir örnektir.

2. Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin (s.a.v.) Tavrı:
Uhud’da Peygamberimizin amcası Hz. Hamza şehit edildiğinde, sahabeler intikam almak istediler. Fakat Peygamberimiz kontrollü ve adaletli bir şekilde hareket etti ve sahabelerine öfkeyle değil, sabır ve stratejiyle hareket etmelerini emretti.

Bu olaydan çıkarılacak ders şudur: Öfke bazen haklı olabilir ama onu kontrol etmek daha büyük bir erdemdir.

5. Sonuç: İtidal ve Hikmet Yolunda Yürümek

Kuvve-i Gadabiyye, Allah’ın insana verdiği bir lütuftur. Ancak bu kuvvet haddini aşarsa zulme, eksik kalırsa korkaklığa dönüşür. İslam bize bu kuvveti:

Adalet için kullanmayı

Öfkemizi kontrol etmeyi

Cesaret ile merhameti dengelemeyi öğretmiştir.

Eğer bu denge sağlanmazsa, insan ya korkak ve pasif bir varlık ya da saldırgan ve zalim bir kişi olur. En doğru yol, öfkeyi adaletle ve hikmetle yönlendirmektir.

Son olarak, Mevlana’nın şu sözünü hatırlayalım:

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”

Rabbimiz, bize öfkemizi kontrol etmeyi, cesaretimizi adaletle kullanmayı ve Kuvve-i Gadabiyye’yi hikmet yolunda değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=tfGs_khZhM0

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

İNSAN SURETİNDE…

İNSAN SURETİNDE…

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki, “İnsan suretindeki gayet şerîr ervâh-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.” Bediüzzaman bu ve diğer ifadelerinde insan suretindeki farklı insanları nasıl tanımlar?

Bediüzzaman Said Nursî, insan suretindeki farklı karakterleri ve tipleri tanımlarken, onların ruhî ve ahlâkî özelliklerine dikkat çeker ve bu açıdan onları insî (insanlardan olan) şeytanlar ve ervâh-ı habise (kötü ruhlar) olarak nitelendirir.

İnsî Şeytanlar ve Cinnî Şeytanlar Arasındaki Münasebet

Bediüzzaman’a göre:

İnsanlar arasında şeytan vazifesi gören, kötülüğü teşvik eden ve yayan bireyler vardır. Bunlar, fizikî olarak insan olsalar da karakter ve ruh itibarıyla şeytanî özellikler taşırlar.

Cinnî ve cesetsiz şeytanlar da aynı şekilde kötülüğü yaymaya çalışırlar. Eğer bu ruhlar bir beden giymiş olsaydı, bugünkü insî şeytanların aynısı olacaklardı.

İnsî şeytanlar da eğer bedenlerini çıkarabilseydi, cinnî şeytanlar gibi olacaklardı.

Buradan hareketle, bazı bâtıl mezheplerin, “İnsan suretindeki kötü ruhlar öldükten sonra şeytana dönüşür” görüşünü savunduğunu, ancak bunun İslâmî bir anlayış olmadığını ifade eder. Bununla birlikte, insan ve şeytan arasındaki derin ruhî benzerliği vurgular.

İnsan Suretindeki Farklı İnsan Tipleri

Bediüzzaman, eserlerinde insanları genel olarak üç gruba ayırır:

1. Nurânî İnsanlar (Salihler, Evliyalar, Hakikat Ehli)

Bunlar iman, ahlâk ve fazilet sahibi insanlardır.

Topluma hayır kazandıran, iyiliği teşvik eden ve insanlığı yükselten şahsiyetlerdir.

Peygamberler, sahabeler, âlimler ve veliler bu gruba girer.

2. Beşerî İnsanlar (Nefsini Dizginleyen veya Dizginleyemeyen Genel İnsanlar)

Bunlar sıradan insanlardır; hem iyiliğe hem de kötülüğe meyilli olabilirler.

İç dünyalarında bir mücadele vardır; nefis ve vicdan arasında gidip gelirler.

3. Şeytanî İnsanlar (İnsî Şeytanlar, Ervâh-ı Habise, Zındıklar, Münafıklar, Zalimler)

Bunlar kötülüğü bilinçli şekilde savunan, zulmeden ve insanları hakikatten uzaklaştıran kimselerdir.

Toplumda fitne ve fesat çıkaran, ahlâksızlığı ve sapkınlığı teşvik eden kişiler bu gruba girer.

Bunlar, cinnî şeytanlar gibi çalışırlar ve hatta bazen onlardan daha tehlikelidirler.

Sonuç: Ruhî Benzerlik ve Sorumluluk

Bediüzzaman, bu tespitleriyle insanın kendi iradesiyle ya melekî bir hâle ulaşabileceğini ya da şeytanî bir yapıya bürünebileceğini vurgular. İnsanlar arasında insî şeytanlar bulunduğu gibi, nurânî melek gibi insanlar da vardır. Buradaki en önemli nokta, insanın iradesi ve tercihidir: İyilik yolunu mu seçecek, yoksa şeytanî yola mı sapacak?

Bu bakış açısıyla, Bediüzzaman insanı sadece biyolojik bir varlık olarak değil, ruhî, ahlâkî ve manevi bir varlık olarak ele alır ve hakikate yönelenler ile hakikati saptıranlar arasındaki büyük farkı gözler önüne serer.

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.


Denemek ve Denenmek: Akıllı Müminin Ders Alması

İnsanoğlu hayatı boyunca birçok sınavla karşılaşır. Bu sınavların bir kısmı kaderin ona sunduğu imtihanlar olurken, bir kısmı ise kişinin kendi hatalarından kaynaklanır. İşte bu noktada, Peygamber Efendimiz’in (sav) şu uyarısı bizlere önemli bir hayat dersini hatırlatır:

“Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63)

Bu hadis, müminin aynı hataya tekrar düşmemesi gerektiğini öğütler. Yani bir insan hata yapabilir, aldatılabilir veya yanılabilir. Ancak akıllı bir mümin, yaşadığı tecrübelerden ders almalı ve aynı hatayı tekrarlamamalıdır. Bu düşünceyi destekleyen bir başka veciz söz ise “Denenmiş, denenmez” ifadesidir.

Hata Yapmak Değil, Aynı Hatayı Tekrar Etmek Tehlikelidir

Hata yapmak insan olmanın bir gereğidir. Ancak önemli olan, hatalarımızı fark edip onlardan ders çıkarabilmektir. Eğer aynı yanlışta ısrar edersek, bu artık hata olmaktan çıkıp bilinçli bir tercih hâline gelir. Kur’an-ı Kerim’de de insanların hatalarından dönmeleri ve geçmişlerinden ders çıkarmaları gerektiğine işaret eden birçok ayet vardır:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 18)

Bu ayet, insanın hayatını sorgulaması ve gelecek adına tedbir alması gerektiğini açıkça vurgular. Aynı hataları tekrar etmek, kişinin kendi kendini aldatması anlamına gelir.

Güven ve İkinci Şans Meselesi

Hayatta bazı insanlar vardır ki, onların niyetleri kötü olabilir. Bir insan sizi bir defa kandırdıysa, bunun bir hata veya yanılgı olduğunu düşünebiliriz. Ancak aynı kişi tekrar sizi aldatırsa, burada hata yapan artık siz olursunuz. Bu yüzden güven konusunda ölçülü olmak gerekir.

İslam ahlakında affetmek esastır, ancak bu affetmek tekrar tekrar aynı yanlışı kabul etmek anlamına gelmez. Bir kişi hatasından dönmüyorsa ve sizi sürekli zarara uğratıyorsa, o kişiye tekrar güvenmek akıllıca olmayacaktır.

Hayatta Ders Almasını Bilen Kazanır

Tecrübe, insana yol gösteren en büyük öğretmendir. Gerçek bir mümin, hem kendi hayatından hem de başkalarının yaşadıklarından ibret alır. Çünkü akıllı insan başkalarının hatalarından öğrenir, sıradan insan kendi hatalarından ders çıkarır, cahil insan ise aynı hataları tekrar edip durur.

Bu yüzden hayatın her alanında, ister dostluklarda ister ticarette, isterse de kişisel kararlarımızda bilinçli davranmalı ve geçmişte yaşadığımız tecrübeleri unutmamalıyız. Eğer ders almazsak, aynı hataları tekrar yaparız ve bu da bizim için sadece zaman ve enerji kaybı olur.

Sonuç olarak, “Mümin bir delikten iki kere ısırılmaz” hadisi ve “Denenmiş, denenmez” sözü, müminin hayatta dikkatli, bilinçli ve tecrübelerinden ders çıkaran biri olması gerektiğini anlatır. Akıllı mümin, yaşadıklarını unutmaz, geçmişiyle yüzleşir ve geleceğini sağlam temeller üzerine inşa eder.

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR


Darbe ve Darbecilerin Enkazından Kalan Kalıntılar

Tarih boyunca birçok millet, halk iradesine karşı yapılan darbelerle sarsılmıştır. Darbeler, yalnızca yöneticileri değiştiren olaylar değil; toplumların vicdanında derin yaralar açan, ekonomiyi çökerten, insan haklarını ayaklar altına alan ve halkın iradesini hiçe sayan büyük felaketlerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Darbeler geçici olabilir ama bıraktıkları enkaz nesiller boyu sürebilir.

Bu yazıda, tarihte yaşanmış darbelerin ibretlik yönlerini ele alarak, darbecilerin enkazından geriye kalan toplumsal ve siyasal yıkımları değerlendireceğiz.

1. Darbeler Sadece Bir Gece Yaşanmaz, Sonuçları Onlarca Yıl Sürer

Bir darbe, genellikle aniden gerçekleşir. Bir gece yarısı tanklar sokaklara iner, radyolardan veya televizyonlardan “ordu yönetime el koymuştur” şeklinde anonslar yapılır. Ancak bu sahnelerin gölgesinde çok daha büyük acılar, kayıplar ve yıkımlar yaşanır.

Örneğin:

Türkiye 1960 Darbesi: Çoğunluk tarafından seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edilerek, halka “Sizin iradeniz bizim için bir şey ifade etmez” mesajı verildi.

Şili 1973 Darbesi: General Pinochet’nin darbesiyle ülkenin ilk sosyalist başkanı Salvador Allende devrildi, binlerce insan işkence gördü ve öldürüldü.

Mısır 2013 Darbesi: Seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, askeri darbe ile devrildi, binlerce insan meydanlarda katledildi ve ülke yıllarca süren kaosa sürüklendi.

Bu olaylar gösteriyor ki, bir darbenin etkisi sadece yöneticilerin değişmesiyle sınırlı kalmaz. Halkın güveni sarsılır, adalet duygusu yok olur ve ülkeler on yıllarca toparlanamaz.

2. Darbecilerin Enkazı: Halk iradesine Vurulan Darbe

Darbelerden geriye kalan en büyük kalıntı, toplumun devlete olan inancının zedelenmesidir.

Bir ülkede bir kez darbe gerçekleştiğinde, şu sonuçlar kaçınılmaz hale gelir:

Halkın Seçme Hakkı Zayıflar: İnsanlar “Bizim seçtiklerimiz nasıl olsa devrilecek” diyerek sandığa olan güvenlerini kaybeder.

Özgürlükler Kısıtlanır: Darbeler sonrası genellikle sıkıyönetim ilan edilir, basın susturulur, fikir özgürlüğü yok edilir.

İnsan Hakları İhlalleri Artar: Darbe dönemlerinde binlerce insan haksız yere tutuklanır, işkencelere maruz kalır ve yok edilir.

Örneğin, 1980 Türkiye Darbesi’nde on binlerce insan gözaltına alındı, birçok genç idam edildi ve işkencehanelerde insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. O dönemde kaybedilenler, “Bir sağdan bir soldan astık” diyen darbecilerin soğuk vicdanlarında birer rakamdan ibaretti.

Darbeciler gider, ancak onların bıraktığı korku iklimi, yıllarca ülkede varlığını sürdürür. Bir nesil korku ile büyür, diğer nesil de sessizlikle yaşar.

3. Darbelerin Ekonomik Enkazı: Bir Ülkeyi Fakirleştiren Felaket

Darbeler yalnızca özgürlükleri değil, ekonomiyi de yıkar. Çünkü:

Yabancı yatırımcılar güven kaybeder, ekonomi duraklar.

Darbe dönemlerinde devlet bütçesi askeri harcamalara yönlendirilir.

Ülkede istikrarsızlık arttıkça, halkın alım gücü düşer ve yoksulluk artar.

Örneğin, Mısır 2013 darbesinden sonra ekonomik kriz derinleşmiş, enflasyon fırlamış ve halkın büyük bir kesimi fakirleşmiştir. Benzer şekilde, 1980 ve 1997 darbeleri sonrası Türkiye büyük ekonomik buhranlar yaşamış, işsizlik oranları tavan yapmıştır.

Darbelerin en büyük zararı da budur: Halk fakirleşirken, darbeciler ve onların destekçileri zenginleşir.

4. Darbelerin Sosyal Enkazı: Toplumsal Bölünme ve Kutuplaşma

Darbeler, bir milletin birliğini bozan en büyük felaketlerden biridir. Çünkü:

Kardeşler birbirine düşman edilir.

İnsanlar farklı görüşleri nedeniyle yaftalanır, dışlanır, hatta öldürülür.

Toplum içindeki güven duygusu yok olur.

Örneğin, Mısır darbesinden sonra toplum dini ve ideolojik olarak ikiye bölündü. Bir taraf darbeyi desteklerken, diğer taraf darbenin mağduru oldu. Benzer şekilde, 1980 Türkiye Darbesi’nde sağcı-solcu çatışmaları körüklendi ve gençler birbirine düşman hale getirildi.

Bu yüzden darbecilerin en büyük mirası, toplumu yıllarca sürecek bir nefret ve güvensizlik duygusuna mahkûm etmeleridir.

5. Sonuç: Darbeler Gelir Geçer, Ama Utançları Kalır

Darbelerin kazananı olmaz. Darbeciler, belki bir süre iktidarda kalabilir; ancak tarih, onları hep lanetle anmıştır. Çünkü hakla, halkla ve adaletle savaşanlar, er ya da geç kaybetmeye mahkûmdur.

Bugün birçok ülkede, geçmişte darbeler yapan generaller ya mahkemelerde yargılanmış ya da tarihin kara sayfalarına gömülmüştür. Ancak onların bıraktığı toplumsal ve ekonomik tahribat, hâlâ milyonlarca insanın hayatını etkilemektedir.

Darbeler unutulmaz, affedilmez ve normalleştirilmemelidir. Çünkü darbecilerin enkazı temizlenmezse, yeni darbeciler ortaya çıkmaya devam eder.

Öyleyse:

Halk, iradesine sahip çıkmalı.

Genç nesiller, darbenin getirdiği acıları unutmamalı.

Halk ve halkın iradesi ve meşru özgürlükler, askeri vesayete karşı korunmalı.

Çünkü unutmamak gerekir ki, darbeler silahlarla yapılır ama en büyük yarayı vicdanlar alır.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

NUR SURESİ 45. AYET

NUR SURESİ 45. AYET

Nur.45 bu ayet tefsirlerde nasıl yorumlanmış ve buradaki Allah’ın dilediği gibi yaratmasindan kasıt nedir?


Nur Suresi’nin 45. ayeti, Allah’ın tüm canlıları sudan yarattığını ve onların farklı şekillerde hareket ettiklerini belirtir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.”

Bu ayet, İslam tefsirlerinde genellikle Allah’ın yaratma kudretinin ve canlıların çeşitliliğinin bir ifadesi olarak yorumlanmıştır. “Allah, dilediğini yaratır” ifadesi, Allah’ın iradesine bağlı olarak çeşitli ve farklı şekillerde yaratma gücüne sahip olduğunu vurgular.

Ayetin “her canlıyı sudan yarattı” kısmı, canlıların sudan yaratıldığı gerçeğine işaret eder. Bu, modern bilimsel bulgularla da uyumlu olup, yaşamın sudan başladığı ve suyun canlılık için temel bir unsur olduğu bilgisini destekler.

Sonuç olarak, bu ayet, Allah’ın sınırsız yaratma gücünü, canlıların çeşitliliğini ve suyun hayatın kaynağı olduğunu vurgular.

@@@@@@

Nur Suresi 45. ayet, Allah’ın tüm canlıları sudan yaratması ve onların farklı şekillerde hareket etmesiyle ilgilidir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Nur 45)

Bu ayetin açıklanmasına yardımcı olan bazı benzer ayetler şunlardır:

1. Enbiya Suresi 30
“İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken bizim onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”

Burada da canlıların sudan yaratıldığı vurgulanmaktadır.

2. Furkan Suresi 54
“O, sudan bir insan yaratıp onu soy ve hısımlık sahibi kılan Allah’tır. Rabbin her şeye kadirdir.”

İnsanların da sudan yaratıldığı belirtilerek Nur 45 ile paralellik gösterir.

3. Nahl Suresi 49
“Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”

Canlıların farklı türlerde olduğu ve Allah’ın yaratışındaki çeşitlilik vurgulanıyor.

4. Hac Suresi 18
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde eder?”

Farklı varlık türlerinin varlığı ve onların Allah’a bağlılığı anlatılıyor.

5. Yasin Suresi 36
“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, yücedir.”

Allah’ın yaratma gücüne dikkat çekiliyor.

Bu ayetlerin tamamı, Nur 45’te bahsedilen canlıların sudan yaratılması ve onların farklı şekillerde hareket etmeleri konusuna açıklık getiren ayetlerdir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.


RUHUN EBEDİ YOLCULUĞU VE BEDENİN EMANETLİĞİ

İnsan, dünya hayatında bir yolcudur. Bu yolculuk, ruhun ebedi âleme uzanan serüveninin kısa bir durağıdır. Kur’an-ı Kerim’de, insanın yaratılışı, yaşamı, ölümü ve ahiret hayatı üzerine pek çok ayet vardır. Bu ayetler, bizlere dünya hayatının geçiciliğini ve asıl varlığımızın ruhumuz olduğunu hatırlatır.

BEDEN: RUHA EMANET

İnsanın bedeni, tıpkı bir yolcunun konakladığı han gibi, geçici bir misafirhanedir. Allah, ruhu bir bedene emanet ederek dünyaya göndermiştir. Ancak bu emanet, sonsuza kadar bizim değildir. Bir gün geldiğinde, ruh bedenini burada bırakacak ve asıl yurduna, ebedi hayata doğru yol alacaktır.

Kur’an’da bu gerçeği anlatan birçok ayet vardır:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 57)

Bu ayet, bedenin fani olduğunu, fakat ruhun yolculuğunun ölümle bitmediğini vurgular. İnsan, ölümle birlikte dünyadaki varlığını sonlandırsa da ruhu, Allah’ın huzuruna çıkarak ebedi hayata adım atar.

TASAVVUFTA BEDEN VE RUH

Tasavvufta beden, ruhun geçici bir elbisesi olarak görülür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, insanın hakikatini anlatırken şöyle der:

“Sen beden değilsin, ruhtan ibaretsin. Beden bir su ve toprak zindanıdır. Asıl varlığın sudan ve topraktan ibaret değildir. Bedenin fanidir, ruhunsa ebedîdir.”

Bu sözler, insanın asıl kimliğinin ruh olduğu ve bedenin yalnızca bir araç olduğunu anlatır. Dünya hayatı, ruhun olgunlaşması ve kemale ermesi için bir fırsattır. İnsanın asıl gayesi, bu emaneti temiz tutarak Rabbine dönmektir.

ÖLÜM: RUHUN ASIL YURDA DÖNÜŞÜ

Ölüm, bir yok oluş değil, asıl hayata geçiştir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyenin de uykusunda canını alır. Sonra hakkında ölüm hükmü verilmiş olanı tutar, diğerini belirlenmiş bir vakte kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Zümer, 42)

Bu ayet, ölümün bir son değil, bir dönüş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Beden toprak olurken, ruh Allah’a yükselir ve hesap gününü bekler.

İBRET VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR GERÇEK

İnsan, dünyada kazandığı malların, bedeninin güzelliğinin, sahip olduğu şöhretin ve gücün kendisine ait olduğunu sanır. Oysa hepsi emanettir. Doğduğunda çıplak gelen insan, öldüğünde de hiçbir şey götüremez. Bu yüzden, insanın asıl kazancı, yaptığı hayırlı ameller, iyilikler ve Allah’a olan yakınlığıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak kimse yoktur. İyilik yapan iyiliğini artırmadığına, kötülük yapan ise kötülükten vazgeçmediğine pişman olur.”

Bu hadis, insanın hayattayken neyin değerli olduğunu bilmesi gerektiğini vurgular. Dünya hayatı geçici bir imtihan sahnesidir. Asıl varlık, ruhun temizliği, Allah’a yönelişi ve ahiret için yaptığı hazırlıklardır.

SONUÇ: EMANETE SAHİP ÇIKMAK

İnsan, kendisine emanet edilen bedeni, aklı ve ruhu en güzel şekilde kullanarak, Allah’a döndüğünde yüz akıyla hesap vermelidir. Ruh, emaneti aldığı yere yani Rabbine dönerken, beden burada kalır ve toprağa karışır. Önemli olan, emaneti kirletmeden, hakkını vererek, Allah’ın rızasını kazanmış olarak geri teslim edebilmektir.

Dünya yolculuğunda asıl yolcu ruhumuzdur; beden ise yalnızca geçici bir binektir. Bu gerçeği idrak edenler, dünya nimetlerine aldanmaz, ahireti unutmaz ve emaneti sahibine layıkıyla teslim etmeye gayret eder.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025