image_pdfimage_print

İlahî Kudretin Tecellisi Olarak “Berzah”: İki Denizin Arasındaki Sır

image_pdfimage_print

İlahî Kudretin Tecellisi Olarak “Berzah”: İki Denizin Arasındaki Sır

“O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salı­vermiştir.
Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbirine karış­mazlar.
Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kud­retini yalanlayabilirsiniz?” Rahman.19-21

Rahman Suresi’nin 19-21. ayet-i kerimeleri, Allah Teâlâ’nın tabiatta yarattığı muazzam dengeyi ve kudretini tasvir eden en mühim delillerden biridir. Bu ayetlerde geçen “Berzah” (بَرْزَخ) ifadesi, tefsir ilminin farklı disiplinleri açısından zengin manalar ihtiva etmektedir.
“Berzah” kelimesi, lügatte “iki şey arasındaki engel, perde, ayırıcı sınır veya geçit” manalarına gelir. Ayette, birbirine kavuşan ancak ilahî bir kanunla birbirine “tecavüz etmeyen” (lâ yebgiyân) acı ve tatlı sular arasındaki bu gizemli sınırı ifade eder.
Ayet-i kerimedeki “Berzah” ifadesinin çeşitli tefsir disiplinleri açısından izahı aşağıdadır:

1. Gramer (Nahiv ve Sarf) Açısından Tahlili
Ayetin ilgili kısmı “بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ” (Beynehumâ Berzahun) şeklindedir.
* Kelime Yapısı (Sarf): “Berzah” (بَرْزَخ), “fa’lel” vezninde, dört harfli mücerred (kök harflerinden oluşan) bir isimdir. Aslı itibarıyla “engel” ve “set” manasındadır.
* Cümle Yapısı (Nahiv):
* “Beynehumâ” (İkisinin arasında), zarf olup, öne alınmış (mukaddem) haberdir.
* “Berzahun” (Bir engel), sona bırakılmış (muahhar) mübtedadır.
* Nekrelik (Tenvin): “Berzah” kelimesinin belirli (marife) olarak “el-Berzah” şeklinde değil de, belirsiz (nekre) olarak “Berzahun” şeklinde gelmesi, gramer açısından “tazîm” (yüceltme, büyültme) ifade eder. Manası şudur: “O ikisi arasında sıradan bir engel değil, mahiyeti tam olarak idrak edilemeyen, pek mühim, pek büyük ve ilahî bir kudret engeli vardır.”

2. Belâgat (Edebî Sanatlar) Açısından Tahlili
Bu ayetler, belâgat açısından Kur’an-ı Kerim’in icâzını (az sözle çok mana ifade etme) gösteren parlak misallerdendir.
* Tıbâk (Tezat Sanatı): Ayetin muradiflerinde (Furkan 53) belirtildiği gibi, “azbun furât” (tatlı, içimi kolay) ile “milhun ucâc” (tuzlu ve acı) su arasında bir zıtlık vardır. Bu zıtların bir arada bulunup birbirine karışmaması, kudretin azametini gösterir.
* Tasvir (Canlandırma): “Merace’l-bahreyn” (İki denizi salıverdi) ifadesi, suların başıboş değil, ilahî bir iradeyle ve bir kanun dairesinde hareket ettiğini dinamik bir şekilde tasvir eder.
* Kinaye: “Berzah” kelimesi, Allah’ın koyduğu fizikî kanunlardan (yoğunluk farkı, yüzey gerilimi vb.) kinayedir. Gözle görülmeyen ancak faaliyeti ve neticesi görülen bir “kanun”un “engel” olarak isimlendirilmesi yüksek bir belâgattır.
* İstifhâm-ı Takrîrî: Ayetlerin hemen ardından gelen “Fe bi eyyi âlâi Rabbikumâ tukezzibân?” (Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?) sorusu, cevap bekleyen bir soru (istifhâm-ı hakikî) değil, muhatabı ikrara ve tasdike mecbur bırakan bir edebî sanattır.

3. Rivayet Tefsiri Açısından İzahı
Rivayet tefsirleri, ayetlerin manasını başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere Sahabe ve Tabiin sözleriyle açıklar.
* Başta İbn Abbas (r.a.) olmak üzere Mücâhid, Katâde ve Dahhâk gibi ilk müfessirler, bu “iki deniz”i, Fırat ve Dicle gibi büyük tatlı su nehirlerinin denize (tuzlu suya) döküldüğü yerler olarak tefsir etmişlerdir. Özellikle Basra Körfezi’nde bu durumun gözle görülebildiğini belirtmişlerdir.
* “Berzah”ı ise, “Allah’ın kudretinden bir perde”, “gözle görülmeyen bir sınır” veya “O’nun iki suyun birbirine galebe çalmasını engelleyen emri” olarak yorumlamışlardır.
* Bazı rivayetlerde ise bu iki denizden birinin “sema denizi” (yağmur, tatlı su) diğeri “arz denizi” (tuzlu su) olduğu veya yer altındaki tatlı su kaynakları ile denizler arasındaki perde olduğu şeklinde yorumlar mevcuttur.

4. Dirayet Tefsiri Açısından İzahı
Dirayet (veya Re’y) tefsirleri, ayetleri dil, mantık, hikmet ve aklî deliller ışığında yorumlar.
* Fahreddîn er-Râzî gibi müfessirler, “Berzah”ın fiziki bir kara parçası (kıstak) olmasının şart olmadığını belirtir. Allah’ın kudretinin, bu iki farklı yapıdaki sıvının arasına, kendi özelliklerini korumalarını sağlayan bir “kanun” koyduğunu ifade ederler.
* Bu tefsirlere göre “berzah”, ilahî bir nizamdır (Sünnetullah). Eğer bu nizam olmasaydı, tuzlu sular tatlı suları istila eder, nehirler ve pınarlar kurur, yeryüzündeki hayat nizamı bozulurdu.
* Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde, bu berzahın “iki suyun hacimleri, ağırlıkları (yoğunlukları), hareketleri ve kimyevî bileşimleri arasındaki farklardan kaynaklanan ve birbirlerine tecavüz etmelerini önleyen ilahî bir kanun” olduğunu vurgular. Bu, dirayet ile bilimsel tefsirin kesiştiği bir noktadır.

5. Bilimsel (Kevnî) Tefsir Açısından İzahı
Bilimsel tefsir, Kur’an’ın kevnî (tabiatla ilgili) ayetlerini modern bilimin verileriyle ilişkilendirir.
* Modern Oşinografi (Deniz Bilimi), tatlı ve tuzlu suların karşılaştığı bölgelerde (haliçler veya Cebelitarık Boğazı gibi farklı denizlerin birleştiği yerler) suların hemen birbirine karışmadığını isbat etmiştir.
* Bunun sebebi, iki su kütlesi arasındaki “yoğunluk (dansite) farkı” ve buna bağlı olarak gelişen **”yüzey gerilimi”**dir.
* Daha az yoğun olan tatlı su, daha yoğun olan tuzlu suyun üzerinde bir müddet ayrı bir tabaka halinde akar. Bu fizikî sınıra bilimsel literatürde “haloklin” (tuzluluk sınırı) denir.
* Kur’an-ı Kerim’in 14 asır evvel, deniz biliminin bilinmediği bir dönemde, bu hassas fizikî hadiseyi “Berzah” (engel) ve “lâ yebgiyân” (birbirine tecavüz etmezler) şeklinde tasvir etmesi, onun ilahî aslına dair bir delil olarak kabul edilir.

6. Tasavvufi (İşârî) Tefsir Açısından İzahı
Tasavvuf ehli müfessirler, ayetlerin zahirî manalarının yanı sıra, insanın derûnî (bâtınî) âlemine bakan işârî manaları üzerinde durmuşlardır.
* İki Deniz: Bu yorumda “iki deniz”, insanın derûnî yapısındaki iki zıt kuvveti temsil eder:
* Tatlı Deniz (Azbun Furât): Kalp, ruh ve akıldır. Burası ilim, iman, marifetullah ve ilahî feyizlerin tecelli ettiği yerdir.
* Tuzlu ve Acı Deniz (Milhun Ucâc): Nefs-i emmâredir. Şehvet, gazap, cehalet, kibr, enaniyet ve dünyevi arzuların kaynağıdır.
* Berzah: Bu iki denizin arasındaki “engel”dir. Bu engel:
* Şeriat: Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Şeriat, nefsin (tuzlu su) kalbi (tatlı su) istila etmesine, imanı ve marifeti bozmasına engel olan ilahî bir sınırdır.
* Akl-ı Selim ve Vicdan: İnsanı kötülükten alıkoyan, kalbin nurunu koruyan derûnî kuvvettir.
* “Lâ Yebğiyân” (Karışmazlar): Müminin kalbinde iman ve küfür bir arada bulunmaz. Allah’ın lütfuyla, şeriat berzahı sayesinde, kalp iman üzere sabit kalır ve nefsin tuzlu suları ona galebe çalamaz.
Konunun Muradifi (Benzer Manadaki) Ayetler
“Berzah” ve “iki denizin ayrılması” konusunun Kur’an-ı Kerim’deki en yakın muradifleri (benzerleri) şunlardır:
* Furkan Suresi, 53. Ayet:
> “O, iki denizi birbirine salıverendir; Biri tatlı, susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına bir berzah (engel) ve (karışmalarını önleyen) hicran mehcûrâ (aşılmaz bir perde) koymuştur.” (Furkan 25/53 )
> * Bu ayet, Rahman Suresi’ndeki manayı “Hicran Mehcûrâ” (kesin olarak yasaklanmış, aşılmaz bir engel) ifadesiyle daha da kuvvetlendirir.
>
* Neml Suresi, 61. Ayet:
> “Yahut yeryüzünü bir karar yeri kılan, arasında ırmaklar akıtan, onun için sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel (Hâciz) koyan kim? Allah ile birlikte başka bir ilah mı? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” (Neml 27/61)
> * Burada “Berzah” yerine, yakın manalı olan “Hâciz” (حَاجِزًا) kelimesi kullanılmıştır, bu da “ayırıcı, engel” demektir.
>
📖 Özet
Rahman Suresi’nde geçen “Berzah” kelimesi, Allah’ın kudretinin ve nizamının hem zahirî (fizikî) hem de derûnî (bâtınî) âlemdeki bir tecellisidir.
* Lügat Manası: Engel, perde, sınır.
* Gramer ve Belâgat: İlahî kudretin büyüklüğünü (tazîm) ve zıtları bir arada tutma sanatını gösterir.
* Rivayet Tefsiri: İlk müfessirlerce, nehirlerin denize döküldüğü yerlerdeki ilahî perde olarak anlaşılmıştır.
* Dirayet Tefsiri: Suların birbirine karışmasını önleyen “ilahî kanun” ve “nizam” (Sünnetullah) olarak yorumlanmıştır.
* Bilimsel Tefsir: Modern oşinografinin “yoğunluk farkı” ve “yüzey gerilimi” (Haloklin) olarak isimlendirdiği fizikî hadisenin 14 asır evvelki tasviridir.
* Tasavvufi Tefsir: İnsanın iç âleminde, kalp (iman) ile nefs (şehvet) arasındaki “şeriat” veya “akıl” engelini temsil eder.
Netice olarak “Berzah”, Allah’ın mülkünde hiçbir şeyin başıboş ve tesadüfî olmadığını, her şeyin hassas bir ölçü ve ilahî bir kanunla idare edildiğini gösteren muazzam bir kudret nişanıdır.

Daha detaylı izah için bakınız:
https://tesbitler.com/index.php?s=Berzah+

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 8th, 2025

AZAMET VE KİBRİYA- EZEL VE EBED BOYUTLU

image_pdfimage_print

AZAMET VE KİBRİYA- EZEL VE EBED BOYUTLU

El azametü izari Vel kibriyau ridai.
Azamet izarım, Kibriya ridamdır.

Ebu Said ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyorlar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Allah Teala Hazretleri şöyle dedi: “Büyüklük ridamdır, izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azap veririm.” (Müslim, Birr 136; Ebu Davud, Libas 29)

*********

MİKRO ALEMDEN MAKRO ALEME

Hadis-i Kudsî, tevhidin en mühim esaslarından birini, yani Allahu Taala’nın Zatî sıfatları olan Azamet ve Kibriya’da (Ululuk ve Büyüklük) O’na hiçbir surette ortak koşulamayacağını beyan eder.
Rivayetde geçen (ve Müslim’deki rivayette de pekiştirilen) “Azamet izarım, Kibriya ridamdır” ifadesi, yüksek bir temsil (metafor) ve istiaredir.

1. Temsilin İzahı: İzar, Rida, Azamet ve Kibriya
Arap lisanında İzar, belden aşağıyı örten, vücuda daha yakın olan iç elbiseye (peştamal, futa gibi) denir. Rida ise, belden yukarısını kaplayan, dışarıdan görünen ve izarın üstüne giyilen dış örtüye (cübbe, aba, şal gibi) denir.
Bu iki elbise, bir şahsın bütün vücudunu kaplar ve onun haşmetini, görünüşünü tamamlar. Hadis-i Kudsî’de bu iki kelimenin seçilmesi, Azamet ve Kibriya sıfatlarının Allah’ın (c.c.) Zatı’nı ve tecellilerini (yansımalarını) tam manasıyla kuşattığını ifade eder.

A. İzar ve Azamet (İzzet)
* İzar (İç Örtü): Vücuda en yakın olan, daha mahrem ve temel olan örtüdür.
* Azamet (Ululuk/İzzet): Bu sıfat, Allah’ın Zatî (Zatı’na mahsus) büyüklüğünü temsil eder. O’nun Zatı’nın haşmeti, kimseye muhtaç olmaması (Müstağni oluşu), kudretinin sonsuzluğu gibi batınî (derûnî) ve temel vasıflarıdır.
* Bağlantı: Nasıl ki izar, bir şahsın en temel örtüsüdür ve Rida’nın altındadır; Azamet de Allah’ın Zatı’na ait olan, mahlukat tarafından tam manasıyla idrak edilemeyen, O’nun batınî ululuğudur. Bu, O’nun “iç” haşmetidir.

B. Rida ve Kibriya
* Rida (Dış Örtü): İzarın üstüne giyilen, dışarıdan görünen, haşmeti ve görünüşü temsil eden örtüdür.
* Kibriya (Büyüklük/Haşmet): Bu sıfat, Allah’ın fiilî ve zahirî (görünen) büyüklüğünü temsil eder. O’nun eserlerindeki, fiillerindeki, emirlerindeki haşmettir.
* Bağlantı: Nasıl ki rida, bir sultanın haşmetini dışarıya gösteren cübbesidir; Kibriya da Allah’ın Azamet’inin dış aleme, mahlukata yansıyan zahirî tecellisidir.
Kısacası, Azamet (İzar) O’nun Zatı’nın derûnî ululuğu iken, Kibriya (Rida) bu ululuğun kainattaki görünen haşmetidir. Her ikisi de sadece O’na mahsustur.

2. Makro (Külli) ve Mikro (Cüz’i) Alemlerle Bağlantısı
Bu iki sıfat, hem afakî (dış alem) hem de enfüsî (iç alem) tefekkürde kendini gösterir:

A. Makro Alem (Alem-i Afak) ve Kibriya (Rida)
Kâinat, Allah’ın Kibriya sıfatının, yani O’nun dış örtüsünün (Rida) tecelli ettiği yerdir. Külli alem (makro kozmos) O’nun büyüklüğünün zahirî bir ilanıdır:
* Galaksilerin, yıldızların ve semavatın sonsuz genişliği ve nizamı,
* Dağların haşmeti, denizlerin azameti,
* Tabiat kanunlarının (Kuvve-i cazibe, nükleer kuvvetler vs.) şaşmaz bir kudretle faaliyeti,
Bütün bunlar, Allah’ın Kibriya sıfatının, yani O’nun “Rida”sının kainatı nasıl kapladığını gösterir. Kâinata nazar eden (bakan) bir kimse, bu zahirî haşmet (Kibriya) karşısında secdeye kapanma ihtiyacı hisseder.

B. Mikro Alem (Alem-i Enfüs) ve Azamet (İzar)
İnsan (mikro kozmos), Allah’ın Azamet sıfatının, yani O’nun iç örtüsünün (İzar) tecelli ettiği, daha derûnî bir aynadır:
* İnsanın bir damla sudan (nutfe) mükemmel bir surette yaratılışı,
* Akıl, hafıza, hayal gibi manevî cihazatın (donanımların) ruha yerleştirilmesi,
* Vicdanın ve kalbin, sonsuz bir Zatı (Allah’ı) bilme ve sevme kabiliyeti (Fıtrat),
Bütün bunlar, Allah’ın Zatî ululuğunun (Azamet) insanın batınında (derûnunda) nasıl tecelli ettiğini gösterir. İnsan, kendi acziyetini ve fakirliğini idrak ettikçe, kendi varlığının en “iç” noktasında, O’nun Azamet’ini (İzar) hisseder.

3. Azaba Sebep Olan Durum: Niza (Çekişme)
Hadis-i Kudsî’nin sonundaki tehdit (“Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azap veririm”) meselenin esasını teşkil eder.
Niza (Çekişme) Nedir?
Bu, mahlukun (yaratılmışın), Hâlık’a (Yaratan’a) ait olan bu sıfatları sahiplenmeye kalkmasıdır. Bu, varoluşsal bir suç ve en büyük günahtır (Şirk).
* Kibriya’da Niza (Kibir):
Bu, insanın zahirî (dış) alemde büyüklük taslamasıdır. Kendini büyük görmek, başkalarını küçük görmek, makamıyla, malıyla, gücüyle gururlanmaktır. Bu, Allah’ın “Rida”sını (dış örtüsünü) çalmaya, O’nun sultanlığının alametini giymeye kalkmaktır. Firavun’un enaniyetini (benliğini) ilahlaştırması bunun zirvesidir.
* Azamet’te Niza (Enaniyet ve İzzet Taslama):
Bu, insanın batınî (derûnî) alemde kendini müstağni (muhtaç olmayan) görmesidir. Kendi aklına, gücüne, ilmine güvenmek; “Ben yaptım, ben başardım” demek; kendi nefsine bir varlık ve izzet vermektir. Bu, kulun kendi acziyetini unutup, Allah’ın “İzar”ına (iç örtüsüne) el uzatması, O’nun Zatî sıfatlarına ortak çıkmaya çalışmasıdır.
Azabın Sebebi Nedir?
İnsanın yaratılış gayesi, bu sıfatları sahiplenmek (teşebbüs) değil, bu sıfatların tecellilerine ayna olmak (tefekkür) ve O’nu tesbih etmektir.
Kibir ve enaniyet, varoluşun aslına zıt bir harekettir. Azap, bu zıddiyetin zorunlu ve adil bir neticesidir. Allah’ın mülkünde O’nun sıfatlarına ortak çıkmaya çalışmak, o mülkün sahibinin gazabını celbeder.

4. Konuyla İlgili Ayetler
Kur’an-ı Kerim, Kibriya ve Azamet’in münhasıran (sadece) Allah’a ait olduğunu ve kibirlenenlerin akıbetini açıkça beyan eder:

1. Kibriya’nın Sadece Allah’a Ait Olması:
> Câsiye Suresi, 37. Ayet:
> “Göklerde ve yerde ululuk (Kibriya) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
> Haşr Suresi, 23. Ayet:
> “O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte (Kibriya) eşsiz olandır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
>
2. Kibir ve Azamet Taslamanın (Niza) Akıbeti (Azap):
> Nahl Suresi, 29. Ayet:
> “Öyle ise, içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!”
> Mü’min Suresi, 35. Ayet:
> “Onlar, kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı hâlde, Allah’ın âyetleri hakkında tartışan kimselerdir. Bu, Allah katında ve iman edenler katında büyük bir nefrete sebep olur. Allah, her kibirli zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”
> Zümer Suresi, 60. Ayet:
> “Kıyamet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer mi yok?”
>
Bu ayetler ve Hadis-i Kudsî, bizlere kul olarak haddimizi bilmemizi; Kibriya ve Azamet sahibi olan Rabbimizin karşısında acziyet, fakirlik ve hiçlik ile secde etmemiz gerektiğini talim etmektedir.

Bak:
https://tesbitler.com/2019/07/28/azamet-ve-kibriya/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 8th, 2025

Hz. Lokman ve Dil Terbiyesi: Aklın Hikmetle Buluşması

image_pdfimage_print

Hz. Lokman ve Dil Terbiyesi: Aklın Hikmetle Buluşması

1. Lokman Hekim: Hikmetin Sembolü

Kur’ân-ı Kerîm’de ismiyle zikredilen nadir şahsiyetlerden biri olan Hz. Lokman, “hikmetle” anılmış bir şahsiyettir.
Allah Teâlâ buyurur:
“Andolsun, biz Lokman’a ‘Allah’a şükret’ diye hikmet verdik.”
(Lokmân Sûresi, 12 )
Hikmet, sadece bilgi değil; bilgiyi yerinde, ölçülü ve faydalı kullanma kudretidir.
Yani aklın kemalidir.
Bu yüzden Lokman Hekim, hem aklın rehberi hem dilin terbiyecisidir.

2. Dilin Hayır ve Şer Kapısı

Rivayet olunur ki Lokman Hekim’e bir gün efendisi şöyle der:
“Bana en iyi iki uzvu kesip getir.”
Lokman, dil ve kalp getirir.
Bir süre sonra efendisi bu defa şöyle der:
“Şimdi de bana en kötü iki uzvu kesip getir.”
Lokman yine dil ve kalp getirir.
Efendisi şaşırır ve sorar:
“Hem en iyi hem en kötü bunlar mıdır?”
Lokman Hekim şöyle cevap verir:
“Evet efendim! Kalp ve dil iyi olursa, insanda hayırdan güzellik doğar.
Fakat bozulursa, insanda şerden kötülük meydana gelir.”
Bu kıssa, atasözümüzün hikmetine tam bir ayna tutar:
Aklın (kalbin) fukaralığı, dilin ukalalığını doğurur.
Çünkü akıl ve kalp zengin olursa, dil o serveti hikmetle saçar;
fakir olursa, dil o boşluğu gururla doldurur.

3. Lokman Hekim’in Oğluna Nasihatleri

Kur’ân’da Lokman Hekim’in oğluna verdiği nasihatler, hem aklın hem dilin terbiyesine yöneliktir.
Bu öğütler, her çağda geçerli olan ahlâk ve hikmet dersleridir.
“Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma; çünkü şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.”
(Lokmân, 13)
“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten men et, başına gelenlere sabret. Şüphesiz bunlar, azmedilmeye değer işlerdendir.”
(Lokmân, 17)
“Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, merkeplerin sesidir.”
(Lokmân, 19)
Burada özellikle son âyet, dil terbiyesinin zirvesidir.
Lokman Hekim oğluna sadece “konuş” demiyor, “nasıl konuşacağını” öğretiyor.
Sesin tonundan, üslûbun nezaketine kadar bir edep dersi veriyor.

4. Dilin Hikmetle Terbiyesi

Dilin terbiyesi, aklın terbiyesinden başlar.
Aklını eğitmeyen, dilini edepsizliğe teslim eder.
Bu yüzden hakikî bilgelik; az konuşmak, çok düşünmek, derin hissetmek demektir.
Kur’ân’da “hikmet” kelimesi, genellikle ilim, akıl, sabır, ve ölçü anlamlarında geçer.
Yani hikmet sahibi kişi; ne zaman, neyi, nasıl söyleyeceğini bilen kimsedir.
Bu hâl, dilin ukalalığını değil, aklın vakarını gösterir.

5. Hikmetli Söz

“Söz” ile “hikmet” arasındaki bağ:
Sözler, kalpten geldiği vakit tesir eder; dilden çıktığı vakit kulağa girer. Kalpten çıkarsa kalbe girer.
Yani dilin tesiri, aklın ve kalbin derûnî zenginliğindedir.
Bu yüzden aklı fakir, kalbi sönük insanın sözü kuru bir gürültüden ibarettir.
Oysa hikmetle konuşan bir dil, sükûtu bile ibretle doldurur.

6. Dilin Ukalalığına Karşı Kur’ânî İkazlar

📖 Hucurât Sûresi, 11–12:
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğerini alaya almasın; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır…
Zannın çoğundan sakının… birbirinizin gizlisini araştırmayın, gıybet etmeyin.”
📖 Tâhâ Sûresi, 44:
“Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.”
(Musa ve Harun’a, Firavun karşısında bile sözü yumuşatmaları emredilir.)
📖 Şuarâ Sûresi, 224–226:
“Şairlere de sapkınlar uyar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.”
Bu âyet, sözün boşluğunu ve ukalalığın tehlikesini tasvir eder.

7. Sonuç ve Özeti
Özet:

Hz. Lokman’ın hikmet anlayışı, aklın ve dilin nasıl bir terbiye içinde olması gerektiğini öğretir.
Dil, aklın hizmetkârı olmalı; akıl da hikmetin rehberi olmalıdır.
Aklın fakirliği dili taşkın eder, dilin edepsizliği aklı susturur.
Lokman Hekim oğluna, hem imanın aklını, hem edebin dilini öğretmiştir.
Bugünün insanı için de bu öğüt, altın değerindedir:
“Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt; çünkü seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”
Zira akıl fukara olunca dil ukala olur; ama hikmet zenginleşince dil edeple susar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 7th, 2025

HAYATA BAKIŞ

image_pdfimage_print

HAYATA BAKIŞ

(Câsiye Sûresi 24-26 Âyetleri Işığında)
İnsan, hayata nasıl bakarsa öyle yaşar; neyi görürse ona inanır, neye inanırsa onunla yön bulur. Kiminin nazarında hayat, sadece doğmakla başlar, ölmekle biter. Kiminin nazarında ise hayat, ezelî bir hikmetin parçası, ebedî bir yolculuğun kısa bir menzilidir. İşte bu iki bakış, insanlık tarihinin en köklü ayrışmasını oluşturur: Maddeye tapanın bakışı ve mana ile bakanın nazarı.

1. Hayata Hayvanî Bir Bakış

Kur’ân-ı Kerîm, Câsiye Sûresi’nin 24. âyetinde bu bâtıl nazarı şöyle beyan eder:
“Bir de şöyle demekteler: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi öldüren ise zamandan başkası değildir.’ Halbuki onların bu konuda bir bilgileri yoktur; zannetmekten başka bir şey yaptıkları yok.”
(Câsiye, 24 – Meali)
Bu söz, Allah’ı unutan, hayatı sadece cismanî zevklerin toplamı zanneden inkârcıların sözü olmuştur. Onlar “tabiat” dedikleri meçhul bir kuvvete, “zaman” dedikleri tesadüf zincirine hayatın sahibi muamelesi yaparlar. Halbuki bu, aklın değil hevânın hükmüdür.
Onlar, mülkü görür, ama mâlikini görmezler.
Yapıyı seyreder, ama ustayı inkâr ederler.
İşte bu inkâr, insanı hayvan derekesine indirir; çünkü gayesiz bir hayat, şuurlu bir mahlûkun değil, sevkle ve hisle hareket eden bir canlının yaşayışıdır.

2. İnsana ve İslâmî Hayata Bir Bakış

İslâm, hayatı hem emanet hem imtihan olarak tarif eder.
Allah Teâlâ buyurur:
“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.”
(Mülk, 2)
Bu bakış, insana bir mesuliyet şuuru kazandırır. Hayat, başıboş bir serüven değil, ebedî bir saadetin tohumu ekilen bir tarladır.
Bir mü’min için hayat, yalnız bedenin hareketi değil; ruhun gayesi, imanın tezahürü, ibadetin nefesidir.
İman, insana hem istikamet verir hem de gayesizlikten kurtarır.
İbadet ise bu imanın fiilî tecellisidir.
Böylece mü’min, dünyayı ahiretin tarlası bilir;
Her nefeste Rabbini hatırlayıp her amelde O’nun rızasını arar.

3. Tarihten İbret: Hayatın Hikmeti

Tarihin ibretli sahifelerinde nice kavimlerin “yalnız dünya hayatı vardır” diyerek helâk oldukları anlatılır. Âd, Semûd, Firavun, Nemrud… Hepsi dünyayı “ebedî mülk” sandılar. Fakat o dünya, bir sabah ansızın onların elinden kaydı gitti.
Bâki zannettikleri servet, şan ve kudret; bir mezar taşına sığdı.
Onlar için artık ne zamandan bir yardım vardı, ne de tabiatın bir merhameti…
Çünkü zaman öldürmez; Allah öldürür.
Tabiat yaratmaz; Allah yaratır.
Câsiye Sûresi’nin 26. âyetinde Rabbimiz bu hakikati şöyle beyan eder:
“De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya getirecek. Ama insanların çoğu bilmezler.”
(Câsiye, 26)

4. Hikmetle Nazar Etmek

Hayata iman penceresinden bakan bir kimse için ölüm bile bir yokluk değil, bir geçittir.
Hayat bir sermayedir; azdır, fakat kıymetlidir. Ebedî hayatı kazandırmak için verilmiştir.
Demek ki imanlı nazar, hayata şükürle bakar;
İnkârcı nazar ise tesadüfle açıklamaya kalkar.
Biri her şeyde hikmeti görür,
Diğeri her şeyi anlamsız sanır.

5. Hayatın Gerçek Sahibi

İnsanın hayata dair en büyük yanılması, kendisini “sahip” zannetmesidir.
Hâlbuki insan, ne kendini yaratmıştır, ne de ömrünü uzatabilir.
Kur’ân şöyle buyurur:
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, belirlenmiş bir vakittir.”
(Âl-i İmrân, 145)
Bu şuuru kazanan bir mü’min, artık hayata emanet nazarıyla bakar;
Her nimeti sahibine nisbet eder, her hâliyle şükreder.

6. Sonuç ve Hikmetli Düşünce

Hayata hayvanî bir bakış, anlamı öldürür,
İmanî bir bakış ise ölümü bile diriltir.
Biri hayatı yeme, içme, geçme gayesine indirir,
Diğeri hayatı bir imtihan, bir emanet, bir vazife olarak görür.
Dünya, bir yol; insan, o yolda yolcu; hedef ise ebediyettir.
O halde hakikî hayat, iman ve ibadetle geçen hayattır.

KONUYLA ALAKALI VE MÜRÂDİF ÂYETLER

• “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût, 57)
• “Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 115)
• “Kim Rabbine mü’min olarak salih amel işlerse, artık ona ne bir korku vardır ne de bir hüzün.”
(Tâhâ, 112)
• “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”
(Âl-i İmrân, 102)
• “Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; asıl hayat ahiret yurdudur, keşke bilselerdi.”
(Ankebût, 64)

ÖZET

Câsiye Sûresi’nin 24-26. âyetleri, insanın hayat anlayışını ikiye ayırır:
Biri zamanı ilahlaştıran inkârcı nazar, diğeri Allah’a iman eden mü’min bakışı.
İnkârcı, hayatı tesadüflerin ürünü sanarak anlamı kaybeder.
Mü’min ise hayatı Allah’ın emaneti bilip, iman ve ibadetle değerlendirir.
Gerçek hayat, ölümsüzlük arayışında değil, ebedî hayatı kazanacak imanda gizlidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 7th, 2025

Akıl ve Dilin Toplumsal Yansımaları

image_pdfimage_print
  1. Akıl ve Dilin Toplumsal Yansımaları

    İnsan toplumsal bir varlıktır; diliyle düşünür, diliyle konuşur, diliyle anlaşır.
    Dil, hem kültürün hem de medeniyetin taşıyıcısıdır.
    Ne var ki akıl zayıflayınca, dil o asli vazifesinden sapar; hakikati söylemek yerine gösteriş, tenkit ve tartışma aracına dönüşür.
    Günümüzde bilgi çok, fakat hikmet azdır.
    Her şeyin konuşulduğu ama az şeyin düşünüldüğü bir çağdayız.
    Söz çoğaldı, hikmet azaldı.
    Sosyal mecralarda fikirden ziyade laf yarışı, bilgiden çok benlik gösterisi öne çıkıyor.
    Bu hâl, atasözündeki o hikmetli uyarının canlı bir tasviridir:
    “Akıl fukara olunca dil ukala olur.”

    2. Eğitimde Akıl Terbiyesi ve Dil Edebi

    Eğitim, sadece bilgi aktarmak değil; aklı terbiye, dili edeplendirmek içindir.
    Zira bilgi yığmak aklı zenginleştirmez;
    aklı zenginleştiren, tefekkür, muhakeme ve hikmettir.
    Eğitim, aklı beslemediği zaman; kişi konuşur ama anlamaz, söyler ama hissetmez.
    Böylece dil ukala, akıl yoksul olur.
    Yani;Terbiye-i İslâmiye’den çıkan bir akıl, ne kadar harika da olsa, insanı hakikî saadete götüremez.
    Demek ki aklın kıymeti, ilimle değil; imanla, hikmetle, edeple ölçülür.
    Eğitim sisteminin gayesi; bilgiyle şişkin, ama hikmetsiz ve edepsiz insanlar değil,
    ilimle beraber irfanı, sözle beraber sükûtu bilen insan yetiştirmektir.

    3. Modern Zamanın “Ukala Dili”

    Bugün “ukalalık” yeni biçimler aldı.
    Sosyal medya, televizyon, dijital yayınlar;
    herkese konuşma imkânı verdi ama dinleme edebini unutturdu.
    İnsanlar artık sözle değil, sesle yarışıyor; fikirle değil, tartışmayla öne çıkıyor.
    Dilin ukalalığı; sadece bir tavır değil, bir zihniyetin göstergesidir.
    Bu zihniyet, bilgi kibri üretir.
    Yani bilginin değil, bilginin gölgesinin kibri…
    İnsan bildiğini sandıkça, anlamaktan uzaklaşır.
    Böylece ilim, hikmetten kopar; söz, hakikatten boşalır.
    Kur’ân-ı Kerîm bu hâle şöyle işaret eder:
    “Onlar, ilimden nasipleri olmayan şeyin ardına düşerler…”
    (Rûm Sûresi, 7)
    Yani bilgi var, ama hikmet yok.
    Aklı zenginleştiren iman ve edep olmadıkça, dil o bilgiyi şatafatlı ama boş cümlelere dönüştürür.

    4. Aklın Zenginliği – Dilin Tevazusu

    Hakikî akıl, tevazu ile konuşur; çünkü bilir ki hakikat kendinden değil, Hak’tandır.
    Ukala dil ise “ben bilirim” der;
    halbuki akıl “Rabbim öğretmiştir” der.
    Aklın zenginliği, dilin tevazusunda tecellî eder.
    Bir insan ne kadar çok biliyorsa, o kadar az böbürlenir;
    ne kadar az biliyorsa, o kadar çok konuşur.
    Tıpkı; Bilen konuştu mu ilim artar; bilmeyen konuştu mu fitne artar.

    5. Akıl, Dil ve Medeniyet

    Bir toplumun medeniyet seviyesi,
    yollarının genişliğiyle değil, sözlerinin hikmetiyle ölçülür.
    Akıllar fakirleştiğinde dil zenginleşmez; bilakis çirkinleşir.
    O dil, hakikati değil, menfaati taşır.
    Böyle bir dil, toplumun ahlâkını zedeler.
    Medeniyet, güzel konuşmakla değil, doğru düşünmekle başlar.
    Doğru düşünen insan, güzel konuşur;
    fakat güzel konuşan herkes doğru düşünmez.

    6. Konuyla İlgili Ayetler

    📖 Nahl Sûresi, 125:
    “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…”
    📖 Zümer Sûresi, 18:
    “Onlar sözü dinlerler, en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Onlar akıl sahipleridir.”
    📖 Hucurât Sûresi, 12:
    “Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayın, gıybet etmeyin…”
    📖 A’râf Sûresi, 179:
    “Onların kalpleri vardır, onunla anlamazlar; gözleri vardır, onunla görmezler; kulakları vardır, onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.”

    7. Netice ve Özet

    Özet: Modern çağda atasözünün hikmeti, eskisinden daha çok geçerlidir.
    Bilgi arttı ama hikmet azaldı.
    Akıl fukara olunca, dil ukala olur; çünkü düşünmeden konuşmak, bilmeden hükmetmek artık alışkanlık haline geldi.
    Eğitimin gayesi sadece öğretmek değil, düşündürmek ve edeplendirmektir.
    Zira aklı terbiye etmeyen bilgi, dile ukalalık verir.
    Aklın zenginliği imanda, dilin edepli oluşu hikmettedir.
    Akıl imanla zenginleşir, dil hikmetle güzelleşir.
    Bir toplumun kurtuluşu; susması gerekenin susması, konuşması gerekenin de hikmetle konuşmasıyla başlar.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
    06/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 7th, 2025

Akıl Fukara Olunca Dil Ukala Olurmuş

image_pdfimage_print

Akıl Fukara Olunca Dil Ukala Olurmuş

1. Mânâsı ve Hikmeti

Bu atasözü, derin bir insan tahlilidir.
“Akıl fukara olunca dil ukala olurmuş” sözü, aklın noksanlaştığı yerde dilin haddini aştığını anlatır.
Aklın zenginliği, dilin edebindedir.
Zira dil, aklın tercümanıdır; akıl fakirleşirse dil de sefahate düşer.
İnsanda fikir azaldıkça, söz çoğalır.
Boş teneke çok ses çıkarır misali, hikmetten nasibi olmayanlar çok konuşur ama az şey söylerler.
Sükût, aklın süsüdür; çok konuşmak ise düşüncesizliğin.
Akıl, dilin gemidir. Gemi olmazsa dil, fırtınada sürüklenen bir sandal misali her tarafa savrulur.

2. Edebî ve Ahlâkî Bakış

Dil, insanın aynasıdır.
Hikmet ehli demiştir ki:
“Kişinin değeri, diliyle belli olur.”
Mevlânâ der ki:
“Söz, aklın terazisidir. Ne söylersen, terazinin kefesi o kadar iner.”
Yani dilin ölçüsü, aklın seviyesini gösterir.
Ukala dil, cehaletin elbisesidir; insan kendini bilmezse, bildiğini sanarak haddini aşar.
Hâlbuki sükût, her zaman bir eksiklik değil; bazen de kemalin işaretidir.
Hz. Ali (r.a.) buyurur:
“İnsanın aklı, dilinin altında gizlidir.”
Yani insanın hakikî derecesi, konuşmasından anlaşılır.
Akıllı insan az konuşur, çok düşünür;
akılsız insan ise az düşünür, çok konuşur.

3. Tarihî ve İbretli Boyut

Tarih boyunca nice kavim ve nice idareci, dilini tutamadığı için helâk olmuştur.
Firavun, “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât, 24) diyerek azdı;
Nemrut, “Ben de diriltirim, öldürürüm.” (Bakara, 258) diyerek kibirlendi.
Sonuçta her ikisi de dilinin ukalalığının bedelini akıbetlerinde ödedi.
Nice sultan, vezir, âlim, hattâ mütefekkir; bir sözle yükselmiş, bir sözle de düşmüştür.
Tarih, aklıyla konuşanları yükseltmiş, diliyle övünenleri ise utandırmıştır.

4. Mantıkî ve İnsânî Değerlendirme

Akıl, düşüncenin kaynağıdır; dil ise onun yansıması.
Birinde noksanlık olursa, diğerinde taşkınlık olur.
Zira akıl rehber olmazsa, dil hedefini şaşırır.
Ukalalık; bilgi değil, bilgisizliğin kendini bilgelik zannetmesidir.
Akıl fakirleştiğinde, insan kendini göstermek ister;
zengin olan göstermez, fakir olan bağırır.
Bu yüzden “akıl fukara olunca dil ukala olurmuş.”

5. Hikmetli Söz

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Yani akıl imanla nurlanmazsa, sadece kuru bir iddia olur.
İşte o zaman dil ukalalığa, kalp de kasavete düşer.

6. Konuyla Alakalı ve Müradif Ayetler
📖 Lokmân Sûresi, 18-19:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.
Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, merkeplerin sesidir.”

📖 Hucurât Sûresi, 11:
“Ey iman edenler! Bir topluluk, bir diğerini alaya almasın; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır…”
📖 Furkân Sûresi, 63:
“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller onlara sataştığında, ‘Selâm!’ derler.”
📖 İsra Sûresi, 53:
“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şeytan, aralarını bozmaya çalışır…”
📖 Zümer Sûresi, 9:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alır.”

7. Sonuç ve Özeti

Özet: “Akıl fukara olunca dil ukala olurmuş” sözü, aklın zayıfladığı yerde dilin haddini aşacağını ifade eder.
Aklın zenginliği insana vakar, ölçü ve edep kazandırır; fakirliği ise sözde taşkınlığa ve ukalalığa yol açar.
Tarih, ukalalığıyla helâk olanları ve hikmetiyle yücelenleri görmüştür.
İnsanın kıymeti, konuştuğu söz kadardır;
aklını imanın nuruyla besleyen dil, hikmetle konuşur;
imanla beslenmeyen dil ise ukalalığa sapar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 7th, 2025

ALLAH’IN GÜNLERİ: TARİHİN VE KADERİN DERSLERİ

image_pdfimage_print

ALLAH’IN GÜNLERİ: TARİHİN VE KADERİN DERSLERİ
(İbrâhim Sûresi, 5. Âyet Işığında)

1. Âyetin Beyanı ve Manası

“Andolsun, Mûsâ’yı da, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat’ diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.”
(İbrâhim, 5 )
Bu âyet, hem tarihî bir hakikati hem de hikmetli bir dersi ihtiva eder.
Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’ya iki büyük vazife yüklemiştir:
• Kavmini zulmetten nura çıkarmak, yani şirkten tevhide, esaretten hürriyete, zulümden adalete götürmek.
• Onlara “Allah’ın günlerini” hatırlatmak.
Bu “Allah’ın günleri (اَيَّامَ اللّٰهِ)” ifadesi, Kur’ân’da derin bir manaya işaret eder. Çünkü gün, yalnızca bir zaman dilimi değil; ilâhî kudretin tecelli ettiği bir an, ibret levhası, kaderin dönüm noktasıdır.

2. “Allah’ın Günleri” Ne Demektir?

Müfessirler bu ifadeyi farklı yönlerden açıklamışlardır:
• İbn Abbas (ra) der ki: “Allah’ın günleri, Allah’ın kullarına nimet ve azapla tecellî ettiği günlerdir.”
Yani bazen nimet günleridir — Allah’ın lütfu, yardımı, zaferi;
bazen azap günleridir — inkârcı kavimlerin helâk edildiği, zulmün yıkıldığı günler.
• İmam Taberî ve Kurtubî gibi müfessirler, bu “günleri” tarih boyunca Allah’ın kudretinin açıkça görüldüğü zaman dilimleri olarak açıklamışlardır.
Meselâ;
Nûh tufanı, Firavun’un denizde boğulması, Âd ve Semûd kavimlerinin helâki, İbrahim’in ateşten kurtuluşu, Bedir günü gibi olaylar, hep **“Allah’ın günleri”**dir.
Çünkü o günlerde kudret, ilim, adalet ve rahmet açıkça görünmüştür.

3. Neden “Allah’ın Günleri” Denilmiştir?

Allah’ın günleri tabiri, sıradan zamanla mukayyet olmayan özel anları ifade eder.
Her gün Allah’ındır; fakat bazı günler vardır ki,
– Kudret daha belirgin tecellî etmiştir.
– Adalet apaçık görünmüştür.
– Rahmet ya da gazap gözle görülür hâle gelmiştir.
O günler, tarihte **“ilâhî müdahale günleri”**dir.
Firavun’un ordusunun Kızıldeniz’de boğulduğu gün,
İbrahim’in ateşte yanmadığı gün,
Bedir’de zayıf bir topluluğun güçlü bir orduyu mağlup ettiği gün,
hep Allah’ın kudretinin “zamanı eğdiği” anlardır.
İşte bu sebeple o zaman dilimlerine “Allah’ın günleri” denilmiştir;
zira tarihin o kesitinde hâkim olan irade yalnızca Allah’ın iradesidir.

4. Hatırlatmanın Hikmeti

Hz. Mûsâ’ya verilen emir, “onlara Allah’ın günlerini hatırlat” şeklindedir.
Bu hatırlatmanın üç büyük hikmeti vardır:

a) İbret ve Uyarı

Geçmişte azgın kavimlerin helâk edildiğini, zulmün devam etmediğini hatırlatmak,
bugünkü insanlara bir uyarıdır:
“Dün, zulmedenler nasıl yok olduysa; bugün de aynı akıbet mümkündür.”

b) Şükür ve Minnet

Allah’ın nimetle tecellî ettiği günleri hatırlamak, şükrü tazeler.
İsrailoğulları için denizin yarılması, bulutların gölgelendirmesi, kudret helvası ve bıldırcınla rızıklandırılmaları hep Allah’ın günlerindendir.
Hatırlamak, unutmamak demektir; unutmamak da nimeti korumanın ilk şartıdır.

c) Sabır ve Teselli

Belalar, sıkıntılar, esaretler karşısında “Allah’ın günlerini hatırlamak”, sabır ve ümidi güçlendirir.
Zira Allah’ın yardımı bir defa tecellî ettiyse, yine tecellî eder.
Tarih tekerrürden ibarettir; ama hakikat değişmez: “Allah sabredenlerle beraberdir.”

5. Tarihten İbret: Firavun’un ve Musa’nın Günü

Hz. Mûsâ’nın kıssası, “Allah’ın günleri”nin en belirgin misalidir.
Bir yanda kibirle ilahlık iddia eden Firavun,
diğer yanda asasını yere vurup denizi yaran bir peygamber.
Firavun’un günü zulmün doruk noktasıydı;
Mûsâ’nın günü ise Allah’ın kudretinin zaferiydi.
Denizin yarıldığı o gün, Allah’ın günüdür;
zira insan aczinin, ilâhî kudretin huzurunda secdeye kapandığı gündür.

6. Günlerin Hatırlanması: Tarih Değil, Ders

Kur’ân’da tarih anlatılmaz; tarihten ders verilir.
“Allah’ın günlerini hatırlat” emri, tarih bilgisini değil, tarih bilincini öğütler.
Unutan milletler, aynı hatayı tekrarlar;
hatırlayanlar ise, şükrü ve sabrı tazeler.
Her mü’min, kendi hayatında da “Allah’ın günlerini” aramalıdır:
– Günahlarından kurtulduğu bir an,
– Dua edip kabul gördüğü bir vakit,
– Karanlıktan nura çıkış hissettiği bir dönem…
İşte onlar da kulun özel Allah günleridir.

7. Netice: Allah’ın Günleri Hâlâ Devam Ediyor

Zaman değişse de Allah’ın günleri bitmez.
Bugün de zalimlerin saltanatları çökerken, mazlumların duaları kabul olurken o günler yeniden yaşanır.
Her çağın kendi “Allah günü” vardır.
Zira Allah’ın kudreti ezelîdir, hükmü bâkidir.

KONUYLA ALAKALI VE MÜRÂDİF ÂYETLER

• “Onlara geçmiş kavimlerin haberlerini anlat; belki düşünürler.”
(A‘râf, 176)
• “Nice memleket halkını zulmettikleri için helâk ettik; sonra onların ardından başka kavimleri var ettik.”
(Enbiyâ, 11)
• “Andolsun, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.”
(Yûsuf, 111)
• “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görsünler? Onlar onlardan daha güçlü idiler.”
(Rûm, 9)
• “Allah zalim kavimleri hidayete erdirmez.”
(Câsiye, 23)

ÖZET

İbrâhim Sûresi’nin 5. âyetindeki “Allah’ın günleri” ifadesi, Allah’ın kudret ve adaletinin tarih içinde açıkça göründüğü nimet ve azap günleridir.
Bu günlerin hatırlatılması, insanlara hem şükür, hem sabır, hem de ibret dersi verir.
Zira o günlerde ilâhî adalet tecellî etmiş, zulüm devrilmiş, iman galip gelmiştir.
Tarih, yalnız geçmişin aynası değil; ilâhî sünnetin sahnesidir.
O halde her mü’min, kendi hayatında Allah’ın günlerini hatırlayıp ibretle yaşamalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 7th, 2025

İMTİHANIN HİKMETİ: BELÂDAKİ LÜTUF

image_pdfimage_print

İMTİHANIN HİKMETİ: BELÂDAKİ LÜTUF

(Hz. Ebû Hureyre Rivayeti ve Bakara 216. Âyet Işığında)
İnsan, hayatın cilvesine bazen güler, bazen ağlar. Gülmek nimete; ağlamak ise musibete düşer. Lâkin her ikisi de aynı elden gelir. Çünkü nimeti veren kim ise, imtihanı da gönderen O’dur.
İmtihan, rahmetin perdelenmiş hâlidir; musibet ise kemalin merdivenidir.
Bu hakikati Peygamber Efendimiz (asm) şu hadis-i şerifle açıklar:
“Şüphesiz bir kişinin Allah katında bir mevkii olur ki, kendi ameliyle oraya ulaşamaz. Bu sebeple Allah o kişiyi –o makama ulaşıncaya kadar– hoşlanmadığı şeylerle imtihan eder.”
(Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, h. no: 3741)
Demek ki bazı acılar, ilâhî bir terfidir; bazı sıkıntılar, Allah katında yükseliş vesilesidir.

1. Bela ve Musibet: Lütuf Görünümlü İmtihan

İnsan, çoğu zaman acıyı azap sanır. Hâlbuki bazen rahmet, zahmet elbisesi giyer.
Bir annenin evladını doğururken çektiği sancı nasıl bir doğumun habercisiyse, mü’minin sabırla katlandığı belâlar da manevî doğumların müjdesidir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara, 2/216 )
İşte bu âyet, kaderin derin hikmetini öğretir.
İnsanın dar aklı, acıyı azap sanır; oysa Hak nazarında o acı, kalbi cilalayan bir iksirdir.
Nice musibetler vardır ki kulun günahlarına kefaret olur, nice belalar vardır ki insanı cennete hazırlar.

2. Tarihten İbret: Peygamberlerin Sabrı

Tarih boyunca hiçbir peygamber sıkıntısız bir hayat sürmemiştir.
Hz. Nûh (as) 950 yıl kavminin inkârıyla mücadele etti.
Hz. İbrahim (as) ateşe atıldı.
Hz. Yakub (as) yıllarca Yusuf hasretiyle gözlerini kaybetti.
Hz. Eyyûb (as) bedenini saran hastalıklara sabırla direndi.
Hz. Muhammed (asm) hem açlıkla hem de düşmanlarla imtihan edildi.
Hepsi aynı gerçeği yaşayarak gösterdi:
Belâ, Allah’ın dostlarını terbiye etme yoludur.
Onlar musibeti değil, musibetin Sahib’ini gördüler.
Bu sebeple isyan etmediler, bilakis teslim oldular.

3. Hikmet Penceresinden Musibet

İmtihanın hikmeti, insanın kemale ermesidir.
Çünkü sıkıntı, kalpteki pası siler; nefsi kırar; kulun aczini hissettirir.
Eğer insan daima nimet içinde kalsa, şükrü unutur;
Eğer daima sıkıntı içinde kalsa, ümidi yitirir.
İşte bu dengeyi koruyan kudret, Rahman’ın hikmetidir.
Onun içindir ki;Musibet, sûreten zahmet; mânen rahmettir.
Bu cümle, sabrın sır kapısını açar.
Zira bela, mü’mini yıpratmak için değil, yükseltmek için gelir.
Bazen günahların affına, bazen derecenin artmasına, bazen de kalbin Rabbine yönelmesine vesile olur.

4. Akıl ve Kalp Arasında Bir Denge

Akıl, musibetin zahirine bakar; kalp ise batınını görür.
Akıl der ki: “Neden ben?”
Kalp der ki: “Rabbim beni unutmuyor.”
Akıl, sıkıntıyı bir eksiklik zanneder; kalp, imtihanın içindeki ilâhî hikmeti sezdiğinde huzura kavuşur.
Musibet, Allah’ın kuluna olan özel terbiyesidir.
Allah bir kulunu sevdiğinde, onu musibetlerle imtihan eder.
Bu, rahmetin acı tecellisidir.
Zira dert, duayı doğurur; dua ise kalbi Rabbine bağlar.

5. Sonuç ve Hikmetli Düşünce

Her belâ, bir imtihan mektubudur.
Her imtihan, bir tevhid dersi verir.
Kimi zaman mal, kimi zaman can, kimi zaman sevdiklerinle sınanırsın.
Ama her defasında bir sır fısıldanır:
“Ben seni olgunlaştırmak için seçtim.”
Sabır, acının ilacıdır; rıza, huzurun anahtarıdır.
Mü’min, sıkıntıya değil; sıkıntının arkasındaki hikmete bakar.
Çünkü bilir ki, Allah zulmetmez.
Kulu için yazdığı her şey, sonunda rahmete çıkar.
Allah, mü’minlerin başına bela verir; çünkü onları günahlarından temizlemek ister.

KONUYLA ALAKALI VE MÜRÂDİF ÂYETLER

• “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
(Bakara, 155)
• “Allah bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.”
(Bakara, 286)
• “Sabredenleri elbette ecirleriyle mükâfatlandıracağız.”
(Nahl, 96)
• “Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”
(İnşirah, 6)
• “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu verir. Ve ummadığı yerden rızıklandırır.”
(Talak, 2-3)

ÖZET

Bu hadis ve âyetler, belâ ve musibetlerin birer ceza değil, imtihan ve terfi vesilesi olduğunu bildirir.
İnsan bazen duayla, bazen sabırla, bazen de sıkıntı ile olgunlaşır.
Musibet, Allah’ın kuluna “Ben seninle meşgulüm” demesidir.
Kısacası; belâ, ilâhî terfi; sabır, kulluk imtihanının anahtarıdır.
Kimin kalbi rızaya ererse, o artık musibette bile rahmeti görebilir.

********

Kıssadan Hisse:

“Beyazıt caminin şadırvanında yan yana oturmuş abdest alan üç adam düşünün…

Ve bahçeye aniden giren ızbandut gibi bir zorba, çok güçlü, eli kolu kuvvetli bir adam, keyfi olarak üçüne de (enselerine) sert birer tokat attı…
Birinci kişi, tokadı yiyince abdeste ara verip kalktı, hayırlısıyla yediği tokat şiddetinde bir tokatla cevap verdi.
Bu Şeriattır. Hakkını istedi ve aldı.
İkincisi, tokadı yiyince şöyle bir tebessümle dönüp baktı.
Bakmasındaki maksat şu:
Cenab-ı Hak bana bir tokat göndermiş.
Acaba postacı kim?
Getiren kim?
Merak etti, ona baktı.
Bu tarikattır.

Üçüncüsü, dönüp bakmadı bile:
Kiminle gönderirse gönderir.
O’nun bileceği iştir, dedi.
Bu da hakikattir.
Soran kişinin yüzündeki tereddütün gitmediği gören Özal, bak der, başka bir açıdan izah edeyim:
Şeriatta bu senindir bu benimdir…
Tarikatta hem senindir hem benim…
Hakikatte ne senindir ne benim…”

İmanın üç farklı tezahürü.
Kaderden atılan musibet taşına maruz kalan üç farklı kişinin tavrı ve hali;
Avamın imanı – Hassın imanı
ve Hassul Hassın imanının farkı.

Veya imanın üç mertebesi;
İlmel yakin, Aynel yakin ve Hakkel yakin

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 7th, 2025

RUHLAR MECLİSİ

image_pdfimage_print

RUHLAR MECLİSİ

Evet büyük ve seçilmiş bir meclis, Ruhlar meclisi
Daha öncede öyle bir alemdeydi ruhlar.
Ancak tasnif edilmesi ve takdir edilmesi gerekti.
Onun için kalite kontrol merkezi olan dünyaya gönderilmeye karar verildi.
İmtihana tabi tutulacaklardı..
Sırasıyla beden elbisesini giyip dünyaya geldiler ruhlar.
Olgunlaşma, tanıma ve tanışma süresi tanındı.
Ruhlar bu arada arkadaşlarını, yandaşlarını, ruhuna münasip ruhları buldular, hayatları süresince.
Nihayet her şey netleşti, ruhlar kendisini, kimlik ve sahsiyetlerini buldu.
Artık karar verilmek üzere kılıflara sarılıp ruhlar meclisine, kategorilerine ayrılarak bölüm bölüm meclislerine alındılar.
Ruhlar gelmeye ve bir yandan da gitmeye devam ediyor
Son ruhların gelişide bitip mukadder olan sonuçlar sonuçlanınca uzunca bir süreç içerisinde son karargahlari ve mekanları olan ve adına cennet ve cehennem denilen yurtlarında yeni bir hayata başlamak üzere sonun ve sonsuzun başlangıcı olan kesişme noktasından gidiş ve varış başlamış olacaktır.
Rabbimiz hayırla sonuçlandırsın.

********

Zamanın ve mekânın ötesinde, henüz “varlık” kelimesinin dahi vücut bulmadığı bir devirde, bir Ruhlar Âlemi vardı. O âlem, kudret-i İlâhî’nin sırrına mazhar olmuş, henüz beden elbisesine bürünmemiş varlıkların meclisiydi. Her bir ruh, Rabbini tanıma kabiliyetiyle yaratılmıştı. Henüz dünya tezgâhına gönderilmeden evvel hepsi bir “mîsak” ile imtihana davet edilecekti.
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediklerinde: “Evet, Rabbimizsin” dediler.
(A’râf Sûresi, 172. âyet )
İşte o gün, “Elest Bezmi” denilen o ilâhî mecliste, ruhlar Rablerine söz verdiler. Bu söz, fıtratlarına mühürlendi. Fakat o ahdin sırrı, dünya imtihanının içinde gizlendi.

RUHLARIN DÜNYA SEFERİ

Ruhların bir kısmı, yüce bir hikmetle, “beden” denilen geçici bir kılıfla donatıldı. Her biri birer emanetçi olarak dünyaya gönderildi. Bu dünya, bir kalite kontrol merkezi, bir imtihan atölyesi idi.
Ruhlar burada; sabırla, musibetle, nimetle, ilimle, cehaletle, iyilik ve kötülükle sınandılar. Kimisi hakikate meyletti, kimisi fâni zevklere kandı. Kimisi kalbini nurlandırdı, kimisi nefsinin zindanına hapsetti.
Fakat hepsi, birbirini buldu; kimisi hakikate gönül verenlerle, kimisi zıddına meyledenlerle. Çünkü ruhlar, benzer frekanslarda yankılanır. Nitekim hadis-i şerifte bu sır şöyle ifade edilir:
“Ruhlar ordular hâlindedir; birbirine uygun olanlar kaynaşır, aykırı olanlar ayrılır.”
(Buhârî, Enbiyâ 2)

RUHLAR MECLİSİNE DÖNÜŞ

Zaman tamamlandığında, her ruh artık tanınmış, kimliğini bulmuş, sahasını belirlemiştir. Dünya bir ayrıştırma tezgâhı, bir tasnif merkezi olmuştur. Her ruh, özüne göre bir meclise çağrılır:
• Nurlanmış ruhlar, Rahmet Meclisi’ne.
• Karanlıkta kalmış ruhlar, azabın çemberine.
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût Sûresi, 57. âyet )
Ve işte o dönüş, **“Ruhlar Meclisi”**nin ikinci perdesidir. Burada ruhlar, dünya seyahatinin muhasebesine alınır. Her biri, kazancını ve kaybını, hakkını ve haddini orada görür.
Nihayet ilâhî hüküm tecelli eder:
Kimi Cennet denilen saadet yurduna, kimi Cehennem denilen pişmanlık ocağına sevk edilir.
“O gün herkesin kazandığı kendisine bildirilecek; onlar zulme uğratılmayacaklardır.”
(Zilzâl Sûresi, 7–8. âyetler )

RUHLARIN SON YURDU

Cennet, arınmış ruhların karargâhıdır;
Cehennem ise nefsine uymuş ruhların cezalandığı menzildir.
Her ruh, ezelde verdiği söze göre, ebedî hayatta yerini bulur. İşte o zaman, “son” sandığımız şey, “sonsuzun başlangıcı” olur.
Rabbimiz, bu büyük dönüşü hayırla neticelendirsin;
Ruhumuzu iman, teslimiyet ve rıza ile huzur meclisine kabul buyursun.

KONU İLE ALAKALI ÂYETLER VE MÜRÂDİFLERİ

• A’râf Sûresi 172:
“Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet, Rabbimizsin’ demişlerdi.”
(Elest Bezmi’nin aslı.)
• Bakara Sûresi 156:
“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz’ derler.”
(Ruhun dönüş şuuru.)
• Mü’minûn Sûresi 115:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Dünya imtihanının hikmetine işaret.)
• Yâsîn Sûresi 12:
“Şüphesiz ölüleri dirilten biziz; onların yaptıklarını ve eserlerini biz yazarız.”
(Amel defteri ve ruh muhasebesi.)
• Zilzâl Sûresi 7–8:
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Netice meclisinin adaleti.)

ÖZET

Ruhlar, ezelde Rablerine söz vermiş, bu sözü isbat için dünyaya gönderilmiştir. Dünya, ruhların imtihan edildiği bir tasnif meydanıdır. Ruhlar, bu süreçte özlerini ve özüne uygun eşlerini tanır, hakikat yolunda veya bâtıl tarafında yer alır. Ölümle birlikte beden kılıfından sıyrılan ruh, tekrar Ruhlar Meclisi’ne döner. Burada ebedî karar verilir: Cennet veya Cehennem. Bu dönüş, son değil; sonsuzun başlangıcıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
05/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025

Ruhların Meclisi: Ezelden Ebede İmtihan ve Tekâmül

image_pdfimage_print

Ruhların Meclisi: Ezelden Ebede İmtihan ve Tekâmül

İnsan hayatının ve kainatın en esaslı sırlarından biri, ruhun varlığı ve onun yolculuğudur. Bu derûnî hakikatin pek çok bağlantısını ihtiva eden, kadim düşünce ve hikmet ekollerinin üzerinde durduğu devreleri dile getirmektedir. Bu faaliyet, bir inanç esası ile beraber, aynı zamanda tarihi süreçler boyunca büyük düşünce insanlarının zihinlerini meşgul eden ibretli bir muhtevadır.

1. 🌟 Ezeldeki Ahid ve Ruhlar Âlemi

Aslına bakılırsa, ruhların yolculuğu bu fani dünyadan çok önce, ‘Ruhlar Meclisi’ olarak da tasvir edilen Ahd-i Mîsâk (Elest Meclisi) ile başlar. Tüm ruhlar, bir küll halinde iken, Rabbimizin: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, derûnî bir idrak ile “Evet, (biz buna) şahidiz!” diye cevap vererek en esaslı sözü vermişlerdir. Bu, ruhun ilahi yapısını, yani Allah’ı tanıma ve O’na kulluk etme fıtratını gösteren cihan şümul bir sözleşmedir.
Bu alem, ruhların tasnif ve takdir edilme ihtiyacı doğana dek bir bekleyiş yeriydi. Zira yüce hikmet, nefis ile sınanacak olan insan ene’sini, yani kişiliğini, enaniyetini ve faziletini ancak seçme ve eylem imkânı olan bir dış alanda ortaya çıkarabilirdi.

2. 🌍 Dünya: Kalite Kontrol Merkezi ve İmtihan Mekânı

Ruhlar, bu sözleşmenin isbatı ve olgunlaşma süreci için, beden adı verilen kılıflar giyerek, “Kalite Kontrol Merkezi” görevini üstlenen bu tabiata, yani dünyaya gönderildi. Dünya, ruhların hakikî kimliklerini bulacakları, irade sınavına tabi tutulacakları ve verdikleri ezelî sözün gereğini yerine getirip getirmeyeceklerinin tesbit edileceği büyük bir sahnedir.
Ruhlar, bu hayat süresince derûnî yapılarına münasip, yani kendileriyle aynı açıdan ve bağlantıda olan arkadaşlarını ve yandaşlarını buldular. Bu tanışma, ruhların kategorilere ayrılışının ve nihai akıbetlerinin ilk tasnif faaliyetidir. Zira bir ruhun fazileti veya yanlış inancı, en net şekilde, kendisiyle zıt veya aykırı olanı gördüğünde ortaya çıkar.

3. ⚖️ Haşir ve Ruhlar Meclisinde Nihai Karar

Sürecin sonu geldiğinde, son ruhun da tekâmül için dünyaya gelişi tamamlanınca, Haşir adı verilen büyük toplanma başlar. Ruhlar, kılıflarından sıyrılarak, dünyadaki faaliyetlerinin ve seçimlerinin muhtevası ile Ruhlar Meclisine geri alınırlar.
Bu meclis, artık bir tasnif yeri değil, bir muhasebe ve karar mekânıdır. Dünyada gösterilen faziletler, adaletsizlikler, sadakatler veya ihânetler açısından, her ruhun sahibiyeti ve şahsiyeti kesinleşmiştir. Ruhlar, dünyadaki küllî imtihanın sonucu olarak kategorilerine ayrılırlar.
Nihayet, uzunca bir süreç sonunda, mukadder olan sonuç ile sonun ve sonsuzun başlangıcı olan Cennet ve Cehennem denilen yurtlara yerleşme kararı verilecektir. Bu, ruhun ezelden ebede uzanan hayatının nihai mekânı ve karargâhıdır.
Rabbimiz, bu cihan şümul yolculuğun hayırla ve faziletle sonuçlanmasını takdir etsin.

📖 Konuyla Alakalı Âyetler

Konunun aslını teşkil eden, Ahd-i Mîsâk ve imtihan muhtevasıyla ilgili ayetler:
1. Ruhların Ezelde Verdiği Söz (Ahd-i Mîsâk)
> A’râf Sûresi, 7/172-174:
> “Hani Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. Bu, kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir. Yahut, “Daha önce babalarımız şirke düştüler, biz de onlardan sonra gelen bir kuşağız. Bizi, bâtıla dalanların yaptıkları yüzünden mi helâk edeceksin?” dememeniz için (böyle yaptık). İşte âyetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz ki, (inkârdan) dönsünler.”
>
2. Dünya Hayatının Bir İmtihan Olduğu
> Mülk Sûresi, 67/2:
> “O, hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır. O, üstündür, çok bağışlayandır.”
>
> Ankebût Sûresi, 29/2:
> “İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?”
>
3. Ruhların Tekrar Toplanması ve Hesap (Haşir)
> Yûnus Sûresi, 10/30:
> “İşte orada, herkes daha önce yaptıklarını yoklayacak (imtihana çekilmiş olacak) ve gerçek mevlâları olan Allah’a döndürüleceklerdir. Uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gidecektir.”
>
> Tegâbün Sûresi, 64/9:
> “Toplanma (Haşir) günü için sizi bir araya getireceği gün, işte o, aldanış günüdür. Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onun kötülüklerini örter ve onu altından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetlere koyar. İşte büyük kurtuluş budur.”
>
📝 Makalenin Özeti
Bu araştırma yazısı, ruhun hayat yolculuğunu üç temel açıdan ele alır: Ezel, Dünya ve Ebed. Yolculuk, Ruhlar Meclisi denilen Ahd-i Mîsâk ile başlar; burada her ruh derûnî olarak Allah’ı Rab olarak tanıma sözü verir. Bu misakın isbatı ve ruhun tekâmülü için, dünya bir “Kalite Kontrol Merkezi” ve imtihan sahası olarak takdir edilir. Dünya hayatında ruhlar, beden elbisesi içinde seçimler yaparak ve münasip ruhları bularak kimliklerini netleştirirler.
Sonuç olarak, tüm ruhlar Haşir günü tekrar toplanıp, dünyadaki faaliyetlerinin muhtevasına göre tasnif edilerek Cennet veya Cehennem olan nihai mekânlarına gönderilirler. Küllî hikmet, ruhun fazilet ve enaniyet sınavını bu cihan şümul dönüş ile ortaya koymaktır.
Bu muhteva üzerine ek olarak Risale-i Nur

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
05/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025

TAKVA: KAYBETMEMENİN KAZANCI

image_pdfimage_print

TAKVA: KAYBETMEMENİN KAZANCI

Hayatta elbette müsbet, hayır ve güzellik gibi şeyler sevilir, tavsiye edilir ve hedeflenir. Ancak insanın asıl imtihanı; kazanmaktan ziyade kaybetmemektir. Zira kaybetmemek, çoğu zaman kazanmanın ta kendisidir.
İnsan, yaratılış itibarıyla İslâm fıtratı üzere dünyaya gelir. Bu doğuştan gelen sermaye, iman ve hidayet istidadıdır. Fakat bu sermaye, eğer korunmazsa ziyan olur. İşte takva, o ilâhî sermayeyi muhafaza etme şuuru, yani manevî kaybı önleme gayretidir.

1. Kazanmak mı, Kaybetmemek mi?

İnsanın hayatındaki her fiil bir ticarettir. Cenâb-ı Hak Kur’an’da:
“Ey iman edenler! Sizi elem verici bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?”
(Saff, 10 — Meali)
buyurarak, bu ticaretin ebedî kazanç veya kayıp getireceğini beyan eder.
Bir mümin, her anını bir ticaret bilinciyle yaşar. Ancak bu ticaretin esası “fazla kazanmak”tan önce “kaybetmemek”tir.
Zira kazanç, bir gayrettir; ama kaybetmemek, bir koruyuş, bir muhafazadır.
Birincisi amel ile olur; ikincisi takva ile.

2. Kötülük Yapmamak En Büyük İyiliktir

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur:
“Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.”
(Buhârî, Îmân, 4)
Bu hadis, kötülük yapmamanın, bizzat bir iyilik olduğunu gösterir.
İyilik yapmak, insanı yüceltir; ancak kötülükten sakınmak, insanı korur.
Kötülük yapmamak, sadece başkalarına değil, kişinin kendi ruhuna da iyiliktir. Çünkü her işlenen kötülük, kalpte siyah bir nokta bırakır.
O halde kötülük yapmamak, kalbin kirlenmemesini sağlar.
Ve kirlenmemek, temizlenmekten daha üstündür.

3. Kirlenmemek: Manevî Temizliğin Şartı

İslâm sadece temizlik dini değil, “kirlenmeme” dinidir.
Nitekim Kur’an’da:
“O vakit, orada temizlenmek isteyen erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever.”
(Tevbe, 108 — Meali)
buyrulmuştur.
Ancak asıl fazilet, kirlenmeden temiz kalabilmektir.
Zira: “Kirlenmemeye gayret edenin temizlenmeye ihtiyacı kalmaz.”
Zira günah, manevi kirin adıdır. Ondan uzak durmak, takvanın özüdür.

4. Günah İşlememek Vaciptir ve Takvadır

Sevap işlemek, bir yükselmedir; günah işlememek ise bir muhafazadır.
Vacip, sünnetten üstündür. Dolayısıyla günah işlememek (vacibi yerine getirmek), birçok sünnetten evlâdır.
Takva, işte bu şuuru diri tutmak demektir:
“Allah görüyor, biliyor ve hesaba çekecek.”
Bu bilinç, insanı günahın eşiğinden çevirir.
Takva, dışta bir çekinme değil, içte bir farkındalıktır.
Nitekim Resûlullah (s.a.v.) kalbini işaret ederek buyurmuştur:
“Takva işte buradadır.”
(Müslim, Birr, 32)

5. Cenneti Kaybetmemek Asıl Hedeftir

İnsan, doğuştan cennet yoluna girmiş bir varlıktır.
Fakat bu yolun üzerinde nefsin, şeytanın ve dünyanın tuzakları vardır.
Cenneti kazanmak büyük bir gaye olsa da, onu kaybetmemek daha hayati bir endişedir.
Tarih, nice âlimlerin, sultanların, zenginlerin ve güçlülerin, bir gaflet sebebiyle ebedî kayba sürüklendiğini gösterir.
Zira “cenneti kazanmak” bir gayrettir; “cenneti kaybetmemek” ise bir uyanıklıktır.
Kur’an’da Cenâb-ı Hak, takva sahiplerini şöyle müjdeler:
“Şüphesiz Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.”
(Nahl, 128 — Meali)
Demek ki Allah’ın beraberliği, takvaya bağlıdır.
Takva, cennet kazandırdığı gibi, cehennemden de emin kılar.

6. Takva: İmandan Sonra En Üstün Amel

İman bir başlangıçtır, takva onun muhafazasıdır.
Bir mücevherin değeri, onu koruyan muhafazanın sağlamlığı kadardır.
Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Şüphesiz Allah katında en değerliniz, takvaca en üstün olanınızdır.”
(Hucurât, 13 — Meali)
Bu üstünlük, ne soyla ne servetle; sadece kalpteki takva ile ölçülür.
Takva, hem dünyada huzurun, hem ahirette cennetin anahtarıdır.

KONUYLA ALAKALI AYETLER

• “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.”
(Âl-i İmrân, 102)
• “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder.”
(Talâk, 2)
• “Allah, takvâ sahiplerini sever.”
(Âl-i İmrân, 76)
• “Şüphesiz Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.”
(Nahl, 128)
• “Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsini kötü arzulardan men ederse, şüphesiz cennet onun barınağıdır.”
(Nâziât, 40-41)
• “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, O size doğruyu yanlıştan ayıracak bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar.”
(Enfâl, 29)

ÖZET

İnsan, hayatında kazanmaktan ziyade kaybetmemeye odaklanmalıdır.
Zira kaybetmemek bir kazançtır, kötülük yapmamak en büyük iyiliktir, kirlenmemek zaten temizliktir.
Günah işlememek vaciptir ve vacip, birçok sünnetten üstündür.
Takva, günahlardan sakınmak ve manen kirlenmemektir.
İmandan sonra amellerin en üstünü takvadır; çünkü takva, hem imanı korur hem de cenneti kaybetmemenin en sağlam yoludur.
Cennet kazanılmakla değil, korunmakla muhafaza edilir.
İşte asıl kazanç, kaybetmemeyi bilmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
04/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025

Allah’ım, Kızlarımızı ve Kadınlarımızı Yoldan Çıkaranları Kahreyle

image_pdfimage_print

Allah’ım, Kızlarımızı ve Kadınlarımızı Yoldan Çıkaranları Kahreyle

Tarih boyunca toplumların çöküşü, çoğu zaman kadının ifsad edilmesiyle başlamıştır. Çünkü kadın, bir toplumun kalbidir; kalp bozulursa, bedenin diğer azaları da ifsat olur.
Kadın, sadece bir fert değil; neslin, ailenin ve imanın taşıyıcısıdır. Onun iffeti, sadece kendi şahsına değil, bütün bir millete nur olur.

🔹 Kadını İfsad Eden, Nesli Zehirler

Firavun’un sihirbazları nasıl halkın aklını büyüyle bağladıysa, bugün de modern dünyanın büyücüleri ekranlardan, modadan, müzikten ve reklamlardan kadının ruhunu esir ediyor.
Güzel olanı süs adıyla çirkinleştiriyorlar.
Hürriyet dedikleri şey, aslında nefsin köleliğidir.
Kadının başörtüsüne, edebine, vakarına, merhametine saldıran her anlayış;
bir medeniyeti içten çürütür.
Bunu bilerek yapanlar, şeytanın yeryüzündeki memurlarıdır.
Ve her biri, kadınları yoldan çıkararak ümmetin kalbine hançer saplıyorlar.

🔹 İmanla Korumak

Kur’an’da Cenâb-ı Hak buyurur:
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle; dışarı çıktıkları zaman üstlerine dış örtülerini alsınlar. Bu, onların tanınması ve eziyet edilmemesi için en uygun olandır.”
(Ahzâb Sûresi, 33/59 )
Bu âyet, bir yasak değil; bir koruma kalkanıdır.
Kadın, iffetiyle bir kale olur; kalenin kapısını açan, nefsin rüzgârına kapılırsa, içeriye düşman girer.
Onun için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünya bir metadır (geçimliktir) ; dünyanın en hayırlı metası, saliha kadındır.”
(Müslim, Radâ’, 64)

🔹 Tarihten İbret

Roma, Bizans ve Endülüs…
Hepsi aynı hatayı yaptı: Kadını süs ve eğlence aracı hâline getirdi.
Saraya harem girdiğinde, iman kaleden çıktı.
Ve her defasında, o toplumlar çöktü.
Zira kadın çürüyünce, nesil çürür; nesil çürüyünce medeniyet göçer.

🔹 Bugünün Fitnesi

Bugün televizyon dizileri, sosyal medya, reklamlar; kadını iffetten uzaklaştırıp “serbestlik” maskesiyle rezaleti teşvik ediyor.
Kadınlara “kendin ol” diyorlar ama aslında nefsin esiri ol diyorlar.
Yeryüzünde en ağır vebali taşıyanlar, işte bu ifsad mühendisleridir.
Eğer Allah’ın bir kahır tokadı inecekse, o tokat kadınların ahlâkını ve imanını bozanlara inecektir.

🔹 Duamız

Allah’ım, kızlarımızı ve kadınlarımızı koru.
Onları ifsad edenleri, fitne ateşiyle yak;
ümmetin namusuna göz dikenlere fırsat verme.
İffetiyle parlayan, vakar ve imanla yaşayan kadınları çoğalt.
Zira onlar, ümmetin son kaleleridir.

📜 Konuyla İlgili Ayetler

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”
(İsrâ Sûresi, 17/32 )
“İman eden erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar…
İman eden kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar…”
(Nûr Sûresi, 24/30-31 )
“O gün ne mal fayda verir ne evlât. Ancak Allah’a temiz bir kalple gelen kurtulur.”
(Şuarâ Sûresi, 26/88-89 )

🌺 Özet

Kadın, ümmetin kalbidir.
Kalp temizse ümmet diridir; kalp bozulursa ümmet ölür.
Tarihten bugüne her fitne, önce kadının iffetini hedef almıştır.
Bugün de aynı oyun sürmektedir.
Bu sebeple en büyük beddua, kadınlarımızı yoldan çıkaranlara;
en büyük dua ise, kadınlarımızı imanla koruyanlara olmalıdır.
Zira kadın iffetiyle bir kale, edebiyle bir melek, imanı ile bir nurdur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
04/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025

Kudüs: Geçmişin Aynası, İbretin Şehri

image_pdfimage_print

Kudüs: Geçmişin Aynası, İbretin Şehri

Kudüs, sadece bir coğrafi mekân değil, hayatın ve tarihin derin katmanlarını barındıran müstesna bir açıdır. Üç semavî dinin; İslâm’ın, Hristiyanlığın ve Yahudiliğin kalbi ve mihveri olması hasebiyle, onun aslı ve yapısı, sıradan bir şehir olmanın çok ötesindedir. Kudüs, bir medeniyetler beşiği olduğu kadar, ibret alınması gereken nice hakikatin de tasvirini sunar.

Tarihin Derûnî Akışı ve Mânevî Faaliyet

Kudüs’ün tarihi, M.Ö. ikinci bin yıllarına kadar uzanır. Hz. Dâvûd’un şehri fethederek başkent yapması ve oğlu Hz. Süleyman’ın meşhur Mâbed’i inşa ettirmesi, bu mekâna derûnî bir ehemmiyet kazandırmıştır. Bu faaliyet, sadece siyasî bir hamle değil, aynı zamanda manevî bir merkez kurma gayretidir. Kudüs, peygamberlerin mirası, rüyası ve isbatı olmuştur.
Ancak bu cihan şümul ehemmiyet, aynı zamanda bitmeyen bir mücadele sahası da oluşturmuştur. Babil sürgünü, Roma istilası, Haçlı Seferleri ve nihayet Osmanlı idaresi… Her dönem, şehirde derin izler bırakmıştır. Haçlı Seferleri’nin vahşeti ve ardından Selahaddin Eyyubî’nin 1187’deki fethi, insanlık tarihine kaydedilmiş büyük bir ibret vesikasıdır. Selahaddin’in fethi, sadece askerî bir zafer değil, aynı zamanda bir fazilet ve merhamet tasviridir. Fethettiği şehirde kimsenin canına, malına dokunmayarak gösterdiği adalet, İslâm hikmetinin zahiri bir tezahürüdür.
Düşünce ve Tabiat Üzerine Bir Nazar
Kudüs’ün tarihi, bize iktidarın gelip geçiciliğini ve kuvvetin tek başına ebedî saadet getiremeyeceğini mantıklı bir biçimde gösterir. Şehri ellerinde tutan her kuvvet, bir gün muhakkak zeval bulmuştur. Bu tabiat kanunu, bize dünyevî saltanatların geçici yapısını idrak etmeyi öğretir. Bugünün müreffeh devleti, yarının mazlumu olabilir. Bu, tarihin tekerrür eden tasviridir.
Osmanlı Devleti’nin 400 yıl süren idaresi ise, bu şehir için nisbeten uzun bir sükûnet devri olmuştur. Osmanlı, farklı inançların ve kavimlerin bir arada hayat sürmesine imkân tanıyarak, İslâm düşüncesinin hoşgörüsünü ve adaletini tatbik etmiştir. Bu dönem, dinî ve kültürel çeşitliliğin barışlı bir şekilde faaliyet gösterebileceğinin en mantıklı ve edebi isbatıdır. Osmanlı, Kudüs’ü bir mücadele alanı olmaktan çıkarıp, bir himaye ve hizmet alanı olarak görmüştür.

Hikmetin Esası ve İbretin Cevabı

Kudüs, bugün de acı ve çileyle yoğrulmuş vaziyettedir. Şehir, derûnî ve zahiri ihtilafların merkezinde yer almaktadır. Bu durum, bize bir hikmet dersi vermektedir: Asıl ve kalıcı olan, maddî kuvvet değil, manevî adalettir. Kudüs’e sahip olmak, sadece topraklarına hükmetmek değil, onun cihan şümul manevî yükünü de taşımayı gerektirir.
Şehrin maruz kaldığı her zulüm, her haksızlık, insanoğlunun kibrinin ve enaniyetinin acı bir tasviridir. Kudüs’ün tarihi, bir tenkit ve nazar davetidir: Ey insanlık! Bu kutsal beldenin aslına ve manevî yapısına yakışır bir faaliyet sergilemek, bir külli vazifedir. Aksi takdirde, tarih bizi tekrar ve tekrar aynı ibretli akıbete sürükleyecektir.

📖 Konuyla Alakalı ve Müradifi Ayetler

Konumuzun muhtevası, adalet, merhamet, iktidarın geçiciliği, cihad ve imtihan gibi hususlarla bağlantılıdır. Bu hususlarla açısı olan ayetlerin mealleri aşağıdadır.

1. Adalet ve Faziletin Ehemmiyeti

> Nisâ Sûresi 4/135: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli olun; bu, takvaya (Allah’a karşı gelmekten sakınmaya) daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
>
2. İktidarın Geçiciliği ve İbret
> Âl-i İmrân Sûresi 3/140: “Eğer siz bir yara almışsanız, o topluluk da (Karşı taraf) benzeri bir yara almıştır. O günleri (zafer ve yenilgi günlerini) insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah’ın, iman edenleri bilmesi (ortaya çıkarması) ve sizden şahitler edinmesi (seçmesi) içindir. Allah, zalimleri sevmez.”
>
3. İmtihan ve Hayatın Yapısı
> Ankebût Sûresi 29/2-3: “İnsanlar, inanıyoruz demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah, elbette doğruları ortaya çıkaracak, elbette yalancıları da ortaya koyacaktır.”
>
4. Kudüs ve Cihan Şümul Mânevî Merkez
> İsrâ Sûresi 17/1 (Müradif Olarak Mânevî Öneme İşaret): “Kulunu (Muhammed’i) bir gece, Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren (Allah) eksikliklerden münezzehtir. (Biz, bu gece yolculuğunu) ona âyetlerimizden bazılarını göstermek için yaptık. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
>
📝 Özet (Hülasa)
Kudüs, üç semavî din için kutsal bir açı teşkil eden, tarihi derin ve ibretli bir şehirdir. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman dönemlerinden, Babil sürgünü, Roma işgali ve Haçlı Seferleri’ne kadar uzanan süreç, şehrin derûnî ehemmiyetini gözler önüne sermiştir. Selahaddin Eyyubî’nin adaletli fethi, İslâm hikmetinin bir tasviridir.
Tarihî nazar, dünyevî iktidarın geçici yapısını ve kuvvetin tek başına kalıcı saadet getiremeyeceğini mantıklı biçimde isbat eder. 400 yıllık Osmanlı idaresi, farklı inançların bir arada, barışçıl bir şekilde hayat sürebileceği zahiri bir faaliyet örneği sunmuştur. Kudüs’ün mevcut durumu, insanoğlunun kibrine karşı tenkit ve düşündürücü bir davettir. Kalıcı olan, maddî kuvvet değil, cihan şümul adalettir. Şehrin aslına yaraşır bir külli adalet, hem hayatın hem de maneviyatın gereğidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
04/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025

YOLU BOZANLAR VE NESLİ YOLDAN ÇIKARANLAR

image_pdfimage_print

YOLU BOZANLAR VE NESLİ YOLDAN ÇIKARANLAR

Eğer bana bir bedduâ hakkı verilseydi, onu sadece bir cümlede toplardım:
“Allah’ım, kızlarımızı ve kadınlarımızı yoldan çıkaranları kahreyle.”
Çünkü bir milletin temeli kadındır.
Kadın, yalnızca bir anne değildir; o, neslin mayası, inancın aynası, ahlâkın kalıbıdır.
Kadın bozulursa, aile dağılır; aile dağılırsa toplum çürür; toplum çürürse millet çöker.
İşte tarih, bu zincirin defalarca kırıldığı dönemlerin ibret levhasıdır.

🌿 Kadın; Fıtratın Mihveri

Kadın, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellisidir.
Onda şefkat vardır, onda incelik, iffet, zarafet ve merhamet vardır.
Kur’an, kadını bir süs veya meta olarak değil, bir emanet olarak tarif eder.
“Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz.”
(Bakara, 2/187)
Yani kadın ve erkek, birbirinin örtüsüdür.
Kadını soyundurmak, aslında erkeği de çıplak bırakmaktır.
Bugün “özgürlük” denilerek iffet zinciri koparılmıştır.
Reklam, moda, sinema ve sosyal ağlar, kadın üzerinden bir şehvet ekonomisi kurmuştur.
Oysa kadını yücelten şey süs değil, sırdır.
Kendini gizleyeni Allah korur; kendini teşhir edeni insanlar tüketir.

⚖️ Tarihten Bir Ayna

Tarih boyunca milletlerin çöküşünün en açık göstergesi, kadın terbiyesindeki çözülmedir.
• Roma, iffetini kaybettiğinde çökmüştü.
• Endülüs, kadınlar saraylarda şarkılar söylerken düşmüştü.
• Osmanlı, haremin edeple dolduğu zaman kudret bulmuş, ahlâk gevşeyince gücünü yitirmişti.
Bugün de aynı virüs, başka isimlerle karşımızda:
“modernlik”, “özgürlük”, “kadın hakları” gibi süslü başlıklar altında, aslında kadını esarete mahkûm eden bir zihin istilâsı yürütülüyor.
Kadının bedeni meta, kalbi oyuncak, ruhu reklam malzemesi hâline getiriliyor.
Ve bu tuzağı kuranlar, en büyük cürmü işliyor: bir milletin kızını yoldan çıkarmak.

🔥 Yolu Bozanlar: Asrın Firavunları

Bugün ekranlarda, dizilerde, sosyal medyada, müziklerde, reklam panolarında
hep aynı hedef gözetiliyor:
aileyi parçalamak, kadını iffetinden koparmak, nesli yönsüzleştirmek.
Firavun nasıl erkek çocukları öldürüp kadınları sağ bırakmışsa,
asrın Firavunları da kadınları manen öldürüyor, ruhlarını esir alıyor.
Kur’an, bu hâli şöyle haber verir:
“Firavun, halkını parçalara ayırdı. Onlardan bir kısmını güçsüz düşürüyordu.”
(Kasas, 28/4)
Bugünün dünyasında da aynı strateji sürüyor:
Kadın, kendi fıtratına yabancılaştırılıyor; erkek, kadın düşmanına dönüştürülüyor;
böylece toplum kendi özünü tüketen bir makineye çevriliyor.

🌙 İffet: Unutulan Kalkan

Bir kadın iffetini koruduğu sürece Allah onu korur.
Bir kadın namusunu gözettiği sürece melekler ona dua eder.
Bir kadın tesettürüne sadık kaldığı sürece, o toplumun namusu da korunur.
Ama eğer bir milletin kızları moda tapınağında secdeye kapanırsa,
ahlâk elbisesi soyunur, iman elbisesi de yırtılır.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur:
“Ümmetimden öyle kadınlar gelecek ki, giyinik oldukları hâlde çıplaktırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Onlar cennetin kokusunu dahi alamazlar.”
(Müslim, Libâs 125)
Bu hadisin mânâsı çağımızda bütün çıplaklığıyla tezahür etmiştir.
Moda, iffet elbisesini yırtmış; medya, hayasızlığı normalleştirmiştir.

🕊️ Bedduâ mı, Feryat mı?

Bu duâ, bir nefretin değil; bir feryadın sesidir.
Çünkü yoldan çıkan bir kadının ardından, binlerce erkek, binlerce çocuk, binlerce nesil savrulur.
Bir toplumun kadınları iffetsizliğe, erkekleri umursamazlığa alışırsa,
o toplumun geleceği, iman mezarlığına döner.
Dolayısıyla “Allah’ım, kızlarımızı yoldan çıkaranları kahreyle” duası;
bir öfke değil, neslin ıslahı için bir yakarıştır.
Zira bazen bir milletin dirilişi, bir annenin gözyaşıyla başlar.

🌸 Son Söz

Kadın, rahmetin tecellisidir; onun edebi giderse, rahmet de çekilir.
Bir milletin istiklâli, toprağında değil, kadınlarının yüreğindedir.
O yürek temiz kaldıkça, o millet kirlenmez.

ÖZET

Bu yazı, kadını yoldan çıkarmanın bir milletin sonunu hazırlayan en büyük fitne olduğunu vurgular.
Kadın, neslin mayasıdır; iffetini kaybederse toplum çürür.
Tarih, bu gerçeğin sayısız misalini göstermiştir.
Modern çağın sahte özgürlük anlayışı, kadını ruhen köleleştirmiştir.
Asrın en büyük duası, “Allah’ım kızlarımızı yoldan çıkaranları kahreyle” duasıdır;
zira bu feryat, nesli kurtarma arzusunun sesidir.
Gerçek kurtuluş, iffetin yeniden ihyâsındadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
04/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025

MAHŞERDE “Z RAPORU” – Ebediyetin Büyük Hesabı

image_pdfimage_print

MAHŞERDE “Z RAPORU” – Ebediyetin Büyük Hesabı

Her akşam esnaf, gün sonunda dükkânının kasasına oturur. Gün boyu yapılan her alış verişin, her kazancın, her kaybın neticesini görmek için “Z Raporu” alır.
O küçük kâğıtta bütün günün hikâyesi saklıdır: kimden ne alındı, kime ne satıldı, ne kazanıldı, ne kaybedildi.
Lâkin insanoğlunun en büyük “Z raporu” bu dünyada değil, mahşer meydanında alınacaktır.
O gün, her nefesin, her bakışın, her kelimenin hesabı bir tuşla değil, bir Hakikat emriyle açılacaktır.
Zira “Her şey Levh-i Mahfûz’da yazılıdır.” (Bkz. Yâsîn, 36/12)

🕊️ İlâhî Kayıt Sistemi: Levh-i Mahfûz ve Kirâmen Kâtibîn

İnsanın her hareketi, her niyeti, her söz parmak izi gibi eşsizdir ve meleklerin kaleminde yerini alır.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
“Üzerinizde gözetleyici melekler vardır. Kirâmen kâtibîn; onlar ne yaptığınızı bilirler.”
(İnfitâr, 82/10–12)
Bugün dünyada bilgisayarlar, yazılımlar, dijital hafızalar saniyeler içinde milyarlarca veriyi kaydedebiliyorsa, Kâinatın Sahibi’nin yarattığı manevî kayıt sistemi bundan elbette bin kat daha mükemmeldir.
İşte mahşer günü bu kayıtlar açılacak, insanoğlu kendi “dosyasını” okuyacaktır:
“Kitabını oku! Bugün hesap sorucu olarak kendi nefsin sana yeter.”
(İsrâ, 17/14)

⚖️ Mahşerin Karakolu: Münker ve Nekir’in Sorgusu

Kabirde başlayan sorgu, mahşerdeki büyük divanın ön sorgusudur.
Münker ve Nekir, birer zabit gibi sual eder: “Rabbin kim, dinin ne, peygamberin kim?”
Bu sorgu, mahkemenin ilk kapısıdır.
Ve her kul, bu sorguya hazırlığını dünyadayken yapar.
Zira mezar, âhiretin ilk durağıdır; orada rahat eden, mahşerde de kolay eder.

🧠 Organlar Konuşacak, Hafıza Şahitlik Edecek

O gün sadece diller değil, eller, ayaklar, gözler ve kulaklar da dile gelecektir.
“O gün, onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları işler hakkında şahitlik edecektir.”
(Nûr, 24/24)
İnsanın beynine emanet edilen hafıza, dünyada fotoğraf gibi geçmişi kaydeder.
İşte o gün, Allah Teâlâ bu hafızayı konuşturur.
Hiçbir mazeret kalmaz.
Ne “unutmuştum” denebilir, ne de “ben yapmadım”.
Çünkü bütün deliller, kendi içinde mühürlüdür.

🌅 Mahşer Gününün Süresi: “Yarım Günlük” Bir Ebediyet

Kur’ân-ı Kerîm bu büyük hesabın süresine dair şöyle buyurur:
“Kıyamet gününde onların kalacakları süre, gündüzün ancak bir kısmı kadardır. Onlar birbirlerini tanırlar.”
(Yûnus, 10/45)
“O gün, sanki akşamla kuşluk arası kadar bir vakit kaldıklarını sanırlar.”
(Nâziât, 79/46)
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hakikati şöyle beyan buyurmuştur:
“Mümin kulun hesabı, Allah katında yarım gün (dünya ölçüsüyle beş yüz yıl) kadar sürecektir.”
(Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/374)
Yani o günün “yarım gün” oluşu, rahmetin tezahürüdür.
Allah, mümin kullarına kolaylık eder; onlar için o uzun bekleyiş, bir kuşluk vakti kadar görünür.

🌸 Müfessirlerin Hikmetli Yorumu

• İmam Kurtubî:
“Müminlerin hesabı hafif olur. Allah onlara rahmet eder. Onlar için o gün, yarım gün gibi gelir.”
• İmam Nevevî:
“Hadisteki yarım gün, müminin hissedeceği süredir; çünkü Allah Teâlâ onların hesabını kolaylaştırır.”
Böylece mahşer, mümin için korkunun değil; ilâhî adaletin, rahmetin ve affın tecelli sahası olur.

💎 Z Raporunun İlâhî Karşılığı

Mahşer günü herkesin “Z raporu” alınacaktır:
• Kazancın: Salih ameller, niyetler, sabır, tevazu.
• Zararın: Günah, zulüm, kibir, nankörlük.
Ve her şey “baki defterlere” işlenecektir:
“Gerçekten amel defterleri yazılmıştır. O gün ne haksızlık yapılır, ne de bir şey eksik bırakılır.”
(Kehf, 18/49)
Müminin defteri sağından verilecek, yüzü nurlanacaktır:
“Artık kitabı sağından verilen: ‘Alın, kitabımı okuyun!’ der.”
(Hâkka, 69/19)
Zalim ve inkârcının defteri ise solundan veya arkasından verilecek, yüzü kararacaktır:
“Kitabı solundan verilen ise, ‘Keşke kitabım verilmeseydi!’ diyecektir.”
(Hâkka, 69/25)

🙏 Son Dua

اللّٰهُمَّ حَاسِبْنَا حِسَابًا يَسِيرًا وَارْزُقْنَا وُجُوهًا نَاضِرَةً إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةً
“Allah’ım, bizi kolay bir hesapla hesaba çek ve yüzlerini sana yönelten nurlu kullarından eyle.”

📜 Konuyla Müradif Ayetler

• “Kitabını oku! Bugün kendi nefsin sana yeter.”
(İsrâ, 17/14)
• “O gün her nefis yaptıklarının karşılığını eksiksiz görür.”
(Âl-i İmrân, 3/25)
• “O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye bölük bölük çıkarlar.”
(Zilzâl, 99/6)
• “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür, kim zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 99/7–8)
• “Hiç şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”
(Hac, 22/47)

ÖZET

Bu yazıda, mahşerdeki hesabın “Z raporu” benzetmesiyle anlatıldığı gibi, her insanın hayat defteri en ince ayrıntısına kadar kayıt altındadır.
Levh-i Mahfûz, Kirâmen Kâtibîn, Münker ve Nekir, organların şahitliği ve hafızanın dile gelişi, ilâhî adaletin kusursuz sistemini gösterir.
Kur’an ve hadislerde bildirildiği üzere, müminlerin hesabı kolay ve kısa sürecektir.
O günün “yarım gün” kadar görünmesi, rahmetin büyüklüğüne işarettir.
Dünya bir ticaret yeridir; âhiret ise bu ticaretin Z raporunun alındığı mahkeme-i kübrâdır.
Gerçek akıllı, dünyadayken defterini temiz tutandır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
04/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 5th, 2025