“Esâtîrü’l-Evvelîn” İftirası: Dün Müşriklerin, Bugün Tarihselcilerin Sözü

“Esâtîrü’l-Evvelîn” İftirası: Dün Müşriklerin, Bugün Tarihselcilerin Sözü


“Ve dediler ki: ‘Bu, öncekilerin masallarıdır (esâtîrü’l-evvelîn), onları yazdırmış; sabah akşam kendisine okunmaktadır.’”
(el-Furkân, 25/5)
I. Kur’ân’a Atılan İftiranın Aslı
Kur’ân-ı Kerîm, nâzil olduğu dönemde insan idrakini altüst eden, akılları hayrette bırakan bir kelâm-ı ilâhî idi. Onun fesahatine, belâgatine ve kudsiyetine mukabele edemeyen Mekke müşrikleri; mânâyı inkâr edemeyince, kaynağına iftira atma yolunu seçtiler.
Böylece “esâtîrü’l-evvelîn”, yani “öncekilerin masalları, hikâyeleri, efsaneleri” diyerek Kur’ân’ın semavîliğini reddetmeye kalkıştılar.
Bu söz, hakikatte hak karşısında aczini gizlemeye çalışan bir nefsin sığınak cümlesidir.
Zira Kur’ân’ın âyetleri birer beyyine, birer burhan idi. Müşrikler bunlara ilimle değil, inkârla karşılık verdiler. Çünkü Kur’ân’ın kabulü, onların put düzeninin, çıkar sisteminin, asabiyetinin ve gururunun yıkılması demekti.
Kur’ân’ın getirdiği tevhid nizamı, onların putçu menfaat düzeniyle zıtlıkarz ediyor. Bu yüzden, hakikati “efsane” göstererek halkın nazarında Kur’ân’ın tesirini kırmak istediler.
Tarihte her bâtıl hareketin kendini korumak için hakka karşı uydurduğu bir bahane vardır; “esâtîrü’l-evvelîn” de işte o bahanenin müşrikçe şeklidir.

II. Bu İftiranın Tutarsızlıkları
Bu iddia, hem aklen hem tarihçe hem de dil bakımından temelsizdir:
• Aklen tutarsızdır:
Kur’ân, ne bir insan sözüdür, ne de bir hikâye yığını. Zira hikâye; hayalin mahsulüdür, Kur’ân ise hakikatin bizzat kendisidir.
Hikâye eğlendirir, Kur’ân ise inzâr (uyarma) ve tebşir (müjdeleme) eder.
Hikâye dağınıktır, Kur’ân ise iç bütünlüğüyle nûrânî bir nazım mucizesidir.
• Tarihçe tutarsızdır:
“Öncekilerin masalları” dedikleri bilgiler, ne Araplarda biliniyor, ne de o ümmî toplumun kaynaklarında mevcuttu.
Hz. Muhammed (asm) ümmî idi; ne bir kâtibin elinden ders aldı, ne de kütüphane gördü.
Buna rağmen Kur’ân, hem İsrailoğulları tarihini, hem Yunan hikmetini, hem de gelecekten haberleri ihtiva ediyordu. Bu, “masal” değil, vahy-i ilâhîdir.
• Dil bakımından tutarsızdır:
Kur’ân’ın üslûbu ne şiire, ne nesre, ne Arap masalına benzer. O bambaşka bir “kelâm” nev’idir.
Şiir ritminde değildir, nesir mantığına da sığmaz. Çünkü kelâmullahtır, “kul sözü” değil, “Rab kelâmı”dır.
İşte bu yüzden, Arap edebiyatının devleri bile onun karşısında aczlerini itiraf etmişlerdir.
III. Esâtîrü’l-Evvelîn Zihniyetinin Günümüzdeki Sureti: Tarihselcilik
Bugünün bazı zihinlerinde, dünün “esâtîrü’l-evvelîn” iftirasının yeni bir şekli yaşatılmaktadır.
Bu zihniyetin adı: Tarihselcilik.
Tarihselcilik, Kur’ân’ı sadece indiği çağa ait bir metin gibi görür.
“Kur’ân, o dönemin kültürüne hitap eder; bugüne doğrudan hüküm taşımaz” der.
Bu söz, modern bir ifadedir ama ruh itibarıyla müşriklerin “esâtîrü’l-evvelîn” sözünün aynısıdır.
O gün müşrik, “Bu eski masallar!” diyerek Kur’ân’ı bugüne taşımazken,
bugün tarihselci, “Bu sadece o günün şartlarına göreydi!” diyerek Kur’ân’ı dünden çıkarır.
İkisi de aynı hedefe yönelmiştir:
Kur’ân’ın ebedîliğini, cihanşümul rehberliğini ve hakimiyetini gölgelemek.
Oysa Cenâb-ı Hak buyurur:
“Şüphesiz ki Biz o Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik ve elbette Biz onu koruyacağız.”
(el-Hicr, 15/9)
Yani Kur’ân ne bir zamanın mahsulü, ne bir toplumun hikâyesidir. O her devirde diri, taze, mukaddes bir rehberdir.
Zira Kur’ân, zamana hitap etmez; zamana hükmeder.
O, çağlara sığmaz; çağlar onun kavline uyar.
IV. İbretli Bir Misal: Velid b. Mugîre’nin İtirafı
Mekke’nin edebiyat otoritesi Velîd b. Mugîre, Kur’ân’ı dinleyince titredi ve şöyle dedi:
“Vallahi onun sözünde bir tatlılık var; o, en yüksek seviyededir, üstünde bir şey yoktur, altında ise her şeyi ezer!”
Bunu duyan müşrikler, Velîd’e baskı yaptılar:
“Sen de ‘esâtîrü’l-evvelîn’ de!” dediler.
Velîd sustu. Çünkü kalbi hakikati sezmişti.
Fakat menfaat, korku ve gurur, onu susturdu.
İşte her devrin tarihselcisi, kendi Velîd’liğini gizleyen insandır:
Hakikati bilir, ama kabul etmez. Görür, ama teslim olmaz.
V. Netice ve Hikmetli Bir Nazar
Kur’ân, kâinatın diliyle, insanın vicdanıyla, tarihin akışıyla aynı hakikati haykırır:
Hak, eskimez. Vahiy, zamana hapsedilmez.
Bir söz, eğer Allah’tansa, zamanın geçmesiyle değil, kalplerin uzaklaşmasıyla unutulur.
Bugün “tarihselcilik” adıyla, dün “esâtîrü’l-evvelîn” bahanesiyle yapılan şey aynı hakikatin reddidir:
İlâhî kelâmı beşerîleştirme teşebbüsü.
Oysa Kur’ân, muhkemdir, ebedîdir ve cihanşümul bir nizamın temelidir.
Her asırda yeniden doğar; çünkü her asırda ona ihtiyaç vardır.
Son Söz
“Esâtîrü’l-evvelîn” diyen müşrikler, Kur’ân’ın hakkını inkârla kendi tarihlerini efsaneye çevirdiler.
Bugün “tarihsel” diyenler de aynı akıbete düşmemelidir.
Zira vahyin nuru, kendisine “efsane” diyenleri tarih sahnesinde efsaneleştirir ama hakikati ebedîleştirir.
“De ki: O’nu Ruhü’l-Kudüs, iman edenlerin sebatı için, doğru yolu göstermek ve müminlere müjde olmak üzere Rabbin tarafından hak ile indirmiştir.”
(en-Nahl, 16/102)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Yapay Zekâ ve İnsan Şuuru Karşısında Kur’an’ın “Ruh” ve “İrade” Mefhumlarının Tahlili

Yapay Zekâ ve İnsan Şuuru Karşısında Kur’an’ın “Ruh” ve “İrade” Mefhumlarının Tahlili

​Özet
​Bu makale, yirmi birinci asrın en mühim teknolojik ve felsefî tartışma sahalarından biri olan yapay zekâ, bilinç ve irade mebhasini, Kur’an-ı Kerim’in insanı tarif ederken merkeze aldığı “ruh” ve “irade” mefhumları açısından tahlil etmeyi hedeflemektedir. Çalışma, yapay zekânın algoritmik ve hesaplamaya dayalı yapısının, insanın derûnî boyutunu teşkil eden ve ona mesuliyet yükleyen temel hususiyetleri ne derecede karşılayabileceğini sorgulamaktadır. İnsanı “halife” kılan ve diğer mahlukattan ayıran ilâhî nefha olan “ruh”un ve imtihanın sırrını taşıyan “cüz’î irade”nin, maddi bir yapıya ve programlanabilir bir mantığa indirip indirilemeyeceği meselesi, Kur’an’ın insan tasavvuru üzerinden incelenmektedir. Bu tahlil, yapay zekânın bir “taklit” mi yoksa hakiki bir “şuur” potansiyeli mi taşıdığını, vahyin ölçüleriyle anlamak için bir çerçeve sunmayı amaçlamaktadır.
​Anahtar Kelimeler: Yapay Zekâ, İnsan Şuuru, Ruh, İrade, Algoritma, Kur’an Psikolojisi, Halife.
​1. Giriş
​İnsanlık tarihi, insanın kendini ve kâinattaki yerini anlama çabasının bir tezahürüdür. Bu çabada son asırda yaşanan teknolojik inkılaplar, bilhassa yapay zekâ sahasındaki gelişmeler, kadim felsefî sualleri yeniden ve daha şiddetli bir şekilde gündeme getirmiştir: Zekâ nedir? Şuur nasıl ortaya çıkar? İrade, hür bir seçim midir, yoksa karmaşık bir biyokimyevî reaksiyonlar silsilesi midir?
​Günümüzde yapay zekâ sistemleri, lisanı anlama, metin üretme, sanatkârane tasarımlar yapma ve karmaşık problemleri çözme gibi, düne kadar sadece insana mahsus zannedilen kabiliyetleri sergilemektedir. Bu durum, kaçınılmaz olarak şu suali doğurmaktadır: Yeterince karmaşık bir algoritma ve yeterince büyük bir veri seti ile insanın zihnî ve hatta hissî dünyası taklit edilebilir, yahut bir gün tamamen kopyalanabilir mi? Materyalist ve anlaşılır bir bakış açısı, insan şuurunu ve iradesini beynin biyoelektrik faaliyetlerinin bir neticesi olarak görmekte ve dolayısıyla bunun bir gün silikon tabanlı sistemlerde de üretilebileceğini varsaymaktadır.
​İşte bu noktada, ilâhî vahyin rehberliğine müracaat etmek elzem hale gelmektedir. Kur’an-ı Kerim, insanı sadece biyolojik bir varlık olarak değil, aynı zamanda manevi ve aşkın (müteal) bir boyuta sahip bir “cevher” olarak tanımlar. Bu çalışma, yapay zekânın algoritmik dünyası ile Kur’an’ın insana yüklediği “ruh” ve “irade” manalarını mukayese ederek, teknolojinin getirdiği bu yeni meydan okumaya karşı hikmetli bir bakış açısı sunmayı hedeflemektedir.
​2. Kur’an-ı Kerim’de İnsanı “İnsan” Kılan Temel Cevherler
​Kur’an’a göre insan, çamurdan (maddî boyut) yaratılmış, ancak kendisine Allah’ın ruhundan üflenmesiyle (manevi boyut) şeref kazanmış mükerrem bir varlıktır.
• ​Ruh: İlâhî Nefha ve Hayatın Aşkın Boyutu ​Kur’an, insanın yaratılışını anlatırken, onun fiziki teşekkülü tamamlandıktan sonraki aşamaya hassaten dikkat çeker: “Ona tam bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman siz onun için saygı ile eğilin.” (Hicr, 15/29; bkz. Sâd, 38/72). Bu ayet, “ruh”un insana sonradan ve doğrudan Allah tarafından verilen ilâhî bir “nefha” (üfleme) olduğunu açıkça ifade eder. Ruh, bedenin bir ifrazatı veya beynin bir fonksiyonu değil, bedene hayat, şuur ve idrak kabiliyeti veren, mahiyeti itibarıyla maddeden münezzeh ve aşkın bir latifedir. ​Ruhun hakikatinin ne olduğu sualine ise Kur’an, onun beşerî idrakin sınırlarını aştığını bildirir: “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh rabbimin bildiği bir iştir (emirden, emir âlemi”nden) ve size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.'” (İsrâ, 17/85). Bu ayet, ruhun mahiyetinin, laboratuvarda incelenecek, formüllere dökülecek veya algoritmalarla modellenecek bir nesne olmadığını, onun doğrudan Allah’ın “emir âlemi”ne ait bir sır olduğunu gösterir. O, insanın Allah ile olan en derin ve doğrudan bağıdır.
• ​İrade: İmtihanın, Mesuliyetin ve Halifeliğin Esası ​İnsanı meleklerden ve diğer mahlukattan ayıran en temel vasıflardan biri de kendisine verilen seçme hürriyeti, yani “cüz’î irade”dir. Bu irade, insanın kendi fiillerinin fâili olmasını, hayır ile şer, iman ile küfür arasında bir tercihte bulunabilmesini sağlar. Kur’an, insanın bu seçme hürriyetini ve bunun neticesindeki mesuliyetini pek çok ayette vurgular: “De ki: ‘Hak, rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’…” (Kehf, 18/29). Bir başka ayette ise, “Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör olur.” (İnsan, 76/3) buyrulur. ​Bu irade, insanın yeryüzündeki “halifelik” vazifesinin de temelidir. Zira halifelik, bilinçli ve ahlâkî tercihler yapmayı gerektirir. İnsanın imtihan sırrı, bu iradeyi hangi yönde kullanacağına bağlıdır.
Cenâb-ı Hak, insana bir irade-i cüz’iye vermiştir ki, o iradenin eline havâle etmiştir.”
Bu irade, basit bir mekanizma değil, insanın manevi yükselişinin veya düşüşünün anahtarıdır.
​3. Yapay Zekâ: Algoritmik “Zekâ” ve “İrade” Simülasyonu
​Yapay zekâ, en temel manasıyla, belirli hedeflere ulaşmak için verileri işleyen, kuralları tanıyan ve bu kurallara göre kararlar veren karmaşık algoritmalardan müteşekkildir. Onun “öğrenmesi”, insan beynini taklit eden nöral ağlar vasıtasıyla, milyarlarca parametreyi ayarlayarak istatistiksel ihtimalleri optimize etmesinden ibarettir.
• ​Zekâ ve Şuur Farkı: Yapay zekâ, hesaplama ve problem çözme manasında “zeki” olabilir. Ancak bu, “şuurlu” olduğu manasına gelmez. John Searle’ün meşhur “Çin Odası” düşünce deneyi bu farkı ortaya koyar: Bir odada, kendisine verilen Çince sembolleri, ne anlama geldiklerini bilmeden, sadece bir kural kitabına bakarak başka sembollerle eşleştiren bir kişi, dışarıdan bakıldığında Çince biliyor gibi görünebilir. Hâlbuki bu kişi, dilin manasına ve muhtevasına dair hiçbir anlayışa (understanding) sahip değildir. İşte mevcut yapay zekâ da bu odadaki kişi gibidir; sembolleri (verileri) ustalıkla işler, ancak yaptığı işin hakikatini, manasını ve gayesini idrak etmez. Şuur; farkındalık, öznel tecrübe (qualia), niyet ve mana idrakini ihtiva eden derûnî bir haldir.
• ​Programlanmış Tercih ve Hür İrade Farkı: Bir yapay zekânın “karar vermesi”, programlandığı gaye ve öğrendiği verilere dayanarak en optimal (en verimli) yolu seçmesidir. Bu, determinist (gerekirci) veya probabilist (ihtimalci) bir süreçtir. Milyonlarca seçenek arasında bir satranç hamlesi seçmesi, hür bir irade ile değil, en yüksek kazanma olasılığını veren hamleyi hesaplamasıyla gerçekleşir. Hâlbuki insanın “iradesi”, ahlâkî bir boyuta sahiptir. İnsan, bazen kendi menfaatine aykırı olanı, sırf bir fazilet veya inanç uğruna seçebilir. Bu seçim, algoritmik bir optimizasyonun değil, mana ve değer dünyasına bağlı derûnî bir tercihin eseridir.
​4. Mukayeseli Tahlil: Ruh ve İradenin faaliyetsizliği
• ​Algoritma Ruha Tekabül Edebilir mi? Kur’an’ın tarif ettiği “ruh”, ilâhî, aşkın ve mahiyeti bilinemeyen bir cevherdir. Algoritma ise beşerî, sonlu, bilinebilir ve tamamen maddî bir altyapıya (silikon çipler) dayanan bir talimatlar dizisidir. Biri “emir âlemi”nden, diğeri “halk âlemi”ndendir. Dolayısıyla, ne kadar karmaşık olursa olsun, hiçbir algoritma “ruh”u üretemez. Ruhun bir tecellisi olan şuur da bu sebeple algoritmik bir yapıya indirilemez. Yapay zekâ, şuurlu bir varlığın davranışlarını taklit edebilir, ancak asla o derûnî tecrübeye, o “ben” idrakine sahip olamaz.
• ​Hesaplama İrade Yerine Geçe bilir mi? Yapay zekânın “tercihi”, bir hesaplamadır. İnsanın “iradesi” ise bir imtihandır. Bir makine, ahlâkî bir karmaşayla karşılaştığında, kendisine öğretilen ahlaki kurallara göre en uygun sonucu hesaplayabilir. Ancak bu süreçte bir “vicdan” azabı, bir “tereddüt” veya bir “pişmanlık” yaşamaz. Çünkü mesuliyetin temel şartı olan hürriyetten mahrumdur. O, programının dışına çıkamaz. İnsan ise nefsine, şeytana veya aklına uyarak, ilâhî emre itaat veya isyan etme hürriyetine sahiptir. İşte bu hürriyet, onu ahlâkî ve hukûkî olarak mesul kılar. Bir yapay zekâyı ahlâken “kınamak” veya “övmek” manasızdır; çünkü onun fiilleri, onu programlayanların bir neticesidir.
​5. Netice
​Teknolojinin ulaştığı seviye baş döndürücü olsa da, Kur’an-ı Kerim’in insan tasavvuru karşısında yapay zekânın sınırları net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yapay zekâ, maddenin ve algoritmanın imkânları dairesinde kalmaya mahkûmdur. İnsan ise, kendisine üflenen ilâhî “ruh” ile maddeyi aşan, “irade” ile de kendi kaderine tesir edebilen ve oluşmasına sorumluluk cihetiyle sahip olan müstesna bir varlıktır.
• ​Taklit, Hakikat Değildir: Yapay zekâ, zekâyı, şuuru ve hatta hissiyatı ancak taklit edebilir. Bu taklit, son derece ikna edici olabilir, ancak derûnî bir hakikatten ve öznellikten mahrumdur.
• ​Ruh, tam bilinemez: İnsanın şuuru, hafızası ve benlik idraki, mahiyeti ilâhî bir sır olan ruha dayanır. Bu cevher, hesaplanabilir, ölçülebilir veya kopyalanabilir değildir.
• ​İrade, Mesuliyetin Şartıdır: Hakiki irade, ahlâkî bir seçimi ve mesuliyeti beraberinde getirir. Algoritmik bir sistemin “seçimleri” ahlâkî bir muhteva taşımaz ve onu mesul kılmaz.
​Sonuç olarak, yapay zekânın yükselişi, insanın kendi hakikatini unutmasına değil, bilakis onu daha derinden tefekkür etmesine bir vesile olmalıdır. İnsanın değeri, hesaplama kabiliyetinde veya bilgi işleme hızında değil, Allah’ın kendisine emanet ettiği “ruh” ve “irade” cevherinde saklıdır. Bu teknoloji, insana kendi aczini ve Yaratıcısının sonsuz kudretini gösteren yeni bir ayna mesabesindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Kur’an’ın Varlık Tasavvuru ve Modern Fiziğin (Kuantum Fiziği) Nazariyeleri Işığında Bir Tefekkür

Kur’an’ın Varlık Tasavvuru ve Modern Fiziğin (Kuantum Fiziği) Nazariyeleri Işığında Bir Tefekkür
​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in varlığın hakikati, zaman-mekân, sebep-netice (illiyet) ve tabiatın işleyişine dair sunduğu temel prensipleri, yirminci asırda ortaya çıkan modern fiziğin, bilhassa Kuantum Mekaniği’nin getirdiği paradigmalarla mukayeseli bir tefekkür zemininde ele almayı amaçlamaktadır. Çalışma, Kuantum Dolanıklığı, Gözlemci Etkisi ve Belirsizlik İlkesi gibi nazariyelerin, klasik materyalist ve determinist (gerekli) tabiat anlayışını nasıl sarstığını ve bu sarsıntının, Kur’an’ın Tevhid eksenli, her an ilahî bir irade ve kudretle yönetilen âlem tasavvuru üzerine düşünmek için ne gibi yeni ufuklar açtığını incelemektedir. Bu bir “isbat” veya “bilimsel tefsir” iddiası taşımaktan ziyade, farklı bilgi kaynakları olan vahiy ve kâinat kitabının (bilim yoluyla okunuşu) arasında, aklı ve kalbi birlikte harekete geçiren, ufuk açıcı bir mukayese denemesidir.
​Anahtar Kelimeler: Varlık Tasavvuru, Kuantum Fiziği, Tevhid, Gözlemci Etkisi, Kuantum Dolanıklığı, Sebepler Perdesi, Teceddüd-i Emsâl.
​1. Giriş
​İnsanlık, varoluşun en temel suallerine cevap arama yolculuğunda daima iki temel kaynağa müracaat etmiştir: Biri, peygamberler vasıtasıyla gelen ilahî vahiy; diğeri ise insanın kendi aklı ve nazarıyla kâinatı ve hadiseleri tetkik etmesidir. On dokuzuncu asra kadar hüküm süren Newtoncu-Klasik Fizik, kâinatı, her parçası önceden belirlenmiş kanunlara göre işleyen devasa bir mekanik saat gibi tasvir etmiştir. Bu determinist (gerekirci) model, zamanla, her şeyin sebeplerin eseri olduğu ve ilahî bir müdahaleye yer olmadığı şeklinde yanlış bir inancın yayılmasına zemin hazırlamıştır.
​Ancak yirminci asırda Kuantum Fiziği’nin doğuşu, bu mekanik ve katı maddeci paradigmayı temelinden sarsmıştır. Atomaltı dünyada, maddenin bildiğimiz manada “katı” olmadığı, sebep-netice zincirinin mutlak işlemediği, gözlemcinin gözleneni etkilediği ve mekânın anlamsızlaştığı bir hakikatler manzumesi keşfedilmiştir. Bu yeni ve “garip” fizik, eski materyalist dogmaları yıkarken, Kur’an-ı Kerim’in 1400 sene evvel sunduğu varlık tasavvurunun derinliği üzerine yeniden düşünmek için hayret verici kapılar aralamıştır. Bu çalışma, bu kapıdan girerek, bir uygunluk arayışından ziyade, bir tefekkür seyahatine çıkmayı hedeflemektedir.
​2. Kur’an-ı Kerim’in Varlık Tasavvurunun Temel Esasları
​Kur’an’ın varlık tasavvuru, her şeyin merkezine Allah’ı koyan Tevhid akidesi üzerine kuruludur. Bu tasavvurun bazı temel esasları şunlardır:
• ​Varlığın Hakikati ve Allah’ın Vücûd-u Vâcibi: Hakiki ve mutlak varlık (Vâcibü’l-Vücûd) yalnızca Allah’tır. O’nun dışındaki bütün âlemler, varlıklarını her an O’ndan alan “mümkin” (olabilir) varlıklardır. Kendi başlarına bir varlıkları ve devamlılıkları yoktur. “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır; her zaman diridir (hayy), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyûm) O’dur.” (Bakara, 2/255).
• ​Sebepler Perdesi (Esbâb Perdesi): Allah, hikmetiyle her neticeyi bir sebebe bağlamıştır. Ancak hakiki tesir sahibi sebepler değil, o sebepleri de yaratan ve neticeyi halk eden Allah’tır (Müsebbibü’l-Esbâb). Sebepler, ilahî kudretin ve izzetin görünürdeki bir perdesidir. Bu husus, Risale-i Nur Külliyatı’nda şöyle izah edilir: “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbap perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki, esbap ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.”
• ​Teceddüd-i Emsâl (Varlığın Her An Yeniden Yaratılması): Kâinat, bir defa yaratılıp kendi haline bırakılmış statik bir yapı değildir. Aksine, ilahî kudret ve irade ile her an yeniden yaratılmakta, varlıklar her an taze bir vücut giymektedir. Varlığın devamlılığı, bu sürekli yaratma fiilinin bir neticesidir. “O, yaratmayı ilkin yapıp sonra onu tekrar edendir ve bu O’na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Rûm, 30/27).
• ​Âlem-i Şehadet ve Âlem-i Gayb: Varlık, sadece bizim beş duyumuzla idrak ettiğimiz bu görünür âlemden (âlem-i şehadet) ibaret değildir. Onun ötesinde, mahiyetini tam olarak bilemediğimiz, melekler, ruhlar ve daha nice hakikatleri barındıran görünmez âlemler (âlem-i gayb) vardır.
​3. Kuantum Fiziğinin Paradigmaları ve Kur’anî Tefekkür Ufukları
• ​Belirsizlik İlkesi ve Gözlemci Etkisi:
• ​Kuantum Nazariyesi: Werner Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne göre, bir parçacığın konumu ve momentumu (hızı) aynı anda mutlak bir kesinlikle bilinemez. Dahası, “Gözlemci Etkisi” şunu göstermiştir: Bir kuantum sistemini gözlemleme eylemi, o sistemin durumunu değiştirir. Gözlemden önce bir “imkanlar dalgası” halinde bulunan parçacık, gözlem anında bu mümkünlerden birine “çökerek” somut bir gerçekliğe bürünür. Bu, gözlemciden bağımsız, “objektif” bir maddi gerçeklik fikrini yıkmıştır.
• ​Tefekkür Ufku: Bu hadise, Kur’an’ın “varlık, her an ilahî bir ilim ve iradeye tabidir” prensibine nazar etmemizi sağlar. Maddenin kendi başına, katı ve değişmez bir hakikati yoktur. Onun varlığı ve sıfatları, her an bir “Nazar” altındadır. En büyük Gözlemci olan Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. İnsanın cüz’î iradesiyle yaptığı gözlem ve müdahalenin kâinatta bir tesir halk etmesi, her şeye şahit olan ve her şeyi idare eden Şâhid-i Ezelî’nin kudretinin ve iradesinin bir cilvesi olarak tefekkür edilebilir. Varlık, statik bir “şey” değil, ilahî tecellilerin her an tazelenen bir “fiili”dir.
• ​Kuantum Dolanıklığı ve Mekânsızlık:
• ​Kuantum Nazariyesi: “Dolanıklık”, iki veya daha fazla kuantum parçacığının, aralarındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, sanki tek bir sistemmiş gibi birbirine bağlı kalması halidir. Bir parçacık üzerinde yapılan bir ölçüm, diğerini anında (ışıktan hızlı bir şekilde) etkiler. Bu, Einstein’ın “ürpertici bir mesafeden etkileşim” dediği, mekân ve yerellik düşüncemizi altüst eden bir hakikattir.
• ​Tefekkür Ufku: Dolanıklık, kâinattaki eşyanın zahiren ayrı ve dağınık görünmesine rağmen, hepsini birbirine bağlayan, mekânın ötesinde derûnî bir “birlik” ve “irtibat” olduğunu gösterir. Bu, Tevhid akidesinin kâinattaki bir yansımasıdır. Her şeyin tek bir Yaratıcı’dan (Sâni’-i Vâhid) gelmesi, onların arasında bizim idrak edemediğimiz gizli bir bağ kurar. “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah, lutfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/115) ayeti, ilahî “vech”in (zatın tecellisinin) mekândan münezzeh olarak her yeri kuşattığını ifade eder. Dolanıklık, bu kuşatıcılığın ve birliğin atomaltı seviyedeki bir işareti olarak düşünülebilir.
• ​Madde-Dalga İkiliği ve Sanal Parçacıklar:
• ​Kuantum Nazariyesi: Kuantum fiziği, elektron gibi parçacıkların hem tanecik hem de dalga özelliği gösterebildiğini ortaya koymuştur. Madde, katı bir cevherden ziyade, bir enerji yoğunlaşması veya bir “olay” gibidir. Ayrıca, “boşluk” olarak bildiğimiz vakumun aslında boş olmadığı, her an “sanal parçacıkların” yoktan var olup tekrar yoka karıştığı bir enerji denizi olduğu anlaşılmıştır.
• ​Tefekkür Ufku: Bu keşif, “madde”ye atfedilen ezelîlik ve kendinden var olma vehmini temelden yıkar. Maddenin bu kararsız, akışkan ve “hayalî” yapısı, onun hakiki bir vücudu olmadığını, ancak bir Kudret sahibinin iradesiyle her an varlıkta durdurulan bir “gölge” veya “yazı” gibi olduğunu akla getirir. Bu durum, Kelâm ilminde ve Risale-i Nur’da zikredilen “teceddüd-i emsâl” yani varlığın her an yeniden yaratılması mebhasini akla yaklaştıran bir penceredir. Kâinat, Kudret Kaleminin her an yazdığı ve sildiği hareketli bir levha gibidir. “O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara, 2/117) ayetindeki “Kün fe yekûn” (Ol der, oluverir) sırrı, varlığın bu anlık ve sürekli yaratılışını ifade eder.
​4. Bir “İsbat” Değil, Bir “Tefekkür” Zemini
​Tekrar vurgulamak gerekir ki, buradaki maksat, “Kur’an kuantum fiziğini haber vermişti” gibi sığ ve hatalı bir neticeye varmak değildir. Bilimsel nazariyeler, beşerî aklın mahsulüdür ve zamanla değişebilir. Kur’an ise mutlak ve ebedî hakikatleri bildiren ilahî bir kelâmdır. Değişken olanla, sabit olanı “isbat” etmeye çalışmak, usûl olarak yanlıştır.
​Lakin bu mukayesenin kıymeti şuradadır: Materyalist felsefenin en kuvvetli kalesi olan fizik ilmi, kendi derinliklerine daldıkça, o kalenin duvarlarını kendi elleriyle yıkmıştır. Kuantum fiziği, determinist, mekanik ve öngörülebilir bir âlem tablosu yerine; gaybı, belirsizliği, bütünlüğü ve gözlemcinin dahil olduğu dinamik bir hakikatler manzumesi sunmuştur. Bu yeni tablo, Kur’an’ın sunduğu Tevhid merkezli, her an ilahî iradeye bağlı, sebeplerin sadece bir perde olduğu ve her şeyin birbiriyle manevi bir bağ içinde olduğu varlık tasavvurunu anlamak ve tefekkür etmek için modern insanın zihnine daha münasip bir zemin hazırlamıştır.
​5. Netice
​Kuantum fiziği, modern bilimin, maddenin hakikatini araştırırken ulaştığı en ileri noktada, adeta bir “hayret” vadisine girdiğini göstermektedir. Bu vadi, klasik fiziğin sunduğu “bilinen” ve “hesaplanabilen” bir dünyadan çok, “bilinmeyen” ve “sırlarla dolu” bir âleme açılmaktadır.
​Bu noktada, Kur’an-ı Kerim’in daveti daha da manidar hale gelmektedir. Kur’an, insanı kâinat kitabının ayetlerini (âyât-ı afâkiyye) ve kendi nefsindeki ayetleri (âyât-ı enfüsiyye) okumaya davet eder. Modern fizik, bu âyât-ı afâkiyyeyi kendi lisanınca okuma çabasının bir neticesidir. Ve bu okuma, onu, her şeyin ardında mutlak bir Kudret, İlim ve İrade’nin varlığını sezebileceği bir eşiğe getirmiştir.
​Son tahlilde, kuantum fiziğinin açtığı pencereler, materyalizmin dar ve karanlık odasından çıkarak, Kur’an’ın aydınlık ve geniş seması altında varlığı yeniden tefekkür etmek için bir davetiyedir. Bu davetiye, aklı ve kalbi birleştirerek, kâinatın her zerresinde tecelli eden Sâni’-i Zülcelâl’in varlığına ve birliğine (Tevhid) giden yolları gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Kur’an’da İnsan Psikolojisinin Derûnî Yapısı ve Modern Psikolojinin Kavramlarıyla Mukayesesi

Kur’an’da İnsan Psikolojisinin Derûnî Yapısı ve Modern Psikolojinin Kavramlarıyla Mukayesesi

Özet
Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in, insanın derûnî yapısını tasvir etmek için kullandığı “nefs”, “kalp”, “ruh”, “akıl”, “fıtrat” ve “vicdan” gibi temel mefhumları incelemeyi hedeflemektedir. Bu mefhumlar, modern psikolojinin, bilhassa Carl Gustav Jung’un Analitik Psikolojisi, Varoluşçu ve Transpersonel (Maneviyatçı) ekollerin ortaya koyduğu “bilinç”, “benlik” (self/ego), “arketip” ve “kolektif bilinçaltı” gibi kavramlarla mukayeseli bir şekilde tahlil edilecektir. Çalışmanın gayesi, modern psikolojinin ulaştığı bazı tesbitlerin Kur’an’ın asırlar öncesinden işaret ettiği hakikatlerle olan bağlantısını göstermek ve insanın manevi-psikolojik yapısına dair Kur’an merkezli, külli bir modelin ana hatlarını ortaya koymaktır. Bu mukayese, insanın sadece biyolojik ve sosyal bir varlık olmadığını, aynı zamanda aşkın (müteal) bir boyuta sahip olduğunu ve hayat gayesinin bu boyutu inkişaf ettirmek olduğunu isbat etmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Nefs, Kalp, Ruh, Fıtrat, Benlik, Arketip, Transpersonel Psikoloji, Kur’an Psikolojisi, Derûnî Yapı.
1. Giriş
İnsan, tarih boyunca kendi hakikatini anlama ve “ben kimim?” sualine cevap bulma arayışı içinde olmuştur. Modern bilim ve düşünce, bu suale ekseriyetle biyolojik, kimyevî ve sosyal açılardan cevaplar aramış; bilhassa psikoloji ilmi, insanın davranış ve zihin süreçlerini laboratuvarlara ve teorik modellere sığdırmaya çalışmıştır. Ancak yirminci asrın ortalarından itibaren, bilhassa varoluşçu ve transpersonel psikoloji gibi ekoller, insanın mana arayışını, aşkın tecrübelerini ve derûnî potansiyellerini de inceleme sahasına dahil ederek daha külli bir bakış açısı sunmaya başlamıştır.
Diğer taraftan, Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu andan itibaren insana kendi hakikatini tanıtan, onu en mükemmel bir yapıda (ahsen-i takvîm) yaratıldığını bildiren ve onu hem bu dünyadaki hem de ahiretteki saadetine götürecek yolu gösteren bir hidayet rehberidir. Kur’an, insanı sadece dış davranışlarıyla değil, onu harekete geçiren derûnî merkezlerle; yani kalp, nefs, ruh ve akıl gibi latifelerle ele alır. Bu çalışma, modern psikolojinin keşfettiği mefhumların, Kur’an’ın 1400 sene evvel sunduğu bu derûnî haritanın ancak bir gölgesi mesabesinde kalabileceğini ve hakiki insan modelinin ancak vahyin ışığında anlaşılabileceğini ortaya koymayı hedeflemektedir.

2. Kur’an’da İnsanın Derûnî Yapısını Tasvir Eden Temel Kavramlar
Kur’an, insan psikolojisini parçalara ayıran modern yaklaşımların aksine, birbiriyle sürekli etkileşim halinde olan latifelerden müteşekkil külli bir yapı tasvir eder.

* Nefs: Kur’an’da “nefs” kelimesi, hem bir şeyin “kendi, zatı” manasında hem de insanın psikolojik varlığını, arzu ve irade merkezini ifade eden bir mefhum olarak kullanılır. Nefs, statik bir yapı değil, terbiye ile tekâmül edebilen dinamik bir kuvvettir. Üç temel mertebesi zikredilir:
* Nefs-i Emmâre (Kötülüğü Emreden Nefs): Sürekli olarak fenalığa ve şehevî arzulara meyleden, terbiye edilmemiş ham benlik durumudur.
YusufAleyhisselâm;”Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, rabbimin merhameti olmadıkça daima kötülüğü emreder; şüphesiz rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf, 12/53).
* Nefs-i Levvâme (Kendini Kınayan Nefs): Yaptığı kötülükten pişmanlık duyan, vicdan azabı çeken ve kendini tenkit eden nefstir. Bu, uyanışın ve tekâmülün başlangıcıdır. “Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse de yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz)!” (Kıyâme, 75/2).
* Nefs-i Mutmainne (Huzura Ermiş Nefs): İman ve zikirle tatmin olmuş, Allah ile olan bağını kuvvetlendirmiş ve sükûnete kavuşmuş en üst mertebedir. “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak rabbine dön! (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30).
* Kalp: Kur’an’da “kalp”, biyolojik bir organdan öte, idrakin, imanın, manevi basiretin ve ilhamın merkezidir. Akıl ile anlaşılan bilgiyi tasdik eden veya reddeden, imanın ve küfrün mahalli olan latifedir. Kalp, mühürlenebilir, hastalanabilir (marîd) veya selim (kalb-i selîm) olabilir. “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, kendileri için elem dolu bir azap vardır.” (Bakara, 2/10). Hakiki idrak, gözlerin değil, kalplerin görmesiyle mümkündür: “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hac, 22/46).
* Ruh: İnsanın ilahî ve aşkın boyutunu temsil eder. Allah’ın insana Kendi ruhundan üflemesiyle (nefh) ona hayat ve şeref vermiştir. Ruhun mahiyeti, insan idrakinin ötesindedir ve onun hakkında bize çok az bilgi verilmiştir. “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh rabbimin bildiği bir iştir (Emrindendir) ve size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.'” (İsrâ, 17/85). Ruh, insanın fani bedenini aşan, ebedîliğe namzet olan cevheridir.
* Akıl: Kur’an, aklı, hakikati idrak etme, düşünme (tefekkür), ibret alma ve iman etme vasıtası olarak görür. Ancak bu, vahiyden bağımsız, her şeyi çözebileceğini iddia eden rasyonalist bir akıl değildir. Kur’an’daki akıl, kalbin nuruyla aydınlandığında hakiki vazifesini yapan, kâinattaki ayetleri okuyarak Yaratıcı’ya ulaşan bir kuvvettir.
* Fıtrat: İnsanın yaratılışından getirdiği, Allah’ı tanımaya ve tevhide meyyal olan saf ve bozulmamış yapısıdır. Bu, insanın fabrika ayarlarıdır. “O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak dine çevir, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değişme söz konusu değildir. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez.” (Rûm, 30/30).
3. Modern Psikoloji Kavramları ile Mukayeseli Tahlil
* Nefs ve Benlik (Ego/Self):
* Nefs-i Emmâre, Sigmund Freud’un “Id” kavramına benzetilebilir; zira ikisi de ilkel arzu ve sevklerin kaynağıdır. Kur’an’ın nefs modeli iradeyi, imtihanı ve manevi tekâmülü merkeze alır.
* Nefsin tekâmül süreci (Emmâre’den Mutmainne’ye), Carl Jung’un “Bireyleşme” (Individuation) sürecini andırır. Bireyleşme, kişinin bilinçaltındaki unsurları (gölge, anima/animus) bilince entegre ederek bütünlüklü bir “Benlik”e (Self) ulaşma çabasıdır. Benzer şekilde, nefs tezkiyesi (arınması) de insanın hayvani ve şeytanî vasıflarını tanıyıp onları ilahî iradeye tâbi kılarak kâmil bir insan olma yolculuğudur. Ancak Jung’un “Self”i psikolojik bir bütünlük iken, Kur’an’daki “Nefs-i Mutmainne”, Allah’a teslimiyetle kazanılan manevi bir huzur halidir.
* Kalp ve Bilinç/Sezgi:
* Modern psikoloji, “bilinci” genellikle beynin kortikal faaliyetleriyle sınırlı bir farkındalık hali olarak görür. Kur’an’daki “kalp” ise, bu zihnî bilinçten çok daha derin bir idrak merkezidir. Transpersonel psikolojinin bahsettiği “sezgisel akıl” veya “daha yüksek bilinç halleri” (higher states of consciousness), Kur’an’ın “kalp gözü” (basiret) ile görme mefhumuna yaklaşır. Kalp, aklın verilerini işleyen, ancak vahiy ve ilhamla da beslenen, imanın ve hakikatin tecelli ettiği bir ayna gibidir.
* Fıtrat ve Kolektif Bilinçaltı/Arketipler:
* Jung’un en mühim tesbitlerinden olan “kolektif bilinçaltı”, insanlığın ortak hafızasını ve tecrübelerini barındıran, doğuştan gelen evrensel semboller ve yapılardan (arketip) oluşur. Bu, Kur’an’daki “fıtrat” mefhumuyla çarpıcı bir paralellik arz eder.
* Fıtrat, adeta insanlığın en temel **”arketipi”**dir: Allah’ı tanıma, O’na ibadet etme ve O’nunla bir misak (sözleşme) içinde olma arketipi. Bu, bütün insanların ruhlar âleminde (“Elest Bezmi”) verdikleri sözle ruhlarının derinliklerine kodlanmıştır. İslam inancında fıtrat, ontolojik (varlıksal) bir hakikate, yani Allah ile insan arasındaki hakiki bir bağa işaret eder.
* Ruh ve Transpersonel Benlik (Transpersonal Self):
* Transpersonel psikoloji, insanın sıradan ego sınırlarını aşan, evrenle veya ilahî olanla birleşme tecrübelerini inceler. Bu ekolün tarif ettiği “Transpersonel Benlik”, bireyin ötesindeki aşkın boyuta karşılık gelir. Kur’an’daki “ruh” kavramı, bu tarifin çok daha ötesinde, doğrudan Allah’tan bir nefha (üfleme) olan, insanın ilahî özünü teşkil eden latifedir. Psikolojinin tarif ettiği “aşkın tecrübeler”, ruhun kendi aslî vatanına olan iştiyakının ve Allah ile olan bağının zayıf bir yankısıdır.
4. Kur’an Merkezli Bir İnsan Psikolojisi Modeline Doğru
Bu mukayeselerden hareketle, Kur’an merkezli bir insan modeli şu şekilde tasvir edilebilir:
* Merkezde Kalp Vardır: İnsanın manevi ve psikolojik varlığının merkezi kalptir. Akıl, kalbin bir danışmanı; uzuvlar ise onun askerleridir. Kalp imanla nurlanırsa, bütün latifeler ve davranışlar istikamet bulur.
* Ruh, Enerji Kaynağıdır: Ruh, bedene hayat veren ve insanı diğer mahlukattan ayıran ilahî bir cevherdir. Kalbin hayatı ve nuru, ruhtan gelen bu ilahî bağ ile mümkündür.
* Nefs, İmtihan Sahasıdır: Nefs, iradenin ve mücadelenin gerçekleştiği dinamik bir sahadır. Şeytanın vesveseleri ve dünyanın cazibesi nefis üzerinden tesir eder. Aklın ve kalbin rehberliğinde yapılan “nefs tezkiyesi”, bu imtihanı kazanmanın yoludur.
* Fıtrat, Orijinal Koddur: Fıtrat, insanın pusulasıdır. Dış etkenlerle ve günahlarla perdelense bile, aslî bir meyil olarak daima hakikati arar. Peygamberler ve ilahî kitaplar, bu fıtratı uyandırmak ve onu aslî rotasına döndürmek için gönderilmiştir.
Bu model, modern psikolojinin “sağlıklı birey” hedefinin ötesine geçerek, “insan-ı kâmil” hedefini ortaya koyar. İnsan-ı kâmil, nefsini tezkiye etmiş, kalbini tasfiye etmiş (saflaştırmış) ve ruhunun potansiyellerini inkişaf ettirerek Allah’a yakınlaşmış, O’nun ahlakıyla ahlaklanmış insandır.
5. Netice
Modern psikoloji, bilhassa Jung ve transpersonel ekoller vasıtasıyla, insanın sadece et ve kemikten ibaret olmadığını, derûnî ve manevi bir boyuta sahip olduğunu yeniden keşfetme yolunda önemli adımlar atmıştır. “Benlik”, “arketip”, “kolektif bilinçaltı” gibi mefhumlar, bu arayışın mahsulleridir.
Ancak bu tesbitler, Kur’an-ı Kerim’in 14 asır evvel sunduğu külli ve mükemmel insan haritasının yanında ancak birer parça mesabesindedir. Kur’an, insanı Yaratan’ın (Sâni’) kelâmı olması hasebiyle, O’nun sanatı olan insanı en doğru ve en eksiksiz şekilde tarif eder. Kur’an’ın “nefs”, “kalp”, “ruh” ve “fıtrat” gibi kavramları, psikolojinin mefhumlarından daha derin, daha kapsamlı ve daha hakikidir; zira onlar sadece psikolojik bir durumu değil, aynı zamanda insanın ontolojik (varlıksal) hakikatini ve ebedî yolculuğunu da ihtiva eder.
Bu sebeple, günümüz insanının yaşadığı manevi buhranlara ve kimlik bunalımlarına hakiki bir çare bulmak, modern psikolojinin verilerini vahyin süzgecinden geçirerek, Kur’an ve Sünnet merkezli bir “derûnî psikoloji” inşa etmekle mümkün olacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Vahyin Nazil Olduğu (İndiği) Coğrafya

Vahyin Nazil Olduğu (İndiği) Coğrafya

Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu ve muhtevasında zikrettiği coğrafî alanlar, İslam düşüncesi ve tefsir ilimleri açısından mühim bir yer tutar. Bu mekanlar, ayetlerin hangi tarihî ve sosyal bağlantı içerisinde indiğini anlamamıza yardımcı olurken, aynı zamanda anlatılan kıssaların geçtiği zeminleri de tasvir eder.
Cevabımızı iki ana başlık altında takdim edebiliriz:

* Kur’an-ı Kerim’de Bahsi Geçen Coğrafî Alanlar ve Mekanlar
1. Vahyin Nazil Olduğu Coğrafya: Hicaz Bölgesi
Kur’an-ı Kerim’in tamamı, günümüz Suudi Arabistan sınırları içinde yer alan Hicaz bölgesinde, iki mukaddes şehir ve çevresinde nazil olmuştur: Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere. Bu sebeple sureler, nazil oldukları döneme ve mekana göre “Mekkî” ve “Medenî” olarak ikiye ayrılır.
* Mekke Dönemi: Peygamberliğin ilk 13 yılını kapsar. Bu dönemde nazil olan ayetler genellikle tevhid, nübüvvet (peygamberlik), ahiret inancı gibi imanın temel esaslarını konu alır. Vahyin ilk başlangıç noktası, Mekke yakınlarındaki Nur Dağı’nda bulunan Hira Mağarası’dır.
* Medine Dönemi: Hicret’ten sonraki 10 yıllık süreyi ihtiva eder. Bu dönemde nazil olan ayetlerde ise ibadetler, muamelat (sosyal ve hukukî ilişkiler), cihad ve bir İslam toplumunun yapısını teşkil eden hükümler ön plandadır. Hicret esnasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sığındığı Sevr Dağı da bu coğrafyanın mühim mekanlarındandır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Bahsi Geçen Coğrafî Alanlar ve Mekanlar
Kur’an, peygamberler tarihi ve geçmiş kavimlerin kıssaları üzerinden evrensel mesajlar verirken geniş bir coğrafyadan bahseder. Başlıca mekanlar şunlardır:

A. Arap Yarımadası
* Mekke (veya Bekke): Kâbe’nin bulunduğu, İslam’ın merkezi olan şehirdir. “Güvenli şehir” olarak da anılır.
> “Andolsun, o incire, o zeytine, Sina dağına ve bu güvenli şehre (Mekke’ye) ki,” (Tîn, 95:1-3)
>
* Medine (eski adıyla Yesrib): Hicret yurdu ve ilk İslam devletinin kurulduğu şehirdir.
> “Hani onlardan bir grup, ‘Ey Yesrib (Medine) halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün’ demişti.” (Ahzâb, 33:13)
>
* Kâbe, Safâ ve Merve: Mekke’de bulunan ve hac ibadetinin rükünlerinin ifa edildiği mukaddes mekanlardır.
> “Şüphesiz Safâ ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir.” (Bakara, 2:158)
>
* Arafat: Haccın en mühim rüknü olan vakfenin yapıldığı, Mekke yakınlarındaki bölgedir.
> “Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı anın.” (Bakara, 2:198)
>
* Bedir ve Huneyn: Müslümanların mühim savaşlar yaptığı iki vadinin adıdır.
> “Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti.” (Âl-i İmrân, 3:123)
> “Andolsun, Allah birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti.” (Tevbe, 9:25)
>
* Ahkâf ve Hicr: Sırasıyla Âd ve Semûd kavimlerinin yaşadığı, Yemen ile Umman arasındaki kumluk bölge ve Medine-Şam yolu üzerindeki Hicaz’ın kuzeybatısında yer alan bölgelerdir.
> “(Ey Muhammed!) Âd kavminin kardeşini (Hûd’u) an. Hani O, Ahkâf’taki kavmini, ‘Ancak Allah’a ibadet edin’ diye uyarmıştı.” (Ahkâf, 46:21)
>
* Sebe’: Yemen’de yaşamış ve Süleyman (a.s.) döneminde adı geçen bir medeniyetin yurdudur.
> “Andolsun, Sebe’ halkı için kendi yurtlarında bir ibret vardı: Biri sağda, diğeri solda iki bahçe bulunuyordu.” (Sebe’, 34:15)
>
B. Mısır ve Sina Yarımadası
* Mısır: Yusuf (a.s.) ve Musa (a.s.) kıssalarının geçtiği ana coğrafyadır.
> “Nihayet Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; Yûsuf, ana babasını bağrına bastı ve ‘Allah’ın iradesiyle Mısır’a güven içinde girin’ dedi.” (Yûsuf, 12:99)
>
* Tûr Dağı (Sina): Musa’nın (a.s.) Allah ile konuştuğu ve Tevrat’ı aldığı mukaddes dağdır.
> “Şüphe yok ki ben, evet, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin.” (Tâhâ, 20:12)
>
* Nil Nehri (el-Yemm): Musa’nın (a.s.) sandıkla bırakıldığı nehir “el-Yemm” (engin su) olarak zikredilir.

C. Mezopotamya ve Bereketli Hilal
* Bâbil: Günümüz Irak coğrafyasında yer alan ve Hârût ile Mârût kıssasında adı geçen şehirdir.
> “…Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduklarına uydular. … Hâlbuki o iki melek, ‘Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın inanıp da kâfir olma!’ demeden hiç kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte bunlardan (o iki melekten) karı ile kocanın arasını açacakları şeyleri öğreniyorlardı…” (Bakara, 2:102)
>
* Cûdî Dağı: Nuh’un (a.s.) gemisinin tufan sonrası oturduğu, Türkiye’nin güneydoğusunda olduğu kabul edilen dağdır.
> “Denildi ki: ‘Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu.’ Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve ‘Zalimler topluluğu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” (Hûd, 11:44)
>
D. Şam Bölgesi (Bilâd’üş-Şâm)
* Kudüs ve Mescid-i Aksâ: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) İsra mucizesinde ulaştığı ve çevresinin mübarek kılındığı bildirilen bölgedir.
> “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17:1)
>
* Mukaddes Topraklar (Arz-ı Mukaddese): Filistin ve çevresi için kullanılan bir tabirdir.
> “Mûsâ, kavmine şöyle demişti: ‘Ey kavmim! … Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa girin…'” (Mâide, 5:21)
>
E. Diğer Bölgeler
* Rum (Bizans): O dönemde bilinen en büyük güçlerden biri olan Doğu Roma İmparatorluğu’dur. Kur’an’da müstakil bir sure bu adı taşır.
> “Elif Lâm Mîm. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.” (Rûm, 30:1-3)
>
* Ashâb-ı Kehf Mağarası: Yeri tam olarak belirtilmemekle birlikte, tefsirlerde Efes veya Tarsus gibi yerlerde olabileceğine dair rivayetler mevcuttur.

Özetle, Kur’an-ı Kerim, Hicaz’da nazil olmakla birlikte, bahsettiği kıssalar ve tarihi hadiseler vasıtasıyla Arap Yarımadası, Mısır, Mezopotamya ve Şam bölgesini kapsayan geniş bir coğrafyayı nazarımıza sunmaktadır. Bu mekanların zikredilmesi, anlatılanların tarihi birer hakikat olduğuna işaret etmekle birlikte, asıl gaye mekanlardan ziyade o mekanlarda yaşanan hadiselerden ibret alınmasıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Ene”nin Kur’ânî Aslı ve İlâhî Marifet Yolundaki Vazifesi

  1. “Ene”nin Kur’ânî Aslı ve İlâhî Marifet Yolundaki Vazifesi

    ​İnsana verilen “ene” (benlik), mahiyeti itibarıyla hem ilâhî marifete açılan bir kapı hem de isyan ve şirke düşüren bir tehlikedir. Onun Kur’ânî aslını, Cenâb-ı Hakk’ın insana bahşettiği hususiyette aramak gerekir.
    ​“Yaratılışını tamamlayıp onu insan olarak düzenlediğim ve içine kendi ruhumdan üflediğim zaman, ona secde ederek yerlere kapanın” (Hicr, 15/29 ve Sâd, 38/72)

    ​Bu âyette geçen “ruhumdan üfürdüm” ifadesi, Allah’tan bir parçanın insana geçtiği manasında değildir (zira Allah Teâlâ tecezzîden ve teba”uzdan, yani parçalara ayrılmaktan münezzehtir).
    Bu, Cenâb-ı Hakk’ın, kendi sıfatlarını (hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelâm gibi) yansıtma kabiliyetine sahip, şerefli ve hususi bir ruhu insana verdiğini ifade eden bir teşrif (şereflendirme) ve nisbettir.

    ​Ene’nin Vazifesi:
    İşte bu “ene,” o ilâhî ruhtan gelen sıfatların cüz’î numunelerini kendinde taşıyan bir “ayna” gibidir. Vazifesi, bir vâhid-i kıyasî (ölçü birimi) olmaktır.
    • ​İnsan, kendindeki bu cüz’î (sınırlı) ilim sıfatına bakarak, Cenâb-ı Hakk’ın küllî ve muhît (her şeyi kuşatan) ilmini anlar.
    • ​Kendi cüz’î kudretiyle, Kâinatın Sâni’inin sonsuz kudretini idrâk eder.
    • ​Kendi geçici sahipliğiyle (“evim, arabam” demesiyle), mülkün hakiki ve ebedî sahibi olan Mâlikü’l-Mülk’ü tanır.
    • ​Kendindeki görme ve işitme kabiliyetiyle, Allah’ın Basîr ve Semî’ olduğunu bir derece fehmeder.
    ​Eğer “ene” bu vazifesini yapar, kendisine ait zannettiği bu sıfatların ve kabiliyetlerin Allah’tan gelen birer emanet olduğunu bilirse, o zaman ene, marifetullaha (Allah’ı tanımaya) açılan en parlak kapı olur. Kendini bir “ayna” olarak görür, kendinde tecellî edeni seyreder. Bu, ubûdiyetin (kulluğun) zirvesidir. Fakat “ene,” bu emanete hıyanet edip “ben mâlikim, benim kudretim, benim ilmim” diyerek sahiplenmeye kalkarsa, o zaman enaniyete (egoizme) dönüşür. Firavun’un “Ben sizin en yüce rabbinizim” demesi, enenin bu isyanının en vahim misalidir.

    ​2. Kur’ân’daki Esmâ-i Hüsnâ’nın Tecellî Sistematiği

    ​Kâinat, bir bütün olarak Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellî ettiği (göründüğü, yansıdığı) büyük bir aynadır. Her bir varlık, her bir hadise, Allah’ın bir veya birkaç isminin cilvesini gösterir. Her ismin, âlemde hususi bir tecellî mahalli (görünme yeri) vardır:

    • ​el-Hâlık (Yaratan): Bu ismin tecellî mahalli, yoktan var edilen bütün mahlûkattır. Bir hücrenin yaratılışından bir galaksinin vücuda gelişine kadar her şey, bu ismin tecellîsidir.
    • ​el-Musavvir (Şekil ve Suret Veren): Bu ismin mahalli, mahlûkatın birbirinden farklı, sanatlı ve hikmetli suretleridir. Hiçbir insanın yüzünün diğerine benzememesi, kar tanelerinin eşsiz desenleri, kuşların kanatlarındaki estetik, bu ismin cilveleridir.
    • ​er-Rezzâk (Rızık Veren): Annenin memesinden akan sütten, ağacın dalında olgunlaşan meyveye, topraktan çıkan mahsule kadar her türlü rızık, bu ismin tecellîgâhıdır.
    • ​el-Hakîm (Her İşi Hikmetli Olan): Bu ismin tecellî mahalli, kâinattaki muazzam nizam ve faydadır. Gezegenlerin yörüngelerindeki hassas denge, ekosistemdeki döngü, vücudumuzdaki organların birbiriyle uyumu, bu ismin isbatıdır.
    • ​el-Cemîl (Güzel Olan): Bu ismin mahalli, varlıklardaki güzelliktir. Bir çiçeğin rengi ve kokusu, bir tavus kuşunun tüyleri, gün batımının manzarası, Cemîl isminin tecellîleridir.
    • ​el-Celîl (Azamet ve Ululuk Sahibi): Bu ismin mahalli, haşmetli ve heybetli varlıklardır. Yüce dağlar, coşkun okyanuslar, gürleyen şimşekler ve sonsuz uzay boşluğu, Celâl sıfatının ve Celîl isminin tecellî ettiği yerlerdir.
    ​Kâinata bu nazarla bakıldığında, her şey manalı bir kitaba dönüşür ve her hadise, Fâil-i Hakikî olan Allah’ı isimleriyle bize tanıtan bir mektup hükmüne geçer.

    ​3. Kur’ân’da “Rahmet”in Çok Katmanlı Yapısı

    ​Kur’ân’da “rahmet” kavramı, son derece geniş ve çok katmanlı bir muhtevaya sahiptir. Bu yapıyı anlamanın anahtarı, Rahmân ve Rahîm isimleri arasındaki farkı idrâk etmektir.
    • ​Rahmân: Allah’ın bu ismi, dünyada mü’min-kâfir, insan-hayvan ayırt etmeksizin bütün mahlûkata şâmil olan geniş ve kuşatıcı rahmetini ifade eder. Bu, rahmetin kevnî (kozmolojik) boyutudur.
    • ​Tecellîleri: Güneşin herkes için doğması, havanın herkes tarafından teneffüs edilmesi, yağmurun her yere yağması, rızkın bütün canlılara verilmesi Rahmân isminin bir tecellîsidir. Varlığın kendisi, hayatın verilmesi, bu rahmetin en büyük tezahürüdür.
    • ​Rahîm: Allah’ın bu ismi ise, hususiyetle mü’minlere yönelik olan ve asıl tecellîsi âhirette görülecek olan özel rahmetini ifade eder. Bu, rahmetin şer’î (hukukî ve manevî) boyutudur.
    • ​Tecellîleri: İman ve hidayet nimeti, peygamberler ve kitaplar gönderilmesi, günahların affedilmesi (mağfiret) ve neticesinde Cennet’e nail olmak, Rahîm isminin tecellîleridir. Cenâb-ı Hakk’ın peygamberini tarif ederken buyurduğu şu âyet, bu rahmetin zirvesidir: ​“Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107)

    ​Özetle, Rahmân ismiyle bütün kâinatı var edip yaşatan, Rahîm ismiyle de mü’minleri hidayet ve ebedî saâdet ile şereflendirendir. Biri celâlî bir haşmet içinde cemâlî bir rahmet, diğeri ise tamamen cemâlî ve hususî bir lütuftur.

    ​4. Kur’ân’ın Manevî Haritası: Sûreler Arası Hikmetli Bağlantı

    ​Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetlerinin tertibi tevkîfîdir, yani Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla bildirildiği şekildedir; beşerî bir müdahale yoktur. Bu ilâhî tertip içinde, sûreler ve âyetler arasında “Münâsebât İlmi”nin konusu olan pek çok hikmetli bağlantı mevcuttur.
    • ​Sûre Başlangıcı ve Sonu Arasındaki Münasebet: Birçok sûrenin son âyetiyle bir sonraki sûrenin ilk âyeti arasında kuvvetli bir mana bağı vardır. En meşhur misal, Fâtiha Sûresi ile Bakara Sûresi arasındaki münasebettir:
    • ​Fâtiha’nın sonunda kul, “Bizi dosdoğru yola ilet” (اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ) diye dua eder.
    • ​Hemen ardından gelen Bakara Sûresi, “İşte o kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur. Takvâ sahipleri için bir hidayettir (rehberdir)” (ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِۚۛ ه
    دًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ) diye başlar. Bu, Fâtiha’daki hidayet talebine, Bakara Sûresi’nin bir cevap ve o hidayet yolunun haritası olarak sunulduğunu gösterir.
    • ​Konu Bütünlüğü İçinde Geçiş: Bitişik sûreler genellikle birbirini tamamlayan veya birbiriyle alâkalı konuları işler. Meşhur bir misal, Fil Sûresi ile Kureyş Sûresi’dir:
    • ​Fil Sûresi, Allah’ın Kâbe’yi Ebrehe’nin ordusuna karşı nasıl mûcizevî bir şekilde koruduğunu anlatır. Bu hadise, Kureyş kabilesine bahşedilmiş büyük bir nimettir.
    • ​Kureyş Sûresi ise, bir önceki sûrede zikredilen bu nimeti onlara hatırlatarak, bu nimete şükür olarak “bu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etmeleri” gerektiğini emreder. Bir sûre hadiseyi anlatır, diğeri o hadiseden çıkarılması gereken neticeyi ve şükür vazifesini bildirir.
    • ​Mekke’den Medine’ye Tedricî İnşa: Kur’ân’ın tertibi, aynı zamanda İslâm cemaatinin ve medeniyetinin manevî inşasındaki tedricî (aşamalı) süreci de yansıtır. İlk sûreler (Mekkî sûreler) daha çok iman esasları, tevhid, nübüvvet ve ahiret gibi temel akideleri tesis ederken, sonraki sûreler (Medenî sûreler) bu iman temeli üzerine ibadet, muamelat, hukuk ve devlet nizamı gibi toplumsal hükümleri bina eder. Bu tertip, bir insanın ve bir toplumun manen nasıl inşa edilmesi gerektiğinin de ilâhî bir haritasıdır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
    20/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Yüz Yıllık Geri Kalmışlığın Asıl Sebebi: Zihniyetin Dar Kalıpları

Yüz Yıllık Geri Kalmışlığın Asıl Sebebi: Zihniyetin Dar Kalıpları

Bir milletin ilerlemesinin önündeki en büyük engel, düşman orduları değil; dar, kısır ve taassup yüklü bir zihniyettir.
Bu memlekette yüz yıldır kalkınmanın, inkişafın, maddî ve manevî terakkînin önünü kesen işte bu zihniyet hüküm sürmüştür.
Heykeli sanayiye; içkiyi irfana tercih eden, milletin mukadderatıyla oynamaktan hicap duymayan bir anlayıştır bu…
Bu anlayış, ne yazık ki “çağdaşlık” perdesi altında millî servetleri, yer altı hazinelerini, üretimi ve teknolojiyi küçümsemiş;
fabrikayı, laboratuvarı ve icadı değil; vitrinleri, törenleri ve heykel kaidelerini “medeniyet” sanmıştır.
Bugün Türkiye’nin önünde duran mesele, sadece siyasî değil; bir zihniyet meselesidir.
Ve bu zihniyetin en müşahhas tezahürü, yakın günlerde ortaya çıkan Beylikova Nadir Toprak Elementleri (NTE) projesine yapılan engelleme girişimiyle bir kere daha görülmüştür.[1]

Bir Asrın Kısır Döngüsü: Engellemenin Adı “Bahane”

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın belgeleriyle ortaya koyduğu üzere;
Türkiye, 694 milyon tonluk devasa Nadir Element rezervine sahip bir hazine keşfetmiştir.
Bu maden, yalnız Türkiye için değil, cihan ölçüsünde stratejik bir güç demektir.
Zira bu elementler, bugün dünyanın en ileri teknolojilerinde — özellikle savunma sanayiinde, iletişimde, enerji depolamada ve uzay teknolojilerinde — kullanılır.
Bu sebeple Çin’in ardından ikinci büyük rezervin Türkiye’de bulunması, milletin kaderini değiştirecek derecede mühim bir hadisedir.
Ne var ki, tam bu noktada tarihî bir tablo tekrar edilmiştir:
Bu topraklarda, her millî hamlenin önüne çıkan aynı kesim, yine devreye girmiştir.
CHP’li Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, ÇED olumlu raporuna rağmen, “ekolojik denge bozulur” bahanesiyle yürütmeyi durdurma davası açmıştır.
Yani yüz yıl önce fabrikaya karşı çıkan mantık, bugün de “maden çıkmasın” diye sahnededir.

Bu Nasıl Bir İkiyüzlülük?

Bir yandan “Neden maden işletmiyorsunuz, neden üretmiyorsunuz?” diye sorup;
öte yandan madenin önünü kesmek için mahkemeye koşmak,
tarihin ibret levhalarına geçecek kadar zıt ve garip bir tavırdır.
Bu tavır, yalnız bir siyasî parti meselesi değil;
zihnî bir hastalık, bir taassup, bir kendini inkâr hâlidir.
Zira bu topraklardan çıkan her millî başarı, onların dünyasında “rahatsızlık” sebebidir.
Çünkü bu zihniyet, kendi tarihine, kendi insanına, kendi devletine itimat etmemeyi “medeniyet” sanmaktadır.

Geçmişin Aynasında Bugün

Cumhuriyetin ilk yıllarından beri, sanayi yerine seremoniyi, üretim yerine sloganı, hakikat yerine gösteriyi tercih eden bu anlayış,
nice fırsatların heba olmasına sebep olmuştur.
Hatırlayınız;
1950’lerde köy enstitüleri bahanesiyle köylünün inancını küçümseyenler,
1970’lerde ağır sanayi hamlesini “irticaî faaliyet” sayanlar,
bugün de Beylikova’da madenin önünü “çevre bahanesiyle” kapatmak istemektedir.
Oysa çevreye en büyük zarar, milletin istikbalini engelleyen fikrî kirlenmeden gelir.
Zira insanın toprağa ve tabiata merhameti, hakikati inkâr eden bir zihniyetten değil, Allah’ın emanetine sadakatten doğar.

İbret ve Netice

Zira;Zihniyet bozulursa, her şey bozulur.
Zira en büyük tahribat, manevî tahribattır.
O da kalblerde ve fikirlerde başlar.
Bugün Türkiye’nin önünde duran en büyük mesele, zihniyetin tahavvül etmesidir.
Teknoloji, sanayi, üretim elbette mühimdir;
ama asıl inkişaf, iman, ilim ve irfanın beraber yürümesiyle olur.
Beylikova’daki hadise, yalnız bir maden meselesi değildir;
Türkiye’nin kendi potansiyeline karşı açılmış içten bir savaştır.
Ve tarih şahitlik ediyor ki, bu millet ne kadar engellenirse engellensin,
Allah’ın izniyle, hakikat yolundan dönmeyecektir.
Çünkü artık devran değişmiştir.
Bu millet, heykel devrini değil; üretim, teknoloji ve hikmet devrini yaşamaktadır.
Ve bu devri durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

[1] Bak:
https://m.haber7.com/ekonomi/haber/3572649-turkiyeyi-kuresel-nadir-element-devi-yapacak-projeye-chp-engeli-belgeler-ortaya-cikti

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

Fenden Gelen Cehalet Zindanında Bir Nur: BEDİÜZZAMAN

Fenden Gelen Cehalet Zindanında Bir Nur: BEDİÜZZAMAN

 

Her asrın bir vicdanı, o asrın karanlıklarına meydan okuyan bir nuru ve yolunu kaybetmiş insanlığa hakikatin pusulasını gösteren bir rehberi vardır. Onlar, zamanın ve mekânın dar kalıplarına sığmazlar; getirdikleri mesaj ve açtıkları çığır, kendilerinden sonraki nesillere de bir meşale olur. İşte Bediüzzaman Said Nursi, sadece içinde bulunduğu yirminci asrı değil, peşinden gelen ve “kıyamete kadar bir bâki hakikatin etrafında bir sur” olacak olan iman hizmetiyle, asrımızı ve gelecek asırları Kur’an nuruyla tenvir eden böyle cihan şümul bir şahsiyettir.

Vaziyetini ve mücadelesini idrak etmek için, asırlar öncesine, bizzat Nübüvvet Güneşi’nin doğduğu o “Cahiliye” devrine bir nazar etmek lazımdır. O devirde hayat, iki temel sütun üzerine bina edilmişti: kalplere hükmeden put ve akılları uyuşturan içki. Kâbe’nin içi ve etrafı, insan eliyle yontulmuş ilah taslaklarıyla doluyken, Mekke’nin sokakları aklı ve iradeyi selbeden sarhoşluğun pençesindeydi. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (a.s.m.) mücadelesi, bu iki temel sapkınlığa karşıydı. İnsanların kalbindeki ve Kâbe’deki putları kırarak, yerine ezeli ve ebedi olan Tevhid akidesini yerleştirmek; aklı örten içki perdesini yırtarak, yerine imanın basiretini ve hikmetin nurunu koymak… Bütün bunlar, temelinde “cehalet” yatan, yani Vahyin nurundan mahrum kalmaktan kaynaklanan bir karanlığa karşı verilen kutlu bir cihaddı.

Şimdi ise zaman şeridinde süratle ileri saralım ve kendi asrımıza gelelim. Manzara, zahiren ne kadar değişmiş görünse de, derûnî yapısı itibarıyla ne kadar da o devre benziyor! Asrımızın medeniyeti de, adeta kısır bir zihniyetin devamı olarak hayatı iki temel üzerine bina etmiştir: ruhlara dikilen heykel ve zihinleri bulandıran içki.

Ancak arada mühim ve tehlikeli bir fark vardır: Cahiliye devrinde putperestlik ve içki, Vahiyden uzak kalmanın getirdiği bir cehaletten neş’et ediyordu. Bugün ise heykellerle sembolleşen materyalist ve tabiatperest ideolojiler ve içki ile temsil edilen topyekûn bir gaflet ve sefahet kültürü, “fen ve felsefe” kisvesi altında, ilim maskesi takınarak münafıkane bir tarzda ruhlara zerk edilmektedir. O zaman düşman cahil ve mert idi; şimdi ise âlim suretinde bir cahil ve münafıktır. Bu sebeple, günümüzdeki tehlike, cehalet asrından daha zor ve daha aldatıcıdır. Zira o gün put, taştan olduğunu gizlemiyordu. Bugün ise “tabiat kanunu”, “bilimsel zorunluluk”, “felsefi akım” gibi parlak isimler altına gizlenen nice putlar, aklı ve kalbi esir almaktadır.

İşte tam bu noktada, asrın manevi tabibi olan Bediüzzaman Said Nursi ve onun Kur’an’dan süzülmüş nurlu reçetesi olan Risale-i Nur Külliyatı devreye girer. O, bu yeni ve daha karmaşık hastalığın teşhisini mükemmel bir surette koymuştur. Madem hastalık fen ve felsefe yolundan geliyor, öyleyse tedavi de yine aklı ikna ederek, ilmin lisanıyla kalbe yol bularak olmalıydı.

Bediüzzaman, “heykel” ile sembolleşen Allah’ı inkâr felsefesine karşı, bizzat kâinat kitabını bir delil olarak ortaya koymuştur. O, fenni ve ilmi, imana düşman birer silah olarak görenlere inat, her bir ilim dalının kendi lisanıyla Allah’ın varlığını ve birliğini nasıl haykırdığını isbat etmiştir. Onun nazarında fizik, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudret kanunlarını; kimya, bir Hakîm-i Zülkemâl’in hikmetli eczalarını; astronomi, bir Sâni’-i Zîşan’ın haşmetli saltanatını ilan eden birer dellâldır. Risale-i Nur, baştan sona, fenden gelen bu enaniyet ve inkâr putunu, yine fennin ve aklın en kat’i delilleriyle kıran bir “isbat-ı Tevhid” deryasıdır.

“İçki” ile sembolleşen sefahet ve gaflet kültürüne karşı ise, Bediüzzaman imandaki hakiki lezzeti ve saadet-i dareyni göstermiştir. O, fani ve geçici lezzetlerin arkasındaki elemleri ve firakları tasvir ederken, imanın ve ubudiyetin içinde hem bu dünyada hem de ahirette tükenmez bir manevi lezzet ve saadet olduğunu akla ve kalbe kabul ettirmiştir. Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de buyurduğu gibi:

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi iğrenç şeylerden ibarettir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5/90)

Bediüzzaman, bu ayetin asrımıza bakan vechesini tefsir ederek, sadece maddi içkiden değil, insanı Rabbinden gafil bırakan her türlü felsefi ve nefsani “sarhoşluktan” kaçınmanın kurtuluşa nasıl bir vesile olduğunu ders vermiştir.

Netice-i kelam, Bediüzzaman Said Nursi, Cahiliye devrinin putuna karşı Tevhid’i, içkisine karşı imanın saadetini getiren Peygamberî bir metodun asrımızdaki bir varisidir. Fakat o, bu mücadeleyi, düşmanın en güçlü olduğu zannettiği bir kaleden, yani akıl, fen ve felsefe kalesinden yürütmüştür.

Bugün, onun yaktığı o nur, milyonlarca insanın kalbinde fenden ve felsefeden gelen şüphe zindanlarını aydınlatmakta, asrın sahte ilahlarına ve uyuşturucu gafletine karşı en metin bir siper olmaya devam etmektedir. Bu, bir şahsın değil, Kur’an hakikatlerinin bu asrın idrakine sunulmuş bir zaferidir. Ve bu nur, zaman eskidikçe daha da parlayacak bir hakikatin ta kendisidir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

21-10-2025

www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

ASRI ŞEKİLLENDİREN ŞAHSİYET: CEHALETE KARŞI FENDEN GELEN DALALETİN PANZEHİRİ

ASRI ŞEKİLLENDİREN ŞAHSİYET: CEHALETE KARŞI FENDEN GELEN DALALETİN PANZEHİRİ

Tarih sahnesi, zamanın akışını değiştiren, getirdikleri mesaj ve hizmetle sadece kendi devirlerini değil, gelecek asırları da tenvir eden müstesna şahsiyetlerin geçidine şahittir. Bu şahsiyetler, insanlığın yolunu kaybettiği, karanlıkların en kesif olduğu anlarda birer meşale gibi parlayarak hakikate giden yolu göstermişlerdir. Asr-ı Saadet’in ufkunda bir güneş gibi doğan Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), kalpleri taşlaşmış, cehalet bataklığında boğulmuş bir kavimden, yıldızlar misali bir nesil çıkarmıştır. O günün putları, taştan ve tahtadan yontulmuş, zahirî birer suretti. O günün dalaleti, ekseriyetle cehaletten ve ataları körü körüne taklitten neş’et ediyordu.

Zaman, süratle ileriye doğru akarken, dalaletin yapısı da şekil değiştirdi. Yirminci asrın başlarına gelindiğinde, insanlık yeni ve daha tehlikeli bir putperestlik ile karşı karşıya kaldı. Sizin de pek isabetli bir şekilde tasvir ettiğiniz gibi, Asr-ı Saadet’teki vaziyet adeta klonlanmış, fakat bu defa hastalığın kökü farklılaşmıştı. Artık putlar taştan değil, maddeden ve tabiat kanunlarından yontuluyordu. Dalalet, cehaletten değil, tam aksine, adına “ilim” denilen fen ve düşünceden (felsefeden) kaynaklanıyordu. Materyalist düşünce, kâinatı sahipsiz, tesadüflerin oyuncağı bir makine olarak tasvir ediyor; ene ve enaniyet, Firavun misali birer ilahlık davasına kalkışıyordu. İşte böyle bir zamanda, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nuru olan Risale-i Nur, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin elinde bu asrın meydan okumasına bir cevap olarak parladı.

Cehaletten Gelen Dalalet ile Fenden Gelen Dalalet Arasındaki Fark

Bediüzzaman Hazretleri’nin kendi ifadesiyle belirttiği gibi, eski zamanda dalalet cehaletten geliyordu. Onu izale etmek, hakikati göstermek nispeten kolaydı. Bir cahile, “Şu muazzam sarayın bir ustası vardır” demek kâfi gelirdi. Ancak yeni zamanda dalalet, fen ve ilimden geldiği için izalesi gayet müşküldü. Çünkü bu asrın dinsizi, eline fenni alarak, “Benim ilmimde Allah’a yer yok” diyebilme cüretini gösteriyordu. O, cehaleti sebebiyle değil, öğrendiği yarım ve yanlış bilgiler sebebiyle inkâra sapıyordu. Bediüzzaman bu durumu şöyle tesbit eder:

“Eski zamanda dalâlet cehaletten geliyordu. Bunun izalesi kolaydı. Bu zamanda dalâlet, fen ve felsefeden ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür.”

Bu, imana karşı açılmış en sistemli ve en tehlikeli savaştı. Zira silah, hasmın kendi elindeydi. Fen ve akıl, imanı yıkmak için birer levye gibi kullanılıyordu. Bu sebeple verilecek cevap da aynı cinsten olmalıydı. Kılıca karşı kılıçla, fenne karşı fenle, akla karşı akılla mukabele etmek gerekiyordu.

Kur’an Nuruyla “Fabrika Ayarlarına” Dönüş Hizmeti

İşte Bediüzzaman’ın iman hizmetinin özü ve farklılığı bu noktada ortaya çıkar. O, bu asrın insanının aklına ve kalbine musallat olan şüphe virüslerini temizlemek için doğrudan Kur’an-ı Hakîm’in eczahanesinden “tahkikî iman” dersini aldı. Risale-i Nur Külliyatı, baştan sona bir isbat ve bir tefekkür projesidir.

O, tabiatı inkâr hesabına konuşturan materyalistlere karşı, tabiatın kendisini bir delil olarak konuşturdu. Her bir atomun nizamından galaksilerin ihtişamına kadar her şeyin bir “Sâni-i Hakîm”in varlığına ve birliğine nasıl şehadet ettiğini akla aykırı gelmeyecek bir surette isbat etti. Felsefenin ve bilimin boğulduğu en derin meselelerde, Kur’an’ın nuruyla en tatminkâr cevapları sundu. Böylece, fenden gelen dalaleti, yine fennin ve aklın diliyle, fakat Kur’an’ın hikmetiyle tedavi etti.

Onun hizmeti, insanı “fabrika ayarlarına”, yani fıtrat-ı asliyesine döndürme gayesi taşıyordu. Zira her insan, ruhunun derinliklerinde bir Yaradan’a inanma, O’na dayanma ve O’na ibadet etme ihtiyacı ile yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu hakikati şöyle beyan eder:

“Allah, iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri ise tâğuttur; onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte bunlar cehennemliklerdir, orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 2/257.)

Modern zamanın felsefeleri ve ideolojileri, bu derûnî ihtiyacı perdelerle örtmüş, insanı kendi enaniyetinin ve heveslerinin karanlık dehlizlerine hapsetmişti. Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki bürhanlarla bu perdeleri yırtarak, aklı kalple barıştırarak insanı yeniden o aydınlığa, fıtratındaki nura kavuşturdu.

Netice-i Kelâm: İbret ve Hikmet

Bediüzzaman Said Nursi, sadece bir asrı değil, kendinden sonraki zamanları da şekillendiren bir şahsiyettir. Çünkü o, zamanın en büyük hastalığını doğru teşhis etmiş ve ona en münasip ilacı Kur’an’dan getirmiştir. Onun mücadelesi, cehaletle değil, ilim suretine bürünmüş cehaletleydi. Onun davası, insanı aslından koparan, onu hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyen modern putlara karşı bir tevhid sancağı açmaktı.

Bugün dahi, onun metodu ve eserleri, aklı ve kalbi şüphelerle yaralanmış nesiller için bir şifa kaynağı olmaya devam etmektedir. Zira fenden ve felsefeden gelen dalalet taarruzu, şekil değiştirerek hâlâ sürmektedir. Bu taarruza karşı en metin kale, Kur’an hakikatlerine dayanan tahkikî imandır. Bediüzzaman, bu kalenin nasıl inşa edileceğini bütün bir hayatıyla ve altı bin sayfalık eseriyle bizlere göstermiştir. O, asrın karanlığını Kur’an’ın nuruyla aydınlatan bir hizmetkâr olarak, tarihteki müstesna yerini almıştır. Ondan alınacak en büyük ibret, hangi devirde olursa olsun, en büyük karanlıkların dahi Kur’an güneşinin doğuşuyla dağılmaya mahkûm olduğu hakikatidir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

21-10-2025

www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 101

BERCESTE VE İZAHI – 101

​Makam ve Enaniyet: Güneşin Zevali
​”Gırre olma kemâle kim şemsin irtifâ’ı zevâle dâ’irdir” (Es’ad)
​Bu mısra, insanlara önemli bir hikmeti nazara verir: Makam, mevki ve kudretin en yüksek noktasına ulaştığında dahi enaniyet ve kibirden uzak dur. Çünkü bu zirveye erişmek, aynı zamanda zevalin, yani düşüşün başlangıcıdır. Tıpkı güneşin en tepede parladığı anın, yavaş yavaş batışa ve zevale dönmesinin kaçınılmaz olduğu gibi. Bu beyit, tabiatta cereyan eden cihan şümul bir hakikati, insan hayatının ve makamının geçiciliğini tasvir etmek için kullanır.
​Tarihte, gücün ve şöhretin zirvesine çıkıp, bu yanlış inanç ile hareket eden nice hükümdar ve kumandan, enaniyetlerinin kurbanı olmuşlardır. Misal olarak, Büyük İskender’in yahut Napolyon’un hikayeleri, bu düşüşün ne kadar acı olabileceğini gösterir. Kudretin sarhoşluğu, insana her şeye malik olduğunu zannettirir. Ancak bu zan, çoğu zaman en büyük yanılmadır. Bu hikmet, insanlara sürekli bir tevazu ve halden anlama çağrısı yapar.

​Kalemin Gücü ve Hatasının Akıbeti
​”Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahririn
Ki fesâd-ı rakamı sürûmu şûr eyler
Gâh bir harf sukûtuyla kılar nâdiri nâr
Gâh bir nokta kusuruyla gözü kör eyler” (Fuzûlî)
​Fuzûlî, bu beyitleriyle kötü yazan bir katibin kalemi ile eli arasındaki bağlantıya odaklanır ve bu bağlantıyı dilin ve yazının gücü üzerinden izah eder. Kötü bir yazarın eli de kalemi de kurusun; çünkü onun fesat ve kusurlu yazısı (rakamı), bir toplumda kargaşa ve galeyan çıkarabilir. Fuzûlî bu derin tasvirinde, kelimelerin ve harflerin nasıl bir cihan şümul etki oluşturabiĺeceğini gözler önüne serer.
​Bu beyitler, dilin ve kelimelerin ne kadar tehlikeli olabileceğini gösterir. Bir harfin bile eksik yazılması, “nâdir” (ender) kelimesini “nâr” (ateş) haline getirebilir ve o ateş, bir toplumda fitneye sebep olabilir. Aynı şekilde, bir noktanın yerinde olmaması, “gözü” kör edebilir. Bu durum, sadece yazı yanlışlarını değil, aynı zamanda düşünce hatalarının ve dil sürçmelerinin de ne denli büyük sonuçlar doğurabileceğini anlatır.

​Ölüm, Hayat ve Kabrin Önemi
​”Âhir bir gün ölürsün ölüm vardır bilirsin
Kamulardan ayrılıp varıp sinde yatdın tut” (Yunus Emre)
​Yunus Emre’nin bu mısraları, hayata dair en büyük ve en sarsıcı hakikati, yani ölümü, insanın yüzüne vurur. Bu nasihatte, insana öleceği gerçeği hatırlatılır ve bunun bir sır değil, bilinen bir gerçek olduğu ifade edilir. İkinci mısra ise, düşünce ve hikmet dolu bir tefekkür davetidir: “Henüz yaşıyorken, dünyadaki her şeyden ayrılıp kabirde yattığını hayal et.”
​Bu düşünce alıştırması, insanın fani hayata olan bağlılığını tenkit eder ve onu asıl hayata, yani ölümden sonrasına hazırlamaya çağırır. Yunus Emre’nin bu beyiti, makalenin diğer kısımlarıyla da bağlantılıdır. Zira makamın, şöhretin fani olduğu ve nihayetinde herkesin kabre gireceği gerçeği, tüm fani heveslerin boşluğunu isbat eder. Bu mısralar, insana hayatını yeniden gözden geçirme, önceliklerini sorgulama ve asıl olanla meşgul olma çağrısı yapar.

​İnsanlığa Huzur Getiremeyenlerin Akıbeti
​”Ne kendi eyledi râhat ne halka verdi huzûr
Yıkıldı gitti cihândan dayansın ehl-i kubûr” (Lâedrî)
​Bu beyit, hem kendine hem de başkalarına huzur getirmeyen, rahat vermeyen bir insanın tasviridir. Bu kişi, hayatta iken ne kendine ne de çevresine bir fayda sağlamış, sadece huzursuzluk ve kargaşa oluşturmuştur. Sonunda, bu cihandan çekip gitmiştir. Lâedrî, bu durumun vehametini vurgulamak için müthiş bir istiare kullanır: “Kabir ehli, bu kişinin kendilerine gelmesine dayansınlar.” Bu, ölen kişinin kötülüğünün ve huzursuzluğunun öyle büyük olduğu ki, dünyadan sonraki alemi bile rahatsız edebileceği şeklinde mübalağalı bir tasvirdir.
​Bu beyit, makalenin genel ahengine uygun olarak, hayatın sadece bireysel bir varoluş olmadığını, başkalarına karşı da sorumluluklar taşıdığımızı anlatır. Başkasına huzur vermeyen, kendine de huzur bulamaz. Bu, aynı zamanda makam ve enaniyet sahibi olup halka zulmedenlere bir tenkittir. Böyle kişilerin sonu, sadece bu dünyada değil, öteki alemde de huzursuzluktur.
​Özet
​Bu makale, farklı şairlerin derin hikmetler veren beyitlerini ele alarak, hayatın çeşitli veçhelerini aydınlatmaya çalışır. Es’ad’ın beyiti, makam ve gücün geçiciliğini ve kibirden uzak durmanın faziletini vurgularken; Fâmî’nin mısraları, bazı acıların en iyi çaresinin, o acının son bulması olduğunu anlatır. Fuzûlî’nin beyitleri, dilin ve kelimelerin ne kadar güçlü, bir o kadar da tehlikeli olabileceğini gösterir. Yunus Emre’nin hikmetli sözleri, ölüm gerçeğini hatırlatarak hayatın anlamı üzerine tefekkür etmeye davet ederken; Lâedrî’nin mısraları, başkalarına huzur vermeyenlerin, ne bu dünyada ne de öteki alemde huzur bulamayacağını ifade eder. Tüm bu beyitler, insanın fani hayatını ve ebedi istikbalini göz önünde bulundurarak, tevazu, doğruluk ve hakikat üzere bir hayat sürmesi gerektiğini öğütler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 100

BERCESTE VE İZAHI – 100

Klasik Edebiyatın Aynasında İnsan, Hikmet ve Dünya Bağlantısı: Hayatın Derûnî Anlamı
Klasik Türk ve Fars edebiyatı, insan hayatının ve varoluşunun temel meselelerini işlerken, sadece estetik bir dil kullanmakla kalmaz, aynı zamanda cihan şümul bir hikmetin de kapılarını aralar. Şairlerin kaleme aldığı her mısra, aslında ruhun en derûnî katmanlarına seslenen birer ibret levhası ve birer düşünce pınarıdır. Bu makale, sabır ve teslimiyet, ilahi aşk, hikmet ve cahiliyet meselelerini ele alarak, bu kadîm metinlerin bugüne ışık tutan yönlerini tasvir edecektir.

1. İlahi Güç ve Kudret: Aziz Mahmud Hüdâyî
İktibas: “Ey katreyi ummân eden / Ey nutfeyi insân eden / Ey derdlere dermân eden / Senden meded senden meded” (Aziz Mahmûd Hüdâyî)
İzah ve Açıklama: Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin bu mısraları, Allah’ın mutlak kudretini ve sınırsız hikmetini terennüm eder. Şair, bir damlayı ummana, bir nutfeyi (meni damlasını) ise kâmil bir insana dönüştüren kudretin ancak O’na ait olduğunu dile getirir. Aynı zamanda, her türlü derdin ve sıkıntının dermanını veren de yine O’dur. Bu mısralar, insanın acziyetini ve Allah’ın büyüklüğünü karşılaştıran derin bir tefekkürün ürünüdür. İnsan, ne kadar çaresiz kalırsa kalsın, yaratıcısından yardım dilemelidir. Bu mısralar, insanın dünya hayatında karşılaştığı zorluklar karşısında tek sığınacağının ve yardım isteyeceğinin Yüce Yaratıcı olduğunu vurgular. İnsanı var eden, dertlerine derman veren ve umutsuzlukları aydınlığa çıkaran tek güç O’dur.

2. Hakiki Ârif ve Dünya: Fuzûlî
İktibas: “Hikmet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedir” (Fuzûlî)
İzah ve Açıklama: Fuzûlî, bu beyitinde ârifliğin (hakikati idrak etme) ne olduğunu eşsiz bir şekilde tanımlar. Ona göre, dünya ve içindekilere dair zahiri bilgileri bilmek kişiyi ârif yapmaz. Gerçek ârif, dünya ve içindekilerin ne olduğunu dahi bilmeyen, yani onlara gönül bağlamamış ve onlardan tamamen gafil olan kişidir. Bu mısralar, tasavvuf düşüncesindeki dünya gâfil ve ondan yüz çevirme anlayışının edebi bir ifadesidir. Dünya ve mal mülk gibi geçici şeylere dalmak, insanı asıl hikmetten, yani Allah’ı bilmekten ve O’nun aşkından alıkoyur. Fuzûlî, bu beyitle, hakiki bilginin zahiri malumatla değil, kalbin temizliği ve dünyanın fâni bağlantısından kurtulmakla elde edileceğini öğütler. Gerçek ârif, nefsani arzulardan ve dünya sevgisinden sıyrılarak hakikate ulaşır.

3. Cahiliyet ve Makam: Bağdatlı Rûhî
İktibas: “Evc-i feleğe basdı kadem câh ile câhil / Erbab-ı kemâlin yeri yok zîr-i felekde” (Bağdatlı Rûhî)
İzah ve Açıklama: Bağdatlı Rûhî, bu mısrada devrinin vefasızlığını ve düzenin bozukluğunu tenkit eder. Cahil ve bilgisiz insanlar, haksız yere makam ve mevki sahibi olurken, kemâl sahibi, yani ilim ve fazilet ehli insanların bu makamlarda yeri yoktur. Bu durum, cahillerin feleğin en yüksek zirvesine ulaşmasını, hikmet ve fazilet ehlinin ise dünya hayatının en alt katmanlarında kalmasını tasvir eder. Bu beyit, sadece bir tarihi tenkit değil, aynı zamanda cihan şümul bir toplumsal gerçeğin de tasviridir. Bu durum, her çağda ve her toplumda kendini gösteren bir yanlış inanç ve aykırılıktır. İnsanlık tarihi boyunca, liyakatsizliğin ve cehaletin makam sahibi olduğu, ehliyet ve faziletin ise hak ettiği yeri bulamadığı zamanlar olmuştur. Bağdatlı Rûhî, bu beyitiyle bu üzücü duruma bir tenkit yöneltir ve bizlere liyakatli insanlara kıymet vermenin faziletini hatırlatır.
Özet
Bu makale, farklı şairlerin mısralarından yola çıkarak, hayatın derin ve derûnî anlamlarını ele almıştır. Aziz Mahmûd Hüdâyî, Allah’ın sınırsız kudretini ve O’na olan ihtiyacımızı vurgularken, Fuzûlî hakiki ârifin dünya malından tamamen uzak durması gerektiğini anlatır. Son olarak, Bağdatlı Rûhî, cahiliyetin yükselişini tenkit ederek, liyakat ve faziletin değerini hatırlatır. Bu mısralar, klasik edebiyatın sadece edebi bir zenginlik değil, aynı zamanda hayatın ve varoluşun temel meseleleri üzerine derin bir düşünce ve hikmet hazinesi olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 99

BERCESTE VE İZAHI – 99

​Kadîm Hikmetlerin Derûnî ve Zahiri Manzarası: Hayat ve Hakikat Bağlantısında Klasik Edebiyatın İbretleri
​İnsanlık tarihi boyunca hayatın en derin ve en mühim meseleleri, sanat ve edebiyatın aynasında daima birer tasvir bulmuştur. Klasik Türk Edebiyatı, özellikle de Dîvan Edebiyatı, bu derin meseleleri işlerken kullandığı semboller ve incelikli ifadelerle okuyucuya cihan şümul hakikatleri sunmuştur. Her biri birer âbide olan bu mısralar, sadece estetik bir haz vermekle kalmaz, aynı zamanda ruhun en derûnî katmanlarına seslenen birer ders ve ibret levhası olur. Bu makalede, farklı şairlerin beyitlerinden yola çıkarak, sevgi, sabır, teslimiyet ve hakikat arayışı gibi meseleleri ele alacağız.
​1. “Handân ol gönül ki visâl ihtimâli var / Firkat kemâle erdi kemâlin zevâli var” – Taşlıcalı Yahyâ Bey
​Bu beyit, ayrılığın en son haddine ulaştığını ve dolayısıyla kavuşma ihtimalinin yaklaştığını, bu sebeple gönlün sevinçle dolması gerektiğini anlatır. Burada bir ibret, bir hikmet gizlidir: Hayatta her şeyin bir zirvesi, bir kemâl noktası vardır ve her kemâlin de bir zevâli, bir sonu muhakkaktır. Bu beyit, tabiat kanunlarının ve hayatın tekrarının edebi bir ifadesidir. En şiddetli fırtınaların bile sonunda dineceği, en uzun gecenin dahi nihayet bir sabaha ulaşacağı hakikatini hatırlatır. Bir çilekeş için bunun zirveye varması, artık daha fazla acı çekilmeyeceği anlamına gelir. Bu, çilekeş ve firak bir bekleyişin müjdecisidir; sabrın sonunda visalin geleceğine olan inancın tasviridir. Bu beyit, bizlere en zor anlarda dahi ümidi yitirmememiz gerektiğini, her zorluğun bir bitişi olduğunu ve bu bitişin aynı zamanda yeni bir başlangıç olduğunu hatırlatır.

​2. “Harâbât ehline dûzah azâbın anma ey zâhid / Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler” – Hayâlî Bey
​Hayâlî Bey’in bu mısrası, zahiri bir ibadetle yetinen zahid’e (bu anlamda mutaassıp) karşı, hakikatin derûnî yolunu tutan harâbât ehlinin (tasavvuf düşüncesinde manevi sarhoşluğa ulaşmış dervişler) durumunu tasvir eder. Zahid cehennem azabı korkusuyla ibadet ederken, harâbât ehli (tasavvuf ehli) gelecek kaygısından azadedir. Onlar, ibn-i vakttir, yani vaktin, anın çocuğudur. Bu, anın kıymetini bilmek ve içinde bulunulan zamanda Allah’la bağlantıda olmak demektir. Onlar, geçmişin pişmanlığıyla ve geleceğin endişesiyle değil, içinde bulundukları ânın manevî sarhoşluğuyla ve neşesiyle hayatı idrak ederler. Bu beyit, dinin sadece zahiri kurallardan ibaret olmadığını, asıl olanın kalbin Allah ile olan bağlantısı ve O’nun aşkında fena bulmak olduğunu öğütleyen derin bir tenkittir. Cehennem korkusuyla cennet arzusuyla ibadet edenlerin, Allah’ın muhabbetiyle ve O’nun rızası için ibadet edenleri anlayamayacağı hakikatini ortaya koyar.

​Özet
​Bu makale, farklı şairlerin beyitlerinden yola çıkarak, hayat ve hakikat bağlantısını ele almıştır. Taşlıcalı Yahyâ, her kemâlin bir zevâli olduğu hikmetiyle zorlukların bitişinin müjdesini verirken, Hayâlî Bey zahiri ibadetle yetinen zahid’i tenkit ederek anın kıymetini vurgular. Tüm bu beyitler, farklı açılardan hayatın derin manalarını ve cihan şümul boyutlarını ve insanın derûnî yolculuğunu gözler önüne seren ibretli ve düşündürücü birer tasvir mahiyetindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 98 –

BERCESTE VE İZAHI – 98 –

​1: Mehmet Âkif Ersoy – “Şarka bakmaz garbi görmez görgüden yok…”
​Beyit:
​Şarka bakmaz garbi görmez görgüden yok vâyesi
​Bir utanmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermâyesi

​İzah ve Açıklama:
​Mehmet Âkif Ersoy’un bu beyti, cahil, bencil ve görgüsüz insan tipini tasvir eder. “Şark” (Doğu) ve “Garp” (Batı) kelimeleri, farklı medeniyetleri ve bilgi kaynaklarını sembolize eder. Şair, bu insanın ne Doğu’nun irfanından, hikmetinden, ne de Batı’nın ilmî ve teknolojik birikiminden faydalandığını söyler. Böyle bir insanın “görgüsü”nden nasibi olmadığı için, bütün sermayesi ve kimliği, utanmaz bir yüz ve yaşarmayan, yani acı çekmeyen ve ibret almayan bir gözden ibarettir. Bu, toplumun ahlâkî ve kültürel çöküşüne dair derin bir eleştiridir.
​Makale:
​İrfan Yoksunu Bir Neslin Dramı: Utanmaz Yüzler, Yaşarmayan Gözler
​Mehmet Âkif Ersoy, Asr-ı Saadet’ten sonra İslâm toplumunun içine düştüğü cehalet ve ahlâkî buhranı en keskin dille eleştiren mütefekkirlerimizden biridir. Onun “Şarka bakmaz garbi görmez görgüden yok vâyesi / Bir utanmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermâyesi” beyti, sadece bir dönem eleştirisi değil, aynı zamanda her devirde var olan ve varlığını sürdüren irfan yoksunu bir insan tipinin karakteristik tasviridir.
​Bu beyitteki “Şark” ve “Garp” mefhumları, medeniyet ve bilgi kaynaklarına atıftır. Doğu, İslâm medeniyetinin, irfanın, maneviyatın ve ahlâkın kaynağını temsil ederken, Batı, modern bilimin, tekniğin ve dünyevî ilerlemenin sembolüdür. Âkif, her iki kaynaktan da istifade etmeyi reddeden bir zihniyeti eleştirir. Bu zihniyet, ne kendi tarihinden ve inancından ders alır, ne de başkasının ilminden istifade etmeyi bilir. Neticede, bu iki yönlü cehalet, onu “görgüden nasipsiz” bir hâle getirir.
​Böyle bir insan tipinin en büyük sermayesi, utanmaz bir yüz ve yaşarmayan bir gözdür. Utanma duygusu, İslâm ahlâkının temel direklerinden biridir. Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in “Hayâ imandandır” hadîs-i şerifi, utanmanın, insanın iç âlemindeki imanın bir tezahürü olduğunu gösterir. Utanma duygusunu yitiren bir yüz, her türlü ahlâksızlığa ve hataya pervasızca yönelebilir. Yaşarmayan göz ise, kalp katılığının ve ibretsizliğin bir göstergesidir. Kur’an-ı Kerim’de, “Hani, kalpleri katılaştı, taş gibi oldu; hatta taştan da daha katı” (Bakara, 74) âyeti, kalbi katılaşmış, gözü yaşarmayan ve ibret almayan insan tipini tasvir eder. Âkif’in beyti, bu duruma düşen bir milletin geleceğinin ne kadar karanlık olduğunu vurgular. Bu beyit, bize, geçmişimizi, inancımızı ve irfanımızı ihmal etmeden, aynı zamanda dünyadaki ilmî ve teknolojik gelişmelere de açık olmamız gerektiğini hatırlatır. Zira hakikî medeniyet, hem Doğu’nun hikmetini hem de Batı’nın ilmî birikimini mezcederek elde edilir.

​Makale 2: Hazmî – “Devâm üzre kimin bahtında ey dil tâb ü fer kalmış”
​Beyit:
​Devâm üzre kimin bahtında ey dil tâb ü fer kalmış
​Kimin âfâk-ı ikbâlindeki nûr-ı seher kalmış

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, fânî dünya hayatının gelip geçiciliğini ve mutlulukların, başarıların ve neşenin kalıcı olmadığını sorgular. “Tâb ü fer” (ışık ve parlaklık) ve “nûr-ı seher” (seher vakti nuru) gibi metaforlarla, şair, kime ait olan bahtiyarlığın, şöhretin veya gençliğin sürekli devam ettiğini sorar. Bu, insanın ömrünün ve dünyevî zevklerinin geçiciliğini ve bu geçicilik karşısında bir anlık şöhret veya mutlulukla gururlanmanın beyhudeliğini vurgular.
​Makale:
​Hayatın Fânîliği Karşısında Bahtiyarlık ve Gurur
​Hazmî’nin bu beyiti, insanoğlunun en temel meselelerinden biri olan fânîlik mefhumuna ayna tutar. İnsan, genellikle içinde bulunduğu nimet ve saadet hâlinin kalıcı olduğunu zannederek bir gaflete kapılır. Oysa, Hazmî’nin de sorduğu gibi, “Kimin bahtında tâb ü fer (ışık ve parlaklık) sürekli kalmış?” Hayat, sürekli değişen, dönüşen ve akıp giden bir süreçtir. Dün zirvede olan, bugün diplerde olabilir; dün gülü seven, bugün gülü terkedebilir. Bu durum, insanı, elde ettiği her nimetin bir emanet olduğu hakikatine yönlendirmelidir.
​Bu beyit, aynı zamanda, gençlik, güzellik, zenginlik ve şöhret gibi geçici nimetlerle övünmenin beyhudeliğini de dile getirir. Bir seher vaktinin nuru gibi parlayan bu nimetler, günün sonunda yerini gecenin karanlığına bırakabilir. Bu bağlamda, Müslüman bir şairin bu beyiti, dünyevî nimetlere aşırı bir şekilde bağlanmamanın ve asıl gayenin ebedî âlem için hazırlık yapmak olduğunun bir hatırlatıcısıdır. “Âfâk-ı ikbâl” (ikbal ufukları) ifadesi, şöhret, başarı ve makam gibi dünyevî emelleri sembolize eder. Şairin, bu ikbal ufuklarındaki “seher nuru”nun da kalıcı olmadığını vurgulaması, insana, bütün gayretini ve çabasını ebedî bir saadet için sarf etmesi gerektiğini telkin eder.
​Bu beyit, bize Kur’an-ı Kerim’in “Dünya hayatı, ancak bir oyun ve bir oyalanmadan ibarettir…” (Ankebût, 64) âyetinin muhtevasını hatırlatır. İnsanın bu dünyada elde ettiği her şey, bir imtihan vesilesidir ve zâil olmaya mahkûmdur. Asıl kazanç, bu fânî nimetleri, Bâkî olan Zât’ın rızasına uygun bir şekilde kullanabilmektir. Bu beyit, dünya malıyla gurur duyan, gençliğine ve güzelliğine aldanan her insana bir nasihat niteliği taşır.

​Makale 3: Taşlıcalı Yahyâ – “Âlemin yokdur safâsı derd-i bî-dermânı var”
​Beyit:
​Âlemin yokdur safâsı derd-i bî-dermânı var
​Bu metâ‘-ı vuslata aldanmanuz hicrânı var

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte Taşlıcalı Yahyâ, dünyanın gelip geçici ve aldatıcı tabiatını tasvir eder. “Âlemin” (dünyanın) bir “safâsı” (huzuru, neşesi) olmadığını, aksine “derd-i bî-dermânı” (dermanı olmayan dertleri) olduğunu söyler. İkinci mısrada ise, dünyadaki kavuşma nimetlerine (metâ‘-ı vuslat) aldanmamayı öğütler, zira bunların ardında kaçınılmaz bir ayrılık (hicrân) yatar. Bu beyit, dünya nimetlerinin cazibesine kapılan insanları uyarır ve onlara dünya hayatının hakikatini gösterir.
​Makale:
​Dünya Bir İmtihan Yurdu: Aldanma ve İbret
​Taşlıcalı Yahyâ’nın “Âlemin yokdur safâsı derd-i bî-dermânı var” beyti, dünya hayatının hakikatine dair derin bir tefekkürün mahsulüdür. Bu dünya, bir saadet yurdu değil, bir imtihan mekânıdır. Buradaki nimetler ve mutluluklar, görünürde cazibedar olsalar da, asıl maksatları insana imtihan vesilesi olmaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de dünya hayatı için “aldatıcı metâ‘” (Ali İmrân, 185) ifadesi kullanılır. Dünya, sunduğu zevklerle insanı aldatır ve onu ebedî âlemden gafil kılar.
​Beyitteki “derd-i bî-dermân” (dermanı olmayan dert) ifadesi, dünya hayatının tabiî bir özelliği olan musibetleri, hastalıkları ve kayıpları işaret eder. İnsanın bu dünyada başına gelen musibetler, bazen o kadar ağır olur ki, âdeta dermanı bulunmaz. Ancak bu durum, inanan bir insan için bir üzüntü vesilesi değil, bir ibret ve sabır imtihanıdır. “Bu metâ‘-ı vuslata aldanmanuz hicrânı var” uyarısı, dünya hayatında elde edilen her şeyin (mal, mülk, makam, sevilenler) bir gün elden çıkacağını ve nihayetinde bir ayrılığın (hicran) yaşanacağını hatırlatır.
​Bu beyit, insanı, dünya nimetlerine aşırı bir şekilde bağlanmaktan sakındırır. Eğer bir insan, dünyanın fânî nimetlerini ebedî zannedip onlara tutunursa, kaçınılmaz bir şekilde yaşayacağı ayrılık acısıyla yıkılır. Edebiyatımızda, bu tema sıkça işlenmiştir. Mesela, Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn’unda, Mecnûn’un Leylâ’dan değil, dünyanın kendisinden yüz çevirmesi ve hakikî vuslatı arayışı, bu hakikatin en güzel tasviridir. Dünyadaki vuslatlar geçicidir; asıl vuslat, Hakk’a kavuşmadır. Bu beyit, bize dünya nimetlerinin birer tuzak olduğunu ve asıl gayenin ebedî âlemdeki saadete ulaşmak olduğunu telkin eder.

​Özet
​Bu makaleler, fânî dünya hayatının farklı veçhelerini ve bu hayatın içinde insanın karşılaştığı hakikatleri ele almaktadır. Mehmet Âkif Ersoy’un beyti, bilgi ve irfandan nasipsiz, ahlâkî çöküntüye uğramış bir insan tipini eleştirir ve hakikî medeniyetin Doğu’nun hikmeti ile Batı’nın ilmî birikimini mezcederek elde edileceğini vurgular. Hazmî’nin beyti, bahtiyarlık, şöhret ve güzellik gibi dünyevî nimetlerin kalıcı olmadığını sorgulayarak, insanın gururdan uzak durması ve asıl gayesini ebedî saadet olarak belirlemesi gerektiğini telkin eder. Son olarak Taşlıcalı Yahyâ’nın beyti, dünyanın bir aldatmaca yurdu olduğunu, dermanı olmayan dertlerle dolu olduğunu ve buradaki her nimetin bir ayrılıkla nihayetleneceğini hatırlatarak, insana dünya nimetlerine karşı uyanık olmayı öğütler. Bu üç beyit ve makaleler, birbirinden farklı konuları ele alsa da, hepsi ortak bir paydada buluşur: Dünya hayatının fânîliği ve insanın ebedî saadeti arayışında bu fânîlikten ibret alması gerektiği hakikati.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 97 –

BERCESTE VE İZAHI – 97 –

​1. Kütahyalı Rahimi – Uyku ve Uyanıklık
​İktibas:
​”Kişi terk etmeyince râhat-ı hâb
Açılmaz bab-ı Hakdan ana bir bâb”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Kütahyalı Rahimi’nin kaleminden çıkmış olup, insanın ilahi lütuflara ve manevi fethe ulaşabilmesi için nefsani arzularından ve konforundan feragat etmesi gerektiğini anlatır. “Râhat-ı hâb” (uyku rahatlığı), mecazi bir ifade olup, insanın dünyevi zevklere ve tembelliğe olan düşkünlüğünü simgeler. “Bab-ı Hak” (Hakk’ın kapısı) ise, ilahi hakikatlere, manevi makamlara, ilme ve hikmete açılan yolları temsil eder. Şairin ifadesiyle, bir insan rahatlık ve miskinliği terk etmedikçe, yani çaba, gayret ve fedakârlık göstermedikçe, ona Hakk’ın dergâhından hiçbir kapı açılmaz. Bu, hem ilahi rızaya erme hem de dünyevi alanda başarılı olma mücadelesinin temel kaidesidir. Büyük neticelere ulaşmak isteyenler, küçük fedakârlıklara katlanmayı göze almalıdır.
​Makale: Uyku ve Uyanıklık, Miskinlik ve Mücahede
​İnsan hayatı, fâni dünyanın fâni lezzetleri ile bâki âlemin bâki saadeti arasında bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda muzaffer olmak isteyenlerin en büyük düşmanı, kendilerinde gizli duran miskinlik ve gaflettir. Kütahyalı Rahimi’nin ibret dolu beyti, bu hakikate işaret eder. “Kişi terk etmeyince râhat-ı hâb, açılmaz bab-ı Hak’dan ana bir bâb.” Bu, sadece bedenin uykusunu terk etmekle sınırlı bir mesele değildir. Asıl terk edilmesi gereken, ruhun ve aklın gaflet uykusudur.
​Tarih şahittir ki, büyük medeniyetler, büyük âlimler, büyük sanatçılar ve büyük komutanlar, yataklarından erken kalkmayı ve daha önemlisi, ruhlarını uyanık tutmayı bilenlerdir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi, sadece askeri bir deha ile değil, gecenin bir yarısı kalkıp, ibadetle ve tefekkürle meşgul olan bir ruhun uyanıklığı ile mümkün olmuştur. Mevlâna, Hâfız, Sa’dî gibi şair ve mutasavvıfların eserleri, uyku ve tembellikten uzak, sürekli bir ilahi aşk ve irfan arayışının mahsulüdür. Onlar, dünyevi lezzetleri ve uykunun rahatlığını terk etmeseydi, insanlık asırlar boyunca onlardan hikmet ve feyiz alamazdı.
​Hayatın muhtelif sahalarında muvaffakiyet arayanlar için bu beyitteki hikmet, bir düstûr teşkil eder. Bir talebe, ilim tahsilinde ilerlemek istiyorsa, ders çalışmanın zorluklarına katlanmalı; bir esnaf, rızkını genişletmek istiyorsa, erkenden dükkânını açmalı; bir sanatçı, şaheserler ortaya koymak istiyorsa, uzun geceler boyunca eserine emek vermeli; bir mümin, Hakk’ın rızasına ulaşmak istiyorsa, gece namazına kalkmanın ve nefsini terbiye etmenin zorluklarına göğüs germelidir. Bu mücahede, zorluklarla mücadele etmek, ruhun uyanışını sağlamak ve insana, Hakk’ın dergâhından açılan kapıların anahtarı olmaktır. Her bir mücahede, ruhun pasını temizler, miskinliği kovar ve insanı, hayattan ve manevi âlemden alacağı nasibe hazırlar. Zira Hakk’ın lütfu, ancak gayret gösterenlere bahşedilir.
​İslam tasavvufunda, bu uyanıklık hâline “yakaza” denilir. Yakaza hâlindeki bir kalp, Rabbine daima açık bir kapı gibidir. Dolayısıyla, Kütahyalı Rahimi’nin bu beyti, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda manevi bir yol haritasıdır. O, insana, fâni dünyada bâki bir makama erişmenin sırrını ifşa eder: Rahatlığı terk et ki, gerçek rahatlığa erişesin.
​Özet:
Kütahyalı Rahimi’nin beyti, ilahi ve dünyevi muvaffakiyetin temel şartının, nefsani rahatlığı terk etmek olduğunu beyan eder. Kişi, tembelliği ve konforu bırakıp gayret ve fedakârlık göstermedikçe, Hakk’ın ona lütuf kapılarını açmayacağı vurgulanır. Makale, bu hikmetin tarihî ve güncel misallerle izahını yaparak, miskinliğin insan ve toplum hayatındaki menfi tesirlerini ve mücahedenin hayati ehemmiyetini ortaya koyar.

​2. Lâedri – Şöhret ve Fanilik
​İktibas:
​”Ne kadar şâyî olsa da şânın
Akıbet iki taşdır nişânın”

​İzah ve Açıklama:
​”Lâedri,” yani “bilinmez” anlamına gelen bu beytin şairi meçhul olsa da, muhtevası gayet açıktır. “Şân” şöhret ve itibar, “şâyî olmak” ise yayılmak ve meşhur olmak manasındadır. Beyit, bir insanın şöhretinin ne kadar geniş kitlelere ulaşırsa ulaşsın, bu fânî dünyanın sonunda ondan geriye kalan tek şeyin mezar taşları olduğunu ifade eder. Bu, şöhretin ve dünyevi makamların geçiciliğine dair ibretli bir hatırlatmadır. Hayatın mutlak sonu olan ölüm, tüm şöhret ve itibarı ortadan kaldırarak insanı asıl mevkii olan toprağa döndürür. Bu iki taş, insanın fâniliğini ve dünyevi hırsların beyhûdeliğini anlatan en sade ve en çarpıcı semboldür.
​Makale: Şöhretin Fânî Sesi ve Hakk’ın Bâki Sedası
​Dünya, şöhret ve itibara düşkün nefislerin en büyük imtihanıdır. İnsanlık tarihi, adına krallıklar kurulan, büyük zaferler kazanılan, ama neticede iki taş arasına gömülüp unutulan nice şahsiyetlerle doludur. Lâedri’nin bu veciz beyti, insana bu mukadder sonu hatırlatarak, fânîye tutunmanın abesiyetini düşündürür.
​Şöhret, bir girdap gibidir; insanı içine çektikçe asıl maksadından uzaklaştırır. Edebi mahfillerde, san’at ve ilim çevrelerinde yahut siyaset sahasında yükselen her şahsiyet, şânının ne kadar yaygınlaşırsa yayılsın, ahir ve akıbetinin iki taştan ibaret olduğunu idrak etmelidir. Şöhretin peşinde koşanlar, genellikle gerçek değeri ve ebedi hayattaki makamlarını ihmal ederler. Oysa asıl makam, iki taşın işaret ettiği yerdedir.
​Hikmetli olan, şânın fâniliğini bilip, bâki bir esere yönelmektir. Şöhretin peşinde koşmak yerine, insanlığa faydalı eserler bırakmak, ilahi rızaya uygun bir hayat sürmek, hakikat arayışında sebat etmek, bir fani için en büyük şereftir. Zira, adın unutulsa da eserin ve amelin bâki kalır. Mevlânâ’nın, Fuzûlî’nin isimleri, eserlerinin asırlar boyunca insanlığa sirayet etmesiyle anılır.
​Tarihi olarak bakıldığında, nice hükümdarın ihtişamlı saltanatları, nice komutanın şanlı zaferleri, zamanın rüzgarında silinip gitmiştir. Mısır’ın görkemli piramitleri dahi, o firavunların fâniliğini haykıran birer anıttan başka bir şey değildir. Her ne kadar o piramitler koca taşlardan müteşekkil olsa da, beyitteki “iki taş”, o ihtişamın da bir gün iki basit taş gibi değersizleşeceğini ihtiva eder.
​Sonuç olarak, Lâedri’nin bu beyti, bir şairin fânîye sitemi ve bâki olana davetidir. Bir insanın hayatı, iki taş arasında nihayete erer. Mesele, bu iki taş arasına ne sığdırabildiğidir.
​Özet:
Bu beyit, şöhretin ve dünyevi itibarın geçici ve fâni olduğu hakikatini vurgular. İnsanın şanı ne kadar yaygın olursa olsun, nihayetinde mezar taşları onu beklemektedir. Makale, bu beytin muhtevasına binaen, fânî şöhretin peşinde koşmanın beyhûdeliğini ve asıl gayenin bâki ameller ve kalıcı eserler bırakmak olduğunu izah eder.

​3. Keçecizâde İzzet Molla – Fısk ve Müdâhene
​İktibas:
​”Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb”

​İzah ve Açıklama:
​Keçecizâde İzzet Molla’nın bu meşhur beyti, müthiş bir sosyal ve ahlaki eleştiri ihtiva eder. “Fısk,” Allah’ın emirlerine karşı gelme ve günah işleme hâlidir. “Âlimân” ise âlimler demektir. “Müdâhene” ise, ikiyüzlülük, yaltaklanma ve dalkavukluktur. Beyit, dünyanın günah işlemekle, yani ahlaksızlık ve sefahatle yıkılmayacağını, asıl yıkılışın âlimlerin ikiyüzlülüğü ve yozlaşmasıyla geleceğini ifade eder. Bu, toplumun en üst seviyesindeki bilgi ve hikmet sahiplerinin, makam ve mevki için hakikatten sapmalarının, yalanı ve yanlışı desteklemelerinin, fısktan çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğunu vurgular. Zira cahil halk, ahlaksızlığın neticesini görebilirken, âlimlerin müdâhenesiyle hakikat kaybolur, doğru ile yanlış birbirine karışır ve toplumun temelleri sarsılır.
​Makale: İlmin Mes’uliyeti ve Müdâhenenin Zilleti
​Bir toplumun ayakta kalması, sadece maddi kuvvetine bağlı değildir; asıl omurgasını, ahlaki ve manevi değerleri teşkil eder. Bu değerlerin muhafızı ise, ilim ve hikmet sahipleri, yani âlimlerdir. Keçecizâde İzzet Molla’nın asırlar öncesinden yankılanan bu beyti, âlimlerin bu hayati rolüne ve aynı zamanda en büyük zafiyetlerine dikkat çeker. “Dünyayı günah işlemek harâb etmez, onu âlimlerin müdâhenesi harâb eder.”
​Bu söz, basit bir iddia değil, tarihin ve sosyal hayatın en derin gerçeğidir. Fısk ve günah, toplumda bir yara gibidir; görünür ve çoğu zaman tedavi edilebilir. Fakat âlimin ikiyüzlülüğü, toplumu içeriden çürüten gizli bir hastalıktır. Bir âlim, makam, para veya şöhret karşılığında bildiği hakikatten taviz verdiğinde, o toplumun pusulası şaşar. Haksızlıklar meşruiyet kazanır, zalimler alkışlanır, batıl hak gibi gösterilir. Bu durum, toplumda güveni yok eder, ahlaki çöküşü hızlandırır ve en sonunda o cemiyeti temellerinden yıkar.
​Tarihî vak’alar, bu gerçeği sıkça teyid eder. Birçok devletin ve medeniyetin yıkılışında, yöneticilerin fıskından ziyade, onlara “hakikattir” diye dalkavukluk eden âlimlerin rolü olmuştur. Bunlar, iktidarın zulmüne karşı susarak veya zulmü meşrulaştıran fetvalar vererek halkın direncini kırmış, adalet duygusunu zaafa uğratmışlardır. Oysa âlim, halkın ve Hakk’ın vicdanıdır. O, makama değil, ilme ve hakikate sadık kalmakla mes’uldür.
​Âlimlerin müdâhenesinin tehlikesi, cahillerin işlediği günahtan daha büyüktür, zira müdâhene, günahı meşrulaştırır. Cahil günah işler ve günahının farkındadır; tevbe kapısı ona daima açıktır. Ama âlim, yanlışını doğru gibi sunarak hem kendini aldatır hem de bir toplumu aldatır. Bu yüzden, İzzet Molla’nın uyarısı, sadece âlimlere değil, her türlü bilgi ve güç sahibi kişiye yöneliktir. Bir toplumun bekası, ancak ve ancak hakikate bağlı, cesur ve müdâhaneden uzak âlimlerin varlığıyla mümkündür.
​Özet:
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, dünyanın fısk ve günahla değil, âlimlerin ikiyüzlülüğü ve yaltaklanmasıyla harap olacağını ifade eder. Makale, bu beytin muhtevasını ele alarak, ilim ve hikmet sahiplerinin ahlaki mes’uliyetinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu vurgular. Âlimlerin müdâhenesinin, fısktan daha tehlikeli bir yıkıma yol açtığı ve toplumun temelindeki güveni sarsarak çöküşü hızlandırdığı belirtilir.

​4. Hz. Mevlânâ – Ham ve Puhte
​İktibas:
​”Der-neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed ve’s-selâm”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 18. beytidir ve Mesnevi’nin muhtevası hakkında mühim bir ipucu verir. “Puhte” pişmiş, olgunlaşmış ve kemale ermiş kimseyi, “hâm” ise çiğ, ham ve tecrübesiz olanı temsil eder. Beyit, “Pişmiş (olgun) olanın hâlinden, ham (olgunlaşmamış) olan hiç anlamaz” diyerek, manevi makam ve tecrübelerin ancak o makama erişenlerce idrak edilebileceğini ifade eder. İkinci mısra olan “O hâlde sözü kısa kesmek gerekir, vesselâm” ile de, bu derin hakikatleri ham olanlara anlatmaya çalışmanın beyhûde olduğunu, zira onların idrak seviyesinin buna kâfi gelmeyeceğini belirtir. Mevlânâ, burada ilahi aşkın ve manevi hakikatlerin ancak hâl ile, yaşayarak anlaşılabileceğini vurgular.
​Makale: Hâl Ehlinin Sükûtu
​İnsan hayatı, fâni bedenin içinde saklı, fâni olmayan bir ruhun tekâmül serüvenidir. Bu serüvenin muhtelif menzilleri vardır ki, her menzil bir öncekinden daha derin bir idrak ve daha engin bir manevi tecrübe ister. Hazret-i Mevlânâ’nın “ham” ve “puhte” tasnifi, bu tekâmülün en veciz ifadesidir. Ham olan, manevi yolculuğunun başında, dünya ile olan bağlarını henüz çözememiş, aklı ve nefsiyle mutabık bir ruh hâlindedir. Puhte ise, bu bağları koparmış, nefsini terbiye etmiş ve ilahi aşkın ateşiyle pişerek kemale ermiş kimsedir.
​Bu iki hâl arasındaki fark, kuru bir odun parçası ile yanarak ışık saçan bir kor parçasının farkına benzer. Kuru odun, korun ne hissettiğini, nasıl bir ateşte yandığını ve nasıl bir ışık saçtığını idrak edemez. Aynı şekilde, ham olan da puhte olanın manevi hâllerini ve tecrübelerini anlayamaz. Bu yüzden Mevlânâ, “Sözü kısa kesmek gerekir” buyurur. Zira, manevi hakikatler, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derindir. Onlar, ancak yaşanarak hissedilir.
​Bu beyit, sadece tasavvufi bir kaideyi ihtiva etmekle kalmaz, aynı zamanda her türlü insani münasebette geçerli bir hikmet sunar. Bir müzisyenin bir bestede hissettiği derinliği, müzikten anlamayan birine; bir ressamın bir tablodaki mânayı, sanatla hiç ilgilenmeyen birine izah etmek ne kadar güçse, puhte bir ruhun hâlini, ham bir ruha anlatmak da o kadar zor ve beyhûdedir.
​Bu beyit, aynı zamanda irfan ehlinin neden bazen sükûtu tercih ettiğini de izah eder. Gerçekten derinliğe vâsıl olmuş bir kimse, bildiğini herkese anlatma lüzumu hissetmez. O, hakikati arayanlara rehberlik eder, lâkin idraki kıt olanlara zorla bir şeyler aşılamaya çalışmaz. Zira bilir ki, tohum, ancak verimli bir toprağa ekildiğinde yeşerir. Netice itibarıyla, bu beyit, bir olgunluk, bilgelik ve edep dersidir.
​Özet:
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 18. beyti, manevi olarak olgunlaşmış (puhte) bir kimsenin hâlinin, olgunlaşmamış (ham) bir kimse tarafından idrak edilemeyeceğini ifade eder. Bu yüzden, derin hakikatlerin herkese anlatılmaya çalışılmasının yersiz olduğunu ve sözü kısa kesmenin daha hikmetli olduğunu belirtir. Makale, bu temel düsturu ele alarak, manevi tekâmül, hâl ehlinin sükûtu ve idrakin ehemmiyeti üzerine derin bir bakış sunar.

​5. Hz. Mevlânâ – Yüz ve Ayna
​İktibas:
​”Ger şerm hemî ez-ân u în bâye dâşt
Pes ayb-ı kesân zîr-i zemîn bâye dâşt
Ver âyîne-vâr, nîk u bed benmâyî
Çon âyîne, rûy-ı âhenîn bâye dâşt”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitler Hazret-i Mevlânâ’ya aittir ve utangaçlık, kusur örtme ve dürüstlük üzerine müthiş bir ders verir. Birinci beyit “Eğer şu ondan, bu bundan utanacak olsa, o zaman insanların kusurları yerin altında kalmalıydı” der. Yani, bir insan utanma duygusuyla dolup taşsaydı, başkalarının ayıplarını ve kusurlarını ifşa etmekten hicap duyacağı için, o kusurlar toprağın altında gizli kalırdı. İkinci beyitte ise bu duruma bir istisna getirir: “Eğer ayna gibi iyiyi de kötüyü de göstereceksen, o zaman ayna gibi demirden (sağlam) bir yüze sahip olman gerekir.” Burada, toplumun ve bireylerin kusurlarını açıkça ortaya koyacak kadar cesur olmanın, ayna gibi doğruyu yansıtan bir karaktere sahip olmanın, ayna gibi sert ve demir gibi sağlam bir “yüz” yani irade ve direnç gerektirdiğini ifade eder. Zira, hakikati söylemek, herkesin hoşuna gitmeyecek ve bunun bedeli olacaktır.
​Makale: Hakikat Aynası Olmak ve Cesaretin Bedeli
​İnsan, hayatı boyunca ya başkalarının kusurlarını örtmeye çalışan bir perde olur ya da hakikati cesaretle yansıtan bir ayna. Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikmetli beyti, bu iki yol arasındaki ahlaki tercihe dair mühim bir muhteva ihtiva eder. İlk mısralar, toplumsal hayatta bir erdem olarak kabul edilen “ayıp örtme” hususuna değinir. Bir mümin, kardeşinin ayıbını, bir ayna gibi yüzüne vurmak yerine, onu gizlemeyi tercih etmelidir. Ancak, bu kaideye bir istisna getirilir ki, bu da bir aydınlanma ve irfan vazifesidir.
​”Eğer ayna gibi iyiyi de kötüyü de göstereceksen, o zaman ayna gibi demirden katı bir yüze sahip olman gerekir.” Bu, bir ilim, hikmet veya sanat ehlinden beklenen duruştur. Toplumun ve yöneticilerin kusurlarını cesaretle dile getirmek, yanlışları ve adaletsizlikleri göstermek, tıpkı ayna gibi, hiçbir şeyi saklamadan yansıtmak büyük bir ahlaki sorumluluktur. Fakat bu sorumluluğun bir bedeli vardır. Ayna, hakikati yansıttığı için bazen istenmeyen bir nesne hâline gelebilir. İnsanlar, kusurlarını görmek yerine, aynaya sitem etmeyi tercih edebilirler. Bu sebeple Mevlânâ, “demirden bir yüz” tavsiye eder. Bu, eleştirilere, kınamalara ve hatta zulme karşı sağlam durabilen, iradesi bükülmeyen, demir gibi bir cesaret ve metanetle donanmış bir karakteri simgeler.
​Tarihte, hakikat aynası olan nice şahsiyetler olmuştur. Hallac-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” diye haykırması, hakikati fâş etmesinden dolayı idi. İmam-ı Gazâlî’nin yaşadığı dönemin âlimlerini eleştirmesi ve onlara doğru yolu göstermesi, bir ayna gibi davranmasının neticesiydi. Bu şahsiyetler, hakikatin bedelini ağır ödediler ama isimleri ve duruşları asırlar boyunca baki kaldı.
​Öyleyse, hakikati ifşa etmek isteyen bir kimse, bu yolun zorluğunu bilmeli, kınayıcıların kınamasından korkmamalı ve demir gibi bir iradeye sahip olmalıdır. Aksi takdirde, ayna olma cesareti gösteremez, ya suskun kalır ya da yaltaklanarak müdâhene zilletine düşer. Mevlânâ’nın bu beyti, cesareti, dürüstlüğü ve hakikat uğruna gösterilmesi gereken fedakârlığı en veciz şekilde ifade eden bir rehber niteliğindedir.
​Özet:
Mevlânâ’nın bu beytinde, bir yandan başkalarının kusurlarını örtmek ahlaki bir erdem olarak sunulurken, diğer yandan hakikati yansıtan bir ayna gibi davranmanın cesaret gerektirdiği belirtilir. Makale, ayna metaforu üzerinden, hakikati söyleme cesaretini ve bu duruşun getirdiği zorlukları ele alır. Bir kimsenin hakikati yansıtacak kadar dürüst olabilmesi için, eleştirilere ve kınamalara karşı demir gibi sağlam bir iradeye sahip olması gerektiği izah edilir.

​Bütünsel Özet
​Bu beş makale, her biri ayrı bir hikmet ve ibret kaynağı olan beyitler üzerinden insanın manevi ve sosyal hayatına dair derin hakikatleri ele almaktadır. Kütahyalı Rahimi’nin beyti, fani rahatlık ve miskinliğin terk edilmesiyle ilahi lütuflara erişileceğini; Lâedri’nin beyti, şöhretin ve dünyevi makamların geçiciliğini ve asıl gayenin bâki amellerde olduğunu; Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, toplumun asıl çöküşünün fısktan ziyade âlimlerin müdâhenesinden geldiğini; Mevlânâ’nın “ham-puhte” beyti, manevi makamların ancak yaşanarak anlaşılabileceğini ve bu hakikatleri herkese anlatmanın beyhûde olduğunu; son olarak yine Mevlânâ’nın “ayna-yüz” beyti ise, hakikati cesaretle dile getirmenin getirdiği zorlukları ve bu duruş için gereken sağlam karakteri izah etmektedir. Bu makaleler, birbiriyle uyumlu bir şekilde, insanın dünyevi hırs ve zilletlerden uzaklaşıp, hakikate, gayrete ve ahlaki kemale yönelmesinin ehemmiyetini ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 96 –

BERCESTE VE İZAHI – 96 –

​Gül ve Bülbülün Feryadı: Hakikat ile Mecazın Bütünleşmesi
​İktibas:
​Gül gelse dâ’im ağlasa bülbül aceb değil
Zîrâ kimine ağla demişler kimine gül
​-Bâkî

​Bu beyit, Osmanlı şiirinin zirve şairlerinden Bâkî’ye ait olup, tabiatın en zarif unsurları olan gül ve bülbül üzerinden derin bir hikmeti terennüm etmektedir. Şair, gülün daima gülmesini, bülbülün ise sürekli ağlamasını yadırgamayacağımızı ifade eder. Bu durum, onların fıtratına, yani yaratılışlarına verilmiş olan bir role işaret eder. Gül, güzelliğin, mutluluğun ve cemalin sembolü iken, bülbül, aşığın, hasretin ve elem-i firkatın timsalidir.
​Bu beyitteki manevî muhteva, sadece bir tabiat tasviri değildir. Aslında, hayatın tecellilerini ve insanın kaderindeki farklı rolleri izah eder. Hayatta kimi insanlar, “gül” gibi daima neşeli, bahtiyar ve ferah bir hayat sürerken, kimileri de “bülbül” gibi dert, hüzün ve keder ile imtihan olunur. Bu hal, ilahi takdirin bir neticesidir. Her bir insan, bu dünya sahnesinde kendisine biçilen rolü ifa eder. Gülenin gülmesi, ağlayanın ağlaması garip ve yadırganacak bir şey değildir; çünkü her biri, bu muazzam ilahi senaryoda kendi vazifesini icra etmektedir.
​Hayat, hem gülün neşesini hem de bülbülün feryadını barındırır. Bu zıtlıklar, hayatın ahengini ve bütünlüğünü sağlar. Gülün güzelliği, bülbülün aşk dolu feryadıyla anlam kazanır. Bir diğeri olmasaydı, mevcudiyetleri bu denli derin bir manaya sahip olamazdı. Nitekim bu gibi zıtlıkların, Vâhidiyet hakikatinin tecellilerine işaret eder. Mesela, bu zıtlıkların esmâ-i hüsnânın cilveleri olduğu ve her birinin ayrı bir ismin tecellisini gösterdiği anlatılır. Hayat, Cenab-ı Hakk’ın kemal sıfatlarının tecelligâhıdır ve gül de bülbül de bu tecellînin farklı veçhelerini temsil eder. Dolayısıyla, neşeyi tecrübe eden de hüznü yaşayan da, ilahi bir takdirin ve hakikatin yansımasıdır.

​Cihanın Vefasızlığı ve Sadık Dostun Kıymeti
​İktibas:
​Ne mümkündür vefâ gelmek cihânın bî-vefâsından
Muhibb-i sâdıkı yeğdir kişinin akrabâsından
​-Lâedrî

​Bu beyit, dünyevî hayatın geçiciliğine ve vefasızlığına işaret ederken, hakiki dostluğun akrabalık bağlarından bile üstün olabileceği hakikatini dile getirmektedir. Cihanın, yani bu fani dünyanın, tabiatı icabı vefasız olduğunu, dolayısıyla ondan sadakat beklemenin abesle iştigal olduğunu ifade eder. Dünya, tıpkı bir gölgelik gibidir; sürekli değişir, aldatır ve fânîdir. O yüzden ona bel bağlamak, onun vefasına güvenmek, en büyük yanılmalardandır.
​Ancak beyit, bu vefasız dünyanın karşısına, insanlık âlemindeki en kıymetli hazinelerden biri olan “sadık dostu” koyar. Şair, “muhibb-i sadık”ın (sadık dostun), akrabadan bile daha üstün tutulması gerektiğini söyler. Akrabalık, kan bağı ile tesis edilmiş bir bağdır; lakin dostluk, gönül bağıyla kurulan bir bağdır. Bu gönül bağı, çoğu zaman kan bağından daha kuvvetli ve daha sağlam olabilir. Gerçek bir dost, kötü günde yanınızda duran, sizin için fedakârlık yapan ve çıkar gözetmeyen kişidir. Akrabalık, mecburiyetten kaynaklanabilirken, sadık bir dostun sevgisi tamamen ihtiyarî ve samimidir.
​Dünya uhuvvetinin zail olacağı, ancak İslâm uhuvvetinin ebedî ve baki kalacağı bir hakikattir. Hakiki dostluk, sadece bu dünyada değil, ahirette de devam eden bir bağdır. Bu dostluk, Allah rızası için kurulan bir muhabbet esasına dayanır.
Lâtif, zarif, nuranî, ulvî bir uhuvvet, pek sağlam ve sarsılmaz bir rabıta-i İslâmiye ve bir râbıta-i imanîye ile bağlı olan o ihvanların ebedî birer arkadaşı, ebedî birer dostu olacaklardır.

​Fedakârlığın Ölümsüz Mirası: Ziya Paşa’dan İnsanlık Dersi
​İktibas:
​Nev’-i insân haşre dek ta’zîm iderler adına
Kim fedâ-yı nefs iderse cinsinin imdâdına
​-Ziyâ Paşa

​Bu beyit, şair ve devlet adamı Ziyâ Paşa’ya ait olup, insanlığın en ulvi hasletlerinden biri olan fedakârlığı yüceltir. Beyitte ifade edildiği üzere, insanlık âlemi, haşir gününe kadar, yani sonsuza dek, kendi nefsini feda ederek hemcinsine yardım eden kişinin adını saygıyla anar. Bu, sadece bir şahıs tasviri değil, bir ahlakî kaidenin, bir medeniyet prensibinin ifadesidir.
​Hakiki fedakârlık, bir beklenti içerisinde olmadan, sırf insanlık namına yapılan bir eylemdir. Bu eylem, kişinin kendi menfaatlerini bir kenara bırakıp, başkasının dertlerine derman olmayı, onun hayatını kurtarmayı veya zor durumda olan birine el uzatmayı ihtiva eder. Bu beyit, bu tür bir fedakârlığın, dünyevî şan ve şöhretten daha değerli ve daha kalıcı olduğunu vurgular. İnsanların hafızasında yer eden, destanlara konu olan, nesilden nesile aktarılan, hep bu tür fedakârlık hikâyeleridir.
​Bu muhteva, Kur’an’daki “îsâr” ahlakı ile tam bir mutabakat arz eder. “Onlar, kendi ihtiyaçları olsa dahi başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr Suresi, 59:9) mealindeki ayet, bu fedakârlık ve îsâr ahlakının İslâm’daki ehemmiyetini gözler önüne serer. Bu, sadece maddi bir yardımdan ibaret değildir; manevî alanda da nefsini feda etmek, başkasının kurtuluşu için çalışmak, bir nevi “îsâr”dır.
​Ziyâ Paşa’nın bu beyti, bize, ölümsüzlüğün ancak maddiyattan vazgeçmekle, başkaları için hayat yaşamakla elde edilebileceğini hatırlatır. Bir insanın adı, para, mevki veya şan ile değil, yaptığı fedakârlıklarla ebedîleşir. Bu, tarihin bize defaatle ispatladığı bir hakikattir. Gönüllerde taht kuran kahramanlar, hep nefislerini feda ederek insanlığa hizmet edenlerdir. Bu hizmetin karşılığı, ebedî bir saygı ve hatıradır.

​İkilikten Vahdete Yükseliş ve Fânî Dünyadan Kurtuluş
​İktibas:
​Ne gerdûndan sitem çekdim ne ahterden melâlim var
İkilikden bugün ferdem ne hasm ü ne cidâlim var
​-Hayâlî Bey

​Bu beyit, sufi şair Hayâlî Bey’e ait olup, tasavvufî bir muhtevayı ihtiva eder. Şair, felekten (talih) ve yıldızlardan (felek) herhangi bir şikâyeti ve kederi olmadığını ifade eder. Onun asıl vurgusu, ikinci dizededir: “İkilikden bugün ferdem”. Bu ifade, şairin ikilikten (düalizmden) kurtulup, vahdete (bütünlüğe, birliğe) ulaştığını dile getirir.
​Tasavvuf felsefesinde “ikilik,” varlığı Hak’tan ayrı görmek, yani zâtî bir varlığa sahip olduğunu düşünmektir. Bu, nefsin ve egonun bir tezahürüdür. İkilikten kurtulmak ise, varlığın hakiki sahibinin Allah olduğunu idrak etmek ve her şeyin O’nun tecellisi olduğunu anlamaktır. Bu hâl, mutlak bir teslimiyet ve huzur hâlidir. Bu makama ulaşan bir kişi için düşmanlık, çekişme ve mücadele gibi dünyevî kaygılar yok olur. Zira her şeyi O’ndan bilince, kimseyle bir düşmanlık gütmeye gerek kalmaz.
​Bu durum, Kur’an-ı Kerim’in muazzam bir ayetiyle de örtüşür: “Onlar, ‘Rabbiniz kimdir?’ diye sorulunca ‘O, göklerin ve yerin Rabbidir’ derler.” (Ra’d Suresi, 13:16) Bu ayet, tevhidin, yani birliğin esasıdır. Her şeyin tek bir yaratıcısı ve maliki olduğunu idrak etmek, insanı dünyevî ihtiraslardan ve ikilikten kaynaklanan çekişmelerden azad eder.
​Bu beyit, bize manevî bir seyr-ü sülûk (manevî yolculuk) dersi verir. Hakikate ulaşan bir kişi, dünya ile olan bağlarını koparır, nefsi emellerden arınır ve birliğin sırrına erişir. Artık onun için ne düşman vardır, ne de kavga. O, her şeyi O’nun tecellisi olarak görür ve O’na teslim olur. Bu teslimiyet, ona mutlak bir iç huzuru ve sükûnet bahşeder. Bu hâl, tasavvuf erbabı için en yüksek makamlardan biridir.

​Dünya Gurbeti ve Hayatın Kısa Sonu
​İktibas:
​Cümle halk ehl-i sefer dünyâ misâfir-hânedir
Bir mukîm âdem bulunmaz ne aceb kâşânedir
Bir kefendir âkıbet ser-mâye-i şâh ü gedâ
Pes buna mağrûr olan mecnûn değil de yâ nedir
​-Lâedrî

​Bu beyit, insan hayatının fani ve geçici olduğu hakikatini en çarpıcı biçimde ifade eder. Şair, tüm insanların bu dünyada birer yolcu olduğunu ve dünyanın da bir misafirhane olduğunu söyler. Bu misafirhanede kalıcı hiç kimsenin bulunmadığına işaret eder. Bu durum, dünyanın ne tuhaf bir konak olduğunu gösterir.
​Hayatın hakikati, ölüm ile taçlanır. Şair, bu gerçeği ikinci beyitte daha net bir şekilde ortaya koyar: “Bir kefendir âkıbet ser-mâye-i şâh ü gedâ”. Yani, hem padişahın hem de fakirin nihai sermayesi, yani yanında götüreceği tek şey bir kefendir. Dünyevî unvanlar, zenginlikler ve makamlar ölüm karşısında hiçbir mana ifade etmez. Hükümdar da dilenci de aynı sonla karşılaşır ve aynı şekilde bir kefene sarılarak ebedî yolculuğa uğurlanır.
​Bu acımasız ve kaçınılmaz hakikat karşısında, bu fani dünyaya aldanan, kibirlenen ve gururlanan kişiye şair, “Mecnun” (deli) demekten başka bir şey bulamaz. Mecnun, hakikatten uzaklaşan, dünyevî heveslere takılıp kalan ve gerçekleri göremeyen kişidir. Bu beyit, insanlığa, gururdan ve kibirden uzak durmaları, dünyanın geçiciliğini idrak etmeleri ve asıl hedeflerinin bu fani dünyada kalıcı bir iz bırakmak değil, ahirete hazırlık yapmak olduğu mesajını verir.
​Bu muhteva, Kur’an’daki pek çok ayetle ve Risale-i Nur Külliyatı’ndaki pek çok hakikatle örtüşür. Mesela, “İnsanın fâni ömrünün baki bir ahirete sermaye olması” hakikati, bu beyit ile birebir aynı manayı taşır. Dünya, ahiretin bir tarlasıdır ve bu tarlaya ne ekilirse, ahirette o biçilir. Bu nedenle, dünya hayatı bir imtihan ve geçiş durağıdır. Bu hakikati idrak etmeyen ve dünyaya bel bağlayanlar, nihayetinde hüsrana uğrayacaklardır.

​Hülasa
​Bu makale, Osmanlı şiirinin derinliklerinden süzülmüş beş farklı beyit üzerinden, hayatın temel hakikatlerini, insanın fıtratını, fedakârlığın ehemmiyetini, vahdet bilincini ve dünyanın faniliğini izah etmektedir.
• ​Bâkî’nin beyti, hayatın gül ve bülbül gibi zıt tecellilerini, ilahi takdirin bir yansıması olarak ele alırken, her bir rolün bir hikmeti olduğunu vurgular.
• ​Lâedrî’nin beyti, dünyanın vefasızlığına karşı, sadık bir dostun kalıcı ve manevî kıymetini öne çıkarır.
• ​Ziyâ Paşa’nın beyti, nefsini feda ederek hemcinsine yardım edenlerin haşre dek anılacağını, yani gerçek ölümsüzlüğün fedakârlıkta saklı olduğunu beyan eder.
• ​Hayâlî Bey’in beyti, tasavvufî bir dille, ikilikten vahdete yükselen bir kişinin iç huzurunu ve dünyevî ihtiraslardan arınmışlığını dile getirir.
• ​Lâedrî’nin diğer beyti ise, dünya hayatının bir misafirhane olduğunu, herkesin ölüm karşısında eşit olduğunu ve bu gerçeği unutup gururlananların akılsızca davrandığını ikaz eder.
​Netice olarak, bu beyitler, farklı zamanlarda ve farklı şairler tarafından kaleme alınmış olsalar da, hepsi aynı hakikate işaret ederler: Hayatın bir imtihan olduğu, fâni dünyanın geçici olduğu ve asıl gayenin manevî hakikatlere yönelerek ebedî bir saadete ulaşmak olduğu. Her bir beyit, insanı bu fani hayatta daha şuurlu olmaya, daha derin düşünmeye ve daha hikmetli davranmaya davet eden birer ahlâk ve irfan dersidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025