TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘Kuşeyrî’nin Letâifü’l-İşârât’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İmâm Ebü’l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî Hazretleri’nin (ö. 465/1072) Letâifü’l-İşârât (İşâretlerin Lâtîf Manaları) adlı eseri, işârî tefsirin en mühim ve en köklü kaynaklarından biridir.
Kuşeyrî’nin metodu, İsmail Hakkı Bursevî’den (k.s.) farklı olarak, zâhirî (dış) manalara ve fıkhî tahlillere çok az yer verip, neredeyse tamamen âyetin sâlikin (mânevî yolcunun) “hâl”ine, “makâm”ına ve “kalb”ine bakan yönünü, yani “işâret”ini ele almaktır. Onun için Kur’ân, sâlikin seyr ü sülûk (mânevî yolculuk) esnasında yaşadığı her hâle doğrudan hitap eden derûnî bir rehberdir.
İşte Letâifü’l-İşârât’ta lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Kuşeyrî’nin onlara verdiği irfânî manalar:

1. Tâhâ Sûresi, 12. Âyet: Hz. Mûsâ’nın “Nalın”ları (Ayakkabıları)

Bu misal, işârî tefsirin en meşhur ve en çarpıcı yorumlarından biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Haydi, nalınlarını (ayakkabılarını) çıkar! Şüphesiz sen mukaddes vâdi Tuvâ’dasın.” (Tâhâ, 20/12)
>
Zâhirî Manası:
O mübârek mekâna hürmeten ve oranın feyzinden istifade için ayakkabılarını çıkarması emredilmiştir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu hitap, sadece Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şahsına değil, onun hâlinde olan her “sâlik”e yöneliktir. Huzûr-ı İlâhî’ye (Allah’ın mânevî huzuruna) girmek bir “vâdi”ye girmektir.
* Nalınlar (Na’leyn): Bu “iki nalın”, sâlikin Allah’tan gayrı bağlandığı “iki âlem”i temsil eder: Dünya ve Âhiret.
* “Nalınlarını Çıkar!” (Fahla’ Na’leyk): Bu emir, “Ey huzûruma gelmek isteyen sâlik! Kalbinden sadece ‘dünya sevgisini’ değil (birinci nalın), ‘âhiret beklentilerini’ (Cennet arzusu veya Cehennem korkusu gibi) dahi çıkar! (ikinci nalın)” manasındadır.

* Yorum: Vuslat (Allah’a kavuşma) makâmı, tam bir “tevhîd” makâmıdır. Sâlikin kalbinde Allah’tan (Mevlâ’dan) başka hiçbir şeyin arzusu kalmamalıdır. Kişi, ibâdeti Cennet için yapıyorsa, hâlâ “huzûr”da değil, “beklenti”dedir. Allah’a kavuşmak, Allah için ibâdet etmektir. Bu emir, sâlikin “mâsivâ”yı (Allah dışındaki her şeyi) kalbinden çıkarmasının işâretidir.

2. Bakara Sûresi, 60. Âyet: Taştan Pınarların Fışkırması

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti de biz, ‘Asân ile taşa vur!’ demiştik. O (taş)tan hemen on iki pınar fışkırmıştı…” (Bakara, 2/60)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu kıssayı tamamen sâlikin derûnî terbiyesine tatbik eder:
* Taş (Hacer): Bu, sâlikin (müridin) günahlar ve gâflet sebebiyle katılaşmış “kalbi”dir (Kalb-i Kâsî). Veya inad eden, katı “nefs”idir.
* Hz. Mûsâ (a.s.): Mürşid-i Kâmil’i (yol gösterici rehberi) veya “aklı” temsil eder.
* Asâ (Baston): Mürşidin “zikir” telkini, “riyâzet” (nefsi kırma) usûlleri veya “tevhîd” kelimesidir.
* Taşa Vurmak: Mürşidin, müridin katı kalbine zikir ve irşad ile müdâhale etmesidir.
* On İki Pınar: Bu katı kalbden akan “mârifet” ve “hikmet” pınarlarıdır. Veya “havâss-ı bâtına ve zâhire”nin (iç ve dış duyuların) veya on iki temel âzânın, bu mânevî terbiye ile “itaat” ve “hikmet” pınarlarına dönüşmesidir.

Yorum:
En katı, en gâfil kalp bile, hakîkî bir mürşidin (Mûsâ) elinde, “tevhîd” asâsının darbesiyle yumuşar ve içinden mârifet pınarları akmaya başlar. Bu, nefsin terbiyesinin ve kalbin tasfiyesinin (saflaştırılmasının) bir sembolüdür.

3. Fâtiha Sûresi, 5. Âyet: İbâdet ve Yardım Talebi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu âyeti “avâm” (halk) ve “havâs” (seçkinler, ârifler) arasındaki farkı göstermek için şerh eder.
* Avâmın Anlayışı: “Sana ibâdet ederiz (taat için) ve Senden yardım dileriz (dünyevî ihtiyaçlarımız için).”
* Havâssın (Âriflerin) Hâli:
* “İyyâke Na’büdü” (Ancak Sana ibâdet ederiz): Ârif için bu söz, “Biz, ‘senden gelen yardım ve tevfik ile’ sana ibâdet ederiz” demektir. Ârif, kendi ibâdetini görmez. İbâdeti yaptıranın da Allah olduğunu bilir (Tevhîd-i Ef’âl). “Ben ibâdet ettim” demek, “ene” (ego) ve “şirk-i hafî”dir (gizli ortak koşma). Gerçek kulluk, kulun kendi fiilini görmekten fânî (yok) olmasıdır.
* “İyyâke Nesta’în” (Ancak Senden yardım dileriz): Bu yardım talebi, ibâdetin üzerinde ve sonrasında da “istikâmet” (doğru yolda sâbit kalmak) içindir. Yani, “Yâ Rabbi, bizi bu kulluk hâlinde sâbit kıl, bizi nefsimize ve bu ibâdetimize güvenmeye terk etme!” demektir.

Yorum:
Bu âyet, sâlikin “acziyetini” tam olarak idrâk etmesi ve her fiilinde Fâil-i Mutlak’ı (gerçek fâilin Allah olduğunu) görmesi makâmıdır.

4. Hûd Sûresi, 112. Âyet: İstikâmet Emri
> Âyet-i Kerîme:
> “Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol (istikâmet üzere ol)…” (Hûd, 11/112)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Sûfîlerin “İstikâmet, kerâmetten üstündür” sözünün kaynağı bu âyetin işâretleridir. (Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” buyurduğu rivâyet edilir.)
* İstikâmet Nedir?: Kuşeyrî’ye göre istikâmet, “Emrolunduğun gibi” olmaktır; “kendi istediğin, kendi aklına göre” olmak değildir.
* Derûnî Manası: Zâhirî (dış) emirleri yerine getirmek işin başlangıcıdır. Hakîkî istikâmet, “bâtın”da (iç dünyada) bir an bile Allah’tan gâfil olmamak, O’nunla olan muâmelesinde “hâl” değişikliğine uğramamak, başlangıçta (bidâyet) nasıl bir ihlâs ve niyet üzereyse, sonda (nihâyet) da o hâli koruyabilmektir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre Peygamber Efendimizi (s.a.v.) “ihtiyarlatan” şey, bu âyetteki emrin ağırlığıdır. Çünkü “kerâmet” (olağanüstü hâl) kulun isteğiyle değil, Allah’ın lütfuyla anlık olarak gerçekleşir; ancak “istikâmet”, her nefeste, zâhir ve bâtında tam bir denge ve “huzûr” hâlini kesintisiz sürdürme emridir ki, bu, manevî terbiyenin en zor ve en yüksek mertebesidir.
Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât’ı, bu misallerde görüldüğü gibi, Kur’ân’ın her bir lafzının, sâlikin derûnî âlemine nasıl bir “işâret” verdiğini ve kalbî terbiyenin nasıl olması gerektiğini gösteren lâtîf bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İmâm Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât adlı eseri, onun (Kuşeyrî’nin) derûnî tecrübelerini ve tasavvufî hâlleri âyetlerle nasıl mezcettiğini (birleştirdiğini) gösteren nüktelerle doludur. O, âyetlerin zâhirî manasını temel alarak, sâlikin (mânevî yolcunun) kalbî yolculuğundaki her bir mertebeye işâret eden manalar çıkarır.
İşte önceki misallerin dışında, Kuşeyrî’nin getirdiği farklı ve derin işârî manalardan bazıları:

1. Âl-i İmrân Sûresi, 103. Âyet: Allah’ın İpine Sarılmak

> Âyet-i Kerîme:
> “Hep birlikte Allah’ın ipine (Hablillâh) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın…” (Âl-i İmrân, 3/103)
>
Zâhirî Manası:
Bu ip, Kur’ân, İslâm veya Müslümanların cemaati (birliği) olarak tefsir edilir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “ip” (Habl) kavramını sâlikin Allah ile olan “ahd”ine (sözleşmesine) ve O’na olan “vuslat” (kavuşma) yoluna bağlar:
* Hablillâh (Allah’ın İpi): Bu, “Tevhîd”in ta kendisidir. Allah’ın ipine sarılmak, kalbi tam bir tevhîd üzere sâbit kılmaktır.
* “Sımsıkı Sarılın” (İ’tisâm): Bu, sâlikin kendi güç ve irâdesinden vazgeçip (fenâ bulup), tamamen Allah’ın korumasına (ismet) ve O’nun varlığına (bekâ) sığınmasıdır. İp, kurtuluş için uzatılmıştır; sâlikin yapması gereken tek şey, kendi çabasına güvenmeyi bırakıp o ipe tutunmaktır.
* “Parçalanmayın” (Lâ Teferrakû): Zâhirde ümmetin parçalanmamasıdır. Bâtında (işârî olarak) ise, sâlikin kalbinin parçalanmamasıdır. Kalbin bir kısmını dünyaya, bir kısmını âhirete, bir kısmını nefse ayırmak “tefrika”dır (parçalanmadır). Tevhîd ipine sarılanın kalbi “cem” (toplu, birlik halinde) olur; bütün himmeti (gayreti) sadece Allah olur.

2. A’râf Sûresi, 172. Âyet: Ezelî Ahid (Elest Bezmi)

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Elestü bi-Rabbiküm?). Onlar da: ‘Evet (Belâ), şâhit olduk!’ demişlerdi…” (A’râf, 7/172)
>
Zâhirî Manası:
İnsan ruhlarının yaratıldığı ezelî mecliste Allah ile yapılan sözleşme, fıtrat.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu âyet, geçmişte olmuş bitmiş bir hâdise değil, “hâl” ehli olan âriflerin (Allah’ı bilenlerin) her an müşâhede ettikleri ezelî bir hitaptır:
* “Elestü bi-Rabbiküm?”: Bu hitap (sesleniş), sâlikin kulağından hiç gitmeyen ezelî bir nidâdır. Gâfiller bunu sadece bir kez duymuştur, ancak “huzûr” ehli olanlar bu hitabı her an, kâinattaki her bir zerrede yeniden duyarlar.
* “Belâ” (Evet!): Bu cevap, sâlikin “hâl”idir. Bu, sadece dil ile verilen bir cevap değil, kulun bütün varlığıyla, acziyetini ve O’nun Rabliğini tasdik etme hâlidir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre tasavvuf yolculuğu, o ezelî “Elest” hitabını yeniden duyabilme ve o “Belâ” cevabının hakkını verebilme çabasıdır. Dünyaya gelişimiz, o ezelî hitaptan “perdelenmemiz”dir (gaflete düşmemizdir). Zikir ve murâkabe ise, o perdeyi kaldırıp yeniden “Elest” hitabına muhatap olma faaliyetidir.

3. Ra’d Sûresi, 28. Âyet: Kalplerin Mutmain Olması (Huzur Bulması)

> Âyet-i Kerîme:
> “…Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri (anılması) ile mutmain olur (huzur bulur, yatışır).” (Ra’d, 13/28)
>
Zâhirî Manası:
Allah’ı anmak (Kur’ân okumak, tesbih çekmek) kalbe sükûnet verir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “zikir” ve “itmi’nân” (mutmain olma) hâlleri arasındaki derûnî ilişkiyi şöyle izah eder:
* Zikir: Zikir, sadece dilin faaliyeti değildir. Kuşeyrî’ye göre zikir, “Mezkûr”un (Zikredilen’in, yani Allah’ın) zâkirin (zikredenin) kalbine hâkim olmasıdır. Zâkirin, zikir esnasında kendinden fânî (yok) olup, sadece Zikredilen’in farkında olmasıdır.
* İtmi’nân (Mutmain olma): Bu, “sükûnet” veya “huzur”dan daha derindir. Bu, “yakîn” (kesin bilgi ve iman) hâlidir.
* Yorum: Kalp niçin mutmain olur? Çünkü kalp “asl”ını (kökünü) aramaktadır. Kalp, Allah’tan (mâsivâdan) başka neye yönelse, o şey “hâdis”tir (sonradan yaratılmıştır) ve fânîdir. Fânî olan, ebedî olan kalbe huzur vermez, onu daha da “muztarib” (çalkantılı) yapar. Kalp, ancak kendi “Asl”ı olan Allah’ı “bulduğunda” (O’nu zikrettiğinde ve O’nunla huzûr bulduğunda) çalkantısı durur ve yatışır (mutmain olur).

4. Alak Sûresi, 19. Âyet: Secde ve Yakınlık
> Âyet-i Kerîme:

> “…Hayır, ona (o engelleyene) itaat etme! Secde et ve yaklaş! (Vescüd vakterib)” (Alak, 96/19)
>
Zâhirî Manası:
Namaz kıl, secde et ve Allah’a yakın ol (Çünkü kulun Rabbine en yakın olduğu an secde anıdır).

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Bu âyet, sâlikin “kurbet” (yakınlık) makâmına nasıl erişeceğinin formülüdür:
* “Secde et”: Kuşeyrî’ye göre bu, sadece bedenin secde etmesi değildir. Bu, “nefsin secde etmesi”dir. Nefsin secde etmesi, “ene”nin (benliğin), enâniyetin (egoların) ve irâdenin terk edilmesidir. Sâlik, kendi varlığını “hiç” görmedikçe, “en yüksek” olan alnını “en alçak” olan toprağa sürmedikçe hakîkî secde olmaz.
* “Yaklaş!”: Yakınlık (Kurbet), bu “hiçliğin” (fenâ) hemen ardından gelen bir “netice”dir. Kul, kendi varlığından (nefsinden) ne kadar “uzaklaşırsa”, Allah’a o kadar “yaklaşır”.

* Yorum: Yakınlık, mekânsal bir yakınlık değildir. Kulun, kendi vehmî (varsayımsal) varlığını aradan çıkarıp, Allah’ın varlığı ile “vâki” olması hâlidir. Bu sebeple “secde”, zâhiren bir alçalış, bâtınen ise en yüce “yakınlık” makâmına yükseliştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧

 

 

 




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin (k.s.) Rûhu’l-Beyân adlı muazzam eseri, tasavvufî ve işârî tefsir sahasının şâhikalarından biridir. Bu eserde müellif, âyetlerin zâhirî (dış) manalarını inkâr etmeden, o lafızların ardında yatan bâtınî (derûnî) ve ahlâkî manaları, yani “işâretleri” ortaya koyar.
Rûhu’l-Beyân, âyetlerin zâhirî tefsirini (rivâyet ve dirâyet yoluyla), kıraat farklarını, fıkhî hükümleri ve lügavî tahlilleri verdikten sonra, ekseriyetle “Nükteler” (Letâif) veya “İşâretler” başlığı altında o âyetin tasavvufî tefsirine geçer.
İşte Rûhu’l-Beyân’da lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Bursevî Hazretleri’nin onlara getirdiği işârî yorumlardan misaller:

1. Yûsuf Sûresi, 4. Âyet: Hz. Yûsuf’un Rüyâsı

Bu âyet ve yorumu, Rûhu’l-Beyân’ın işârî tefsir metodolojisinin en meşhur misallerinden biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Yûsuf, babasına demişti ki: ‘Babacığım! Ben (rüyâmda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm.'” (Yûsuf, 12/4)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
İsmail Hakkı Bursevî’ye göre bu âyetteki her bir unsur, insanın derûnî yapısındaki farklı bir kuvvete işâret eder:
* Hz. Yûsuf (a.s.): İnsanın “Kalbi”ni temsil eder. Kalb, mârifetullahın (Allah’ı bilmenin) ve ilâhî tecellîlerin merkezidir.
* On bir yıldız: İnsanda bulunan “havâss-ı zâhire” (beş dış duyu) ve “kuvâ-yı bâtına” (altı iç kuvvet/meleke; tefekkür, hafıza, hayal vb.) toplamını, yani on bir kuvveti temsil eder.
* Güneş: “Ruh”a işâret eder.
* Ay: “Nefs”e işâret eder.

Yorum (Secde):
Rüyâda bu unsurların Hz. Yûsuf’a secde etmesi şu derûnî hakîkate işâret eder:
İnsan-ı kâmil (olgun insan) olma yolundaki sâlik (manevî yolcu), seyr ü sülûkünü tamamlayıp “kalb”ini tasfiye ettiğinde (saflaştırdığında), onun hem bütün dış duyuları ve iç melekeleri (yıldızlar), hem nefsi (ay), hem de ruhu (güneş), kalbinin emrine girer. Hepsi, kalbde tecellî eden ilâhî irâdeye ve mârifete tâbi olur. Bu, insanın kendi varlığındaki “vahdet”e (birliğe) erişinin ve kalbin saltanatının tasviridir.

2. Kehf Sûresi: Hz. Mûsâ ve Hızır Kıssası

Bu kıssanın tamamı, tasavvuf ehli için zâhir (şerîat) ve bâtın (hakîkat) ilimlerinin münâsebetini gösteren temel bir meseldir. Bursevî, bu kıssayı bu açıdan derinlemesine şerh eder.

> Kıssa:
> Hz. Mûsâ’nın (a.s.), “ilm-i ledün” (Allah katından vasıtasız verilen gizli ilim) sahibi Hızır (a.s.) ile yaptığı yolculuk. (Kehf, 18/60-82)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
* Hz. Mûsâ (a.s.): Zâhirî ilmi, şerîatı, aklı ve peygamberlik mesûliyetini temsil eder. Onun ilmi, görünür sebeplere ve ilâhî emirlere dayanır.
* Hızır (a.s.): Bâtınî ilmi, hakîkati ve ilm-i ledünnü temsil eder. Onun fiilleri (gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı düzeltmesi), zâhirî akla ve şerîata aykırı görünse de, her birinin bâtında (perde arkasında) ilâhî bir hikmeti vardır.

Yorum:
Bursevî’ye göre bu kıssa, “sâlik”in (müridin) mürşid-i kâmil ile olan münâsebetine de işâret eder. Sâlik (Mûsâ), mürşidinin (Hızır) bazı fiillerinin zâhirî manasını anlayamasa bile, ona tam bir teslimiyetle tâbi olmalıdır. Zîrâ mürşid, bâtınî ve ledünnî ilimle hareket etmektedir. Bu kıssa, aklın ve zâhirî ilmin sınırlarının olduğunu, hakîkat ilminin ise ancak “sabır” ve “teslimiyet” ile öğrenilebileceğini gösterir.

3. Fâtiha Sûresi: “Âlemlerin Rabbi”

> Âyet-i Kerîme:
> “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.) (Fâtiha, 1/2)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, “Rabb” isminin “terbiye edici, kemâle erdirici” manası üzerinde durur.
* Âlemler (el-Âlemîn): Sadece dış dünyadaki (zâhirî) varlıklar değildir; aynı zamanda insanın kendi içindeki “âlem”lerdir. İnsan, “âlem-i sağîr” yani küçük kâinattır.
* Rabbu’l-Âlemîn: Allah, hem dış kâinatın hem de insanın iç kâinatının (kalb, ruh, nefs, sır, hafî, ahfâ gibi latîfelerin) Rabbidir.

Yorum:
Bu âyet, sâlik için bir seyr ü sülûk dersidir. Allah, sâliki manevî yolculukta mertebe mertebe terbiye eder. O, “nefs-i emmâre” (kötülüğü emreden nefs) mertebesindeki kulunu “Rab” ismiyle terbiye ederek “nefs-i mutmainne” (huzura eren nefs) mertebesine ulaştırır. Dolayısıyla bu âyeti okuyan sâlik, sadece dış âlemlerin terbiyesini değil, kendi derûnî âlemlerinin de Allah tarafından nasıl terbiye edildiğini tefekkür etmelidir.

4. Bakara Sûresi, 115. Âyet: Yönlerin Vahdeti

> Âyet-i Kerîme:
> “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (Zâtı’nın tecellîsi) oradadır. Şüphesiz Allah (rahmeti ve ilmi) geniş olandır, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bu âyetin zâhirî manası, kıble değişikliği veya nâfile namazlarda serbestiyet gibi konularla ilgili olsa da, Bursevî burada “vahdet-i şuhûd” (varlıkta tecellî birliğini görme) makamına işâret eder:
* Doğu ve Batı: Zıtlıkları, kesreti (çokluğu) ve mekân kayıtlarını temsil eder.
* Allah’ın Vechi: Allah’ın Zâtı’nın her yerde hâzır ve nâzır oluşu, O’nun tecellîleridir.

Yorum:
Manevî mertebelerde yükselmiş olan “ârif” (Allah’ı bilen) için artık “cihet” (yön) kaygısı kalmaz. O, kesrette vahdeti (çoklukta birliği) müşâhede eder. Baktığı her “şey”de, o şeyin ardındaki ilâhî tecellîyi görür. Bu âyet, “Kâbe”ye yönelmek olan zâhirî kıbleden, “her an Allah ile olma” makamı olan bâtınî kıbleye (kalbin kıblesine) geçişe bir işârettir. Ârif için her yer ve her an, “huzûr-ı ilâhî”dir.
Rûhu’l-Beyân, bu misallerde görüldüğü gibi, âyetleri sâlikin manevî terbiyesi, ahlâkî tekâmülü ve Allah’a vuslatı (kavuşması) açısından yorumlayan bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İşte lafızların ötesine geçerek verdiği farklı ve derin manalara dâir başka misaller:

1. Nûr Sûresi, 35. Âyet: Âyetü’n-Nûr (Nûr Âyeti)

Bu âyet, tasavvufî tefsirlerin üzerinde en çok durduğu âyetlerden biridir ve Rûhu’l-Beyân’da çok geniş bir yer tutar.
> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûru’nun misâli, içinde lamba bulunan bir penceredir (Mişkât). O lamba bir sırça (Zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (Kevkeb) gibidir…” (Nûr, 24/35)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyetteki bütün teşbihleri (benzetmeleri) doğrudan “insan”ın manevî yapısına ve latîfelerine (derûnî merkezlerine) tatbîk eder:
* Mişkât (Pencere/Nîş): Bu, sâlikin (mânevî yolcunun) “sadrı” (göğsü) veya “cesedi”dir.
* Zücâce (Sırça/Cam): Bu, mü’minin “kalbi”dir. Kalb, hem şeffaftır (hakîkati yansıtır) hem de korunmuştur (günahlardan arındığında).
* Misbâh (Lamba): Kalbin içindeki “ruh”tur. Hayat ve idrâk ondan gelir.
* Yağ (Zeyt): Lambayı yakan yakıttır. Bu, “ilm-i ledün” (Allah katından gelen vasıtasız ilim), “mârifet” (Allah’ı bilme) veya “feyz-i ilâhî”dir (ilâhî feyiz).
* Mübârek Ağaç (Zeytin Ağacı): Bu ilim ve feyzin geldiği “asıl”dır (kaynaktır). Bu, “vahiy”, “Kur’an” veya “insan-ı kâmil”dir (mürşid).

* “Ne doğuya ne de batıya ait” (Lâ Şarkiyyetin ve Lâ Garbiyyetin): Bu mârifet kaynağının, maddî âlemin kayıtlarından (zaman, mekân, cihet) münezzeh (uzak) olduğunu gösterir. O, ilâhî ve ezelî bir kaynaktır.

Yorum:
Bu âyet, Allah’ın Nûru’nun kâinatta nasıl tecellî ettiğinden ziyade, o Nûr’un “mü’minin kalbinde” nasıl parladığının tasviridir. İnsanın manevî yolculuğu (seyr ü sülûk), bu “Mişkât” olan bedenini temizleyip, “Zücâce” olan kalbini saflaştırarak içindeki “Misbâh” olan ruhun, ilâhî feyiz “yağı” ile tam olarak parlamasını sağlamaktır.

2. Bakara Sûresi, 31. Âyet: Hz. Âdem ve Esmâ’nın Öğretilmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ve Âdem’e bütün isimleri (Esmâ’yı) öğretti. Sonra onları meleklere arz edip ‘Eğer sâdıklardansanız, şunların isimlerini bana haber verin’ dedi.” (Bakara, 2/31)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî’ye göre bu âyet, insanın (İnsan-ı Kâmil’in) kâinattaki yerini ve hilâfetin (yeryüzünde halîfe olmanın) asıl sırrını açıklar.
* Esmâ (İsimler): Bunlar sadece eşyânın isimleri, yani kelimeler değildir. Bunlar, Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sı, yani O’nun sıfatlarının tecellîleridir.
* Âdem’e Öğretilmesi: Melekler, Allah’ın Esmâ’sından sadece bir kısmını (meselâ “Subbûh”, “Kuddûs” gibi celâlî isimlerini) biliyordu. Ancak Hz. Âdem, “küllî” bir istidâda (kabiliyete) sâhipti. Allah, Âdem’in (ve onun neslindeki kâmil insanların) “zâtına” (cevherine), bütün Esmâ’sının tecellîlerini bilme ve yansıtma kabiliyetini yerleştirdi.

* Hilâfetin Sebebi: Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesinin ve Âdem’in “Halîfe” olmasının sebebi, işte bu “câmiiyyet” (bütün Esmâ’yı kendinde toplama) özelliğidir. Âdem, Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamına “ayna” olmuştur.

Yorum:
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil), Allah’ın bütün isimlerinin göründüğü bir “özet” (Zübde-i Âlem) ve “küçük kâinat”tır (Âlem-i Sağîr). Tasavvuf yolculuğu, insanın içinde gizli olan bu “Esmâ” istidâdını ortaya çıkarma ve “halîfe” olmanın hakkını verme faaliyetidir.

3. Ankebût Sûresi, 69. Âyet: Mücâhede (Cihad)

> Âyet-i Kerîme:
> “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere (cihad edenlere) gelince, biz onları mutlaka yollarımıza (Sübülenâ) hidâyet ederiz. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle (iyilik edenlerle) beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
>
Zâhirî Manası:
Âyetin zâhirî manası, Allah yolunda savaşanlara veya din için gayret gösterenlere yardım edileceğidir.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî ve diğer mutasavvıflar için bu âyet, “Cihâd-ı Ekber” (En Büyük Cihad) olan “nefs ile mücâdele”nin temel dayanağıdır.
* “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler”: Bu, kılıçla yapılan savaştan ziyade, kişinin kendi “nefs-i emmâre”sine (kötülüğü emreden nefsine), hevâ ve heveslerine, şeytanın vesveselerine ve dünyaya olan bağlılığına karşı verdiği derûnî savaştır.
* “Yollarımıza (Sübülenâ)”: Allah “yolumuza” (tekil) dememiş, “yollarımıza” (çoğul) demiştir. Bursevî’ye göre bu, Allah’a giden yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çok olduğuna işârettir.
* Yolların Çeşitliliği: Bu yollar; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi “letâif” yollarıdır; “mârifet” (bilme) ve “muhabbet” (sevme) yollarıdır; “riyâzet” ve “tasfiye” (nefsi arındırma) yollarıdır.

Yorum:
Kim nefsine karşı bu büyük cihadı başlatırsa, Allah da ona kendi içindeki bu “yolları” (Sübül) açar. Mânevî ilerleme (seyr ü sülûk), kulun mücâhedesi ile başlayan ve Allah’ın hidâyeti ile devam eden karşılıklı bir faaliyettir. Kul “cihad” eder, Allah “hidâyet” eder.

4. Bakara Sûresi, 7. Âyet: Kalblerin Mühürlenmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır…” (Bakara, 2/7)
>
Zâhirî Manası:
Kâfirlerin, hakîkati inatla reddetmeleri sebebiyle idrâk (anlayış) yollarının kapanması.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyeti zâhirde kâfirler için ele alırken, işârî olarak “gâfil” Müslümanlar ve “yolda kalmış” sâlikler için de bir uyarı olarak yorumlar:
* Kalbin Mühürlenmesi (Hatm): Bu, sadece inkâr ile olmaz. Dünyaya aşırı muhabbet (Hubb-ı dünyâ), şehvetlere düşkünlük, gâflet ve sürekli günah işlemek de kalbi “mühürler”.

* Mühürlenme Nedir?: Kalbin “mârifetullah”ı (Allah’ı bilmeyi) ve ilâhî feyizleri kabul etme kabiliyetini kaybetmesidir. Kalb, ayna gibidir; günahlar onu paslandırır ve karartır. Mühürlenme, bu pasın artık kalıcı hâle gelmesidir.

* Gözdeki Perde (Gışâve): Bu, “zâhir”e (dış görünüşe) takılıp “bâtın”ı (iç manayı) görememektir. Kâinata bakıp Allah’ın sanatını (Sâni’i) görememek, âyetleri okuyup derûnî manasını anlayamamak bu “perde”nin eseridir.

Yorum:
Sâlik için en büyük tehlike, gâflete düşerek veya dünyevî meşgalelere dalarak kalbinin yeniden mühürlenmesi tehlikesidir. Rûhu’l-Beyân, bu âyeti bir “tehdit” ve “uyarı” olarak sunar; sâlikin sürekli “teyakkuz” (uyanıklık) hâlinde olması ve kalbini mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemesi gerektiğini hatırlatır.
Bu misaller, Rûhu’l-Beyân’ın Kur’ân’ı sadece bir “hüküm” veya “tarih” kitabı olarak değil, aynı zamanda sâlikin Allah’a ulaşma yolculuğundaki (seyr ü sülûk) her mertebesine hitap eden, yaşayan ve derûnî bir “rehber” olarak nasıl okuduğunu göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧




RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin lafızlarında, harflerinde ve cümlelerinde mündemiç (saklı) olan derûnî manaların ve istikbale dair işaretlerin, “İlm-i Cifir” ve “Ebced Hesabı” vasıtasıyla, bilhassa “tevafuk” anahtarıyla nasıl anlaşılabileceği ve bu usûlün Risâle-i Nur’da nasıl istimal edildiği (kullanıldığı) teşkil etmektedir.

1. Temel Esas: Kur’an’ın İ’câzı (Mu’cize Oluşu) ve Harflerin Sırrı
Konunun temel dayanağı, Kur’an-ı Kerim’in sadece manasıyla değil, lafızları, nazmı (dizilimi) ve hatta harfleriyle de bir mu’cize (i’caz) taşıdığı hakikatidir.
“Her yönüyle mu’cize olan Kur’an-ın ayetlerinden geleceğe aid manaların çıkarılması,doğrudan doğruya Kur’an-a aid olan bir övgü ve üstünlüktür.”
Bu bakış açısına göre, Kur’an’daki hiçbir harf veya kelime tesadüfî ve gayesiz değildir. Her bir harfin, Arap alfabesindeki sırasına (Ebced) göre bir rakamsal (adedî) değeri vardır ve bu değerler, ayetin zahirî manasının ötesinde, işarî (işaret eden) bir mana katmanına da sahiptir.

Bu câmîiyete (kapsayıcılığa) dair Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“…Biz kitapta (Kur’an’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık…” (En’âm, 6:38’den bir bölüm, Meali)
Bu ayet, Kur’an’ın sadece dinî hükümleri değil, kâinata ve hayata dair temel hakikatleri de ya sarahaten (açıkça) ya da işareten ihtiva ettiğini gösterir.

2. İlm-i Cifir ve Ebced: Bir İlim mi, Bir Usûl mü?
“Ebced ve Cifir hesabı”nın İslâmiyet’ten önce de tatbik edilen, harflerin rakamsal değerleriyle “belli meselelere ışık tutmak, belli meselelerden ışıklar almak” için kullanılan bir usûl olduğu ifade edilmektedir.
• Ebced: Arap harflerine sayısal değerler atayan kadîm bir sistemdir.
• İlm-i Cifir: Bu sayısal değerleri kullanarak metinlerden (bilhassa kudsî metinlerden) derûnî manalar, sırlar ve geleceğe dair işaretler çıkarma ilmi veya sanatıdır.
Bu ilmin peygamberler için “mu’cize”, velîler ve âlimler için ise “keramet ve ilim” gösterme vasıtası olabileceğini belirtmektedir. Buradaki kilit nokta, bunun “niyet ve ihtiyar ile” elde edilen bir malûmat olmamasıdır.
“İstikbali olan gaybiyat,niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi;niyet ile de müdahale etmek,o yasağa karşı adem-i itaat-i işmam ediyor.”
Yani Cifir, gaybı zorla bilme teşebbüsü değil, daha ziyade Allah’ın ilhamıyla veya bir tevafuk neticesinde tezahür eden bir “keramet-i ilmiye” (ilmî bir ikram) olarak görülmektedir.

3. Risâle-i Nur’daki Metodoloji: Tevafuk

Bu usûl, “tevafuk” (denk gelme, uyum) üzerine kuruludur ve “zorlama ve zorlanma” olmadığının isbatıdır.
Bu metodoloji, bir hiyerarşiye (derecelendirmeye) tabidir:
• Hafî Bir İma (Gizli İma): Sadece bir tevafuk varsa, bu sadece bir imadır.
• Remiz (Alâmet): İki cihetle aynı meseleye tevafuk olursa, ima “remiz” derecesine çıkar.
• İşaret: İki-üç cihetle tevafuk olursa, bu “işaret” olur.
• Delalet (Delil Olma): Çok vecihle tevafuk, lafzın manasıyla ve harflerin işaretiyle münasip düşerse, bu “delalet” derecesine yükselir.
• Sarahat (Açıklık): Altı-yedi vecihle tevafuk, kelimelerin manası ve harflerin işaretiyle tam muvafık (uygun) ve mukteza-yı hâle (durumun gereğine) mutabık olursa, bu “sarahat” derecesinde bir açıklık kazanır.
Bu tasnif (sınıflandırma), bulunan sayısal değerin keyfî bir yorum olmadığını; bilakis, metnin lafzı, manası ve işaret ettiği hâl arasında kuvvetli, çok yönlü ve kasdî bir rabıta (bağ) olduğunu göstermeyi hedefler.

4. Bu usûlün Risâle-i Nur’da nasıl tatbik edildiğine dair pek çok misal sunmaktadır. Bu misaller, Cifir ilminin muhtelif sahalardaki (alanlardaki) işaretlerini göstermektedir:

A. Asrın Manevi Hastalıkları ve Risâle-i Nur’un Vazifesi
Bu asrın manevi buhranlarına işaret eden ayetleri ve Risâle-i Nur’un bu buhranlara karşı bir “Kur’anî ilaç” olduğunu Cifir yoluyla nasıl gösterdiğini belirtiyor.
• Misal : “Ve in küntüm merda” (Eğer hasta iseniz) cümlesinin makam-ı cifrisi (1500 küsur) ile “manevi hastalıkların kısm-ı âzamı”nın Risâlet-in Nur’un “Kur’an-i ilaçlarıyla” izale edileceğine işaret etmesi.
• Ayetin Tamamı (Meali): “Eğer hasta veya yolcu iseniz veya içinizden biri tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız, bu hallerde su bulamadığınız takdirde temiz bir toprağa yönelip (teyemmüm niyetiyle) onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Nisâ, 4:43’ten bir bölüm)
• İzah: Zahirî manası “su bulamayan hasta” olan bu ayetin, işarî manada “manevi hayat suyundan (imandan) mahrum kalmış bu asrın hasta ruhlarına” da baktığı ve cifrî değeriyle bu manevi hastalığın devasına (Risâle-i Nur’a) işaret ettiği belirtilmektedir.
• Misal : Asr Suresi’nin işaretleri.
• “İnnel insane lefi husr.” (Muhakkakki insanlar hüsrandadır) makam-ı cifrisi (1324) ile “hürriyet inkılabıyla başlayan” ve savaşlar, mağlubiyetler, musibetlerle devam eden “hasaret-i insaniye” (insanlığın zararı) devrine işaret etmesi.
• Devamındaki “İllellezine amenu ve amilus-sâlihati” (İman edip de sâlih amel işleyenler müstesna..) cümlesinin makam-ı cifrisi (1358) ile bu manevi hasaretten kurtuluşun “çare-i yeganesi”nin “iman ve a’mal-i sâliha” olduğuna ve Risâle-i Nur’un bu vazifeyi yaptığına işaret etmesi.
• Surenin Tamamı ( Meali): “1. Asra yemin olsun ki, 2. İnsan mutlaka ziyandadır. 3. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 103:1-3)

B. Siyasî, İçtimaî ve Tarihî Hadiselere İşaretler
Kur’an ve Hadislerdeki bazı ifadelerin, bu asırda meydana gelen büyük içtimaî değişimlere ve savaşlara tevafuk ettiğini göstermektedir.
• Misal : Dünyevîleşme tehlikesi.
• “Alel Ahireti”(Bile bile dünyayı ahirete tercih ederler.) ifadesinin cifir hesabıyla (1333 veya 1334) “eski harbi umumide İslamiyet düşmanları galebe çalmakla” başlayan ve “dünyayı dine tercih rejimi”nin mebdeine (başlangıcına) tevafuk etmesi.
• İlgili Ayet ( Meali): “Bunun sebebi, onların dünya hayatını âhirete tercih etmeleri ve Allah’ın da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesidir.” (Nahl, 16:107)
• Misal : Din ve vicdan hürriyetine yapılan müdahaleler.
• “La ikrahe fid-Dini gad Tebeyyene’r-Rüşd.” (Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapkınlıktan,hak batıldan ayrılıp belli olmuştur.) ayetinin cifrî değeriyle (1350 / 1934) “laiklik perdesi altında icbar ve ikrah” yani zorlamaların yapıldığı tarihe işaret ederek, cevabın “silahla değil, vicdan hürriyeti ile” ve “dinin hakikatlarını gözlere göstererek” verilmesi gerektiğine işaret etmesi.
• Ayetin Tamamı ( Meali): “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutuşmuştur. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2:256)
• Misal : Hz. Ali’nin (R.A.) kerametkârane ihbarı.
• “1347-de (1931) Arabi hurufunu terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslam içinde başlanacak” ve bunun “cebren” öğretileceğine dair ihbarı.

C. Ahirzaman Fitneleri ve Korunma Yolları
Bu asrın “dehşet asrı” olduğunu ve Kur’an’ın bu fitnelere karşı uyardığını belirtmektedir.
• Misal : Felak Suresi’nin işaretleri.
• Bu surenin, “kainatta adem alemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insi ve cinni şeytanlardan” korunmayı emrederek, “bu acib asrımıza daha ziyade” baktığı ve “Kur’an-ın hizmetkarlarını istiazeye (sığınmaya) davet” ettiği.
• Suredeki “şerrin dört defa tekrarı”nın “dört büyük şerre” (mesela 2. Dünya Savaşı ve diğer ideolojik fitnelere) işaret ettiğini özetlemektedir.
• Surenin Tamamı ( Meali): “1. De ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden, 2. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, 3. Düğümlere üfleyenlerin şerrinden, 4. Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım!”” (Felak, 113:1-5)

Hülâsa (Netice)

Bu izaha göre konu, basit bir fal veya kehanet meselesi değil; Kur’an’ın ve Hadislerin harf ve kelimelerinin, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmiyle, sadece nâzil oldukları (indikleri) döneme değil, “bu acib asra” ve istikbale dair mühim hadiselere de baktığını “tevafuk” anahtarıyla ve ilmî bir metodolojiyle isbat etme gayretidir. Bu gayretin hedefi, “manevi hasaretlerden kurtulmanın çare-i yeganesi” olan “iman ve a’mal-i sâliha” hakikatlerini bu asrın idrakine sunmaktır.

Bak:
https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nur-da-sirlar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

 

 




RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR- 2 –

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR- 2 –

Risale-i Nur Külliyatı’nda İstidat, Kabiliyet ve Duygular (Geniş İzah)
Risale-i Nur Külliyatı’nda insan, kâinatın en münevver (nurlu) meyvesi ve Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının en cami (toplayıcı) ayinesi olarak tasvir edilir. İnsanın bu müstesna makamının temeli, ona bahşedilen istidat, kabiliyet ve duygular (hissiyat/latifeler) ile atılmıştır. Bu cihazat, insanın yaratılış gayesi olan “marifetullah” (Allah’ı tanıma) ve “muhabbetullah” (Allah’ı sevme) vazifesini icra etmesi için verilmiş ilahi lütuflardır.
Bu kavramlar insanın kulluk vazifesinin temelini teşkil eder.

1. İstidat: Yaratılıştaki Derûnî Potansiyel (Çekirdek)
Tanımı:
İstidat, Cenab-ı Hakk’ın insanın mahiyetine (yapısına) dercettiği (yerleştirdiği) fıtrî (yaratılıştan gelen) potansiyel ve yatkınlıklardır. Bunlar, insanın manevi inkişafı için toprağa atılmış “çekirdekler” mesabesindedir. İnsanın mahiyetine ekilen bu tohumlar, onun hangi Esma-i İlahiye’ye (İlahi İsimlere) ne ölçüde ayinedarlık (aynalık) yapabileceğini tayin eden bir kabildir.

Risale-i Nur’daki İzahı:
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, insanın bu cami (kapsamlı) istidadını, “çekirdek” metaforuyla izah eder. İnsan, koca bir “şecere-i Tuba” (Cennet ağacı) olabilecek bir kabiliyeti, bir çekirdek halinde taşır.
Bu istidat, insanın “ahsen-i takvim”de (en güzel biçimde) yaratılmış olmasının sırrıdır.
Ayet-i Kerime (Ahsen-i Takvim):
Bu müstesna ve potansiyel yüklü yaratılış,
Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir:
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”
(Tîn Suresi, 4. Ayet)

Ayet-i Kerime (Fıtrat):
Bu istidat, Allah’ın (C.C.) insanı üzerine yarattığı “fıtrat”tır. Bu fıtrat, Tevhid’i (Allah’ın birliğini) kabul etmeye programlanmıştır:

1-“O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte2 doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Rûm Suresi, 30. Ayet)

2. Kabiliyet: İstidadın İnkişafı ve Fiili Beceri (Ağaç)
Tanımı:
Kabiliyet, fıtrattaki o istidat çekirdeğinin, videoda da ifade edildiği gibi, “iman ve İslâmiyet suyuyla” ve “ibadet ve tefekkür” ile sulanması neticesinde inkişaf etmesi (açığa çıkması), yani fiili bir beceri ve meleke haline gelmesidir. İstidat “kuvve” (potansiyel) ise, kabiliyet onun “fiil” (aktif) hale gelmesidir.

İmtihan Vesilesi (Emanet ve Hilafet):
İnsana verilen bu muazzam kabiliyetler, aynı zamanda büyük bir “emanet” ve “hilafet-i rû-yi zemin” (yeryüzü halifeliği) vazifesidir. İnsan, bu kabiliyetleri ile yeryüzünü imar etmekle ve Allah’ın isimlerini izhar etmekle mükelleftir.

Ayet-i Kerime (Halife):
İnsanın bu vazifesi, meleklerin sualine cevap olarak şöyle belirtilmiştir:
“Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.”
(Bakara Suresi, 30. Ayet)

Ayet-i Kerime (Emanet):
Bu ağır yük, insanın istidatlarının büyüklüğünü de gösterir:
“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.”
(Ahzâb Suresi, 72. Ayet)

Risale-i Nur’daki İzahı:
Risale-i Nur, bu emanetin ve istidatların iki ciheti olduğuna dikkat çeker. İman ve hidayetle bu kabiliyetler inkişaf ederse, insan Tîn Suresi’ndeki “âlâ-yı illiyyîn”e (en yükseklere) çıkar. Eğer küfür ve dalaletle bu istidatlar “dumura uğrarsa” (körelirse), insan “esfel-i sâfilîn”e (en aşağılara) düşer. (Bu hakikat 23. Söz’de izah edilir).

3. Duygular (Hissiyat ve Latifeler): Kabiliyetlerin Muharriki
Tanımı:
Duygular (hissiyat), Allah’ın (C.C.) insana verdiği binlerce latife ve cihazattır (akıl, kalp, ruh, sır, sevgi, korku, merak, hırs vb.). Bunlar, istidat ve kabiliyetleri harekete geçiren, onları hayra veya şerre sevk eden manevi motorlardır.
Bu duygular yaratılış gayesine gitmekte birer “kanat” ve “araçtır”.

Risale-i Nur’da Duyguların Tevcihi (Yönlendirilmesi):
Risale-i Nur, bu duyguların israf edilmemesi, fani (geçici) dünyaya değil, baki (kalıcı) olana, yani Cenab-ı Hakk’a ve rızasına yönlendirilmesi (“tevcih edilmesi”) gerektiğini ehemmiyetle vurgular.
Misaller:
• Akıl: Sadece dünya maişetini (geçimini) temin için değil, asıl vazifesi olan kainat kitabını “tefekkür” etmek (derin düşünmek) ve videodaki tabirle “Sanat eserlerine bakarak Sani’i (Sanatkarı) düşünmek” için kullanılmalıdır.
• Muhabbet (Sevgi): İnsanın sevme kabiliyeti sınırsızdır. Bu duygu, fani mahlukata (yaratılmışlara) “li-zatihi” (kendisi için) değil, “li-vechillah” (Allah namına) sarf edilmelidir. Yani mahlukat, Allah’ın esmasının tecellisi ve sanatı olduğu cihetle sevilmelidir. Asıl muhabbet, “Muhabbetullah”a (Allah sevgisine) hasredilmelidir.
• Havf (Korku): Başka varlıklardan değil, sadece Allah’ın “azamet” ve “celal” sıfatından korkulmalı (havfullah), O’nun emirlerine muhalefetten çekinilmelidir.
• Merak: Dünyevi malayani (boş) işlere değil, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” gibi hikmetli suallere ve ebedi hayatın (ahiretin) hakikatlerine yöneltilmelidir.

Tezkiye-i Nefs (Nefsi Arındırma):

Duyguların bu şekilde doğruya yöneltilmesi, Kur’an’ın emrettiği “tezkiye-i nefs”tir. İstidatlar, ancak tezkiye ile kabiliyete ve kemalata (olgunluğa) dönüşür.

Ayet-i Kerime (Tezkiye):
Cenab-ı Hak, nefse hem takvayı hem de fücuru (kötülük duygusunu) ilham ettiğini belirttikten sonra şöyle buyurur:
“(7) Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip, (8) Ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, (9) Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. (10) Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”
(Şems Suresi, 7-10. Ayetler)

4. Nihai Gaye: Marifet, Muhabbet ve Rıza Makamı

Tevhid Bağlantısı:
Risale-i Nur’da bütün bu istidat, kabiliyet ve duyguların inkişafındaki nihai gaye, “Tevhid”e, yani Allah’ın birliğini idrak etmeye vasıl olmaktır. İnsan, bu cihazatıyla Allah’ın Sıfat-ı Subutiyesine (Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelam) ayinedarlık eder.

İstikamet:
Bu cihazatın inkişafı, “sırat-ı müstakim” (dosdoğru yol) üzere olmalıdır. Bu yol, ifrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) olmayan “vasat” (orta) yoldur. Bu, o kadar mühim bir esastır ki, Peygamber Efendimiz (A.S.M.) hadis-i şerifinde, “Beni Hud Suresi ihtiyarlattı” buyurmuştur.

Ayet-i Kerime (İstikamet):
Bahsi geçen ayet-i kerime şöyledir:
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”
(Hûd Suresi, 112. Ayet)

Havf v8e Reca (Korku ve Ümit):

Mü’min, bu yolda daima “havf ve reca” (korku ve ümit) arasında olmalıdır. Allah’ın azametinden korkarken (Havf), O’nun rahmetinden asla ümidini kesmemelidir (Reca).

Ayet-i Kerime (Ümit):
“De ki (Allah şöyle buyuruyor): “Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.””
(Zümer Suresi, 53. Ayet)

Sonuç: Rıza-i İlahi:

İstidat çekirdeğini imanla ağaç yapan, kabiliyetlerini ibadetle meyvedar hale getiren ve duygularını Allah’a yönelten kul, “marifetullah” ve “muhabbetullah” mertebelerine çıkarak, en yüksek makam olan “Rıza-i İlahi”ye (Allah’ın rızası) mazhar olur.

Hülasa
Hülasa olarak, Risale-i Nur Külliyatı’nda istidat, kabiliyet ve duygular, insana Allah’ı (C.C.) tanıması, sevmesi ve O’na kulluk etmesi için verilmiş birer sermayedir.
• İstidat (çekirdek), “ahsen-i takvim” sırrıdır.
• Kabiliyet (ağaç), bu çekirdeğin iman ve ibadetle inkişafıdır ve “emanet”in yerine getirilmesidir.
• Duygular (motor/kanat), bu inkişafı sağlayan, ancak “istikamet” üzere yönlendirilmesi gereken muharrik kuvvetlerdir.
Bu sermayeyi zayi etmek “esfel-i sâfilîn”e düşmektir; iman, tefekkür ve ibadetle inkişaf ettirmek ise “ahsen-i takvim” sırrına mazhar olup “âlâ-yı illiyyîn”e çıkmaktır. Bütün bu yolculuğun sonunda ise dönüş sadece O’nadır.

Ayet-i Kerime (Dönüş):
“…Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.”
(Âl-i İmrân Suresi, 28. Ayet’ten bir kısım -Meali)

BAK: https://www.youtube.com/watch?v=W5yxu76U8iQ
https://tesbitler.com/2024/11/26/risale-i-nur-kulliyatinda-istidat-kabiliyet-ve-duygular/
https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0stidat

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




Bediüzzaman Said Nursi’nin Asarı Bediiyye adlı eseri ve Külliyatında KÜRTLER -2-

Bediüzzaman Said Nursi’nin Asarı Bediiyye adlı eseri ve Külliyatında KÜRTLER -2-

Bediüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı, ırkî bir tahlilden ziyade, temelini Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den alan “Uhuvvet-i İslamiye” (İslam Kardeşliği) ve “içtimaî adalet” prensipleri üzerine kurar. Onun nazarında Kürtler, İslam ümmetinin ayrılmaz, mühim ve kahraman bir cüz’üdür.
İşte bu bakış açısını tasvir eden ana başlıklar ve dayandığı esaslar:

1. Uhuvvet-i İslamiye (İslam Kardeşliği) ve Menfi Milliyetçiliğin Tenkidi
Bediüzzaman Said Nursi, ırkçılığı ve ayrılıkçı (menfi) milliyetçiliği “Asabiyet-i Cahiliye”nin bir tezahürü olarak görür ve şiddetle tenkit eder. Ona göre milliyet fikri iki kısımdır: “Müsbet Milliyet” ve “Menfi Milliyet”.
• Müsbet Milliyet: Hayat-ı içtimaiyenin (toplumsal hayatın) derûnî bir ihtiyacından kaynaklanır. Bu, tearüf (tanışma) ve teavün (yardımlaşma) esasına dayanır.
• Menfi Milliyet: Başka ırklara karşı adavet (düşmanlık) ve tenâkür (birbirini inkâr etme) üzerine kuruludur. Başkalarını yutmakla beslenir ve İslam kardeşliğine zıttır.
Bediüzzaman, Kürtler ve Türkler arasındaki bağı, ırk bağından çok daha kuvvetli olan İslamiyet bağıyla izah eder.

Dayandığı Ayet (Tearüf Prensibi):
Kur’an-ı Kerim, kavimlere ayrılmanın hikmetini şöyle beyan eder ( Meali):
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât Suresi, 13. Ayet)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• Tearüf: Birbirini tanıma, bilme. (Ayetin hedefi)
• Teavün: Yardımlaşma. (Tearüf’ün neticesi)
• Tenâkür: Birbirini inkâr etme, yok sayma. (Menfi milliyetçiliğin esası)
• Tahâsum: Düşmanlık etme. (Menfi milliyetçiliğin neticesi)
• Uhuvvet: Kardeşlik.
• Asabiyet: Kavmiyetçilik, ırkçılık.

Risale-i Nur’dan İktibas:
Bediüzzaman, bu ayeti Mektubat’ta tefsir ederken şöyle der:
“Fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, Hadîs-i Şerifte ferman etmiş: ‘İslâmiyette asabiyet-i cahiliye yoktur.’ … Diğer kısmı müspet milliyettir ki; hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı derûnîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesânüde sebeptir; uhuvvet-i İslâmiyeyi kuvvetlendirir… Zîrâ o müspet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim (hizmetkâr) olur, kal’a olur…”
(İktibas: Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Üçüncü Mebhas)

2. Teşhis ve Tedavi: Cehalet, Zaruret, İhtilaf ve “Medresetüz-Zehra” Projesi

Bediüzzaman, Eski Said döneminde, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Doğu vilayetlerinin içtimaî dertlerine bir teşhis koyar. Bu teşhis üç kelimeden ibarettir: “Cehalet, Zaruret (fakirlik), İhtilaf (ayrılık).”

Tedavi olarak da bu üç hastalığa karşı üç ilaç sunar: “Marifet (eğitim), Sanat (teknoloji/üretim), İttifak (birlik).”
Bu tedavinin merkezi ise onun en büyük hayali olan “Medresetüz-Zehra”dır. Bu, Doğu’da (Van’da) kurulmasını teklif ettiği, din ilimleri (ulum-u diniye) ile fen ilimlerinin (fünun-u medeniye) birlikte okutulacağı bir İslam Darü’l-Fünunu (Üniversitesi) projesidir.

Dayandığı Ayet (İlim ve Cehalet Farkı):
Eğitimin (marifetin) cehalete üstünlüğü, Kur’an’ın temel mesajlarındandır ( Meali):
…قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ…
“…(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer Suresi, 9. Ayet’ten bir bölüm)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• Marifet: İlim, eğitim, bilgi.
• Fünun-u Medeniye/Cedide: Fen bilimleri, modern bilimler.
• Ulum-u Diniye: Din ilimleri.
• Mezc: İki şeyi birbiriyle karıştırmak, kaynaştırmak.
• İhtilaf: Anlaşmazlık, ayrılık.
• İttifak: Birlik, uyuşma.

Risale-i Nur’dan İktibas (Üç Lisan Meselesi):
Bediüzzaman, Münazarat adlı eserinde bu üniversitenin eğitim diline dair meşhur tesbitini yapar. Bu tesbit, bölgenin gerçeklerine ve İslami kimliğe ne kadar ehemmiyet verdiğini gösterir:
“Sual: …Maksadını müphem bırakma, ne istersin?
Cevap: … Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.”
(İktibas: Münazarat)
Bu formülün izahı şöyledir:
• Arapça Vacip: Çünkü Kur’an’ın ve din ilimlerinin temel dilidir.
• Türkçe Lâzım: Çünkü devletin resmi dilidir, idari ve medeni ilimler için gereklidir.
• Kürtçe Caiz: “Caiz” kelimesi burada fıkhî manada “yapılabilir, meşrudur” anlamındadır. Yani, bölge halkının (Kürtlerin) ana dilde eğitim görmesinin (lisan-ı mahallî) doğal ve İslami bir hak olduğunu, bunun yasaklanamayacağını ifade eder.

3. İttihad-ı İslam (İslam Birliği) ve Tefrika Uyarısı
Bediüzzaman, Kürtlerin ve Türklerin bin yıldır İslam’ın bayraktarlığını yapmış iki kardeş unsur olduğunu ısrarla vurgular. Dış güçlerin (ecnebilerin) bu iki unsuru birbirine düşürmek için “menfi milliyetçilik” fikrini aşıladığını belirtir. Çözümün, ırkî bağlara değil, “Hablullah” (Allah’ın ipi) olan Kur’an’a sarılmak olduğunu söyler.

Dayandığı Ayet (Birliktelik Emri):
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ…
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasını6z.” (Âl-i İmrân Suresi, 103. Ayet)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• İ’tisam: Sımsıkı sarılmak.
• Hablullah: Allah’ın ipi (Kur’an, İslam).
• Tefrika: Bölünme, parçalanma.
• İttihad-ı İslam: İslam Birliği.

4. İçtimaî Adalet ve Hukukun Üstünlüğü
Bediüzzaman, Kürtlerin veya başka herhangi bir unsurun maruz kaldığı haksızlıklara karşı “adalet-i mahza”yı (mutlak adalet) savunur. Ona göre, bir mü’minin hakkı, kavmiyetine veya statüsüne bakılmaksızın korunmalıdır. Adaletin, ırkî veya siyasi mülahazalara feda edilmesine şiddetle karşı çıkar.

Dayandığı Ayet (Mutlak Adalet Emri):
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِما تَعْمَلُونَ خَب۪يراً
“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdard8ır.” (Nisâ Suresi, 135. Ayet)

Müradifler ve İlgili Kavramlar:
• Adalet-i Mahza: Mutlak adalet (Suçun şahsiliği prensibi, masumların zarar görmemesi).
• Kıst: Adalet, hakkaniyet.
• Zulüm: Haksızlık, adaletsizlik.

Netice
Bediüzzaman Said Nursi’nin tesbitleri, Kürtleri ırki bir azınlık olarak değil, İslam ümmetinin temel ve asil bir unsuru olarak ele alır. Onların dinî, içtimaî ve maarif seviyelerinin yükselmesini, ümmetin genel selametinin bir parçası olarak görür. Çözümü ırkçılıkta (menfi milliyetçilikte) veya tefrikada değil, Kur’an’ın “uhuvvet” (kardeşlik), “tearüf” (tanışma), “adalet” ve “ilim” (marifet) prensiplerine sarılmakta bulur.

Bakınız:
https://tesbitler.com/2024/10/29/bediuzzaman-said-nursinin-asari-bediiyye-adli-eseri-ve-kulliyatinda-kurtler-ile-ilgili-ne-gibi-tesbitler-de-bulunmaktadir/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




BEDİÜZZAMAN VE RİSÂLE-İ NUR -2-

BEDİÜZZAMAN VE RİSÂLE-İ NUR -2-

Risale-i Nur’un asrımızdaki vazifesine, metodolojisine ve ihtiva ettiği temel esaslara dair derûnî ve mühim tesbitler ihtiva etmektedir.

1. Asrın İhtiyacına Cevap ve İmanın Keşfi

Risale-i Nur’un “gürültülü asırda” ihtilafları bir kenara bırakıp insanlık alemini “Tevhid ve İman” noktasında topladığı ifade edilmektedir. Bu, Risale-i Nur’un en esaslı vazifesi olan iman-ı tahkikî (tahkike dayalı iman) dersini vermesidir.
Asrımız, fen ve tabiat ilimlerinin ilerlemesiyle birlikte maddiyyun (materyalist) düşüncenin yaygınlaştığı, şüphelerin ve vesveselerin kalplere ve akıllara hücum ettiği bir devirdir. Bu “toz duman” içerisinde, eski devirlerdeki gibi iman-ı taklidî (taklide dayalı iman) kâfi gelmemekte, sarsılmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Kur’an denizindeki cevherleri çıkarmak” suretiyle yaptığı, Kur’an’ın iman hakikatlerini bu asrın fehmine (anlayışına) münasip bir tarzda, aklî ve mantıkî isbatlarla sunmaktır. Bu, “keşif içindeki bir keşif” olarak tasvir edilen hâdisedir. Yani, zaten mevcut olan Kur’an hakikatlerinin, bu asrın perdeleri altından yeniden keşfedilmesidir.
Bu noktada, imana davetin basiret üzere olması gerektiği vurgulanır. Risale-i Nur, “bakar körlükten kurtarma” vazifesini, kâinata mana-yı harfî (yaratıcısı hesabına bakış) ile bakmayı öğreterek yapar.
Müradif Mefhumlar: İman-ı Tahkikî, İman-ı Taklidî, Mana-yı Harfî, Mana-yı İsmî, Basiret, Tefekkür, Marifetullah.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“De ki: ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, basîretle Allah’a çağırırız. Allah’ı tenzih ederim. Ben ortak koşanlardan değilim.'”
(Yûsuf Sûresi, 108. Ayet)

2. İçtimaî Hayatın İki Esası: Ribâ ve Zekât Tenkidi
İçtimaî ihtilallerin iki ana kaynağı olarak “Sen çalış ben yiyeyim” (Ribâ/Faiz) ve “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” (Enaniyet ve Zekât’ın terki) tesbit edilmiştir.
Risale-i Nur, bilhassa İşârâtü’l-İ’câz ve Lem’alar gibi eserlerde, bu iki içtimaî hastalığın cihan şümul tehlikelerine dikkat çeker.
• Ribâ (Faiz) ve Menfi Neticeleri: “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi, emeğe hürmetsizliğin ve haksız kazancın temelidir. Bu, metinde “küçük bir azınlığın menfaati” olarak ifade edilen sermaye zulmünü doğurur. Kur’an, ribâyı şiddetle yasaklayarak, içtimaî sınıflar arasında adavet (düşmanlık) ve kin oluşmasını engellemek ister.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt gelir de (faizcilikten) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim de (faize) dönerse, işte onlar cehennemin sakinleridir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
(Bakara Sûresi, 275. Ayet)
• Zekât ve Müsbet Neticeleri: “Ben tok olduktan sonra…” şeklindeki enaniyet ve merhametsizlik, sosyalizmin ve benzeri fikirlerin palazlandığı zemin olan “açlık ve fakirlik” problemini derinleştirir. İslamiyet ise, “köprü görevi gören zekât müessesesi” olarak belirtildiği gibi, zengin ile fakir arasına merhamet, şefkat ve uhuvvet (kardeşlik) köprüsünü kurar. Zekât, servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç olmasını engeller.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın Peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, Peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (böyle hükmedilmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.”
(Haşr Sûresi, 7. Ayet)

3. Varlığın Şehadeti: Vâhidiyet ve Ehâdiyyet Tecellîleri
Risale-i Nur’un “Allah-ın varlığı her zerrede gösterilmiş” hakikatine ve Sâni-i Zülcelâl’in sanatı üzerindeki “Vâhidiyet” ve “Ehâdiyyet” tecellîlerine (görünümlerine) temas etmektedir.
Bu, Risale-i Nur’un tevhid isbatlarındaki temel metodudur:
• Vâhidiyet: Allah’ın (c.c.) birliğinin ve isimlerinin bütün kâinat üzerinde bir bütün olarak görünmesidir. “sanatkarın sanatı üzerindeki Vâhidiyet derecesindeki hakimiyeti” buna işaret eder. Mesela, “Hayy” (Diri) isminin bahar mevsiminde bütün yeryüzünü ihya etmesi (diriltmesi) bir Vâhidiyet tecellîsidir.
• Ehâdiyyet: O Vâhid (Bir) olan Zât’ın, birliğinin her bir zerrede, her bir varlıkta hususî olarak görünmesidir. Metindeki “münferiden Ehâdiyyet derecesinde de her bir ferdinde bu hakimiyeti göstermesi” (ressamın resimdeki hakimiyetini çizgilerde de göstermesi) bu noktadır. Mesela, o “Hayy” isminin, tek bir sineğin veya mikrobun yapısındaki mucizevî hayatta da görünmesi bir Ehâdiyyet tecellîsidir.
Risale-i Nur, kâinattaki bu nizamı (düzeni) ve sanatı göstererek, her şeyin tek bir Sâni’in elinden çıktığını, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir şeyin O’nun vukûfiyeti ve iradesi haricinde olamayacağını isbat eder.

Müradif Mefhumlar: Tevhid-i Hakikî, İsbât-ı Sâni, Sikke-i Vahdet (birlik mührü), Hâtem-i Ehâdiyyet (ferdîlik mührü), San’at-ı İlâhiyye.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 190. Ayet)

4. Varlıkların Vazifesi ve Mu’cizât-ı Enbiyâ’nın Sırrı
“Bütün varlıkların bir vazife ile vazifelendirildiği” ve insanın da “en şerefli bir rütbe ile tavzif edildiği” belirtilmektedir. Bu, kâinatın yaratılış gayesinin ubudiyet (kulluk) ve tefekkür olduğu hakikatidir. Risale-i Nur, her varlığın kendi lisan-ı haliyle (hal diliyle) Allah’ı tesbih ettiğini ve O’nun isimlerine ayinedarlık (aynalık) vazifesi gördüğünü izah eder. İnsanın en şerefli rütbesi ise, bu tesbihatı şuurla idrak eden halife-i arz (yeryüzünün halifesi) olmasıdır.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât Sûresi, 56. Ayet)
Ayrıca, “Peygamber kıssalarıyla, teknolojik gelişmelere… ışık tutmuştur” ifadesi, Risale-i Nur’un (hususan Yirminci Söz’de) mu’cizât-ı enbiyâ (peygamber mucizeleri) üzerine yaptığı izahlara dayanır. Buna göre, mucizeler sadece peygamberlerin nübüvvetini (peygamberliğini) isbat eden harikalar değil, aynı zamanda beşeriyetin (insanlığın) ulaşabileceği fennî (bilimsel) ve teknolojik terakkiyatın (gelişmelerin) manevî birer prototipi ve hedefidir.
• Mesela, Hz. İdris’in (a.s.) mucizesi olan terzilik, giyim sanayiine; Hz. Süleyman’ın (a.s.) rüzgâra hükmetmesi, hava nakliyatına ve tayyarelere (uçaklara) işaret eder.

Müradif Mefhumlar: Ubudiyet, Hilafet, Vazife-i Fıtrat (yaratılış vazifesi), Tesbih, Mu’cizât-ı Enbiyâ, Terakkiyat-ı Beşeriyye.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali – Hz. Dâvud’un mucizesi):
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tesbih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, (onları) dokumasında intizamı gözet’ diye demiri ona yumuşattık. (Ey Dâvûd ailesi!) Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla görmekteyim.”
(Sebe’ Sûresi, 10-11. Ayetler) [Bu ayet, demirin yumuşatılmasıyla zırh sanatına (teknolojisine) işaret eder.]

5. Tebliğ Metodu: Müsbet Hareket ve Akıl-Kalb İttihadı
Risale-i Nur’un irşad (doğru yolu gösterme) metodolojisine dair mühim esasları vurgulanmaktadır:
• Müsbeti Anlatmak: “Menfiyi değil, müsbeti anlatmak.” Bu, Risale-i Nur mesleğinin esası olan müsbet hareket prensibidir. Yani, yıkıcı tenkit (eleştiri) yerine yapıcı izahı, adavet (düşmanlık) yerine muhabbeti, tefrikayı (ayrılık) değil ittifakı esas almak. “İslâmiyeti değil, müslümanı anlatmalarından” dolayı tebliğin tesirsiz kalması tesbitiniz de bu noktadadır. İslamiyetin parlak hakikatleri yerine, Müslümanların kusurlarına odaklanmak, insanları dinden soğutur.

Müradif Mefhumlar: Müsbet Hareket, Tebliğ, İrşad, Üslûb, Muhabbet.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali – Güzel Sözün Tesiri):
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.”
(İbrâhîm Sûresi, 24-25. Ayetler)
• Akıl ve Kalb Muvazenesi (Düstur ve Destur): “Akıl düstur ister, kalb destur ister. Böylece akıl ile kalb barıştırılarak…” ifadeniz, Risale-i Nur’un hakikat mesleği olmasının sırrıdır.
• Bazı tasavvufî yollar (tarikatlar) daha ziyade kalb üzerine teksif olur (yoğunlaşır); burada “destur” (izin, manevî feyiz) esastır.
• Bazı kelâmî ve aklî yollar ise sadece akıl üzerine durur; burada “düstur” (kaide, mantıkî prensip) esastır.
• Risale-i Nur ise, bu asrın ihtiyacına binaen, aklın şüphelerini izale eden (gideren) düsturları (Kur’anî prensipleri ve mantıkî isbatları) sunarken, aynı zamanda kalbi tatmin eden, ruha destur ve feyiz veren imanî hakikatleri birlikte mezcetmiş (kaynaştırmıştır).
• En Kısa Yol: “Hakikata giden en kısa yol gösterilmiştir”
• Risale-i Nur, bu asırda velayet yollarının (tarikatların) uzun ve meşakkatli olması hasebiyle, doğrudan Kur’an’dan alınan ve acz, fakr, şefkat ve tefekkür esaslarına dayanan bir “velayet-i kübra” (büyük velayet) yolu olduğunu ifade eder. Bu, seyr-ü sülûk (manevî yolculuk) zahmetleri olmadan, iman hakikatleri üzerinde tefekkür ile hakikate ulaşmanın en kısa ve en selametli yoludur.

Netice
Risale-i Nur Külliyatı’nın imanî, içtimaî ve metodolojik esaslarını muhtasar (öz) fakat şümullü (kapsamlı) bir surette tasvir etmektedir. Bu izahlar, mezkûr eserin sadece bir imanî tefsir değil, aynı zamanda asrın içtimaî ve fikrî hastalıklarına reçeteler sunan cihan şümul bir hikmet hareketi olduğunu göstermektedir.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/01/bediuzzaman-ve-risale-i-nur/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




BEDİÜZZAMANDAN KESİTLER

BEDİÜZZAMANDAN KESİTLER

Bediüzzaman Hazretleri’nin manevî makamının ulviyeti ve meşrebinin tarikatlardan farklı ciheti (Veraset-i Nübüvvet), Risale-i Nur eserlerinin “ruh” ve “tasdik” ile olan derûnî irtibatı, şahsî duruşundaki ifrat ve tefritten müberra (uzak) istikamet ve Ehl-i Sünnet dairesindeki muhakkikane tavrıdır.

1. Manevî Makam: Veraset-i Nübüvvet ve Tarikatın FeVkindeki Meşrep

Bediüzzaman Hazretleri’nin manevî silsilesi ve feyiz aldığı kaynak hakkında mühim ipuçları bulunmaktadır.
Müradif Kavramlar: Veraset-i Nübüvvet, Meşreb-i Hakaik, Velâyet-i Kübra.
İzah:
Ladikli Ahmed Ağa’nın şehadeti, bu konudaki en net ifadelerden biridir. Ahmed Ağa, Üstad’ın “herhangi bir tarikat silsilesine bağlı olmadığını”, “ne Kutbü’l-Aktab’a, ne de herhangi bir kutuba bağlı” olmadığını belirtmiştir. En mühim tesbiti ise şudur: “O doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) feyiz alır, ona göre hareket eder.”
Bu, Bediüzzaman’ın meşrebinin temelini teşkil eden Veraset-i Nübüvvet makamına işarettir. Yani, araya başka manevî kutubları veya silsileleri vasıta kılmaksızın, doğrudan doğruya Nübüvvet kaynağından (Kur’an ve Sünnet) feyiz alarak hakikatleri ders verme yoludur. Bu, tarikat meşrebinden (ki o velâyet yoludur) farklı olarak, hakikat yoludur. Hızır (a.s.) ile olan hatırası dahi, onun manevî rical ile irtibatını, fakat vazifesinin (Eskişehir zelzelesi gibi umumî bir musibetin def’i) onlardan dahi ayrı bir ehemmiyet taşıdığını gösterir.
Aynı şekilde, Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah Hazretleri’nin, Üstad’ın babası Sofi Mirza Efendi’ye gösterdiği fevkalade hürmet ve “Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı tercih ederim!” sözü de, velâyet makamının (Gavslık) dahi, o veraset-i nübüvvet makamının (Müceddidiyet) yanında ne kadar yüksek bir paye olduğunu idrak ettiğini göstermektedir.

İlgili Ayet:

Alimler, peygamberlerin varisleridir. Bu varislerin vazifesi, Allah’ın mesajını tebliğ etmek ve O’ndan başkasından çekinmemektir.
$الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْNكَ وَأَحَدًا إِلَّا اللَّهَ ۗ وَكَفَىٰ بِاللَّهِ حَسِيبًا$
Meali: “O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 33/39)
Bu ayet, enbiya hakkında olsa da, onların vazifesini deruhte eden müceddidler ve varisler de, feyizlerini doğrudan Risalet’ten aldıkları için, tebliğlerinde yalnızca Allah’tan korkarlar.

2. Risale-i Nur’un Hususiyeti: “Ruh”, “Tasdik” ve “Kalbetmek”
İlk kesitte “tescilli, onaylı, icazetli” olma meselesi, Risale-i Nur’un sadece lafızdan ibaret bir metin olmadığını, bilakis müellifinin “tasdik”inden geçen manevî bir “ruh” taşıdığını ifade etmektedir.

İzah:
Abdulmecid Nursi merhumun tercümesinin “bazı yerleri eksik de olsa” Üstad’ın onayından (tasdikinden) geçmiş olması, ona “tükenmez manalar” ve bir “ruh” kazandırmıştır. Buna mukabil, lafız olarak daha kâmil görünen fakat bu manevî icazetten ve tasdikten mahrum tercümelerin “lafızdan ziyade pek mana vermeyen” eserler olarak hissedilmesi, meselenin lafız değil mana ve ruh olduğunu isbat eder.
Risale-i Nur’un kendisi ilhamî bir tefsirdir. Müellifinin vazifesi, bu ilham ile gelen manaları kaleme almaktır. Müellifin tasdiki, o metnin ilhamî aslına uygunluğunun mührüdür. Bu mühür, metne bir kuvvet ve ruh verir.
Bu ruh, hizmet meşrebinde de kendini gösterir.
“Risale-i nur şerri hayra kalbeder. Yok etmez. Tarikatte ise riyazetle nefis yok edilir” ifadesi, bu iki meşrep arasındaki farkı net olarak ortaya koyar. Tarikat, riyazet (nefsî arzuları kırma) ile ene (nefis) ve onun şerlerini yok etmeyi hedefler. Risale-i Nur ise tefekkür yoluyla, enenin mahiyetini bildirir, ona “vahid-i kıyasî” (kıyaslama birimi) vazifesini öğretir ve böylece şerri (kötülüğü) hayra (iyiliğe) kalbeder (dönüştürür). Bu, daha selametli ve Kur’anî bir metottur.

İlgili Ayetler:
Allah, vahyini bir “ruh” ile indirir. İlham da bu vahyin bir cilvesidir.
$يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَىٰ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ$
Meali: “O, ‘Benden başka ilâh yoktur, bana karşı gelmekten sakının’ diye (insanları) uyarmaları için emrinden olan ruh (vahiy) ile melekleri kullarından dilediğine indirir.” (Nahl, 16/2)
Şerrin hayra kalbedilmesi (dönüştürülmesi) ise, Allah’ın tevbe eden kullarına bir lütfudur ve bu, Risale-i Nur meşrebinin dayandığı bir Kur’anî hakikattir:
$…إِلَّا مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَٰئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا$
Meali: “…Ancak tövbe edip inanan ve salih amel işleyenler başka. İşte bunların, Allah kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkân, 25/70’den bir kısım)

3. Müstakim Duruş: İfrat ve Tefritten Uzak Tenkit ve Nazar
Üstad Bediüzzaman’ın hem ilmî tenkitlerinde hem de şahsî muamelelerinde Sırat-ı Müstakim üzere olduğunu göstermektedir.

İzah:
En bariz misal, “Bir suale cevap” başlıklı metindir. Burada Üstad, iki zıt kutbu (Mustafa Sabri ve Mûsâ Bekûf [Musa Carullah]) muhakeme etmektedir:
• Mustafa Sabri: “İfrat etmiş”, “tefrit ediyor.” Muhyiddin-i Arabi gibi “ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi” olan bir zatı tezyifte (küçümsemekte) haksızdır. Sebebi: “kavâid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle”.
• Mûsâ Bekûf: “Ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr” (modernizme ve çağdaşlığa fazla uyumlu) efkârıyla “ziyade ifrat ediyor.”
Bediüzzaman’ın burada yaptığı, itidal ve hakkaniyet üzere bir tenkittir. Muhyiddin-i Arabi’yi (k.s) toptan reddetmez; “kendisi hâdî ve makbuldür” der. Fakat eserlerinin tehlikesine de işaret eder: “her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor.” Özellikle Vahdetü’l-Vücud bahislerinin “bu zamanda… okumak zararlıdır” diyerek, Ehl-i Sünnet’in temel kaidelerini muhafaza eder. Bu, ne taassup ne de teceddüt ifratıdır; bu, hakikatin kendisidir.
Aynı müstakim duruşu, şahsî hadiselerde de görüyoruz:
• Sultan Abdülhamit Hadisesi : Doktorun, Sultan Abdülhamit Han aleyhine konuşması üzerine hiddetlenmesi ve “Ben ona veli nazarı ile bakıyorum” diyerek muayeneyi reddetmesi, onun şahsî menfaatini (rapor almak) değil, uhrevî bir hakikati (bir veliye hürmet) esas aldığını gösterir.
• Fevzi Çakmak Hadisesi: Üç kere tekrara rağmen “Ben o adama Allah rahmet etsin, diyemiyorum” demesi de, yine şahsî değil, dinî ve umumî hizmete verdiği zarara binaen, tavizsiz bir duruştur.

İlgili Ayet:
İslam ümmetinin vasfı, “vasat” (dengeli, orta yol) olmaktır. Bu denge, ifrat ve tefritten kaçınmayı gerektirir.
$وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا ۗ …$
Meali: “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık…” (Bakara, 2/143’ten bir kısım)

Netice ve Diğer Tesbitler

• Zekâ ve Hıfz (Molla Fethullah): Üstad’ın “zekâ ile hıfzın aşırı derecede bir arada bulunması” vasfı, ona tevdi edilen ağır ve kudsî vazifenin (Risale-i Nur’un te’lifi) altından kalkabilmesi için ihsan edilmiş fıtrî bir mucizedir.
• İsnadın Reddi (Mustafa Sabri’nin oğlu): “Er reddiyyetü…” eserinin Üstad aleyhine yazılmadığının teyidi, Ehl-i Sünnet alimleri arasındaki ihtilafı değil, usûldeki ittifakı arayanlara bir işarettir.
• Hizmetin Ruhu (Bekir Berk): “Olmayacaklarla değil, o olacaklarla meşguldür” sözü, Risale-i Nur hizmetinin müsbet hareket ettiğini, ye’se (ümitsizliğe) düşmediğini ve tevekkül ile “fırtınalı havada da olsa” vazifesine devam ettiğini gösterir.
• Hizmetin Devamı (Hutbe-i Şamiye): 1911’de Arapça yazılan bir eserin, 40 yıl sonra bizzat müellifi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmesi, mesajın cihan şümul (evrensel) olduğunu ve zamanın geçmesiyle eskimediğini, aksine daha da ehemmiyet kazandığını isbat eder.

Hülasa, bu kesitler; Bediüzzaman Hazretleri’nin makamının doğrudan Veraset-i Nübüvvet olduğunu, eserlerinin ruhunun müellifinin tasdikinden geldiğini ve meşrebinin ifrat ve tefritten uzak, Sırat-ı Müstakim üzere olduğunu müdakkik (araştıran) nazarlara göstermektedir.

Bak:

https://tesbitler.com/2016/01/01/bediuzzamandan-kesitler/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA ŞİRK MEFHUMUNUN TAHLİLİ

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA ŞİRK MEFHUMUNUN TAHLİLİ


Risale-i Nur Külliyatı, baştan sona bir tevhid tefsiridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, bütün mesaisi “iman” ve “tevhid” üzerine müessesdir. Bu sebeple, imanın zıddı olan “küfür” ve tevhidin zıddı olan “şirk”, Külliyat’ın en esaslı hedefidir. Risale-i Nur, şirkin her bir nevi’ni (türünü) aklen, mantıken ve vicdanen reddetmekle kalmaz, onun kâinat nizamı içinde “muhal” (imkânsız) ve “mümteni” (olması düşünülemez) olduğunu isbat eder.
İman yolu “nihayet derecede kolay” iken, şirk ve küfür yolu “binler muhal içinde” ve imkânsız bir meslektir.

1. Şirkin Mahiyeti: En Büyük Zulüm ve Cehalet
Risale-i Nur, şirki Kur’ân-ı Kerîm’in nazara verdiği gibi, “zulm-ü azîm” (en büyük zulüm) olarak tasvir eder.
Şirk, Allah Teâlâ’nın rububiyetine, hâkimiyetine ve mülküne karşı en büyük haksızlık, tecavüz ve iftiradır. Kâinatın yaratılış gayesi olan “şükür” ve “ubudiyet”e zıt bir hareket olduğu için, bütün mevcudatın hukukuna karşı da bir cinayettir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle ferman edilir:
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Şüphesiz ki şirk, elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân, 31/13)
Bediüzzaman Hazretleri, şirkin aynı zamanda tam bir “cehalet ve hamakat” olduğunu vurgular. Zira kâinattaki her bir zerre, lisan-ı haliyle Vâhid-i Ehad’i gösterirken, bu şehadeti görmezden gelmek, aklı kullanmamak demektir.

2. Kâinatın Şehadeti: Şirkin Muhaliyeti (İmkânsızlığı)
Risale-i Nur’un en kuvvetli bürhanı (delili), şirkin sadece “yanlış” değil, “imkânsız” olduğunu göstermesidir. Kâinat, birbiriyle kenetlenmiş, bölünmez bir bütündür; tam bir “vahdet” (birlik) sergiler.
• Nizam ve İntizam: “Sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış”. Eğer birden fazla müdebbir (idareci) olsaydı, nizam ve intizam bozulur, kâinat fesada uğrardı. Bu hakikat, ayetle sabittir:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
• Hâkimiyet ve İhata: Allah’ın hâkimiyeti mutlak, ilmi ve kudreti ihatalıdır. “İhata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz” Bir memlekette iki padişah, bir köyde iki muhtar olamayacağı gibi, bu muhteşem kâinat sarayında da birden fazla mutasarrıf (tasarruf sahibi) olamaz. “Rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez”.
• Zerreden Küreye Tevhid Mührü: Şirk yoluna gidildiğinde, kâinattaki her bir mevcudu, hattâ her bir zerreyi yaratmak için ya her birinin “ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi” olması ya da hadsiz manevî makinelerin o zerreye yerleştirilmesi gerekir. Bu ise binler defa muhaldir. Fakat her şey Vâhid-i Ehad’e isnad edildiğinde, bir zerre, O’nun memuru olarak, O’nun “intisab ve istinad sırrıyla”koca bir ordunun işini görür.

3. Şirkin Menşei: Enaniyet, Esbapperestlik ve Felsefe
Bediüzzaman Hazretleri, şirkin psikolojik ve derûnî menşeini (kaynağını) “ene” (benlik) mefhumuyla izah eder. Ene, insana Allah’ın sıfatlarını anlaması için verilmiş “vahid-i kıyasî” (kıyaslama birimi) olan “ince bir elif, bir tel, farazî bir hat” iken, mahiyeti bilinmezse ve felsefe tarafından beslenirse , tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur (gelişir).
Bu ene “koca bir ejderha gibi” vücudu yutar, “şeytan gibi” Allah’ın emirlerine karşı mübareze eder. Sonra da herkesi kendine kıyaslayıp “Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer”.
Bu süreç, Risale-i Nur’da şöyle derecelendirilir :
• Enaniyet: Benlik davası.
• Şirk-i Hafî (Gizli Şirk): Enaniyetin katılaşması.
• Esbab Şirki (Sebeplere Tapma): “Tesir-i hakikînin esbaba verilmesi”.
• Sebepleri müessir-i hakikî (gerçek tesir edici) zannetmek.
• Küfür (İnkâr): Sebeplerin arkasındaki Hâlık’ı (Yaratıcı’yı) inkâr etmek.
• Tatil (Ateizm/Nihilizm): Hâlıksızlık fikrine saplanmak.
Şirkin bir diğer menşei, Kur’ân’ın da şiddetle tenkit ettiği, nefsin hevasına (gelip geçici arzu ve isteklerine) tâbi olmaktır. “Kasden ve bizzât kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır”.
“Gördün mü o kimseyi ki, kendi arzusunu ilâh edinmiş, Allah da onu bir ilim üzere saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık Allah’tan başka ona kim hidayet verecektir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 45/23)

4. Şirkin Nevileri ve Fecaati
Risale-i Nur, şirkin muhtelif nevilerini nazara verir :
• Esbabperestî: Sebeplere (tabiat kanunları, madde vb.) hakiki tesir vermek.
• Nücumperestlik: Yıldızlara tesir ve ilahlık atfetmek.
• Sanemperestî: Putlara tapmak.
• Tabiatperestlik: Tabiatı (doğayı) yaratıcı kabul etmek.
• Tevellüd Şirki: Hz. İsa (a.s.), Üzeyr (a.s.) veya meleklere “Allah’ın evladı” demek.
Şirkin neticesi, dünyada ve ahirette felakettir.
• “Şirk ve dalaletin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor”.
• Ahirette ise “affedilmez büyük bir cezayı” gerektirmektedir. Zira iman, kâinat kadar büyük bir hakikat iken, şirk kâinatı tahkir eden bir cinayettir.
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.” (Nisâ, 4/116)
Kıyametin kopmasına sebebin şirk olması ve zeminin şirk-âlûd eserlerden büyük bir zelzele ile temizlenecek olması da bu cinayetin azametini gösterir.

5. Şirke Karşı İman ve İhlas Reçetesi

Risale-i Nur, şirkin bu dehşetli hastalığına karşı Kur’ânî bir reçete sunar:
• İhlas Suresi: İhlas Suresi şirki “6 vecihle reddeder”. Bu sure, Hû (O) ile ulaşılamaz bir Zât-ı Akdes’e işaret eder; Ahad ile kesreti (çokluğu) ve iştiraki reddeder; Samed ile her şeyin O’na muhtaç, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını bildirerek esbabın tesirini kırar; Lem yelid ve lem yûled ile tevellüd şirkini (doğurma ve doğrulma fikrini) kökünden keser; Ve lem yekün lehû küfüven ahad ile O’na denk, misil ve nazir (benzer) olmasını nefyeder.
• İhlasın Kendisi: “Şirkin her türlüsünü… kesip kişiyi kurtaran ihlastır” .
• Amelde rıza-yı İlahî’yi esas tutmak, şirk-i hafîden (gizli şirkten) kurtulmanın yegâne yoludur.
• Terk Mertebeleri: Kur’an, seyyiatı (kötülükleri) terk etmeyi üç mertebede zikreder : 1. Şirki terk, 2. Maasiyi (günahları) terk, 3. Masivaullahı (Allah’tan gayrı her şeyi) terk.
• Vesveseye Dikkat: Risale-i Nur, mühim bir nükteye de temas eder: Hayal veya fikir aynasında küfür ve şirkin akislerinin (yansımalarının) bulunması, itikadı bozmaz . Bu, şirkin tasavvuru ile tasdikinin (yani vesvese ile imanın) farkını ortaya koyan mühim bir tesellidir.

Hâtime (Netice)
Hulâsa, Risale-i Nur Külliyatı, “tesadüf, şirk ve tabiat”tan müteşekkil fesad şebekesinin âlem-i İslâm’dan ve akıllardan nefy ve ihracı (sürgün edilmesi) için verilmiş kararı, kuvvetli bürhanlarla infaz etmiştir. Şirkin hakikatinin olmadığını, yolunun kapalı olduğunu ve tevhidin kâinatın her zerresine nakşedilmiş zarurî bir hakikat olduğunu isbat etmiştir.

Bakınız
https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-sirk-konusu/

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
10/11/2025

 




TÜRKİYE İHANET ÇEMBERİNDEN

TÜRKİYE İHANET ÇEMBERİNDEN

Tarih boyunca bu topraklar hem rahmetin hem de ihanetin kavşağı olmuştur. Anadolu, semalarında ezanla birlikte ihanet fısıltılarının da yankılandığı bir diyardır. Ne gariptir ki, bu ülke dıştan değil çoğu zaman içerden vurulmuştur. Tarihin derinliklerinde Truva atı bir defa tahta yapılmış, lakin ruhu asırlardır türlü suretlerle karşımıza çıkmıştır.
Bugün ise o ruh, “dost” maskesi takmış, dijital bir çağda casus yazılımlarla, kravatlı ajanlarla, medya manipülasyonlarıyla zuhur etmiştir.
Bir zamanlar İngiliz altınlarıyla Osmanlı subaylarını satın almaya çalışan eller, şimdi dolar transferleriyle, medya ağlarıyla, siber casuslukla aynı ihaneti sürdürmektedir.
Dün Şerif Hüseyin’in ihanetiyle cephe yarıldıysa, bugün başka isimlerle masa devrilmek istenmektedir. İsimler değişti; hain aynı kaldı.
Bu topraklar, dıştan gelen düşmanı tanır ve karşısına dikilir. Lakin içerideki Truva atlarını fark etmek, en zoru olmuştur. Zira onlar bu milletin dilini konuşur, türküsünü söyler, yüzüne tebessüm eder; ama gönülleri başka merkezlere bağlıdır.
İşte bu ihanet şebekeleri, gerektiğinde münafıkane bu milletin en mukaddes duygularını kullanarak içimize sokulan en büyük fitneydi. O fitne sönmedi; şekil değiştirdi.
CIA’nın, MOSSAD’ın ve MI6’nın kolları; dijital iletişim ağlarında, siyaset kulislerinde, medya planlarında yeniden örülmeye başladı.
Bir bir ortaya çıkan bu ihanetler, Türkiye’ye karşı örülmüş bir uluslararası ihanet şebekesinin belgesidir.
İngiliz generallerinden İsrailli istihbaratçılara, Amerikan diplomatlarından düşman artıklarına kadar her isim, bir zincirin halkasıdır.
Bu zincirin hedefi, “Bu milletin devlet aklını” felce uğratmak, milletin iradesini parçalamaktır.
Ama unuttukları bir şey var:
Bu millet, nice ihanetleri sabırla eritmiş, düşmanına rahmetle galebe çalmış bir millettir.
Malazgirt’te yedi düvel karşısında bir avuçtu, Çanakkale’de destan yazdı, 15 Temmuz gecesi tankın önüne yüreğini koydu.
Her defasında içteki hainin, dıştaki düşmanın oyununu Allah’ın izniyle bozdu.
Zira bu milletin kaderi, ihanetle değil imanla yazılmıştır.
Ve Allah, sadık olanlarla beraberdir.
Bugün her ne kadar ekranlarda, sosyal ağlarda, siyasetin perde arkasında bu ihanet çemberi yeniden örülse de; bu milletin feraseti, tarihi hafızası ve imanlı evlatları oldukça hiçbir ihanet ebedî olamayacaktır.
Truva atı bu kez dijitaldir, ama onun içindekileri tanıyacak göz yine bu milletin kalp gözüdür.

Hikmetli Sonuç:

Bir milletin düşmanı dışarda değil, ihanet içindeyse; o milletin en büyük silahı iman, en büyük kalesi sadakattir.
Ve her ihanet, sadakatle mağlup olur.

Özet:

Bu makalede Türkiye’nin yüz yılı aşkın süredir maruz kaldığı iç ve dış ihanet ağları tarihî bir perspektifle ele alınmıştır.
CIA, MOSSAD ve MI6 bağlantılı casusluk faaliyetlerinin ve benzeri unsurlarla birleşerek Türkiye’nin siyasî ve millî yapısını hedef aldığı vurgulanmıştır.
Ancak Türk milletinin tarih boyunca sahip olduğu iman, ilahi yardım, feraset ve sadakat şuuru sayesinde bu ihanet çemberini defalarca kırdığı ifade edilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
09/11/2025




TÜRKİYE: İHANET ÇEMBERİNDE YÜZ YIL

TÜRKİYE: İHANET ÇEMBERİNDE YÜZ YIL

I. Bir Milletin En Büyük Düşmanı: Kendi İçindekiler

Tarih boyunca bu topraklara yönelmiş en büyük saldırılar, daima “dışarıdan” gibi görünür ama kökleri içeridedir.
Bir milletin surlarını dışarıdan top yıkmaz; içeriden açılan kapılar yıkar.
Truva’nın hazin sonunu hatırla: surlar sapasağlamdı, askerler kararlıydı. Ama “dost görünen bir hediye”, içeri alınan bir tahta at, bütün bir milleti yuttu.
Bugün Türkiye de, yüz yıldır benzeri bir Truva çemberi içindedir.
Bir değil, birçok Truva atı…
Kimi siyaset maskesiyle, kimi medya perdesiyle, kimi sivil toplum görünümlü örgütlerle içimize sızmıştır.
Görünüşte yerlidirler, lakin fikirleri, rehberleri ve hedefleri ecnebidir.
Kökü dışarıda, gövdesi içeride olan bu ihanet zinciri, her defasında bir başka isimle, bir başka suretle karşımıza çıkar.

II. Dıştan Gelenin Asıl Gayesi: İçteki Zayıf Halkayı Bulmak

İngiltere, ABD ve İsrail gibi devletlerin istihbarat servisleri — tarih boyunca yalnızca bilgi toplamakla kalmadı; devletlerin kaderine yön veren, hükümetleri deviren, savaşları başlatan görünmez eller oldular.
Bu ellerin uzandığı ülkelerde önce bir “bağlantı noktası” bulunur.
Sonra bu nokta büyür, bir ağ olur.
O ağın içine gazeteci girer, iş adamı girer, siyasetçi girer, akademisyen girer…
Sonunda milletin kaderi, milletin elinden alınır; yabancı istihbarat masalarında çizilen planlar, “yerli” görünümlü isimlerin eliyle sahneye konur.
Bugün ortaya çıkan Hüseyin Gün dosyası — eğer iddialar doğruysa — Türkiye’nin uzun zamandır içinde dönen görünmez çarkları bir nebze görünür kılmıştır.
Bir telefon rehberi… ama içinde bir milletin kaderini yönlendirmek isteyen binlerce yabancı isim.
MI6’dan CIA’ya, Mossad’dan Pentagon’a kadar uzanan bir zincir…
Ve bu zincirin ucunda Türkiye’nin seçimlerine, iç siyaset dengesine, hatta fikir iklimine yön verme çabaları.[1]

III. İhanetin Gölgesi: Truva’nın Yeni Sureti

Her devirde ihanetin kılığı değişir.
Eskiden işgalci donanmalarla gelen düşman, şimdi “düşünce kuruluşları”, “vakıflar”, “dijital ağlar” ve “danışmanlık şirketleri”yle gelir.
Silahın yerini veri alır; topun yerini propaganda; casusun yerini sosyal medya stratejisti…
İçimizdeki maskelilerde işte böyle bir Truva idi.
Yıllar boyunca, fatklı perdeler altında milletin damarlarına kadar sızıldı.
Sonra operasyonlarla o maskeler düşüp, gerçek yüzleri ortaya çıktı.
Şimdi benzer yapılar, farklı adlarla, aynı gayeyi sürdürmeye çalışıyor: Türkiye’yi içinden vurmak.

IV. Hikmetli Bir Nazar: Düşmanını Tanı, Fakat Önce Kendini Bil

İhanetin en büyük sebebi, gaflettir.
Bir millet kendi değerlerini, imanını, tarihini ve mukaddesatını unuttuğunda; yabancının planı kolay işler.
Kendisini tanımayan bir millet, başkalarının şekline girmeye mecbur kalır.
Eğer biz, milletçe kendi nefislerimizdeki zafiyeti izale etmezsek, ecnebilerin baskısı ve tahakkümü altında kalırız.
Yani düşmanı kovmak yetmez; içteki zafiyeti de kovmak gerekir.
Zira düşman dışta değil, bazen içteki bir kalpte gizlidir.

V. Tarihin Şahitliği

Tarih, bu milletin ihanetle imtihanının tarihidir.
1915’te, Çanakkale’de top mermisiyle vurulamadık,
Ama her defasında “içerideki Truva atları”yla zayıflatılmak istendik.
Bugün bu çember tekrar daralıyor: medya, siyaset, ekonomi ve dijital alanda dış merkezlerin planları, içeridekilerin eliyle yürütülmek isteniyor.
Ancak millet, artık tecrübeli.
Her ihanetten sonra iman ve şuûr daha da pekişti.
Zira her fitne, sonunda bir diriliş doğurur.

VI. Hikmetli Sonuç

İhanet, ihanet edenin kârı değildir.
İhanet eden, kendi kökünü keser; kendi milletini değil, aslında kendi haysiyetini vurur.
Ve Allah, hıyaneti sevmez.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle beyan olunur:
“Allah, hıyanet edenleri sevmez.”
(Enfâl Sûresi, 58)
Bir başka ayette ise:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne hainlik etmeyin; bile bile aranızdaki emanetlere hıyanet etmeyin.”
(Enfâl Sûresi, 27)
Bu iki ayet, hem devlet yönetimi hem fert hayatı için ebedî bir uyarıdır:
Emanet, yalnız mal değildir; vatan da emanettir, millet de emanettir, iman da emanettir.

ÖZET

• Türkiye yüz yıldır “dış müdahale” değil, esasen “içeriden yönlendirilen” ihanetlerle sınanmıştır.
• CIA, Mossad, MI6 gibi servislerin isimlerinin geçtiği Hüseyin Gün dosyası, bu çemberin görünür hâline gelmiş bir halkasıdır.
• Farklı adlarla benzer yapılanmalar, Truva atı gibi içerden zayıflatmayı hedeflemiştir.
• İhanetin karşısında durmanın yolu; millî şuuru, imanî direnci ve tarihî bilinci canlı tutmaktır.
• Kur’ân, hıyanetin her türlüsünü yasaklar ve emanetin korunmasını emreder.
• Netice itibarıyla: Türkiye’nin kurtuluşu, dış düşmanı tanımaktan ziyade, içteki Truva atlarını fark etmekten geçer.

— · ⁖ · — — · ⁖ · — — · ⁖ · —

Yüz yıl öncesinden haber verilen bünyedeki içi kemiren kurlar;

“Istanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum.
“Bana ıztırap veren,” dedi, “yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. Işte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!” Bediüzzaman Said Nursi. Tarihçe-i Hayat.542.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
09/11/2025

[1] https://m.haber7.com/siyaset/haber/3578257-cia-ve-mossad-ajanlari-ifsa-oldu-huseyin-gunun-telefonundan-cikti-isimler-soke-etti




Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı-1-3

Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı — 1 –
‘Gelin Alın Beni!’
“O an dünya uykudaydı!”

Soğuk bir kış sabahıydı, karanlığın henüz çekildiği saatlerde. Hind Receb, henüz 6 yaşında bir kız çocuğu, ailesiyle birlikte hayata tutunma mücadelesi veriyordu. Gazze Şeridi’nin güvenliğini çoktan kaybetmiş topraklarında, sığınacak bir yer arıyorlardı; umutlarının artık gölgesi bile yoktu.
Aracın içinde, soğuğun ürperttiği havada, Hind’in küçük yüreği büyük bir korkuyla çarpıyordu. Yanında akrabaları vardı — dayısı, dayısının eşi ve üç çocuğu — birlikte çıkmışlardı yola, güvenli bir köşeye doğru. Fakat huzur değil; ölüm kapıdaydı.
Ay 29 Ocak 2024’te, Tel el‑Heva Mahallesi yakınlarında araçları, hedef alındı. Kurşunlar gövdesinde delikler açtı; ön cam paramparça oldu, gösterge paneli çatladı. Araç bir anda sığınak değil, mezar oldu.
Hind, telefona sarıldı. Korku sesiyle konuştu. “Hepsi öldü, gelin alın beni… burada tek kalmak istemiyorum. Çok korkuyorum.” dedi.
Saatler geçiyordu. Ambulanstan, sağlık ekibinden haber yoktu. Araç çevresindeki bombardıman ve ateş, kurtarıcı olmayı değil, felaketi çağırmıştı.
Günün sonunda, 10 Şubat 2024’te araç bulunduğunda Hind ve yanında olan 5 akrabasının cansız bedenlerine ulaşıldı. Kurtarılamamışlardı.
Hikâye sadece Hind’in değil; bir çocuğun hayalini, bir ailenin umudunu yok eden savaşın nafileliğiydi. Uluslararası kamuoyu dikkatini çekerken, Hind’in adı bir filmin ana karakteri oldu: The Voice of Hind Rajab (Hind Receb’in Sesi). Filmde gerçek ses kayıtları kullanıldı, küçük bir kız çocuğunun aracın içinde geçen korku dolu saatlerini yansıttı.
Ve hâlâ…
Hind’in hikâyesi, Kur’ân-ı Kerîm’in şu mısralarını akla getiriyor:
«… kim bir cana kıymışsa bütün insanları öldürmüş gibi olur…» (Maide Sûresi 32)
Bir hayat böylece elimizden bir hışımla alınmış; çığlıkları kayıtlara geçmiş ama yankıları hâlâ var…

Bitiriş
Hind’in sessizliği, bombaların gölgesinde kaybolmadı. Onun adını taşıyan araçlar sergilendi, uluslararası platformlarda anıldı.
Ama bir soru hâlâ duruyor: Bu çocukların çığlığını kim duyacak? Ve biz ne zaman, sesleri bastırılanların hakkını göreceğiz?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
08/11/2025

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı — 2 –
‘Gelin Alın Beni!’
“O an dünya uykudaydı!”

Gazzeli Hind’in Son Duası

Gazze’de güneş doğmuyordu artık…
Gök, kara bir duman perdesiyle örtülmüş; çocuk sesleri, molozların arasına gömülmüştü.
Bir zamanlar gülüşleriyle annesinin yüreğini ısıtan, gamzesiyle umudu hatırlatan altı yaşındaki Hind Receb, o sabah annesinin elini sıkıca tutarak evden çıkmıştı.
Ne o el bir daha tutulacaktı, ne de o gamze bir daha gülecekti.
Hind’in gözleri, savaşın kararttığı ufka bakıyordu.
Bir aracın içinde dayısı, yengesi ve üç kuzeniyle birlikteydi. “Biraz daha dayan kızım,” demişti dayısı, “birazdan güvenli bölgeye varırız.”
Ama o güvenli bölge denilen yer, çoktan toprağa karışmış bir hayaldi.
Birden gök gürledi; fakat bu gürültü rahmetin değil, gazabın sesiydi.
Bir roket düştü, araç sarsıldı, ardından bir sessizlik çöktü.
Hind, gözlerini açtığında çevresi kana bulanmıştı.
Yanındaki herkes hareketsizdi.
Yalnızdı.
Ve o an minicik kalbiyle anladı: Bu sessizlik bir felaketin adıydı.
Küçük elleriyle telefona sarıldı, korku titrek sesine karıştı:
“Lütfen beni alın… burada tek başıma kaldım… herkes öldü… ben çok korkuyorum…”
Bu cümle, insanlığın duymak istemediği ama asla unutamayacağı bir nida olarak yankılandı.
Dakikalar geçti, saatler geçti.
Ne ambulans geldi, ne ses…
Sadece bombaların uğultusu ve çökmekte olan bir dünyanın iniltileri…
Hind, annesinin öğrettiği duayı mırıldandı:
“Allah’ım beni koru.”
O dua, Gazze semalarına bir serçe kanadı gibi yükseldi;
ama o semalar artık merhameti değil, demiri ve ateşi taşıyordu.
Günün sonunda, 10 Şubat 2024’te o aracı buldular.
İçinde, Hind ve beş yakın akrabasının cansız bedenleri vardı.
Hind’in gamzesi artık yoktu ama o gamzenin ardında bir insanlık imtihanı kaldı.
Bir çocuk, “Neden?” bile diyemeden gitmişti.
O gün Gazze’nin duvarlarına şu cümle yazıldı:
“Hind’in gamzesi, insanlığın utancına mühür oldu.”

İbret ve Hikmet Özeti

Hind Receb’in hikâyesi sadece bir çocuğun ölümü değildir.
Bu, insanlığın körleşmiş vicdanının, siyasetin kanla yazdığı bir ibret levhasıdır.
Zulüm, masumların kanını dökerek galip geldiğini sanır;
hâlbuki her bir damla kan, zalimin sonunu yazan mürekkep olur.
Hind’in hikâyesi, bize bir kez daha hatırlatır:
Mazlumun ahı, göğe çıkar;
ve gök, mutlaka bir gün adaletle cevap verir.

Kur’ân’dan Ayetlerle

“Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de birini kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 32. Âyet )
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra size yardım edilmez.”
(Hûd Sûresi, 113. Âyet)
“Şüphesiz ki zalimler, yaptıklarının cezasını mutlaka göreceklerdir.”
(İbrahim Sûresi, 42. Âyet)

Son Söz

Hind’in gözleri kapandı ama onun duası hâlâ Gazze’nin rüzgârlarında dolaşıyor.
Her bombanın ardından, bir çocuk sesi göklere yükseliyor:
“Beni alın… ben yalnızım…”
Ve o ses, dünyanın vicdanına şu suali soruyor:
Bir çocuk yalnız kalırken, insanlık nasıl uyuyabiliyor?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
08/11/2025

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı — 3 –
‘Gelin Alın Beni!’
“O an dünya uykudaydı!”

Gazze’nin seması, artık gökyüzü değil; karanlığın kundağında bir mezar gibiydi.
Bir zamanlar çocuk çığlıklarının yankılandığı sokaklar, şimdi moloz ve sessizlikle doluydu.
O sessizliğin ortasında bir gamze parlıyordu: Hind Receb’in gamzesi.
Altı yaşında bir çocuk…
Bir gülüşün, bir duanın, bir merhamet duasının timsaliydi.
Ama bu yeryüzü, artık gülüşleri taşımayacak kadar ağırdı.
Bir sabah…
Ne sabahıydı o? Ne gündü, ne gecenin sonu.
Bir kıyam sabahıydı.
Hind, yorgun bir şafakta, annesinin kucağından ayrılıp bir araca bindi.
Yanında dayısı, yengesi ve kuzenleri vardı.
Yüreklerinde bir umut kırıntısı; “biraz daha dayanırsak kurtuluruz” diyorlardı.
Lakin Gazze’de “kurtuluş” artık sadece mezar taşlarında yazan bir kelimeydi.
Bir uğultu koptu, gök yarıldı.
Aracın üstüne ölüm düştü.
Bir anda nefesler kesildi, kelimeler bitti.
Toz bulutunun içinde minicik bir kalp kaldı: Hind’in kalbi.
O küçücük kalp, telefona sarıldı.
Titrek sesiyle, insanlığa bir çağrıda bulundu:
“Lütfen beni alın… herkes öldü… ben tek kaldım…”
Ne acı bir cümledir bu!
Savaşın ortasında, bir çocuğun kelimeleri insanlığın yüzüne tokat gibi çarpmıştı.
Bir çocuk “ben yalnızım” diyordu, ama o yalnızlık sadece bir çocuğa ait değildi;
bu, vicdanını kaybetmiş bir dünyanın ortak yalnızlığıydı.
Saatler geçti, kurtuluş gelmedi.
Ambulanslar, mermilerin gölgesinde geri döndü.
Bir medeniyetin gözü önünde bir çocuğun son nefesi, rüzgâra karıştı.
Ve o gün, insanlık bir kez daha sınavdan kaldı.
Bir çocuk öldü, bir gamze söndü, bir dua yarım kaldı.
Ama o yarım dua, göğe yükseldi.
Rabbine ulaşan o serçe kanadı dua, belki de kıyamet günü insanlığın önüne delil olarak konulacak.
Ey insan!
Bir çocuk “beni alın” diye yalvarırken sen hangi kelimenin ardına saklandın?
Hangi siyasetin, hangi çıkarın, hangi sessizliğin perde arkasına gizlendin?
Bir çocuğun korkusundan daha büyük hangi dava vardır bu dünyada?
Oysa Kur’ân, asırlar öncesinden haykırmıştı:
“Kim bir cana kıymamışken birini öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 32)
Demek ki bir Hind öldü; ama aslında hepimizden bir parça öldü.
Bir çocuk gitti, ama insanlık küllerinden yeniden doğamadı.
Şimdi o gamze yok;
ama o gamze, bir sembol oldu.
Adaletin suskun kaldığı her yerde, mazlumun dili o gamzede konuşuyor.
Gazze’de toprağa düşen o minik beden, hâlâ gökyüzüne bakıyor sanki.
Sanki diyor ki:
“Ben ölmedim; siz sustunuz.”
Ve belki de hakikatin en ağır cümlesi şudur:
Savaşlar çocukları öldürmez sadece; insanın kalbini de öldürür.

İbretli Netice

Gamzeli Hind’in hikâyesi, bir milletin değil, insanlığın imtihanıdır.
Bir masumun kanı, bin zalimin tahtını sarsar.
Bir çocuk susar, ama onun sessizliği âlemleri inleten bir duaya dönüşür.
Ve her dua, sonunda bir adalet gününü çağırır.
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.”
(Hûd Sûresi, 113)
O hâlde ey insan,
Hind’in gamzesini unutma.
Zira o gamze, senin vicdan aynandır.
Bir gün dönüp baktığında orada neyi görürsün;
masumun duasını mı, yoksa kendi sessizliğini mi?..

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
08/11/2025

 

 




DUHA’DAN NAS’A KUR’AN-IN BELÂĞATI

DUHA’DAN NAS’A KUR’AN-IN BELÂĞATI

1- DUHA SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak belâgat misallerinden biri olan Duhâ Suresi, hem lafzî (söz) hem de manevî (mana) açıdan, indiği makam (durum) ve hitap ettiği zât (Hz. Peygamber s.a.v.) ile tam bir mutabakat içindedir.
Bu sure, “Fetret-i Vahiy” olarak bilinen, vahyin bir müddet kesildiği, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) derin bir hüzün ve endişe içinde olduğu ve müşriklerin “Rabbi O’nu terk etti!” şeklindeki alaylarına maruz kaldığı bir zamanda nazil olmuştur. Surenin her bir kelimesi, bu hüzün ve endişe hâlet-i ruhiyesini tedavi etmek, teselli vermek ve müjdelemek üzere seçilmiştir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Duhâ Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Kuşluk vaktine andolsun,
> 2. Dindiği zaman (veya karardığı zaman) geceye andolsun ki,
> 3. Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
> 4. Şüphesiz senin için son [hayat] (âhiret), ilk [hayat]tan (dünyadan) daha hayırlıdır.
> 5. Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.
> 6. Seni yetim bulup da barındırmadı mı?
> 7. Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola iletmedi mi?
> 8. Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?
> 9. Öyleyse sakın yetimi ezme!
> 10. Sakın isteyeni azarlama!
> 11. Ve Rabbinin nimetini durmaksızın anlat!
> (Duhâ, 93/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Duruma (Makam) Uygun Kelime Seçimi
Surenin belâgat tahlilini, indiği o hassas psikolojik durumu (hüznü) tedavi etme gayesi üzerinden yapabiliriz:

A. Yeminin (Kasem) Belâgatı: (الضُّحَى) ve (وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى)
Surenin indiği zamanda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vahyin kesilmesi sebebiyle manevî bir “gece” ve “durgunluk” içindeydi. Allah Teâlâ, yemini bu iki zıt durum üzerine bina eder:
* “Kuşluk Vakti” (الضُّحَى – ed-Duhâ): Bu, güneşin yükselip her yeri aydınlattığı, en parlak olduğu andır. Vahyin parlaklığını, açıklığını ve getirdiği nuru temsil eder.
* “Dindiği Zaman Gece” (وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى – ve-l-leyli izâ secâ): Buradaki (سَجَى) “secâ” kelimesi, (فَانْبَجَسَتْ) kelimesindeki nüans gibi kritiktir. “Karanlık gece” demez. “Secâ”, sakinleşen, durulan, her şeyin sükûnete erdiği, hareketin durduğu gece demektir. Bu lafız, vahyin kesilmesiyle yaşanan o “durgunluk” ve “sessizlik” hâlini (Fetret-i Vahiy) mükemmelen tasvir eder.

Belâgat Nüktesi: Allah Teâlâ, bu iki zıt duruma yemin ederek şu mesajı verir: “Ey Resûlüm! O parlak kuşluğun (vahyin) Rabbi de Benim, şu an yaşadığın bu durgun ve sakin gecenin (vahyin kesilmesinin) Rabbi de Benim. Biri aydınlıksa, diğeri hikmetli bir sükûnettir. Gecenin sükûneti, güneşin doğuşuna engel olmadığı gibi, bu fetret (durgunluk) dönemi de Benim sana olan rahmetime ve vahyin yeniden gelmesine engel değildir.”
Yemin, cevabın (Rabbin seni terk etmedi) delilidir.

B. İki Ayrı Teselli: (مَا وَدَّعَكَ) ve (وَمَا قَلَى)
Müşriklerin “Rabbi Muhammed’e vedâ etti, O’na küstü/darılıp terk etti” şeklinde iki temel iddiası vardı. 3. âyet, bu iki iddiayı iki ayrı ve çok hassas kelimeyle reddeder:
* (مَا وَدَّعَكَ – Mâ Vedde’ake): “Rabbin seni bırakmadı.”
* Aslı: (وَدَّعَ) “Vedde’a”, vedâlaşmak, ayrılmak, bırakıp gitmek demektir. Bu, bir dostun dostunu terk etmesi gibi şahsî ve duygusal bir ayrılığı ifade eder.
* Nükte: Bu kelime, Peygamberimizin (s.a.v.) “Terk mi edildim?” şeklindeki şahsî hüznünü ve mahzunluğunu hedefler. Allah, “Benim seninle olan dostluğum, ahdim bitmedi, sana vedâ etmedim” diyerek ilk duygusal teselliyi verir.
* (وَمَا قَلَى – Ve Mâ Kalâ): “Ve sana darılmadı.”
* Aslı: (قَلَى) “Kalâ”, buğz etmek, nefret etmek, darılmak, hoşlanmamak demektir. Bu, “Vedde’a”dan daha şiddetlidir; bir suç veya hata sebebiyle oluşan bir kızgınlığı, bir darılmayı ifade eder.
* Nükte: Bu kelime, Peygamberimizin (s.a.v.) “Acaba bir kusur mu işledim de Rabbim bana darıldı?” şeklindeki endişesini hedefler. Allah, “Senden razıyım, sana buğz etmiş veya darılmış değilim” diyerek ikinci zihnî ve vicdanî teselliyi verir.

Belâgat Hülâsası: Eğer âyet sadece “Rabbin seni terk etmedi” deseydi, “Acaba terk etmedi ama bana darğın mı?” şüphesi kalabilirdi. Kur’ân, “Mâ Vedde’ake” ile terk edilme hüznünü, “Ve Mâ Kalâ” ile bir hata yapmış olma endişesini ayrı ayrı ve tam olarak tedavi etmiştir.

C. Müjdenin Zirvesi: (فَتَرْضَى)
Allah Teâlâ, geleceğin daha hayırlı olacağını (Âyet 4) belirttikten sonra (Âyet 5) müjdenin zirvesini sunar:
(وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى – Ve le sevfe yu’tîke rabbuke fe terḍâ)
“Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.”
* (لَسَوْفَ يُعْطِيكَ): (لَ) “Le” (tekit/pekiştirme) ve (سَوْفَ) “Sevfe” (gelecek zaman) birleşir: “Muhakkak ve muhakkak, ileride sana verecek…”
* (فَتَرْضَى – Fe terḍâ): “…ve sen de razı olacaksın (hoşnut olacaksın).”
Belâgat Nüktesi: Buradaki incelik şudur: Allah Teâlâ, verilecek nimetin (atâ) miktarını veya cinsini belirtmemiştir. “Sana Kevser’i vereceğim”, “Sana makam-ı mahmûdu vereceğim” dememiş, ölçüyü bizzat Peygamberimizin (s.a.v.) şahsına bağlamıştır.
Mana şudur: “Sana o kadar çok ve o kadar muhtelif nimetler vereceğim ki, Sen ‘Artık razı oldum yâ Rabbi!’ deyinceye kadar bu ihsan devam edecek.”
Bu, verilebilecek en büyük müjdedir. Ölçü, nimetin kendisi değil, nimeti alan Zât’ın (s.a.v.) tam rızâsıdır. Bu, O’nun (s.a.v.) Allah katındaki kıymetini gösteren eşsiz bir belâgattır.

D. Geçmişe Dayalı İsbat (İstifhâm-ı Takrîrî): (أَلَمْ يَجِدْكَ…؟)
Allah Teâlâ, gelecekte (فَتَرْضَى) vereceği bu mutlak müjdeye delil (burhân) olarak, geçmişteki ihsanlarını (Âyet 6-8) zikreder. Fakat bunu düz bir cümleyle değil, “İstifhâm-ı Takrîrî” (Onaylatma Soru Sanatı) ile yapar:
* “Seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Evet barındırdı!)
* “Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola iletmedi mi?” (Evet iletti!)
* “Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?” (Evet etti!)
Belâgat Nüktesi: Mantık şudur: “Ey Resûlüm! Sen daha peygamber değilken, en zayıf ve himayesiz anlarında (yetim, şaşkın, fakir) seni bulan, koruyan, hidayet eden ve zengin kılan Rabbin; şimdi sen O’nun elçisi, mahlûkatın en şereflisi olduktan sonra mı seni terk edecek veya sana darılacak?”
Geçmişteki bu fiiller, gelecekteki (فَتَرْضَى) vaadinin en kuvvetli delilidir.

Hülâsa
Duhâ Suresi, vahyin kesilmesiyle oluşan o durgun, sessiz “gece”ye (سَجَى) karşılık, tesellinin en parlak “kuşluk vakti” (الضُّحَى) gibi doğmuştur. Her bir kelimesi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) o anki mahzunluğunu, endişesini ve müşriklerin ithamlarını tam olarak bilen (Alîm) bir Zât tarafından, bir hekimin ilaç hazırlaması gibi hassasiyetle seçilmiştir.

2-İNŞİRAH SURESİ VE BELÂĞATI

 

Duhâ Suresi’nin hemen ardından, mana ve muhteva bakımından onun tamamlayıcısı (mütemmimi) mesabesinde olan İnşirâh Suresi’nin belâgat tahliline geçelim.
Eğer Duhâ Suresi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dış âlemdeki endişelerine (terk edilme, darılma, kınanma) cevap vererek O’nu teselli ettiyse; İnşirâh Suresi, O’nun iç âlemine, yani mübarek kalbine ve ruhuna yönelerek O’na verilen manevî kuvveti ve bu kuvvetin nasıl kullanılacağını beyan eder.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (İnşirâh Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi?
> 2. Yükünü senden alıp-atmadık mı?
> 3. O senin sırtına ağır basan (yükünü).
> 4. Senin şanını yüceltmedik mi?
> 5. Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
> 6. Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
> 7. O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir işe, ibadete) yorul.
> 8. Ve ancak Rabbine yönel.
> (İnşirâh, 94/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Teselliden Teklife (Görevin Devamlılığı)
Surenin belâgatı, teselliyi (geçmişi hatırlatma) bir esasa (prensibe) bağlayıp, bunu bir faaliyete (geleceğe emir) dönüştürmesinde yatar.

A. Üç İhsanın Hatırlatılması (İstifhâm-ı Takrîrî)
Duhâ Suresi’nde olduğu gibi, bu sure de “İstifhâm-ı Takrîrî” (onaylatma, tasdik ettirme maksatlı soru) sanatı ile başlar. “Biz yapmadık mı?” sorusu, “Biz elbette yaptık” manasındadır ve nimetin büyüklüğünü muhatabın (s.a.v.) vicdanında ikrar ettirmeyi hedefler.
* (أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ – Elem neşrah leke sadrak)
* Kelime Seçimi (Şerh): (نَشْرَحْ) “Neşrah”, aslen “et ve benzeri bir şeyi yarmak, açmak” demektir. Bu, basit bir “huzur vermek” değildir. Bu, bir ameliyattır. Allah Teâlâ, Peygamberinin (s.a.v.) göğsünü, kalbini ve ruhunu, vahyin ağırlığını, risâletin meşakkatini ve ümmetin derdini taşıyabilmesi için manen “yarıp genişletmiş”, kapasitesini artırmıştır. Bu “şerh-i sadr” (göğüs genişliği), O’na (s.a.v.) sonsuz bir tahammül ve idrak kuvveti bahşetmiştir.
* (وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ – Ve vada’nâ ‘anke vizrak)
* Kelime Seçimi (Vada’a ve Vizr): (وَضَعْنَا) “Vada’nâ”, indirmek, bir kenara koymak demektir. (وِزْرَكَ) “Vizrake”, büyük ve ağır yük demektir. Bu yük nedir? Bazı müfessirlere göre vahiy gelmeden evvelki cahiliye hayatının verdiği ızdırap, bazılarına göre “Fetret-i Vahiy” dönemindeki endişedir.
* Belâgat Nüktesi (Tecsîm): Âyet bu yükün (vizr) ne kadar ağır olduğunu bir sonraki âyette tasvir eder:
* (الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ – Elleżî enkada zahrak)
* Kelime Seçimi (Enkada): (أَنقَضَ) “Enkada”, kırmak, çatırdatmak manasındadır. Arapçada ağır bir yükün kemikleri çatırtatma sesini ifade eder.
* Nükte: Bu, müthiş bir belâgat tasviridir (tecsîm sanatı). O manevî ağırlık, o zihnî endişe, sanki maddî bir yükmüş de Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek sırtını çatırdatacak kadar ağırlaşmış gibi tasvir edilir. Allah, “İşte Biz, senin sırtını çatırdatan o yükü senden alıp attık” buyurarak, ihsanın büyüklüğünü ve kurtuluşun ferahlığını hissettirir.
* (وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ – Ve rafa’nâ leke zikrak)
* Nükte (Mukabele): Bu, ilk iki nimeti taçlandıran zirvedir. Allah Teâlâ, Resûlünün (s.a.v.) ağırlığını indirmiş (وَضَعْنَا), buna mukabil O’nun şanını (zikrini) yükseltmiştir (رَفَعْنَا). Biri indirmek (vaz’), diğeri yükseltmektir (ref’).
* Müşrikler O’nun (s.a.v.) adını unutturmaya, O’na “ebter” (soyu kesik) demeye çalışırken; Allah Teâlâ O’nun zikrini kendi ismiyle beraber Kelime-i Şehadet’e, ezana, namaza, hutbeye koyarak cihan şümul (evrensel) ve ebedî kılmıştır.

B. Küllî Bir Esasın (Prensibin) Vazedilmesi
Geçmişteki bu üç büyük ihsanı hatırlattıktan sonra, Allah Teâlâ bu ihsanların arkasındaki küllî kanunu, yani Sünnetullah’ı iki defa tekit (pekiştirme) ederek beyan eder:
(فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا – Fe inne me’a-l ‘usri yusrâ)
(إِنَّ مَعَ الْعُsْرِ يُسْرًا – İnne me’a-l ‘usri yusrâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Harf-i Cer): Âyet “zorluktan sonra (بَعْدَ – ba’de)” demez, “zorlukla beraber (مَعَ – me’a)” der. Bu, belâgat açısından zirvedir. Manası şudur: Kolaylık (yüsr), zorluğun (usr) içinde gizlidir; onunla beraberdir. Her zorluk, kendi kolaylığının tohumunu içinde taşır. Bu, mü’mine zorluğun tam ortasındayken dahi ümit ve dayanma gücü verir.
* Belâgat Nüktesi 2 (Marife/Nekre Farkı): Arapça dil kaidesine göre, (الْ) “el-” takısı ile marife (belirli) yapılan bir kelime tekrar edilirse, bu aynı şeye işaret eder. Ancak tenvin ile nekre (belirsiz) yapılan bir kelime tekrar edilirse, bu farklı bir şeye veya çokluğa işaret eder.
* (الْعُسْرِ) “el-Usr” (zorluk) her iki âyette de marife (belirli) gelmiştir. Demek ki, zorluk tektir.
* (يُسْرًا) “Yusrâ” (kolaylık) her iki âyette de nekre (belirsiz) gelmiştir. Demek ki, kolaylık birden fazladır.
* Netice: Âlimler bu belâgattan şu meşhur kaideyi çıkarmışlardır: “Muhakkak ki bir zorluk (aynı zorluk), iki kolaylığa (farklı kolaylıklara) galip gelemez.”

C. Vazifenin (Faaliyetin) Hülâsası (Geleceğe Dair Emirler)
Allah Teâlâ, bu büyük tesellileri ve küllî prensibi verdikten sonra, sureyi iki kesin emirle bitirir. Bu, “Rahata erdin, artık dur” değil, “Kuvvet buldun, o halde devam et” emridir:
* (فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ – Fe iżâ ferağte fensab)
* (فَرَغْتَ) “Ferağte”: Bir işi bitirip boşaldığın, bir meşguliyetten kurtulduğun zaman…
* (فَانصَبْ) “Fensab”: (فَ) “Fe” harfi, hemen, gecikmeden manası verir. “Nasab” (نَصَب), yorulmak, gayret etmek, dikilmek, çaba sarf etmek demektir.
* Mana: “Bir işi (tebliği, cihadı, dünyevî vazifeyi) bitirdiğin anda, durma, hemen (namaza, duaya, başka bir hayırlı faaliyete) yönelerek tekrar yorul.” Bu, mü’minin hayatının atalet (boşluk) kabul etmediğini gösteren dinamik bir emirdir.
* (وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ – Ve ilâ rabbike ferğab)
* Belâgat Nüktesi (Takdîm ve Te’hîr): Âyet (فَارْغَبْ إِلَى رَبِّكَ) “Rabbine rağbet et” demez. (وَإِلَى رَبِّكَ) “Ve (ancak) Rabbine…” diyerek, mef’ûlü (nesneyi) öne alır.
* Mana (Hasr): Arap belâgatında bu öne alma (takdîm), “hasr” yani sınırlama ve münhasırlık ifade eder.
* Netice: Emrin manası şudur: “Bütün bu yorgunluklarında, bütün bu gayretlerinde (fensab) rağbetin, yönelişin, arzun, talebin; insanlardan alkış, dünyadan bir menfaat değil, sadece ve sadece Rabbinin rızası olsun!”

Hülâsa
İnşirâh Suresi, Resûlullah’ın (s.a.v.) şahsında bütün mü’minlere manevî bir “şerh-i sadr” (göğüs genişlemesi) reçetesi sunar:
* Geçmiş: Allah’ın sendeki (göğsünü genişletme, yükünü alma, şanını yüceltme) ihsanlarını hatırla. (Âyet 1-4)
* Hâl (Prensip): Zorluğun içinde kolaylığın gizli olduğunu, bir zorluğa karşı iki kolaylık vaat edildiğini bil. (Âyet 5-6)
* Gelecek: Asla boş durma; bir işi bitirince diğerine yorul (fensab) ve bütün bu yorgunluktaki tek gayen (rağbetin) Rabbin olsun (ferğab). (Âyet 7-8)

3- TİN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz ve mana bakımından en yoğun surelerinden biri olan Tîn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, insanın yaratılışındaki muazzam potansiyeli (en yüksek mertebeyi) ve bu potansiyeli kullanmadığında düşebileceği en alçak mertebeyi (zıtlık/mukabele sanatı) ortaya koyar. Bunu yaparken, ilahî vahyin indiği mukaddes mekânlara yeminle başlar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tîn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. İncire ve zeytine andolsun,
> 2. Sînâ dağına andolsun,
> 3. Ve bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
> 4. Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.
> 5. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.
> 6. Ancak, iman edip sâlih ameller işleyenler başka. Onlar için, kesintisi olmayan bir ecir vardır.
> 7. Artık (ey insan!) Bu (deliller)den sonra, hangi şey sana hesap ve cezâ gününü yalanlatabilir?
> 8. Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?
> (Tîn, 95/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Mukaddes Coğrafyadan İnsanın Hakikatine
Surenin belâgatı, dört aşamalı bir mantık silsilesi üzerine kuruludur: 1) Yeminler (Delil), 2) Yeminin Cevabı (Dava/İddia), 3) Zıtlık ve İstisna (Potansiyelin İki Yönü), 4) Netice (Soru yoluyla İkrar).

A. Yeminlerin (Kasem) Belâgatı (Âyet 1-3)
Allah Teâlâ, davasını (insanı en güzel biçimde yarattığını) isbat etmek için dört mukaddes unsura yemin eder. Bu yeminler rastgele değildir.
* (وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ – Ve’t-Tîni ve’z-Zeytûn): “İncir ve zeytin.”
* Zâhirî Mana: Bu iki meyve, hem maddî (rızık, şifa) hem de manevî (bereket) açıdan çok kıymetli nimetlerdir.
* Bâtınî Mana (Belâgat Nüktesi): Müfessirlerin ekseriyeti, bu iki meyvenin, onların bolca bulunduğu mukaddes topraklara işaret ettiğini belirtir. Bu topraklar, (Filistin/Kudüs) Hz. İsa’nın (a.s.) ve pek çok İsrâiloğlu peygamberinin tebliğ sahasıdır.
* (وَطُورِ سِينِينَ – Ve Tûri Sînîn): “Sînâ Dağı.”
* Nükte: Bu, çok açıktır. Hz. Musa’nın (a.s.) ilahî kelâma muhatap olduğu, Tevrat’ı aldığı mukaddes dağdır.
* (وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِ – Ve Hâze’l-Beledi’l-Emîn): “Bu güvenli şehir.”
* Nükte: Bu da “bu” (Hâzâ) işaret zamiriyle, Kur’ân’ın indiği “Emin Belde” olan Mekke-i Mükerreme’dir; Hz. İbrahim (a.s.) ve son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şehridir.
Yeminlerin Hülâsası: Allah Teâlâ, insan hakkındaki hükmünü açıklamadan evvel, vahyin ve risâletin indiği üç ana merkeze (Kudüs havzası, Sînâ Dağı, Mekke) yemin etmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: “İnsanı muhatap alıp ona peygamberler gönderdiğim bu mukaddes mekânlar şahittir ki…”

B. Yeminin Cevabı ve Mukabele (Zıtlık) Sanatı (Âyet 4-5)
Bu kadar büyük yeminlerden sonra, yeminin cevabı (yani asıl iddia) gelir:
(لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ – Lekad halaknâ-l insâne fî ahseni takvîm)
(ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ – Sümme radednâhu esfele sâfilîn)
Bu iki âyet, Kur’ân’daki en keskin belâgat zıtlıklarından (mukabele) birini ihtiva eder:
* Birinci Durum (Zirve): (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ – Ahsen-i Takvîm)
* (لَقَدْ – Lekad): Yeminden sonra gelen bu (لَ) “Le” ve (قَدْ) “Kad”, en kuvvetli tekit (pekiştirme) edatlarıdır. “Hiç şüphe yok ki, muhakkak ve muhakkak…”
* (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ): “En güzel biçim/kıvam/ölçü.” Bu sadece fizikî güzellik (dik duruş, simetri) değildir. (تَقْوِيمٍ) “Takvîm”, bir şeyi en ideal kıvamına, ölçüsüne ve nizamına getirmek demektir. İnsanın (Ahsen-i Takvîm) olması; akıl, idrak, irade, nutuk (konuşma), ilim kabiliyeti ve ruh gibi manevî cihazlarla donatılmasıdır. O, yaratılmışların en mükemmel numunesidir.
* İkinci Durum (Düşüş): (أَسْفَلَ سَافِلِينَ – Esfele Sâfilîn)
* (ثُمَّ رَدَدْنَاهُ – Sümme Radednâhu): “Sonra onu iade ettik, geri çevirdik.”
* (أَسْفَلَ سَافِلِينَ): “Aşağıların en aşağısı.”
* Belâgat Nüktesi: Bu iki âyet arasındaki zıtlık müthiştir. Allah, (Ahsen-i Takvîm) potansiyeliyle (Âlâ-yı İlliyyîn / en yüksek mertebeler) için yaratılan insanın, kendisine verilen bu cihazları (akıl, irade) yanlış kullanarak (Esfele Sâfilîn) mertebesine, yani hayvandan dahi aşağı bir duruma düşebileceğini (veya inkârı sebebiyle Cehennem’in en alt tabakasına atılacağını) beyan eder. Bu, potansiyelin zirvesinden, sefaletin dibine bir düşüştür.

C. İstisna ve Kurtuluş Reçetesi (Âyet 6)
Peki, bu (Esfele Sâfilîn) düşüşü kaçınılmaz bir kader midir? Hayır. 6. âyet hemen istisnayı (kurtuluş yolunu) beyan eder:
(إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – İlla-lleżîne âmenû ve ‘amilu-s sâlihât)
“Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesna (onlar düşmezler).”
* Belâgat Nüktesi: Bu âyet, (Ahsen-i Takvîm) üzere kalmanın veya o mertebeye tekrar yükselmenin formülüdür. Bu formül iki kanatlıdır:
* (آمَنُوا – Âmenû): İman (Dahilî / İç bağ).
* (وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – ‘Amilu-s Sâlihât): Sâlih amel (Zâhirî / Dış faaliyet).
Biri olmadan diğeri (Ahsen-i Takvîm) potansiyelini korumaya yetmez. İman, o yüksek kıvamın ruhudur; sâlih amel ise o ruhun bedenidir.
(فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ – Felehum ecrun ğayru memnûn)
“Onlar için kesintisiz bir ecir (mükâfat) vardır.”
* (غَيْرُ مَمْنُونٍ – Ğayru Memnûn): Bu kelime çok manidardır. İki temel manası vardır:
* Kesintiye uğramayan, ebedî.
* Başa kakılmayan (minnet edilmeyen), saf, lütufkâr bir ihsan.
Bu, (Esfele Sâfilîn) zilletine karşılık (Ahsen-i Takvîm) üzere kalanlara verilecek izzetli mükâfatı tasvir eder.

D. Hükmün Tasdiki (İstifhâm-ı İnkârî ve Takrîrî) (Âyet 7-8)
Sure, bu muazzam mantık silsilesinden sonra, inkârcıya yönelik iki sarsıcı soruyla biter:
* (فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدِّينِ – Fe mâ yukezzibuke ba’du bi-d dîn)
“Artık bu (delillerden) sonra, sana Dîn’i (hesap gününü) ne yalanlatabilir?”
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm-ı İnkârî): Bu, cevap bekleyen bir soru değil, azarlayan ve hayret ifade eden bir sorudur. “Allah’ın seni peygamberlerin tebliğ sahasında (âyet 1-3), en mükemmel kıvamda (âyet 4) yarattığını; iman etmezsen en aşağıya düşeceğini (âyet 5); iman ve amelle kurtuluşa ereceğini (âyet 6) gördükten sonra (بَعْدُ), hâlâ hangi akılla, hangi cüretle hesap gününü (Dîn) inkâr ediyorsun? Elinde hiçbir delil kalmadı!”
* (أَلَيْسَ اللَّهُ بِأَحْكَمِ الْحَاكِمِينَ – E leysa-llâhu bi Ahkemi-l Hâkimîn)
“Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni (en hikmetlisi) değil midir?”
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm-ı Takrîrî): Bu, muhatabı “Evet, öyledir!” (Belâ!) demeye mecbur bırakan bir onaylatma sorusudur.
* Hülâsa: İnsanı (Ahsen-i Takvîm) kıvamında hikmetle yaratan; (Esfele Sâfilîn) çukuruna düşenleri adaletle cezalandıran ve (iman edip sâlih amel işleyenleri) (Ecrun Ğayru Memnûn) ile mükâfatlandıran Allah, elbette Hâkimlerin En Hikmetlisi ve En Âdil Hüküm Verenidir. Surenin başı (hikmetli yaratılış) ile sonu (hikmetli hüküm) tam bir uyum içindedir.

4-ALAK SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Hira mağarasında nazil olan ilk vahiyleri olan Alak Suresi’nin (ilk 5 âyeti) ve devamının belâgat tahlilini yapalım.
Bu surenin belâgatı, vahyin nasıl başladığını, insanın ne olduğunu ve bu ikisi arasındaki çatışmayı (ilim ve cehalet, tevazu ve kibir) mucizevî bir şekilde özetlemesinde gizlidir.
1. Mevzubahis Âyet-Kerîmeler (Alak Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
> 2. O, insanı “alak”tan (aşılanmış bir yumurtadan) yarattı.
> 3. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.
> 4. O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
> 5. İnsana bilmediğini öğretmiştir.
> 6. Hayır! Gerçek şu ki, insan azar.
> 7. Kendini kendine yeterli gördüğü için.
> 8. Şüphesiz, dönüş ancak Rabbinedir.
> 9. Gördün mü, o engelleyeni?
> 10. Namaz kıldığı zaman, bir kulu (Peygamber’i).
> 11. Gördün mü? Ya o (namaz kılan) doğru yol üzerinde ise?
> 12. Veya (Allah’a karşı gelmekten) sakınmayı emrediyorsa?
> 13. Gördün mü? Ya o (engelleyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyorsa?
> 14. O (adam), Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?
> 15. Hayır! Eğer o, (bu yaptıklarından) vazgeçmezse, andolsun biz onu perçeminden,
> 16. O yalancı, günahkâr perçeminden yakalayıp (cehenneme) sürükleriz.
> 17. O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın.
> 18. Biz de zebânîleri çağıracağız.
> 19. Hayır! Sakın ona uyma; secde et ve (Rabbine) yaklaş.
> (Alak, 96/1-19)
>
2. Belâgat Tahlili: “Oku!” Emrinden “Yaklaş!” Gayesine
Surenin tahlilini üç bölümde yapabiliriz: 1) İlim ve Yaratılış (Vahyin Başlangıcı), 2) İnsanın Kibri (Sorunun Teşhisi), 3) Çatışma ve Çözüm (Hakkın Emri).

A. Birinci Bölüm: İlim, Yaratılış ve Kerem (Âyet 1-5)
Bu ilk beş âyet, İslâm medeniyetinin manifestosudur.
* (اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ – İkra’ bismi Rabbike-lleżî halak)
* (اقْرَأْ – İkra’): “Oku!” Emrin kendisi bir mucizedir. Hitap, “ümmî” (okuma-yazma bilmeyen) bir Peygamberedir. Bu, meşhur manasıyla “bir metni okumak” değil; “kâinat kitabını oku”, “sana vahyedileni tilâvet et”, “Rabbinin adıyla idrak et” demektir.
* (بِاسْمِ رَبِّكَ): “Rabbinin adıyla…” Okuma (ilim) faaliyeti, bağımsız (seküler) bir faaliyet değildir. Allah’tan ayrı, O’na rağmen bir ilim peşinde koşmak değil, O’nun adıyla, O’nun izniyle, O’nun için yapılan bir faaliyettir.
* (الَّذِي خَلَقَ): “O Rab ki, Yaratandır.” Emrin (Oku!) delili hemen gelir. Neden O’nun adıyla okuyasın? Çünkü O yaratandır. Emri veren, varlığın sahibidir.
* (خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ – Halaka-l insâne min ‘alak)
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Bu, surenin ilk harikasıdır. Allah, bir sonraki âyette ilimden, kalemden, keremden bahsedecektir. Fakat önce insanın aslını, o mükerrem varlığın en mütevazı başlangıcını (عَلَقٍ – ‘alak / kan pıhtısı, yapışkan embriyo) hatırlatır. Bu, insanı kibre düşmekten koruyan bir dipnottur.
* (اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ – İkra’ ve Rabbuke-l Ekrem)
* (اقْرَأْ – İkra’): Emir, tekit (pekiştirme) için tekrarlanır.
* (الْأَكْرَمُ – el-Ekrem): Rabbin “En Cömerttir”. Neden “el-Alîm” (En Bilen) veya “el-Kâdir” (En Kudretli) değil de “el-Ekrem” (En Cömert) sıfatı gelir? Cevabı sonraki âyetler verir:
* (الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ – Elleżî ‘alleme bi-l kalem)
(عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ – ‘Alleme-l insâne mâ lem ya’lem)
* Nükte: Allah’ın cömertliğinin (Kerem) en büyük tecellisi, O’nun öğretmesidir (‘Alleme). O, insanı (عَلَقٍ) ‘alak’ gibi cansız görünen bir pıhtıdan aldı; ona (الْقَلَمِ) ‘kalem’ (ve kalemle temsil edilen bütün ilimleri) öğretti ve onu “bilmezken” (mâ lem ya’lem) “bilir” hale getirdi.
* Belâgat Hülâsası: İlk beş âyet, insanın iki kutbunu gösterir: Biyolojik olarak en âciz başlangıç (‘alak) ve manevî olarak en yüksek potansiyel (bilgi/kalem). İnsanı “alak”tan “âlim”e yükselten tek şey, Rabbinin “Kerem” sıfatıyla ona “öğretmesidir”.

B. İkinci Bölüm: İnsanın Nankörlüğü ve Kibri (Âyet 6-8)
Allah insana bu kadar Kerem göstermişken, insan ne yapar? Cevap keskindir:
* كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ- Kellâ inne-l insâne le yatğâ)
* (كَلَّا – Kellâ): “Hayır! (Öyle olmamalıydı ama…)” Bu, şiddetli bir reddiye ve zecr (azarlama) edatıdır.
* (لَيَطْغَى – Le yatğâ): “İnsan azar, tuğyan eder.”
* Belâgat Nüktesi (Teşhis): İnsanın temel problemini tek kelimeyle teşhis eder: Tuğyan (azgınlık). Peki, sebebi nedir?
* (أَن رَّآهُ اسْتَغْنَى – En ra’âhu-stağnâ)
* Mana: “Kendini müstağnî (ihtiyaçsız, kendi kendine yeterli) gördüğü için.”
* Nükte: İşte felaketin aslı budur. İlk bölümde insan, Allah’ın öğretmesiyle (Kerem) yükselmişti. Ama ne zaman ki insan, bu ilmi, serveti veya gücü kendinden bilir, aslını (‘alak) unutur ve kendini “müstağnî” (İng. self-sufficient) zannederse, işte o an azar (yatğâ). Bu, Firavun’un psikolojisidir.
* (إِنَّ إِلَى رَبِّكَ الرُّجْعَى – İnne ilâ Rabbike-r ruc’â)
* Nükte (Tedavi): “Müstağnî” (ihtiyaçsızlık) iddiasının tedavisi bu cümlededir. “Şüphesiz dönüş (Ruc’â) ancak Rabbinedir.” İnsan kendini ne kadar bağımsız zannederse zannetsin, dönüşü (Ruc’â) kaçınılmaz olarak, yaratıldığı ve ilim aldığı Rabbine’dir. Bu cümle, kibrin ve tuğyanın tüm dayanaklarını yıkar.

C. Üçüncü Bölüm: Çatışma ve Çözüm (Âyet 9-19)
Sure, ilk bölümde (Oku!) ilkeyi, ikinci bölümde (Tuğyan) problemi koydu. Üçüncü bölümde bu problemin (Tuğyan) o günkü somut misalini (Ebu Cehil) ve çözümünü (Secde) gösterir.
* (أَرَأَيْتَ الَّذِي يَنْهَى… عَبْدًا إِذَا صَلَّى – Era’eyte-lleżî yenhâ… ‘Abden iżâ sallâ)
* Belâgat Nüktesi (Tezat): Çatışmanın tarafları mükemmel tasvir edilir. Bir tarafta azgınlaşan (yatğâ) ve engelleyen (yenhâ) bir zorba vardır. Diğer tarafta, Allah’a en yakın haliyle, “namaz kılan bir kul” (Abden izâ sallâ) vardır. Zorba, kulun kulluğundan rahatsızdır.
* (أَرَأَيْتَ – Gördün mü?): Bu soru kalıbı, muhatabın dikkatini bu çirkinliğe ve garipliğe çeker. “Böyle bir zulmü, böyle bir haddi aşmayı gördün mü? Hayret!” manasındadır.
* (أَلَمْ يَعْلَم بِأَنَّ اللَّهَ يَرَى – E lem ya’lem bi enne-llâhe yerâ?)
* Nükte (Zirve): Bütün o (Gördün mü?) sorulardan sonra (Âyet 9, 11, 13) asıl soru gelir: “O (engelleyen), Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?”
* Bu âyet, “Tuğyan”ın (Âyet 6) ve “Müstağnî” (Âyet 7) olmanın temelindeki cehaleti ortaya koyar. İnsan neden azar? Allah’ın gördüğünü bilmediği veya unuttuğu için. Bütün ahlâkın ve hesabın temeli bu tek soruda gizlidir.
* (لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِ… نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍ – Lenesfe’an bi-n nâsiye… Nâsiyetin kâżibetin hâtieh)
* (النَّاصِيَةِ – Nâsiye): Perçem, alnın ön kısmı. Arap kültüründe bu, kibrin, izzetin ve liderliğin sembolüdür.
* Belâgat Nüktesi (Mecâz): Allah Teâlâ, o kibrin sembolü olan “perçem”i, cezanın aleti yapar. “Biz onu perçeminden sürükleriz.” Daha da ötesi, perçemin sahibini değil, o perçemin kendisini “yalancı” ve “günahkâr” olarak damgalar. Bu, o kibirli insanın (Ebu Cehil) ve onun temsil ettiği kibrin tamamen değersizleştirilmesi, alçaltılmasıdır.
* (فَلْيَدْعُ نَادِيَهُ… سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ – Felyed’u nâdiyeh… Sened’u-z zebâniyeh)
* Belâgat Nüktesi (Tehakküm ve Mukabele): “O, hemen gitsin meclisini/taraftarlarını (nâdiyeh) çağırsın.” Bu, aciz bırakan bir alay (tehakküm) ve meydan okumadır. “O, güvendiği dünyevî meclisine mi (Nâdî) güveniyor? Biz de Zebânîleri (Sened’u) çağıracağız.” İnsanın (beşerî) topluluğu ile Allah’ın (ilahî) askerleri mukayese edilerek, insanın topluluğu küçümsenir.
* (كَلَّا لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ – Kellâ lâ tutı’hu ves-cud vakterib)
* Belâgat Hülâsası (Çözüm): Sure biterken, başladığı yere döner. O (Ebu Cehil) neden azdı? Kendini “müstağnî” (ihtiyaçsız) gördüğü için (Âyet 7). O halde çözüm nedir?
* (كَلَّا لَا تُطِعْهُ): “Hayır! Sakın ona (o müstağniye) itaat etme!”
* (وَاسْجُدْ): “Ve secde et.” Secde, insanın “müstağnî” olmadığının, alnını (‘alâk’tan yaratıldığı hatırlatılarak) yere koyarak kulluğunu ikrar etme faaliyetidir. Tuğyanın tam zıddıdır.
* (وَاقْتَرِبْ): “Ve (Rabbine) yaklaş.”
* Nihâî Nükte: Sure (اقْرَأْ) “Oku” emriyle başladı, (وَاقْتَرِبْ) “Yaklaş” gayesiyle bitti. Demek ki, (اقْرَأْ) “Okumak”tan (ilimden) maksat; (اسْجُدْ) “Secde” etmek (amel ve ibadet) ve neticede Allah’a (اقْتَرِبْ) “Yaklaşmaktır” (marifet ve kurbiyet).

5-KADR SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kadr Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz (kısa ve öz) surelerinden biri olmasına rağmen, belâgat bakımından muazzam bir derinlik ihtiva eder.
Surenin tamamı, tek bir gecenin (Kadir Gecesi) azametini ve şerefini tasvir etmek üzerine kuruludur. Bunu yaparken, muhatabı hayrete düşüren, manayı yücelten (tafhîm) ve kelimeleri en hassas şekilde seçen bir üslûp kullanır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kadir Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.
> 2. Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 3. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
> 4. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.
> 5. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.
> (Kadir, 97/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Bir Gecenin Azametini Tasvir Sanatı
Surenin belâgatı, bir gecenin kıymetini, insan idrakinin sınırlarını zorlayarak ve kelime seçimleriyle bu kıymeti katman katman açarak gösterir.

A. Başlangıcın Azameti: (إِنَّا أَنزَلْنَاهُ)
(إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ – İnnâ enzelnâhu fî leyleti-l kadr)
* Belâgat Nüktesi 1 (Azamet Zamiri): Sure, “Ben indirdim” (İnnî) değil, “Muhakkak Biz indirdik” (إِنَّا – İnnâ) diye başlar. Bu, “Nûn-u Azamet” (Azamet Nûnu) veya “Cem’u’t-Ta’zîm” (Yüceltme Çoğulu) olarak bilinen belâgat kuralıdır. İndirilen şeyin (Kur’ân) ve indiriliş hâdisesinin büyüklüğünü, bizzat Mütekellim’in (Konuşanın, yani Allah’ın) kendi azametini ifade eden bu zamirle başlatması, hâdisenin ehemmiyetini derhal ilân eder.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mübhem İsim): Âyet, “Muhakkak Biz Kur’ân’ı indirdik” demez; “Muhakkak Biz O’nu (هُ – hu) indirdik” der. İndirilen şeyin ismini (Kur’ân) zikretmez, bir zamirle (هُ) işaret eder. Buna “İbhâm li’t-Tafhîm” (Yüceltmek için müphem/belirsiz bırakma) denir. Manası şudur: “O”, muhatabın (Hz. Peygamber s.a.v. ve mü’minler) zihninde o kadar mâlum, o kadar büyük, o kadar şereflidir ki, isminin zikredilmesine dahi ihtiyaç yoktur. “O” denildiğinde, O’nun ne olduğu zaten bilinir.

B. İdrakin Aczini İfade: (وَمَا أَدْرَاكَ)
(وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ – Ve mâ edrâke mâ leylatu-l kadr)
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm li’t-Tafhîm): Bu, Kur’ânî bir üslûptur. Allah Teâlâ, azametini insan idrakinin kavrayamayacağı bir şeyi tarif edeceği zaman, bu soru kalıbını (İstifhâm) kullanır: “Sana bildiren nedir?” veya “Sen ne bileceksin!”.
* Bu bir azarlama veya “bilmiyorsun” ithamı değil, aksine bir “Tehvîl ve Tafhîm” (Hâdisenin büyüklüğü karşısında muhatabı sarsma ve yüceltme) sanatıdır. Manası: “Ey Resûlüm (ve ey insan)! Bu gecenin hakikatini, senin idrak kabiliyetinle, beşerî ölçülerinle tam manasıyla kavraman mümkün değildir. O’nun kıymetini ancak Biz sana bildirebiliriz.”
* (لَيْلَةُ الْقَدْرِ) “Kadir Gecesi” isminin hemen tekrarlanması da bu yüceltmeyi pekiştirir.

C. Kıymetin Tasviri: (خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ)
(لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ – Leyletu-l kadri hayrun min elfi şehr)
* Bu âyet, bir önceki (وَمَا أَدْرَاكَ) sorusunun cevabıdır.
* Belâgat Nüktesi (Kesretten Kinaye): “Bin ay” (yaklaşık 83 küsur sene), matematiksel bir sınır değildir. Arap belâgatında “elf” (bin) kelimesi, çokluktan, sonsuzluktan, sayılamayacak derecede fazlalıktan kinaye olarak kullanılır.
* Mana şu değildir: “Bu gece tam olarak 1001 aydan hayırlı değildir.” Mana şudur: “Bu gece, içinde Kadir Gecesi olmayan binlerce aydan, yani tüm bir insan ömründen daha hayırlıdır.” Bu, o gecenin feyzinin, insanın 83 yıllık ibadetinden daha yoğun, daha bereketli olduğunu gösteren muazzam bir mukayesedir.

D. Fiil Seçimindeki Nüans: (تَنَزَّلُ)
(تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا… – Tenezzelu-l melâiketu ve-r Rûhu fîhâ…)
* Belâgat Nüktesi (Fiil Kalıbı): Surenin ilk âyetinde Kur’ân’ın inişi için (أَنزَلْنَاهُ – Enzelnâhu) fiili kullanıldı. Bu (if’âl) kalıbı, genellikle “bir defada, topluca indirmek” manasına gelir.
* Ancak 4. âyette meleklerin inişi için (تَنَزَّلُ – Tenezzelu) fiili kullanılır. Bu (tefa”ul) kalıbıdır. Bu kalıp, fiilin çoklukla, peyderpey, devamlılık ve kesret (bolluk) içinde yapıldığını ifade eder.
* Hülâsa: Kur’ân o gece (Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına) bir defada inmiştir (Enzelnâ). Fakat melekler ve Ruh, o gece iner de iner, fevç fevç (grup grup), kesintisiz bir şekilde inmeye devam ederler (Tenezzelu). Bu kelime seçimi, gecenin bereketinin ve manevî trafiğinin yoğunluğunu tasvir eder.
* Nükte (Atf-ı Hâs alâ Âm): “Melekler” (الْمَلَائِكَةُ) dendikten sonra ayrıca “ve Ruh” (وَالرُّوحُ) denmesi, “hususî olanı umumî olana atfetmektir”. “Ruh”tan maksat Cebrail’dir (a.s.). Cebrail zaten meleklerin içindedir. Ancak o kadar şereflidir ki, Allah Teâlâ onun ismini ayrıca zikrederek (teşrîf ederek) o geceki faaliyetin merkezinde onun da olduğunu belirtir.

E. Gecenin Mahiyeti: (سَلَامٌ هِيَ)
(سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَjْرِ – Selâmun hiye hattâ matla’i-l fecr)
* Belâgat Nüktesi (Takdîm ve Te’hîr): Âyetin normal dizilimi (هِيَ سَلَامٌ) “O (gece) selâmetlidir” şeklinde olabilirdi. Fakat âyet (سَلَامٌ هِيَ) “Selâmettir o (gece)” şeklinde, haber (Selâmun) mübtedanın (Hiye) önüne geçirilerek (takdîm edilerek) gelmiştir.
* Bu takdîm (öne alma), belâgatta hasr (sınırlama) ve mübalağa ifade eder.
* Mana şudur: O gece, sadece “içinde selâmet bulunan” bir gece değildir. O gece, sanki baştan sona selâmetin ta kendisidir; selâmetten ibarettir. O geceye selâmetten başka bir sıfat yakışmaz. O, fecrin doğuşuna kadar mutlak bir esenliktir.
Hülâsa
Kadir Suresi; “Biz” (azamet), “O” (yüceltme), “Sen ne bilirsin!” (İdrakin aczi), “bin ay” (kıymetin sonsuzluğu), “iner de iner” (faaliyetin kesintisizliği) ve “Selâmettir O” (mahiyetin saflığı) gibi belâgat unsurlarını kullanarak, tek bir gecenin hakikatini beş âyette mucizevî bir şekilde tasvir eder.

 

6-BEYYİNE SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Ehl-i Kitab’ın ve müşriklerin durumunu tahlil ederek, yeni ve sonuncu risâletin (İslâm’ın) lüzûmunu ve hakikatini ortaya koyan Beyyine Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, “Beyyine” (Apaçık Delil) kavramını merkeze alır. İnsanlığın bu delile olan ihtiyacını, delilin mahiyetini (ne olduğunu) ve bu delile karşı insanların nasıl ikiye ayrıldığını keskin bir belâgatla ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Beyyine Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar, kendilerine apaçık bir delil (beyyine) gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi.
> 2. (Bu delil,) Allah’tan bir peygamberdir ki, tertemiz sahîfeler okur.
> 3. O sahîfelerde dosdoğru hükümler vardır.
> 4. Kendilerine kitap verilenler, ancak onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
> 5. Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.
> 6. Şüphesiz, Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüsüdürler.
> 7. Şüphesiz, iman edip, sâlih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratılmışların en hayırlısıdırlar.
> 8. Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine derin saygı duyan (O’ndan korkan) kimse içindir.
> (Beyyine, 98/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: “Beyyine” (Delil) ve İki Zıt Akıbet
Surenin belâgatı, insanlığın “Beyyine” gelmeden önceki durumu ile geldikten sonraki ayrışmasını tahlil eder.

A. İsbatın (Beyyine) Lüzûmu: (مُنفَكِّينَ) Kelimesi (Âyet 1)
(لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا… مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ)
“İnkârcılar, kendilerine ‘Beyyine’ (apaçık delil) gelinceye kadar (hallerinden) ayrılacak değillerdi.”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): Buradaki kilit ifade (مُنفَكِّينَ – Münfekkîn) kelimesidir. “İnfikkâk”, çözülmek, ayrılmak, kopmak, içinde bulunduğu durumdan vazgeçmek demektir.
* Mana: Âyet, insanlığın (hem Ehl-i Kitab’ın tahrif olmuş inançları hem de müşriklerin şirki) o dönemde manevî bir çıkmaza girdiğini, inançlarına yapışıp kaldıklarını tasvir eder. Onların, bu içine düştükleri batıl durumdan kendi kendilerine çözülüp ayrılmaları (münfekkîn olmaları) mümkün değildi.
* Hülâsa: Bu âyet, yeni bir ilahî müdahalenin, yani son Peygamber’in (s.a.v.) ve Kur’ân’ın (Beyyine) gelişinin bir lüks değil, bir zaruret olduğunu beyan eder. Dünya, bu “Beyyine” gelmeden o karanlıktan kopamazdı.

B. İsbatın (Beyyine) Mahiyeti: Delil Nedir? (Âyet 2-3)
Birinci âyet “Delil gelene kadar…” dedi. Muhatabın zihni “Peki, bu delil nedir?” sorusuna kilitlendi. Cevap hemen gelir:
(رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً… فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ)
“(Bu delil,) Allah’tan bir peygamberdir ki, tertemiz sahîfeler okur. O sahîfelerde dosdoğru hükümler vardır.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Delilin Tarifi): “Beyyine” (delil), soyut, cansız bir kitap değildir. Delil, iki parçalı küllî bir yapıdır:
* (رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ): “Allah’tan bir Elçi” (Hz. Muhammed s.a.v.). Delilin yaşayan, tebliğ eden, tatbik eden boyutu.
* (يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً): “(O Elçi’nin) tilâvet ettiği tertemiz sahîfeler” (Kur’ân).
* Nükte (صُحُfًا مُّطَهَّرَةً – Suhufen Mutahhara): “Tertemiz sahîfeler.” Bu ifade, önceki vahiylerin (Ehl-i Kitab’ın elindekilerin) tahrifata (değişime) ve beşerî yorumlara (kirlenmeye) uğradığına işaret eder. Bu yeni “Beyyine” ise, her türlü tahrifattan ve batıldan arınmıştır (mutahhar).
* Nükte (كُتُبٌ قَيِّمَةٌ – Kütübün Kayyime): “Dosdoğru hükümler/yazılar.” (قَيِّمَة) “Kayyime” kelimesi; dosdoğru, sapasağlam, ebedî, kıymet hükmü taşıyan demektir. Bu da, Kur’ân’daki hükümlerin, bütün zamanların ve mekânların en doğru, en sağlam ve en kıymetli aslı olduğunu gösterir.

C. Paradoks: İsbattan (Beyyine) Sonra Ayrılık (Âyet 4)
Mantıken, “apaçık delil” (Beyyine) geldikten sonra ihtilafın bitmesi gerekir. Ancak âyet, tam tersi bir trajediyi haber verir:
(وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَةُ)
“Kendilerine kitap verilenler, ancak onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.”
* Belâgat Nüktesi (Zıtlık): Bu, surenin en sarsıcı noktalarından biridir. Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar), aslında “Beyyine” gelmeden önce tek bir inkârda birleşmişlerdi. Asıl büyük ayrılığa (teferruk) düşmeleri, delil geldikten sonra oldu.
* Mana: Bu, onların ayrılığının sebebinin bilgisizlik veya delil yetersizliği olmadığını gösterir. Tam aksine, ayrılıklarının sebebi; delil apaçık olduğu halde ona karşı gösterdikleri haset, kibir ve bağy (bile bile isyan) idi. Delil, onları saflaştırmış; kimin hakka, kimin batıla tâbi olacağını ortaya çıkarmıştır.

D. Dinin Aslı: (وَمَا أُمِرُوا إِلَّا…) (Âyet 5)
Peki, bu “Beyyine” onlardan çok mu zor bir şey istedi? Cevap:
(وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Hasr – Sınırlama): (وَمَا أُمِرُوا إِلَّا) “Ve mâ umirû illâ…” (Onlara emredilmemişti… şundan başkası:) kalıbı, en kuvvetli sınırlama (hasr) edatıdır.
* Mana: Allah, onların tahrif ettikleri dindeki gibi karmaşık ruhbanlık, lüzumsuz teferruat veya şirk koşullarını emretmedi. Emir, son derece basitti.
* Belâgat Nüktesi 2 (Dinin Tarifi): Bu âyet, “Dînü’l-Kayyime”yi (Dosdoğru Din) tarif eder:
* İhlâs: (مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ) Dini sadece Allah’a has kılmak.
* Tevhid: (حُنَفَاءَ) “Hunefâ” (Hanifler olarak), yani bütün batıl inançlardan yüz çevirip sadece hakka (Tevhid’e) yönelerek.
* Amel: (وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ) İbadetin (Namaz) ve sosyal adaletin (Zekât) ikâmesi.
* Âyetin sonundaki (وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ) “İşte bu, dosdoğru dindir” cümlesi; 3. âyetteki (كُتُبٌ قَيِّمَةٌ) “dosdoğru hükümler” ile tam bir uyum sağlar. Yani, Kur’ân’daki “dosdoğru hükümler”, zaten Hz. Musa ve Hz. İsa’ya emredilen dinin “dosdoğru aslının” ta kendisidir.

E. Akıbet: (شَرُّ الْبَرِيَّةِ) ve (خَيْرُ الْبَرِيَّةِ) (Âyet 6-7)
Sure, “Beyyine”ye verilen cevaba göre insanlığın iki küllî tasnifini yaparak biter. Bu, Kur’ân’daki en keskin mukabele (karşılaştırma) sanatlarından biridir.
* 1. Zümre (İnkâr): (إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا… أُولَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ – …hum Şerru’l-beriyye)
* Mana: “Beyyine”yi (bu apaçık delili) reddedenler… “İşte onlar, yaratılmışların en kötüsüdürler.”
* (الْبَرِيَّةِ) “el-Beriyye”, yaratılmışlar, mahlûkat demektir. Apaçık aklı ve delili reddeden inkârcı, kendisine verilen (Ahsen-i Takvîm) potansiyelini reddettiği için, aklını kullanmayan hayvandan (Esfele Sâfilîn) daha aşağı, yani mahlûkatın en şerlisi olur.
* 2. Zümre (İman): (إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ – …hum Hayru’l-beriyye)
* Mana: “Beyyine”yi kabul edip iman eden ve sâlih amel işleyenler… “İşte onlar, yaratılmışların en hayırlısıdırlar.”
* Nükte: Bu iki âyet (6 ve 7), insanlığın değerini belirleyen tek ölçünün, Allah’ın “Beyyine”sine (vahyine) verdiği cevap olduğunu netleştirir.

F. Mükâfatın Zirvesi: Rızâ (Âyet 8)
Sure, “Hayru’l-Beriyye”nin (en hayırlıların) mükâfatını tasvir ederken, maddî mükâfattan (Cennet) daha yüce bir manevî zirve ile biter:
(رَّضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ… ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ)
“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır… İşte bu, Rabbine haşyet duyan (derin saygı ve korku besleyen) kimse içindir.”
* Belâgat Nüktesi (Rızâ Mukabelesi): Cennet hayatının zirvesi, nehirler veya köşkler değil, bu karşılıklı rızâ halidir. Kulun Rabbinden, Rabbin de kulundan razı olması. Bu, (Alak) suresindeki (وَاقْتَرِبْ) “Yaklaş!” emrinin, (Duhâ) suresindeki (فَتَرْضَى) “Razı olacaksın!” müjdesinin nihâî tecellisidir.
* Nükte (Şart): Bu zirveye ulaşmanın şartı nedir? (لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ) “Rabbine haşyet duyan.” (Haşyet), bilgiye dayalı, azametten kaynaklanan derin saygı ve korkudur. Bu, “Beyyine”yi (apaçık delili) idrak etmenin neticesidir.

Hülâsa
Beyyine Suresi, vahyin bir lüzum (zaruret) olduğunu (Munfakkîn), bu vahyin (Beyyine) hem yaşayan bir Elçi hem de tertemiz bir Kitap olduğunu (Mutahhara), bu delile rağmen ayrılığın sebebinin bilgisizlik değil kibir (Teferruk) olduğunu, dinin aslının ise çok basit (İhlâs ve Hanif) olduğunu ve nihayetinde insanın değerinin bu delile verdiği cevaba göre “Yaratılmışların En Kötüsü” veya “En Hayırlısı” olarak belirlendiğini ve en büyük mükâfatın “Karşılıklı Rızâ” olduğunu beyan eden belâgat harikası bir suredir.

7-ZİLZAL SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, kıyamet sahnelerini en sarsıcı ve en canlı tasvirlerle anlatan surelerinden biri olan Zilzâl Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, sadece 8 kısa âyette, dünyanın son anını, dirilişi ve hesabın mutlak adaletini, kelimelerin ses ahengini (fonetik) ve manasını (semantik) birleştirerek muhatabın zihnine adeta yaşatır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Zilzâl Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı (sarsıldığı) zaman,
> 2. Ve yer, bütün ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman,
> 3. Ve insan, “Ne oluyor buna!” dediği zaman;
> 4. İşte o gün (yer) haberlerini söyler.
> 5. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.
> 6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük (kabirlerinden) çıkacaklardır.
> 7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.
> 8. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.
> (Zilzâl, 99/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Hâdisenin Dehşetinden Hesabın Dehşetine
Surenin belâgatı, muhatabı hâdisenin fizikî dehşetinden alıp (Âyet 1-3), bu dehşetin ilahî sebebini (Âyet 4-5) ve manevî neticesini (Âyet 6-8) adım adım gösterir.

A. Ses ve Mana Uyumu: (زُلْزِلَتِ… زِلْزَالَهَا)
(إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا – İżâ zulzileti-l ardu zilzâlehâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Fonetik/Ses): Surenin ismi olan (زِلْزَال) “Zilzâl” kelimesinin kendisi, “Lahn” (sesin manayı yansıtması) sanatının bir harikasıdır. (ز) “ze” ve (ل) “lâm” harflerinin tekrarı, sarsıntının ve titremenin sesini taklit eder (onomatopoeia). Kelimeyi telaffuz etmek dahi, bir sarsıntı hissi verir.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mef’ûl-i Mutlak): Âyette “yer sarsıldığı zaman” denmez. Fiilin kendi mastarı (isim-fiil) (زِلْزَالَهَا) “zilzâlehâ” ile pekiştirilir. Bu, Arap belâgatında “Mef’ûl-i Mutlak”tır ve manayı en üst perdeye çıkarır.
* Nükte (İzafet): Sadece (زِلْزَالًا) “bir sarsıntıyla” demez, (زِلْزَالَهَا) “onun sarsıntısıyla” der. (هَا) “hâ” zamiri (onun) ile sarsıntıyı bizzat yeryüzüne izafe eder (bağlar).
* Hülâsa: Mana şudur: “Yeryüzü, ona has olan, ona vaadedilen, ondan başka hiçbir şeyin sarsılamayacağı o en büyük, en dehşetli, nihâî sarsıntıyla sarsıldığı zaman…” Bu, bilinen depremlerin ötesinde, mutlak bir sarsıntıdır.

B. Teşhîs (Kişileştirme) Sanatı: Konuşan Yeryüzü
Sure, yeryüzünü (Arz) cansız bir toprak parçası olarak değil, emir alan, içinde sır saklayan ve konuşan canlı bir şuur olarak tasvir eder.
* (وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا – Ve ahreceti-l ardu eskâlehâ)
* (أَثْقَالَهَا – Eskâlehâ): “Ağırlıklarını…” Bu ağırlıklar nedir? Hem içindeki ölüler (cesetler), hem de yer altındaki hazinelerdir. Daha da önemlisi, yeryüzünün şahit olduğu sırlardır. Yeryüzü, binlerce yıldır içinde tuttuğu bu emanetleri, bu “ağırlıkları” dışarı fırlatır. Bu, bir doğum veya bir kusma (istifrağ) gibi dehşetli bir boşaltmadır.
* (وَقَالَ الْإِنسَانُ مَا لَهَا – Ve kâle-l insânu mâ lehâ)
* Nükte: Bu, insanın o andaki tam aczini ve dehşetini ifade eden en kısa ve en beliğ cümledir. İnsan, (الأَرْض) “el-Arz” (yani en güvendiği, üzerine basıp sâbit zannettiği zemin) ayaklarının altından kayınca, bütün ilmî açıklamaları, bütün felsefeleri unutur. Ağzından dökülen tek şey, saf dehşet ve hayrettir: (مَا لَهَا؟) “Buna ne oluyor?”
* (يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا – Yevme-iżin tuhaddisu ahbârahâ)
* Nükte (Teşhîs): İşte o gün, yeryüzü “haberlerini söyler.” O, artık pasif bir zemin değil, aktif bir şahittir. Üzerinde kimin ne hayır, ne şer işlediğini bir bir anlatır.
* Neden? Cevap hemen gelir: (بِأَنَّ رَبَّكَ أَوْحَى لَهَا) “Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir (emretmiştir).” Yerin bu itaati ve konuşması, kendi iradesiyle değil, kâinatın sahibinin ona (أَوْحَى) “Vahy”etmesi (emir vermesi) iledir.

C. Dağılışın Tasviri: (أَشْتَاتًا) Kelimesi
(يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ أَشْتَاتًا لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ)
“O gün insanlar, amellerini görmek için (أَشْتَاتًا) bölük bölük çıkacaklardır.”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): (أَشْتَاتًا – Eştâten) kelimesi, suredeki en kilit kelimelerden biridir. (شَتَّى) “Şettâ” kökünden gelir; dağınık, parçalanmış, birbirine benzemeyen, farklı gruplar demektir.
* Mana: Mahşer günü insanlar, dünyadaki gibi tek bir millet (Türk, Arap vb.), tek bir aile veya tek bir sosyal sınıf olarak çıkmayacaklar. O gün bütün dünyevî aidiyetler parçalanmıştır. İnsanlar, amellerine göre yeniden gruplanmış halde, darmadağınık (eştâten) bir surette çıkarlar. İyiler bir grup, kötüler başka bir grup; münafıklar bir grup, sâlihler başka bir gruptur.
* Amaç: (لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ) “Amellerinin kendilerine gösterilmesi için.” Amaç, hesabı görmek değil, bizzat ameli görmektir.

D. Mutlak Adalet: (مِثْقَالَ ذَرَّةٍ)
(فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ… وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ)
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür… Kim zerre ağırlığınca şer işlerse onu görür.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Mutlak Hassasiyet): (مِثْقَالَ ذَرَّةٍ) “Miskâle zerratin” (Zerre ağırlığı). “Zerre”, o günkü Arap toplumunun bildiği en küçük ağırlık birimidir (havada uçuşan toz tanesi, en küçük karınca, atom). Bu ifade, ilahî adaletin mutlak hassasiyetini gösterir. Hiçbir şey, en küçük bir toz tanesi kadar bile olsa, kaybolmaz.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mukabele ve Paralelizm): Âyet 7 ve 8, yapısal olarak birbirinin tam simetriğidir. Bu kusursuz paralel yapı (Femen ya’mel… / Vemen ya’mel…) ve (hayran / şerran) zıtlığı, adaletin iki kefesini (hayır ve şer) mükemmel bir dengeyle sunar.
* Belâgat Nüktesi 3 (Fiil Seçimi): (يَرَهُ) “Yerehû” (Onu görür). Âyetler, “mükâfatını alır” veya “cezasını çeker” demez. Bizzat amelinin kendisini (onu) göreceğini söyler. Bu, amelin tecessüm etmesi (maddî bir şekil alması) demektir. Yaptığın o zerre hayır veya şer, o gün karşına maddî bir varlık olarak çıkacak ve sen “onu göreceksin”. Bu, inkârı imkânsız kılan bir şahitliktir.

Hülâsa
Zilzâl Suresi, (Zilzâl) kelimesinin sesiyle başlayan fizikî sarsıntıyı; yerin şahitlik etmesi (Tuhaddisu) ve insanların darmadağınık (Eştâten) fırlamasıyla manevî bir dehşete dönüştürür. Son olarak, “zerre” (ذَرَّةٍ) kelimesiyle, bu dehşetli günün mutlak adalet üzerine kurulu olduğunu ve hiçbir şeyin gözden kaçmayacağını (Yerehû) ilan eden muazzam bir belâgat metnidir.

 

8-ADİYAT SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en çarpıcı ve beliğ surelerinden biri olan Âdiyat Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, muhatabı, yemin (kasem) yoluyla önce dehşetli ve canlı bir savaş meydanı tasvirinin içine çeker. Bu tasvir (savaş atlarının sadakati ve fedakârlığı) vesilesiyle, insanın temel bir vasfını (nankörlüğünü) ortaya koyar ve bunu âhiretteki dehşetli akıbetle bağlar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Âdiyat Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Andolsun o harıl harıl koşanlara!
> 2. (Tırnaklarıyla) ateş çıkaranlara!
> 3. Sabah vakti akın edenlere!
> 4. Tozu dumana katanlara!
> 5. Derken bir topluluğun ortasına dalanlara!
> 6. Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür.
> 7. Ve şüphesiz, kendisi de buna şahittir.
> 8. Ve şüphesiz o, mal sevgisine de çok düşkündür.
> 9. Bilmez mi o, kabirlerde bulunanların ‘deşilip dışarı atılacağı’ zamanı?
> 10. Ve göğüslerde olanların (sırların) derlenip-toplanacağı zamanı?
> 11. Şüphesiz Rableri o gün onlardan elbette haberdardır.
> (Âdiyat, 100/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Atların Sadakatinden İnsanın Nankörlüğüne
Surenin belâgatı, müthiş bir zıtlık (mukabele) üzerine kuruludur. İlk beş âyetteki yeminler (Kasem), yeminin cevabı olan 6. âyetteki hükmün (insanın nankörlüğü) delilini hazırlar.

A. Yemin (Kasem) Bölümü: Canlı Tasvir Sanatı (Âyet 1-5)
Bu bölüm, Kur’ân’ın en canlı tasvirlerinden biridir. Allah Teâlâ, mücahidlerin atlarına (veya tefsirlerdeki diğer bir görüşe göre Hac kervanlarındaki develere) yemin ederken, muhatabı olayın içine çeken bir “ses” ve “görüntü” silsilesi kullanır:
* (وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا – Ve’l-‘âdiyâti dabhâ)
* (ضَبْحًا – Dabhâ): Bu kelime, surenin belâgat anahtarıdır. “Harıl harıl koşmak”tan öte, atların koşarken göğüslerinden çıkardıkları soluma sesini (hırıltı, nefes nefese kalma) tasvir eden ses taklidi (onomatopoeia) bir kelimedir. Allah Teâlâ, yemine bir ses ile başlayarak, muhatabın kulağını o savaş meydanına odaklar.
* (فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا – Fe’l-mûriyâti kadhâ)
* (فَ – Fe): Bu harf, “tertip ve ta’kîb” bildirir. Yani, hemen ardından manası verir.
* (قَدْحًا – Kadhâ): Çakmak, kıvılcım çıkarmak. O soluma sesinin hemen ardından, atların nallarının (veya taşlı arazide ayaklarının) yere vurmasıyla çıkan kıvılcımların görüntüsü gelir. Belâgat, sesten (dabhâ) görüntüye (kadhâ) intikal etmiştir.
* (فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا – Fe’l-muğîrâti subhâ)
* (فَ – Fe): Hız devam eder, hemen ardından…
* (صُبْحًا – Subhâ): “Sabah vakti.” O ses ve kıvılcımlar gecedir (karanlıkta belli olur). Baskın (İğâre) ise sabah vakti yapılır. O atlar bütün gece koşmuşlar, sabaha karşı düşmana akın etmişlerdir. Sahnenin zamanı ve faaliyeti (eylemi) netleşir.
* (فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا – Fe eserne bihî nak’â)
* (فَ – Fe): Hemen ardından…
* (نَقْعًا – Nak’â): “Toz, duman.” O hızlı akın neticesinde tozu dumana katarlar. Sahne, ses, kıvılcım ve tozdumanla tam bir kaos ve hareket tasvirine dönüşür.
* (فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا – Fe vesatne bihî cem’â)
* (فَ – Fe): Ve nihayet…
* (وَسَطْنَ – Vesatne): “Ortaladılar, tam ortasına daldılar.”
* (جَمْعًا – Cem’â): “Bir topluluk.”
* Belâgat Nüktesi (Tedrîc/Zirve): Yeminler, sesten (dabhâ) başlayıp, düşman topluluğunun tam ortasına (vesatne) dalışla zirveye ulaşır. Bu 5 âyet, sahibinin (veya Rabbinin emriyle cihad eden mücahidin) uğruna canını tehlikeye atan, soluğu kesilen, gece gündüz koşan atların muazzam itaatini, fedakârlığını ve sadakatini tasvir eder.

B. Yeminin Cevabı (Cevâbü’l-Kasem): İnsanın Hâli (Âyet 6-8)
Bu kadar ulvî bir sadakat tablosundan sonra, Allah Teâlâ bu yeminin cevabını, yani asıl davasını (iddiasını) beyan eder. Bu cevap, ilk bölümle tam bir zıtlık teşkil eder:
(إِنَّ الْإِNSَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ – İnne’l-insâne li-Rabbihî le-kenûd)
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): “Atlar”, sahiplerine bu kadar sadık ve fedakârken… “İnsan”, kendisini yaratan ve sayısız nimet veren Rabbine karşı (لَكَنُودٌ) “çok nankördür.”
* Kelime Seçimi (كَنُودٌ – Kenûd): Bu, surenin merkez kelimesidir. “Kenûd”, basit bir nankörlük değildir. Bu, nimeti inkâr eden, sürekli şikâyet eden, iyilikleri unutup kötülükleri sayan demektir. Arapçada (أَرْضٌ كَنُودٌ) “kenûd arazi”, üzerine yağmur yağmasına rağmen hiçbir bitki bitirmeyen çorak toprak demektir. İnsan da, üzerine yağan ilahî nimetlere rağmen şükür, ibadet, hayır bitirmeyen çorak bir toprak gibi nankördür.
* Tekit (Pekiştirme): Cümle, (إِنَّ) “İnne” ve (لَ) “Le” (Le-kenûd) olmak üzere iki adet kuvvetli pekiştirme edatıyla başlar. Bu, “insanın nankör olduğundan hiç şüphe yoktur” manasını verir.
(وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ – Ve innehu ‘alâ zâlike le-şehîd)
“Ve şüphesiz, kendisi de buna şahittir.”
* Nükte: Bu nankörlüğün (Kenûd) delili, insanın kendi vicdanıdır (vicdanî şahitlik).
(وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ – Ve innehu li-hubbi’l-hayri le-şedîd)
“Ve şüphesiz o, mal sevgisine de çok düşkündür.”
* Belâgat Nüktesi (Sebebin İzahı): Peki, insan neden bu kadar nankördür (Kenûd)? Çünkü (لِحُبِّ الْخَيْرِ) “mal sevgisine” (burada “Hayr” kelimesi mal, servet manasında kullanılmıştır) karşı (لَشَدِيدٌ) “çok şiddetli” bir tutkusu vardır.
* Zıtlık 2: İnsan, Rabbine (verene) karşı nankör (Kenûd), mala (verilene) karşı şiddetle tutkun (Şedîd). Bu iki kelime (Kenûd/Şedîd), insanın içindeki çarpıklığı ortaya koyar.

C. Tehdit ve Netice (Hesap Günü) (Âyet 9-11)
Sure, bu nankörlüğü ve mal hırsını (Kenûd ve Şedîd) tedavi edecek tek ilacı, yani âhiret hesabını hatırlatarak biter:
(أَفَلَا يَعْلَمُ…؟ – E fe lâ ya’lemu…?)
“Bilmez mi o…?”
* Nükte (İstifhâm-ı Tehdîd): Bu, cevap bekleyen bir soru değil, (Zilzâl Suresi’ndeki gibi) tehdit, azarlama ve hayret ifade eden bir sorudur. “Bütün bunları yaparken, o dehşetli günü bilmez mi?”
(إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ – İżâ bu’sira mâ fi’l-kubûr)
“Kabirlerde bulunanların ‘deşilip dışarı atılacağı’ (zamanı).”
* (بُعْثِرَ – Bu’sira): Bu kelime çok güçlüdür. Sadece “çıkarılmak” değil, altüst edilmek, deşilmek, içinin dışına çıkarılması demektir. Kabirlerin içindekileri fırlatmasıdır.
(وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ – Ve hussile mâ fi’s-sudûr)
“Ve göğüslerde olanların (sırların) derlenip-toplanacağı (zamanı).”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele): 9. âyet dışarıyı (kabirler), 10. âyet içeriyi (sudûr/göğüsler) anlatır. Kabirler deşilecek (Bu’sira), göğüslerdeki gizli niyetler, sırlar ve o “mal sevgisi” (hubbi’l-hayr) ortaya çıkarılacak/tasnif edilecek (Hussile).
(إِنَّ رَبَّهُم بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيرٌ – İnne Rabbehum bihim yevmeizin le-Habîr)
“Şüphesiz Rableri o gün onlardan elbette haberdardır.”
* Belâgat Hülâsası: Sure, (إِنَّ) “İnne” ve (لَّ) “Le” (Le-Habîr) ile, 6. âyettekine benzer kuvvetli bir tekit ile biter.
* Kelime Seçimi (خَبِيرٌ – Habîr): Allah (Âlim) değil, (Habîr) olduğunu söyler. “Habîr”, bir şeyin zâhirini (dışını) bilen (Âlim) değil, bâtınını (içini), en gizli sırlarını, en ince teferruatını bilen demektir.
* Mana: O gün Rableri, onların (Bihim) o gizledikleri nankörlüğün (Kenûd) ve mal hırsının (Şedîd) iç yüzünü, en ince ayrıntısıyla (Habîr) bilecektir.

Hülâsa
Âdiyat Suresi, atların sesiyle (Dabhâ) başlayan, kıvılcımıyla (Kadhâ) devam eden, tozuyla (Nak’â) ve merkeze dalışıyla (Vesatne) zirveye ulaşan bir sadakat tablosu çizer. Bu tablonun tam zıddına, insanın nankörlüğünü (Kenûd), mal hırsını (Şedîd) koyar. Tedavi olarak da, kabirlerin deşileceği (Bu’sira), sırların derleneceği (Hussile) ve Allah’ın her şeyin iç yüzünü bileceği (Habîr) o dehşetli günü hatırlatır.

9-KARİA SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kıyametin en sarsıcı isimlerinden birini taşıyan ve o günün dehşetini kelimelerin ses ahengine yansıtan Kâria Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, (Zilzâl) ve (Âdiyat) sureleri gibi, fonetik (ses) ve semantik (mana) uyumunun zirvede olduğu, muhatabı zihnen o dehşetli ânın içine çeken bir yapıya sahiptir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kâria Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yürekleri hoplatan (kapıları çalan) o felâket!
> 2. Nedir o yürekleri hoplatan (kapıları çalan) felâket?
> 3. Yürekleri hoplatan (kapıları çalan) o felâketin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 4. O gün insanlar, etrafa saçılmış pervâneler gibi olacaklar.
> 5. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacak.
> 6. O gün kimin (sevap) tartıları ağır gelirse,
> 7. İşte o, hoşnut edici bir hayat içinde olur.
> 8. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse,
> 9. İşte onun anası (varacağı yer) Hâviye’dir.
> 10. Hâviye’nin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 11. O, kızgın bir ateştir.
> (Kâria, 101/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Sarsıcı Sesten (Kâria) Korkunç Sığınağa (Hâviye)
Surenin belâgatı, o günün isminden başlayarak, o günde varlıkların nasıl değersizleştiğini gösterir ve neticeyi iki zıt akıbetle bağlar.

A. Dehşetin İsmi ve Ahengi: (الْقَارِعَةُ)
(الْقَارِعَةُ… مَا الْقَارِعَةُ… وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Kelime Seçimi): Surenin ismi olan (الْقَارِعَةُ – el-Kâria), o günün ismidir. (قَرَعَ) “Kara’a” fiili, sertçe vurmak, şiddetle çarpmak, kapıyı şiddetle çalmak, çekiçle vurmak demektir.
* Mana: Kıyamet (Kâria), sadece bir olay değil, kalplere ve kulaklara şiddetle vuran, insanı ani bir şokla sersemleten, dehşetli bir çarpma hadisesidir. Kelimenin (ق) “Kâf” ve (ر) “Râ” harflerinin ihtiva ettiği ses (fonetik) dahi bu vuruş ve çarpma sertliğini yansıtır.
* Belâgat Nüktesi 2 (Tekrar ve Tafhîm): (Kadir) suresinde gördüğümüz (وَمَا أَدْرَاكَ) “Sana ne bildirdi?” üslûbu burada da kullanılır (İstifhâm li’t-Tafhîm).
* (الْقَارِعَةُ) – “O dehşetli çarpma!” (Haber verilir).
* (مَا الْقَارِعَةُ) – “Nedir o çarpma?” (Muhatabın dikkati çekilir).
* (وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ) – “Sen o çarpmanın (dehşetinin) ne olduğunu idrak edemezsin!” (Hâdisenin azameti ve insan aklının aczi vurgulanır).
Bu üçlü silsile, manayı kademeli olarak yüceltir ve muhatabı dehşete hazırlar.

B. Teşbih Sanatı: Değerlerin Altüst Oluşu (Âyet 4-5)
O “Kâria” vurduğu an ne olacak? Sure, kâinattaki iki zıt varlığın (en hareketli/zayıf insan ve en sâbit/güçlü dağ) nasıl değersizleştiğini iki parlak teşbih (benzetme) ile tasvir eder:
* (يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ – Yekûnu-n nâsu ke’l-ferâşi’l-mebsûs)
* Teşbih (Benzetme): İnsanlar, (كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ) “etrafa saçılmış pervâneler (kelebekler)” gibi olacaklar.
* Belâgat Nüktesi: Bu teşbih harikadır. Pervâne (kelebek), zayıflığın, kaotik hareketin, yönsüzlüğün ve şuursuzca kendini ateşe atmanın sembolüdür. (الْمَبْثُوثِ) “Mebsûs” kelimesi ise darmadağınık saçılmış demektir. O gün, yeryüzünün efendisi zannedilen insan, (Zilzâl Suresi’ndeki gibi ‘eştâten’ – gruplar halinde değil) burada daha da beter bir halde, çaresiz, yönsüz, zayıf ve şuursuz bir kelebek sürüsü gibi kaosa sürüklenecektir.
* (وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ – Ve tekûnu-l cibâlu ke’l-‘ihni’l-menfûş)
* Teşbih (Benzetme): Dağlar, (كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ) “atılmış (didilmiş) renkli yünler” gibi olacaklar.
* Belâgat Nüktesi: Bu, bir önceki âyetle müthiş bir zıtlık oluşturur. İnsan zayıflığın sembolü (kelebek) gibi olurken; sabitliğin, ağırlığın ve gücün sembolü olan dağlar (الجِبَال), (الْعِهْنِ) “el-‘İhn” (renkli, boyalı yün) gibi olur. (الْمَنفُوشِ) “Menfûş” ise, didiklenmiş, kabartılmış, havada uçuşan yün demektir.
* Hülâsa: O “Kâria” vurduğunda, en güçlü ve ağır olan (dağlar), en hafif ve değersiz şeye (uçuşan yün tiftiği) dönüşür.

C. Akıbet: İki Zıt Sonuç (Âyet 6-11)
Kâinattaki bu fizikî altüst oluştan sonra, manevî altüst oluş, yani hesap başlar. Belâgat, burada keskin bir mukabele (karşılaştırma) sanatına döner:
* Ağır Gelen (Sevâp): (فَأَمَّا مَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ) “Kimin tartıları ağır (sakîl) gelirse…”
* Netice: (فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَّاضِيَةٍ) “O, hoşnut edici (râdiye) bir hayat içindedir.”
* Nükte: “Hoşnut olduğu” bir hayat değil, (رَّاضِيَةٍ) “Râdiye” yani hayatın/yaşayışın bizzat kendisinin razı ve hoşnut olduğu bir mükemmellik seviyesi.
* Hafif Gelen (Günah): (وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ) “Kimin tartıları hafif (haffet) gelirse…”
* Netice: (فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ) “Onun anası (sığınağı) Hâviye’dir.”

D. Belâgatin Zirvesi: (فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ)
Bu âyet (Âyet 9), Kur’ân’daki en dehşet verici belâgat tasvirlerinden biridir.
* (أُمُّهُ – Ummuhu): “Onun anası…” (أُمّ) “Umm” (ana), bir insanın sığınağı, korunağı, şefkat bulduğu, ait olduğu, zor anında döndüğü yerdir.
* (هَاوِيَةٌ – Hâviye): Cehennemin isimlerindendir. (هَوَى) “Hevâ” kökünden gelir; uçurum, derin çukur, düşülen yer, dipsiz kuyu demektir.
* Belâgat Nüktesi (İstiare/Teşbih-i Belîğ): Âyet, o gün tartısı hafif gelenin tek sığınağının, tek barınağının, tek “ana kucağının” o dipsiz uçurum (Hâviye) olduğunu söyler. Bu, sığınak (Umm) ile yok oluşun (Hâviye) birleştirildiği korkunç bir tasvirdir. O, ateşten başka sığınacak bir “ana” bulamayacaktır.
* (وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ – Ve mâ edrâke mâ hiyeh?)
Soru kalıbı (İstifhâm li’t-Tafhîm) burada bir kez daha, bu sefer “Hâviye” için kullanılır. “Sen o (hiyeh) nedir bilemezsin!”
* (نَارٌ حَامِيَةٌ – Nârun hâmiyeh)
Cevap gelir: “Kızgın (Hâmiye) bir ateştir.” (نَارٌ) “Nâr” kelimesinin nekre (belirsiz) gelmesi, “Bildiğiniz gibi bir ateş değil, azameti ve dehşeti kavranamaz bir ateş” manasını pekiştirir.

Hülâsa
Kâria Suresi, kulakları ve kalpleri çarpan (Kâria) bir sesle başlar. O sarsıntıda insanın kelebek (Ferâş), dağların yün (‘İhn) gibi değersizleştiğini tasvir eder. Sonunda, tartıları ağır gelenlerin razı (Râdiye) bir hayata; hafif gelenlerin ise sığınacakları tek ananın (Umm) o dipsiz uçurum (Hâviye) olduğunu ilan ederek, muhatabın zihnini dehşet içinde bir neticeyle baş başa bırakır.

 

10-TEKASÜR SURESİ VE BELÂĞATI

İnsanoğlunun dünyaya dalışını ve bu dalışın kaçınılmaz akıbetini sarsıcı bir üslupla beyan eden Tekâsür Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, gaflet içindeki insana yönelik kademeli bir tehdit ve yükselen bir ikaz silsilesidir. Sure, yumuşak bir teşhis ile başlar ve mutlak bir hesap sorgulamasıyla sona erer.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tekâsür Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Çoklukla övünmek sizi, oyalayıp-kendinizden geçirdi.
> 2. O kadar ki (bu gaflet içinde) kabirleri ziyaret ettiniz.
> 3. Hayır! Yakında bileceksiniz!
> 4. Hayır! Hayır! Elbette yakında bileceksiniz!
> 5. Hayır! Eğer kesin bir bilgi ile bilmiş olsaydınız (böyle yapmazdınız).
> 6. Andolsun, o cehennemi mutlaka göreceksiniz.
> 7. Yine andolsun, onu gözünüzle (bizzat) kesin olarak göreceksiniz.
> 8. Sonra o gün, andolsun, (size verilen) her nimetten sorguya çekileceksiniz.
> (Tekâsür, 102/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Gafletten Yüzleşmeye Kademeli İkaz
Surenin belâgatı, insanı gaflet uykusundan (Âyet 1-2) sarsarak (Âyet 3-4), yakînî (kesin) bir bilgiye (Âyet 5), oradan yakînî bir görüşe (Âyet 6-7) ve nihayet kaçınılmaz bir hesaba (Âyet 8) doğru adım adım taşır.

A. Gafletin Teşhisi: (أَلْهَاكُمُ) ve (التَّكَاثُرُ)
(أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ – Elhâkumu-t tekâsur)
“Çoklukla övünmek sizi oyaladı.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Kelime Seçimi): (أَلْهَاكُمُ – Elhâkum) fiili, surenin temelini oluşturur. (لَهْو) “Lehv”, basit bir meşguliyet değildir. Bir kimseyi asıl ve mühim gayesinden alıkoyan, onu oyalayan, unutturan, gaflete düşüren faydasız bir meşguliyettir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (التَّكَاثُرُ – Et-Tekâsur) kelimesi, (كَثُرَ) “kesura” (çok olmak) kökündendir. (تَفَاعُل) “Tefâ’ul” kalıbı, bu fiili müşterek (karşılıklı) ve gayretkeşlik içinde yapar.
* Hülâsa: Mana şu olur: “Ey insanlar! Sizi (Allah’a kulluk, âhiret hazırlığı gibi) asıl gayenizden alıkoyan şey, mal, evlat, makam, kabile çokluğuyla birbirinize karşı övünme yarışınız oldu.” Bu iki kelime, modern dünyanın “tüketim”, “rekabet” ve “daha fazlasına sahip olma” yarışının bin dört yüz sene önceki mükemmel tasviridir.

B. Gafletin Sınırı: (زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ)
(حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ – Hattâ zurtumu-l mekâbir)
“O kadar ki kabirleri ziyaret ettiniz.”
* Belâgat Nüktesi (İstiare/Mecâz): Bu âyet, belâgatın zirvelerindendir. Âyet, (حَتَّى مِتُّمْ) “Hattâ mittum” (Ölünceye kadar) demez. (زُرْتُمُ) “Zurtum” (Ziyaret ettiniz) der.
* Mana 1 (Zâhirî): “Oyalama” o kadar ileri gitti ki, kabirlerinize girinceye, yani ölünceye kadar devam etti.
* Mana 2 (Bâtınî/Belâgî): (زِيَارَة) “Ziyaret”, geçici bir eylemdir. Ziyaretçi, ziyaret ettiği yerde ebedî kalmaz, oradan ayrılıp asıl yurduna döner. Allah Teâlâ, “ölüm” hadisesini ve “kabir” hayatını bir ziyaret olarak isimlendirerek, kabrin son durak olmadığını, onun sadece âhiret yurduna geçişte geçici bir bekleme yeri olduğunu en beliğ şekilde ifade eder.
* Ironi: Onlar dünyada (Tekâsür) çoklukla övünüyorlardı; şimdi ise kabirde teklik içinde (ziyaretçi) oldular.

C. Kademeli Tehdit: (كَلَّا سَوْفَ… ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ…)
Bu iki âyet (3-4), gaflet uykusuna (Elhâkum) karşı ilk tokat gibidir.
(كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ – Kellâ sevfe ta’lemûn)
(ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ – Sümme kellâ sevfe ta’lemûn)
* Belâgat Nüktesi 1 (Reddiye): (كَلَّا – Kellâ) “Hayır! (Sandığınız gibi değil!)” Bu, onların gaflet içindeki hayat felsefelerini (Tekâsür) kökten reddeden, kesin ve sert bir uyarıdır (zecr).
* Nükte 2 (Tekrar ve Kademeleşme): (سَوْفَ تَعْلَمُونَ) “Yakında bileceksiniz!” ifadesinin tekrarı, basit bir pekiştirme değildir.
* Birincisi (sevfe ta’lemûn), ölüm anında (ziyaret başladığında) bileceklerini ifade eder.
* İkincisi (Sümme… sevfe ta’lemûn), “Sümme” (Sonra) edatıyla, daha sonra, yani kabirde ve mahşerde bileceklerini ifade eder.
* Bu tekrar, tehdidin ciddiyetini ve azabın kademeli olarak yaklaşmakta olduğunu gösterir.

D. Yüzleşmenin Seviyeleri: İlim’den Görmeye
(كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ – Kellâ lev ta’lemûne ‘ilme-l yakîn)
“Hayır! Eğer ‘İlme’l-Yakîn’ (kesin bir bilgi) ile bilmiş olsaydınız (böyle yapmazdınız).”
* Nükte: Bu âyet, (Tekâsür) gafletinin sebebini açıklar: Kesin bilginin (İlme’l-Yakîn) yokluğu. Eğer onlar, âhireti kitaplardan veya peygamberden duyarak (İlme’l-Yakîn) seviyesinde dahi bilselerdi, o oyalanmaya (Elhâkum) düşmezlerdi.
(لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ – Le teravunne-l cahîm)
(ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ – Sümme le teravunnehâ ‘ayne-l yakîn)
* Belâgat Nüktesi (Kasem/Yemin): Bu iki âyetteki (لَ…نَّ) “Le…nne” (Le-teravunne) kalıbı, Arapçadaki en kuvvetli yemin formudur (Kasem-i Mukadder). “Andolsun ki, muhakkak ve muhakkak göreceksiniz!”
* Nükte 2 (Yakînin Kademeleri): Sure, şimdi bilmekten (İlme’l-Yakîn) görmeye geçer:
* (لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ): “Cehennemi (uzaktan) göreceksiniz.” Bu, mahşer meydanında herkesin göreceği ilk bakıştır.
* (ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ): “Sonra onu ‘Ayne’l-Yakîn’ (gözün bizzat görmesiyle elde edilen kesinlik) ile göreceksiniz.” Bu, artık inkârı mümkün olmayan, bizzat içine girildiğinde veya kenarına gelindiğinde hasıl olan görerek bilme seviyesidir.
* (Tekâsür) gafleti, bilgisizlikten (İlme’l-Yakîn yokluğu) kaynaklanıyordu; akıbeti ise bizzat görmek (Ayne’l-Yakîn) oldu.

E. Nihâî Hesap: (ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ – Sümme le tus’elunne yevmeizin ‘ani-n na’îm)
* Belâgat Nüktesi (Kasem): Sure, (لَتُسْـَٔلُنَّ) “Le-tus’elunne” ifadesiyle bir en kuvvetli yemin ile daha biter. “Andolsun ki, muhakkak ve muhakkak sorguya çekileceksiniz!”
* Nükte (Mukabele/Ironi): Surenin başındaki (التَّكَاثُرُ) “Et-Tekâsur” (Çoklukla övünme), surenin sonunda (النَّعِيمِ) “En-Na’îm” (Nimet) olarak karşımıza çıkar.
* Mana: Sizi oyalayan (Elhâkum) o çokluk yarışı (Tekâsür) vardı ya… İşte o yarışta elde ettiğiniz her bir nimetten (Na’îm) —sağlıktan, zamandan, maldan, içtiğiniz soğuk sudan— hesaba çekileceksiniz.
* Hülâsa: İnsanın gafletinin sebebi (dünyevî nimet çokluğu), âhirette hesabının sebebi olacaktır. Bu, surenin başı ile sonu arasındaki müthiş bir belâgat bağıdır.

Hülâsa
Tekâsür Suresi, insanı (Elhâkum) “oyalayan” ve çoklukla övünme (Tekâsür) hastalığını teşhis ederek başlar. Bu gafletin ölüme kadar (Zurtum) sürdüğünü belirtir. (Kellâ) diyerek bu gafleti reddeder. (Sevfe ta’lemûn) ile tehdit eder. Sonra (İlme’l-Yakîn) seviyesinden (Ayne’l-Yakîn) seviyesine, yani bilmekten görmeye geçirir. Ve son olarak, övündükleri o her nimetten (Na’îm) mutlak surette (Le-tus’elunne) hesaba çekileceklerini ilan ederek gaflet perdesini tamamen yırtar.

 

11-ASR SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz (özlü), en cami (kapsamlı) ve mana bakımından en yoğun surelerinden biri olan Asr Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Merhum İmam Şâfiî’nin (r.a.) bu sure hakkındaki, “Eğer Kur’ân’dan başka hiçbir sure nazil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr Suresi bile insanların dünya ve âhiret saadetlerini temine yeterdi. Bu sure, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerini ihtiva eder” şeklindeki meşhur sözü, bu surenin belâgat ve muhteva yoğunluğunun en büyük delilidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Asr Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Asra yemin olsun ki,
> 2. İnsan gerçekten ziyandadır.
> 3. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.
> (Asr, 103/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Hüsranın Evrenselliği ve Kurtuluşun Dört Şartı
Surenin belâgatı, muazzam bir yemini (Kasem), en keskin hükmü (Cevâbü’l-Kasem) ve bu hükümden kurtulmanın yegâne yolunu (İstisna) üç kısa âyete sığdırmasında yatar.

A. Yeminin (Kasem) Belâgatı: (وَالْعَصْرِ)
(وَالْعَصْرِ – Ve’l-‘Asr)
“Asra yemin olsun ki,”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): Allah Teâlâ neden (الْعَصْرِ) “Asr”a yemin etmiştir? Bu kelime, çok katmanlı bir manaya sahiptir:
* Mutlak Zaman: En yaygın manasıyla zaman, çağ, devir. İnsanlığın bütün tarihini ifade eder.
* İkindi Vakti: Günün sonu, güneşin batmaya yaklaştığı, günlük faaliyetlerin sonunun geldiği vakit.
* Sıkmak/Öz (Asıl): (عَصَرَ) “Asara” fiili, sıkıp suyunu çıkarmak demektir (Meyve suyu için ‘asîr’ denir).
* Belâgat Hülâsası: Allah Teâlâ, bu yeminle sanki şöyle buyurmaktadır:
* “Ey insan! Senin bütün hayatının, kârının ve zararının (ziyanının) içinde cereyan ettiği Zaman’a (Tarih’e) yemin ederim ki…”
* “Ey insan! Ömrünün sonunun yaklaştığı ikindi vaktine (günün sonuna) yemin ederim ki (vaktin daralıyor) …”
* “İnsanların iyisinin kötüsünün, adeta sıkılıp özünün (aslının) ortaya çıkarıldığı o imtihan zamanına yemin ederim ki…”
Bütün bu manalar, hemen sonra gelecek olan dehşetli hükmün (ziyan) şahidi ve zeminidir. Zaman, insanlığın hüsranına şahitlik etmektedir.

B. Yeminin Cevabı (Hüküm)اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ
(اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ İnne’l-insâne lefî husr)
“İnsan gerçekten ziyandadır.”
Bu, yeminin cevabıdır ve Kur’ân’daki en keskin, en kapsamlı hükümlerden biridir. Belâgatı, üç unsurdadır:
* Çifte Tekit (Pekiştirme): Âyet, “İnsan ziyandadır” demez. (إِنَّ) “İnne” (Şüphesiz) ve (لَفِي) “Le-fî” (muhakkak içindedir) edatlarıyla, iki katlı ve en kuvvetli pekiştirme ile başlar. Bu, hükmün kesin, mutlak ve şüphe götürmez olduğunu ilan eder.
* Kapsam (الْاِنْسَانَ – el-İnsân): Âyet (إِنْسَانًا) “bir insan” (nekre) demez. (الْ) “el-” takısı ile (الْاِنْسَانَ) “el-İnsân” (marife) der. Bu, “Cins” ifade eder. Yani, insan türünün tamamı, bütün insanlık bu hükme dâhildir. Hiç kimse dışarıda değildir.
* Hüsranın (Ziyan) Derinliği (لَفِي خُسْرٍ – Lefî Husr):
* Âyet, “İnsan zarar EDENDİR” (إِاِنَّ الْاِنْسَانَ لَخَاسِرٌ – le-hâsirun) demez.
* “İnsan, ziyanın İÇİNDEDİR” (لَفِي خُسْرٍ – lefî husr) der.
* (خُسْرٍۙ) “Husr”, ziyanın, iflasın, mahvoluşun ta kendisidir (isim halidir). (فِي) “Fî” (içinde) harf-i cerri ise, batmışlık, kuşatılmışlık (zarfiyyet ve istiğrâk) ifade eder.
* Belâgat Nüktesi: Mana şudur: İnsan, sadece ara sıra ziyan eden bir varlık değildir. Aksine, o (varsayılan haliyle) ziyanın tam ortasında, hüsranın içinde boğulmakta olan bir varlıktır. Ziyan onu her taraftan kuşatmıştır.

C. İstisna (Kurtuluş Reçetesi): (إِلَّا الَّذِينَ…)
Bu dehşetli, kuşatıcı ve evrensel (cihan şümul) hüsran hükmünden (لَفِي خُسْرٍ) sonra, tek bir kurtuluş kapısı (istisna) açılır:
(إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ)
* Belâgat Nüktesi (Dört Şart): Bu istisna, belâgat açısından bir bütündür. Kurtuluş, bu dört şartın tamamının yerine getirilmesine bağlıdır. Biri eksik olursa, insan (لَف۪ي خُسْرٍۙ) “ziyanın içinde” kalmaya devam eder.
* (آمَنُوا – Âmenû / İman Edenler): Kurtuluşun temeli ve köküdür. Hüsrandan (ziyan) çıkışın ilk adımı, o hüsranı yaratan gafletten uyanıp Allah’a, âhirete ve rükünlere iman etmektir. Bu, işin dahilî ve nazarî (teorik) boyutudur.
* (وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – Ve ‘Amilu-s Sâlihât / Sâlih Ameller İşleyenler): İmanın ispatı ve faaliyetidir. İman, kalpte gizli bir iddia olarak kalamaz; sâlih (iyi, doğru, yapıcı) amellerle zâhire (dışa) yansımak zorundadır. Bu, işin zâhirî ve amelî boyutudur. (İman ve Amel, şahsî kurtuluşun temelidir.)
* (وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ – Ve Tevâsav bi’l-Hakk / Hakkı Tavsiye Edenler):
* Nükte (Tefâ’ul Kalıbı): Âyet “Hakkı emredenler” (أمروا) demez. (تَوَاصَوْا) “Tevâsav” (Vasiyetleşenler) der. Bu (تَفَاعُل) “Tefâ’ul” kalıbı, müştereklik, karşılıklılık ifade eder.
* Mana: Kurtuluş, sadece şahsî (iman ve amel) değildir; aynı zamanda içtimaîdir (sosyal). Mü’minler, karşılıklı olarak birbirlerine Hakk’ı (Tevhid’i, Kur’ân’ı, doğruyu) tavsiye etmek, adeta vasiyet eder gibi hatırlatmak zorundadırlar.
* (وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ – Ve Tevâsav bi’s-Sabr / Sabrı Tavsiye Edenler):
* Belâgat Nüktesi (Zorunlu Sonuç): Neden dördüncü bir şart daha var? Çünkü (وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ) “Hakkı tavsiye etme” faaliyeti, kaçınılmaz olarak zorluk, meşakkat, direniş ve eziyetle karşılaşacaktır.
* Mana: Üçüncü şartı (Hakkı tavsiye) yerine getirmenin bedelini ödeyebilmek için dördüncü şarta (Sabrı tavsiye) ihtiyaç vardır. Bu iki “karşılıklı tavsiye”, birbirinden ayrılmaz. Mü’minler hem Hakk’ı ayakta tutacaklar hem de bu yolda birbirlerine tahammülü, direnmeyi ve sabrı vasiyet edeceklerdir.

Hülâsa
Asr Suresi, (Asr) kelimesiyle zamanı şahit tutarak, (İnne/Le-fî) pekiştirmeleriyle insanlığın (el-İnsân) mutlak bir ziyanın içinde boğulmakta olduğunu (fî Husr) ilan eder. Ardından, bu evrensel (cihan şümul) iflastan kurtuluşun tek reçetesini dört maddelik ayrılmaz bir bütün olarak sunar: Şahsî kemâlât (İman ve Amel) ve İçtimaî (Sosyal) vazife (Hakkı ve Sabrı karşılıklı tavsiye etmek). Bu, Kur’ân’ın tamamının üç âyetlik bir hülâsasıdır (özetidir).

 

12- HÜMEZE SURESİ VE BELÂĞATI

 

İnsan karakterindeki en yıkıcı ahlâkî hastalıklardan ikisini (alaycılık ve servet kibri) ve bu hastalıkların kaçınılmaz akıbetini tasvir eden Hümeze Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, kelime seçimindeki (lafzî) şiddet ile, o kelimelerin işaret ettiği manevî (azap) şiddet arasında korkutucu bir paralellik kurar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Hümeze Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan herkesin vay haline!
> 2. O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.
> 3. O, malının kendisini ebedîleştirdiğini sanır.
> 4. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.
> 5. Hutame’nin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 6. O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.
> 7. Ki o (ateş), kalplerin ta üstüne çıkar.
> 8. Şüphesiz o (ateş), onların üzerine kilitlenecektir.
> 9. (Onlar) uzatılmış direklere (bağlanmışlar)dır.
> (Hümeze, 104/1-9)
>
2. Belâgat Tahlili: Karakterin Alçalmasından Azabın Yükselmesine
Surenin belâgatı, üç aşamalıdır: 1) Suçun ve suçlunun karakterinin tasviri (1-3), 2) Bu karakterin zannının (yanılmasının) reddi ve cezanın ilanı (4-5), 3) Cezanın dehşet verici mahiyetinin tasviri (6-9).

A. Suçun Teşhisi: (هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ)
(وَيْلٌ لِّكُلِّ هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ – Veylun li kulli humezetin lumezeh)
* Belâgat Nüktesi 1 (Giriş): Sure (وَيْلٌ – Veyl) ile başlar. Bu, “yazıklar olsun”dan öte, şiddetli bir tehdit, helâk olma uyarısı, Cehennem’deki bir vadinin adı olarak tefsir edilen, en ağır kınama ifadelerinden biridir.
* Nükte 2 (Sîga-i Mübâlağa): Âyetin merkezi (هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ) “Hümeze-Lümeze”dir. Bu iki kelime de “Sîga-i Mübâlağa”dır (İsim-fiilin abartı/yoğunluk kalıbı).
* Bu kalıp, o fiili ara sıra yapanı değil, o fiili iş edinmiş, karakteri haline getirmiş, sürekli yapanı (profesyonel alaycıyı) ifade eder.
* Nükte 3 (Kelime Farkı): Bu iki kelime eş anlamlı değildir:
* (هُمَزَةٍ – Hümeze): Aslı (هَمْز) “Hemz”, kırmak, ezmek, dürtmek demektir. İnsanları alenen, yüzlerine karşı ayıplayan, fiziksel olarak (elle, kolla) taklit eden, “kıran” kişidir. Bu, zâhirî bir saldırıdır.
* (لُّمَزَةٍ – Lümeze): Aslı (لَمْز) “Lemz”, gizlice, kaş-göz işaretiyle ayıplamak, gıybet etmek, arkadan çekiştirmek demektir. Bu, dahilî ve sinsice bir saldırıdır.
* Belâgat Hülâsası: Allah Teâlâ, bu iki mübalağalı kelimeyi ve onların ses (fonetik) ahengini kullanarak, insanların şeref ve haysiyetini hem zâhiren hem bâtınen (içten), hem gizli hem açık yok etmeyi karakter edinmiş kişileri lanetler.

B. Suçun Motivasyonu ve Yanılması (Âyet 2-3)
Peki, bu (Hümeze-Lümeze) karakterinin motivasyonu, bu kibrin kaynağı nedir?
(الَّذِي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ – Elleżî ceme’a mâlen ve ‘addedehu)
“O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Seçimi): (جَمَعَ) “Ceme’a” (topladı) fiilinden sonra gelen (وَعَدَّدَهُ) “ve ‘addedehu” (ve onu saydı) fiili, “tef’îl” kalıbındadır. Bu kalıp, tekrar ve yoğunluk bildirir.
* Mana: O, malı sadece kazanıp saymamıştır. O, malı tekrar tekrar sayar, onu saymaktan zevk alır, onu temel faaliyeti haline getirir. Mal, onun için bir araç değil, bir gaye olmuştur.
(يَحْسَبُ أَنَّ مَالَهُ أَخْلَدَهُ – Yahsabu enne mâlehû ahledehu)
“O, malının kendisini ebedîleştirdiğini sanır (hesap eder).”
* Belâgat Nüktesi (Yanılma): İşte hastalığın aslı budur. (يَحْسَبُ) “Yahsabu” (sanır, zanneder). Bu, bir bilgi değil, bir zandır, bir yanılmadır. O, (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) malın (Tekâsür) kendisine ebedîlik (Huld) vereceğini (أَخْلَدَهُ) zannetmiştir. Bu kibir (Hümeze-Lümeze), bu mal yığma (Ceme’a) faaliyetinin temelindeki yanlış inanç budur.

C. Reddiye ve Korkunç Mukabele (Zıtlık) (Âyet 4-5)
Allah Teâlâ, bu (يَحْسَبُ) “sanısını” tek bir kelimeyle yıkar:
(كَلَّا لَيُنبَذَنَّ فِي الْحُطَمَةِ – Kellâ le yunbezenne fi’l-Hutameh)
* Belâgat Nüktesi 1 (Reddiye): (كَلَّا – Kellâ) “Hayır! (Asla sandığı gibi değil!)” Bu, o sanıyı (yanılmayı) kökten reddeden, kesip atan bir tokattır.
* Nükte 2 (Mukabele/Zıtlık): Surenin belâgat zirvesi, (جَمَعَ) “Ceme’a” (Toplamak) fiili ile (لَيُنبَذَنَّ) “Le yunbezenne” (Atılacak) fiili arasındadır.
* O, hayatı boyunca değer vererek (جَمَعَ) “toplamıştı”.
* Allah ise onu, (نَبَذَ) “Nebze” (değersiz bir şeyi, çerçöpü fırlatıp atmak) fiiliyle fırlatıp atacaktır.
* (لَيُنْبَذَنَّ) “Le-yunbezenne” kalıbı, (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) en kuvvetli yemin (Kasem) formudur. “Muhakkak ve muhakkak fırlatılıp atılacaktır.”
* Nükte 3 (İsim Seçimi): Nereye atılacak? (الْحُطَمَةِ – El-Hutamah).
* Bu isim, (حَطَمَ) “Hatame” (kırmak, ezmek, parçalamak, un ufak etmek) kökündendir. Bu da bir mübalağa sîgasıdır. (Hutamah), içine atılan her şeyi kırıp paramparça eden şey demektir. O (Hümeze) nasıl insanların şerefini kırıp ezdiyse, (Hutamah) da onu kırıp ezecektir. Suç ve ceza arasında müthiş bir uygunluk vardır.
* Nükte 4 (Tafhîm/Yüceltme): (وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحُطَمَةُ) “Sen o Hutame’nin ne olduğunu ne bileceksin!” Bu (Kadir, Kâria) surelerinde gördüğümüz, azabın dehşetini insan idrakinin kavrayamayacağını belirten azamet üslûbudur.

D. Azabın Mahiyeti: Dahilî Azap (Âyet 6-9)
(Hutamah) nedir? Cevap gelir:
(نَارُ اللَّهِ الْمُوقَدَةُ – Nâru-llâhi’l-mûkade)
“O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.”
* Belâgat Nüktesi (İzafet): O, herhangi bir ateş değildir. (نَارُ اللَّهِ) “Nâru-llâh” (Allah’ın Ateşi) olarak bizzat Allah’a izafe edilmiştir. Bu, onun dehşetini ve mahiyetinin farklılığını gösterir. O, (الْمُوقَدَةُ) “Mûkade”dir, yani sürekli tutuşturulan, alevi körüklenen bir ateştir.
(الَّتِي تَطَّلِعُ عَلَى الْأَفْئِدَةِ – Elletî tattali’u ‘ale’l-ef’ideh)
“Ki o (ateş), kalplerin ta üstüne çıkar (nüfuz eder).”
* Belâgat Nüktesi (Zirve): Bu, surenin en korkutucu tasviridir. Dünyadaki ateş zâhirîdir (dışsaldır), bedene (cesede) temas eder. Ama Allah’ın Ateşi (Nâru-llâh), (تَطَّلِعُ) “tattali’u” (tırmanır, yükselir, nüfuz eder) ve (الْأَفْئِدَةِ) “el-Ef’ideh”ye (Fuâd’ın/Kalbin çoğulu) ulaşır.
* Nükte (Adalet): Neden kalplere? Çünkü suçun aslı oradaydı. O (Hümeze-Lümeze) fiillerinin motivasyonu olan kibir, (Ceme’a) fiilinin motivasyonu olan mal sevgisi (Yahsabu enne mâlehû ahledehu) ve nankörlük, hep (الْأَفْئِدَةِ) “Ef’ideh”nin (gönlün/kalbin) içindeydi.
* Hülâsa: Suç dahilî (içsel) olduğu için, ceza da dahilîdir. Ateş, günahın başladığı merkeze, yani kalbin özüne nüfuz eder.
(إِنَّهَا عَلَيْهِم مُّؤْصَدَةٌ…ف۪ي عَمَدٍ مُمَدَّدَةٍ)
* Belâgat Nüktesi (İhbâk/Kuşatma): Azap sadece içten değildir, dıştan da kuşatıcıdır. (مُّؤْصَدَةٌ) “Mu’sade”, kapıları sımsıkı kilitlenmiş, kapatılmış demektir. (ف۪ي عَمَدٍ مُمَدَّدَةٍ) “Uzatılmış direkler/sütunlar.”
* Mana: Bu, mutlak bir kuşatılmışlığı ve ebedî bir ümitsizliği tasvir eder. O ateş (Hutamah), hem içten (Ef’ideh) yakar, hem de dıştan (Mu’sade) kilitlenmiştir; kaçış imkânsızdır.

Hülâsa
Hümeze Suresi, (Hümeze-Lümeze) kelimelerinin ses ahengiyle karakterin çirkinliğini ortaya koyar. Bu karakterin mal toplama (Ceme’a) fiilini ve ebedîlik sanısını (Yahsabu) teşhis eder. Bu sanıyı (Kellâ) diyerek yıkar ve değerli topladığını zannedenin, değersizce atılacağını (Le yunbezenne) ilan eder. Atıldığı yerin (Hutamah) sadece bedeni değil, günahın merkezi olan kalbi (Ef’ideh) yakan bir ateş olduğunu ve bu azabın mutlak bir kuşatma (Mu’sade) ile son bulduğunu beyan eder.

13-FİL SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) doğumundan hemen önce vuku bulan ve Kâbe’nin ilahî muhafazasını gösteren tarihî bir hâdiseyi anlatan Fîl Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, muhatabın (Hz. Peygamber s.a.v. ve Kureyş) bizzat bildiği, yaşadığı veya tecrübe ettiği (veya hemen önceki nesilden tevatüren duyduğu) çok yakın bir hâdiseyi hatırlatarak, Allah’ın kudretini ve Beyt’inin (Kâbe’nin) şerefini en veciz şekilde ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Fîl Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?
> 2. Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
> 3. Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi.
> 4. “Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi.”
> 5. Sonunda onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.
> (Fîl, 105/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Yakın Tarihten Gelen Mutlak İhtar
Surenin belâgatı, muhatabın inkâr edemeyeceği bir hâdiseyi “soru” formatında sunarak, onu bu hâdisenin Fâilini (Yapanı) ikrar etmeye mecbur bırakır.

A. Soru Sanatı ve Muhatap: (أَلَمْ تَرَ)
(أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِIL – E lem tera keyfe fe’ale Rabbuke bi Ashâbi’l-Fîl)
“Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı?”
* Belâgat Nüktesi 1 (İstifhâm-ı Takrîrî): Bu, cevap bekleyen bir soru (İstifhâm-ı Hakîkî) değildir. Bu, muhatabı ikrar ettirmeye, onaylatmaya yönelik bir sorudur (İstifhâm-ı Takrîrî). Manası şudur: “Elbette gördün ve biliyorsun!”
* Nükte 2 (Hitap): Hitap doğrudan Peygamber Efendimiz’edir (s.a.v.). O, bu olayın olduğu “Fil Yılı”nda dünyaya gelmiştir. Hâdise o kadar taze, o kadar meşhurdur ki, Kureyşliler tarih başlangıcını o yıla göre yapmaktadır. Dolayısıyla “Görmedin mi?” ifadesi, gözle görmek kadar kesin bilgiyle bilmek (görmüş gibi bilmek) manasındadır.
* Nükte 3 (İsimlendirme): Düşman ordusu, komutanının (Ebrehe) veya milletinin (Habeş) ismiyle değil, o ordunun en belirgin ve Araplar için en tuhaf unsuru olan (الْف۪يلِۜ – el-Fîl) “Fil” ile isimlendirilmiştir.
بِاَصْحَابِ الْف۪يلِۜ
Ashâb-ı Fîl) “Fil Sahipleri.” Bu isimlendirme, hâdisenin olağanüstü yönünü ve Arapların hafızasındaki en çarpıcı imgesini öne çıkarır.

B. Planın Başarısızlığı: تَضْل۪يلٍۙ
(أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِIL – E lem yec’al keydehum fî tadlîl)
“Onların tuzağını (planını) boşa çıkarmadı mı?”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): (كَيْدَهُمْ – Keydehum) “Onların tuzağı/planı.” Bu ifade, Ebrehe’nin ordusunun sadece fizikî bir güç değil, aynı zamanda Kâbe’nin itibarını yıkmaya yönelik sinsî bir plan, bir hile (keyd) taşıdığını gösterir.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (تَضْل۪يلٍۙ – Tadlîl). “Dalâlet” kökündendir. Saptırmak, boşa çıkarmak, hedefini kaybettirmek, yok etmek demektir. Allah, onların o muazzam (filli) ordusunu ve planını (keyd) hedefine ulaşamadan saptırmış, boşa çıkarmış, etkisiz hale getirmiştir.
* Bu âyet de (أَلَمْ) “E lem…” (yapmadı mı?) şeklinde, bir önceki âyet gibi ikrar ettirme maksatlı bir sorudur. “Elbette boşa çıkardı!”
C. Helâk Vasıtası: (طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ)
(وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ – Ve ersele ‘aleyhim tayran ebâbîl)
“Ve üzerlerine (طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ) sürü sürü kuşlar gönderdi.”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Surenin belâgat zirvesi buradadır.
* Gelen Ordu: Yeryüzünün en büyük, en ağır, en ürkütücü kara hayvanını (Fil) öne süren muazzam bir ordu.
* Gönderilen Ordu: Gökyüzünün en küçük, en zayıf varlıklarından olan (طَيْرًا) “Kuşlar”.
* Allah Teâlâ, yeryüzünün en büyüğünü, gökyüzünün en küçüğü ile helâk etmiştir. Bu, Fâil’in (Yapanın) Allah olduğunu, sebeplere (kuşlara) değil, Müsebbib’e (Allah’a) bakılması gerektiğini gösteren müthiş bir mukabeledir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (اَبَاب۪يلَۙ – Ebâbîl). Bu kelime, tek bir büyük sürü değil, birbiri ardınca gelen, fevç fevç, dalga dalga, farklı yönlerden gelen bölükler/sürüler manasındadır. Bu, kuşatmanın tam ve kaçınılmaz olduğunu gösterir.
D. Silahın Tasviri: بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجّ۪يلٍۖۙ
(تَرْمِيهِم – Termîhim bi hicâratin min siccîl)
“Onlara (o kuşlar), ‘Siccîl’den (pişmiş çamurdan) taşlar atıyorlardı.”
* Belâgat Nüktesi (Silahın Hakareti): O muazzam ordu, kılıçla, ateşle veya büyük kayalarla değil; (بِحِجَارَةٍ) “küçük taşlar” ile helâk edilmiştir. (سِجّ۪يلٍۖۙ – Siccîl) kelimesi, çamurdan pişirilip sertleştirilmiş (tuğla gibi) taş demektir.
* Hülâsa: En büyük ordu (Fil Sahipleri), en küçük askerler (Kuşlar) tarafından, en basit silahla (Pişmiş Çamur) helâk edilmiştir. Bu, cezanın ilahî olduğunu ve aynı zamanda aşağılayıcı (tahkîr edici) bir yön taşıdığını gösterir.
E. Nihâî Sonuç (Teşbih Sanatı): (فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ
– Fe ce’alehum ke ‘asfin me’kûl)
“Sonunda onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.”
* Belâgat Nüktesi (Teşbih/Benzetme): Bu, Kur’ân’daki en dehşetli benzetmelerden biridir.
* (كَعَصْفٍ Ekin yaprağı, saman, ekinin sap ve yaprak kısımları.
* (مَأْكُولٍ- Me’kûl): Yenilmiş.
* Hülâsa: O muazzam ordu, o filli askerler, o kibirli komutanlar (Ebrehe); o küçük taşlar tarafından çürütülmüşlerdir. Allah onları, bir hayvan sürüsünün veya kurdun girdiği tarladaki ekin yaprakları gibi çiğnenmiş, parçalanmış, delik deşik edilmiş, ezilmiş ve yenilmiş bir hale getirmiştir.
* Bu tasvir, ordunun tamamen imha olduğunu ve geriye kalan cesetlerin ibretlik, çürümüş bir manzara arz ettiğini gösterir.

Hülâsa
Fîl Suresi, (أَلَمْ تَرَ) “Görmedin mi?” sorusuyla, muhatabın hafızasındaki yakın ve kesin bir hâdiseyi (Fil Vak’ası) gündeme getirir. Bu hâdiseyi, en büyük gücün (Fil) en küçük vasıtayla (Tayran Ebâbîl) ve en basit silahla (Siccîl) nasıl en feci şekilde (Ke-‘asfin me’kûl) yok edildiğini tasvir ederek anlatır.
Surenin tamamı, Kureyş’e ve tüm inkârcılara şu örtülü mesajı verir: “Ey Kureyş! Sizden çok daha güçlü olan, Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunu böyle koruyan Rabbiniz, şimdi Kâbe’nin içini putlarla doldurmanıza veya O’nun son elçisine (s.a.v.) düşmanlık etmenize müsaade mi edecek sanıyorsunuz? O Ebrehe’yi helâk eden kudret, sizi de helâk etmeye kâdirdir.”

14-KUREYŞ SURESİ VE BELÂĞATI

 

Fîl Suresi’nde (Ashâb-ı Fîl) helâk edilen düşmanı ve Kâbe’nin muhafazasını anlatan Allah Teâlâ, hemen ardından gelen Kureyş Suresi’nde, bu muhafaza hâdisesinin sebebini, neticesini ve gerektirdiği kulluk borcunu beyan eder.
Tefsir âlimlerinin çoğu, Fîl Suresi ile Kureyş Suresi’nin mana bakımından birbirinin devamı (mütemmimi) olduğunu, hatta tek bir sure gibi telakki edilmesi gerektiğini belirtirler. Fîl Suresi, sebebi (Kâbe’yi korumayı); Kureyş Suresi ise bu korumanın gayesini (Kureyş’in emniyet ve ticaretini) açıklar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kureyş Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Kureyş’in güvenliğini (veya birliğini) sağlamak için,
> 2. Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliklerini sağlamak için,
> 3. Şu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.
> 4. Ki O, (Rableri) kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılandır.
> (Kureyş, 106/1-4)
>
2. Belâgat Tahlili: Nimetin Hatırlatılması ve Kulluğa Davet
Surenin belâgatı, Fîl Suresi’ndeki dehşetli hâdisenin (Fil Vak’ası) hemen ardından gelen bu nimet ve rahmet tonunda yatar. Olayın gayesini açıklayarak Kureyş kabilesini imana davet eder.
A. Hâdisenin Gayesi: (لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ)
(لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ – Li-îlâfi Kureyş)
“Kureyş’in ‘Îlâf’ı (güvenliği/birliği/alışkanlığı) için…”
* Belâgat Nüktesi 1 (Bağlantı): Surenin başındaki bu (لِ) “Li-” (için) harf-i cerri, belâgat açısından Fîl Suresi’ne doğrudan bağlıdır. Buna “Lâm-ı Ta’lîl” (Sebep bildiren Lâm) denir.
* Mana: Mana şudur: “(Fîl Suresi’nde anlatılan) Rabbinin o Fîl Sahiplerine (Ebrehe ve ordusuna) yaptığını yapması, sadece ve sadece Kureyş’in ‘Îlâf’ı içindi.” Allah, o orduyu Kureyş’in hatırı için, onların düzeninin bozulmaması için helâk etmiştir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (إِيلَافِ – Îlâf) kelimesi, surenin merkez kelimesidir.
* (أُلْفَت) “Ülfet” kökündendir. Alışmak, ünsiyet etmek, birleşmek, güven içinde olmak, ahitleşmek (antlaşma yapmak) manalarına gelir.
* Kureyş, Kâbe’nin hizmetkârı oldukları için Arap kabileleri arasında saygı görür, bu sayede tehlikeli çöllerde emniyetle (ülfetle) ticaret yaparlardı. Ebrehe’nin saldırısı bu (Îlâf) düzenini, yani onların hem güvenliğini hem de ticaret antlaşmalarını tehdit ediyordu. Allah, Fîl ordusunu helâk ederek onların bu güvenli ticaret düzenini (Îlâf) korumuştur.

B. Nimetin Tafsili (Açıklanması): (رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِۚ)
(إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِۚ – Îlâfihim Rihlete’ş-Şitâi ve’s-Sayf)
“Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliklerini (sağlamak için)…”
* Belâgat Nüktesi (Bedel/Açıklama): Bu âyet, bir önceki âyetteki (Îlâf) kelimesinin ne olduğunu açıklar (Bedel veya Atf-ı Beyan). Bu “Îlâf” (güvenli düzen), Kureyş’in tüm ekonomik faaliyetinin aslı (temeli) olan iki büyük ticarî seyahatti:
* (رِحْلَةَ الشِّتَاءِ): Kış yolculuğu (sıcak olan Yemen’e).
* (وَالصَّيْفِۚ): Yaz yolculuğu (serin olan Şam’a).
* Hülâsa: Allah Teâlâ, “Biz Ebrehe’yi helâk ettik ki, sizin tüm ekonomik nizamınızın (Kış ve Yaz seferleri) dayandığı o güven ve antlaşma ortamınız (Îlâf) bozulmasın.”

C. İstenen Karşılık (Emir): (فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ
– Fel-ya’budû Rabbe hâze’l-Beyt)
“(Öyleyse) Şu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Sonuç): (فَ) “Fe-” (Öyleyse/O halde) harfi, bir önceki nimetlerin mantıksal sonucunu (Netice) bildirir. Mademki Allah size bu (Îlâf) nimetini verdi… o halde…
* Nükte 2 (Emir): (فَلْيَعْبُدُوا) “O halde kulluk etsinler!” İstenen karşılık budur.
* Nükte 3 (İsim Seçimi): Neden (اللَّهَ) “Allah’a” kulluk etsinler demez de, (رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev’in Rabbine” kulluk etsinler der?
* Çünkü (هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev” (Kâbe), Fîl Suresi’nde anlatılan hâdisenin merkezidir.
* Onların (Îlâf) nimetine kavuşmalarının sebebi, “Şu Ev”in hürmetidir.
* Ebrehe “Şu Ev”i yıkmaya gelmişti, Allah “Şu Ev”i korumuştu.
* Belâgat Zirvesi (Tevbîh/Azarlama): Bu ifadede üstü kapalı bir azarlama vardır. “Ey Kureyş! Siz, ‘Şu Ev’in içindeki putlara tapıyorsunuz. Halbuki sizi (Ebrehe’den) koruyan ve size bu ticaret imtiyazını veren, o putlar değil, ‘Şu Ev’in Rabbidir (Sahibidir)’. Öyleyse, içindekilere değil, Sahibine kulluk edin!”

D. Rabbin Vasıfları: (أَطْعَمَهُم… وَآمَنَهُم)
(الَّذِي أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ – Elleżî at’amehum min cû’in ve âmenehum min havf)
“Ki O, kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılandır.”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele): Bu âyet, “Şu Ev’in Rabbinin” kim olduğunu açıklar ve Kureyş’in (ve her insanın) iki temel ihtiyacını karşıladığını beyan eder:
* (أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ): “Onları açlıktan (kurtarıp) doyurdu.” Bu, 2. âyetteki (Kış ve Yaz yolculuğu) ekonomik nimetin (ticaretin) neticesidir.
* (وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ): “Onları korkudan emin kıldı.” Bu, 1. âyetteki (Îlâf) güvenlik nimetinin ve Fîl Suresi’ndeki muhafaza hâdisesinin neticesidir.
* Nükte 2 (Nekre Kullanımı): (جُوعٍ) “Cû'” (açlık) ve (خَوْفٍ) “Havf” (korku) kelimelerinin nekre (belirsiz) gelmesi, azamet ifade eder. “Onları her türlü açlıktan (kıtlıktan) ve her türlü korkudan (özellikle Ebrehe’nin ordusu gibi büyük bir korkudan) emin kıldı.”

Hülâsa
Fîl Suresi, düşmanın helâkini (Celâl) anlatırken; Kureyş Suresi, bu helâkin gayesini, yani dostun (Kureyş’in) himayesini (Cemâl) anlatır.
Sure, Fîl Vak’ası’nın gayesinin (لِإِيلَافِ) Kureyş’in güvenli ticaret düzeni olduğunu; bu düzenin (Kış-Yaz seferleri) onların ekonomik refahının (أَطْعَمَهُم) temeli olduğunu; bu korumanın (وَآمَنَهُم) ise güvenliklerinin temeli olduğunu hatırlatır. Bütün bu nimetlerin merkezinde (هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev” (Kâbe) vardır.
Netice olarak sure, Kureyş’e der ki: “Sizi hem doyuran (açlıktan) hem de koruyan (korkudan), hürmetine yaşadığınız ‘Şu Ev’in Rabbi’ne (فَلْيَعْبُدُوا) kulluk borcunuzu ödeyin (ve O’na şirk koşmayın).”

15-MAUN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, “dindarlık” kisvesi altındaki ahlâkî çürümeyi ve samimiyetsizliği en sert şekilde tenkit eden surelerinden biri olan Mâ’ûn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, iki ana tipolojiyi (Dîni yalanlayan ve ibadetinde gafil olan) tasvir eder ve bu iki tipolojinin aynı ahlâkî bozuklukta (cimrilik ve merhametsizlik) nasıl birleştiğini ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Mâ’ûn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Gördün mü, o hesap ve ceza gününü (dîni) yalanlayanı!
> 2. İşte o, yetimi itip kakar.
> 3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez (önayak olmaz).
> 4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
> 5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar (namazlarından gafildirler).
> 6. Onlar (ibadetlerinde) gösteriş yaparlar.
> 7. Ufacık bir yardıma (zekât veya en ufak bir yardımlığa) bile engel olurlar.
> (Mâ’ûn, 107/1-7)
>
2. Belâgat Tahlili: Yalanlamanın İspatı ve İbadetin Ruhu
Surenin belâgatı, muhatabın dikkatini (Gördün mü?) çekerek başlar ve inancın (Dîn) inkârının, amelî (faaliyet) hayattaki tezahürlerini (belirtilerini) delil olarak sunar.

A. Birinci Bölüm: “Dîn”i Yalanlayanın Tasviri (Âyet 1-3)
(أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ – Era’eyte-lleżî yukezzibu bi’d-dîn)
* Belâgat Nüktesi 1 (Soru Sanatı): Sure (أَرَأَيْتَ) “Era’eyte” (Gördün mü?) sorusuyla başlar. Bu, (Fîl Suresi’ndeki gibi) cevap bekleyen bir soru değil, muhatabın dikkatini hayret verici, şaşılacak ve ibret alınacak bir karaktere çeken bir sorudur (İstifhâm-ı Ta’accüb). “O dehşet verici karakteri gördün mü / hiç düşündün mü?”
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (بِالدِّينِ) “bi’d-dîn”. Buradaki “Dîn” kelimesi, sadece “din” değil, belâgat açısından Hesap Günü, Ceza, Yargılama manasındadır (Tîn Suresi’ndeki gibi: Fe mâ yukezzibuke ba’du bi’d-dîn).
* Nükte 3 (İsbat Talebi): Bu âyet bir iddiadır: “Hesap gününü yalanlayan bir tip var.” Muhatabın zihni hemen sorar: “Bu kişinin alameti, ispatı nedir?” Cevap, hemen (فَ) “Fe” harfiyle gelir:
(فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ – Fe żâlike-lleżî yedu”u’l-yetîm)
“İşte o (فَذَلِكَ), yetimi (يَدُعُّ) itip kakar.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Seçimi): (يَدُعُّ – Yedu”u) kelimesi, surenin en sert kelimelerindendir. Bu, “yetimi reddetmek” veya “ona bakmamak” değildir. (دَعَّ) “De’a” fiili, şiddetle itmek, horlayarak, zulmederek, hakaretle kakmak demektir.
* Hülâsa: Allah Teâlâ, bir insanın Hesap Günü’nü (Dîn) yalanladığının isbatı olarak, onun en zayıf varlığa (yetime) karşı gösterdiği merhametsizliği ve zorbalığı (Yedu”u) delil getirir. İnançsızlığın kalbi katılaştırmasının tasviridir.
(وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ – Ve lâ yahuddu ‘alâ ta’âmi’l-miskîn)
“Ve yoksulu doyurmaya (يَحُضُّ) teşvik etmez.”
* Belâgat Zirvesi (Apatinin Derinliği): Bu âyet, bir öncekinden daha derindir. Âyet, “yoksulu doyurmaz” (Lâ Yut’imu) demez. (وَلَا يَحُضُّ) “Ve lâ yahuddu” (Teşvik dahi etmez) der.
* Mana: O, “Dîn”e (Hesaba) o kadar inanmaz ki, kalbi o kadar ölmüştür ki; değil kendisi yedirmek, başkalarının doyurmasına bile önayak olmaz, teşvik etmez, bu meseleyi gündemine bile almaz. Bu, (Hümeze Suresi’ndeki gibi) mal hırsının ve merhametsizliğin, mutlak bir sosyal kayıtsızlığa dönüştüğünü gösterir.

B. İkinci Bölüm: Namaz Kılanların Tenkidi (Âyet 4-7)
Sure, şimdi açıkça inkâr edenden, görünüşte ibadet edene geçerek, tenkidin şiddetini artırır.
(فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ – Fe veylun li’l-musallîn)
“Yazıklar olsun (Veyl olsun) o (فَ) namaz kılanlara ki,”
* Belâgat Nüktesi (Şok): (فَ) “Fe” harfi, bu ikinci grubu birincisine bağlar. (وَيْلٌ) “Veyl” (Helâk, yazıklar olsun, Cehennem vadisi) kelimesi, (Hümeze Suresi’ndeki gibi) en ağır tehdittir. Ancak bu tehdit, kâfirlere değil, (لِّلْمُصَلِّينَ) “li’l-Musallîn” (Namaz kılanlara) yöneliktir. Bu, muhatabı sarsan bir ifadedir.
(الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ – Elleżîne hum ‘an salâtihim sâhûn)
“Onlar namazlarından (عَن) gafildirler (Sâhûn).”
* Belâgat Nüktesi (Harf-i Cer): Âyet, (فِي صَلَاتِهِمْ) “fî salâtihim” (Namazlarının içinde yanılanlar/gaflete düşenler) demez. Namaz içinde yanılmak beşerî bir haldir.
* Âyet (عَن صَلَاتِهِمْ) “‘an salâtihim” (Namazdan gafil) der. Buradaki (عَن) “‘an” harfi, uzaklaşma, umursamama, ciddiye almama manası katar.
* Mana: Onlar, namazın vaktinden, gayesinden, ruhundan, şartlarından tamamen gafildirler. Namaz, onlar için bir (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) oyalanma (lehv) veya gösteriş (riyâ) faaliyetidir; bir kulluk şuuru değildir.
(الَّذِينَ هُمْ يُرَاؤُونَ – Elleżîne hum yurâ’ûn)
“Onlar (ibadetlerinde) gösteriş yaparlar.”
* Nükte (Sebebin İzahı): Bir önceki âyetteki gafletin (Sâhûn) sebebini açıklar: Riyâ (Gösteriş). Namaz Allah için (Dîn) kılınmayınca, insanlar için (Yurâ’ûn) kılınır.
(وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ – Ve yemne’ûne’l-mâ’ûn)
“Ve Mâ’ûn’a (en ufak bir yardıma) engel olurlar.”
* Belâgat Zirvesi (İki Grubun Birleşmesi): Surenin başı ile sonu burada birleşir.
* (الْمَاعُونَ – El-Mâ’ûn): Bu kelime, çok küçük, değersiz, komşular arası alınıp verilen (tuz, iğne, kova, çekiç gibi) en basit yardımlıklar demektir.
* Hülâsa: Surenin başındaki “Dîni yalanlayan” (1. Tip), büyük yardımlara (yetimi korumak, yoksulu doyurmak) engel oluyordu.
* Surenin sonundaki “Riyâkâr namaz kılan” (2. Tip), en küçük yardımlara (Mâ’ûn) bile engel oluyor.
* Nihâî Nükte: Allah Teâlâ, bu iki karakteri aynı kefeye koyar. Çünkü ikisinin de ortak alameti merhametsizlik ve cimriliktir. İkincisi (Musallîn/Namaz kılan), namaz kılmasına rağmen Mâ’ûnu engelliyorsa, bu onun namazının gösterişten (riyâ) ibaret olduğunun ve onun da aslında, (tıpkı birinci tip gibi) Dîn’e (Hesap Günü’ne) kalben inanmadığının delilidir.

Hülâsa
Mâ’ûn Suresi, (Dîn) yani “Hesap Günü” inancının, ahlâkın temeli olduğunu beyan eder. Bu inanç yoksa (Tip 1), kişi zorbaca merhametsizdir (Yedu”u’l-yetîm). Bu inanç zayıf ve samimiyetsizse (Tip 2), kişi namaz kılsa dahi (Musallîn) gösteriş yapar (Yurâ’ûn) ve en basit yardımlıktan (Mâ’ûn) kaçacak kadar cimridir. Sure, ibadetin ruhunun (ihlâs) ve isbatının (amel), merhamet ve yardımlaşma olduğunu beyan eden müthiş bir ahlâkî tenkittir.

16- KEVSER SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa, fakat mana bakımından en yoğun, en teselli edici ve en beliğ surelerinden biri olan Kevser Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) evlat acısıyla imtihan olduğu ve müşriklerin O’na (hâşâ) “ebter” (soyu kesik, sonu gelmiş) diyerek hakaret ettikleri bir zamanda nazil olmuştur. Sure, bu hüznü ve hakareti, üç âyette, ilahî bir teselli ve kesin bir hükümle tersine çevirir.
1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kevser Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. (Resûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.
> 2. O halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.
> 3. Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.
> (Kevser, 108/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Nihâî Teselli ve Mutlak Hüküm
Surenin belâgatı, muazzam bir lütfu (Kevser), bu lütfa karşı şükrün iki temel rüknünü (Namaz ve Kurban) ve bu lütfa karşı çıkanların acı akıbetini (Ebter) üç adımda özetler.

A. Lütfun Azameti: (إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ)
(إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ – İnnâ a’taynâke’l-kevser)
“Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Azamet Zamiri): Âyet, “Ben verdim” (İnnî) değil, (إِنَّا) “İnnâ” (Muhakkak Biz verdik) diye başlar. Bu (Kadir Suresi’ndeki gibi) “Nûn-u Azamet”tir (Azamet Nûnu). Verenin (Allah’ın) azameti, verilen ihsanın (Kevser) azametini gösterir.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (أَعْطَيْنَاكَ – A’taynâke) “Sana verdik.” Fiil, (mâzî) geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. “Sana vereceğiz” (gelecek zaman) denmez. Bu, belâgatta tahakkuk (gerçekleşme) ve temellük (mülketme) ifade eder. Manası: “Bu ihsan, sana çoktan verilmiş, garantilenmiş ve senin mülküne geçmiştir.” Bu, vaatten öte, teslim edilmiş bir müjdedir.
* Nükte 3 (Kelime Seçimi): (الْكَوْثَرَ – El-Kevser). Bu kelime, (كَثِير) “Kesîr” (çok) kelimesinin “Fev’al” (فَوْعَل) kalıbında mübalağasıdır. Yani “çok” değil, “pek çok, aşırı çok, sonu gelmeyen, kesintisiz, bereketli bolluk” demektir.

* Hülâsa: Allah Teâlâ, Peygamberine (s.a.v.) yönelik o “Ebter” (soyu kesik) ithamına karşı, “Hayır! Biz sana sonu gelmeyen bir bolluk (Kevser) verdik” diye cevap verir. Bu (Kevser); Cennetteki ırmak, şefaat, nübüvvet, Kur’ân, kıyamete kadar gelecek ümmeti gibi bütün hayırların bolluğunu içine alır.

B. Şükrün Gerekliliği (Emir): (فَصَلِّ… وَانْحَرْ)
(فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ – Fe salli li Rabbike venhar)
“O halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Netice): (فَ) “Fe-” (O halde) harfi, bir önceki âyetin sebebini ve mantıksal sonucunu bildirir (Fa-i Sebebiyye). “Mademki Biz sana böyle emsalsiz bir (Kevser) verdik… o halde (bunun şükrü olarak) …”
* Nükte 2 (İhlâs Vurgusu): Âyet “Namaz kıl, kurban kes” demez. (لِرَبِّكَ) “Li-Rabbike” (Rabbin için) kaydını koyar. Bu, belâgatta ihtisas (has kılma, sadece O’na ait kılma) ifade eder.
* Mana: O dönemde müşrikler de namaz kılıyor (ıslık çalarak, el çırparak) ve putları için kurban kesiyorlardı. Allah Teâlâ, (Mâ’ûn Suresi’ndeki riyânın zıddına) bu ibadetlerin sadece ve sadece sana (Kevser)i veren Rabbin için (ihlâsla) yapılması gerektiğini emreder.
* Nükte 3 (Şükrün Formu): Şükür, iki temel ibadetle istenir:
* (فَصَلِّ – Fe Salli) Namaz: Bedenî, manevî ve dahilî şükrün zirvesi.
* (وَانْحَرْ – Venhar) Kurban Kes: Mâlî (maddî) ve zâhirî şükrün zirvesi; fakire yardım boyutunu (infâk) içerir.
* Şükür, hem bedenî hem de mâlî olmalıdır.

C. Hükmün Tersine Çevrilmesi: (هُوَ الْأَبْتَرُ)
(إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ – İnne şânie’ke huve’l-ebter)
“Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Tekit): (إِنَّ – İnne) “Şüphesiz…” Bu, hükmün kesinliğini vurgulayan bir pekiştirmedir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (شَانِئَكَ – Şânie’ke) “Sana hınç besleyen, buğz eden.” O müşriklerin (Âs b. Vâil vb.) Peygamberimize (s.a.v.) duyduğu duygunun basit bir düşmanlık değil, derin bir kin ve nefret (Şeneân) olduğunu tasvir eder.
* Belâgat Zirvesi (Hükmün İadesi): Surenin belâgat mucizesi bu âyettedir.
* (هُوَ – Huve): Bu, “Zamir-i Fasl”dır (Ayırma Zamiri). Belâgatta hasr ve kasr (sınırlama ve vurgulu tahsis) ifade eder.
* (الْأَبْتَرُ – El-Ebter): “Soyu kesik.”
* Hülâsa: Müşrikler, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Ebter” (soyu kesik) dediler. Allah Teâlâ, onların bu itham kelimesini (Ebter) aynen alır ve (هُوَ) “Huve” zamiriyle bizzat kendilerine iade eder.
* Mana şu olur: “Asıl ‘Ebter’, sana ‘Ebter’ diyenin ta kendisidir.”
* Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) soyu, (Kevser) ile, yani kıyamete kadar O’na (s.a.v.) salâvât getiren milyarlarca ümmetiyle, ismi Ezanla, Kur’ân’la, namazla anılarak ebedîleşmiştir.
* Ama O’na (s.a.v.) “Ebter” diyenlerin (Âs b. Vâil, Ebu Cehil, Ebu Leheb…) hem soyları hem de isimleri kesilmiş, dünyadan nefretle anılan birer enkaz olarak (ebter olarak) silinip gitmişlerdir.

Hülâsa
Kevser Suresi, en derin hüzün ve hakaret anında (Ebter ithamı), en büyük müjdeyi (Kevser) vererek başlar. Bu müjdeye karşılık ihlâslı bir şükür (Namaz ve Kurban) talep eder. Ve son olarak, düşmanın hakaretini (Ebter) aynen alıp (هُوَ الْأَبْتَرُ) “asıl Ebter’in (soyu kesiğin) düşmanın ta kendisi” olduğunu ilan ederek, ilahî adaleti ve teselliyi en beliğ şekilde tecellî ettirir.

17-KAFİRUN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Tevhîd akîdesinin (inancının) manifestosu olan ve şirk (Allah’a ortak koşma) ile imanın arasını kesin ve net bir çizgiyle ayıran Kâfirûn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, Mekkeli müşriklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) sundukları “Bir sene biz senin ilâhına ibadet edelim, bir sene de sen bizim ilâhlarımıza (putlarımıza) ibadet et” şeklindeki uzlaşma ve şirke davet teklifine karşı, ilahî bir emirle verilmiş kesin ve kat’î bir red cevabıdır.
Surenin belâgatı, bu reddin kesinliğini pekiştirmek için tekrâr (repetition) sanatını ve kat’î ayrım (berâet) üslûbunu kullanmasında yatar.
1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kâfirûn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “Ey Kâfirler!”
> 2. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
> 3. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
> 4. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.”
> 5. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
> 6. “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
> (Kâfirûn, 109/1-6)
>
2. Belâgat Tahlili: Mutlak Ayrışmanın (Berâet) İlanı
Surenin belâgatı, müzakereye ve uzlaşmaya kapalı bir deklarasyondur (beyannâmedir).
A. Emrin Kesinliği ve Muhatabın Tesbiti (Âyet 1)
(قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ – Kul Yâ Eyyuhe’l-Kâfirûn)
“De ki: ‘Ey Kâfirler!'”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. Bu, belâgat açısından çok mühimdir. Verilecek cevap, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî görüşü, ictihadı veya müzakereye açık bir pozisyonu değildir. Bu, bizzat Allah’tan gelen, değiştirilemez ve pazarlık konusu yapılamaz bir ilahî tebliğdir. O (s.a.v.), bu emri sadece iletmekle vazifelidir.
* Nükte 2 (Hitap): Hitap (يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ) “Ey Kâfirler!” şeklindedir. Hitapta “Ey kavmim”, “Ey Kureyş” gibi yumuşatıcı veya akrabalığı hatırlatıcı bir ifade yoktur. Onların, bu şirk tekliflerini sunmalarına sebep olan sıfatları (inkârcılık) ile kendilerine doğrudan hitap edilir. Bu, meselenin bir akrabalık meselesi değil, bir akîde (inanç) meselesi olduğunu gösteren keskin bir tespittir.

B. Tekrâr Sanatı ve Zamanların Reddi (Âyet 2-5)
Surenin 2-3. âyetleri ile 4-5. âyetleri birbirine benzer görünse de, aralarında derin belâgat farkları vardır. Bu bir fazlalık değil, reddin bütün zamanları ve ihtimalleri kapsaması için yapılmış bir tekrîr (pekiştirmeli tekrar) sanatıdır.

1. Hâl-i Hazırdaki (Şimdiki) Durumun Reddi:
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ – Lâ a’budu mâ ta’budûn) (Âyet 2)
“Ben, sizin (şu anda) kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Sîgası): (لَٓا اَعْبُدُ) “Lâ a’budu” (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman fiili) kullanılmıştır. Manası: “Benim âdetim, mevcut durumum ve karakterim, sizin taptıklarınıza tapmak değildir. Ben bunu şu anda yapmıyorum ve âdetim de bu değildir.”
(وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا اَعْبُدُۜ – Ve lâ entum ‘âbidûne mâ a’bud) (Âyet 3)
“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz.”
* Belâgat Nüktesi (İsim Sîgası): Burada “lâ ta’budûne” (fiil) denmez. (عَابِدُونَ) “‘Âbidûn” (İsm-i Fâil / İsim-fiil) kullanılır. Bu, daha kuvvetlidir. Manası: “Sizin karakterinizde, yapınızda, özünüzde benim taptığıma (Tevhid’e) kulluk etmek yoktur.” Onların şirke olan bağlılıklarının köklü olduğunu ifade eder.

2. Gelecek ve Geçmiş İhtimallerin Reddi:
(وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَّا عَبَدتُّمْ – Ve lâ ene ‘âbidun mâ ‘abedtum) (Âyet 4)
“Ben, sizin (geçmişte) kulluk etmiş olduklarınıza kulluk edecek değilim.”
* Belâgat Nüktesi 1 (İsim Sîgası): Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) de kendi duruşunu (عَابِدٌ) “‘Âbidun” (İsm-i Fâil) ile, yani karakter boyutuyla ifade eder: “Benim karakterimde sizin taptıklarınıza tapmak hiçbir zaman olmayacaktır.”
* Nükte 2 (Zaman Farkı): 2. âyette (مَا تَعْبُدُونَۙ
) “mâ ta’budûn” (şu an taptıklarınız) denmişti. Burada (مَّا عَبَدتُّمْ) “mâ ‘abedtum” (geçmişte taptınız) denir. Bu, belâgat açısından hem mevcut putları hem de atalarının geçmişteki taptıklarını (atalar yolu) reddetmektir.

* Hülâsa (Âyet 2 ve 4): 2. âyet şimdiki zamanda bir fiil olarak reddeder; 4. âyet geleceğe yönelik bir karakter ve prensip olarak (ve geçmiştekileri de kapsayarak) reddeder.
(وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُdُ – Ve lâ entum ‘âbidûne mâ a’bud) (Âyet 5)
“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
* Belâgat Nüktesi (Tekit ve Ye’s): Bu âyet, 3. âyetin aynısıdır. Arap belâgatında bu tür tekrarlar, tekit (pekiştirme) ve kat’îlik ifade eder. Özellikle bir müzakereyi, bir teklifi reddederken kullanılır. Manası: “Sizin karakterinizin değişmeyeceği ve benim Rabbime (Tevhid ile) kulluk etmeyeceğiniz hususu, o kadar kesindir ki, bunu size iki defa ilan ediyorum. Bu konuda hiçbir ümit (ye’s) yoktur.”

C. Nihâî Hüküm ve Ayrışma: (لَكُمْ دِينُكُمْ…)
(لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ – Lekum dînukum ve liye dîn)
“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
* Belâgat Zirvesi (Takdîm ve Te’hîr): Bu âyet, surenin hülâsası (özeti) ve mutlak ayrışma (Berâet) ilanıdır.
* Âyet, (دِينُكُمْ لَكُمْ وَدِينِي لِيَ) “Dînukum lekum ve dînî lî” (Dininiz sizindir, dinim benimdir) demez.
* (لَكُمْ) “Lekum” (Size) ve (وَلِيَ) “Veliye” (Bana) kelimelerini (Harf-i Cerleri) cümlenin başına alır (Takdîm).
* Nükte (Hasr/Tahsis): Arap belâgatında bu öne alma (takdîm), sınırlama, tahsis etme ve hasr manası katar.
* Mana: Mana şu olur: “Sizin dininiz (o şirk yolu) sadece ve sadece size aittir, bana hiçbir şekilde bulaşamaz. Benim dinim (bu Tevhid yolu) da sadece ve sadece bana (ve bana tâbi olanlara) aittir, sizinle hiçbir ortak paydası yoktur.”
* Bu, modern anlamda bir “hoşgörü” veya “bütün yollar doğrudur” ifadesi değil, tam tersine, “Benim yolum ile sizin yolunuz asla birleşemez. Bu iki yol tamamen ayrıdır. Benden asla bir uzlaşma beklemeyin” manasında, en keskin ayrım ilanıdır.

Hülâsa
Kâfirûn Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, pazarlığı baştan reddeden ilahî bir beyannâmedir. Müşriklerin teklifini (hem şimdiki halleriyle hem gelecekteki ihtimalleriyle) reddetmek için tekrâr sanatını kullanır. İki tarafın da (Mü’min ve Kâfir) karakterlerinin (İsm-i Fâil kullanarak) bu birleşmeye asla müsait olmadığını ilan eder. Ve son olarak, (لَكُمْ دِينُكُمْ) “Sizin dininiz size” diyerek, Tevhid ile Şirk arasına ebedî ve aşılmaz bir çizgi çeker.


18-NASR SURESİ VE BELÂĞATI

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risâlet vazifesinin tamamlandığını, misyonunun muzaffer olduğunu ve artık Rabbine (Refîk-i A’lâ’ya) dönüş vaktinin (vafâtının) yaklaştığını haber veren, “Vedâ Suresi” olarak da bilinen Nasr Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, bir zafer müjdesinden çok daha derin bir mana taşır; zaferin nasıl karşılanması gerektiğini ve her kemâlin (mükemmelliğin) bir zevâle (sona) doğru gittiğini en beliğ şekilde ifade eder.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Nasr Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke’nin fethi) geldiğinde,
> 2. Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,
> 3. Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.
> (Nasr, 110/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Zaferin Zirvesi ve Veda Hazırlığı
Surenin belâgatı, şart (Âyet 1-2) ve cevap (Âyet 3) üzerine kuruludur. “Şu şu gerçekleştiği zaman (şart), sen de şunu yap (cevap/emir).”

A. Şart Bölümü: Zaferin Kesinliği ve İzafeti (Âyet 1)
(إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ – İżâ câ’e nasru-llâhi ve’l-feth)
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,”
* Belâgat Nüktesi 1 (Edat Seçimi): Sure (إِنْ) “in” (eğer gelirse- ihtimal) edatıyla değil, (إِذَا) “İżâ” (geldiği zaman- kesinlik) edatıyla başlar. Bu, müjdelenen bu hâdisenin muhakkak vuku bulacağını, şüphe götürmez bir hakikat olduğunu ilan eder.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (جَاءَ) “Câ’e” (Geldi) fiili, geçmiş zaman (mâzî) sîgasıdır. Hâdise henüz tam olarak vuku bulmamışken (veya vuku bulmak üzereyken) geçmiş zaman kipi kullanılması, Kur’ân belâgatında “Tahakkuk-ı Vukû'” (Gerçekleşmenin Kesinliği) ifade eder. Hâdise o kadar kesindir ki, olmuş bitmiş kabul edilir.
* Nükte 3 (İzafet/Sıralama): Âyet “Fetih geldiğinde” demez. (نَصْرُ اللَّهِ) “Nasru-llâhi” (Allah’ın Yardımı) diyerek başlar.
* Mana: Fetih (Zafer), sebeb değil, neticedir. Asıl olan, Allah’ın Yardımıdır (Nasr). (الْفَتْحُ) “El-Feth” (Fetih), bu ilahî yardımın zâhirî (dışsal) tecellîsidir. Bu, zaferin mü’minlerin gücünden veya stratejisinden değil, doğrudan doğruya Allah’ın yardımından kaynaklandığını (zaferi Allah’a izafe ettiğini) gösterir.

B. Şart Bölümü: Zaferin Neticesi (Âyet 2)
(وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا – Ve ra’eyte-n nâse yedhulûne fî dîni-llâhi efvâcâ)
“Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,”
* Belâgat Nüktesi 1 (Hitap): (وَرَأَيْتَ) “Ve Ra’eyte” (Ve gördün). Hitap, doğrudan Peygamber Efendimiz’edir (s.a.v.). Bu, O’nun (s.a.v.) misyonunun muvaffak olduğuna (başarıya ulaştığına) dair şahsî bir şahitlik müjdesidir.
* Nükte 2 (Fiil Zıtlığı): 1. âyette zafer için (جَاءَ) “Câ’e” (Geçmiş zaman) kullanılmıştı. Burada ise insanların girişi için (يَدْخُلُونَ) “Yedhulûne” (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman) fiili kullanılır.
* Mana: Zafer (Fetih) kesinleşmiş ve bitmiştir; ancak o fethin neticesi olan insanların İslâm’a girişi, canlı, devam eden, süreklilik arz eden bir faaliyettir.
* Nükte 3 (Kelimelerin Mukabelesi): (أَفْوَاجًا) “Efvâcâ” (Fevç fevç, bölük bölük, kitleler halinde). Bu kelime, İslâm’ın ilk başladığı dönemin tam zıddıdır. O zamanlar insanlar tek tek (ferd ferd), gizli gizli Müslüman oluyorlardı. Şimdi ise (Feth-i Mekke’den sonra) kabileler ve topluluklar kitleler halinde (Efvâcâ) İslâm’a girmektedir. Bu, davanın kemâle erdiğini gösterir.

C. Cevap Bölümü: Kemâlin Gereği ve Veda İması (Âyet 3)
(فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا – Fe sebbih bi-hamdi Rabbike vestağfirhu İnnehû kâne tevvâbâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Netice): (فَ) “Fe-” (O halde). Bu, şartın cevabıdır. “Mademki Allah’ın yardımı geldi, Fetih gerçekleşti ve insanlar kitleler halinde dine girdi (yani vazifen bitti) … O halde…”
* Nükte 2 (Emrin MMahiyeti-Zirve): Bir kral, zaferin zirvesinde ne yapar? Gururlanır, kutlama yapar, şölen düzenler (Hümeze ve Tekâsür’deki gibi kibre kapılır).
* Allah Teâlâ ise Peygamberine (s.a.v.), zaferin zirvesinde, gururu değil, tevâzu ve kulluğu emreder:
* (فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ): “Rabbine hamd ederek O’nu tespih et.”
* Tespih (Tenzih): Bu zaferin Allah’ın yardımı olduğunu, O’nun ortağı olmadığını, bu işte beşerî bir gurura yer olmadığını ilan etmektir.
* Hamd (Övgü): Bu nimeti (Nasr ve Feth) verenin sadece O olduğunu ikrar etmektir.
* (وَاسْتَغْفِرْهُ): “Ve O’ndan bağışlanma dile (İstiğfar et).”
* Belâgat Zirvesi (İstiğfar Emri ve Veda İması):
* Zaferin ve başarının tam zirvesinde neden “istiğfar” (bağışlanma) emredilir?
* Sahâbe-i Kirâm (Hz. İbn Abbas, Hz. Ömer r.a. gibi) bu âyetten, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vazifesinin tamamlandığını ve vafâtının (Ecel) yaklaştığını anlamışlardır.
* Mana: İstiğfar, bir günah karşılığı değil, vazifenin bitişi ve Rabb’e dönüş (huzura çıkış) için yapılan nihâî bir hazırlıktır. Bu 23 yıllık ağır vazifenin (risâletin) ifası esnasında, kullukta ve tebliğde (beşeriyet icabı) kalmış olabilecek en ufak bir kusura karşı yapılan en kâmil arınma talebidir. Bu bir zafer kutlaması değil, vazifenin tamamlanma şükrü ve Refîk-i A’lâ’ya (En Yüce Dost’a) veda hazırlığıdır.
* Nükte 3 (Rahmetin Teminatı): (إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا) “Şüphesiz O, (zaten) Tevvâb idi (ve öyledir).”
* (إِنَّهُ) “İnnehû” (Şüphesiz O), bu hükmün kesinliğini pekiştirir.
* (التَّوَّاب) “Et-Tevvâb” (Sîga-i Mübâlağa): Tövbeyi bir kez değil, tekrar tekrar, bolca, kesintisiz kabul eden demektir.
* (كَانَ) “Kâne” (İdi): Allah’ın bu “Tevvâb” sıfatının sonradan olmadığını, O’nun şanının ezelden beri tövbeleri kabul etmek olduğunu bildirir. Bu, (وَاسْتَغْفِرْهُ) “İstiğfar et” emrinin hemen ardından gelen bir kabul.
müjdesi ve rahmet teminatıdır.

Hülâsa
Nasr Suresi, (إِذَا) “İżâ” ile kesin bir müjdeyi (Nasr ve Feth) haber verir. Bu fethin neticesinin kitleler halinde (Efvâcâ) İslâm’a giriş olduğunu (يَدْخُلُونَ) devam eden bir fiille tasvir eder. Ve bu kemâle (zirveye) ulaşmanın karşılığının gurur değil, (Tespih, Hamd ve İstiğfar) olduğunu emrederek, her başarının sonunda kulluğun ve Rabb’e dönüş hazırlığının esas olduğunu ilan eden muazzam bir veda beyannâmesidir.

19- TEBBET SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir düşmanını ve onun âkıbetini ismiyle zikreden tek sure olan, bu yönüyle de muazzam bir belâgat ve i’câz (mucize) taşıyan Tebbet (Mesed) Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Safâ tepesinde en yakın akrabalarını İslâm’a davet ettiğinde, amcası Ebû Leheb’in “Kuruyup yok olasıca! Bizi bunun için mi topladın?” (تَبًّا لَكَ) şeklindeki hakaretine karşı, ilahî bir cevap ve gaybî bir ihbar (haber) olarak nazil olmuştur.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tebbet Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu da.
> 2. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.
> 3. O, alevli bir ateşe girecektir.
> 4. Odun taşıyıcı olarak karısı da (o ateşe girecektir).
> 5. Boynunda da bükülmüş hurma liflerinden bir ip olacaktır.
> (Tebbet, 111/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Şahsî Düşmanlığa İlahî Mukabele
Surenin belâgatı, Ebû Leheb’in hakaretine (Tebben lekâ) misliyle değil, çok daha ağırı ile ve ebedî bir hükümle cevap verilmesinde yatar.

A. Hükmün İlanı ve Kelime Oyunu (Âyet 1)
(تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ – Tebbet yedâ Ebî Leheb’in ve tebbe)
“Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu da.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Bedduâ ve Haber): (تَبَّتْ – Tebbet) kelimesi, hem bir bedduâdır (“Elleri kurusun!”) hem de (daha mühimi) geçmiş zaman (mâzî) kipiyle gelerek, bu helâkin zaten gerçekleşmiş, ilahî katında hükmünün verilmiş olduğunu bildiren bir haberdir (İhbâr).
* Nükte 2 (İki Helâk): Âyette iki (تَبَّ) “Tebbe” (helâk) vardır:
* (تَبَّتْ يَدَا): “Elleri kurusun/helâk olsun.” Bu, onun fiillerini, çalışmalarını, gücünü (el, kudretin sembolüdür) ve Peygamber’e (s.a.v.) karşı yaptığı düşmanlığı hedefler. “Çalışmaları boşa gitti.”
* (وَتَبَّ – Ve Tebbe): “Ve (kendisinin tamamı) helâk oldu.” Bu, sadece fiillerinin değil, şahsının, bizzat kendisinin de hüsrana uğradığını ilan eder.
* Belâgat Zirvesi (İsim ve Müsemmâ): Surenin belki de en büyük mucizesi isim seçimidir.
* Bu şahsın asıl adı “Abdüluzzâ” (Uzzâ putunun kulu) idi.
* Kur’ân, onun bu şirk ismini kullanmaz. Onun yerine, parlak yüzlü olduğu için Araplar arasında kullanılan (أَبِي لَهَبٍ) “Ebû Leheb” (Alevin Babası) künyesini kullanır.
* Neden? Çünkü 3. âyette onun gireceği yer (نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ) “Nâran zâte Leheb” (Alevli bir Ateş) olarak zikredilecektir.
* Allah Teâla, onun künyesi (Ebû Leheb) ile âkıbeti (zâte Leheb) arasında müthiş bir belâgî münasebet (Tecnîs-i Lâhik) kurar. “Ey Alevin Babası! Sen, ismine lâyık olarak Alevli bir Ateşe gireceksin.” Bu, ilahî bir tezyîf (aşağılama) sanatıdır.
B. Gurur Duyduğu Şeylerin Hiçliği (Âyet 2)
(مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ – Mâ ağnâ ‘anhu mâluhû ve mâ keseb)
“Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı.”
* Belâgat Nüktesi (Zecr ve Te’yîs): Bu âyet, 1. âyetteki (Tebbe/Helâk) hükmünün sebebini ve neticesini açıklar. (مَا أَغْنَى) “Mâ ağnâ” (Fayda vermedi) ifadesi, (Hümeze ve Tekâsür Suresi’ndeki gibi) kibrin ana kaynağı olan servet ve gücün, Allah’ın “Tebbe” (helâk) hükmü karşısında mutlak aczini ve hiçliğini ilan eder.
* Nükte (Mâ Keseb): (وَمَا كَسَبَ) “Ve mâ keseb” (Kazandığı şey) nedir? Bu, onun çocukları, evlâdı (ki oğlu Utbe’yi Peygamberimizin kızından boşanmaya zorlamıştı), makamı, itibarı ve eline geçen her şeydir. Ne malı ne de soyu, bu ilahî helâk hükmünü engelleyememiştir.

C. Suçun Ortağı: Karısının Durumu (Âyet 4-5)
Sure, sadece Ebû Leheb’i değil, bu düşmanlıkta onunla tam bir iş birliği içinde olan karısı Ümmü Cemil’i de bu helâke dâhil eder.
(وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ – Vemra’etuhû hammâlete’l-hatab)
“Odun taşıyıcı olarak karısı da (o ateşe girecektir).”
* Belâgat Nüktesi 1 (Sîga-i Mübâlağa): (حَمَّالَةَ – Hammâle). Bu, (Hümeze’deki gibi) mübalağa sîgasıdır. O, “ara sıra” değil, sürekli, iş edinerek, profesyonelce odun taşıyandır.
* Nükte 2 (Tevriye ve Tecsîm): “Odun taşımak” nedir?
* Mecâzî Mana: İnsanlar arasında (nemîme) laf taşıyarak, (fitne) ateşini körükleyerek, düşmanlığa odun taşımasıdır.
* Hakîkî Mana: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) geçeceği yollara eziyet etmek için dikenli çalılar ve odunlar taşımasıdır.
* Uhrevî (Âhiret) Mana: Cehennemde, kocası Ebû Leheb’in ateşini (Leheb) alevlendirmek için bizzat odun taşıyıcısı (Hammâle) olmasıdır.
* Bu kelime, tek başına, kadının dünyadaki suçunu, karakterini ve âhiretteki cezasını tasvir eden bir belâgat harikasıdır.
(فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ – Fî cîdihâ hablun min mesed)
“Boynunda da bükülmüş hurma liflerinden bir ip olacaktır.”
* Belâgat Zirvesi (Mukabele/Tezyîf): Bu, surenin en dehşetli aşağılama ve zıtlık sanatıdır.
* (جِيد – Cîd): Arapçada (رَقَبَة) “Rakabe” (boyun) veya (عُنُق) “‘Unuk” (boyun) kelimeleri varken, burada (جِيد) “Cîd” kelimesi seçilmiştir. “Cîd”, ziynet (süs) takılan, gerdanlık takılan, uzun ve güzel boyun demektir. Ümmü Cemil, aristokrat bir kadındı ve kıymetli gerdanlığıyla övünürdü.
* (حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ – Hablun min Mesed): “Mesed’den (bükülmüş hurma lifinden) bir ip.” Bu, en değersiz, en kaba, en âdî ip türüdür.
* Hülâsa: Allah Teâlâ, onun dünyada kibirle ve gururla taşıdığı o ziynet gerdanlığının (Cîd) yerine, âhirette (veya dünyada) zilletle ve aşağılanarak taşıyacağı o kaba liften ipi (Mesed) koymuştur. Bu, kibirli bir aristokratın, bir hayvan veya köle gibi aşağılanmasının tasviridir.

Hülâsa
Tebbet Suresi, Peygamber’e (s.a.v.) yönelik şahsî bir hakarete (Tebben lekâ), ilahî bir iade (Tebbet yedâ…) ile cevap verir. Bu cevap, gaybî bir haberdir (Ebû Leheb ve karısı bu sure nazil olduktan yıllar sonra, surede haber verildiği gibi kâfir olarak ölmüşlerdir; bu, Kur’ân’ın bir mucizesidir).
Sure, Ebû Leheb’in ismi (Leheb) ile cezası (zâte Leheb) arasında, karısının dünyadaki kibri (Cîd/gerdanlık) ile âhiretteki zilleti (Mesed/ip) arasında korkunç bir belâgî münasebet ve mukabele sanatı kurarak, Allah’a ve Resûlü’ne düşmanlık edenlerin dünyevî ve uhrevî helâklerini (Tebbe) en keskin şekilde ilan eder.

20-İHLAS SURESİ VE BELÂĞATI

Kur’ân-ı Kerîm’in, Tevhîd akîdesinin (Allah’ın birliği inancının) en saf, en özlü ve en mutlak hülâsası (özeti) olan ve İmam-ı Rabbânî gibi âlimlerce İsm-i A’zam mertebesinde görülen İhlâs Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın, “Bize Rabbini anlat, O’nun soyu nedir, neden yapılmıştır?” gibi sorularına cevap olarak nazil olmuştur. Kur’ân’ın üçte birine denk sayılmasının sırrı da, Kur’ân’ın ana gayelerinden olan Tevhîd’in en kâmil (mükemmel) tanımını yapmasında gizlidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (İhlâs Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.”
> 2. “Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).”
> 3. “Doğurmamış ve doğurulmamıştır.”
> 4. “O’nun hiçbir dengi yoktur.”
> (İhlâs, 112/1-4)
>
2. Belâgat Tahlili: Mutlak Birliğin (Tevhîd) İspatı
Surenin belâgatı, her bir âyetin, bir öncekinin açıklaması ve ispatı olduğu, mantıksal olarak birbirine kilitlenmiş, çelikten bir yapıya sahip olmasında yatar.
A. Hükmün İlanı: (أَحَدٌ) Kelimesi (Âyet 1)
(قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ – Kul Huvallâhu Ehad)
“De ki: O, Allah’tır, Ehad’dir (Bir Tektir).”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. Bu, (Kâfirûn Suresi’ndeki gibi) bu cevabın Peygamber’in (s.a.v.) şahsî bir tefekkürü (düşüncesi) değil, doğrudan Allah’tan gelen, pazarlıksız ve değiştirilemez bir ilahî beyan olduğunu gösterir.
* Nükte 2 (Zamir): (هُوَ – Huve) “O”. Bu, “Zamirü’ş-Şe’n” (Azamet Zamiri) olarak bilinir. Sorulan “O” Zât’ın ne kadar yüce, tarifi zor ve azametli olduğunu ifade eder. “O hakkında sorduğunuz Zât var ya…”
* Belâgat Zirvesi (Ehad ve Vâhid Farkı): Surenin belâgat kilidi, (وَاحِدٌ) “Vâhid” (bir) kelimesi yerine (أَحَدٌ) “Ehad” (tek) kelimesinin seçilmesidir.
* (وَاحِدٌ – Vâhid): Sayısal bir demektir. “Bir” dendiğinde, aklın “iki”ye, “üç”e intikali (geçişi) mümkündür. Parçaları, cüzleri olabilir (meselâ: “bir” salkım üzüm).
* (أَحَدٌ – Ehad): Benzersiz, eşsiz, bölünemez, parçalanamaz, terkip olunamaz (birleşik olmayan), ikincisi olmayan, mütlak tek demektir.
* Hülâsa: Allah (Vâhid) “birdir” demek, sayısal birliği ifade eder. Ama Allah (Ehad) “tektir” demek, O’nun Zât’ında, Sıfat’ında ve Fiilleri’nde eşsiz, benzersiz, bölünmez, parçalanmaz ve ortaksız olduğunu ilan etmektir. Bu, şirkin her türlüsünü (parça, cüz, eş, benzer) kökten reddeden bir ifadedir.

B. (Ehad) İsminin İlk İzahı: (الصَّمَدُ) (Âyet 2)
(اللَّهُ الصَّمَدُ – Allâhu’s-Samed)
“Allah Samed’dir.”
* Belâgat Nüktesi (İzah): Bu âyet, “Ehad” olmanın ne demek olduğunu açıklayan ilk delildir. (الصَّمَدُ – Es-Samed) kelimesi, belâgat açısından “Câmi’u’l-Kelîm” (çok manayı toplayan kelime) dir.
* Samed’in Manaları:
* Bütün mahlûkatın, bütün ihtiyaçları için yöneldiği, O’na muhtaç olduğu tek merci.
* O’nun hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmaması.
* Kusursuz, eksiksiz, kâmil olmak. (Arapçada içi boş, kovuk şeylerin zıddı olarak kullanılır.)
* Hülâsa: Allah (Ehad)dir, yani tektir. Çünkü (Samed)dir; yani O’ndan başka herkes muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Muhtaç olan (aciz olan), ilâh olamaz. Bu âyet, O’nun muhtaçlıktan münezzeh (berî) bir “Tek” olduğunu ispatlar.
C. (Samed) İsminin İzahı: (لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ) (Âyet 3)
(لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ – Lem yelid ve lem yûled)
“Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.”
* Belâgat Nüktesi (Zorunlu Netice): Bu âyet, bir önceki (Samed) âyetinin zorunlu mantıksal neticesidir.
* Nükte (İzah): Allah neden (Samed)dir (hiçbir şeye muhtaç değildir)?
* (لَمْ يَلِدْ – Lem yelid): “Doğurmamıştır.” Çünkü doğurmak (evlât sahibi olmak), bir ihtiyacın (neslin devamı, yardımcılık, aczin giderilmesi) neticesidir. O (Samed) olduğuna, yani hiçbir şeye ihtiyacı olmadığına göre, doğurmamıştır. (Bu, Hristiyanların “Oğul” ve müşriklerin “Melekler Allah’ın kızlarıdır” inancını kökten reddeder.)
* (وَلَمْ يُولَدْ – Ve lem yûled): “Doğurulmamıştır.” Çünkü doğurulmak, kendisinden önce var olan bir sebebe (anne-babaya) muhtaç olmayı gerektirir. O (Ehad) olduğuna, yani varlığının başlangıcı olmayan (Kadîm) bir “Tek” olduğuna göre, doğurulmamıştır. (Bu, O’na bir köken ve başlangıç atfeden bütün bâtıl inançları reddeder.)
* Nükte (Fiil Zamanı): (لَمْ – Lem) edatı, geçmiş zamanın mutlak ve kesintisiz olarak olumsuzlanmasıdır. “Ne geçmişte böyle bir şey oldu, ne de O’nun şanına bu yakışır.”

D. Nihâî Hüküm ve (Ehad) İsminin Sonucu (Âyet 4)
(وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ – Ve lem yekûn lehû kufuven ehad)
“O’nun hiçbir dengi (Küfüv) yoktur (olmamıştır).”
* Belâgat Zirvesi (Takdîm ve Te’hîr): Bu âyet, surenin nihâî hükmü ve mührüdür. Âyetin normal Arapça dizilimi (وَلَمْ يَكُنْ أَحَدٌ كُفُوًا لَهُ) “Ve lem yekûn ehadun kufuven lehû” (Bir kimse O’na denk olmamıştır) şeklinde olabilirdi.
* Fakat âyet, (لَّهُ) “Lehû” (O’na) kelimesini öne almıştır (Takdîm). Bu belâgatta, sadece ve sadece O’na (hasr ve tahsis) manası katar.
* Nükte (Nekre Kullanımı): (أَحَدٌ) “Ehad” kelimesi, olumsuzluk (Lem yekûn) siyakında (bağlamında) nekre (belirsiz) gelmiştir. Bu, Arapçada en kuvvetli umumî (genel) nefyetme (olumsuzlama) ifadesidir.
* Hülâsa (Nihâî Mana): Âyetin belâgatı şu manayı verir: “Geçmişte, şimdi ve gelecekte; Zât’ında, Sıfat’ında veya Fiilleri’nde; ne olursa olsun, hiçbir tek bir şey bile, sadece ve sadece O’na (Allah’a) denk (küfüv), benzer (misl) veya eş (nidd) olmamıştır, olması da mümkün değildir.”
* Bu son âyet, 1. âyetteki (أَحَدٌ) “Ehad” kelimesini mükemmelen tanımlamış ve kilitlemiştir. O, eşi ve benzeri olmayan (Âyet 4), doğurmamış ve doğurulmamış (Âyet 3), her şeyin kendisine muhtaç olup O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığı (Âyet 2) bir TEKtir (Âyet 1).

Hülâsa
İhlâs Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, ilahî bir tarif sunar. Allah’ın (أَحَدٌ) “Ehad” (mutlak tek) olduğunu ilan eder. Sonraki üç âyette bu “Ehad” olmanın ne demek olduğunu ispat eder: 1) Muhtaçlıktan münezzehtir (Samed). 2) Sebeplerden (doğurulmak) ve neticelerden (doğurmak) münezzehtir (Lem yelid ve lem yûled). 3) Eşi, benzeri ve ortağı olmaktan (Küfüv) münezzehtir. Bu, Tevhîd akîdesinin en saf, en kâmil ve en beliğ ifadesidir.

21- FELAK SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, “Muavvizeteyn” (iki sığındırıcı sure) olarak bilinen iki surenin ilki olan Felak Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, bir önceki sure olan İhlâs Suresi’nin Tevhîd (Allah’ı birleme) akîdesini ilan etmesinin ardından, bu akîdeye sahip olan mü’minin, Tevhîd’in zıddı olan şer (kötülük) karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini öğreten (ta’lîm eden) bir sığınma (isti’âze) duasıdır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Felak Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’s adıyla.
> 1. De ki: “Yarattığı şeylerin kötülüğünden,
> 2. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden,
> 3. Düğümlere üfleyenlerin (büyücülerin) kötülüğünden,
> 4. Ve haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabahın Rabbine sığınırım!”
> (Felak, 113/1-5)
>
* De ki: “Sığınırım sabahın (Felak) Rabbine.”
* “Yarattığı şeylerin şerrinden.”
* “Karanlığı çöktüğü zaman gecenin (Gâsık) şerrinden.”
* “Düğümlere üfleyenlerin (Neffâsât) şerrinden.”
* “Ve haset ettiği zaman hasetçinin (Hâsid) şerrinden.”

2. Belâgat Tahlili: Kademeli (Aşamalı) Sığınma Sanatı
Surenin belâgatı, sığınılan Zât’ın (Allah’ın) seçilen sıfatı ile, sığınılan şerlerin (kötülüklerin) mahiyeti arasındaki tam uyumda ve bu şerlerin genelden özele doğru (tedrîc) sıralanmasında yatar.

A. Emir ve Sığınılan Zât: (قُلْ… بِرَبِّ الْفَلَقِ)
(قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ – Kul e’ûzu bi-Rabbi’l-Felak)
“De ki: ‘Sığınırım Felak’ın Rabbine.'”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. (İhlâs ve Kâfirûn surelerindeki gibi). Bu, sığınma (isti’âze) faaliyetinin dahi ilahî bir öğreti (ta’lîm) olduğunu gösterir. Allah, kuluna nasıl ve kime sığınacağını öğretir.
* Nükte 2 (Fiil): (أَعُوذُ – E’ûzu) “Sığınırım.” Bu (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman) fiili, sığınmanın bir defalık bir eylem değil, sürekli, devam eden, yenilenen bir kulluk hâli olduğunu ifade eder.
* Belâgat Zirvesi (Sıfat Seçimi): (بِرَبِّ الْفَلَقِ) “Bi-Rabbi’l-Felak” (Felak’ın Rabbine).
* (الْفَلَقِ – El-Felak): Aslı (فَلَقَ) “yarılmak” demektir. Karanlığın yarılıp içinden çıkan sabah aydınlığı, şafak manasındadır. Aynı zamanda tohumun yarılıp filiz vermesi, yaratılışın başlaması gibi “yokluğun yarılıp varlığın çıkması” manalarını da taşır.
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Surenin devamında sığınılacak olan bütün şerler (gece, büyü, haset), karanlığın, gizliliğin, yok etmenin sembolüdür. Allah Teâlâ kuluna der ki: “Sen, bu karanlık şerlerden, karanlığı yarıp aydınlığı (Felak) çıkaran Rabbe sığın.” Bu, en büyük karanlığın (şerrin) dahi, O’nun (Rabbi’l-Felak) kudreti karşısında yarılmaya mahkûm olduğunu gösteren müthiş bir tesellidir.

B. Şerlerin Tasnifi: Genelden Özele (Tedrîc)
Sure, sığınılması gereken şerleri en genelden (âm) başlayıp en özele (hâs) doğru sıralar:
* (مِن شَرِّ مَا خَلَقَ – Min şerri mâ halak) (Âyet 2): En Genel Şer
* “Yarattığı şeylerin şerrinden.”
* Nükte: Bu, sığınılabilecek en kapsamlı ifadedir. İnsanın bildiği-bilmediği, gördüğü-görmediği, insan, cin, hayvan, tabiattaki (zelzele, fırtına vb.) bütün yaratılmışların şerrini kapsar.
* (وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ – Min şerri ğâsiqin iżâ vekab) (Âyet 3): Özelleştirme 1 (Zaman ve Mekân)
* “Karanlığı (Gâsık) çöktüğü (Vekab) zaman gecenin şerrinden.”
* Nükte: Genel yaratılmışlar şerrinden sonra, şerrin en yoğun olduğu zaman ve mekâna geçilir: Gece. (غَاسِقٍ) “Gâsık” (gece veya ay) ve (وَقَبَ) “Vekab” (çökmek, bürümek), karanlığın baskınlığını ifade eder.
* Belâgat: Vahşi hayvanlar, hırsızlar, suikastçiler ve şerli ruhânî varlıklar, genellikle gecenin karanlığında faaliyet gösterir. Bu âyet, (Rabbi’l-Felak) “Sabahın Rabbi” ile tam bir zıtlık (mukabele) oluşturur.
* (وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ – Min şerri’n-neffâsâti fi’l-‘ukad) (Âyet 4): Özelleştirme 2 (Gizli İnsan Şerri- Büyü)
* “Düğümlere (el-Ukad) üfleyenlerin (en-Neffâsât) şerrinden.”
* Nükte (Mübalağa): (النَّفَّاثَاتِ) “Neffâsât”, (nefes) kökünden mübalağa sîgasıdır. Sürekli, iş edinerek, nefretle üfleyen demektir (Genellikle büyücüler, sihirbazlar).
* Hülâsa: Şer, “genel yaratılmışlardan” (Âyet 2), “geceye” (Âyet 3) indi. Şimdi daha da özelleşerek, karanlıkta gizlice yapılan insanî (veya cinnî) bir şerre, yani sihre/büyüye (Neffâsât) indi. Bu, gizli ve kasıtlı bir kötülüktür.
* (وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ – Min şerri hâsidin iżâ hased) (Âyet 5): Zirve (En Gizli İnsan Şerri – Haset)
* “Ve haset ettiği zaman hasetçinin (Hâsid) şerrinden.”
* Belâgat Zirvesi: Sure neden haset ile biter? Haset, şerlerin en gizlisi ve en köklüsüdür.
* (إِذَا حَسَدَ) “İżâ Hasede” (Haset ettiği zaman) kaydı çok mühimdir. Sadece kalpte duran hasetten değil, o hasedin fiiliyata döküldüğü, zarar vermeye başladığı (nazar etme, tuzak kurma, büyü yapma vb.) ânın şerrinden sığınılır.
* Nükte (Sıralama): Büyü (Âyet 4), çoğu zaman haset (Âyet 5) sebebiyle yapılır. Haset, sebeptir; büyü, netice olabilir.
* Nihâî Nükte: İblis’in Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmemesinin sebebi hasetti. Kâbil’in Hâbil’i öldürmesinin sebebi hasetti. Sure, şerlerin en geneliyle (mâ halak) başlar, şerlerin kaynağı ve en gizli merkezi olan haset ile biter.

Hülâsa
Felak Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, mü’mine bir sığınma reçetesi sunar. Sığınılacak Zât, karanlığı yararak aydınlığı çıkaran (Rabbi’l-Felak)’tır. Sığınılan şerler ise kademelidir: 1) Bütün yaratılmışların genel şerri, 2) Karanlığın yoğunlaşmış şerri, 3) İnsanların gizli (büyü) şerri ve 4) Bütün bu şerlerin kalpteki kökü olan haset şerri. Bu, Tevhîd ehlini kuşatan bütün zâhirî (dışsal) ve bâtınî (içsel) kötülüklere karşı ilahî bir koruma kalkanıdır.

22- NAS SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in son suresi olan ve Felak Suresi ile birlikte “Muavvizeteyn” (iki sığındırıcı sure) olarak isimlendirilen Nâs Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu iki sure (Felak ve Nâs), birbirini mükemmelen tamamlar. Felak Suresi, insanın dışından (zâhirî) gelen şerlere (gece, büyü, haset gibi) karşı bir sığınma duası iken; Nâs Suresi, insanın içine (dahilî / bâtınî) yönelen ve şerlerin en tehlikelisi olan vesveseye (waswasa) karşı bir sığınma reçetesidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Nâs Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “İnsanların Rabbine sığınırım.”
> 2. “İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine).”
> 3. “İnsanların İlâhına.”
> 4. “O sinsi vesvesecinin şerrinden.”
> 5. “O ki, insanların göğüslerine (kalplerine) vesvese verir.”
> 6. “Gerek cinden, gerek insandan (olan vesvesecilerin şerrinden).”
> (Nâs, 114/1-6)
>
2. Belâgat Tahlili: En Tehlikeli Düşmana (Dahilî) Karşı Üçlü Koruma (Rubûbiyet)
Surenin belâgatı, sığınılacak tek bir düşman (Vesvâs) için üç farklı ilahî sıfata (Rab, Melik, İlâh) sığınılmasını emretmesinde yatar. Bu, düşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren bir belâgat harikasıdır.

A. Emir ve Sığınılan Zât’ın Üç Vasıfı (Âyet 1-3)
(قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ… مَلِكِ النَّاسِ… إِلَهِ النَّاسِ)
“De ki: Sığınırım insanların Rabbine… İnsanların Melikine… İnsanların İlâhına.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. (Felak Suresi’ndeki gibi). Bu, sığınmanın ilahî bir öğreti (ta’lîm) olduğunu, en büyük düşmana karşı nasıl korunulacağını bizzat Allah’ın öğrettiğini gösterir.
* Nükte 2 (Mukabele/Zıtlık): Felak Suresi’nde dört farklı şerden (yaratılmışlar, gece, büyü, haset) bir tek sıfata (Rabbi’l-Felak / Sabahın Rabbi) sığınılmıştı.
* Belâgat Zirvesi (Terfî’): Burada ise tek bir şerden (Vesvese) üç mübarek sıfata sığınılır. Neden? Çünkü dahilî düşman, zâhirî düşmanların hepsinden daha tehlikelidir. Zira o, kaleyi içeriden fethetmeye çalışır, insanın kalbine (sudûr) ve imanına hücum eder.
* Nükte 3 (Sıfatların Sıralaması- Tedrîc ve Terakkî): Bu üç sıfatın sıralaması tesadüfî değildir, mükemmel bir mantıksal ilerleme (terakkî) vardır:
* (بِرَبِّ النَّاسِ – Rabbi’n-Nâs) (İnsanların Rabbi): Bu, Allah’ın yaratma, terbiye etme, besleme ve koruma (Rubûbiyet) sıfatıdır. Düşmana karşı O’nun himayesine sığınmaktır. Bu, en genel sığınma makamıdır.
* (مَلِكِ النَّاسِ – Meliki’n-Nâs) (İnsanların Meliki): “Rab” (Terbiye eden) şefkatli olabilir, ama “Melik” (Kral, Hükümdar) mutlak güce ve otoriteye (Kahr) sahiptir. Vesvese veren düşman (Şeytan) da güçlüdür. Biz, o düşmanın da Hükümdarı olan (Melik) Zât’a sığınırız. Bu, himayeden daha öte, otoriteye sığınmaktır.
* (إِلَهِ النَّاسِ – İlâhi’n-Nâs) (İnsanların İlâhı): Bu, zirvedir. “İlâh”, ibadet edilen, mabud demektir. Şeytanın (Vesvâs) asıl hedefi nedir? İnsanın (صُدُورِ) “sudûr”una (göğsüne) vesvese vererek onu Rabbine kulluktan (ibadetten) alıkoymaktır. Düşman ibadete saldırdığı için, biz de ibadetin asıl sahibine (İlâhi’n-Nâs) sığınırız.
* Nükte 4 (Tekrâr Sanatı): (النَّاسِ) “en-Nâs” (İnsanlar) kelimesinin üç defa tekrarlanması, insana verilen şerefi (teşrîf) ve bu üç sıfatın (Rab, Melik, İlâh) da insanla olan ayrılmaz bağını vurgular.

B. Düşmanın Tasviri: (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) (Âyet 4)
(مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ – Min şerri’l-vesvâsi’l-hannâs)
“O sinsi vesvesecinin (Vesvâs) ve (Hannâs) şerrinden.”
* Belâgat Nüktesi (Sîga-i Mübâlağa): Bu iki kelime de (Hümeze ve Hammâle gibi) mübalağa (abartı/yoğunluk) sîgasındadır.
* (الْوَسْوَاسِ – El-Vesvâs): Sadece “vesvese veren” değil, işi gücü vesvese olan, vesveseyi karakteri haline getirmiş olan, profesyonel vesveseci demektir. Bu, düşmanın fiilini (eylemini) tasvir eder.
* (الْخَنَّاسِ – El-Hannâs): (خَنَسَ) “Hanese” (gizlenmek, sinmek, geri çekilmek) kökündendir. Sürekli sinen, sürekli geri çekilen demektir. Bu, düşmanın taktiğini tasvir eder.
* Belâgat Hülâsası (İ’tilâf): Bu iki kelime, Şeytan’ın taktiğini mükemmelen birleştirir: O, (Vesvâs) sürekli vesvese verir. Ne zaman ki kul Allah’ı zikreder (anar), o (Hannâs) hemen siner ve gizlenir. Kul gaflete düştüğü an tekrar ortaya çıkar.

C. Düşmanın Faaliyet Alanı ve Kaynağı (Âyet 5-6)
(الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ – Elleżî yuvesvisu fî sudûri’n-nâs)
“O ki, insanların göğüslerine (sudûr) vesvese verir.”
* Belâkat Nüktesi (Mekân): Bu âyet, (Vesvâs)ın faaliyet alanını netleştirir. Saldırı, (Felak Suresi’ndeki gibi) dışarıdan bedene (büyü gibi) veya mala (haset gibi) değildir. Saldırı, (فِي صُدُورِ) “fî sudûr” (göğüslerin içine), yani imanın ve niyetin merkezine, kalbinedir.
(مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ – Mine’l-cinneti ve’n-nâs)
“Gerek cinden gerek insandan (olan vesvesecilerin şerrinden).”
* Belâgat Zirvesi (Tefsir ve Ta’mîm): Bu son âyet, surenin açıklaması (tefsiri) ve genellemesidir (ta’mîm).
* * âyette bahsedilen o (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) “Vesvâs-ı Hannâs” kimdir? Bu âyet, o düşmanın iki kaynağı olduğunu açıklar:
* (الْجِنَّةِ – El-Cinne): Cinlerden olan (görünmeyen) Şeytan.
* (وَالنَّاسِ – Ve’n-Nâs): İnsanlardan olan (görünen) şeytanlar (kötü arkadaşlar, batıl fikirleri aşılayanlar, şerre davet edenler).
* Nihâî Hülâsa: Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in bu son suresinde, kuluna sadece görünmeyen düşmandan (Cin) değil, aynı zamanda görünen ve çoğu zaman daha tehlikeli olabilen insan suretindeki vesvesecilerden (Nâs) de sığınmasını emreder.

Hülâsa
Nâs Suresi, Kur’ân’ın nihâî sığınağıdır. Felak Suresi’nin zâhirî korumasını, bâtınî (dahilî) bir korumayla tamamlar. En tehlikeli ve tek bir düşman olan (Vesvâs-ı Hannâs) için üç katmanlı bir ilahî himaye (Rab, Melik, İlâh) talep etmemizi öğretir. Çünkü bu düşman, dışarıdan saldırmaz, doğrudan içeriye, kalbin (Sudûr) merkezine hücum eder ve bu düşmanın insan kılığında (en-Nâs) olan türleri de vardır. Bu, Tevhîd ve isti’âzenin (sığınmanın) kâmil bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
08/11/2025




KUR’AN-I KERİM SURELERİNİN BELAĞATI

KUR’AN-I KERİM SURELERİNİN BELAĞATI

 

İÇİNDEKİLER:

1- KELİMELERDEKİ ZENGIN MÂNÂLAR -1-
2- BELAĞATİN ÖNCÜLERİ -9-
3- ESERLERİNDEN MİSALLERLE BELÂGAT USÛLLERİ -13-
4- AYETEL KÜRSİNİN BELAĞATI -79-

5- İHLAS SURESİNİN BELAĞATI -83-

6- KEVSER SURESİNİN BELAĞATI -85-

7- YASİN SURESİNİN BELAĞATI -88-

8- MÜLK SURESİNİN BELAĞATI -103-

9- NEBE’ SURESİNİN BELAĞATI -118-

10- RAHMAN SURESİNİN BELAĞATI -133-

11- KEHF SURESİNİN BELAĞATI -158-

 

KELİMELERDEKİ ZENGIN MÂNÂLAR

Bu tahlil usulünü, iki kelime üzerinden tatbik edelim:

1. Tahlil: فَنفَجَرَتْ (Fenfeceret) ve Fısk/Fücur ile Bağlantısı
Bu kelime, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsıyla taşa vurması neticesinde suyun fışkırmasını tasvir eder.
> Meali (Bakara, 60):
> “Mûsâ, kavmi için su dilediğinde, ‘Asânı taşa vur!’ dedik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı (fenfeceret). Her kabile kendi su alacağı yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin’ dedik.”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Fecere” Değil de “İnfecere”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kelimenin aslı ف ج ر (Fe-Ce-Ra) köküdür. Bu kök, “yarmak, şiddetle bölmek, bir şeyi akıtmak için açmak” mânâsına gelir.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer âyet فَجَرَت (feceret) deseydi, “o (taş) yardı” veya “(su) aktı” gibi daha basit bir mânâ ifade edebilirdi.
* İnfiâl Babı (İnfeceret): Lâkin Kur’ân, bu kökü اِنفعال (İnfiâl) babına sokarak اِنفَجَرَ (infecere) şeklinde kullanmıştır. Başına gelen ف (fe) “hemen, bunun üzerine” ve ن (nun) harfleri mânâyı tamamen değiştirir:
* Mutâvaat (Dönüşlülük/Pasiflik): İnfiâl babı, bir fiile “kendi kendine olma, edilgenlik” mânâsı katar. Taş, sanki kendiliğinden ve ilâhî emre tam bir teslimiyetle yarılmış, su kendi kendine fışkırmıştır. Dışarıdan bir zorlama değil, bir “boyun eğme” ve “teslimiyetle açılma” vardır.
* Şiddet ve Sürat: Bu bab (kalıp), aynı zamanda fiilin şiddetle ve süratle meydana geldiğini gösterir. Su, sadece akmamış; püskürmüş, fışkırmış, patlamıştır. Asânın dokunmasıyla “derhal” (ف) ve “şiddetle” (انفجر) gerçekleşen bir mucizedir.

Fısk ve Fücur ile Bağlantısı

İşte burası çok derin bir noktadır:
فُجُور (Fücur) ve فَاسِق (Fâsık) kelimeleri de tam olarak aynı ف ج ر kökündendir.
* Fücur (الفجور): Kelime mânâsı olarak “bir şeyi yarmak, delmek”tir.
* Mânâdaki Bağlantı: Fenfeceret (suyun fışkırması), taşın “yarılması”, yani maddî bir hududun yarılmasıdır. Fücur ise, dinin ve takvânın hududunu “yarmak”, hayâ perdesini “yırtmak”, yani mânevî bir hududun yarılmasıdır.
* Fâcir (الفاجر): Allah’ın emrettiği itaatin ve takvânın sınırını yırtıp geçen, o sınırı aşan kimsedir.
* Fecr (الفجر): Sabah vaktine “fecr” denmesinin sebebi de aynı köktendir. Zira güneşin ışığı, gecenin karanlığını “yararak” çıkar.
Netice olarak; fenfeceret kelimesi, bir taşın nasıl ilâhî bir emirle aniden ve şiddetle yarıldığını tasvir ederken; fücur kelimesi de bir insanın nefsânî bir arzuyla ilâhî sınırı nasıl aniden ve şiddetle yardığını tasvir eder. Kök aynıdır, ancak biri maddî ve mucizevî bir yarılma, diğeri mânevî ve isyankâr bir yarılmadır.

2. Tahlil: فَنقَلَبَ (Fenkalebe) ve İnkılab ile Bağlantısı

Bu kelime, Firavun’un sihirbazlarının Hz. Musa (a.s.) karşısındaki mağlubiyetini ve hâl değişimini tasvir eder.
> Meali (A’râf, 119):
> “Orada yenildiler ve küçük düşerek geri döndüler (venkalebe).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Kalebe” veya “Recea” Değil de “İnkalebe”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kelimenin aslı ق ل ب (Ka-Le-Be) köküdür. “Çevirmek, döndürmek, bir şeyin içini dışına getirmek” mânâsındadır. Bizim “kalp” (kalb) kelimemiz de buradan gelir; zira kalp, düşünce ve hisler arasında sürekli “dönen”, “evrilip çevrilen” bir latîfedir.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer قَلَبَ (kalebe) denseydi “çevirdi” (fail isterdi) veya رَجَعَ (recea) denseydi “döndü” (basit bir geri dönüş) mânâsı olurdu.
* İnfiâl Babı (İnkalebe): Kur’ân, yine اِنفعال (İnfiâl) babını seçerek اِنقَلَبَ (inkalebe) demiştir. Başına gelen ف (fe) veya و (ve) harfi yine “bunun üzerine” mânâsındadır.
* Tam Bir Dönüşüm: İnkalebe fiili, basit bir “geri dönmeyi” değil, hâlin tamamen değişmesini, bir durumdan zıt bir duruma geçişi ifade eder.
* Mânâ: Sihirbazlar, Firavun’dan mükâfat almak için izzetle, kibirle, üstünlük taslayarak gelmişlerdi. Hz. Musa’nın (a.s.) mucizesi karşısında ise mağlup, zelil, küçük düşmüş (صَاغِرِينَ – sâğirîn) olarak döndüler.
* Yani onlar sadece mekân olarak geri dönmediler; hâl olarak tersyüz oldular. İzzetleri zillete, kibirleri hakarete, üstünlükleri alçaklığa dönüştü.

İnkılab ile Bağlantısı

Bağlantı çok sarih ve doğrudandır:
اِنقِلاب (İnkılab) kelimesi, اِنقَلَبَ (inkalebe) fiilinin masdarıdır (isim hâlidir).
* İnkılab: Kelime mânâsı “bir hâlden başka bir hâle dönme, tersyüz olma, devrim” demektir. Bir şeyin aslî yapısının tamamen zıddına dönmesidir.
* Âyetteki Kullanımı: Fenkalebe (veya venkalebe), sihirbazların yaşadığı o “inkılabı” fiil olarak tasvir eder. Onların durumu inkılab olmuştur. Bu, ânî ve tam bir hâl değişimidir. Sadece fiziksel bir geri dönüş değil, psikolojik ve sosyal bir “devrim” yaşamışlardır.

Küllî Netice

Her iki misalde de İnfiâl babının (başına ‘nun’ harfi eklenmesinin) şu faaliyetleri yerine getirdiğini görüyoruz:

* Fiilin Şiddetini Artırma: Suyun “fışkırması” (fenfeceret), normal bir akış değildir.
* Sürat ve Ânîlik: Olayın “derhal” (ف) meydana gelmesi.
* Hâl Değişimi: Normal bir dönüş değil, tam bir “tersyüz olma” (fenkalebe).
* Teslimiyet/Pasiflik: Fiilin bir dış etkiye (ilâhî emir, mucize) cevaben, kendi kendine ve boyun eğerek gerçekleşmesi.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Aynı İnfiâl babından iki çarpıcı misali daha, tasvir ve tenkit (eleştiri) ile izah edelim: فَانفَلَقَ (Fenfalaka) ve فَانشَقَّ (Fenşakka).

3. Tahlil: فَانفَلَقَ (Fenfalaka) – Denizin Yarılması

Bu kelime, Hz. Musa’nın (a.s.) Kızıldeniz’e asâsını vurmasıyla denizin ikiye ayrılmasını tasvir eder.
> Meali (Şuarâ, 63):
> “Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asân ile denize vur’ diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı (fenfalaka). Her parçası koca bir dağ gibi oldu.”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Feleka” Değil de “İnfalaka”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ف ل ق (Fe-Le-Ka) olup, “ikiye ayırmak, yarmak, bölmek” mânâsındadır. Bizim “Felak” kelimesi de buradan gelir; zira Felak, karanlığın yarılıp aydınlığın çıktığı yerdir (Bakınız: Felak Sûresi).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: فَلَقَ (falaka) denseydi, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsının bizzat yarma faaliyetini yaptığı anlaşılırdı.
* İnfiâl Babı (İnfalaka): فَانفَلَقَ (Fenfalaka) fiili ise mânâyı farklı bir açıya (bağlama) taşır:
* Mutâvaat ve Teslimiyet: Denizin, Musa’nın (a.s.) asâsının vurması neticesinde, ilâhî emre uyarak ve kendi kendine boyun eğerek yarılması ve açılması tasvir edilmiştir. Faaliyet sadece Musa’nın vurması değil; denizin de bu emre tam bir teslimiyetle cevap vermesidir.
* Şiddet ve Azamet: İnfalaka aynı zamanda yarılmanın basit bir ayrılma değil, koca bir dağ gibi (كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ) bir azametle gerçekleştiğini gösterir. Bu, suyun tabiatına (doğasına) tamamen aykırı, şiddetli ve cihan şümul bir hâl değişimidir.

4. Tahlil: فَانشَقَّ (Fenşakka) – Ayın Yarılması

Bu kelime, Kıyamet alâmetlerinden olan Ay’ın ikiye ayrılması olayını tasvir eder.
> Meali (Kamer, 1):
> “Kıyamet saati yaklaştı ve Ay yarıldı (fenşakka).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Şakka” Değil de “İnşakka”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ش ق ق (Şı-Ka-Ka) olup, “ayrılmak, yarılmak, zorla yarmak, zorluk çıkarmak” mânâsındadır (Meşakkat kelimesi de buradan gelir).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: شَقَّ (şakka) denseydi, bir failin (yapanın) Ay’ı yardığı anlaşılırdı.
* İnfiâl Babı (İnşakka): فَانشَقَّ (Fenşakka) kullanılarak şu mânâ vurgulanmıştır:
* Mutlak Teslimiyet: Ay, Allah’ın emri tecellî ettiğinde, kendi zatında ve zorlanmaksızın ikiye ayrılmıştır. Burada bir failin faaliyeti ön plana (dışavurum) çıkmaz; Ay’ın emre olan derûnî teslimiyeti ön plandadır.
* Mübalağa ve Tamamlanma: İnşakka, yarılmanın çok şiddetli ve tam, yani Ay’ın bütün yapısını (doğasını) değiştirecek derecede gerçekleştiğini ifade eder. Bu, hayatın sonunun yaklaştığının isbatı olarak büyük bir alamettir. Bu, basit bir ayrılma değil, zıt ve aykırı bir durumun ortaya çıkmasıdır.

Küllî Sonuç ve Hikmet (Felsefe)

Bu misallerde de görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği kelime seçimi, sadece tasvirin basit bir ifadesi değil; fiilin şiddetini, süratini ve en önemlisi mahlûkatın (yaratılmışların) ilâhî emre olan derûnî teslimiyetini de mânâya katar.
* Fenfeceret: Maddî hududun yarılışı. (Fücur: Mânevî hududun yarılışı)
* Fenkalebe: Hâlin tamamen tersyüz olması. (İnkılab: Hâlin zıt bir duruma dönüşmesi)
* Fenfalaka: Denizin azametle boyun eğerek ayrılması.
* Fenşakka: Ay’ın zorlanmaksızın, tam bir teslimiyetle ikiye ayrılması.
Bu, “ziyâdetü’l-mebnâ tedüllü alâ ziyâdeti’l-ma’nâ” kaidesinin, Kur’ân-ı Kerîm’in aslı itibarıyla ne kadar derin ve hakîmâne bir düşünce (felsefe) taşıdığının en büyük isbatıdır.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


: اِنكَسَرَ (İnkesere)

Bu kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’deki bir tasviri yerine, Arap dilindeki ve dolayısıyla derûnî hayatımızdaki yansımasını inceleyelim.

5. Tahlil: اِنكَسَرَ (İnkesere) – Kalbin Kırılması
اِنكَسَرَ fiili Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinde geçmemekle birlikte, كَسَرَ (Kesere) kökü (يَكْسِرْ / كِسْفًا gibi) sıkça geçer ve Arap belâgatinde bu fiil, “kırılmak” mânâsıyla mütemmim (tamamlayıcı) bir öneme sahiptir.

Belâgat Tahlili: Neden “Kesere” Değil de “İnkesere”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ك س ر (Ke-Se-Ra) olup, “kırmak, parçalamak, parçalara ayırmak” mânâsındadır.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: كَسَرَ (Kesere) fiili müteaddîdir, yani bir fâile (yapana) ihtiyaç duyar.
> Örnek: “Ali, camı kırdı (Kesere).” (Kırma faaliyeti Ali’ye aittir.)
>
* İnfiâl Babı (İnkesere): اِنكَسَرَ (İnkesere) fiili ise mânâyı farklı bir açıya (bağlama) taşır:
* Mutâvaat ve Vuku Bulma: Bu babda fiil lâzımîdir (geçişsizdir). Yani “kırma” faaliyetini bir fail değil, nesnenin bizzat kendi hâli ifade eder. Cisim kendi kendine kırılır; daha doğrusu kırılma eylemine maruz kalır.
> Örnek: “Cam kırıldı (İnkesere).” (Faaliyetin tesiri cama derûnî olarak yansır.)
>

İnkesere ve Derûnî Mânâ

Bu fark, özellikle kalbin kırılması (inkisar-ı kalb) hâlinde büyük bir hikmet (felsefe) taşır:
* Zâhirî Kırılma: Birisi kalbimizi kırdığında, bu kesere fiiliyle ifade edilebilir. Faaliyet dışarıdandır.
* Derûnî Kırılma (İnkisar): Kalb kırıldığında, bu inkesere fiiliyle ifade edilir. Bu, kalbin bir darbe alması neticesinde tamamen teslim olması ve o yorgunluğun, o acının küll (bütün) benliği sarması hâlidir.

* Acz ve Enaniyetin Reddî: İnkesere hâli, ene (ego) ve enaniyetin (egoluğun) mutlak aczini, teslimiyetini ve küçüklüğünü ifade eder. Kalbin kırılması, tabiatın (doğanın) zorlu kanunları veya ilâhî takdîr karşısında âciz kalıp geri çekilmesidir. Bu, fazilete giden yolda ilk basamaktır. Nitekim tasavvufta ve hakîkat yolunda “inkisar-ı kalb” (kalp kırıklığı), Allah’a en yakın olma hâllerinden biri kabul edilir.
> Bloknot: Binâdaki artış (Infiâl kalıbı), mânâdaki artışı (kırılmanın basit bir eylemden, tam bir hâl değişimine dönüşmesini) göstererek, bu kelimenin sadece maddî bir kırılmayı değil, derûnî bir teslimiyeti de tasvir ettiğini izah eder.
>
Bu son misal, dilin sadece zahiri değil, aynı zamanda dahilî hakîkatleri de nasıl ihtiva ettiğini gözler önüne serer.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu defa, fiilin mânâsına “yapma, etme” faaliyeti katan ve mübalağa (abartma) ifade eden **”Tef’îl Babı”**ndan bir fiili inceleyelim: كَلَّمَ (Kelleme).

6. Tahlil: كَلَّمَ (Kelleme) – Allah’ın Hz. Musa ile Konuşması

Bu fiil, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa (a.s.) ile konuşmasını tasvir eden ve Kur’ân’ın en önemli âyetlerinden birinde geçer.
> Meali (Nisâ, 164):
> “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu (kelleme).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Keleme” Değil de “Kelleme”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ك ل م (Ke-Le-Me) olup, “söz söylemek, yaralamak” mânâlarına gelir (Kelime ve yara mânâsındaki ‘kelm’ buradan gelir).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer كَلَمَ (Keleme) denseydi, bu basit bir “söz söyledi” veya “konuştu” mânâsını ifade ederdi. Bu, iki insan arasındaki sıradan bir sohbete delâlet ederdi.
> Örnek: “Ali, Veli’ye söz söyledi (keleme).” (Basit ve zahiri bir fiil.)
>
* Tef’îl Babı (Kelleme): كَلَّمَ (Kelleme) fiili ise Tef’îl babındandır. Bu babın alameti, fiilin orta harfinin şeddeli (ل) olmasıdır. Bu şedde, Binâdaki artıştır ve mânâya şu özellikleri katar:
* Mübalağa (Yoğunlaştırma): Tef’îl babı, fiilin mânâsını şiddetlendirir ve yoğunlaştırır. Bu, Allah’ın Hz. Musa ile olan konuşmasının basit bir sözden ibaret olmadığını, beşer aklının derûnî olarak kavrayamayacağı muhteva ve azamette olduğunu gösterir.

* Tekrar ve Tedrîc (Aşamalı Olma): Mânâda tekrar etme veya aşamalı yapma anlamı vardır. Bu, konuşmanın uzun, derin ve küçük parçalar hâlinde değil, küllî bir iletişim olduğunu ifade eder.
* Tevcih ve Tahsis: Fiili bizzat Hz. Musa’ya tahsis eder. Âyet, “Allah, Musa’yı özel olarak, yoğun bir biçimde ve ona tahsis edilmiş bir üslupla konuşturdu” mânâsını verir.

Hikmet ve Düşünce Açısından Bağlantı

Ayette “Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu” ifadesinin Arapçadaki aslı وَكَلَّمَ ٱللَّهُ مُوسَىٰ تَكْلِيمًا şeklindedir. Burada كَلَّمَ fiilinden sonra gelen تَكْلِيمًا (teklîmen) masdarı, Arap dilinde “mutlak mef’ûl” (Vurgulayıcı isim) olarak kullanılır.
* Belâgat: Fiilin masdarının da gelmesi, o faaliyetin kesinliğini ve benzersizliğini teyit eder. Tenkit kabul etmeyecek şekilde, konuşmanın zıt ve aykırı bir durumu olmadığı, hakîkat olduğu vurgulanır.

* Netice: Kelime seçimi, Hz. Musa’ya (a.s.) verilen unvanın (“Kelimullah” – Allah’ın Konuştuğu) aslını (esasını) oluşturan bu mucizevî olayın, basit bir ses işitmekten başka ve benzersiz bir iletişim yapısı olduğunu tasvir eder.
Bu tahliller, Kur’ân’daki her bir harfin ve kalıbın, cevap olarak derûnî ve zahiri hayatımızdaki cihan şümul hakîkatlere nasıl delâlet ettiğini açıkça gösterir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu defa, fiilin mânâsına “talep etme, isteme” veya “tamamına erme” anlamlarını katan **”İstif’âl Babı”**ndan, cihan şümul bir kaideyi ifade eden bir fiili inceleyelim: يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru).

Bu fiil, aynı kaidenin hayatımızdaki fazilet ve hikmet ile olan bağlantısını izah etmek için çarpıcı bir misaldir.

7. Tahlil: يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru) – Mağfiret Talebi

Bu fiil, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin en önemli faaliyetlerinden biri olan “af dileme” hâlini tasvir eder.
> Meali (Âl-i İmrân, 17):
> “(O takvâ sahipleri ki,) sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir (yestağfirûn).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Gafere” Değil de “İstağfera”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök غ ف ر (Ğa-Fe-Ra) olup, “örtmek, gizlemek, korumak” mânâsındadır. Allah’ın affına Mağfiret denmesinin aslı (esası), günahları örtmesi ve kulunu o günahların neticesinden korumasıdır.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer غَفَرَ (Gafere) denseydi, bu basitçe “Allah affetti, örttü” mânâsını ifade ederdi (Ki Kur’ân’da bu fiil de sıkça geçer).

* İstif’âl Babı (İstağfera): يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru) fiili ise İstif’âl babındandır. Bu babın alâmeti, fiilin başına س ت (Sin ve Te) harflerinin gelmesidir. Bu harf ziyadesi, yani Binâdaki artış, mânâya şu özellikleri katar:
* Talep ve İstek: İstif’âl babı, fiilin mânâsını “isteme, talep etme” faaliyetine dönüştürür. İstağfera fiili, basitçe “affetmek” değil, “mağfireti talep etmek, af dilemek” mânâsındadır.
* Ciddiyet ve Devamlılık: Mânâya, talebin ciddiyetle, samimiyetle ve devamlı olarak yapıldığı anlamını katar. Âyette yestağfirûn (mağfiret dilerler) şeklinde çoğul ve şimdiki zaman/geniş zaman yapısıyla (doğasıyla) gelmesi de bu sürekliliği pekiştirir.
* Derûnî Hâl: Bu, kulun sadece diliyle değil, kalbiyle de aczini ve günahını idrak edip, ene ve enaniyetini bir kenara bırakarak, Allah’ın örtücülüğünü ve korumasını derûnîden isteme hâlidir.

Fazilet ve Hikmet Açısından Bağlantı

* Fazilet: Faziletin aslı (esası), kulun kendi zâtının (özünün) eksik ve kusurlu olduğunu idrak edip, nazarını (gözlemini) kendi aczine çevirmesidir. İstağfâr (af dileme), kulun aczini itiraf etmesi ve küllî bir teslimiyet göstermesidir.
* Bağlantı: Bu babın seçilmesi, bize hikmetin şu cevabını verir: Allah’ın affı zaten mevcuttur; ancak kulun bu affa nail olabilmesi için, onu ciddiyetle, kalben, derûnî bir istekle talep etme faaliyetini yerine getirmesi gerekir. Talep, fiili sıradan bir eylemden, bir fazilete ve ibadete dönüştürür.
Bu tahliller, Arap dilindeki Binâ (yapı) ve Kalıp farklılıklarının, muhtevayı nasıl değiştirdiğini ve Kur’ân’ın kelime seçimlerinin başka bir cihan şümul hikmet taşıdığını gösterir.

 

===============•-•===============

 

BELAĞATİN ÖNCÜLERİ

1) Câhiz (ö. 255 H / 869 M)
2) Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 395 H / 1005 M):
3) Abdülkâhir el-Cürcânî, “Şeyhu’l-Belâga” (Belâgatin Şeyhi) lakaplı (ö. 471 H / 1078 M):
4) ez-Zemahşerî (ö. 538 H / 1143 M)

İslâm medeniyetinin düşünce ve dil hikmetine temel teşkil eden dört büyük âlimin belâgat ilmindeki yerini ve bu ilme kattıkları sebebiyle bu zatlar, belâgati, sadece “güzel konuşma sanatı” olmanın çok ötesine taşımış; onu, İlahî Kelâm’ın, yani Kur’an-ı Kerim’in “i’câzı”nı (mucizevî yapısını) anlamak için zaruri olan “usûl” ilmi seviyesine yükseltmişlerdir. Aşağıda, bu dört mütefekkirin belâgat ilmine vurdukları mühürleri ve düşünce dünyamıza sundukları parlak tesbitleri, tafsilatlı bir şekilde sunmaya çalışacağım.

BELÂGATİN DÖRT SÜTUNU: CÂHİZ, ASKERÎ, CÜRCÂNÎ VE ZEMAHŞERÎ

GİRİŞ: BİR İLMİN DOĞUŞU VE GAYESİ

Belâgat ilmi, İslâm medeniyetinde, diğer birçok İslâmî ilim gibi, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’i anlama gayesiyle doğmuş ve gelişmiştir. O, sadece Arap dilinin inceliklerini tasvir eden bir lügat veya gramer (nahiv ve sarf) çalışması değil, aynı zamanda bu dilin, İlahî Hitabın sonsuz manalarını nasıl taşıdığını araştıran bir hikmet ve usûl ilmidir.
İlk dönemlerde “belâgat”, “fesahat”, “beyân” gibi tabirler çoğunlukla edebî zevk ve tenkit (eleştiri) sahasında kullanılırken, bu dört büyük âlim, bu dağınık cevherleri toplayıp onlardan muhkem bir “ilim” binası inşa etmişlerdir. Bu bina, Câhiz ile temelleri atılan, Askerî ile duvarları yükselen, Cürcânî ile çatısı “nazm” teorisiyle örtülen ve Zemahşerî ile odaları “belâğî tefsir” ile tefriş edilen bir saraya benzer.
Bu dört mimarın eserlerindeki en dikkat çekici ve düşündürücü notları tahlil etmektir.

BÖLÜM 1: CÂHİZ (ö. 255 H / 869 M)

Belâgatin Sosyal ve Psikolojik Temelleri
Câhiz, belâgat ilminin sadece kurallarını değil, ruhunu da arayan ilk mütefekkirlerden biridir. O, bir dilbilimci olduğu kadar bir sosyolog ve psikologdur.
Eseri: el-Beyân ve’t-Tebyîn (Beyan ve Açıklama Sanatı)

Vurucu ve Düşündürücü Tespitler:

• Belâgat, Muhatabın İdrakidir: “Makamın İktizası”
• Câhiz’in belki de en meşhur ve belâgatin temel direği haline gelmiş tespiti, “Her makamın bir makâli vardır” (Lî-külli makâmin makâl) düsturudur. Bu, belâgatin sadece ne söylendiği ile değil, kime, nerede, ne zaman ve niçin söylendiği ile de alâkalı olduğunu isbat eder.
• Düşündürücü Not: Câhiz’e göre “beyân” (açıklık), sözün kendinde (zâtında) mutlak bir vasıf değildir. Beyân, “muhatabın idrak seviyesine” (hâl-i muhâtap) uygunluktur. En fasih kelimelerle yapılan bir konuşma, muhatabı olan avam tabakası tarafından anlaşılmıyorsa, o konuşma “beliğ” değil, “abes”tir. Bu açıdan, belâgat, bir iletişim ve ikna sanatıdır; dilin sosyal fonksiyonu üzerine kuruludur.
• Lafız ve Mana İlişkisi: Ruh ve Beden
• Câhiz, lafız (söz, form) ve mana (anlam, muhteva) arasındaki ilişkiyi incelerken, manayı ruha, lafzı ise bedene benzetir. Ancak o, lafzı küçümsemez.
• Düşündürücü Not: Ona göre manalar (anlamlar) insanların zihinlerinde ortaktır; asıl maharet, bu ortak manayı zahirî dünyaya çıkaracak hususi lafzı bulmaktır. Şöyle der: “Manalar yollara dökülmüştür… Asıl mesele, o manaya münasip lafzı seçmek, lafızların dizilişini (tertip) güzel yapmak ve en uygun ifadeyi bulmaktır.” O, belâgati, mananın “kıyafeti” olarak görür; kıyafet ise mekana ve zamana (makam) uygun olmalıdır.
• Belâgatin Gayesi: Sadece Güzellik Değil, “İkna” ve “Tesir”
• Câhiz için belâgat, estetik bir süsleme sanatından ibaret değildir; o, sosyal ve siyasi bir güçtür. el-Beyân ve’t-Tebyîn’de hutbelere ve hitabet sanatına bu kadar geniş yer ayırmasının sebebi budur.
• Düşündürücü Not: Belîğ bir söz, muhatabın sadece aklına değil, aynı zamanda duygularına (psikolojisine) de hitap etmeli, onu tesir altına almalı ve bir eyleme sevk etmelidir. Câhiz, sözün psikolojik tesirini analiz ederek, belâgati bir nefse hükmetme sanatı olarak konumlandırır.

BÖLÜM 2: EBÛ HİLÂL EL-ASKERÎ (ö. 395 H / 1005 M)

Lafız ve Mana Arasındaki “Sınâat” (Sanatkârlık)
Ebû Hilâl el-Askerî, belâgati “zevk” sahasından “ilim” ve “sanat” (sınâat) sahasına taşıyan önemli bir köprüdür. O, Câhiz’in dağınık haldeki tesbitlerini daha sistematik hale getirmiştir.
Eseri: es-Sınâateyn (İki Sanat: Nesir ve Şiir)

Vurucu ve Düşündürücü Tespitler:
• Belâgatin Gayesi: İ’câzü’l-Kur’an’ın İdrakidir
• Askerî, eserin girişinde, ilimlerin sıralamasını yaparken, belâgatin yerini en ulvî gayeye bağlar: “Yüce Allah’ı bilmekten sonra, öğrenilmeye en layık… ilim, Allah’ın kitabının i’câzının kendisiyle bilindiği belâgat ilmi…dir.”
• Düşündürücü Not: Bu tesbit, belâgat ilminin İslâm medeniyetindeki merkezî konumunu gösterir. Belâgat, bir hobi veya edebî lüks değil, Kur’an’ın neden beşer kelâmı olmadığını anlamak için zaruri bir “alet ilmi”dir. O, Kur’an’ın mucizevî yapısının (i’câz) aklen de kavranabileceğini savunur.
• Lafız ve Mana: Biri Olmadan Diğeri Olmaz
• Askerî, dönemindeki “lafızcılar” (sadece forma önem verenler) ve “manacılar” (sadece muhtevaya önem verenler) arasındaki tartışmayı bitiren bir orta yol bulur.
• Düşündürücü Not: Ona göre, “mana” lafzın “ruhu”dur, “lafız” ise mananın “bedeni”. “Lafzın güzelliği, mananın güzelliği olmadan; mananın güzelliği de lafzın güzelliği olmadan zahir (görünür) olmaz.” O, “kıymetli bir mana, ancak kıymetli bir lafızla” takdim edilebilir der. Bu, belâgatin hem derûnî (iç) manaya hem de zahirî (dış) kalıba aynı anda ehemmiyet vermesi gerektiğini isbat eden bir yaklaşımdır.
• Belâgat Bir “Sınâat”tır (İnce İşçilik)
• Eserinin adını “İki Sanat” koyması tesadüfi değildir. Askerî, belâgati doğuştan gelen bir kabiliyet olmanın ötesinde, öğrenilebilen, kuralları olan ve üzerinde çalışılan bir “ince işçilik” (sınâat) olarak görür.
• Düşündürücü Not: O, bu sanatı icra edebilmek için sadece gramer bilmenin yetmeyeceğini; aynı zamanda kelimelerin semantik (anlamsal) nüanslarını, aralarındaki uyumu (tenasüp) ve zıtlıkları (tezat) bilmenin de gerektiğini vurgular. Bu, belâgati “zevkî” bir alandan çıkarıp, teknik ve analitik bir disiplin haline getirme çabasıdır.

BÖLÜM 3: ABDÜLKÂHİR EL-CÜRCÂNÎ (ö. 471 H / 1078 M)

Belâgatin Zirvesi: Devrim Niteliğindeki “Nazm” Teorisi
“Şeyhu’l-Belâga” (Belâgatin Şeyhi) lakabını sonuna kadar hak eden Cürcânî, belâgat ilminin seyrini kökten değiştirmiş, onu dil felsefesi ve anlambilim (semantik) seviyesine çıkarmıştır. O, kendinden öncekilerin “ne?” diye sorduğu yerde, “nasıl?” ve “neden?” sorularını sormuştur.
Eserleri: Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri) ve Esrâru’l-Belâga (Belâgatin Sırları)
Vurucu ve Düşündürücü Tesbitler:
• Devrimci Tesbit: Belâgat Kelimelerde Değil, “Nazm”dadır (Diziliş)
• Cürcânî’den önce belâgat, büyük ölçüde müfred lafızların (tek tek kelimelerin) seçimi, mecaz ve cinas gibi sanatların tesbiti ile sınırlıydı.
• Düşündürücü Not (Delâilü’l-İ’câz): Cürcânî, bu anlayışı temelden sarsmıştır. Ona göre belâgat, fesahat ve i’câz, tek tek kelimelerde aranmaz. Çünkü Kur’an’ın kullandığı kelimeler, Kureyşli müşriklerin de kullandığı kelimelerdi. Asıl mucize, kelimelerin kendisinde değil, o kelimelerin cümle içindeki eşsiz dizilişinde (Nazm) yatmaktadır.
• Bu “Nazm” (tertip/diziliş), cümlenin nahiv (gramer) kurallarına göre manayı en mükemmel şekilde tasvir edecek biçimde düzenlenmesidir. Kur’an’ın mucizesi, onun gramer mimarisindedir.
• Nahiv (Gramer), Mananın Hizmetkârıdır
• Cürcânî’ye göre nahiv (gramer), sadece cümlenin sonunu “harekelemek” (irab) için öğrenilen teknik bir bilgi değildir. Nahiv, mananın ta kendisidir.
• Düşündürücü Not: Bir cümlede failin öne alınması (takdim) veya geriye bırakılması (tehir), bir kelimenin atılması (hazf) veya fazladan eklenmesi (zikir) asla tesadüfî değildir. Bunların her biri, konuşanın (mütekellim) zihnindeki derûnî bir manayı, bir vurguyu, bir kastı gösterir. İ’câz, bu gramer tercihlerinin, manayı en ufak bir kayıp veya fazlalık olmadan aktarmasındadır.
• Mecaz ve İstiare: Bir Süs Değil, Bir “Düşünce” Vasıtasıdır
• Cürcânî, Esrâru’l-Belâga’da ise Beyân ilmini (teşbih, istiare, mecaz) ele alır. O, bu sanatların sadece cümleyi süslemek için kullanılmadığını isbat eder.
• Düşündürücü Not: Ona göre, teşbih ve istiare (metafor), aklın bir manayı daha tesirli kılmak, hatta bazen doğrudan ifade edilemeyecek bir manayı somutlaştırmak (tecessüm) veya hayalîleştirmek (tahyîl) için kullandığı zihinsel bir ameliyedir. Mecaz, yeni bir mana üretme veya mevcut manaya yeni bir boyut katma vasıtasıdır. Bu, mecazı bir “süs” olmaktan çıkarıp, bir “idrak” ve “düşünce” aracı haline getirmektir.

BÖLÜM 4: EZ-ZEMAHŞERÎ (ö. 538 H / 1143 M)

Teoriden Pratiğe: Belâgî Tefsirin Zirvesi
Zemahşerî, Cürcânî’nin inşa ettiği muazzam teorik yapıyı (Nazm Teorisi) alıp, onu Kur’an-ı Kerim’in tamamına uygulayan (tatbik eden) dâhi müfessirdir.
Eseri: el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl (Kur’an’ın Hakikatlerini Açığa Çıkaran Eser)
Vurucu ve Düşündürücü Tesbitler:
• el-Keşşâf: Bir Tefsir Kitabı mı, Bir Belâgat Kitabı mı?
• el-Keşşâf, lafzen bir tefsir kitabıdır. Ancak onu ölümsüz kılan, Mu’tezilî görüşlerinden (ki bunlar Ehl-i Sünnet âlimlerince çokça tenkit edilmiştir) ziyade, kullandığı belâgî metottur.
• Düşündürücü Not: Eser, Cürcânî’nin Delâil ve Esrâr’da ortaya koyduğu teorilerin uygulamalı bir laboratuvarıdır. “Zemahşerî, Cürcânî’nin çalışmasını tamamlayıcıdır” sözü tam da bunu ifade eder. Cürcânî “anahtarı” yapmış, Zemahşerî o anahtarla Kur’an’ın belâgat “hazinelerini” açmıştır.
• Belâgî Tefsir Metodu: “Neden Böyle Söylendi?”
• Zemahşerî’nin tefsirdeki dehası, ayetleri tahlil ederken sürekli şu soruyu sormasıdır: “Allah, neden bu manayı bu lafızla ve bu cümle tertibiyle (nazm) ifade etti de, başka bir şekilde etmedi?”
• Düşündürücü Not: O, ayeti açıklarken, sık sık “Eğer şöyle değil de böyle denseydi ne olurdu?” (Fâide-i takdîm/te’hîr…) gibi başlıklar açar. Ayetin mevcut nazmı ile, muhtemel alternatif bir ifade arasındaki anlam farkını (nükte) ortaya koyar. Bunu yaparak, Kur’an’ın seçtiği nazmın, o manayı ifade etmek için mümkün olan tek ve en mükemmel (beliğ) yol olduğunu isbat eder.
• İ’câzın Tatbiki: Her Harfin Bir Gayesi Vardır
• Zemahşerî, Kur’an’daki her gramer tercihinin (bir harf-i cer’in seçimi, bir kelimenin nekra/marife gelmesi, bir cümlenin isim/fiil cümlesi olması) tesadüfî olmadığını, hepsinin ilahî bir kasıt ile derûnî bir manaya işaret ettiğini göstermeye çalışır.
• Düşündürücü Not: el-Keşşâf’ı okuyan biri, Kur’an metninin, en ince detayına kadar (virgülüne, vurgusuna, kelime seçimine kadar) mucizevî bir hassasiyetle dokunmuş ilahî bir “metin” olduğunu hisseder. Zemahşerî, belâgati kullanarak, Kur’an’ın sadece manasının değil, lafzının da (metninin) ilahî olduğunu gözler önüne serer.

HÂTİME (SONUÇ)
Bu dört büyük âlim;
• Câhiz ile belâgati, sosyal ve psikolojik bir zemine oturtmuş;
• Ebû Hilâl el-Askerî ile onu, Kur’an’ın i’câzını anlamak için zaruri bir “sınâat” (sanat/ilim) olarak tasnif etmiş;
• Abdülkâhir el-Cürcânî ile “Nazm Teorisi” sayesinde onu hikmetli bir zirveye taşımış ve belâgatin “gramer mimarisi” olduğunu isbat etmiş;
• Zemahşerî ile de bu teoriyi Kur’an metnine tatbik ederek “belâgî tefsir”in en büyük şaheserini vücuda getirmiştir.
Bu silsile, belâgatin, kelâm-ı ilahî karşısında müminin hayretini ve idrakini artıran en mühim vasıtalardan biri olduğunu göstermektedir.

 

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

ESERLERİNDEN MİSALLERLE BELÂGAT USÛLLERİ

1. CÂHİZ (ö. 255 H / 869 M)

Eseri: el-Beyân ve’t-Tebyîn
Usûlü: “Makamın İktizası” (Durum ve Muhataba Uygunluk) ve Sözün Psikolojik Tesiri
Câhiz’in usûlü, belâgati metinden çıkarıp bağlama ve muhataba odaklamaktır. Ona göre belâgat, sözün kendinde (zâtında) değil, yerinde söylenmesindedir.
Usûlünün Eserinden Misali: Bedevî Hitabeti ve “İ’câz” (Az Sözle Çok Mana)
Câhiz, el-Beyân’da süslü (müzeyyen) şehirli hatiplerin nutuklarını iktibas ettiği gibi, okuma yazma bilmeyen bedevîlerin (çöl Arapları) hitabelerini de iktibas eder. Bu, onun usûlünü gösteren en vurucu misallerden biridir.
• Misal: Câhiz, bir bedevînin, kavmine hitaben söylediği şu sözü nakleder:
“Yeter ki aranızdaki bağ (ip) kopmasın. Kötü hasat, kötü tohumdan yeşerir. Sadece ektiğinizi biçersiniz.”
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
• Makamın İktizası: Câhiz’e göre bu söz, bir sarayda söylense basit ve sanatsız kabul edilebilirdi. Ancak çölün sert tabiatında, kısa ve net konuşmaya alışkın bir kavme hitap eden bu bedevî için belâgatin zirvesidir. Muhatapların (makam) idrakine ve hayat (yaşam) tarzına tam olarak uygundur.
• Lafız ve Mana: Bedevî, derûnî bir hikmeti (birlik ve beraberliğin önemi, amellerin neticesi) anlatmak için, kendi hayatının zahirî unsurlarını (ip, hasat, tohum) kullanmıştır. Bu, en tesirli teşbih ve istiaredir.
• İ’câz (Vecizlik): Cümleler kısadır (îcâz) ancak manaları çok derindir. Câhiz’in usûlünde belâgat, lüzumsuz yere lafzı uzatmak (tatvîl) değil, kifayet miktarı (yeterli ölçüde) konuşmaktır.
• Vurucu Not: Câhiz’in usûlü, belâgatin “mutlak” bir güzellik olmadığını, sosyal ve psikolojik bir “fonksiyon” olduğunu isbat eder. Bir söz, muhatabı üzerinde tesir bırakıyorsa ve ikna ediyorsa “beliğ”dir.

2. EBÛ HİLÂL EL-ASKERÎ (ö. 395 H / 1005 M)

Eseri: es-Sınâateyn (İki Sanat)
Usûlü: Belâgatin Bir “Sınâat” (Sanat/İşçilik) Olduğu ve Lafız-Mana Dengesi
Askerî’nin usûlü, belâgati “zevk” meselesi olmaktan çıkarıp, kuralları olan, öğrenilebilir bir “ilim” ve “sanat” haline getirmektir. Onun nazarında belâgat, “doğru manaya doğru lafzı bulma işçiliği”dir.
Usûlünün Eserinden Misali: Eşanlamlı (Müteradif) Görünen Kelimeler Arasındaki Fark (el-Furûk)
Askerî, es-Sınâateyn’de, manaları birbirine çok yakın olduğu zannedilen, hatta müteradif (eşanlamlı) sanılan kelimeler arasındaki derûnî nüansları (ince farkları) göstermeye büyük ehemmiyet verir. Bu, onun “sınâat” (ince işçilik) usûlünün en net göstergesidir.
• Misal: “Hamd” ($الحمد$) ve “Şükür” ($الشكر$) Arasındaki Fark.
• Zahirî Bakış: İkisi de “teşekkür, övgü” manasındadır.
• Askerî’nin Tahlili (Usûlü): Askerî, bu iki kelimenin “sanat” açısından farklı makamlarda kullanılması gerektiğini belirtir.
• Şükür ($الشكر$): Mutlaka bir nimetin veya iyiliğin karşılığında yapılır. Size bir iyilik yapılmadan “şükretmek” abestir. Şükür, mukabele (karşılık) gerektirir.
• Hamd ($الحمد$): Bir karşılık (nimet) olmasa dahi, övülen zatın (mesela Allah) zâtında (kendinde) bulunan üstün vasıflarından (kemâl sıfatlarından) dolayı yapılır.
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
Askerî’ye göre, bu iki kelimeyi rastgele birbirinin yerine kullanmak, belâgatin “sınâat” (işçilik) yönünü bilmemektir. Kur’an-ı Kerim’in Fâtiha Suresi’ne الحمد لله (“Hamd Allah’adır”) diye başlaması tesadüf değildir. Eğer الشكر لله (“Şükür Allah’adır”) diye başlasaydı, mana sadece “Allah’a verdiği nimetler için teşekkür ederiz” şeklinde sınırlanabilirdi.
Lakin الحمد لله denildiğinde mana; “O’ndan bir nimet görsek de görmesek de, kâinattaki bütün övgüye layık vasıflar (Rahman, Rahîm, Mâlik olması vb.) zâten O’na aittir” şeklinde genişler.
• Vurucu Not: Askerî’nin usûlü, “belîğ” bir konuşmacının, bir kuyumcu hassasiyetiyle, doğru manaya tam oturan lafzı seçmesi gerektiğini isbat eder.

3. ABDÜLKÂHİR EL-CÜRCÂNÎ (ö. 471 H / 1078 M)

Eseri: Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri)
Usûlü: “Nazm” (Söz Dizimi / Gramer Mimarisi) Teorisi
Cürcânî’nin değişimci usûlü, belâgatin kelimelerde değil, kelimelerin cümle içindeki dizilişinde (tertip) ve gramer (nahiv) bağlantılarında olduğudur.
Usûlünün Eserinden Misali: “Kasr” (Sınırlama) İfadelerindeki Diziliş Farkı
Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz’da, aynı kelimelerden oluşan ancak farklı gramer yapıları (nazm) ile kurulan cümlelerin, manayı nasıl tamamen değiştirdiğini gösteren onlarca misal verir.
• Misal: “Sadece Zeyd ayaktadır” manasını iki farklı “kasr” (sınırlama) edatı ile söylemek:
• Cümle: مَا قَامَ إِلاَّ زَيْدٌ (Mâ kâme illâ Zeydün)
• Tercümesi: “Ayakta olan Zeyd’den başkası değildir.”
• Cümle: إِنَّمَا قَامَ زَيْدٌ (İnnemâ kâme Zeydün)
• Tercümesi: “Ancak ve ancak Zeyd ayaktadır.”
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
• Zahirî Bakış: İki cümle de “Sadece Zeyd ayakta” diyor gibi görünür.
• Cürcânî’nin Tahlili (Nazm Usûlü): Cürcânî, bu iki nazmın (dizilişin) farklı makamlara cevap verdiğini söyler:
• Birinci Cümle (Mâ… illâ…): Bu cümle, “Acaba Zeyd mi ayakta, yoksa Amr mı?” diye şüphe eden veya “Ayakta olan Amr’dır” diye yanılan bir muhataba cevap vermek içindir. Buradaki kasr (sınırlama), muhatabın zihnindeki yanlışlığı düzeltmeye (tashîh) yöneliktir.
• İkinci Cümle (İnnemâ…): Bu cümle ise, muhatabın zihninde bir yanlışlık olmasa bile, konunun ehemmiyetini vurgulamak (teyit) ve hükmü pekiştirmek için kullanılır.
• Vurucu Not: Cürcânî’nin usûlü şudur: Belâgat, kelime seçmek değil, diziliş (nazm) seçmektir. Muhatabın zihnî durumuna (şüphede mi, inkârda mı, yoksa habersiz mi) göre en uygun gramer yapısını (Nazm’ı) seçmek, belâgatin ta kendisidir.

4. EZ-ZEMAHŞERÎ (ö. 538 H / 1143 M)

Eseri: el-Keşşâf
Usûlü: Cürcânî’nin “Nazm” Usûlünü Kur’an-ı Kerim’e Tatbik Etmek (Belâgî Tefsir)
Zemahşerî’nin usûlü, Cürcânî’nin nazarî silahlarını kuşanıp, Kur’an metninin her harfindeki, her kelime tercihindeki ve her cümle dizilişindeki İlahî maksadı ve belâgî sırrı ortaya çıkarmaktır.
Usûlünün Eserinden Misali: Fâtiha Suresi’ndeki “Takdim” (Öne Alma) Sanatı
Belki de Zemahşerî’nin usûlünü gösteren en meşhur ve en parlak tahlil, Fâtiha Suresi’ndeki o meşhur ayet üzerinedir:
• Misal (İktibas – Meali):
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
“Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1:5)
• Tahlil (Zemahşerî’nin Usûlünün Tatbiki):
Zemahşerî el-Keşşâf’ta durur ve Cürcânî’nin usûlüyle sorar:
• Normal Arapça Dizilişi (Nazm): Normalde bu cümlenin Arapça gramerine (nahiv) göre dizilişi نَعْبُدُكَ وَ نَسْتَعِينُكَ (Na’buduke ve nesta’înuke) şeklinde olmalıydı. Yani fiil (kulluk ederiz) başta, mef’ul/nesne (Sana) sonda olmalıydı.
• Kur’an’ın Nazmı: Fakat Allah (c.c.), mef’ulü (nesneyi), yani إِيَّاكَ (İyyâke – Ancak Sana) kelimesini fiilden öne almıştır (takdim etmiştir).
• Belâgî Sır (Nükte): Zemahşerî, Cürcânî’nin “Nazm” kaidesine dayanarak bunun sebebini şöyle isbat eder: Arap belâgatinde bir unsurun (burada mef’ul/nesne) öne alınması (takdim), o fiilin sadece o isme has olduğunu (tahsîs) ve onunla sınırlandığını (kasr) ifade eder.
• Na’buduke (Sana kulluk ederiz) denilseydi, bu “Sana kulluk ederiz, (belki başkalarına da ederiz)” manasını dışlamazdı.
• Ancak İyyâke na’budu (Ancak Sana kulluk ederiz) denildiğinde, mef’ul (İyyâke) öne alındığı için, mana “Kulluğu sadece ve sadece Sana yaparız; Senden başkasına (putlara, nefse, makama vb.) asla yapmayız” şekline dönüşür. Bu, Tevhid’in belâgat ile en mükemmel ifadesidir.
• Vurucu Not: Zemahşerî’nin usûlü, Kur’an’daki her gramer tercihinin, her öne alış (takdim) veya geriye bırakışın (te’hir), İlahî mananın en derin ve en hassas şekilde aktarılması için yapılmış mucizevî (i’câzî) bir “Nazm” olduğunu fiilen göstermesidir.

HÂTİME (SONUÇ)

Görüldüğü üzere, bu dört âlimin usûlleri birbiri üzerine bina edilmiştir:
• Câhiz, belâgatin “niçin” gerekli olduğunu (makama uygunluk ve tesir) gösterdi.
• Askerî, belâgatin “ne” ile yapıldığını (lafız ve mananın ince işçiliği) gösterdi.
• Cürcânî, belâgatin “nasıl” çalıştığını (Nazm/cümle mimarisi) gösterdi.
• Zemahşerî ise bu usûllerin “en mükemmel” örneğinin (Kur’an’ın belâgî i’câzı) nasıl tahlil edileceğini gösterdi.

===============•-•===============

 

  • Zemahşerî ayetleri tahlil ederken sürekli şu soruyu sormasıdır: “Allah, neden bu manayı bu lafızla ve bu cümle tertibiyle (nazm) ifade etti de, başka bir şekilde etmedi?”

    1. Nazmın Mûcizesi: Kelimelerin İlâhî Tertibi

    Bu sualin merkezinde “Nazm” (نظم) kavramı yer alır. Nazm, sadece “cümle yapısı” demek değil; kelimelerin, âyetlerin ve sûrelerin birbiriyle olan ilâhî, matematiksel ve edebî tertibi, âdeta bir mücevher dizisi gibi kusursuz yerleştirilişidir.
    * Beşerî Üsluptan Farkı: Beşerî (insanî) bir metinde, bir kelimeyi eş anlamlısıyla (mürâdif) değiştirmek mânâyı çok bozmayabilir. Yahut bir cümlenin devrik olması sadece üslubu değiştirir.
    * İlâhî Nazım: Kur’ân’da ise her bir kelime, bulunduğu yer için kilit taşı mesabesindedir. O kelimeyi oradan çıkarmak veya bir harfini değiştirmek, binanın küllî mimarisini ve derûnî mânâsını zedeler.
    * Abdülkâhir el-Cürcânî’nin Tesbiti: Belâgat âlimlerinin imamı sayılan Cürcânî, “Delâilü’l-İ’câz” eserinde mûcizenin tek tek kelimelerin lügat mânâsında değil, o kelimelerin tertip edilişindeki (nazmındaki) ilâhî mühendislikte olduğunu ispat etmiştir. Allah, o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira o mânânın o mertebedeki hakkını, ancak o lafız ve o tertip verebilirdi.

    2. Belâgat ve Fesâhat: Mânânın En Mükemmel Tasviri

    Kur’ân, belâgatın (sözün yerinde ve hikmetle kullanılması) ve fesâhatin (sözün pürüzsüz ve akıcı olması) zirvesidir.
    * En Münasip Lafız: Bir mânâyı ifade etmek için Arap dilinde belki on kelime vardır. Fakat Allah, o mânânın bütün inceliklerini, hissî derinliğini ve (varsa) hukukî netliğini tam olarak karşılayacak tek bir kelimeyi seçer.
    * Misal (Hareke): Basit bir misal olarak, (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا) “Ey iman edenler!” hitabındaki “Nidâ” (çağrı) harfi olan (يَا) “Yâ”, en uzaktan ve en kuvvetli çağrı için kullanılır. Bu, hitabın ehemmiyetini ve ciddiyetini gösterir. Daha zayıf bir nidâ edatı (meselâ ‘Hemze’) kullanılmamıştır.
    * Misal (Harf): “Rahmân” ve “Rahîm” isimleri. İkisi de “rahmet” aslî (kök) kelimesindendir. Fakat “Rahmân” (الرحمن), rahmetin bu dünyadaki küllî ve geniş tecellîsini (mü’min-kâfir ayırt etmeden) ifade ederken; “Rahîm” (الرحيم), rahmetin âhirette sadece mü’minlere has, hususî tecellîsini tasvir eder. Fâtiha Sûresi’ndeki tertip (Rahmân sonra Rahîm) bile, bu rahmetin seyrini gösteren bir nazımdır.

    3. Vücûh ve Nezâir (Çok Mânâlılık ve Bağlantılı Zenginlik)

    Kur’ân lafızları, “vecîz”dir (az sözle çok mânâ ifade eder). Seçilen bir kelime veya tertip, tek bir mânâya sıkışıp kalmaz; aynı anda pek çok mânâ katmanını ve hakikati ihtivâ eder.
    * Allah, o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira o lafız, zahirî mânâsının yanı sıra, farklı ilim sahiplerine (müfessir, fakih, mutasavvıf, kelâmcı) hitap edecek derûnî mânâlara da bir kapı açar.
    * Başka bir lafız kullanılsaydı, bu cihan şümul ve katmanlı mânâ kaybolurdu.

    4. Siyak-Sibak Uyumu ve Ses Âhengi (Secî)

    Her harf ve hareke, sadece mânâ için değil, aynı zamanda Kur’ân’ın eşsiz mûsikîsi ve ses âhengi için de seçilmiştir.
    * Bağlantı (Siyak-Sibak): Bir kelime, sadece kendi mânâsı için değil, kendinden evvelki (sibak) ve sonraki (siyak) kelime ve âyetlerle kurduğu ses ve mânâ bağlantısı için oradadır.
    * Âhenk: Harflerin ve harekelerin tertibi, metne ezberlenmesini kolaylaştıran, kalbe tesir eden ve dinleyeni aciz bırakan ilâhî bir ritim katar. Bu, beşerî şiir ve nesirden tamamen farklı bir yapıdır.

    5. Tahaddî (Meydan Okuma) ve İ’câzın İsbâtı

    Kur’ân’ın “Neden bu lafızla?” sorusunun en nihaî cevabı şudur: Çünkü bu tertip, Allah’ın kelâmı olduğunun ve mahlûkatın (yaratılmışların) acizliğinin isbatıdır.
    Allah Teâlâ, Mekke’nin en belîğ (söz ustası) ediplerine meydan okumuştur (Tahaddî): “Eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin…” (Bakara, 2/23 – Meali).
    Eğer lafızlar ve tertipler değiştirilebilir olsaydı veya “başka bir şekilde” de ifade edilebilseydi, bu meydan okumanın bir kıymeti kalmazdı. Araplar, “Biz de başka kelimelerle daha güzelini söyleriz” derlerdi. Diyememeleri, mevcut nazmın alternatifsiz ve ulaşılamaz olduğunu göstermiştir.

    Özetle: Zemahşerî’den Bediüzzaman’a “Nazım” Hakikati

    Zemahşerî, bu sual ile Kur’ân’ın edebî ve lügavî i’câzını, yani dilbilimsel mucizesini deşifre etmeye odaklanmıştır.
    Risale-i Nur Külliyatı’nda ise Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bilhassa İşârâtü’l-İ’câz ve Yirmi Beşinci Söz (Mûcizât-ı Kur’âniye) gibi eserlerinde bu nazmı bir adım öteye taşır. O, nazmın sadece edebî değil, aynı zamanda mânâdaki küllî tevhidî bağlantıları, âyetlerin birbiriyle olan “nazar” ve “bakış” ilişkilerini gösterdiğini ispat eder.
    Yani, Allah o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira:
    * O mânânın hakkını ancak o lafız verir (Belâgat).
    * O lafız, başka mânâ katmanlarını da ihtivâ eder (Vecîzlik).
    * O lafız, bulunduğu yerdeki tertip (cümle yapısı) için tek kilit taşıdır (Nazm).
    * O lafız ve hareke, ilâhî âhengi temin eder (Ses Mûcizesi).
    * Ve bu “alternatifsizlik”, onun Allah kelâmı olduğunun nihaî isbatıdır (İ’câz ve Tahaddî).
    Bu, “ilm-i meânî” ve “ilm-i beyân” denilen derin ilimlerin sahasıdır ve Kur’ân’ın neden kıyamete kadar taze ve mûcizevî kalacağının da sırrıdır.

===============•-•===============


Zemahşerî’nin (Rh.A.) başlattığı bu derin tahlil usulünü, Kur’ân-ı Kerîm’in “Ümmü’l-Kitâb” (Kitab’ın Anası) olarak vasıflandırılan Fâtiha Sûresi üzerinde tatbik etmeye çalışalım.
Bu Sûre, “Neden bu mânâ, bu lafızla ve bu tertiple (nazm) ifade edildi?” sualinin belki de en veciz ve en yoğun cevaplarını ihtiva eder.
Misal Tahlili: Fâtiha Sûresi’nin Nazmı
Sûrenin her bir kelimesi ve âyetler arasındaki tertibi, ilâhî bir mimarinin parçasıdır.

1. Başlangıç: Neden “El-Hamd” (الْحَمْدُ)?
> İktibas ( Meali): “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha, 1/2)
>
Burada sual şudur: Neden “eş-Şükr” (teşekkür) veya “el-Medh” (övme) değil de, “el-Hamd” (حمد)?
* Şükür (الشكر) ve Hamd (الحمد) Farkı:
* Şükür: Genellikle size ulaşan spesifik bir nimete (iyiliğe) karşılık olarak yapılır. Sebebi hususîdir.
* Medih (المدح): Bir varlığı, sahip olduğu (veya olmadığı) bir vasıftan ötürü övmektir. Bazen mübalağa ve hatta hakikat dışı beyan içerebilir (beşerî kullanımda).
* Hamd: Bu, şükürden daha küllî ve medih’den daha derindir. Hamd, bir nimete veya menfaate bağlı olmaksızın, bir varlığın zatî (özsel) kemâlinden ve faziletinden ötürü ona hürmetle tâzim etmektir.
* “el-” (Elif-Lâm) Takısının Nazmı: Kelimenin başındaki “el-” (ال) takısı, “istiğrâk” yani kapsayıcılık ifade eder.
* Tahlil: Allah, “eş-Şükrü lillâh” dememiştir; zira O’na olan minnettarlığımız sadece bize verdiği nimetlere bağlı değildir. “el-Medhü lillâh” dememiştir; zira bu, O’nun azametini tam tasvir etmez. “El-Hamdü” (الْحَمْدُ) diyerek, yani “Cins-i Hamd” (her türlü övgü, kimden gelirse gelsin, ne zaman yapılırsa yapılsın) sadece ve sadece O’na mahsustur mânâsını kilitlemiştir. Başka hiçbir lafız, bu küllî ve mutlak aidiyeti ifade edemezdi.

2. Sıfatların Tertibi: Neden “Rab” (رَبِّ)?
“Allah” lafzından sonra gelen ilk sıfat neden “Rahmân” veya “Mâlik” değil de “Rabbi’l-‘âlemîn” (رَبِّ الْعَالَمِينَ)?
* Tahlil: “Rab” (رب) lafzı; terbiye eden, besleyen, büyüten, idare eden ve kemâle erdiren mânâlarını taşır.
* Allah Teâlâ, kullarıyla olan alâkasını ilk olarak “Korkunç Hükümdar” veya “Mutlak Sahip” (Melik/Mâlik) sıfatıyla değil, en şefkatli ve en yakın “Terbiye Edici” (Rab) sıfatıyla kurar. Bu, O’nunla olan alâkamızın aslının (esasının) “terbiye” ve “rahmet” olduğunu gösterir.
* Eğer “Mâliki’l-‘âlemîn” (Âlemlerin Sahibi) denseydi, bu doğru olmakla beraber, O’nun her an devam eden terbiye ve idare faaliyeti gizli kalırdı. “Rab” lafzı, O’nun kâinatla olan dinamik ve kesintisiz alâkasını tasvir eder.

3. Rahmetin Takdimi: Neden “Rab”den Sonra “er-Rahmâni’r-Rahîm” (الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ)?
> İktibas ( Meali): “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Fâtiha, 1/3)
>
* Tahlil: Bu tertip, “Rab” sıfatının nasıl tecellî ettiğini açıklar. O, “Rab”dır (terbiye edicidir), peki bu terbiyeyi nasıl yapar?
* Cebren, kahrederek değil; “Rahmân” ve “Rahîm” olarak yapar. O’nun Rubûbiyeti (Rab’lığı) rahmet esaslıdır.
* Ayrıca “Rahmân” (dünyada herkese merhamet eden) lafzının “Rahîm” (âhirette sadece mü’minlere merhamet eden) lafzından önce gelmesi, rahmetin bu dünyadaki küllî tecellîsinin, âhiretteki hususî tecellîsinden önce geldiğini gösteren ilâhî bir tertiptir.

4. Hükümranlık: Neden “Mâliki Yevmi’d-Dîn” (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ)?
> İktibas ( Meali): “Din gününün (hesap gününün) sahibidir.” (Fâtiha, 1/4)
>
* Tahlil: İlk üç âyette Allah; Zâtını (Allah), terbiye ediciliğini (Rab) ve bu terbiyenin esasını (Rahmân, Rahîm) bildirdi. Kul, bu şefkat ve terbiyeyi görünce O’na karşı bir sevgi (muhabbet) ve ümit (recâ) hisseder.
* Ancak kulluk, sadece ümit (recâ) ile olmaz; “havf” (korku, haşyet) ile dengelenmelidir.
* Tam bu noktada “Mâliki yevmi’d-dîn” (Din Gününün Sahibi/Hükümdarı) âyeti gelir. Bu âyet, O’nun sadece şefkatli bir Terbiye edici değil, aynı zamanda mutlak adâlet sahibi bir Hükümdar olduğunu ve her faaliyetin bir “karşılık günü” (yevmü’d-dîn) olduğunu bildirir.
* Bu tertip, imanı “korku ve ümit” (havf ve recâ) arasında mükemmel bir dengeye oturtur.

5. Gramer Mûcizesi: Neden “İyyâke Na’budu” (إِيَّاكَ نَعْبُدُ)?
> İktibas (TDV Meali): “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
Bu, “nazm”ın en parlak misallerindendir. Sual şudur: Neden “Na’buduke” (Sana kulluk ederiz) değil de, “İyyâke na’budu” (Sadece Sana kulluk ederiz) denmiştir?
* Arap Dilinde Nazım (Tertip) Kuralı: Arap belâgatında, normalde fiilden (eylem) sonra gelmesi gereken nesne (mef’ûl), fiilden öne alınırsa (bu duruma “takdîm” denir), bu “hasr” ve “tahsis” mânâsı katar. Yani “sadece ve sadece” vurgusu yapar.
* Tahlil:
* Eğer âyet “Na’buduke” (نَعْبُدُكَ) şeklinde gelseydi, lügat olarak “Sana kulluk ederiz” demek olurdu. Bu ifade, “Sana da kulluk ederiz, (belki) başkalarına da” şeklindeki bir şirke (ortak koşmaya) kapı aralayabilirdi.
* Fakat Allah, “İyyâke” (إِيَّاكَ) zamirini (Sadece Sana) fiilin (na’budu) önüne alarak cümleyi kurmuştur.
* Bu tertip, “Kulluğu sadece Sana yaparız, Senden başkasına asla yapmayız!” mânâsını dilbilgisi yoluyla kilitlemiştir. Tevhid (Allah’ın birliği), ancak bu lafız ve bu tertip ile bu kadar beliğ (açık ve net) ifade edilebilirdi.

Netice
Fâtiha Sûresi’ndeki bu tertip (nazm) bile tek başına, Kur’ân’ın neden “başka bir şekilde” değil de tam olarak bu lafızlarla indiğini ispat eder:
* Mânâ: En derin ve en doğru mânâyı ifade eder (Hamd’ın seçimi).
* Psikoloji ve Edeb: Kulu Allah’a en doğru edep ve denge (havf ve recâ) ile yönlendirir (Rab, Rahmân, Mâlik tertibi).
* Akîde (İnanç): En ufak bir sapmaya (şirk) imkân vermeyecek şekilde akîdeyi korur (İyyâke na’budu’nun nazmı).
Her harf, her hareke ve her tertip, küllî mânânın bir parçasıdır ve o olmadan mânâ eksik kalırdı.

===============•-•===============


“Neden bu lafızla?” sualinin gücü, Kur’ân’ın sadece hüküm veya akîde bildirirken değil, bir hadiseyi tasvir ederken dahi ne kadar hassas bir kelime mühendisliği kullandığını göstermesinde yatar.
Misal olarak, Hazret-i Mûsâ’nın (A.S.) Mısır’da istemeden birini öldürdükten sonraki kaçış ânını tahlil edelim.

Misal Tahlili: Hz. Mûsâ’nın Kaçışı (Kasas Sûresi, 21)
> İktibas ( Meali): “Bunun üzerine Mûsâ, (yakalanma) korkusu içinde (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalimler kavminden kurtar” dedi.” (Kasas, 28/21)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metninde o ân şöyle tasvir edilir:
“فَخَرَجَ مِنْهَا خَائِفًا يَتَرَقَّبُ”
(Fe harace minhâ hâifen yeteraggabu)
Burada tahlil edilmesi gereken iki kilit lafız vardır: “hâifen” (خَائِفًا) ve “yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ).
Zemahşerî’nin usulüyle soralım: Allah neden sadece “kaçtı” (fe harabe) demedi? Veya neden sadece “korkarak çıktı” (fe harace hâifen) demekle yetinmedi de, peşine “yeteraggabu” fiilini ekledi?

1. “Hâifen” (خَائِفًا): Derûnî Hâlin Tasviri
* Lafzın Mânâsı: “Hâif”, korkan, korku içinde olan demektir. Bu, gramer olarak bir “hâl”dir. Yani, çıkma (harace) fiilinin nasıl bir ruh hâleti içinde yapıldığını tasvir eder.
* Tahlil: Bu kelime, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) derûnî durumunu, psikolojisini tek kelimeyle özetler. O’nun çıkışı bir seyahat, bir tercih değil, can korkusundan kaynaklanan bir mecburiyettir. Bu, onun iç dünyasındaki dehşeti tasvir eder.

2. “Yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ): Zâhirî Faaliyetin Tasviri
İşte nazmın mûcizesi bu ikinci kelimede daha da parlamaktadır.
* Lafzın Mânâsı: “Yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ), “rakabe” (رقب) aslî (kök) kelimesindendir. “Rakabe”, boyun demektir. “Teraggub” ise, boynunu (başını) sürekli çevirerek etrafa bakmak, tehlikeyi gözetlemek, her an bir şey olmasını beklemek demektir.
* Neden “Yeteraggabu” da, “Yenzuru” (Bakıyor) Değil?
* “Yenzuru” (ينظر) (Nazar ediyor/Bakıyor) denseydi, bu sadece normal bir “bakış” fiili olurdu. Nereye, niçin baktığını tam ifade etmezdi.
* “Yeteraggabu” lafzı ise, fiil-i muzâri (şimdiki/geniş zaman) kipiyle gelerek, bu faaliyetin sürekli ve tekrar ederek yapıldığını gösterir.
* Tahlil: Bu kelime, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) zâhirî faaliyetini tasvir eder. “Hâifen” (korku) onun içinde olandır; “yeteraggabu” (gözetleme) ise o derûnî korkunun bedene, fiillere yansımasıdır.

Nazmın Küllî Mânâsı: Bir Sinema Sahnesi Gibi
Allah Teâlâ, bu iki lafzı “hâifen yeteraggabu” şeklinde yan yana getirerek, bizim nazarımızda (bakışımızda) adeta bir sahne canlandırır:
Sadece korkan bir adam değil; içindeki o derin korku sebebiyle, durmaksızın başını sağa sola çeviren, arkasına bakan, her gölgeden irkilen, her sesten “Acaba yakalandım mı?” diye endişe eden, adımlarını tedirginlikle atan ve her an Firavun’un askerlerinin ortaya çıkmasını bekleyen bir kaçağın tam bir portresini çizer.
* “Hâifen”, o ânın statik (durağan) psikolojisidir.
* “Yeteraggabu”, o ânın dinamik (hareketli) fiilidir.
Eğer sadece “hâifen” denseydi, fiil (eylem) eksik kalırdı. Sadece “yeteraggabu” denseydi, bu gözetlemenin sebebini (korkuyu) tam anlayamayabilirdik; belki sadece tedbirli davrandığını düşünürdük.
Fakat bu nazım (tertip), derûnî hâl ile zâhirî faaliyeti birleştirerek, mânâyı en beliğ (en açık ve tesirli) ve en îcâzlı (kısa ve öz) şekilde zirveye taşımıştır. Bu iki kelime, sayfalarca yazılabilecek bir ruh hâlini ve eylemi tasvir etmektedir.

 

===============•-•===============

 

Bu defa, Zemahşerî’nin (Rh.A.) o mühim sualinin, yani “Neden bu mânâ, bu lafızla ve bu tertiple (nazm) ifade edildi?” sorusunun, doğrudan İslâm Fıkhı’nın (hukukunun) en temel meselelerinden birini nasıl şekillendirdiğine dair mûcizevî bir misal üzerinde duralım.

Konumuz, Mâide Sûresi’ndeki meşhur abdest âyeti ve bilhassa başın meshedilmesi emrindeki o kritik “Bâ” (ب) harfidir.

Misal Tahlili: Abdest Âyeti ve “Bâ” Harfinin Nazmı
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin, topuklara kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin (boy abdesti alın). Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz tuvaletten gelir veya hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin). Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Mâide, 5/6)
>
Bu âyette, abdestin farzları sayılırken dört esas faaliyet emredilir:
* Yüzleri yıkamak (فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ – fagsilû vucûhekum)
* Elleri (kolları) yıkamak (وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ – ve eydiyekum ile’l-merâfik)
* Başları meshetmek (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ – ve’msahû bi-ru’ûsikum)
* Ayakları yıkamak (وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ – ve erculekum ile’l-ka’beyn)
Buradaki nazım tahlilimiz, 3. maddedeki “ve’msahû bi-ru’ûsikum” (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ) emri üzerinedir.

Sual: Neden “Bâ” Harfi ile Geldi?
Allah Teâlâ, neden “Başlarınızı meshedin” emrini, nesneyi doğrudan alan (müteaddî) bir fiil ile, yani “İmsahû ru’ûsekum” (امْسَحُوا رُءُوسَكُمْ) şeklinde ifade etmedi de, araya bir “Bâ” (ب) harf-i cerri (edatı) koyarak “ve’msahû bi-ru’ûsikum” (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ) dedi?
Yüz ve kollar için “fagsilû vucûhekum” (Yüzlerinizi yıkayın) denilirken fiil (yıkamak) ile nesne (yüzler) arasına hiçbir edat girmemiştir. Bu, yüzün tamamının yıkanmasının farz olduğunu netleştirir.
Fakat başa gelince, nazım (tertip) değişir. Bu “Bâ” harfi, Arap dilbilgisinde farklı mânevî faaliyetler için kullanılır ve bu faaliyetlerin her biri, fıkhî (hukukî) bir netice doğurmuştur.
İşte o “Bâ” harfinin muhtemel üç mânâsı ve bu nazmın hikmeti:

1. “Bâ” Harfi “İlsâk” (Değdirme, Yapıştırma) Mânâsındadır
* Tahlil: “Bâ” harfinin en aslî (esas) mânâsı “ilsâk”tır. Yani fiili (eylemi), nesneye yapıştırmak, değdirmektir. Bu durumda âyetin mânâsı: “Meshetme fiilini başınıza değdirin/yapıştırın” olur.
* Hukukî Netice (Fıkıh): Bu yorumu esas alan İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel (Rh.A.) gibi müçtehitler, âyetin emrinin “meshi başa değdirmek” olduğunu, Sünnet-i Seniyye’deki tatbikatın ise (Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) fiili) başın tamamını meshetmek olduğunu birleştirmişlerdir. Onlara göre “Bâ” harfi, meshin başın tamamına (veya çoğunluğuna) temas etmesi gerekliliğini (“ilsâk”) ifade eder.

2. “Bâ” Harfi “Tab’îz” (Bir Parçası / Bir Kısmını) Mânâsındadır
* Tahlil: “Bâ” harfi, Arap belâgatında bazen “min” (من) edatı gibi “bir kısmı”, “bazısı” mânâsı katar (بَعْضِيَّة). Bu, dilbilimsel olarak en çok tartışılan fakat fıkıh açısından en mühim yorumdur.
* Hukukî Netice (Fıkıh): Bu yorum, fıkıhta büyük bir “ruhsat” (kolaylık) kapısı açmıştır.
* İmam Ebû Hanîfe (Rh.A.): Bu “Bâ” harfinden “bir kısım” mânâsını anlamış ve bu kısmın miktarını da (ihtiyaten) başın dörtte biri olarak belirlemiştir. Eğer “Bâ” olmasaydı (“İmsahû ru’ûsekum”), başın tamamı gerekirdi. “Bâ” geldiği için “bir kısmı” yetmiştir.
* İmam Şâfiî (Rh.A.): “Bâ” harfinin bu “tab’îz” (parça) mânâsını en geniş şekilde yorumlamıştır. Ona göre başa ait herhangi bir parçaya (meselâ bir tel saça bile) meshetmek, âyetteki “Bâ” harfinin getirdiği “bir kısım” olma şartını yerine getirir.

3. “Bâ” Harfi “Te’kid” (Pekiştirme) Mânâsındadır
* Tahlil: Bazı dilbilimciler bu “Bâ”nın zâid (fazladan gelen) olup, sadece mânâyı pekiştirmek için (“mutlaka meshedin”) geldiğini savunur. Bu durumda mânâ, “İmsahû ru’ûsekum” (Başlarınızı meshedin) lafzıyla aynı olurdu.

Netice ve İlâhî Hikmet
Sualimize dönersek: Neden “İmsahû ru’ûsekum” değil de, “ve’msahû bi-ru’ûsikum”?
* Cevap: Eğer Allah Teâlâ “Bâ” harfini kullanmadan, “İmsahû ru’ûsekum” (Başlarınızı meshedin) deseydi, tıpkı “fağsilû vucûhekum” (Yüzlerinizi yıkayın) emrinde olduğu gibi, lafız net bir şekilde başın tamamının meshedilmesini emrederdi. Bu durumda, Hanefî ve Şâfiî mezheplerinin sunduğu “bir kısmını meshetme” kolaylığı (ruhsatı) ortadan kalkardı.
* İlâhî Nazmın Hikmeti: Allah Teâlâ, bu kritik emri o “Bâ” (ب) harfi ile indirerek, lafzın muhtevasına hem “azîmeti” (tamamını meshetme yorumu – Mâlikî/Hanbelî) hem de “ruhsatı” (bir kısmını meshetme yorumu – Hanefî/Şâfiî) yerleştirmiştir.
* Bu tek harf, İslâm ümmeti için fıkıhta (hukukta) muazzam bir rahmet ve esneklik alanı açmıştır. Başı yıkamanın zorluğunu (meşakkat) “mesh” emriyle hafifletmiş; “mesh” emrini de “Bâ” harfiyle kolaylaştırarak, bu dinin “kolaylık” (yüsr) üzerine kurulu olduğunun isbatını bir harf ile nazmetmiştir.
Bu, Kur’ân nazmının sadece edebî ve hissî değil, aynı zamanda hukukî ve teşriî (kanun koyucu) bir mûcize olduğunu gösteren parlak bir misaldir.

 

===============•-•===============

 

Bu defa, Zemahşerî’nin (Rh.A.) o kilit sualini (“Neden bu lafızla ve bu tertiple?”) bir “duâ” âyeti üzerinden tahlil edelim.
Duâ, kulun Allah Teâlâ ile olan alâkasının en derûnî noktasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiği duâlarda, lafızların ve tertibin (nazmın) seçimi, o duânın “kabul sırrını” da ihtivâ eder.
Bu konudaki en parlak misallerden biri, Hazret-i Yûnus’un (Aleyhisselâm) balığın karnındaki duâsıdır.

Misal Tahlili: Hz. Yûnus’un (A.S.) Duâsı ve Nazmın Sırrı
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Zünnûn’u da (Yûnus’u da) an. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, ‘Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum’ diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ, 21/87)
>
Âyetin bize aktardığı duâ şudur:
“لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ”
(Lâ ilâhe illâ ente Subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn)
Burada sorulması gereken sual şudur: Hz. Yûnus (A.S.), içinde bulunduğu o imkânsız vaziyette (gecenin, denizin ve balığın karnının karanlıkları içinde) neden doğrudan “Yâ Rabbi, beni kurtar!” (نَجِّنِي – Neccinî) veya “Beni affet!” (اغْفِرْ لِي – İgfir lî) şeklinde bir talepte bulunmadı da, bu üç cüzden oluşan cümleyi tercih etti?
Bu nazmın (tertip) hikmeti, duânın kabul edilme edebini öğretir:

1. Birinci Cüz: “Lâ ilâhe illâ ente” (لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ) – Tevhid
* Lafız Seçimi: Bu, “Senden başka ilâh yoktur” demektir.
* Nazmın Hikmeti: Duâda birinci mertebe, kimden istendiğini bilmek ve tasdik etmektir. Hz. Yûnus (A.S.), o an içinde bulunduğu vaziyette (ki bu, sebeplerin tamamen sustuğu bir ândır), kendisini kurtaracak yegâne kudretin Allah olduğunu ilân etmektedir.
* Tahlil: Bu cümle, “Yâ Rabbi, beni ancak Sen kurtarabilirsin. Gecenin karanlığına, denizin dehşetine ve balığın tahakkümüne hükmedecek Senden başka hiçbir kuvvet, hiçbir ilâh, hiçbir merci yoktur” demenin en veciz ifadesidir. Bu, Tevhid ile (Allah’ı birleyerek) duâya başlamaktır.

2. İkinci Cüz: “Subhâneke” (سُبْحَانَكَ) – Tenzih
* Lafız Seçimi: Bu, “Seni tenzih ederim” (her türlü noksanlıktan, eksiklikten, acizlikten ve yersiz iş yapmaktan uzaksın) demektir.
* Nazmın Hikmeti: Tevhid ile Allah’ın “tek” olduğunu tasdik ettikten sonra, O’nun “kemâl” (kusursuzluk) sahibi olduğunu tasdik etmek gerekir.
* Tahlil: Hz. Yûnus (A.S.), bu lafızla adeta şunu demektedir: “Yâ Rabbi, benim başıma gelen bu musibet, Senin bir noksanlığından veya adaletsizliğinden (hâşâ) kaynaklanmadı. Sen, abes (hikmetsiz) iş yapmazsın. Senin her fiilin (faaliyetin) hikmetlidir ve Sen her türlü kusurdan münezzehsin.” Bu, Tenzih ile Allah’ın azametini ikrar etmektir.

3. Üçüncü Cüz: “İnnî küntü mine’z-zâlimîn” (إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ) – İ’tiraf
* Lafız Seçimi: “Gerçekten ben zalimlerden (kendine zulmedenlerden, haddi aşanlardan) oldum.”
* Nazmın Hikmeti: Bu, nazmın zirvesidir.
* Önce Allah’ın birliğini söyledi (Tevhid).
* Sonra Allah’ın kusursuzluğunu söyledi (Tenzih).
* Şimdi ise bütün kusuru, noksanlığı ve hatayı kendi nefsine aldı.
* Tahlil: “Yâ Rabbi, Madem Sen noksansızsın (Subhâneke), o halde bu musibetin sebebi Sensin diyemem. Öyleyse sebep benim. Ben, (kavmine kızıp izinsiz ayrılmakla) nefsine zulmedenlerden oldum.” Bu, İ’tiraf (kendi kusurunu itiraf etme) ve pişmanlıktır.

Netice ve İlâhî Hikmet
Neden “Beni kurtar!” değil de bu tertip?
Çünkü bu tertip (Tevhid + Tenzih + İ’tiraf), duânın kendisinden daha tesirli bir “isti’câl” (acele yardım talebi) mânâsı taşır. Bu, sadece bir talep değil, kabulün şartlarını bizzat hazırlayan bir ikrardır.
* Risale-i Nur Külliyatı’nda Bediüzzaman Hazretleri’nin de işaret ettiği gibi, bu duâ “istirham” (merhamet dileme) değil, “istiâze” (Allah’ın Rubûbiyetine ve rahmetine sığınma) makamıdır.
* Bu duâda lafzen bir talep (kurtuluş isteği) yoktur. Fakat bu üç hakikatin (Tevhid, Tenzih, İ’tiraf) bir araya gelmesi, zımnen (dolaylı olarak) en acil kurtuluş talebini ihtivâ eder.
* Allah Teâlâ, bu “edeb” ile yapılan duânın neticesini bir sonraki âyette hemen bildirir:
> “Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu o sıkıntıdan (gamdan) kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ, 21/88)
>
O’nun duâsını bu kadar süratle kabul ettiren şey, seçtiği lafızlar ve bu lafızların ilâhî nazmıdır. “Başka bir şekilde” (meselâ doğrudan talepte bulunarak) yapılan bir duâ, bu kadar derûnî bir teslimiyeti ve acziyeti tasvir edemezdi.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm’in “inzâr” (uyarı) âyetleri, belâgatın ve lafız seçiminin, muhatabın kalbinde en derin tesiri (korku, haşyet, dehşet) nasıl bıraktığının zirve misalleridir.
Bu tahlil için, Kıyamet’in dehşetini tasvir eden en sarsıcı sûrelerden biri olan Kâri’a Sûresi’nin (Çarpan, Vuran Felâket) başlangıcına bakalım.

Misal Tahlili: Kâri’a Sûresi ve Dehşet Nazmı
Sûre şu şekilde başlar:
> İktibas (Meali): “Yürekleri hoplatan (dehşetli) o felâket! Nedir o yürekleri hoplatan felâket? Yürekleri hoplatan o felâketin ne olduğunu sana ne bildirdi?” (Kâri’a, 101/1-3)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“الْقَارِعَةُ (1) مَا الْقَارِعَةُ (2) وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ (3)”
(El-Kâri’ah. Me’l-Kâri’ah. Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah)
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ, Kıyamet’i haber vermek için neden doğrudan “Kıyamet kopacak” (Meselâ, “Tekûmu’s-Sâ’ah”) demedi de, bu dehşet verici lafzı seçti ve bu üç basamaklı tertibi (nazmı) kullandı?

1. Lafız Seçimi: Neden “el-Kâri’a” (الْقَارِعَةُ)?

* Lafzın Mânâsı: “Kâri’a” kelimesi, “kara’a” (قرع) aslî (kök) kelimesindendir. “Kara’a”, bir şeye (meselâ bir kapıya), muhatabı yerinden sıçratacak ve dehşete düşürecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak demektir.
* Neden Başka Lafız Değil? Kur’ân, Kıyamet için “es-Sâ’a” (Saat, belirlenmiş vakit), “el-Hâkka” (Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan), “el-Vâkı’a” (Vuku bulacak olan) gibi pek çok lafız kullanır.
* Tahlil: Ancak burada seçilen “el-Kâri’a” lafzı, o hadisenin tesirini öne çıkarır. Bu, sadece bir vaktin gelmesi (“Sâ’a”) veya bir gerçeğin vuku bulması (“Vâkı’a”) değildir. Bu, bütün kâinatın ve kalplerin üzerine inen, onları çarpan, döven ve dehşete düşüren bir Vuruş’tur.
* Bu lafız, bizzat ses yapısıyla (fonetik) dahi (bilhassa “Kâf” (ق) ve “Ayn” (ع) harfleriyle) bir sertlik ve çarpma tesiri uyandırır.
* Meali’nin parantez içinde “Yürekleri hoplatan” şeklinde bu mânâyı vermesi, lafzın bu aslî (esas) dehşetini yansıtır.

2. Nazmın (Tertibin) Hikmeti: Dehşeti Tırmandırma Sanatı

Allah Teâlâ, bu “Kâri’a”nın ne olduğunu doğrudan açıklamaz. Muhatabın zihnini hazırlamak ve hadisenin azametini idrak ettirmek için dehşeti tırmandıran üç aşamalı bir nazım kullanır. Bu, belâgatta “Tehvîl” (تهويل), yani bir şeyi azametli ve korkunç gösterme sanatıdır.

* 1. Aşama: “El-Kâri’ah” (O Çarpan!)
* Bu, bir haber cümlesi değil, bir “İhbar” ve “İntibah” (Uyarma) nidasıdır. Muhatabın dikkatini toplar: “Dinleyin! O dehşetle çarpan geliyor!” Zihinler sarsılır.

* 2. Aşama: “Me’l-Kâri’ah?” (Nedir o Çarpan?)
* Zihin sarsıldıktan sonra, şimdi bir merak ve korku başlar. Bu, “Nedir bu?” sorusudur. Âyet, bu soruyu yineleyerek, olayın sıradan bir felaket olmadığını, ne olduğunun dahi bilinemediğini vurgular.

* 3. Aşama: “Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah?” (Sana ne bildirdi o Çarpanın ne olduğunu?)
* Bu, nazmın zirvesidir. Allah Teâlâ, muhatap olan insana (veya Peygamber’e (S.A.V.)) hitaben, “Senin idrakin, senin tasavvurun, bu Kâri’a’nın ne olduğunu kavramaya yetmez” demektedir.
* “Mâ edrâke” (Sana ne bildirdi?) ifadesi, Kur’ân’da her zaman, aklın ve beşerî tecrübenin sınırlarının ötesindeki bir hakikati tasvir etmek için kullanılır.
Netice
Allah, neden bu nazmı seçti?
Eğer doğrudan “Kâri’a şudur…” diye başlasaydı, tesir zayıf kalırdı. Fakat bu tertip ile:
* En sarsıcı lafzı (“Kâri’a”) seçerek olayın tesirini vurguladı.
* Bu tesiri üç aşamada (İhbar-> Sual -> Acziyet İtirafı) tırmandırarak muhatabın zihnini âciz bıraktı.
* Aklın idrak edemeyeceğini (“mâ edrâke”) belirttikten sonra, ancak onun neticesini tasvir etti:
> “O gün insanlar, her biri bir tarafa uçuşan küçük kelebekler [pervaneler] gibi olacaktır. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacaktır.” (Kâri’a, 101/4-5)
>
Bu tertip, “Kâri’a”nın (Vuruş’un) dehşetini, ancak onun zıtları (en sağlam olan dağları yüne, en şuurlu olan insanı şuursuz pervaneye) çevirmesiyle tasvir etmiştir. Bu, lafız ve nazmın, mânâyı (dehşeti) en zirvede nasıl tasvir ettiğinin mûcizevî bir misalidir.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) zirvesi, şüphesiz, Kelâm’ın Sahibi olan Allah Teâlâ’nın, o Kelâm’ı kendisine inzâl ettiği (indirdiği) Habîbi’ne (S.A.V.) olan hitabındaki “iltifat” ve “ikram”da gizlidir.
Bu âyetlerdeki her lafız, her harf ve her tertip, ilâhî muhabbetin ve o Yüce Resûl’ün (S.A.V.) makamının bir tasviridir.
Bu konudaki en parlak misallerden biri, müşriklerin O’na (S.A.V.) isnat ettiği (mecnûn, deli) gibi ağır ithamlara cevap olarak inen Kalem Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîmedir.

Misal Tahlili: İlâhî Şehâdet ve İltifat (Kalem Sûresi, 4)
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni, belâgat açısından muazzam bir yoğunluğa sahiptir:
“وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ”
(Ve inneke le ‘alâ hulukin ‘azîm)
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ, Habîbi’nin (S.A.V.) ahlâkını övmek için neden basitçe “Senin ahlâkın yücedir” (Meselâ: حُلُقُكَ عَظِيمٌ – Hulukuke ‘azîm) demedi de, bu kadar yoğunlaştırılmış ve pekiştirilmiş (te’kidli) bir nazmı (tertibi) tercih etti?
Bu ilâhî nazmı cüzlerine ayıralım:
1. “Ve İnneke” (وَإِنَّكَ): İki Katlı Te’kid (Pekiştirme) ile Başlangıç
* “Vâv” (وَ): Buradaki “Vâv” harfi, sadece bir bağlaç değildir. Ya bir önceki âyete (Sana kesintisiz bir mükâfat vardır) kuvvetli bir bağlantı kurar ya da bir “yemin” (kasem) mânâsı taşır. Her hâlükârda, söze bir azamet ve ciddiyet katar.
* “İnne” (إِنَّ): Arap dilinde şüpheyi ortadan kaldıran en kuvvetli te’kid (pekiştirme) edatıdır. “Şüphesiz ki sen…”
* Nazmın Hikmeti: Hitap, daha ilk kelimeden itibaren iki farklı pekiştirme unsuruyla başlamaktadır. Bu, bir önceki âyetlerde Resûlullah’a (S.A.V.) “mecnûn” (deli) diyen müşriklere karşı, O’nun (S.A.V.) akıl sağlığının ve ahlâkî yüceliğinin reddedilemez bir hakikat olduğunu ilân eder. Bu, bir tespit değil, bir ilân ve şehâdettir.

2. “Le ‘alâ” (لَعَلَى): Hâkimiyet ve İkinci Te’kid Katmanı
* “Le” (لَ): Bu, “Lâm-ı Te’kid” (pekiştirme lâmı) olarak bilinen ikinci bir pekiştirme edatıdır. “İnne” ile başlayan bir cümlede bu “Lâm”ın da gelmesi, belâgat açısından mânâyı en üst perdeye çıkarır. Artık cümle “Şüphesiz ve muhakkak ki sen…” mânâsına bürünmüştür.
* “Alâ” (عَلَى): İşte bu harf-i cer, nazmın kilit noktasıdır. “Alâ”, “üzerinde” demektir ve “isti’lâ” (yükselme, hâkimiyet) ifade eder.
* Nazmın Hikmeti (Neden “fî” (içinde) değil de, “alâ” (üzerinde)?):
* Allah Teâlâ, “İnneke fî hulukin ‘azîm” (Sen yüce bir ahlâk içindesin) dememiştir. “İçinde” (fî) denseydi, ahlâkın onu kapsadığı, kuşattığı anlaşılabilirdi.
* Fakat “alâ” (üzerinde) denilerek, Resûlullah’ın (S.A.V.) ahlâkın üzerine çıktığı, ona hâkim olduğu, ahlâkı bir binek veya bir makam gibi idare ettiği ve o yüce ahlâkın zirvesinde durduğu tasvir edilmiştir. O (S.A.V.), ahlâka tâbi değil; ahlâk, O’nun (S.A.V.) şahsında kemâlini bulmuştur. Bu, pasif bir “sahip olma” değil, aktif bir “hâkimiyet” ve “temsil” makamıdır.

3. “Hulukin” (خُلُقٍ): Nekre (Belirsiz) Kullanımdaki Azamet
* Lafız Seçimi: Âyet “el-Huluki’l-‘Azîm” (الْخُلُقِ الْعَظِيمِ) (O bilinen yüce ahlâk) dememiş, “Hulukin ‘Azîm” (Yüce bir ahlâk) demiştir.
* Nazmın Hikmeti: Arap belâgatında, böyle bir övgü (medh) makamında lafzın “nekre” (belirsiz, -in/-un ekiyle) gelmesi, “ta’zîm” (yüceltme) ve “tefhîm” (azametini bildirme) içindir. Mânâ şudur: “Sen öyle bir ahlâk üzeresin ki, bu ahlâkın büyüklüğü ve mahiyeti (yapısı) tarif edilemez, beşerî idrakle tam olarak kuşatılamaz, ‘şudur’ diye sınırlandırılamaz.”

4. “Azîm” (عَظِيمٍ): İlâhî Tasdik
* Lafız Seçimi: “Azîm” (Muazzam, çok yüce).
* Nazmın Hikmeti: Tahlilin nihaî noktası budur. O ahlâkı “Azîm” (Yüce) olarak vasıflandıran kimdir? Müşrikler “mecnûn” derken, Allah (C.C.) “Azîm” demektedir.
* El-Azîm olan Allah (C.C.), Kendi Yüce Zâtı’nın sıfatlarından biri olan “Azîm” lafzını Habîbi’nin (S.A.V.) ahlâkı için kullanmaktadır. Allah’ın (C.C.) “Azîm” (Yüce) dediği bir ahlâkın hakiki yüceliğini tasavvur etmek, mahlûkatın idrakinin dışındadır (haricindedir).

Netice
Allah Teâlâ neden bu nazmı (tertip) seçti?
Çünkü bu nazım, basit bir övgü cümlesi (“Senin ahlâkın yücedir”) değildir. Bu nazım;
* Bütün şüpheleri yok eden (İnneke),
* Yeminle teyit edilen (Vâv ve Le),
* O ahlâka hâkimiyetini ve zirvedeki yerini tasvir eden (‘alâ),
* Büyüklüğü tarif edilemez (Hulukin – nekre)
* Ve bizzat El-Azîm olan Allah tarafından tasdik edilen (‘Azîm)
…ilâhî bir “iltifat” ve “şehâdetnâme”dir. Bu âyet, Resûlü’nü (S.A.V.) teselli etmek, O’nun makamını ilân etmek ve O’na (S.A.V.) dil uzatanları ilâhî bir kelâm ile susturmak için seçilmiş en mükemmel lafız ve tertiptir.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm’in belâgat mûcizelerinden biri de, en mücerret (soyut) ve en derûnî hakikatleri, muhatabın zihninde en somut ve en sarsıcı şekilde canlandırabilen “teşbih” (benzetme) sanatıdır.
“Neden bu mânâ, bu lafızla?” sualinin cevabı, bu teşbihlerde saklıdır.
Misal olarak, kâfirin (inkâr edenin) amellerinin âhiretteki durumunu tasvir eden Nûr Sûresi’ndeki o dehşetli teşbihi tahlil edelim.

Misal Tahlili: Kâfirin Amelleri ve “Serâb” Teşbihi
> İktibas ( Meali): “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder. Nihayet oraya vardığında hiçbir şey bulamaz. (Amelinin karşılığı olarak) yanında ancak Allah’ı bulur. Allah da onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.” (Nûr, 24/39)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki teşbihin merkez lafızları şunlardır:
“…keserâbin bi-kî’atin yahsebuhu’z-zam’ânu mâen…”
(…keserâbin (serap gibi) bi-kî’atin (ıssız/düz bir çölde) yahsebuhu’z-zam’ânu (şiddetle susayanın sandığı)…)

Sualimiz şudur: Allah Teâlâ, imansız bir amelin “boşluğunu” ve “hiçliğini” tasvir etmek için neden “kül” (رماد) (Nitekim İbrahim Sûresi 18. âyette “rüzgârlı bir günde savrulan kül” teşbihi de vardır) veya “duman” (دخان) gibi başka bir lafız değil de, bu âyette spesifik olarak “Serâb” (سَرَاب) lafzını seçmiştir?
Bu lafız ve bu nazım (tertip), “boşluk”tan daha derin bir mânâyı, yani “aldanmışlığı” tasvir eder:

1. Lafız Seçimi: Neden “Serâb” (سَرَاب)?
* “Kül” (رماد) veya “Duman” (دخان) ile Farkı: Kül veya duman, var olmuş bir ateşin yok olan kalıntılarıdır. Onları gören kimse onlarda bir “fayda” (meselâ su) olduğunu zannetmez. Onların “yokluk” olduğunu bilir.
* “Serâb” (سراب) Lafzının Mûcizesi: Serâb (serap), “boşluk” veya “yokluk” demek değildir. Serâb, aslında var olmayan bir şeyin, uzaktan tıpkı var gibi (su gibi) görünmesidir. O, bir “yokluk” değil, bir “yanılma”dır (yanılsama).
* Tahlil: Allah Teâlâ bu lafızla, kâfirin dünyada yaptığı (zâhiren/dıştan görünen) iyiliklerin, hayırların, sosyal faaliyetlerin “yok” olduğunu değil, onların “aldatıcı” olduğunu bildirmektedir.
* Dünyada o amellere bakanlar, onları “iyi”, “erdemli” (faziletli) ve “kurtarıcı” (su gibi) zannederler. O amellerin bir pırıltısı, bir görünüşü vardır.
* Fakat “iman” aslî (esas) temeli olmadığı için, o ameller tıpkı “serâb” gibi, hakikat (su) olmayan bir görüntüdür.
* “Kül” lafzı bu “aldatıcı görünüşü” ifade etmezdi. “Serâb”, bu mânâ için kilit lafızdır.

2. Mekân Seçimi: Neden “bi-Kî’atin” (بِقِيعَةٍ)?
* Lafzın Mânâsı: “Kî’a” (قِيعَة), dümdüz, üzerinde hiçbir yükseklik, ağaç, gölge veya alâmet bulunmayan, gözün alabildiğine uzandığı boş ve ıssız çöl/arazi demektir.
* Nazmın Hikmeti:
* Serâb en net, en aldatıcı şekilde “kî’a”da, yani böyle dümdüz ve boş bir arazide görünür.
* Bu “kî’a” (boş arazi), aynı zamanda kâfirin kalbinin ve hayatının tasviridir. İçinde Tevhid ağacının, iman gölgesinin bulunmadığı bomboş bir arazi. Bu boşlukta yapılan ameller, ancak bir “serâb” parıltısı olabilir.

3. Muhatap Seçimi: Neden “ez-Zam’ân” (الظَّمْآنُ)?
* Lafzın Mânâsı: Âyet, serâbı gören için “en-Nâzır” (bakan) veya “er-Râî” (gören) dememiştir. “ez-Zam’ân” (الظمآن) demiştir.
* “Zam’ân” ve “Atşân” Farkı: “Atşân” (عطشان) normal susamış demektir. “Zam’ân” ise, susuzluktan helâk olmak üzere olan, suya şiddetle ihtiyacı olan ve bu ihtiyacın hararetini içinde hisseden demektir.
* Nazmın Hikmeti:
* Bir serâba en çok aldanacak kişi “Zam’ân”dır. Çünkü ihtiyacının şiddeti, onun muhakemesini zayıflatmış, gördüğü en ufak parıltıyı “su” zannetmesine sebep olmuştur.
* Bu, o imansız amelleri yapan veya onlara bel bağlayan insanın hâlidir. İnsan, fıtraten “kurtuluşa” ve “mânâya” şiddetle muhtaçtır (“Zam’ân”dır). İmansız amelleri, bu ihtiyacını giderecek “su” zanneder.
* Lafız, ihtiyacın şiddetini ve bu sebeple aldanmanın kaçınılmazlığını tasvir eder.

Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü bu üç lafız (Serâb + Kî’a + Zam’ân), bir araya gelerek, dünyada “iyi”, “parlak”, “faydalı” görünen, fakat “iman” esası (aslı) olmadığı için âhirette sahibini yormaktan ve aldatmaktan başka hiçbir faaliyeti olmayan bir amelin tam portresini çizer.
Âyetin devamındaki “Nihayet oraya vardığında hiçbir şey bulamaz” (لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا) ifadesi, bu mûcizevî teşbihin kaçınılmaz neticesidir. Serâbın (amellerin) tek gayesi, Zam’ân’ı (insanı) “hiçliğe” ulaştırmaktır.
Eğer “kül” teşbihi kullanılsaydı, amellerin dünyadaki bu aldatıcı cazibesi ve zâhirî pırıltısı tasvir edilemezdi.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm’deki en mûcizevî teşbih (benzetme) âyetlerinden biridir ve “Neden bu lafızla?” sualinin en derin cevaplarını ihtivâ eder.
Bir önceki misalimiz olan Nûr Sûresi’nin 39. âyeti, imansızlığın neticesini (“serâb” – aldatıcı bir hiçlik) tasvir etmişti. Ondan sadece birkaç âyet önce (Nûr Sûresi, 35. âyet) ise, Allah Teâlâ, imanın hakikatini ve Kendi Nûr’unun misalini, o “serâb” teşbihinin tam zıddı olan muazzam bir “nur” teşbihiyle tasvir eder.

Misal Tahlili: Nûr Âyeti (Nûr, 24/35) ve Katmanlı Teşbih
> İktibas (Meali): “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir niş (mişkât) gibidir. Lâmba bir sırça (zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (kevkebün dürriyyün) gibidir. Bu lâmba ne doğuya ne de batıya ait olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. O ağacın yağı, kendisine ateş değmese bile neredeyse ışık verecek (kadar berraktır). Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr, 24/35)
>
Sual şudur: Allah Teâlâ, Kendi Nûr’unu (veya mü’minin kalbindeki iman nûrunu) tasvir etmek için neden “Güneş gibidir” (ke’ş-Şems) veya “Ay gibidir” (ke’l-Kamer) gibi basit, tek katmanlı ve zâhirî bir lafız değil de, bu kadar karmaşık, derûnî ve katmanlı bir nazmı (tertip) seçti?
Çünkü bu nazım, Nûr’un (İmanın) sadece “parlaklığını” değil, onun kaynağını, muhafazasını, mahiyetini (yapısını) ve tecellî sürecini adım adım tasvir eden ilâhî bir mimaridir.
Bu teşbihi (benzetmeyi) katmanlarına ayıralım:

1. Koruyucu: “Mişkât” (مِشْكَاةٍ – Duvardaki Oyuk/Niş)
* Lafız Seçimi: “Mişkât”, o devirde evlerin duvarına oyulan ve içine kandil konulan, arkası kapalı, rüzgâr almayan küçük oyuktur.
* Nazmın Hikmeti: Allah, Nûr’un misalini “rüzgârda savrulan bir meşale” olarak vermez. İlk lafız “mişkât”tır. Bu, Nûr’un (İmanın) muhafaza edilmesi gerektiğini gösterir. Bu “mişkât”, mü’minin bedeni, sadrı (göğüs kafesi) veya İslâm’ın küllî korumasıdır. İman nûru, dışarıdaki (zâhirî) şüphe ve vesvese rüzgârlarına karşı korunmuş bir “niş” içindedir.

2. Aracı: “Zücâce” (زُجَاجَةٍ – Sırça/Cam Fanus)
* Lafız Seçimi: “Mişkât”ın (oyuğun) içinde bir “zücâce” (cam) vardır.
* Nazmın Hikmeti: Bu, teşbihin ikinci derûnî katmanıdır. “Zücâce” (cam), o “mişkât” (beden) içindeki “kalp”tir (gönül).
* Neden Cam? Çünkü cam iki faaliyeti birden görür:
* Koruma: Nûr’un (İmanın) alevini (Misbâh’ı) içerideki en ufak sarsıntıdan korur.
* Şeffaflık: Nûr’un dışarı sızmasına mâni olmaz, bilakis onu daha parlak gösterir. Bu, mü’minin kalbinin safvetini (temizliğini) ve şeffaflığını tasvir eder. Kalp, Nûr’u hapsetmez, onu aksettirir.

3. Asıl (Esas): “Misbâh” (مِصْبَاحٍ – Lamba/Kandil)
* Lafız Seçimi: Cam fanusun içinde “Misbâh” (lâmba, yani alevin/ışığın kendisi) vardır.
* Nazmın Hikmeti: Bu, teşbihin merkezidir. Bu “Misbâh”, kalbin (zücâce) içindeki “İman” hakikati, “Marifetullah” (Allah bilgisi) veya “Akıl”dır. Nûr’un asıl (esas) kaynağıdır.
* Tertip: Nazım, dıştan içe doğrudur: Beden (Mişkât) -> Kalp (Zücâce) -> İman (Misbâh). Bu, insanın mânevî anatomisinin mükemmel bir tasviridir.

4. Yakıt (Kaynak): “Mübârek Bir Zeytin Ağacı”
* Lafız Seçimi: Bu “Misbâh” (iman) kendi kendine yanmaz. Bir yakıta ihtiyacı vardır. Bu yakıt, “mübarek bir zeytin ağacının yağı”dır (Zeyt).
* Nazmın Hikmeti: Bu yakıt, imanı besleyen “Vahiy”dir, “Kur’ân”dır.
* Neden Zeytinyağı? Çünkü o devirde bilinen en saf, en temiz, en dumansız ve en parlak ışık veren yakıt zeytinyağı idi. Vahiy de, insanî felsefelerin dumanından ve kirinden uzak, en saf hakikattir.

5. Yakıtın Vasıfları: Nazmın Zirvesi
Allah Teâlâ, bu yakıtın (Vahyin) vasfını tasvir ederken “Neden bu lafızla?” sualinin en mûcizevî cevaplarını verir:
* “Lâ Şarkiyyetin ve lâ Garbiyyetin” (لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ – Ne Doğuya ne Batıya ait):
* Zâhirî Mânâ: Bir ağaç sadece doğuya bakarsa (şarkiyye) sabah güneşi alır. Sadece batıya bakarsa (garbiyye) ikindi güneşi alır. Ama “ne doğuda ne batıda” (yani bir tepede, açık bir arazide) olan ağaç, tüm gün güneş alır. Bu ağacın meyvesi en olgun, yağı en saf ve en güçlü olandır.
* Derûnî Mânâ: Bu yakıt (Vahiy), kaynağını ne Doğu (Hristiyanlık, o günkü mistik felsefeler) ne de Batı (Yahudilik, o günkü materyalist felsefeler) medeniyetinden alır. O, beşerî değildir. Kaynağı sadece Allah’tır (C.C.). Bu, İslâm’ın “vasat” (dengeli, orta) ve “cihan şümul” yapısını tasvir eder.
* “Yekâdu zeytuhâ yudî’u ve lev lem temseshu nâr” (يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ):
* Mânâsı: “O yağ, (o kadar saftır ki) ona ateş değmese bile neredeyse kendi kendine ışık verecek.”
* Nazmın Hikmeti: Bu, Vahyin (Kur’ân’ın) hakikatinin ne kadar parlak ve “kendinden menkul” (delili kendinde) olduğunun tasviridir. Kur’ân’ın hakikatleri o kadar açıktır ki, henüz “Misbâh” (idrak/iman ateşi) ona dokunmasa bile, “Fıtrat” (insanın aslî yapısı) onun nûrunu neredeyse sezecek ve parlayacaktır.
Netice: “Nûrun ‘alâ Nûr” (نُورٌ عَلَى نُورٍ)
Ayet bu muazzam teşbihi, bu netice ile bağlar: “Nûr üstüne Nûr”. Hangi nûrlar?
* Yakıtın Nûru: Kendi kendine parlayacak kadar saf olan Vahyin (Kur’ân’ın) nûru.
* Ateşin Nûru: O Vahyi tutuşturan “Misbâh”ın (İmanın/Akl-ı selimin) nûru.
Bu, “Fıtrat Nûru”nun üzerine gelen “Vahiy Nûru”dur. Bu, “Akıl Nûru” ile birleşen “İman Nûru”dur.
Allah Teâlâ, imanı tasvir için neden “Güneş” demedi? Çünkü Güneş, dışarıdan (zâhirî) vuran, tekil bir kaynaktır. Bu misal ise, imanın içeride (derûnî), korunaklı (mişkât), saf bir kalpte (zücâce), Vahiy ile beslenen (zeyt) ve Fıtrat ile parlayan (yekâdu yudî’) katmanlı bir hakikat olduğunu tasvir eder.
Bu nazım, imanın mahiyetini (yapısını) “başka bir şekilde” tasviri imkânsız olan bir mükemmellikte açıklamaktadır.

===============•-•===============


Bu tahlil, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) sadece mânâyı veya duyguyu değil, bizzat fizikî hareketi, sürati veya hareketsizliği tasvir etmedeki mûcizesini göstermesi açısından çok mühimdir.
Misal olarak, Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) mağaradaki asırlara yayılan o harikulâde uykularındaki durumlarını tasvir eden âyet-i kerîmeye nazar edelim (bakalım).

Misal Tahlili: Ashâb-ı Kehf ve “Taklîb” (Çevirme) Fiili
> İktibas (Meali): “Uykuda oldukları hâlde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.” (Kehf, 18/18)
>
Âyetin aslî (esas) metninde, tahlilimizin merkezinde olan fiil (eylem) şudur:
“…وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ…”
(…ve nukallibuhum zâte’l-yemîni ve zâte’ş-şimâl…)
Sualimiz şudur: Allah Teâlâ, asırlarca süren bu uykudaki o bedenlerin durumunu tasvir ederken, neden bu hareketi bildirmeye lüzum görmüş ve neden “hareket ettiririz” (meselâ: nuharrikuhum) veya “dönerlerdi” (yetekallebûn) değil de, bizzat Kendi Zâtı’na isnat ederek “Nukallibuhum” (Biz onları çeviririz) lafzını seçmiştir?

1. Lafız Seçimi: “Nukallibuhum” (نُقَلِّبُهُمْ – Biz Çeviririz)
* Lafzın Mânâsı: “Taklîb” (تقليب) fiili, bir şeyi bir yüzden diğer yüze, bir halden diğer hale ağır ağır ve tamamen çevirmek demektir. “Kalp” (قَلْب) kelimesi de aynı aslî (kök) kelimeden gelir; zira o da sürekli bir halden bir hale döner (tegallüb eder).
* Neden Başka Bir Fiil Değil?
* Eğer “Nuharrikuhum” (Onları hareket ettiririz) denseydi, bu, onların uykularında kıpırdadıkları gibi basit bir hareket mânâsına gelebilirdi.
* Eğer “Yetekallebûn” (Onlar dönerlerdi) denseydi, bu fiili (faaliyeti) kendilerinin yaptığı zannedilebilirdi.
* Nazmın Hikmeti (Fiilin Tıbbî ve İlâhî Yönü):
* Tıbbî (Hıfza Dair) Mûcize: Modern tıp bilir ki, bir beden, çok uzun süre (haftalarca, aylarca) aynı pozisyonda hareketsiz kalırsa, yerçekimi ve basınç sebebiyle kan dolaşımı durur, “yatak yaraları” (dekübitüs ülseri) başlar ve beden çürür. Bir bedenin asırlarca çürümemesi için, onun periyodik olarak bir yandan diğer yana “çevrilmesi” (taklîb edilmesi) şarttır. Âyet, “nukallibuhum” lafzıyla, bu tıbbî koruma faaliyetini 14 asır evvel haber vermiştir.
* İlâhî Faaliyetin İsbatı: Fiilin “Nukallibu” (Biz çeviririz) şeklinde, Allah’ın Zâtı’na isnat edilmesi (Birinci çoğul şahıs), bu çevirme işinin onların kendi iradesiyle veya tesadüfen değil, doğrudan ilâhî bir hıfz (koruma) faaliyeti olduğunu ispat eder. Bu, olayın bir “keramet” ve “mûcize” olduğunu gösteren nazmın kendisidir.

2. Nazmın (Tertibin) Yarattığı Dehşet Tasviri
Âyet, bu yavaş ve ilâhî hareketi, mutlak bir hareketsizlik ve dehşet tasviriyle yan yana koyar:
* Hareketsiz Zâhir (Dış Görünüş): “ve kelbuhum bâsitun zirâ’ayhi” (Köpekleri ise ön ayaklarını [kıpırdatmadan] uzatmıştır).
* Aldatıcı Görünüş: “tahsebuhum eykâzâ” (Onları uyanık sanırsın).
* Gerçek Hâl: “ve hum rukûd” (Hâlbuki onlar uykudadırlar).
Şimdi bu sahneyi birleştirelim: Gözleri açık, uyanık görünen (ama derin uykuda olan) bedenler ve kıpırdamadan yatan bir köpek… Bu durağanlığın ortasındaki tek hareket, o bedenlerin görünmeyen bir el tarafından ağır ağır sağdan sola, soldan sağa çevrilmesidir (“nukallibuhum”).
* Nazmın Belâgat Hikmeti: Âyetin sonunda “Onları görseydin… için korku (ru’b) ile dolardı” denmesinin sebebi de budur. O dehşetin (ru’b) aslı (esası) şudur: Uyanık görünen, fakat şuurları olmayan ve kendi iradeleri dışında, ilâhî bir kudretle yavaşça çevrilen bedenlerin yarattığı harikulâde ve ürpertici durum.
* “Nukallibuhum” lafzı, bu sahnede “hayatın” ve “ilâhî korumanın” tek delili iken, aynı zamanda o sahnenin “dehşetinin” de merkezî unsurudur.

Netice
Allah Teâlâ, Ashâb-ı Kehf’in durumunu “başka bir şekilde” değil de tam olarak bu nazım (tertip) ile ifade etmiştir; zira “nukallibuhum” lafzı, tek başına:
* Bedenlerin çürümemesinin tıbbî sırrını (çevrilme),
* Bu fiilin (faaliyetin) ilâhî bir koruma mûcizesi olduğunu (Biz çeviririz),
* Ve o sahnenin harikulâde dehşetini (uyanık gibi görünenlerin görünmez bir el ile çevrilmesi)
…mükemmel bir îcâz (özlülük) ile tasvir etmektedir.

===============•-•===============

 

Bu, Zemahşerî’nin (Rh.A.) sualinin en estetik ve en sarsıcı cevaplarını bulduğumuz bir sahadır. Kur’ân-ı Kerîm’in nazmı (tertibi), sadece mânâ katmanları veya hukukî incelikler değil, bizzat sesin kendisiyle (fonetik âhenk) bir sahneyi tasvir etme mûcizesine sahiptir.
Bu konudaki en güçlü misallerden biri, savaş atlarının o dehşet verici hücumunu tasvir eden Âdiyât Sûresi’nin (Hızlı Koşanlar) ilk âyetleridir.

Misal Tahlili: Âdiyât Sûresi (1-5) ve Sesin Hareketi
Önce o sarsıcı âyetleri iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Andolsun, (savaşa) koştukça koşanlara (nefes nefese kalanlara), (tırnaklarını) çakarak ateş çıkaranlara, sabah erkenden (düşman) baskını yapanlara, orada tozu dumana katanlara, derken o (toz dumanı) içinde (düşman) topluluğunun ortasına dalanlara.” (Âdiyât, 100/1-5)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metninin ses yapısı, tahlilimizin merkezidir:
* “Ve’l-‘âdiyâti dab-hâ” (وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا)
* “Fe’l-mûriyâti kad-hâ” (فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا)
* “Fe’l-muğîrâti sub-hâ” (فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا)
* “Fe eserne bihî nak-‘â” (فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا)
* “Fe vesatne bihî cem-‘â” (فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا)
Sual şudur: Allah Teâlâ, bir savaşa hücumu tasvir etmek için neden “Atlar hızla koştular, saldırdılar” gibi basit bir beyan cümlesi kurmadı da, bu lafızları, bu tertibi ve bu ses yapısını tercih etti?

1. “Nazm” (Tertip) ve Ritim: Atların Ayak Sesleri
Bu ilk beş âyetin nazmı (tertibi), Arap şiirinde veya nesrinde alışılmadık bir yapıdadır. Âyetler son derece kısa, vurgulu ve kesiktir.
* …dab-hâ
* …kad-hâ
* …sub-hâ
* …nak-‘â
* …cem-‘â
Bu kesik ve ritmik nazım, bizzat savaş atlarının dörtnala koşarken çıkardığı ayak seslerinin (nal seslerinin) işitilen bir taklididir. Sûreyi okurken (veya dinlerken), mânâsını bilmeseniz dahi, zihninizde bir hareket, bir sürat ve bir vurgu canlanır. Bu, mânânın sese giydirilmiş hâlidir.

2. Lafız Seçimi ve Ses Mûcizesi (Onomatopoeia – Yansıma)
Lafızlar, o hareketin sesini taklit edecek şekilde seçilmiştir:
* “Dab-hâ” (ضَبْحًا): Bu, kilit lafızdır. “Dabh”, atların hızla koşarken göğüslerinden çıkardığı “hıh… hıh… hıh…” şeklindeki o boğuk nefes nefese kalma sesinin Arapçadaki tam karşılığıdır. Allah Teâlâ, “koşanlara” (el-‘âdiyât) yemin ettikten sonra, onların bu fiili (faaliyeti) nasıl yaptığını bizzat o sesin kelimesiyle tasvir etmiştir. Bu, bir tasvir değil, “sesin yansıması”dır.
* “Kad-hâ” (قَدْحًا): “Kadh”, sert bir şeyin (taşın) sert bir şeye (demir nala) çarpmasıyla çıkan sestir. Bu, atların tırnaklarının kayalara vurarak “çak… çak…” diye ateş (kıvılcım) çıkarmasının sesidir. Sert “Kâf” (ق) ve “Dal” (د) harfleri bu çarpma sesini (fonetiğini) verir.
* “Nak-‘â” (نَقْعًا): Bu, atların ayaklarıyla kaldırdığı “toz bulutu” demektir. Fakat kelimenin sesindeki o genizden gelen “Ayn” (ع) harfi, o tozun boğuculuğunu ve yoğunluğunu hissettirir.

3. Harflerin Fonetiği: Sertlik ve Dehşet
Bu âyetlerde kullanılan harflerin (hurûf) fonetiği, bir savaşın dehşetini tasvir eder:
* Kullanılan harfler yumuşak (meselâ: Mîm, Nûn, Lâm) değil, sert (isti’lâ) harflerdir: ‘Ayn (ع), Dâd (ض), Kâf (ق), Tâ (ط) (vesatne’deki).
* Bu sert harflerin yoğun kullanımı, sahnenin rahat bir koşu değil, şiddetli, zorlu ve dehşet verici bir hücum olduğunu işitsel olarak da pekiştirir.

Netice
Allah Teâlâ neden bu nazmı seçti?
Çünkü Allah (C.C.), muhataba sadece bir hücumu haber vermek istememiştir; o hücumu işittirmek ve yaşatmak istemiştir.
Bu nazım (tertip) ile:
* Atların ayak seslerinin ritmi (kısa âyetler),
* Nefeslerinin sesi (Dab-hâ),
* Nallarının çarpma sesi (Kad-hâ),
* Ve hücumun sertliği (harflerin fonetiği)
…mükemmel bir âhenk içinde birleştirilmiştir. Bu âyetler, Kur’ân’ın sadece mânâsının değil, lafzının ve sesinin de bir mûcize olduğunun; belâgatın, sesin tasvire hizmet etmesi olduğunun en parlak isbatlarından (kanıtlarından) biridir.
Ve bu dehşet tasvirinin hemen ardından gelen âyet, bütün bu şiddetli koşunun sebebini insana bağlar:
> “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” (Âdiyât, 100/6)
>
Sanki o atların dünyaya olan şiddetli koşusu, insanın Rabbini unutup dünyaya olan şiddetli hırsının bir misalidir.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) en mühim belâgat (retorik) mûcizelerinden biridir ve “Neden bu lafızla?” sualinin en sarsıcı cevaplarından birini teşkil eder.
Bu ilâhî sanatta, henüz vuku bulmamış (gelecek – müstakbel) olan hadiseler, sanki olup bitmiş gibi “Fi’l-i Mâzî” (Geçmiş Zaman Kipi) ile tasvir edilir.
Bu tahlil için, Kıyamet’in o dehşetli ânını haber veren Zümer Sûresi’ndeki âyet-i kerîmeyi esas alalım.

Misal Tahlili: Sûr’a Üflenme ve “Fi’l-i Mâzî” Kullanımı
> İktibas ( Meali): “Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa bayılıp düşer. Sonra sûra bir daha üflenir; onlar da birden ayağa kalkmış, bakınıp duruyor olurlar.” (Zümer, 39/68)
>
Bu âyet-i kerîmenin Türkçe meâli, dilin yapısı gereği hadiseyi geniş zaman (“üflenir”) ile aktarmıştır. Fakat âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki nazım (tertip), hayret vericidir:
“وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ…”
(Ve nufiha fi’s-sûri fe sa’ika men fi’s-semâvâti ve men fi’l-ard…)
Burada tahlil edilmesi gereken lafızlar şunlardır:
* “Nufiha” (نُفِخَ): “Üflendi” (Geçmiş zaman – edilgen).
* “Sa’ika” (صَعِقَ): “Bayılıp düştü” (Geçmiş zaman – etken).
Sual: Neden “Seyunfehu” (Üflenecek) Değil de, “Nufiha” (Üflendi)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Bu hadise, gelecekte (âhir zamanda) vuku bulacaktır. Mantıken Arap dilinde gelecek zaman kipi olan “Seyunfehu” (سَيُنْفَخُ – “üflenecek”) veya “Yunfehu” (يُنْفَخُ – “üflenir”) kullanılması gerekmez miydi?
Allah Teâlâ, neden “Sûr’a üflenecek” demedi de, “Sûr’a üflendi” diyerek olayı bitmiş bir hakikat gibi haber verdi?
Nazmın Hikmeti: “Tahakkuk-i Vukû” (Vuku Bulmasının Kesinliği)
Bu sualin cevabı, Arap belâgatının en yüksek kaidelerinden biri olan “Tahakkuk-i Vukû” (تَحَقُّقُ الْوُقُوعِ – Meydana Geleceğinin Mutlak Kesinliği) prensibinde yatar.
* Şüphe ve Tereddüdü Bertaraf Etmek:
* Bir hadiseyi gelecek zaman kipiyle (“-ecek”, “-acak”) haber vermek, o haberin içinde zımnen (dolaylı olarak) bir “beklenti” mânâsı taşır. Beklenti ise, (beşerî nazarında/bakışında) her zaman az da olsa bir “acaba?” şüphesini veya “değişme ihtimali”ni barındırabilir.
* Fakat Allah Teâlâ, Kıyamet gibi ilâhî vaadlerin (veya tehditlerin) vuku bulacağının kesinliğini bildirmek için, o hadiseyi olmuş bitmiş bir vak’a (olay) olarak zikreder.
* “Sûr’a üflenecek” demek bir haber ve vaaddir.
* “Sûr’a üflendi” demek ise, itirazı imkânsız olan, gerçekleşmiş bir hakikat ilânıdır.
* İlâhî Nazarın (Bakışın) Tasviri:
* Zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) mefhumu, mahlûkat (yaratılmışlar) için geçerlidir. Allah Teâlâ (C.C.) için zaman söz konusu değildir.
* İlâhî nazarda, gelecekte olacak Sûr’a üflenme hadisesi, dün olmuş bir hadise kadar (hattâ daha da) net ve vuku bulmuştur.
* Bu nazım (tertip), muhatabı (insanı) kendi dar zaman algısından çıkarıp, hadiseye ilâhî nazarın kesinliği içinden baktırır.
* Dehşetin ve Tesirin Artırılması:
* Muhatabı, “Bir gün Sûr’a üflenecek” diye uyarmak (inzâr) ile, “Sûr’a üflendi! Ve herkes bayılıp düştü!” diyerek o ânın fotoğrafını çekip önüne koymak arasında muazzam bir tesir farkı vardır.
* Geçmiş zaman kipinin kullanılması, muhatabı o ânın dehşetinin içine sokar, onu bir seyirci değil, o olmuş bitmiş olayın bir şahidi gibi hissettirir.
Bu mûcizevî nazım (tertip), Kur’ân’da Kıyamet ve âhiret tasvirlerinin tamamına yakınına hâkimdir. Meselâ Tekvîr Sûresi’nde:
* “İze’ş-şemsu kuvviret” (Güneş dürülüp toplandığı zaman…)
* “Ve ize’n-nucûmu’n-kederat” (Yıldızlar dökülüp karardığı zaman…)
Bütün bu fiiller (eylemler), gelecek zamanda olacağı halde, “İzâ” (إِذَا – …dığı zaman) şart edatından sonra hep fi’l-i mâzî (geçmiş zaman) ile gelmiştir.

Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü bu nazım, Kıyamet ve âhiret hakikatlerini bir “ihtimal” veya “beklenti” olmaktan çıkarıp, onları “olmuş bitmiş, kesin vak’alar” (olaylar) seviyesine yükseltir. Bu, kelâmın muhatap üzerindeki tesirini, uyarısını (inzâr) ve isbatını (kanıtını) en zirveye taşıyan ilâhî bir belâgat mûcizesidir.

===============•-•===============


Bu, belâgat (retorik) ilminin en yüksek sanatlarından biri olan “İltifât” (الْتِفَات – Yönelme, Dönüş) sanatıdır.
“Neden bu lafızla ve bu tertiple (nazm)?” sualinin cevabı, bu sanatta gizlidir. İltifât, sözün akışı esnasında, hitabın yönünü (zamirini) beklenmedik bir şekilde bir şahıstan diğerine (meselâ “O” derken “Sen”e; “Ben” derken “Biz”e) çevirerek muhatabın zihnini sarsmak ve mânâyı derinleştirmek için kullanılır.
Kur’ân-ı Kerîm’deki en parlak ve en mühim “iltifât” misali, her gün defalarca okuduğumuz Fâtiha Sûresi’ndedir.

Misal Tahlili: Fâtiha Sûresi’ndeki Hitap Dönüşü (“İltifât”)
Sûrenin akışını incelediğimizde, metnin tam ortasında mûcizevî bir “dönüş” yaşandığını görürüz.

1. Bölüm: “Gaib” (Üçüncü Şahıs – O) Makamı (Senâ ve Medh)
Kul, Fâtiha’ya başladığında, Allah Teâlâ hakkında konuşur. O’nu “gaib” (görünmeyen, üçüncü şahıs) zamiriyle yüceltir (Senâ eder):
> “Hamd, âlemlerin Rabbi (olan O’na) mahsustur.” (El-hamdu li’llâhi…)
> “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (er-Rahmâni’r-Rahîm)
> “O, din gününün (hesap gününün) sahibidir.” (Mâliki yevmi’d-dîn)
>
Kul, burada Allah Teâlâ’nın Rubûbiyetini (Rab), Rahmetini (Rahmân, Rahîm) ve Hükümranlığını (Mâlik) ikrar eder. Bu bir tanıma ve övgü makamıdır.

2. Bölüm: “Hâzır” (İkinci Şahıs- Sen) Makamı (İbadet ve Talep)
Kul, bu vasıfları saydıktan sonra, âyetin nazmı (tertibi) aniden değişir. Hitap, “O”ndan (Gaib) “Sen”e (Hâzır/Muhatap) döner:
> “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz…” (İyyâke na’budu…)
> “…ve sadece senden yardım dileriz.” (…ve iyyâke neste’în)
>
Sual: Neden “İyyâhu Na’budu” (O’na Kulluk Ederiz) Değil de, “İyyâke Na’budu” (Sana Kulluk Ederiz)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Neden nazım (tertip) başladığı gibi “üçüncü şahıs” (Gaib) olarak devam etmedi? Kul neden “Sadece O’na kulluk ederiz” demedi de, âniden hitabın yönünü çevirerek “Sadece Sana kulluk ederiz” dedi?
Bu mûcizevî “iltifât”ın (dönüşün) hikmeti şudur:
* Marifetten Hudûra Terakkî (İlerleme):
* Fâtiha’nın ilk bölümü, kulun Rabbini “tanıması” (Marifet) ve O’nu yüceltmesidir. Kul, O’nun “Rab”, “Rahmân”, “Rahîm” ve “Mâlik” olduğunu idrak ettikçe, mânevî bir yükselişe (terakkî) geçer.
* Bu sıfatları zikretmenin neticesinde, kulun kalbinde “Gaib” (görünmeyen) olan Allah Teâlâ, “Hâzır” (hazırda olan, huzurunda olunan) bir makama yükselir.
* Kul, O’nun azametini idrak edince, sanki aradaki perde kalkar ve kul kendini “Huzûr”da hisseder.
* İbadetin Sadece “Huzûr”da Mümkün Olması:
* Belâgat açısından, “ibadet etmek” (na’budu) ve “yardım dilemek” (neste’în) fiilleri (faaliyetleri), ancak ve ancak huzurunda bulunulan, “hâzır” olan bir Zât’a (yani “Sen” diyerek) yöneltilebilir.
* “Gaib” olana (O’na) ibadet edilmez; “gaib” olandan yardım istenmez.
* Bu sebeple, kul, O’nun sıfatlarını sayarak mânevî olarak O’nun huzuruna yükseldiğinde, kelâm (söz) da otomatik olarak Gaib makamından Hâzır makamına “iltifât” eder (döner).
Netice
Allah Teâlâ, Fâtiha Sûresi’nde neden bu nazmı seçti?
Çünkü Fâtiha Sûresi’nin bu nazmı (tertibi), kulun namazdaki (veya duâdaki) mânevî seyrinin (yolculuğunun) mükemmel bir tasviridir. Bu “iltifât” (dönüş), sadece bir gramer değişikliği değil, bir makam değişikliğidir.
Kul, Rabbini övgü (Senâ) ile tanır ve bu tanıma (Marifet), onu kaçınılmaz olarak “Huzûr” makamına ulaştırır. Huzûra ulaşan kulun sözü de “O” (He) demekten, “Sen” (You) demeye dönmek zorundadır.
Bu nazım, ibadetin ne olduğunu ve nasıl bir mânevî yükselişle başladığını öğreten ilâhî bir derstir. “Başka bir şekilde” (meselâ hep “O” diyerek) ifade edilseydi, o “Huzûr”a yükselme ve “doğrudan hitap” etme şuuru kaybolurdu.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) en mühim ve en ince bahislerinden (konularından) biridir. Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde), cümlenin mânâsını kilitleyen unsurlar bazen koca bir kelime değil, tek bir harftir.
“Neden bu lafızla?” sualinin cevabı, bu misalde, “atf” (bağlama) harfleri olan “Fe” (ف) ve “Sümme” (ثُمَّ) arasındaki o muazzam farkta gizlidir.
Her ikisi de Türkçeye kabaca “sonra” veya “ve” diye çevrilebilir, ancak aralarında “zaman” ve “sürat” açısından dağlar kadar fark vardır:
* “Sümme” (ثُمَّ): Bir fiilden (eylemden) sonra gelen fiilin, araya bir mühlet, bir zaman aralığı (terâhî) veya yeni bir aşama girdikten sonra yapıldığını gösterir. “A oldu, bir müddet sonra B oldu.”
* “Fe” (فَ): Bir fiilden sonra gelen fiilin, hiç ara vermeksizin, derhâl ve doğrudan onun neticesi olarak (ta’kîb) yapıldığını gösterir. “A oldu, hemen ardından B oldu.”
Şimdi bu nazım (tertip) mûcizesini, Hazret-i Mûsâ (A.S.) ile Firavun’un sihirbazları arasındaki o dehşetli ânı tasvir eden âyet-i kerîmede tahlil edelim.

Misal Tahlili: Sihirbazların Secdesi ve “Fe” (ف) Harfinin Sürati
Hz. Mûsâ (A.S.) asâsını attığında, sihirbazların bütün uydurma hilelerini yutmuştur. O ânın neticesi şöyle tasvir edilir:
> İktibas (Meali): “Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine inandık’ dediler.” (Tâhâ, 20/70)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki o kritik an:
“فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا…”
(Fe ulkiye’s-seharatu succedâ…)
Sual: Neden “Sümme Ulkiye” (Sonra Kapandılar) Değil de, “Fe Ulkiye” (Derhâl Kapandılar)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Neden Allah Teâlâ, sihirbazların iman etme anı için “Sümme” (ثُمَّ) değil de, “Fe” (فَ) harfini seçti?
* Eğer “Sümme ulkiye…” (ثُمَّ أُلْقِيَ) denseydi, mânâ şöyle olurdu:
“Mûsâ’nın asâsı sihirleri yuttu. Sihirbazlar bunu gördüler, bir müddet düşündüler, aralarında tartıştılar, Firavun’un tehdidini hesapladılar, bu yeni dinin ne olduğunu müzakere ettiler ve bir süre sonra secdeye kapanmaya karar verdiler.”
* Bu tertip (nazım), hem mûcizenin tesirini hem de sihirbazların teslimiyetinin kıymetini yok ederdi. Bu, bir “karar” ve “tercih” olurdu.
Nazmın Hikmeti: “Fe” (ف) Harfi ile Gelen Teslimiyet
Fakat Allah Teâlâ “Fe ulkiye…” (فَأُلْقِيَ) buyurdu. Bu “Fe” harfi, şu muazzam hakikatleri tek başına tasvir eder:
* Hakikatin Mutlak Sürati: Sihirbazlar, yaptıkları işin (sihrin) uzmanıydılar. Neyin göz boyama (illüzyon), neyin hakikat olduğunu en iyi onlar biliyordu. Hz. Mûsâ’nın (A.S.) yaptığının bir sihir değil, “Hakikatin” (Hakk’ın) ta kendisi olduğunu anlamaları ile teslim olmaları arasında bir saniyelik bile bir gecikme (mühlet) olmamıştır.
* Fiilin (Eylemin) İrâdî Olmaması: Âyetin nazmı daha da derindir: “Fe secedû” (Secde ettiler) denmiyor; “Fe ulkiye” (Secdeye atıldılar, kapandılar) deniyor. Bu “Fe” harfi, onların secdeye kendi iradeleriyle değil, gördükleri Hakikatin (Hakk’ın) dehşeti ve azameti karşısında irâdeleri dışında, sanki görünmez bir el tarafından secdeye atılmış gibi kapandıklarını gösterir.
* Delilin Kesinliği: “Fe” (ف), mûcizenin o kadar parlak ve o kadar “açık” (beyân) olduğunu gösterir ki, o sahadaki en büyük uzmanların (sihirbazların) düşünmesine veya tereddüt etmesine izin vermemiştir.
Zıt Misal: İnsan Hayatında “Sümme” (ثُمَّ) Kullanımı
Bu “Fe”nin kıymetini anlamak için, Kur’ân’ın “Sümme” (ثُمَّ) harfini nerede kullandığına bakalım. Meselâ, insanın yaratılış ve hayat aşamalarını tasvir ederken şöyle buyurur:
> “…Sizi topraktan, sonra (ثُمَّ – sümme) nutfeden, sonra (ثُمَّ – sümme) ‘alakadan (rahim duvarına yapışan embriyo) yaratan… sonra (ثُمَّ – sümme) sizi bir bebek olarak çıkaran… sonra (ثُمَّ – sümme) güçlü (erginlik) çağınıza ulaşmanız… sonra (ثُمَّ – sümme) da yaşlanmanız… için (sizi yaşatan) O’dur…” (Mü’min, 40/67)
>
Burada “Fe” (فَ) kullanılamaz; zira insanın hayatı “anlık” değildir. Her aşama (toprak, nutfe, alaka, bebeklik, erginlik, yaşlılık) arasında mühlet (terâhî), zaman ve gelişim süreci vardır. Bu süreci ifade edebilecek tek harf “Sümme” (ثُمَّ) idi.

Netice
Allah Teâlâ, sihirbazların secdesi için “Fe”yi (فَ) seçti; çünkü onların teslimiyeti bir süreç değil, anlık bir reaksiyon ve Hakikat’e çarpılma idi.
Allah Teâlâ, insanın hayatı için “Sümme”yi (ثُمَّ) seçti; çünkü hayat, aşamalar ve mühletler isteyen bir süreçtir.
Kur’ân nazmındaki tek bir harfin yer değiştirmesi, mânâyı “sürat”ten “yavaşlığa”, “reaksiyon”dan “sürece” çevirecek kadar derindir.

 

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabını (dinleyenini) hem aklî hem de vicdanî olarak sarsmak için kullandığı en tesirli belâgat (retorik) sanatlarından biridir.
Bu sanata “İstifhâm-ı İnkârî” (اِسْتِفْهَامُ إِنْكَارِيّ) denir. Yüzeysel olarak bir “soru” (istifhâm) gibi görünür, ancak maksadı (gayesi) bir cevap almak değildir. Maksadı, sorulan şeyin tam tersini ispat etmek, şiddetle reddetmek (inkâr) veya muhatabın yaptığı fiili (faaliyeti) kınamak (takbîh) ve onun ne kadar akıl dışı olduğunu göstermektir.
Bu nazım (tertip), basit bir “hayır” veya “değildir” (menfî cümle) demekten çok daha kuvvetlidir. Çünkü bu soru, cevabı muhatabın kendisine buldurur ve onu, reddedemeyeceği bir hakikatle yüz yüze bırakır.
Bu sanatın en meşhur misali, sizin de işaret ettiğiniz âyet-i kerîmedir.
Misal Tahlili: “Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?”
> İktibas (Meali): “…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Doğrusu ancak akıl sahipleri (bu gerçeği) anlar.” (Zümer, 39/9)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“…قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ…”
(…Kul hel yestevî ellezîne ya’lemûne ve ellezîne lâ ya’lemûn…)
Sual: Neden “Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olmaz” Değil de, “Hiç Bir Olur mu?”
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Allah Teâlâ, neden basit bir haber cümlesiyle (meselâ: Lâ yestevî – “Bir olmazlar”) hükmü bildirmek yerine, “Hel yestevî” (Hiç bir olur mu?) şeklinde bir “soru” nazmını (tertibini) tercih etti?
Nazmın Hikmeti: Cevabı Muhatabın Vicdanına Havale Etmek
* Hakikati İtirafa Zorlama (İcbar):
* Eğer âyet “Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz” şeklinde gelseydi, bu, Allah Teâlâ’dan (C.C.) gelen bir haber olurdu. Muhatap, bu haberi sadece duyar, üzerinde belki de derinlemesine düşünmezdi.
* Fakat “Hiçbir olur mu?” sorusu yöneltildiğinde, Allah Teâlâ (C.C.) cevabı vermez; cevabı muhatabın aklına, vicdanına ve fıtratına (aslî yapısına) havale eder.
* Bu soruyu duyan her akıl sahibi, sarsılır ve derhâl şu cevabı vermek zorunda kalır: “Hayır, elbette bir olmazlar! Nasıl bir olabilirler ki?”
* Kınama (Takbîh) ve Taaccüb (Şaşkınlık) Mânâsı:
* Bu soru nazmı, sadece bir eşitsizliği bildirmekle kalmaz; aynı zamanda bu ikisini (âlim ile cahili) eşit tutmaya cüret edenleri şiddetle kınar.
* Mânâ şudur: “Bu ikisinin eşit olduğunu düşünmek dahi ne kadar akıldan uzaktır! Bu nasıl iddia edilebilir?” Bu, muhatabın nazarındaki (bakışındaki) yanlış kıyası (ölçüyü) tenkit eder.
* İsbatın (Kanıtın) Bizzat Soruda Gizli Olması:
* Bu nazım (tertip), “Bilenle bilmeyen bir değildir, çünkü…” diye başlayan bir delil (isbat) getirmeye ihtiyaç duymaz.
* Sorunun kendisi, delilin (isbatın) kendisidir. Zira ilim ile cehâlet (bilgisizlik) arasındaki fark, gece ile gündüz arasındaki fark kadar bedîhîdir (apaçıktır). Bu apaçık hakikati, sadece sormak yeterlidir.
Başka Bir Kuvvetli Misal
Bu “İstifhâm-ı İnkârî” sanatı, bilhassa Tevhid (Allah’ın birliği) hakikatini ispat ederken kullanılır:
> İktibas (Meali): “…De ki: ‘Allah’tan başka bir yaratıcı mı var?’…” (Fâtır, 35/3)
> (Arapça Aslı: هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ – Hel min hâlikin gayru-llâh?)
>
* Tahlil: Bu soru, “Başka bir yaratıcı var mı?” diye bilgi almak için sorulmamıştır. Bu, “Allah’tan başka bir yaratıcının olmadığını” en kuvvetli şekilde ilân etmektir. Soru, muhataba meydan okur: “Eğer varsa, delilini (isbatını) getir!” Cevap verilemeyeceği için, bu soru, inkârı (şirki) temelinden yıkan bir nazımdır (tertiptir).
Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru), muhatabı pasif bir dinleyici olmaktan çıkarıp onu aktif bir muhakeme sürecine sokar.
Bu nazım (tertip);
* Reddedilmesi imkânsız olan bir hakikati, bizzat muhataba itiraf ettirir.
* Zıt fikri (meselâ bilenle bilmeyenin bir olduğunu) iddia etmenin ne kadar akıl dışı olduğunu kınar ve tasvir eder.
* Hükmü, bir haber olmaktan çıkarıp, aklî ve vicdanî bir aksiyom (bedîhî hakikat) mertebesine yükseltir.

===============•-•===============


Bu, “İstifhâm-ı İnkârî”nin (İnkâr amaçlı soru) tam zıddı bir belâgat (retorik) sanatıdır ve Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabıyla (dinleyeniyle) kurduğu derûnî alâkanın en güzel misallerindendir.
Bu sanata “İstifhâm-ı Takrîrî” (اِسْتِفْهَامُ تَقْرِيرِيّ) denir. Yani “İkrar Ettirme / Tasdik Ettirme Sorusu”.
Bu nazmın (tertibin) gayesi (maksadı), muhatabın zaten bildiği ve kabul ettiği bir hakikati (gerçeği), ona “soru” şeklinde yönelterek, o hakikati bizzat muhatabın kendisine yeniden tasdik ettirmek (ikrar ettirmek) ve pekiştirmektir.
Bu sanatın en zirve misallerinden biri, sizin de işaret ettiğiniz gibi, Habîbi’ne (S.A.V.) bir tesellî ve iltifat olan İnşirâh Sûresi’dir.
Misal Tahlili: İnşirâh Sûresi ve “Takrîr” Sanatı
> İktibas ( Meali): “Senin için göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden indirmedik mi? Senin şânını yükseltmedik mi?” (İnşirâh, 94/1-4)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metni, bu sanatın nasıl işlediğini gösterir:
“أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ (1) وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ (2) … وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ (4)”
(1- E lem neşrah leke sadrak? 2- Ve vada’nâ ‘anke vizrak… 4- Ve rafa’nâ leke zikrak?)
Not: 2. ve 4. âyetler gramer olarak soru (“E lem nada’?”, “E lem nerfa’?”) şeklinde olmasa da, birinci âyetteki soru (istifhâm) üslubunun akışına (siyâkına) dâhildirler ve aynı “takrîrî” (ikrar ettirme) mânâsını taşırlar.
Sual: Neden “Şerahnâ Leke Sadrak” (Göğsünü Açtık) Değil de “Elem Neşrah?” (Açmadık mı?)
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Allah Teâlâ, Habîbi’ne (S.A.V.) yaptığı bu lütufları neden “Biz senin göğsünü açtık. Yükünü indirdik. Şânını yükselttik” şeklinde düz bir haber cümlesi (ihbârî) olarak beyan etmedi de “Açmadık mı?” şeklinde bir “soru” nazmını (tertibini) tercih etti?
Nazmın Hikmeti: İkrar Ettirerek Teselli Etmek
* Muhatabı Aktif Katılımcı Yapmak:
* “Göğsünü açtık” (Şerahnâ) denseydi, bu bir haber (bilgilendirme) olurdu. Resûlullah (S.A.V.) bu cümlede pasif bir dinleyici olurdu.
* “Göğsünü açmadık mı?” (Elem neşrah?) sorusu ise, bir hitaptır. Bu hitap, muhatabı (Resûlullah’ı S.A.V.) pasif dinleyici olmaktan çıkarır ve onu bu hakikati tasdik etmeye (ikrar etmeye) davet eder.
* Bu soruyu duyan Resûlullah’ın (S.A.V.) kalbi ve lisanı, derhâl “بَلَى!” (Belâ! – Evet, açtın Yâ Rabbi!) demektedir.
* Teselli ve İltifâtın En Derin Şekli:
* Bu nazım (tertip), bir hatırlatma ve teselli makamıdır. Zorluk içinde olan birine “Ben sana iyilik yapmıştım” demek ile, “Hatırla, ben senin için şunu şunu yapmamış mıydım?” demek arasında, nezaket, şefkat ve muhabbet açısından muazzam bir fark vardır.
* Soru nazmı, çok daha şefkatli, çok daha iltifatkâr ve çok daha derûnî (içsel) bir hitaptır. Bu, Allah Teâlâ’nın (C.C.) Habîbi’ne (S.A.V.) olan hususî muhabbetinin bir tasviridir.
* Delili (İsbatı) Muhataba İkrar Ettirmek:
* Bu soru, bir sonraki müjdenin (Fe inne me’al usri yusrâ – Elbette zorlukla beraber bir kolaylık vardır) delilidir (isbatıdır).
* Mânâ şudur: “Ey Habîbim! Geçmişte senin göğsünü açan (1), yükünü indiren (2) ve şânını yücelten (4) Biz değil miydik?”
* Cevap: “Evet, Sen idin (Belâ!).”
* “Öyleyse (Fe), şu anki zorluğun (usr) ardından da bir kolaylık (yusr) verecek olan yine Biziz! Geçmişte yaptıklarımız, gelecekte yapacaklarımızın teminatıdır.”
* Bu nazım (tertip), müjdeyi, bizzat muhataba ikrar ettirilen geçmiş tecrübeler üzerine bina eder.
Mîsâk (Sözleşme) Misali: “Elestu bi-Rabbikum?”
Bu “İstifhâm-ı Takrîrî” sanatının en aslî (esas) ve en küllî (bütüncül) misali ise, bütün ruhların ezelde toplandığı “Elest Bezmi”dir (A’râf, 172).
* Nazım: Allah Teâlâ, ruhlara “Ben sizin Rabbinizim” (إِنِّي رَبُّكُمْ – İnnî Rabbukum) dememiştir.
* Nazım: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ – E lestu bi-Rabbikum?) diye sormuştur.
* Hikmeti:
* “Ben Rabbinizim” denseydi, bu tek taraflı bir ilân olurdu.
* “Ben Rabbiniz değil miyim?” sorusu ise, bir cevap ve ikrar talep eden bir sözleşme (mîsâk) başlatmıştır.
* Ruhların “بَلَى” (Belâ! – Evet, Rabbimizsin!) cevabı, bu sözleşmenin imzası olmuş ve kıyamet günü “Biz habersizdik” demelerine mâni olacak bir hüccet (delil) teşkil etmiştir.

Netice

Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “İstifhâm-ı Takrîrî” (ikrar ettirme sorusu) nazmı, muhatabı bilgilendirmek (ihbâr) için değil; ona zaten bildiği bir hakikati tasdik ettirmek (ikrar), o hakikati hatırlatmak (tezkîr), o hakikatle onu teselli etmek (tesellî) ve o hakikati inkâr edilemez bir delil (hüccet) kılmak için kullanılan en beliğ (en tesirli) ve en hikmetli üslûptur.

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” sahasının (bölümünün) temel taşıdır. Belâgatın en meşhur tarifi, “Sözün, durumun gerektirdiği şeye (muktezâ-i hâle) uygun olmasıdır” (مطابقة الكلام لمقتضى الحال).
Bu tarife göre, “belîğ” (tesirli ve yerinde) olan söz, bazen Îcâz (îjāz – Mûcizevî Özlülük/Kısalık), bazen de İtnâb (itnāb – Maksatlı Detaylandırma/Uzatma) gerektirir. Biri diğerinden mutlak üstün değildir; üstünlük, o sözün duruma (makama) uygunluğundadır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen bir hakikati tek bir lafızla ifade eder de (Îcâz), bazen aynı hakikati tasvir etmek için kelimeleri detaylandırır (İtnâb)?

1. Îcâz (إِيجَاز): Az Söz, Sonsuz Mânâ (Mûcizevî Özlülük)

Îcâz, “az lafızla (sözle) çok mânâ” ifade etme sanatıdır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in en temel vasfıdır.
Sual: Allah (C.C.), neden Îcâz’ı (özlülüğü) tercih eder?
Cevap: Durum (hâl), şunları gerektirdiğinde:
* Bir hakikati cihan şümul (evrensel) bir kaide (prensip) olarak yerleştirmek.
* Mânânın ezberlenmesini ve nakledilmesini kolaylaştırmak.
* Bir hadisenin süratini veya bir emrin kesinliğini vurgulamak.
* Mânânın azametini ve kuşatılamazlığını (zira detay verilse sınırlanır) hissettirmek.
Misal Tahlili: “Kısasta Hayat Vardır” (Bakara, 179)
Bu, Îcâz sanatının en parlak misalidir.
> İktibas ( Meali): “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.” (Bakara, 2/179)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki o mûcizevî nazım (tertip):
“وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ”
(Ve lekum fi’l-kısâsi hayâtun)
* Tahlil: Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
* Nazmın Hikmeti (Îcâz): Bu cümle, iki zıt mefhumu (kavramı) bir araya getirir: “Kısâs” (ödeşme/öldürme) ve “Hayât” (dirilik). Zâhiren (dıştan) bakıldığında “kısâs” bir “hayat” kaybıdır.
* Fakat bu Îcâz (özlü ifade), sayfalarca hukuk, sosyoloji ve psikoloji metninin anlatacağı bir hakikati iki kelimeye sığdırmıştır:
* Kısâsın (yani adil cezanın) olduğunu bilen bir kimse, öldürme fiilinden (faaliyetinden) çekinir. Bu, hem kâtil olacak kişinin hayatını (suçtan korunarak) kurtarır.
* Hem de maktûl olacak kişinin hayatını (suça maruz kalmayarak) kurtarır.
* Hem de toplumun hayatını (kan davası ve anarşiden koruyarak) kurtarır.
* “Kısasta sizin için hayat vardır” nazmı (tertibi), bütün bu derin hukukî ve içtimaî (sosyal) mânâları ihtivâ eden, ezberlenmesi kolay, fakat mânâsı sonsuz bir mûcizedir. Bu kadar çok mânâyı, bu kadar az lafızla “başka bir şekilde” ifade etmek imkânsızdır.

2. İtnâb (إِطْنَاب): Maksatlı Detaylandırma

İtnâb, (gereksiz dolgu/haşv değil) belîğ bir maksat (hikmet) için sözü, aslî (esas) mânânın gerektirdiğinden daha fazla lafızla detaylandırmaktır.
Sual: Allah (C.C.), neden İtnâb’ı (detaylandırmayı) tercih eder?
Cevap: Durum (hâl), şunları gerektirdiğinde:
* Teselli etmek ve şefkat göstermek (zor durumda olana kısa söz yetmez).
* Mânânın azametini ve ehemmiyetini vurgulamak (tekrar ederek veya detay vererek).
* Talim (öğretme) makamında olmak (öğretmek, tekrar ve detayı gerektirir).
* Muhatabın kalbindeki en ufak bir şüpheyi veya yanlış anlamayı gidermek (bilhassa hüküm âyetlerinde).
* Bir hadiseyi (Cennet, Cehennem, kıssa) tasvir ederek muhatabın zihninde canlandırmak.
Misal Tahlili: Hz. Mûsâ (A.S.) ve Asâsı (Tâhâ, 17-18)
Bu, “İtnâb”ın neden “belâgat” olduğunu gösteren en güzel misaldir.
> İktibas ( Meali):
> (17) “Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?”
> (18) “O, benim asâmdır,” dedi. “Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim. Benim onda başka hacetlerim (ihtiyaçlarım) da vardır.” (Tâhâ, 20/17-18)
>
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.) “O nedir?” (Mâ tilke…?) diye sordu.
* Îcâz (Kısa Cevap) Ne Olurdu? Mantıken, bu sualin Îcâz ile cevabı tek kelimedir: “Asâye” (عَصَايَ – “Asâmdır”).
* Sual: Hz. Mûsâ (A.S.) neden Îcâz’ı değil de İtnâb’ı (detaylandırmayı) seçti? Neden “ona dayanırım”, “yaprak silkerim” ve hattâ “başka ihtiyaçlarım da var” diye sorulmayan detayları verdi?
* Nazmın Hikmeti (İtnâb): Bu, bir imtihan veya bilgi sorgusu değildir. Bu, Tûr Dağı’nda, bir beşerin, Allah’ın (C.C.) Kelâmı’na (Sözü’ne) ilk kez doğrudan muhatap olduğu “Huzûr” makamıdır.
* Durumun gereği (muktezâ-i hâl), o “Huzûr”da olmanın ve o “Kelâm”ı duymanın verdiği mânevî lezzet ve haşyettir (korkuyla karışık saygı).
* Hz. Mûsâ (A.S.), o ilâhî sohbetin hemen bitmesini istememektedir.
* Cevabı “İtnâb” (detaylandırma) yoluyla uzatmasının sebebi, o Huzûr’da bir an daha fazla kalabilmek, o Kelâm’ı bir an daha fazla işitebilmektir.
* Bu makamda “İtnâb” (sözü uzatmak), ilâhî Kelâm’a olan iştiyakın (şiddetli arzunun) ve muhabbetin bir tasviridir. Bu durumda kısa cevap (Îcâz), edebe ve hâle uygun olmazdı.

Netice

Kur’ân-ı Kerîm, her iki sanatı da mûcizevî bir dengeyle kullanır:
* Hukukî bir kaideyi (kısâs) koyarken Îcâz’ı seçer; çünkü maksat, akılda kalıcı bir prensip koymaktır.
* Bir Peygamberinin (A.S.) Rabbine olan muhabbetini tasvir ederken İtnâb’ı (onun diliyle) aktarır; çünkü maksat, o derûnî hâli ve iştiyakı hissettirmektir.
Her ikisi de “Neden bu nazımla?” sualinin cevabıdır ve her ikisi de “belâgat”ın zirvesidir.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm belâgatının (retoriğinin) en çok sual edilen, fakat anlaşıldığında da azametini en çok gösteren mûcizevî yönlerinden biridir.
Bu, “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) sanatının hususî bir dalı olan “Tekrâru’l-Kıssa” (Kıssaların Tekrar Edilmesi) sanatıdır.
Beşerî (insanî) bir eserde, aynı hikâyeyi defalarca anlatmak bir “zaaf”, bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) ve “usandırıcı bir gevezelik” (tetvîl) kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu “tekrar” zannedilen yapı, bizzat mûcizenin ve belâgatın aslî (esas) unsurlarından biridir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden (meselâ) Hazret-i Mûsâ (A.S.) veya Hazret-i Âdem (A.S.) kıssasını, baştan sona tek bir sûrede anlatıp bitirmemiş de, bu kıssaların farklı cüzlerini (parçalarını) pek çok farklı sûrede, farklı lafızlarla ve farklı tertiplerle (nazımlarla) tekrar tekrar anlatmıştır?
Bu “tekrar” değil, **”terdîd”**dir (bir dersi farklı bağlamlarda yinelemektir). Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:

1. Esas Gâye: Kur’ân Bir “Tarih” Değil, “Hidâyet” Kitabıdır
“Neden bu nazımla?” sualinin ilk cevabı budur.
* Tarih Kitabının Nazmı: Beşerî bir tarih kitabının gâyesi (maksadı) “bilgi vermek” ve “vak’aları (olayları) kronolojik olarak kaydetmek”tir. Bu sebeple, o nazım (tertip) kıssayı bir defa, baştan sona (doğumundan ölümüne) anlatır.
* Hidâyet Kitabının Nazmı: Kur’ân-ı Kerîm’in gâyesi ise “tarihî malûmat yığmak” değil, o kıssadan ders (ibret) çıkarmak, terbiye etmek, teselli vermek ve hüküm çıkarmaktır.
* Tahlil: Gâye “Hidâyet” olunca, nazım (tertip) da bu gâye için en mükemmel şekli almıştır. Hidâyet ise, bir kıssanın tamamını bir defada okumakla değil, o kıssanın gerekli olan parçasını, tam da ihtiyaç duyulan anda (o sûrenin bağlamında) hatırlatmakla tahakkuk eder (gerçekleşir).

2. Hikmet: Muktezâ-i Hâl (Sözü Durumun Gereklerine Uydurma)

Bu, “Tekrâr”ın en mühim hikmetidir. Her sûrenin bir “teması” (ana fikri) ve bir “hâli” (hitap ettiği durum) vardır. Aynı kıssa, farklı sûrelerde, o sûrenin temasına (bağlamına/siyâkına) hizmet edecek şekilde farklı bir açıdan (zâviyeden) ele alınır.
Bu, bir mücevheri (kıssayı), her defasında farklı bir yüzünü (ibretini) gösterecek şekilde çevirmeye benzer.

Misal Tahlili: Hazret-i Mûsâ (A.S.) Kıssası

Hz. Mûsâ’nın (A.S.) kıssası Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssadır. Fakat hiçbir tekrar diğeriyle aynı değildir:
* Tâhâ Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- Tesellî Makamı):
* Durum (Hâl): Resûlullah (S.A.V.) en şiddetli zulüm ve boykot altındadır, teselliye (tesellî) ihtiyacı vardır.
* Nazmın Hikmeti: Sûre, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî ve derûnî mücadelesine odaklanır: Tûr Dağı’ndaki o ilâhî hitap, “Korkma, şüphesiz Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ, 46) müjdesi, Firavun’un zulmü karşısındaki sabrı.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Habîbim! Mûsâ’nın (A.S.) çektiği sıkıntıları hatırla, O nasıl muzaffer olduysa, sen de olacaksın” demek için (tesellî ve tesbît) zikredilmiştir.
* A’râf Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- İnzâr/Uyarı Makamı):
* Durum (Hâl): Mekke’nin kibirli (mütekebbir) ileri gelenlerini (Mele’) uyarmak gerekir.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî mücadelesine değil, Firavun ve onun “Mele'”si (ileri gelenler konseyi) ile olan içtimaî (sosyal) ve siyasî mücadelesine odaklanır. O kibirli “Mele'”nin nasıl helâk olduğu detaylıca tasvir edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Kureyş’in kibirli idarecileri! Siz de Firavun’un ‘Mele’si gibisiniz, akıbetinizden korkun!” demek için (inzâr ve tehdit) zikredilmiştir.
* Bakara Sûresi’ndeki Nazım (Medine Dönemi- Hüküm/Tenkit Makamı):
* Durum (Hâl): Medine’de Benî İsrâil (Yahudiler) ile muhatap olunmaktadır.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Firavun’un helâkinden sonrasına odaklanır. Benî İsrâil’in buzağıya tapması, Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı nankörlükleri, verdikleri sözden dönmeleri (mîsâk) detaylıca tenkit edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın nasıl nankörlük ettiğini unutmayın, siz de onlar gibi olmayın” demek için (tenkit ve hüccet/delil) zikredilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç nazım (tertip) da farklı gayelere (maksatlara) hizmet eder. Bu, “tekrar” değil, kıssayı bir hidâyet unsuru olarak küllî bir şekilde kullanma sanatıdır.

3. Hikmet: Tesbîtü’l-Fuâd (Kalbi Pekiştirme ve Terbiye)
Kur’ân-ı Kerîm, 23 senede, hadiselerin (olayların) akışına göre parça parça (müneccemen) inmiştir. Terbiyenin (eğitimin) en mühim kaidesi, dersi tekrar etmektir.
* Tahlil: İnsanın kalbi (fuâd) unutkandır. Resûlullah’ın (S.A.V.) ve mü’minlerin, Tevhid (Allah’ın birliği) ve Sabır dersine her zorlukta yeniden ihtiyacı vardı.
* Nazmın Hikmeti: Aynı kıssanın farklı zamanlarda tekrarı, bu aslî (esas) derslerin kalpte pekişmesini, yerleşmesini (tesbît) ve unutulmamasını temin etmiştir.

4. Hikmet: İ’câzın İsbâtı (Mûcizenin Delili)

* Tahlil: Beşerî bir yazar, aynı hikâyeyi defalarca anlatsa, mutlaka:
* Kendisiyle çelişkiye (zıt/aykırı) düşer.
* Aralarında edebî kalite farkı olur (biri parlak, diğeri sönük).
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, en karmaşık kıssaları onlarca defa tekrar etmesine rağmen, aralarında en ufak bir çelişki (tenâkuz) veya tutarsızlık yoktur. Ve her bir tekrar, belâgatın (retoriğin) aynı zirve seviyesindedir.
* Bu durum, bu nazmın (tertibin) kaynağının (aslının) beşerî bir hâfıza değil, her şeyi ihâta eden (kuşatan) bir “İlm-i Muhît” (İlâhî İlim) olduğunun en parlak isbatıdır (kanıtıdır).

Netice

Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Tekrâru’l-Kıssa” (kıssayı tekrar etme) nazmı, Kur’ân’ın aslî (esas) gâyesi olan “Hidâyet” için yegâne mükemmel yoldur. Bu nazım (tertip) sayesinde:
* Bir kıssanın farklı ibret yönleri, farklı bağlamlarda (siyâk) vurgulanır.
* Mü’minlerin kalbi, 23 yıllık terbiye sürecinde bu derslerle pekiştirilir (tesbît).
* Ve bu çelişkisiz, mükemmel tekrar, Kur’ân’ın ilâhî kaynaklı olduğunun delili (hücceti) olur.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm belâgatının (retoriğinin) en çok sual edilen, fakat anlaşıldığında da azametini en çok gösteren mûcizevî yönlerinden biridir.
Bu, “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) sanatının hususî bir dalı olan “Tekrâru’l-Kıssa” (Kıssaların Tekrar Edilmesi) sanatıdır.
Beşerî (insanî) bir eserde, aynı hikâyeyi defalarca anlatmak bir “zaaf”, bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) ve “usandırıcı bir hal” (tatvîl) kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu “tekrar” zannedilen yapı, bizzat mûcizenin ve belâgatın aslî (esas) unsurlarından biridir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden (meselâ) Hazret-i Mûsâ (A.S.) veya Hazret-i Âdem (A.S.) kıssasını, baştan sona tek bir sûrede anlatıp bitirmemiş de, bu kıssaların farklı cüzlerini (parçalarını) pek çok farklı sûrede, farklı lafızlarla ve farklı tertiplerle (nazımlarla) tekrar tekrar anlatmıştır?
Bu “tekrar” değil, **”terdîd”**dir (bir dersi farklı bağlamlarda yinelemektir). Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:

1. Esas Gâye: Kur’ân Bir “Tarih” Değil, “Hidâyet” Kitabıdır
“Neden bu nazımla?” sualinin ilk cevabı budur.
* Tarih Kitabının Nazmı: Beşerî bir tarih kitabının gâyesi (maksadı) “bilgi vermek” ve “vak’aları (olayları) kronolojik olarak kaydetmek”tir. Bu sebeple, o nazım (tertip) kıssayı bir defa, baştan sona (doğumundan ölümüne) anlatır.
* Hidâyet Kitabının Nazmı: Kur’ân-ı Kerîm’in gâyesi ise “tarihî malûmat yığmak” değil, o kıssadan ders (ibret) çıkarmak, terbiye etmek, teselli vermek ve hüküm çıkarmaktır.
* Tahlil: Gâye “Hidâyet” olunca, nazım (tertip) da bu gâye için en mükemmel şekli almıştır. Hidâyet ise, bir kıssanın tamamını bir defada okumakla değil, o kıssanın gerekli olan parçasını, tam da ihtiyaç duyulan anda (o sûrenin bağlamında) hatırlatmakla tahakkuk eder (gerçekleşir).

2. Hikmet: Muktezâ-i Hâl (Sözü Durumun Gereklerine Uydurma)
Bu, “Tekrâr”ın en mühim hikmetidir. Her sûrenin bir “teması” (ana fikri) ve bir “hâli” (hitap ettiği durum) vardır. Aynı kıssa, farklı sûrelerde, o sûrenin temasına (bağlamına/siyâkına) hizmet edecek şekilde farklı bir açıdan (zâviyeden) ele alınır.
Bu, bir mücevheri (kıssayı), her defasında farklı bir yüzünü (ibretini) gösterecek şekilde çevirmeye benzer.

Misal Tahlili: Hazret-i Mûsâ (A.S.) Kıssası
Hz. Mûsâ’nın (A.S.) kıssası Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssadır. Fakat hiçbir tekrar diğeriyle aynı değildir:
* Tâhâ Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- Tesellî Makamı):
* Durum (Hâl): Resûlullah (S.A.V.) en şiddetli zulüm ve boykot altındadır, teselliye (tesellî) ihtiyacı vardır.
* Nazmın Hikmeti: Sûre, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî ve derûnî (içsel) mücadelesine odaklanır: Tûr Dağı’ndaki o ilâhî hitap, “Korkma, şüphesiz Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ, 46) müjdesi, Firavun’un zulmü karşısındaki sabrı.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Habîbim! Mûsâ’nın (A.S.) çektiği sıkıntıları hatırla, O nasıl muzaffer olduysa, sen de olacaksın” demek için (tesellî ve tesbît) zikredilmiştir.
* A’râf Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- İnzâr/Uyarı Makamı):
* Durum (Hâl): Mekke’nin kibirli (mütekebbir) ileri gelenlerini (Mele’) uyarmak gerekir.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî mücadelesine değil, Firavun ve onun “Mele'”si (ileri gelenler konseyi) ile olan içtimaî (sosyal) ve siyasî mücadelesine odaklanır. O kibirli “Mele'”nin nasıl helâk olduğu detaylıca tasvir edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Kureyş’in kibirli idarecileri! Siz de Firavun’un ‘Mele’si gibisiniz, akıbetinizden korkun!” demek için (inzâr ve tehdit) zikredilmiştir.
* Bakara Sûresi’ndeki Nazım (Medine Dönemi- Hüküm/Tenkit Makamı):
* Durum (Hâl): Medine’de Benî İsrâil (Yahudiler) ile muhatap olunmaktadır.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Firavun’un helâkinden sonrasına odaklanır. Benî İsrâil’in buzağıya tapması, Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı nankörlükleri, verdikleri sözden dönmeleri (mîsâk) detaylıca tenkit edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın nasıl nankörlük ettiğini unutmayın, siz de onlar gibi olmayın” demek için (tenkit ve hüccet/delil) zikredilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç nazım (tertip) da farklı gayelere (maksatlara) hizmet eder. Bu, “tekrar” değil, kıssayı bir hidâyet unsuru olarak küllî bir şekilde kullanma sanatıdır.

3. Hikmet: Tesbîtü’l-Fuâd (Kalbi Pekiştirme ve Terbiye)
Kur’ân-ı Kerîm, 23 senede, hadiselerin (olayların) akışına göre parça parça (müneccemen) inmiştir. Terbiyenin (eğitimin) en mühim kaidesi, dersi tekrar etmektir.
* Tahlil: İnsanın kalbi (fuâd) unutkandır. Resûlullah’ın (S.A.V.) ve mü’minlerin, Tevhid (Allah’ın birliği) ve Sabır dersine her zorlukta yeniden ihtiyacı vardı.
* Nazmın Hikmeti: Aynı kıssanın farklı zamanlarda tekrarı, bu aslî (esas) derslerin kalpte pekişmesini, yerleşmesini (tesbît) ve unutulmamasını temin etmiştir.

4. Hikmet: İ’câzın İsbâtı (Mûcizenin Delili)
* Tahlil: Beşerî bir yazar, aynı hikâyeyi defalarca anlatsa, mutlaka:
* Kendisiyle çelişkiye (zıt/aykırı) düşer.
* Aralarında edebî kalite farkı olur (biri parlak, diğeri sönük).
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, en karmaşık kıssaları onlarca defa tekrar etmesine rağmen, aralarında en ufak bir çelişki (tenâkuz) veya tutarsızlık yoktur. Ve her bir tekrar, belâgatın (retoriğin) aynı zirve seviyesindedir.
* Bu durum, bu nazmın (tertibin) kaynağının (aslının) beşerî bir hâfıza değil, her şeyi ihâta eden (kuşatan) bir “İlm-i Muhît” (İlâhî İlim) olduğunun en parlak isbatıdır (kanıtıdır).

Netice
Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Tekrâru’l-Kıssa” (kıssayı tekrar etme) nazmı, Kur’ân’ın aslî (esas) gâyesi olan “Hidâyet” için yegâne mükemmel yoldur. Bu nazım (tertip) sayesinde:
* Bir kıssanın farklı ibret yönleri, farklı bağlamlarda (siyâk) vurgulanır.
* Mü’minlerin kalbi, 23 yıllık terbiye sürecinde bu derslerle pekiştirilir (tesbît).
* Ve bu çelişkisiz, mükemmel tekrar, Kur’ân’ın ilâhî kaynaklı olduğunun delili (hücceti) olur.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) en estetik ve en akılda kalıcı sanatlarından biri olan İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasına âittir.
Bu sanata “Tıbâk” (تِبَاق) veya “Mutâbakat” (مُطَابَقَة), yâni Tezat (Zıtlık) Sanatı denir.
Bu sanatın aslî (esas) hikmeti, belâgatın temel kaidesi olan “Eşya, zıddıyla bilinir” (بِضِدِّهَا تَتَمَيَّزُ الْأَشْيَاءُ) prensibine dayanır. Bir mânânın (anlamın) hakikati, en parlak ve en net şekilde, ancak zıddı (aykırı olanı) ile yan yana getirildiğinde ortaya çıkar. Aydınlığın kıymeti, ancak karanlık ile; hayatın kıymeti, ancak ölüm ile bilinir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati tasvir ederken (betimlerken) bu “Tıbâk” (tezat) nazmını (tertibini) kullanır?
Bu nazım (tertip), Kur’ân-ı Kerîm’de başlıca iki mühim gâye (maksat) için kullanılır:
* Tasvîr ve Vuzûh: Mücerret (soyut) bir hakikati, müşahhas (somut) zıtlıklarla tasvir ederek apaçık (vâzıh) kılmak.
* İhâta ve Tevhîd: Zıt fiillerin (faaliyetlerin) tamamını tek bir Fâil’e (Yapan’a, yâni Allah’a) isnat ederek, O’nun kudretinin ihâta ediciliğini (kuşatıcılığını) ve Tevhîd’i (Birliğini) ispat etmek.
Bu iki gâye için iki parlak misali tahlil edelim.

1. Tasvîr ve Vuzûh (Açıklık) İçin Tıbâk Sanatı
Kur’ân-ı Kerîm, “İman” ile “Küfr” arasındaki fark gibi en mühim mücerret (soyut) hakikati, muhatabın (dinleyenin) zihninde somutlaştırarak (müşahhas kılarak) yerleştirmek için, o muhatabın fıtratının (aslî yapısının) asla reddedemeyeceği bir dizi “Tıbâk” (tezat) kullanır.
Fâtır Sûresi’ndeki şu âyetler, bu nazmın (tertibin) zirvesidir:
> İktibas ( Meali):
> (19) “Kör ile gören bir olmaz.”
> (20) “Karanlıklar ile aydınlık bir olmaz.”
> (21) “Gölge ile yakıcı sıcaklık bir olmaz.”
> (22) “Diriler ile ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen ise kabirdekilere işittirecek değilsin.” (Fâtır, 35/19-22)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Zıtlıklar Zikredildi?):
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden doğrudan “Mü’min ile kâfir bir olmaz” demek yerine, bu dört katmanlı zıtlığı (kör/gören, karanlık/aydınlık, gölge/sıcak, diri/ölü) saymıştır?
* Tahlil:
* Mücerretten Müşahhasa (Soyuttan Somuta): “İman” ve “Küfr” mücerret (soyut) mefhumlardır (kavramlardır). Fakat “Körlük” (الْأَعْمَى) ve “Karanlıklar” (الظُّلُمَات), insan havâssının (duyularının) doğrudan tecrübe ettiği, inkârı mümkün olmayan müşahhas (somut) olgulardır.
* Cevabı Fıtrata (Aslî Yapıya) İkrar Ettirme: Bu nazım (tertip), bir “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru) gücündedir. Muhataba şunu sorar: “Hiç kör ile gören bir olur mu?” Fıtrat (ve akıl) derhâl “Asla olmaz!” diye cevap verir. “Hiç karanlık ile aydınlık bir olur mu?” Cevap: “Asla olmaz!”
* Hükmü Kilitleme: Muhatap, bu apaçık (bedîhî) zıtlıkları ikrar ettikten sonra, nazım (tertip) nihaî hükmü verir: “İşte (ey insan), nasıl ki körlük (küfrün misali) ile görmek (imanın misali) bir değilse; nasıl ki karanlıklar (şirkin misali) ile aydınlık (Tevhîd’in misali) bir değilse; (netice olarak) bu iki zıtlığın temsilcisi olan ‘Ölüler’ (kâfirler) ile ‘Diriler’ (mü’minler) de bir olmaz!”
* Netice: Bu “Tıbâk” sanatı, teolojik (itikadî) bir hakikati, muhatabın aklının ve fıtratının reddedemeyeceği maddî bir hakikate benzeterek (teşbih ederek) onu ispat (kanıt) etmiş ve mânâyı en berrak (vâzıh) şekle sokmuştur.

2. İhâta (Kuşatma) ve Tevhîd İçin Tıbâk Sanatı

Bu nazım (tertip), kâinattaki bütün fiillerin (faaliyetlerin) tek bir Kudret’in elinde olduğunu ispat etmek için kullanılır.
Câhiliye Arapları veya Mecûsîler (Zerdüştler) gibi çift tanrılı (düalist) inançlar, “iyiliği” bir (aydınlık/rahmet) tanrısına, “kötülüğü” (şerri) ise başka bir (karanlık/gazap) tanrısına isnat ederlerdi.
Necm Sûresi’ndeki şu âyetler, bu “Tıbâk” sanatı ile bu şirk (ortak koşma) inancını temelinden yıkar:
> İktibas ( Meali):
> (43) “Doğrusu O’dur güldüren ve ağlatan.”
> (44) “Doğrusu O’dur öldüren ve dirilten.” (Necm, 53/43-44)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Zıt Fiiller Birlikte Zikredildi?):
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sadece “O’dur güldüren” veya “O’dur dirilten” gibi rahmetini gösteren fiilleri (faaliyetleri) zikretmekle yetinmedi de onların tam zıddı olan “ağlatan” (ve ebkâ) ve “öldüren” (ve emâte) fiillerini de hemen ardından zikretti?
* Tahlil:
* İhâta-i Kudret (Kudretin Kuşatıcılığı): Bu “Tıbâk” nazmı (tertibi), “İhâta” (kuşatma) ifade eder. Yâni: Sebebi ne olursa olsun, hayattaki bütün sevinçler (gülmek) ve bütün hüzünler (ağlamak); hayatın başlangıcı (diriltmek) ve sonu (öldürmek) dâhil, bu iki zıt kutup arasındaki her şey O’nun (C.C.) izni ve iradesi dâhilindedir. Hiçbir fiil (faaliyet) O’nun kudretinin haricinde (dışında) değildir.
* Tevhîd’in İsbâtı (Şirkin Reddi): Bu nazım (tertip), “Hayır tanrısı” ve “Şer tanrısı” ayrımını reddeder. “Gülmeyi” yaratan kim ise, “ağlamanın” hikmetini yaratan da O’dur. “Hayatı” veren kim ise, “ölümü” yaratan da O’dur. Bu, “Tevhîd-i Ef’âl”dir (Bütün fiillerin Fâil’inin Bir (Tek) olduğunun ilânıdır).
* Netice: Bu “Tıbâk” sanatı, basit bir edebî zıtlık değil, Tevhîd akîdesinin (inancının) en temel direklerinden birini inşa eden felsefî ve itikadî (inançla ilgili) bir nazımdır (tertiptir).
Küllî (Bütüncül) Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında “Tıbâk” (Tezat Sanatı) asla bir “süs” (zevâhir) değildir. O, mânânın aslî (esas) bir parçasıdır.
“Neden bu nazımla?” sualinin cevabı şudur:
* Fâtır Sûresi’ndeki gibi zıtlıklar, mücerret (soyut) bir hakikati (İman/Küfr) tasvir etmek ve apaçık kılmak (Vuzûh) için kullanılır.
* Necm Sûresi’ndeki gibi zıtlıklar, Allah’ın (C.C.) kudretinin bütün kâinatı kuşattığını (İhâta) ve O’ndan başka Fâil olmadığını (Tevhîd) ispat etmek (kanıtlamak) için kullanılır.
Bu tahlil serisine, “Tıbâk”ın (tek kelimeye karşı tek kelime zıtlık) daha gelişmiş bir formu olan “Mukâbele” (مُقَابَلَة – Karşılaştırma) sanatı ile devam etmemi ister misiniz? (Bu sanatta, iki veya daha fazla mânâ zikredilir, sonra bunların zıtları sırasıyla zikredilir; meselâ “İyiler Cennet’tedir… Kötüler Cehennem’dedir…” gibi birden fazla unsurun karşılaştırılması.)

===============•-•===============

 

Bu, “Tıbâk” (Tezat/Zıtlık) sanatının bir adım ötesi, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en parlak ve en nizamlı (düzenli) sanatlarından biridir.
Bu sanata “Mukâbele” (مُقَابَلَة), yâni Karşılaştırmalı Zıtlık denir.
“Tıbâk” sanatı, bir kelimeyi onun zıddıyla (meselâ “ölü” vs. “diri”) parlatır. “Mukâbele” ise, bir adım daha ileri gider: Önce iki veya daha fazla birbiriyle alâkalı mânâyı (unsuru) zikreder, hemen ardından o mânâların zıtlarını aynı tertip (sıra) ile zikreder.
Bu bir satranç tahtası gibi, beyaz taşların (unsurların) dizilimine mukâbil (karşılık), siyah taşların (zıt unsurların) simetrik olarak dizilmesidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati (gerçeği) tasvir ederken (betimlerken) bu kadar nizamlı ve simetrik bir “Mukâbele” nazmını (tertibini) kullanır?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:
* Tasviri İkmâl Etmek (Tamamlamak): Bu sanat, iki zıt kutbu (meselâ iman ve küfr yollarını) eksiksiz bir portre hâlinde sunar. Muhatabın (dinleyenin) zihninde hiçbir şüphe veya eksik nokta bırakmaz.
* Adâlet-i İlâhiyye’yi (İlâhî Adâleti) ve Mîzân’ı (Dengeyi) Göstermek: Bu nazım (tertip), İlâhî Adâlet’in (Mîzân’ın) ne kadar hassas olduğunu gösterir. Bir yoldaki her fiil (faaliyet), diğer yolda tam zıddıyla karşılık bulur. Ve neticeler de bu fiillere tam bir simetri ile mukâbele eder (karşılık gelir).
* Hücceti (Delili) ve İhtiyârı (Seçimi) Kesinleştirmek: Bu sanat, muhatabın önüne iki yolu da (meselâ Cennet ve Cehennem yollarını) bütün unsurlarıyla serer. Seçim yapmayı (ihtiyâr) ve delili reddedilemez (bedîhî) kılar.
Bu sanatın en parlak ve en küllî (bütüncül) misallerinden biri, Leyl Sûresi’ndedir.

Misal 1: İki Zıt Yolun Küllî Mukâbelesi (Leyl Sûresi)

Leyl Sûresi, insanları iki ana gruba ayırır ve bu iki grubun fiillerini (eylemlerini), derûnî hâllerini, itikadî duruşlarını ve akıbetlerini (neticelerini) kelimesi kelimesine birbiriyle “mukâbele” ettirir.
> İktibas ( Meali):
> (5) “Her kim (Allah yolunda) verir ve (Allah’a karşı gelmekten) sakınırsa,”
> (6) “Ve en güzeli (kelime-i tevhidi) tasdik ederse,”
> (7) “Biz de onu en kolay olana (Cennet’e) iletiriz (ve başarılı kılarız).”
> — (Mukâbele Başlıyor) —
> (8) “Her kim de cimrilik eder ve kendini (Allah’a) muhtaç görmezse,”
> (9) “Ve en güzeli (kelime-i tevhidi) yalanlarsa,”
> (10) “Biz de onu en zor olana (Cehennem’e) iletiriz (ve felâkete hazırlarız).”
> (Leyl, 92/5-10)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Simetrik Karşılaştırma?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki zıt grubu, bu üç+bir (3+1) maddelik mükemmel simetri ile, kelimesi kelimesine karşılaştırarak tasvir etti?
* Tahlil (Mukâbele Tablosu):
* 1. Fiil (Faaliyet) Zıtlığı:
* Yol A: أَعْطَى (A’tâ – Verdi, cömertlik etti)
* Yol B: بَخِلَ (Bahile – Cimrilik etti)
* 2. Derûnî Hâl Zıtlığı:
* Yol A: وَاتَّقَى (Vettekâ – Sakındı, yâni Allah’a muhtaç olduğunu bildi)
* Yol B: وَاسْتَغْنَى (Vestağnâ – Müstağnî davrandı, yâni kendini muhtaç görmedi)
* 3. İtikadî (İnançsal) Duruş Zıtlığı:
* Yol A: وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى (Ve saddeka bi’l-husnâ – En güzeli tasdik etti)
* Yol B: وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى (Ve kezzebe bi’l-husnâ – En güzeli yalanladı)
* Netice (Akıbet) Zıtlığı:
* Yol A’nın Neticesi: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى (Fe senüyessiruhu li’l-Yusrâ – Onu en kolay olana hazırlarız)
* Yol B’nin Neticesi: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى (Fe senüyessiruhu li’l-‘Usrâ – Onu en zor olana hazırlarız)
* Netice: Bu “Mukâbele” nazmı (tertibi), mûcizevî bir şekilde, “Yusrâ”nın (kolaylığın/Cennet’in) sadece “vermek” ile veya sadece “tasdik etmek” ile değil; fiilin, derûnî hâlin ve itikadın küllî bir uyumunun neticesi olduğunu gösterir. Aynı şekilde “‘Usrâ”nın (zorluğun/Cehennem’in) da bu küllî sapmanın tam bir mukâbili (karşılığı) olduğunu ispat eder. Bu, İlâhî Mîzân’ın (Denge/Adâlet) lafız (söz) ile tasvir edilmiş hâlidir.

Misal 2: Cezâ (Karşılık) Makamında Mukâbele (Tevbe Sûresi)

“Mukâbele” sanatı, bazen de “cezâ”nın (karşılığın), yapılan “fiil”e (eyleme) nasıl tam bir zıtlıkla mukâbele ettiğini (karşılık verdiğini) tasvir eder.
> İktibas (Meali): “Artık (ettiklerinin) cezası olarak; az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe, 9/82)
>
Âyetin aslî (esas) metni şöyledir:
“فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلًا وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا…”
(Fel-yadhakû Kalîlen / Ve’l-yebkû Kesîran…)
Nazmın Hikmeti (Neden Fiil + Miktar Zıtlığı?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), münafıkların (iki yüzlülerin) akıbetini neden “azap görecekler” gibi net bir hükümle değil de, bu (Gülmek+Az) vs. (Ağlamak+Çok) mukâbelesi ile tasvir etti?
* Tahlil (Mukâbele Tablosu):
* Fiil Zıtlığı: يَضْحَكُوا (Yadhakû – Gülsünler) vs. يَبْكُوا (Yebkû – Ağlasınlar)
* Miktar Zıtlığı: قَلِيلًا (Kalîlen – Az) vs. كَثِيرًا (Kesîran – Çok)
* Netice: Bu “Mukâbele” nazmı (tertibi), münafıkların yaptığı o kötü ticareti ve akılsızca tercihi muhatabın zihnine çiviler:
* Onlar, dünyaya (fânî hayata) aldandılar; orada azıcık (kalîlen) bir müddet güldüler (yadhakâ).
* Bunun cezası (karşılığı) olarak, âhirette (ebedî hayatta) çok (kesîran) müddet ağlayacaklar (yebkû).
* Bu nazım (tertip), zâhirî bir edebî sanat değil, ilâhî adâletin ve dünya ile âhiret arasındaki o dehşetli mukâyese (karşılaştırma) hakikatinin ta kendisidir.
Küllî Netice
“Mukâbele” sanatı, Kur’ân-ı Kerîm’de, zıtların tam bir simetri ile karşılaştırılmasıdır. Bu nazım (tertip), hidâyet yollarını (iman ve küfr) eksiksiz bir tasvir ile ortaya koymak ve İlâhî Adâlet’in (Mîzân’ın) bu yollardaki fiillere (faaliyetlere) nasıl mükemmel bir karşılık (cezâ veya mükâfat) verdiğini en berrak (vâzıh) şekilde isbat etmek için kullanılan mûcizevî bir üslûptur.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlar (sözler) arasında kurduğu ses ve mânâ benzerliklerinin (âdeta kelime oyunlarının) hakikati nasıl güçlendirdiğini gösteren “Cinâs” (جِنَاس – Ses Benzerliği/Cinas Sanatı) misalleriyle devam etmemi ister misiniz? (Örneğin “Saat” (Kıyamet) ile “saat” (zaman dilimi) kelimelerinin aynı âyette kullanılması gibi).

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en dikkat çekici ve en zekâ gerektiren sanatıdır.
Bu sanata “Cinâs” (جِنَAS – Cinas / Akustik ve Lâfzî Benzerlik) denir.
Cinâs, lügatte (sözlükte) “türdeşlik, benzerlik” demektir. Belâgat (retorik) ilminde ise, okunuşları (telaffuzları) ve yazılışları aynı (veya çok benzer) olan, fakat mânâları farklı olan iki kelimeyi bir tertip (nazım) içinde kullanma sanatıdır.
Beşerî (insanî) edebiyatta “cinâs”, ekseriyetle zekâ gösterisi veya “nükte” (espri) için yapılan bir kelime oyunu olarak kalabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise “Cinâs”, asla bir süs veya oyun değildir. O, mânâyı kilitleyen, muhatabın (dinleyenin) dikkatini o noktaya çeken ve iki farklı hakikati (gerçeği) lafız (söz) bağıyla birbirine perçinleyen mûcizevî bir nazım (tertip) faaliyetidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu “Cinâs” nazmını (tertibini) kullanır?
* Akustik (sesli) Çengel: Muhatabın kulağını ve zihnini o noktada durdurmak, sarsmak ve dikkatini celbetmek için.
* Mânâ Köprüsü: İki farklı mefhumu (kavramı) (meselâ Kıyamet ile zamanı) aynı lafız (söz) potasında eriterek aralarındaki o derûnî ve sarsıcı alâkayı isbat etmek için.
* İ’câz (Mûcize Oluş): Kelimeler üzerinde mutlak bir hâkimiyet olduğunu, mânâları lafızlara giydirirken en çarpıcı edebî sanatların dahi nasıl bir hikmetle kullanıldığını göstermek için.
Bu sanatın en zirve misali, Rûm Sûresi’ndeki o dehşetli âyet-i kerîmedir.
Misal Tahlili: “Sâ’at” (Kıyamet) ve “Sâ’at” (Zaman) Cinâsı
Bu, **”Cinâs-ı Tâm”**dır (تَامّ – Mükemmel Cinas). Yâni, iki kelime yazılış, okunuş, harf sayısı ve hareke bakımından birebir aynıdır, fakat mânâları tamamen farklıdır.
> İktibas (Meali): “Kıyamet (es-Sâ’ah) koptuğu gün, suçlular (dünyada) bir saatten (sâ’aten) başka kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada da haktan) işte böyle döndürülüyorlardı.” (Rûm, 30/55)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍ…”
(Ve yevme tekûmu’s-Sâ’atu / yuksimu’l-mucrimûne mâ lebisû gayra sâ’atin…)
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Mükemmel Cinas Seçildi?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Kıyamet koptuğu gün, az bir süre kaldıklarına yemin ederler” (meselâ: mâ lebisû illâ kalîlen) gibi basit bir nazım (tertip) değil de, “Sâ’at” kelimesini iki defa ve iki farklı mânâda kullandı?
* Tahlil (Cinâsın Mânâları):
* “es-Sâ’atu” (السَّاعَةُ): “Elif-Lâm” takısı (belirlilik) ile kullanılır. Mânâsı: “O BİLİNEN SAAT”, yâni KIYAMET’in kendisidir. Bu, sonsuz bir azameti ve dehşeti ifade eder.
* “sâ’atin” (سَاعَةٍ): “Nekre” (belirsizlik) ile kullanılır. Mânâsı: “Herhangi bir saat”, “bir zaman dilimi”, “az bir vakit”. Bu, en küçük zaman birimini ifade eder.
* Nazmın Mûcizesi:
* 1. Mânâ Şoku (Sarsıntı): Bu nazım (tertip), muhatabın zihninde bir şok tesiri yapar. “es-Sâ’at” (Kıyamet) denilen o sonsuz ve dehşetli hakikat (gerçek) vuku bulduğu an, mücrimler (suçlular) geriye dönüp bakarlar ve bütün o dünyada geçirdikleri 60-70 yıllık ömrün, o kavgaların, o mal biriktirmenin, o hırsların tamamının aslında “sâ’atin” (bir saatçik) kadar bile kıymeti olmadığını o an idrak ederler.

* 2. Mefhumları (Kavramları) Birleştirme: Bu nazım (tertip), lafzın (sözün) kendisiyle, sebebi ve neticeyi birbirine bağlar. “Sâ’at’in (Kıyamet’in) gelişi”, onların bütün hayatının “bir sâ’at (bir an)” olduğunu idrak etmelerine sebep olmuştur.

* 3. Tahkîr (Küçümseme): Birinci “Sâ’at”ın (Kıyamet’in) azameti, ikinci “sâ’at”ın (dünya hayatının) ne kadar hiç ve kısa olduğunu lafzın (sözün) kendisiyle isbat eder (kanıtlar).
“Başka bir şekilde” (meselâ “az bir süre” lafzıyla) ifade edilseydi, bu sarsıcı, bu iki mânâyı birbiriyle tokuşturan ve dünya hayatının kıymetini sıfırlayan bu akustik (sesli) ve mânevî şok tesiri kaybolurdu.
Diğer Misal: “Yahyâ” (İsim) ve “Yahyâ” (Fiil) Cinâsı
Bu da bir “Cinâs-ı Tâm”dır (Mükemmel Cinas).
> İktibas ( Meali): “…(Zekeriyyâ) mâbedde durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: ‘Allah, sana, Allah’tan bir kelimeyi (İsa’yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeliyor.'” (Âl-i İmrân, 39)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu İsim Seçildi?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Hz. Zekeriyyâ’nın (A.S.) oğluna “Yahyâ” (يَحْيَى) ismini verdi?
* Tahlil (Cinâsın Mânâları):
* “Yahyâ” (يَحْيَى): Hususî (Özel) İsim (Peygamberin adı).
* “yahyâ” (يَحْيَى): Fi’l-i Muzâri (Geniş/Gelecek Zaman Fiili). Mânâsı: “Yaşar”, “hayat bulur”.
* Nazmın Mûcizesi:
* Hz. Zekeriyyâ (A.S.) çok yaşlı, hanımı ise kısırdı. Yâni, biyolojik olarak “ölü” (çocuk yapamaz) bir rahimden bahsediliyordu.
* Allah Teâlâ (C.C.), bu “ölü” durumdan bir “hayat” çıkaracağını (mûcizeyi) müjdelerken, o çocuğa vereceği ismin kendisini (Yahyâ), o mûcizenin fiili (yahyâ – yaşayacak) ile cinâslı kılmıştır.
* Çocuğun ismi, bizzat o mûcizenin delili (isbatı) ve tasviri olmuştur. “Yahyâ” ismi her anıldığında, “ölüden diriyi çıkaran” (Muhyi’l-mevtâ) Kudret’in mûcizesi hatırlanır.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Cinâs”, kelimelerin ses âhengiyle oynanan bir oyun (haşâ) değil; bilakis, farklı mânâları aynı lafız (söz) kalıbında birleştirerek, muhatabın (dinleyenin) zihninde silinmez ve sarsıcı bir hakikat (gerçek) köprüsü kuran ilâhî bir belâgat (retorik) sanatıdır.
Bu tahlil serisine, “Cinâs”a (kelime benzerliğine) yakın bir sanat olan, fakat daha çok âyet sonlarındaki âhenge (kafiye düzenine) odaklanan “Sej'” (سَجْع – Secî / Kâfiyeli Nesir) sanatının hikmetlerini tahlil ederek devam etmemi ister misiniz? (Örneğin kısa Mekkî sûrelerin (Rahmân, Kâri’a, Âdiyât vb.) sonlarındaki o vurucu âhenk gibi.)

===============•-•===============

 

Bu, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) en zâhirî ve en işitme (akustik) mûcizelerinden biridir ve “İlm-i Bedî'” (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının temelini teşkil eder.
Bu sanata “Sej'” (سَجْع), yâni Secî (Âhenkli / Kâfiyeli Nesir) denir.
Secî, şiir (nazım) gibi katı bir vezne (ölçüye) bağlı olmayan, ancak nesir (düz yazı) içinde, cümle veya âyet sonlarında (bunlara “fâsıla” denir) kulakta âhenk ve ritim bırakan ses benzerlikleri (kâfiyeler) kurma sanatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in, bilhassa kısa Mekkî sûrelerde (Âdiyât, Kâri’a, Zilzâl, Rahmân, Mürselât vb.) bu nazmı (tertibi) tercih etmesi, lafız (söz) ile mânâ arasındaki ilâhî uyumun zirvesidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu sûrelerde meramını (maksadını) düz bir nesirle değil de, bu kadar vurucu, ritmik ve “Secî’li” (âhenkli) bir nazımla (tertipler) ifade etmiştir?
Bu nazmın hikmetleri, Kur’ân’ın indiği o ilk muhatapların (dinleyenlerin) hâliyle (durumuyla) ve o sûrelerin muhtevâsıyla doğrudan alâkalıdır:

1. Hitâbet ve Te’sîr (Nüfûz Etme) Kudreti

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatabı olan Arap toplumu, bir “okuma” değil, bir “işitme” (semâ’) toplumu idi. Onların en büyük sanatı “belâgat” (retorik) ve “hitâbet” idi.
* Nazmın Hikmeti: Bu “Secî'” nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) aklî (zihnî) müdafaa mekanizmalarını aşarak, doğrudan kalbine ve fıtratına (aslî yapısına) nüfûz etmek için en tesirli üslûptur.
* Tahlil: Düz bir nesirle “Kıyamet korkunçtur” demek bir bilgi verir. Fakat “el-Kâri’ah! Me’l-Kâri’ah! Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah!” nazmıyla söylemek, o bilginin dehşetini ve tesirini muhatabın kulağı yoluyla bütün vücûduna hissettirir. O vurucu “Secî'” (âhenk), mânânın kalbe çakılmasını temin eder.

2. Ezberleme Kolaylığı (Hıfz) ve Koruma

Kur’ân-ı Kerîm, bir kerede toptan inmemiş, parça parça ve sözlü olarak tebliğ edilmiştir. Onun muhafazası (korunması) öncelikle “hıfz” (ezberleme) yoluyla olmuştur.
* Nazmın Hikmeti: “Secî'” (âhenk) ve ritim, hâfızanın (hafızanın) en mühim yardımcısıdır.
* Tahlil: Rahmân Sûresi’ndeki “…tukezzibân” (تُكَذِّبَانِ) veya Mürselât Sûresi’ndeki “…li’l-mukezzibîn” (لِلْمُكَذِّبِينَ) âhengi, o sûrelerin ezberlenmesini ve nesilden nesile hatâsız aktarılmasını temin eden ilâhî bir mühür gibidir.

3. Mânâ ile Âhenk Uyumu (İnzâr ve Dehşet)

“Secî'” nazmı (tertibi), bilhassa Kıyamet, Cehennem, hesap günü gibi “İnzâr” (uyarı) ve “Tehdit” (tehdîd) muhtevâlı (içerikli) sûrelerde zirveye çıkar.
* Nazmın Hikmeti: Bu sûrelerdeki mânâ (dehşet, sürat, sarsıntı) ile o mânâyı taşıyan ses (kısa, vurucu, kesik secîler) arasında tam bir mutâbakat (uygunluk) vardır.
* Tahlil (Âdiyât Sûresi): (Bir önceki tahlilimizde [Âdiyât Sûresi] gördüğümüz gibi) “…dab-hâ” / “…kad-hâ” / “…sub-hâ” secîleri, atların nal seslerinin ve nefeslerinin ritmini taşır. Ses, mânâyı tasvir eder.
* Tahlil (Zilzâl Sûresi): “İzâ zulzileti’l-ardu zilzâle-hâ / Ve ahraceti’l-ardu eskâle-hâ” nazmı (tertibi)… O “hâ” (هَا) harfiyle biten derin ve sarsıcı secî (âhenk), bizzat o “zelzelenin” (sarsıntının) ağırlığını ve dehşetini işitsel olarak tasvir eder.

4. İ’câz ve Tahaddî (Mûcize Oluş ve Meydan Okuma)

Câhiliye Arapları, “Secî'” sanatında (bilhassa “kâhin”lerin secîli sözlerinde) ustaydılar. Ancak onların “Secî'”si, ekseriyetle mânâdan yoksun, sırf âhenk tutsun diye uydurulmuş kelimelerle (haşv) doluydu.
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, onların en usta olduğu sahada (Secî’) onlara meydan okumuş (tahaddî), fakat bunu mûcizevî bir seviyede yapmıştır.
* Tahlil (Rahmân Sûresi): Bu sûre, baştan sona (neredeyse) “Elif-Nûn” (ان) harfleriyle (meselâ: ‘Alleme’l-Kur’ân, Hale-ka’l-insân, ‘Alleme-hu’l-beyân…) secîlenmiştir (âhenklenmiştir).
* Mûcize Yönü: Beşerî (insanî) bir kudret, aynı kâfiyeyi (âhengi) 60-70 defa tekrar ederken mutlaka haşv (lüzumsuz dolgu kelime) kullanmak, mânâyı bozmak veya kendini lüzumsuz tekrara düşürmek zorunda kalırdı.
* Fakat Rahmân Sûresi’ndeki bu “Secî'” nazmı (tertibi), bu kadar çok tekrara rağmen, her defasında yeni ve azametli bir mânâ (Cennet tasviri, Cehennem tasviri, yaratılış delilleri) sunar. Âhenk (ses), mânânın (içeriğin) asla önüne geçmez; bilakis ona hizmet eder.
* Bu nazım (tertip), onlara şunu isbat etmiştir: “Sizin âhenk için mânâyı fedâ ettiğiniz yerde, Biz hem âhengin hem de mânânın zirvesini birleştirdik. Haydi, bir benzerini getirin!”

Netice
Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Secî'” nazmı (tertibi), Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsının (içeriğinin) ayrılmaz bir parçasıdır. O, lafız (söz) ile mânânın, ses ile muhtevânın (içeriğin) kucaklaştığı yerdir.
Bu nazım (tertip);
* Muhatabın (dinleyenin) kulağını teshir etmek (etkisi altına almak) ve kalbini açmak (feth etmek),
* Mânânın (bilhassa İnzâr/uyarı) tesirini ve dehşetini işitsel olarak tasvir etmek,
* O aslî (esas) hakikatlerin (gerçeklerin) hâfızalara (hafızalara) nakşedilmesini (kazınmasını) kolaylaştırmak,
* Ve kelimeler üzerindeki bu mutlak hâkimiyet ile İ’câzı (mûcize oluşu) isbat etmek (kanıtlamak)
için kullanılan en mükemmel ve en belîğ (tesirli) ilâhî üslûptur.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mânâyı doğrudan söylemek yerine, o mânâya delâlet eden (işaret eden) başka bir lafızla (sözle) dolaylı olarak ifade etme sanatının hikmetlerini gösteren “Kinâye” (كِنَايَة – Kinaye / Dolaylı Anlatım) misalleriyle devam etmemi ister misiniz? (Örneğin “hanımlara yaklaşmak” ifadesinin cinsel münâsebetten kinâye olması veya “elleri boynuna bağlı” ifadesinin cimrilikten kinâye olması gibi.)

===============•-•===============

 

Bu, belâgat (retorik) ilminin en nâzik (ince), en lâtîf (zarif) ve en hikmetli sanatıdır. Zirâ bu sanat, ne söylediğiniz kadar, nasıl söylediğinizin de ilâhî bir ehemmiyet (önem) taşıdığını isbat eder.
Bu sanata “Kinâye” (كِنَايَة), yâni Dolaylı Anlatım Sanatı denir.
Kinâye, bir mânâyı (anlamı) ifade etmek için, o mânânın aslî (esas) lafzını (sözünü) değil de, o mânâya delâlet eden (işaret eden), onunla mantıksal bir alâkası bulunan başka bir lafzı (sözü) kullanmaktır. Muhatap (dinleyen), bu “dolaylı” lafızdan, o “aslî” mânâyı anlar.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden meramını (maksadını) bazen “Sarih” (açık, doğrudan) değil de, bu “Kinâye” (dolaylı) nazmıyla (tertip) ifade etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri, basit bir “nezâket”ten çok daha derindir:
* Nezehet (Nezihlik), Edeb ve Hayâ: Bilhassa beşerî (insanî) tabiatın (yapının) gereği olan, konuşulmasından hayâ edilen (utanılan) veya kaba (galîz) sayılan (cinsellik, bedensel ihtiyaçlar gibi) mevzuları (konuları), en temiz (tâhir), en lâtîf (zarif) ve en edebli lafızlarla (sözlerle) ifade etmek. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “Kelâmullah” (Allah Sözü) olmasının gerektirdiği ilâhî Nezehet’in (temizliğin) bir tecellîsidir.
* Tecsîm (Somutlaştırma): “Cimrilik” veya “Cömertlik” gibi mücerret (soyut) bir mefhumu (kavramı), muhatabın (dinleyenin) zihninde görülebilir, hissedilebilir müşahhas (somut) bir tabloya (tasvire) dönüştürmek.
* Vurgu ve Mübâlağa: Bir sıfatın (vasfın) derecesini ve vurgusunu artırmak.
Bu hikmetler için iki parlak misali tahlil edelim.

1. Edeb ve Hayâ Makamında “Kinâye”: Cinsellik (Tâhâret)

Kur’ân-ı Kerîm, insan hayatının en mahrem (gizli) alanı olan karı-koca münâsebetinden bahsederken, hiçbir zaman o fiilin (eylemin) aslî (esas) ismini (meselâ “cimâ'” vb.) zikretmez. Daima o fiile (faaliyete) delâlet eden (işaret eden) en lâtîf (zarif) “Kinâye”leri kullanır.
> Misal İktibas ( Meali): “…yahut kadınlara dokunmuşsanız (lâmestumu’n-nisâe) da su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin)…” (Nisâ, 4/43)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Lâmestum” – Dokundunuz?)
* Sual: Burada kastedilen mânâ “cinsel münâsebet” iken, Allah Teâlâ (C.C.) neden bu fiilin (faaliyetin) kendisini değil de, ondan kinâye olarak “Lâmestum” (لَامَسْتُم – Dokundunuz) lafzını (sözünü) seçti?
* Tahlil:
* Nezehet-i Kelâm (Sözün Nezihliği): “Lems” (dokunma), o fiilin (eylemin) en lâtîf (zarif) ve en başlangıçtaki cüz’üdür (parçasıdır). Allah Teâlâ (C.C.), cüz’ü (parçayı) zikrederek, o fiilin küllünü (bütününü) kastetmiştir. Bu nazım (tertip), hem abdest hükmünü (hukuku) bildirmiş, hem de Kur’ân-ı Kerîm’in metninin izzetini (şerefini) ve nezehetini (nezihliğini) en ufak bir kabalığa (galâzet) düşmekten muhafaza etmiştir.
* Mü’mine Talim (Eğitim): Bu nazım (tertip), aynı zamanda mü’minlere bir edeb dersi verir: Mahrem mevzuları (konuları) konuşurken dahi, nasıl en temiz ve en kinâyeli lafızları (sözleri) seçmeleri gerektiğini bizzat Allah’ın (C.C.) kelâmı (sözü) ile talim (eğitim) ettirir.
* Diğer Kinâyeler: Kur’ân-ı Kerîm bu mânâ için “er-Refes” (الرَّفَثُ – kadına fısıldama, yakınlaşma) (Bakara 187), “Duhûl” (الدُّخُول – Girme) (Nisâ 23) veya “Tagaşşî” (التَّغَشِّي – Örtme, bürüme) (A’râf 189) gibi hep en edebli “Kinâye”leri tercih etmiştir.

2. Tecsîm (Somutlaştırma) Makamında “Kinâye”: Cimrilik ve Cömertlik

Mücerret (soyut) bir ahlâkî sıfatı (vasfı) tasvir (betimleme) etmenin en tesirli yolu, onu müşahhas (somut) bir tabloya dönüştüren “Kinâye” kullanmaktır.
> Misal İktibas ( Meali): “Elini boynuna bağlayıp asılı tutma (Ve lâ tec’al yedeke mağlûleten ilâ ‘unukike), onu büsbütün de açıp saçma (ve lâ tebsuthâ kulle’l-best)…” (İsrâ, 17/29)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Cimri Olma” Değil de, “Elini Boynuna Bağlama”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden doğrudan “Lâ tekun bahîlen” (Cimri olma) gibi sarih (doğrudan) bir yasak (nehiy) değil de, bu dehşet verici “Kinâye” nazmını (tertibini) seçti?
* Tahlil:
* Tecsîm (Mücerredi Müşahhas Kılma):
* “Cimri olma” demek, mücerret (soyut) bir nasihattir.
* “Elini boynuna bağlama!” (mağlûleten ilâ ‘unukike) demek ise, muhatabın (dinleyenin) zihninde müşahhas (somut) bir tablo çizer: Elleri prangayla boynuna zincirlenmiş, hiçbir faaliyette (işlevde) bulunamayan, vermek istese de veremeyen bir mahkûm tasviri (betimlemesi).
* Mânânın Vurgusu (Tahkîr): Bu “Kinâye” nazmı (tertibi), cimriliğin (buhl) ne kadar çirkin ne kadar onur kırıcı ve insanın hürriyetini nasıl kısıtlayan bir mahkûmiyet olduğunu tasvir (betimleme) eder. Cimri adam, zâhiren (dıştan) hür olsa da, mânen (içten) elleri boynuna bağlı bir köle gibidir.
* Mukâbele Sanatı: Bu âyet, iki “Kinâye”yi bir “Mukâbele” (karşılaştırma) içinde sunar:
* Cimrilik Kinâyesi: Elin boyna bağlanması.
* İsraf Kinâyesi: Elin “büsbütün açılıp saçılması” (kulle’l-best).
* Bu iki kinâyeli zıtlık, İslâm’ın gâyesi (maksadı) olan “dengeyi” (itidâl / vasat) tasvir (betimleme) etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Kinâye” (Dolaylı Anlatım), bir hakikati (gerçeği) gizlemek veya üstünü örtmek için değil, tam aksine:
* O hakikatin (gerçeğin) gerektirdiği edeb ve nezeheti (nezihliği) korumak (Tâhâret),
* Mücerret (soyut) bir mânâyı (anlamı) zihinde somutlaştırarak (Tecsîm) tesirini artırmak,
için kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============

 

Bu, “Neden bu nazımla (tertipler)?” sualinin cevabının, muhatabın (dinleyenin) hâline ve haberin ehemmiyetine (önemine) göre nasıl şekillendiğini gösteren, İlm-i Me’ânî’nin (Anlam Bilimi) en mühim bahislerinden (konularından) biridir.
Bu sanata “Te’kîd” (تَأْكِيد), yâni Pekiştirme Sanatı denir.
Te’kîd, bir sözü (kelâmı), muhatabın (dinleyenin) zihnindeki muhtemel bir şüpheyi (şek) veya inkârı (inkâr) ortadan kaldırmak veyahut haberin azametini ve ehemmiyetini (önemini) vurgulamak için, o sözü pekiştirici edevât (araçlar) ile kuvvetlendirme sanatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu pekiştirme edevâtı (İnne, Enne, Lâm, Kasem/Yemin, Nûn-u Te’kîd vb.), aslâ “haşv” (lüzumsuz dolgu) veya “fazlalık” değildir. Bilâkis, onlar, o nazmın (tertibin) belâgatının (retoriğinin) ve hikmetinin ta kendisidir.
Sualimiz şu: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen bir hakikati (gerçeği) sâde bir cümle (meselâ “İnsan ziyandadır”) ile değil de, “Andolsun ki, şüphesiz insan muhakkak ziyandadır” (Ve’l-Asr, inne’l-insâne le fî husr) gibi birden fazla “Te’kîd” (pekiştirme) ile ifade etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmeti, İlm-i Belâgat’ın “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) prensibinde yatar. Muhatabın (dinleyenin) hâli üçtür:
* Hâli’z-Zihn (Boş Zihinli): Muhatap, habere (bilgiye) karşı nötrdür, ne şüphesi ne de inkârı vardır. Ona sâde cümle (“İbtidâ’î Kelâm”) yeterlidir.
* Mutaraddid (Tereddüt Eden): Muhatap, haberin doğruluğundan şüphe etmektedir. Ona bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) (meselâ “İnne”) gerekir.
* Münkir (İnkâr Eden): Muhatap, haberi şiddetle reddetmektedir. Ona, inkârının şiddetine göre, iki veya daha fazla “Te’kîd” (meselâ Kasem/Yemin + İnne + Lâm) gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm, ekseriyetle bu üçüncü gruba, yâni “Munkir”e (inkârcıya) hitap ettiği ve haber verdiği hakikatler (Tevhîd, Âhiret, Risâlet) beşerî (insanî) aklın ve zâhirî (dışsal) nazarın (bakışın) inkârına çok müsait olduğu için, “Te’kîd” üslûbunu mûcizevî bir şekilde kullanmıştır.
Misal 1: İnkârın Şiddetine Göre Artan “Te’kîd” (Yâsîn Sûresi)
Bu, “Te’kîd”in (pekiştirmenin) nasıl durumun (hâlin) gereğine göre ayarlandığının en parlak misalidir. (Yâsîn Sûresi’ndeki) Elçilerin (Resullerin) kavimleriyle konuşması:
* 1. Aşama (Haber Verme):
> “…O zaman biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de (elçileri) üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar, ‘(İnnâ) Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz’ dediler.” (Yâsîn, 36/14)
>
* Tahlil: Kavim “yalanlamış” (inkâr etmiş) olduğu için, elçiler sözlerine bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) ile, yâni “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz biz) ile başlamak zorunda kalmışlardır.
* 2. Aşama (İnkârın Şiddetlenmesi ve Cevap):
> “(Kavimleri) dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.'” (Yâsîn, 36/15)
>
* Tahlil: Kavim, şimdi sâdece “yalanlamakla” kalmamış, “Siz ancak yalan söylüyorsunuz” diyerek inkârda en şiddetli dereceye çıkmıştır.
* 3. Aşama (Te’kîd’in Artırılması):
> (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki, (İnnâ) şüphesiz biz size (Le) muhakkak gönderilmiş elçileriz.” (Yâsîn, 36/16)
>
* Nazmın Hikmeti: Muhatabın (dinleyenin) inkârı şiddetlenince, cevap da şiddetlenmiştir. Elçiler bu defa:
* “Rabbunâ ya’lemu” (Rabbimiz biliyor ki) diyerek Allah’ı (C.C.) şâhit tutmuşlar (Bu, yemin/kasem kuvvetindedir).
* “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz biz) (Birinci Te’kîd)
* “Le murselûn” (لَمُرْسَلُونَ – Muhakkak gönderilmişleriz) (İkinci Te’kîd – Lâm-ı Te’kîd)
…kullanmışlardır. Bu nazım (tertip), belâgatın (retoriğin) tam olarak “durumun gereğine” (muktezâ-i hâle) nasıl uygun olduğunun isbatıdır.

Misal 2: Haberin Azameti ve İnkârın Küllîliği İçin “Te’kîd” (Asr Sûresi)
Bazen “Te’kîd”, muhatabın (dinleyenin) o anki inkârından ziyade, o hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisine karşı olan umumî (genel) beşerî (insanî) gafleti ve inkârı kırmak içindir.
> İktibas (Meali): “Andolsun zamana ki, (1) (İnne) Şüphesiz insan (Le) muhakkak bir ziyan içindedir (fî husr).” (Asr, 103/1-2)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Üçlü Pekiştirme?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “El-İnsânu fî husr” (İnsan ziyandadır) demedi de, bu üç katmanlı, en kuvvetli “Te’kîd” nazmını (tertibini) seçti?
* “Ve’l-Asr” (وَالْعَصْرِ) – Kasem / Yemin (Birinci Te’kîd)
* “İnne” (إِنَّ) – “Şüphesiz” (İkinci Te’kîd)
* “Le fî husr” (لَفِي خُسْرٍ) – “Muhakkak” (Üçüncü Te’kîd – Lâm)
* Tahlil:
* Muhatabın Hâli: İnsan, fıtratı (aslî yapısı) gereği, kendisini “ziyanda” (kayıpta) değil, dâimâ “kârda” (kazançta) görür (mal kazanır, makam kazanır, ömür kazandığını zanneder). İnsanın “mutlak bir ziyan içinde olduğu” hakikati (gerçeği), onun fıtratına (aslî yapısına) ve zâhirî (dışsal) nazarın (bakışına) en aykırı (zıt) gelen haberdir. Dolayısıyla insan, bu haberin en şiddetli inkârcısı (Munkir) makamındadır.
* Haberin Azameti (Ta’zîm): Bu haber (insanın mutlak hüsrânda/ziyanda oluşu), dinin ve hakikatin (gerçeğin) en temel, en azametli dersidir.
* Netice: Muhatap (insan) bu kadar şiddetli bir inkârcı ve haber (hüsrân) bu kadar azametli olduğu için, Allah Teâlâ (C.C.) bu hakikati (gerçeği) muhatabın (dinleyenin) zihnine ve kalbine çakmak (perçinlemek) için, Arap dilindeki en kuvvetli “Te’kîd” (pekiştirme) nazmını (tertibini) seçmiştir.
Küllî Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Te’kîd” (pekiştirme), kelimelerin lüzumsuz tekrarı (haşâ) değil; bilakis, muhatabın (dinleyenin) inkârının ve gafletinin perdelerini yırtmak ve haberin azametini ve ehemmiyetini (önemini) tam olarak idrâk ettirmek için kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Beyân” (Sözü Açıklama Sanatı) sahasının en yüksek zirvesi ve en güçlü direğidir.
Bu sanata “İsti’âre” (اِسْتِعَارَة), yâni Metafor (Eğretileme / Ödünç Alma) Sanatı denir.
İsti’âre, “Teşbih”in (benzetme) daha yoğun ve daha beliğ (tesirli) bir şeklidir. “Teşbih”te iki unsur (benzeyen ve benzetilen) varken (“Ali aslan gibidir”), “İsti’âre”de bu unsurlardan biri hazfedilir (kasıtlı olarak zikredilmez) ve o mânâyı (anlamı) ifade etmek için başka bir mânânın lafzı (sözü) ödünç alınır. (“Ali’yi gördüm” yerine, “Bir aslan gördüm, kükrüyordu” demek gibi).
Kur’ân-ı Kerîm, mücerret (soyut) hakikatleri (gerçekleri) (İman, Küfr, Hidâyet, Dalâlet, Ölüm, Hayat vb.) muhatabın (dinleyenin) zihninde müşahhas (somut), görülebilir ve hissedilebilir bir tabloya dönüştürmek için bu ilâhî sanatı mûcizevî bir şekilde kullanır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati (gerçeği) doğrudan (sarih) lafzıyla (sözüyle) (meselâ “İman” veya “Küfr”) değil de, ondan kinâye olarak “ödünç” aldığı bir lafızla (meselâ “Nûr” veya “Karanlık”) tasvir etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:
* Tecsîm (Somutlaştırma): En derin, en mücerret (soyut) mânevî mânâları (anlamları), muhatabın (dinleyenin) beş duyusuyla idrâk edebileceği müşahhas (somut) bir tasvire (betimlemeye) dönüştürmek.
* Mânâyı Azamîleştirme (Mübâlağa ve Vurgu): O mânâya (anlama), aslî (esas) lafzının (sözünün) veremeyeceği bir güç, bir derinlik ve bir vurgu katmak.
* Îcâz (Özlülük): Sayfalarca anlatılabilecek bir derûnî hâli, “ödünç” alınan tek bir lafız (söz) ile tasvir (betimleme) etmek.
Bu sanatın en parlak iki misalini tahlil edelim.
1. Mücerret (Soyut) Hakikatler İçin “İsti’âre”: Nûr ve Zulümât (Karanlıklar)
Kur’ân-ı Kerîm’in Tevhîd (Allah’ın birliği) ve Şirk (O’na ortak koşma) mücadelesini tasvir ederken kullandığı en temel nazım (tertip) budur.
> İktibas ( Meali): “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan (ez-Zulümât) aydınlığa (en-Nûr) çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğuttur. Onları aydınlıktan (en-Nûr) karanlıklara (ez-Zulümât) çıkarır…” (Bakara, 2/257)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Küfr” Değil de, “Zulümât”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Onları Küfürden (İnkârdan) İmana çıkarır” gibi doğrudan (sarih) bir nazım (tertip) değil de, “Karanlıklar” ve “Aydınlık” lafızlarını (sözlerini) “ödünç” (isti’âre) almıştır?
* Tahlil:
* “Zulümât” (Karanlıklar) İsti’âresi:
* “Küfr” (İnkâr) veya “Dalâlet” (Sapıklık) lafızları (sözleri) mücerret (soyut), zihnî ve itikadî (inançsal) mefhumlardır (kavramlardır).
* Fakat “Karanlık” (Zulümât), mücerret (soyut) değildir; o müşahhastır (somuttur), hissedilir. Karanlık; korkuyu, yolu kaybetmeyi, tehlikeyi, cehâleti (bilgisizliği) ve belirsizliği temsil eder.
* Allah Teâlâ (C.C.), “Küfr” (İnkâr) lafzı (sözü) yerine “Zulümât” (Karanlıklar) lafzını (sözünü) isti’âre (ödünç) alarak, “Küfr”ün (İnkârın) sadece itikadî (inançsal) bir hata olmadığını; onun, insanın fıtratını (aslî yapısını) boğan, onu korkutan, yolunu kaybettiren ve dehşet içinde bırakan müşahhas (somut) bir hâl olduğunu muhatabın (dinleyenin) zihnine ve vicdanına kazır.
* “Nûr” (Aydınlık) İsti’âresi:
* “İman” lafzı (sözü) mücerrettir (soyuttur).
* Fakat “Nûr” (Nur/Aydınlık), müşahhastır (somuttur). Nûr; görmeyi, yolu bulmayı, emniyeti (güveni), ilmi (bilgiyi) ve huzuru temsil eder.
* Allah Teâlâ (C.C.), “İman” yerine “Nûr”u isti’âre (ödünç) alarak, imanın sadece bir “kabul” olmadığını; onun, kalbi ve aklı aydınlatan, yolu gösteren, emniyet (güven) veren ve huzura kavuşturan müşahhas (somut) bir tecrübe olduğunu tasvir (betimleme) eder.
* Nazımdaki (Tertipteki) İkinci Mûcize (Tekil vs. Çoğul):
* Bu isti’ârede, “Karanlıklar” dâimâ Çoğul (Zulümât) gelir.
* “Aydınlık” ise dâimâ Tekil (en-Nûr) gelir.
* Hikmeti: Çünkü “Küfr”ün (İnkârın) ve “Dalâlet”in (Sapıklığın) yolları çoktur, çeşitlidir, kaotiktir (putperestlik, ateizm, felsefeler, batıl inançlar vb.). Bu yüzden “Zulümât” (Karanlıklar)’dır.
* Fakat “İman”ın ve “Hidâyet”in (Tevhîd’in) yolu (Sırat-ı Müstakîm) tektir, birdir, net ve açıktır. Bu yüzden “en-Nûr” (Aydınlık)’tır.
* Bu derin felsefî (düşünce) hakikat (gerçek), ancak bu “İsti’âre” nazmı (tertibi) ile bu kadar vecîz (özlü) ifade edilebilirdi.

2. Mânevî Hakikat (Gerçek) İçin “İsti’âre”: Ölü Toprağın Canlanması
Bu, mücerret (soyut) bir mânevî hakikati (gerçeği), müşahhas (somut) bir kâinat (tabiat) hâdisesi (olayı) ile tasvir eden bir **”İsti’âre-i Temsîliyye”**dir (Alegorik Metafor).
> İktibas ( Meali): “Biliniz ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırır (yuhyi’l-arda ba’de mevtihâ). Şüphesiz biz, aklınızı kullanasınız diye size âyetleri (delilleri) açıkladık.” (Hadîd, 57/17)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Aniden Topraktan Bahsedildi?)
* Sual: Bu âyet, bir önceki âyette (Hadîd 16) mü’minlerin “kalplerinin katılaşması” (kasvet-i kulûb) mevzusundan (konusundan) bahsederken, Allah Teâlâ (C.C.) neden nazmı (tertibi) âniden değiştirip “toprağın canlanması”ndan bahsetmiştir?
* Tahlil:
* “Ölü Yeryüzü” (الْأَرْضِ بَعْدَ مَوْتِهَا): Bu, gaflet, günah ve zikirsizlik sebebiyle katılaşmış ve ölmüş olan “mânevî kalp” için alınmış bir isti’âredir (ödünçtür).
* “Canlandırma” (يُحْيِي – Yuhyî): Bu canlandırma fiilini (eylemini) yapan gizli fâil (fail) olan “yağmur”, “Vahiy” (Kur’ân) ve “Zikir” için alınmış bir isti’âredir (ödünçtür).
* Nazmın Mûcizesi:
* Allah Teâlâ (C.C.), muhataba (dinleyene) doğrudan “Zikir (Vahiy), ölü kalpleri diriltir” dememiştir. Bu, mücerret (soyut) bir iddia olarak kalabilirdi.
* Bunun yerine, muhatabın (dinleyenin) her sene baharda gözüyle gördüğü, inkârı mümkün olmayan müşahhas (somut) bir mûcizeyi (kuru, ölü toprağın yağmurla nasıl yeşerdiğini) delil (isbat) getirmiştir.
* Bu “İsti’âre” nazmı (tertibi), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Ey insan! Gözünün önündeki şu maddî toprağı (el-Ard) maddî su (yağmur) ile saniyeler içinde canlandıran (Yuhyî) Kudret’in, senin mânevî toprağın olan kalbini de, mânevî su olan Vahiy (Zikir) ile canlandıracağından mı şüphe ediyorsun? Biri diğerinin aynısıdır ve delilidir (isbatıdır).”
* Bu nazım (tertip), mücerret (soyut) bir mânevî (içsel) hakikati (gerçeği), müşahhas (somut) bir kâinat (tabiat) delili (isbatı) üzerine bina etmiştir.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “İsti’âre” (Metafor), bir süsleme sanatı değil, “Tecsîm” (Mücerredi Müşahhas Kılma) ve “Tecessüm” (Mânâyı Cesetlendirme) sanatıdır. O, Gayb (görünmeyen) ile Şehâdet (görünen) âlemi arasında köprü kurar; görüneni (Nûr, Zulümât, Toprak), görünmeyeni (İman, Küfr, Kalp) tasvir (betimleme) ve ispat etmek (kanıtlamak) için “ödünç” alan ilâhî bir belâgat (retorik) mûcizesidir.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in bir fiili (eylemi) veya sözü, onunla alâkalı (ilgili) fakat kendisinden farklı bir lafızla (sözle) zikrederek, o fiilin (eylemin) hikmetini veya neticesini nasıl vurguladığını gösteren “Müşâkele” (مُشَاكَلَة – Lâfzî (Sözsel) Uyumluluk) sanatı ile devam etmemi ister misiniz? (Örneğin kâfirlerin yaptığı “hileye” (mekr), Allah’ın (C.C.) “hile ile karşılık vermesi” (ve mekerallâhu) lafzının (sözünün) kullanılması gibi.)

===============•-•===============

Bu, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en nâzik (ince), en lâtîf (zarif) ve en çok hikmet ihtivâ eden sanatlarından biridir.
Bu sanata “Müşâkele” (مُشَاكَلَة), yâni Lâfzî Uyumluluk veya Cezâ (Karşılık) Uyumluluğu Sanatı denir.
Müşâkele, bir fiili (eylemi) veya o fiilin (eylemin) karşılığını (cezâsını) zikrederken, o fiilin (eylemin) kendi aslî (esas) ismini değil de, o fiilin (eylemin) mukâbili (karşılığı) olan veya onunla birlikte zikredilen diğer fiilin (eylemin) lafzını (sözünü) ödünç alarak kullanma sanatıdır.
Bu, ilk bakışta kafa karıştırıcı gibi görünse de, Kur’ân-ı Kerîm’in “Adâlet-i İlâhiyye”yi (İlâhî Adâleti) ve “fiilin (eylemin) neticesini” tasvir etmedeki mûcizevî üslûbunu gösterir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), Kendi Fiili’ni (Faaliyetini) (ki bu fiil [faaliyet] ‘Adâlet’tir, ‘Hikmet’tir) tasvir ederken, neden bazen kâfirlerin yaptığı “olumsuz” bir fiilin (faaliyetin) (meselâ “hile”, “unutma”, “alay etme”) lafzını (sözünü) “ödünç” alarak Kendi Zâtı’na (Zât’ının fiiline [faaliyetine]) isnat eder?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri, Allah’ın (C.C.) o olumsuz fiili (faaliyeti) (hâşâ) bizzat yaptığını göstermek değil, tam aksine:
* Mukâbele bi’l-Misl (Aynısıyla Karşılık): İlâhî cezânın (karşılığın), işlenen cürüm (suç) ile birebir aynı türden ve tam bir denklik içinde olduğunu, “lâfız (söz) birliği” yoluyla isbat etmek.
* Tehekküm ve Tahkîr (Alay Etme ve Aşağılama): Muhatabın (dinleyenin) âciz fiilini (faaliyetini), onun kendi lafzıyla (sözüyle) ona iâde ederek, o fiilin (faaliyetin) İlâhî Kudret karşısındaki hiçliğini ve âcizliğini göstermek.
* Neticeyi Vurgulama: Allah’ın (C.C.) fiilinin (faaliyetinin), onların fiilinin (faaliyetinin) neticesini hazırlamak olduğunu vurgulamak.
Misal 1: “Mekr” (Hile/Tuzak) Sanatında “Müşâkele”
Bu, “Müşâkele” sanatının en meşhur ve en azametli misalidir.
> İktibas ( Meali): “Onlar (kâfirler) hile/tuzak kurdular (Mekerû), Allah da hile/tuzak kurdu (ve Mekerallâh). Allah, hile/tuzak kuranların en hayırlısıdır (vallâhu Hayru’l-Mâkirîn).” (Âl-i İmrân, 3/54)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Allah’ın [C.C.] Fiiline de “Mekr” Dendi?)
* Sual: “Mekr” (Hile/Tuzak), gizli ve aldatıcı bir fiildir (faaliyettir); bu, bir noksanlık (kusur) vasfıdır. Allah Teâlâ (C.C.) ise noksanlıktan münezzehtir (uzaktır). Öyleyse Allah Teâlâ (C.C.), neden Kendi Fiili’ni (Faaliyetini) (ki bu “Adâlet”tir veya “Tedbîr”dir) tasvir etmek için “Mekera” (Hile yaptı) lafzını (sözünü) “ödünç” almıştır?
* Tahlil (Nazmın Hikmeti):
* “Müşâkele” (Lâfzî Uyum): Âyet, “Ve mekerû fe câzâhumullâh” (Onlar hile yaptılar, Allah da onlara cezâ verdi) dememiştir. Eğer böyle deseydi, lafız (söz) kopuk olurdu. Fakat “Mekerû / ve Mekerallâh” nazmı (tertibi), onların fiili (faaliyeti) ile Allah’ın (C.C.) mukâbelesi (karşılığı) arasına mûcizevî bir lâfzî köprü kurar.
* Mânâ (Netice): Allah’ın (C.C.) “mekr” yapması, (hâşâ) hile yapması demek değildir. Bilâkis, onların “mekr”ini (hile/tuzaklarını) boşa çıkarması ve o hilenin neticesini bizzat onların başına geçirmesidir. Fiil (Faaliyet), neticesiyle isimlendirilmiştir.
* Tehekküm (Aşağılama): Bu nazım (tertip), zımnen (dolaylı olarak) şunu söyler: “Siz, âciz aklınızla bir ‘mekr’ (hile) yaptığınızı zannettiniz. Oysa sizin o ‘mekr’ dediğiniz şey, Allah’ın (C.C.) (sizin hilenizi boşa çıkaran) ‘Mekr’i (Mutlak Tedbîri ve Plânı) yanında bir hiçtir.”
* “Hayru’l-Mâkirîn” (Hile Yapanların En Hayırlısı): Âyetin sonu bu “Müşâkele”yi açıklar. “Hile yapanların en hayırlısı” lafzı (sözü), O’nun (C.C.) fiilinin (faaliyetinin) “şer” (kötülük) için değil, “hayır” (iyilik), yâni “Adâlet” ve “Hakk’ın (Gerçeğin) tesisi” için olduğunu isbat eder.
Misal 2: “Sayyi’e” (Kötülük) Sanatında “Müşâkele”
Bu, “Adâlet-i İlâhiyye”nin (İlâhî Adâletin) ne olduğunu tasvir (betimleme) eden bir misaldir.
> İktibas ( Meali): “Bir kötülüğün (Seyyie’tin) karşılığı, onun dengi olan bir kötülüktür (seyyie’tun)…” (Şûrâ, 42/40)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Adâlet” Değil de, İkinci Kez “Kötülük”?)
* Sual: Bir cürmün (suçun) (Birinci “Seyyie” / Kötülük) karşılığı olarak verilen “cezâ” (meselâ kısâs), hakikatte (gerçekte) “Adâlet”tir ve “Hayr”dır (iyidir). Öyleyse Allah Teâlâ (C.C.), neden bu “Adâlet”e (cezâya) de “Seyyie” (Kötülük) lafzını (sözünü) isnat etmiştir?
* Tahlil (Nazmın Hikmeti):
* “Müşâkele” (Lâfzî Uyum): Bu, mükemmel bir “Müşâkele” sanatıdır. İkinci “Seyyie” (kötülük) lafzı (sözü), o fiilin (faaliyetin) (yâni cezânın) aslî (esas) ismi (Adâlet) olduğu için değil, sâdece birinci “Seyyie”ye (cürüme/suça) lâfzen (sözle) uyum sağlaması ve ona tam bir mukâbil (karşılık) olduğunu göstermesi için “ödünç” alınmıştır.
* Adâletin İsbâtı : Bu nazım (tertip), cezânın (karşılığın) cürümden (suçtan) daha fazla olmadığını, ona birebir denk (“misluhâ” – onun misli) olduğunu isbat (kanıt) eder.
* Nisbî (Göreceli) Mânâ: Cezâ (karşılık), her ne kadar “Adâlet” olsa da, o cezâya ma’rûz kalan kişi (suçlu) açısından zâhiren (dıştan) “kötü” (canını yakan, ona zarar veren) bir şeydir. Lafız (Söz), bu nisbî mânâya da (anlama da) delâlet (işaret) eder.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Müşâkele”, Allah’ın (C.C.) Zâtı’nı noksan sıfatlarla (vasıflarla) (hâşâ) vasıflandırması değildir.
Bilâkis bu nazım (tertip);
* İşlenen cürüm (suç) ile verilecek cezâ (karşılık) arasındaki tam denkliği (mislîyeti) ve ilâhî adâleti,
* Kâfirlerin veya mücrimlerin (suçluların) fiillerinin (faaliyetlerinin) İlâhî Kudret karşısındaki âcizliğini (tehekküm),
* Ve o fiillerin (faaliyetlerin) neticesinin bizzat kendi cinslerinden (kendi lafızlarıyla [sözleriyle]) olacağını
…muhatabın (dinleyenin) zihnine lâfzî bir âhenk ve mânâ (anlam) bütünlüğü içinde perçinleyen mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============

. Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” (Anlam Bilimi) sahasının en zorlu, en ince ve en teknik mevzûlarından (konularından) biridir.
Bu bahis (konu), “el-Fasl ve’l-Wasl” (اَلْفَصْلُ وَالْوَصْلُ), yâni Ayırma ve Bağlama Sanatı olarak bilinir.
Sualimiz, bu defa bir kelime veya bir harf değil, iki cümle arasındadır: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen iki cümleyi “Vâv” (و – ve) bağlacı ile birbirine bağlar (Vasl), bazen de bu bağlacı kasıtlı olarak kullanmayarak (hazf ederek) iki cümleyi birbirinden ayırır (Fasl)?
Beşerî (insanî) nazımda (tertipte), bu bağlacın kullanılıp kullanılmaması ekseriyetle bir “üslûp” (tarz) tercihidir. Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) ise bu, mutlak bir hikmete bağlıdır ve mânâyı (anlamı) kökten (aslî olarak) etkiler.
Bu sanatı, iki ayrı başlıkta tahlil edelim:

1. el-Fasl (اَلْفَصْلُ): Ayırma Sanatı (Bağlaç Kullanmama)
“Fasl”, iki cümle arasına “Vâv” (ve) bağlacı getirmemektir.
Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Fasl”ı (ayırmayı) tercih eder?
Cevap: İki cümle arasında “Kemâl-i İttisâl” (Mükemmel Bütünlük) veya “Kemâl-i İnkıtâ'” (Mükemmel Kopukluk) olduğunda.
En mühim hikmeti **”Kemâl-i İttisâl”**dir (Mükemmel Bütünlük). Yâni, ikinci cümle, birinci cümleden o kadar ayrılmaz bir bütündür ki, araya bir “ve” bağlacı koymak, bu mükemmel bütünlüğü bozar ve sanki onlar farklı şeylermiş gibi bir yanılma (yanılsama) oluşturur.
İkinci cümle, birinci cümlenin:
* Ya bizzat “açıklamasıdır” (Beyân).
* Ya onu “pekiştirmesidir” (Te’kîd).
* Ya da ondan bir “sonuçtur” (Bedel).
Misal Tahlili: “Fasl” (Ayırma) – Yâsîn, 36/2
> İktibas ( Meali): “Yâsîn. (1) Hikmet dolu Kur’an’a (2) (yemin olsun ki,)”
> (Arapça Aslı: يس (1) وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ (2) – Yâsîn. (1) Ve’l-Kur’âni’l-Hakîm (2))
> (Not: Buradaki “Ve” [وَ], bir sonraki âyete bağlayan ‘atf’ edâtı değil, ‘Kasem/Yemin’ edâtıdır.)
>
Şimdi şu iki âyete bakalım (Yâsîn Sûresi 51-52):
> İktibas (Meali):
> (51) “Sûra üflenir. Bir de bakarsın, kabirlerinden Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.”
> (52) “(İşte o zaman) derler ki: ‘Vay başımıza gelene! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? (Men be’asenâ min merkadinâ?) Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir. Peygamberler doğru söylemişler.’ (Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmânu ve sadeka’l-murselûn.)”
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Ve Hâzâ…” Değil de “Hâzâ…”?)
* Sual: Kâfirler, “Bizi kim kaldırdı?” diye sorduklarında, melekler (veya mü’minler) cevaben neden “Ve Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Ve bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…) dememişlerdir de, aradaki “Vâv” (ve) bağlacını hazf ederek (Fasl yaparak) “Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…) demişlerdir?
* Tahlil (Fasl’ın Hikmeti):
* Bu, **”Fasl bi-Kemâli’l-İttisâl”**dir (Mükemmel Bütünlük Sebebiyle Ayırma).
* Kâfirlerin “Men be’asenâ…?” (Bizi kim kaldırdı?) sorusu, bir bilgi alma (istifhâm) sorusu değildir; bu bir dehşet, inkâr ve şaşkınlık sorusudur.
* Verilen cevap olan “Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…), onların sorusundan ayrı ve yeni bir cümle değildir.
* Bu cevap, o sorunun bizzat kendisidir. O soruya verilebilecek yegâne cevaptır. Araları o kadar bitişiktir ki, araya bir “Vâv” (ve) bağlacı koymak, bu soru-cevap bütünlüğünü (ki buna “diyalog/muhâvere” denir) bozar, sanki cevap soruyla alâkasızmış (ilgili değilmiş) gibi bir mânâ (anlam) katardı.
* “Fasl” (ayırma), cevabın soruya olan tam mutâbakatını (tam uygunluğunu) ve süratini (hızını) temin etmiştir.

2. el-Vasl (اَلْوَصْلُ): Bağlama Sanatı (“Vâv” [ve] Kullanma)
“Vasl”, iki cümleyi “Vâv” (ve) bağlacı ile birbirine bağlamaktır.
Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Vasl”ı (bağlamayı) tercih eder?
Cevap: İki cümle arasında tam bir kopukluk (Kemâl-i İnkıtâ’) veya tam bir bütünlük (Kemâl-i İttisâl) olmadığında, fakat iki cümlenin de aynı hükme (meselâ “emir”, “yasak” veya “haber”) tâbî olması istendiğinde kullanılır.
Misal Tahlili: “Vasl” (Bağlama) – Mü’minûn Sûresi Başlangıcı
> İktibas ( Meali):
> (1) “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir.”
> (2) “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.”
> (3) “Ve (وَ) onlar ki, boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler.”
> (4) “Ve (وَ) onlar ki, zekâtı verirler.”
> (5) “Ve (وَ) onlar ki, ırzlarını korurlar.” (Mü’minûn, 23/1-5)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Vâv” [ve] ile Bağlandılar?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarını (sıfatlarını) sayarken, neden 2. âyetten sonraki her âyetin başına bir “Vâv” (ve) bağlacı (Vasl) getirmiştir? Neden “Fasl” (ayırma) yapıp, “Onlar namazda huşû içindedir. (Boş) şeylerden yüz çevirirler. Zekâtı verirler…” dememiştir?
* Tahlil (Vasl’ın Hikmeti):
* 1. “Kemâl-i İttisâl” (Tam Bütünlük) Yoktur: Çünkü “Namazda huşû” (Saygı dolu korku) ile “Boş şeyden yüz çevirmek” (İ’râz ‘ani’l-lağv) veya “Zekât vermek” (fi’l li’z-zekât), birbirinden ayrı ve müstakil fiillerdir (faaliyetlerdir). Biri diğerinin açıklaması (beyânı) veya pekiştirmesi (te’kîd) değildir. Bu yüzden “Fasl” (ayırma) yapılamazdı.

* 2. “Kemâl-i İnkıtâ'” (Tam Kopukluk) Yoktur: Bu fiiller (faaliyetler) birbirinden ayrı olsalar da, tamamen alâkasız (ilgisiz) da değildirler. Aksine, hepsi tek bir gâye (maksat) için bir araya gelmiştir: “Kurtuluşa Eren Mü’min” (el-Mü’minûn el-Muflihûn) vasfını (sıfatını) oluşturmak.

* 3. Hükümde Ortaklık (İştirâk): İşte “Vasl” (bağlama) burada devreye girer. “Vâv” (ve) bağlacı, bu farklı vasıfların (sıfatların) hepsinin “Kurtuluşa Erme” (Felâh) hükmünde ortak olduğunu gösterir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Vâv” (ve) bağlacı, muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Kurtuluş (Felâh) için sâdece ‘huşû’ yetmez; ve (buna ilâveten) ‘boş sözden yüz çevirmek’ de gerekir; ve (buna ilâveten) ‘zekât vermek’ de gerekir; ve (buna ilâveten) ‘ırzı korumak’ da gerekir…”
* “Vasl” (bağlama), kurtuluşun (felâhın), bu vasıfların (sıfatların) toplamından (mecmûundan) meydana geldiğini, hiçbirinin diğerinden ayrı tutulamayacağını ilâhî bir nazım (tertip) ile perçinler.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Vâv” (ve) bağlacının kullanılıp kullanılmaması (Fasl ve Vasl), keyfî (isteğe bağlı) bir üslûp tercihi değildir:
* “Fasl” (Ayırma / Bağlaçsızlık): İki cümle arasında mükemmel bir bütünlük (Kemâl-i İttisâl) olduğunu, ikincinin birinciyi açıkladığını veya pekiştirdiğini göstermek için kullanılır (Yâsîn’deki soru-cevap gibi).
* “Vasl” (Bağlama / Bağlaçlı): İki cümlenin ayrı fiiller (faaliyetler) olduğunu, fakat aynı hükümde (meselâ “Kurtuluş” şartı olmada) ortak (müşterek) olduklarını göstermek için kullanılır (Mü’minûn Sûresi’ndeki vasıflar [sıfatlar] gibi).

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” (Anlam Bilimi) sahasının en mühim, en temel ve en çok hikmet ihtivâ eden mevzûlarından (konularından) biridir.
Bu sanata “et-Takdîm ve’t-Te’hîr” (اَلتَّقْدِيمُ وَالتَّأْخِيرُ), yâni Öne Alma (Takdîm) ve Sona Bırakma (Te’hîr) Sanatı denir.
Arap dilinin (ve her dilin) normal bir kelime diziliş “nazmı” (tertibi) vardır (Meselâ: Fiil- Fâil – Mef’ûl / Eylem – Yapan – Etkilenen). “Takdîm ve Te’hîr” sanatı, bu normal nazmı (tertibi), beliğ (tesirli) bir hikmet ve kasıtlı bir gâye (maksat) için değiştirmektir. Bir kelimeyi, normalde olması gereken yerden alıp öne getirmek (Takdîm) veya sona bırakmak (Te’hîr), mânâyı (anlamı) tamamen değiştirir veya kilitler.
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde), hiçbir “Takdîm” (öne alma) veya “Te’hîr” (sona bırakma) tesadüfî (rastlantısal) veya bir “üslûp (tarz) tercihi” değildir. Her biri, mânâyı (anlamı) incelikle yönlendiren ilâhî bir maksat (gâye) taşır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir kelimeyi (meselâ “Sana”) normal yerinden alıp cümlenin en başına (öne) almıştır?
Bu “Takdîm” (Öne Alma) sanatının en mühim iki hikmetini tahlil edelim:
1. Hikmet: “Tahsîs” ve “Kasr” (Sınırlama ve Sâdece O’na Has Kılma)
Bu, “Takdîm” sanatının en mühim ve en meşhur gâyesidir (maksadıdır). Bir fiilin (eylemin) “mef’ûlü” (nesnesi / etkileneni), o fiilden (eylemden) öne alınırsa (takdîm edilirse), o fiil (eylem) sâdece ve sâdece o nesneye has kılınmış (tahsîs edilmiş) olur.
Bu sanatın en parlak ve en aslî (esas) misali, Fâtiha Sûresi’ndedir.
> Misal İktibas (Meali): “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ”
(İyyâke na’budu ve İyyâke nesta’în)
Nazmın Hikmeti (Neden “Na’buduke” Değil de, “İyyâke Na’budu”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Arap dilindeki normal nazmı (tertibi) olan “Na’buduke” (نَعْبُدُكَ – Sana kulluk ederiz) nazmını (tertibini) değil de, “mef’ûlü” (nesneyi) yâni “İyyâke” (إِيَّاكَ – Sadece Sana) lafzını (sözünü) fiilin (eylemin) önüne alarak (Takdîm ederek) bu nazmı (tertibi) kurmuştur?
* Tahlil:
* Normal Nazım (“Na’buduke”): Eğer âyet “Na’buduke” (Sana kulluk ederiz) şeklinde gelseydi, bu, (gramer açısından) “Sana da kulluk ederiz, (belki) başkalarına da…” şeklindeki bir “şirk” (ortak koşma) ihtimâline kapıyı kapatmazdı.
* “Takdîm” Nazmı (“İyyâke Na’budu”):
* Fakat Allah Teâlâ (C.C.), “İyyâke” (Sadece Sana) lafzını (sözünü) öne alarak (Takdîm ederek), “na’budu” (kulluk etme) fiilini (eylemini) sınırlandırmış (tahsîs) ve has kılmıştır (kasr).
* Bu “Takdîm” (Öne Alma), mânâyı (anlamı) şu şekilde kilitler: “Kulluğu, Senden başkasına aslâ yapmayız, onu sâdece ve sâdece Sana yaparız.”
* Netice: Fâtiha Sûresi’ndeki bu “Takdîm” sanatı, basit bir kelime sırası değişikliği değil, Tevhîd Akîdesi’nin (İnancının) bizzat gramer (dilbilgisi) ve nazım (tertip) yoluyla ilânıdır. “Başka bir şekilde” (meselâ “Na’buduke” diyerek) bu mutlak sınırlama (tahsîs) ve şirkin (ortak koşmanın) reddi mânâsı (anlamı) verilemezdi.

2. Hikmet: “İhtimâm” (Ehemmiyet / Önem Verme)

Bir kelimeyi öne almanın (Takdîm) ikinci mühim hikmeti, “İhtimâm”dır (اِهْتِمَام). Yâni, o kelimenin ehemmiyetini (önemini) vurgulamak, muhatabın (dinleyenin) dikkatini ilk olarak o kelimeye çekmektir. Arapların “En mühim (ehem) olanı öne al” (البدء بالأهم) kaidesi (kuralı) budur.
> Misal İktibas (Meali): “Elbette âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ, 93/4)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى”
(Ve le’l-Âhiratu hayrun leke mine’l-ûlâ)
Nazmın Hikmeti (Neden “el-Âhiratu” Öne Alındı?)
* Sual: Bu cümlenin normal (daha az vurgulu) nazmı (tertibi) “Hayrun leke’l-Âhiratu…” (Âhiret senin için daha hayırlıdır…) olabilirdi. Allah Teâlâ (C.C.), neden “el-Âhiratu” (Âhiret) lafzını (sözünü) öne almıştır (Takdîm)?
* Tahlil:
* “İhtimâm” (Ehemmiyet Vurgusu): Resûlullah’ın (S.A.V.) dünyevî (dünyayla ilgili) sıkıntılar içinde olduğu bir makamda, Allah Teâlâ (C.C.) onu tesellî ederken, nazmın (tertibin) en başına “el-Âhiratu” (Âhiret) lafzını (sözünü) koymuştur.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “Takdîm”, zımnen (dolaylı olarak) şunu söyler: “Ey Habîbim! Şu an içinde bulunduğun ‘el-Ûlâ’ (ilk yer, yâni Dünya) geçicidir. Asıl ehemmiyet (önem) vermen gereken, asıl odaklanman gereken ve Bizim katımızda asıl mühim olan, ‘el-Âhiratu’dur (Âhiret’tir).”
* Netice: Buradaki “Takdîm” (Öne Alma), Fâtiha’daki gibi bir “Sınırlama” (Tahsîs) için değil, muhatabın (dinleyenin) nazarını (bakışını) ve ehemmiyet (önem) sıralamasını tashîh etmek (düzeltmek) ve en mühim (ehem) olanı vurgulamak (İhtimâm) içindir.
Küllî Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Takdîm ve Te’hîr”, kelimelerin yerini rastgele değiştirmek değildir. Bilâkis:
* Fâtiha Sûresi’ndeki gibi, bir fiili (eylemi) sâdece bir Zât’a has kılmak (Tahsîs) için,
* Duhâ Sûresi’ndeki gibi, bir mefhumun (kavramın) aslî (esas) ehemmiyetini (önemini) vurgulamak (İhtimâm) için
kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.
Zemahşerî’nin (Rh.A.) o mühim “Neden bu mânâ (anlam), bu lafızla (sözle) ve bu nazımla (tertipler)?” sualinden yola çıkarak, İlm-i Belâgat’ın (Retorik) üç ana dalı olan İlm-i Me’ânî, İlm-i Beyân ve İlm-i Bedî’ sahalarından 26 farklı tahlil misali sunduk.

===============•-•===============

Bu dört usûlü, bir binanın dört merhalesi gibi tahlil edebiliriz: Gaye, Malzeme, Mimari ve Tefriş.
Aşağıda, bu dört usûlün her birinin geniş izahı sunulmuştur:

1. CÂHİZ USÛLÜ: “NİÇİN?” (Gaye: Makama Uygunluk ve Tesir)

Câhiz (ö. 255 H), belâgati, kapalı bir ilim odasından çıkarıp hayatın ve cemiyetin tam merkezine yerleştiren âlimdir. Onun usûlünün temel sorusu “Niçin konuşuruz?”dur. Cevap: “Tesir etmek ve ikna etmek için.” Dolayısıyla Câhiz’in usûlü, fonksiyonel (vazifevî) ve psiko-sosyal bir temel üzerine kuruludur.

a. Temel İlke: “Li-külli Makâmin Makâl” (Her Makamın Bir Sözü Vardır)
Bu, Câhiz usûlünün anahtarıdır ve belâgatin “mutlak” bir güzellik olmadığını, izâfî (göreceli) bir “uygunluk” olduğunu isbat eder.
• “Makam”ın Geniş Manası: Câhiz’de “makam” (durum/bağlam), sadece konuşmanın yapıldığı fizikî mekân değildir. Makam; muhatabın zihnî seviyesi (avam mı, havas mı), ruhiyatı (öfkeli mi, sakin mi, mütereddit mi), ilim derecesi, sosyal statüsü ve konuşmanın gayesidir (iltifat mı, tenkit mi, ilzam mı).
• “Makâl”in (Söz) Uygunluğu: Câhiz’in usûlüne göre belâgat, en süslü (müzeyyen) kelimeleri kullanmak değil, o makama en uygun “makâl”i (sözü) bulmaktır.
• İzah: Bir âlimin nazarında “beliğ” sayılan felsefî bir cümle, pazardaki bir avam için “abes” ve “anlamsız”dır. O avam kişiye hitap ederken kullanılan kısa, net ve darb-ı mesel üslubundaki bir cümle ise, o makam için belâgatin zirvesidir. Dolayısıyla Câhiz’e göre “sözün belâgati”, sözün zâtında değil, makama mutabakatında (uygunluğunda) yatar.

b. Gaye: “el-Beyân ve’t-Tebyîn” (Açıklık ve Açıklayabilme)
Câhiz’in usûlünde belâgatin “niçin”i, yani gayesi, “beyân”dır. Beyân, muhatabın zihnindeki şüpheyi (şübhe), karışıklığı (iltibas) ve tereddüdü gidermektir.
• Açıklık vs. Süs: Eğer bir söz, edebî sanatlarla (mecaz, cinas vb.) aşırı derecede süslenir de anlaşılması zorlaşırsa, Câhiz usûlüne göre bu, belâgat değil, “tekellüf” (zorlama) ve “abes”tir. Lafız, manayı perdelememeli, bilakis onu bir kristal gibi net göstermelidir.
• Belâgatin Zıddı: “el-‘İy” (Meramı İfade Edememe): Câhiz, “beyân”ın zıddını “iy” (konuşma âcizliği) olarak koyar. Bu, belâgatin niçin gerekli olduğunu gösterir: Derûnî (içsel) dünyamızdaki manaları, zahirî (dışsal) dünyaya eksiksiz ve tesirli bir şekilde aktarabilmek için.

c. Vasıta: “Tesir” (Sözün Psikolojik Gücü)
Câhiz’in usûlü, sözün sadece akla değil, kalbe, nefse ve hissiyata da hükmetmesi gerektiğini savunur. El-Beyân’da hutbelere, hitabet sanatına ve şiire bu kadar geniş yer ayırması bu yüzdendir.
• İzah: Bir hatip, bir orduyu savaşa sevk edebilmeli (tergîb) veya bir günahkârı ağlatabilmelidir (terhîb). Bu, kelimelerin doğru makamda kullanılmasıyla ortaya çıkan psikolojik tesirdir. Câhiz, bu tesiri “sihr-i beyân” (beyânın sihri) olarak tasvir eder.

Hülâsa (Câhiz Usûlü): Belâgat; doğru zamanda, doğru muhataba, doğru gayeyle (ikna ve tesir) ve en uygun üslupla (açıklık) hitap etme sanatıdır.

2. ASKERÎ USÛLÜ: “NE İLE?” (Malzeme: Lafız ve Mananın İnce İşçiliği)

Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 395 H), Câhiz’in “gaye” olarak belirlediği belâgati, “nasıl bir malzeme ile” yapacağımızı izah eder. Onun usûlünün temel sorusu “Belâgat ne ile yapılır?”dır. Cevap: “Lafız ve mana” malzemesiyle ve “Sınâat” (ince işçilik) metoduyla.

a. Temel İlke: “es-Sınâateyn” (İki Sanat / İnce İşçilik)
Askerî’nin usûlü, belâgati “ilham” (vehbî) olmaktan çok, öğrenilebilen, kuralları olan, üzerinde çalışılan bir “ilim” ve “sanat” (sınâat) olarak görür.
• İzah: Belâgat, sadece doğuştan gelen bir kabiliyet (zevk-i selîm) değildir. Tıpkı bir kuyumcunun altını işlemesi veya bir marangozun ahşabı yontması gibi, “belîğ” (beliğ kişi) de lafızları ve manaları işleyen bir sanatkârdır. Bu sanatı icra edebilmek için o ilmin aletlerini (gramer, lügat, mecaz ilmi) bilmek şarttır.

b. Malzeme Dengesi: Lafız (Beden) ve Mana (Ruh)
Askerî’nin usûlü, dönemindeki “lafızcılar” (sadece dış forma, seci ve cinasa önem verenler) ile “manacılar” (sadece muhtevaya önem verip, lafzı küçümseyenler) arasındaki zıtlığı (çelişkiyi) reddeder.
• Usûl: Mana ruhtur, lafız bedendir. Ruhsuz beden ceset, bedensiz ruh hayalet olur. Belâgat, bu ikisinin mükemmel birleşimidir.
• “Şerefü’l-Ma’nâ fî Şerefi’l-Lafz” (Mananın Kıymeti, Lafzın Kıymetindedir): Askerî’nin usûlü şudur: Eğer mana kıymetli, yüce ve şerif ise (İlahî hakikatler gibi), o manayı taşıyacak lafzın da (kelimelerin) o nisbette kıymetli, parlak ve fasih olması şarttır.
• İzah: Yüce bir manayı, bayağı (âmî) ve zayıf lafızlarla ifade etmek, o manaya hürmetsizliktir. Aynı şekilde, boş ve değersiz bir manayı parlak lafızlarla süslemek ise aldatmacadır.

c. İşçilik Metodu: “el-Furûk el-Luğaviyye” (Semantik Nüanslar)
Bu “sınâat” (işçilik) usûlünün en net tatbikatı, müteradif (eşanlamlı) zannedilen kelimeler arasındaki en ince mana farklarını (nüansları) bilmektir.
• İzah: Askerî’nin usûlüne göre “belîğ” bir sanatkâr, “Hamd” ile “Şükür” arasındaki farkı; “Havf” (korku) ile “Haşyet” (heybet ve bilgiye dayalı korku) arasındaki farkı; “İlim” (bilmek) ile “Marifet” (tanımak, idrak etmek) arasındaki farkı bilir ve makama (Câhiz’in ilkesi) uygun olanı seçer. Bu, bir kuyumcunun mîzan (hassas terazi) kullanması gibidir.

Hülâsa (Askerî Usûlü): Belâgat; kıymetli manaları, onlara denk kıymetteki lafızlarla, bir sanatkâr hassasiyetiyle (sınâat) birleştirme ilmidir.

3. CÜRCÂNÎ USÛLÜ: “NASIL?” (Mekanizma: Nazm / Cümle Mimarisi)

Abdülkâhir el-Cürcânî (ö. 471 H), belâgati devrim niteliğinde bir seviyeye taşımıştır. Câhiz “niçinini”, Askerî “malzemesini” belirlemişti. Cürcânî ise “Belâgat nasıl çalışır? Bu tesir nasıl oluşur?” sorusunu sordu. Cevabı: “en-Nazm” (النظم) idi. Onun usûlü, bir dil felsefesi ve anlambilim (semantik) usûlüdür.

a. Temel İlke: “en-Nazm” (Diziliş / Mimari)
Cürcânî’nin usûlü, belâgatin tek tek kelimelerde (müfred lafızlarda) olmadığını, belâgatin kelimelerin cümle içindeki dizilişinde (tertip) ve birbirleriyle olan gramer (nahiv) irtibatında olduğunu isbat eder.
• Tespih Tanesi Misali: Cürcânî’ye göre kelimeler tespih taneleri gibidir. “Altın” veya “inci” olmaları onlara tek başına bir “kıymet” katar (Askerî’nin usûlü), ancak “belâgat” (yani güzellik ve mana), o tanelerin bir ipe (nahiv irtibatı) dizilmesiyle oluşan kompozisyonda (terkip) ve mimaride (nazm) ortaya çıkar.
• İ’câzın Delili: Bu usûl, Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri) eserinin adıdır. Cürcânî der ki: Kur’an’ın mucizesi, kullandığı “sema”, “arz”, “insan” kelimelerinde değildir; zira Kureyşli müşrikler de bu kelimeleri kullanıyordu. Mucize, bu aynı kelimelerin İlahî bir mimari (Nazm) ile dizilişindedir. Beşer, bu kelimeleri bilir ama o nazmı taklit edemez.

b. Mekanizma: “Meâni’n-Nahv” (Nahvin / Gramerin Manaları)
Cürcânî usûlünün kilit taşı budur. O, nahvi (grameri) zahirî (şekilci) bir “irab” (harekeleme) ilmi olmaktan çıkarmış, onu mananın ta kendisi yapmıştır.
• Usûl: Her gramer (nahiv) kuralı, mütekellimin (konuşan) zihnindeki bir derûnî maksada hizmet eder.
• İzah:
• Bir cümlenin isim cümlesi (Zeydün kâimun – Zeyd ayaktadır) olması, sübût ve devamlılık manası taşır.
• Fiil cümlesi (Kâme Zeydün – Zeyd ayağa kalktı) olması ise teceddüt (yenilenme) ve o an gerçekleşme (hudûs) manası taşır.
• Failin öne alınması (takdim) veya geriye bırakılması (te’hir)…
• Bir kelimenin marife (belirli) veya nekra (belirsiz) gelmesi…
• Bir kelimenin hazf edilmesi (atılması)…
Bunların hiçbiri tesadüfî veya süs değildir. Bunların her biri, manaya yeni bir boyut (tahsis, tekit, ta’zim vb.) katan belâgî tercihlerdir.

c. Beyân İlmine Tatbiki (Esrâru’l-Belâga)
Cürcânî, Esrâru’l-Belâga (Belâgatin Sırları) eserinde ise mecaz, istiare, teşbih gibi sanatların da süs olmadığını, bunların Nazm usûlünün bir parçası olduğunu gösterir. Mecaz, aklı harekete geçirerek, doğrudan söylenemeyecek bir manayı daha tesirli (Câhiz’in ilkesi) kılmak için kullanılan zihinsel bir Nazm çeşididir.
Hülâsa (Cürcânî Usûlü): Belâgat, bir dil felsefesidir. Manaların, gramer (nahiv) kalıpları içinde mimari bir nizamla (Nazm) zuhur etmesi hadisesidir.

4. ZEMAHŞERÎ USÛLÜ: “EN MÜKEMMEL ÖRNEK” (Tatbikat: Belâgî Tefsir)

Zemahşerî (ö. 538 H), Cürcânî’nin “Nazm” usûlünü nazarî (teorik) bir ilke olmaktan çıkarıp, onu Kur’an-ı Kerim’in tamamına tatbik eden ve “Belâgî Tefsir” mektebini kuran âlimdir. Onun usûlü, bir tefsir metodolojisidir.

a. Temel İlke: Cürcânî’nin Usûlünü “Alet” Olarak Kullanmak
Zemahşerî, el-Keşşâf (Keşfeden) adlı tefsirinde, Cürcânî’nin “Nazm” ve “Meâni’n-Nahv” usûllerini bir alet çantası gibi kullanır. O, Kur’an ayetlerinin gramer yapısının (Nazm) altında yatan (derûnî) belâgî manaları keşfe odaklanır.
• İzah: Cürcânî “Mimarinin nasıl olması gerektiğini” teorik olarak çizmişse, Zemahşerî o teorik planı alıp “İşte bu mimarinin en mükemmel tatbikatı Kur’an’dır” diyerek, binayı (Kur’an’ı) sütun sütun, kemer kemer tahlil etmiştir.

b. Metodoloji: “Belâgî Soru” Sormak
Zemahşerî’nin usûlü, el-Keşşâf’ın her satırında şu belâgî soruları sormaktır:
• Niçin Bu Lafız? (Lafız Seçimi- Askerî’nin usûlü): Allah, neden “Havf” değil de “Haşyet” dedi? Neden “Yağmur” (Matar) değil de “Su” (Mâ’) indirdik dedi?
• Niçin Bu Nazm (Diziliş)? (Nazm – Cürcânî’nin usûlü): Neden fiil öne alındı (takdim)? Neden mef’ul (nesne) sona bırakıldı (te’hir)?
• Niçin Bu Gramer Yapısı? (Meâni’n-Nahv – Cürcânî’nin usûlü): Cümle neden isim cümlesi de fiil cümlesi değil? Bu kelime neden marife (el- ile) geldi? Bu harf-i cer (edat) burada hangi derûnî manayı katıyor?
• Alternatifi Olsaydı Ne Olurdu? Zemahşerî’nin usûlünün en çarpıcı yanı budur. O, ayetin mevcut nazmı ile, akla gelebilecek alternatif bir ifade arasındaki anlam farkını (nükte) ortaya koyar. Bunu yaparak, Kur’an’ın seçtiği Nazm’ın, o manayı ifade etmek için mümkün olan tek ve en mükemmel yol olduğunu aklen de isbat etmeye çalışır.

c. Gaye: İ’câzı “Tafsilatıyla” Göstermek
Zemahşerî’nin usûlü, Kur’an’ın i’câzının (mucizevî yapısının) sadece genelinde değil, en küçük teferruatında (bir harfin, bir harekenin tercihinde) bile zahir olduğunu göstermektir. O, metnin hiçbir unsurunun tesadüfî veya lüzumsuz (haşv) olmadığını, her birinin İlahî bir maksada ve belâgî bir nükteye hizmet ettiğini tahlil eder.

Hülâsa (Zemahşerî Usûlü): Belâgat; Cürcânî’nin “Nazm” teorisini bir tefsir metodolojisi haline getirerek, “en mükemmel örnek” olan Kur’an-ı Kerim’in, neden en mükemmel olduğunu her harf ve terkip seviyesinde tahlil etme ve isbat etme usûlüdür.

 

===============•-•===============

 

AYETEL KÜRSİNİN BELAĞATI

 

Âyetü’l-Kürsî (Bakara 255), Kur’ân-ı Kerîm’deki Tevhîd akîdesinin (inancının) en vecîz (özlü), en küllî ve belâgat (retorik) açısından en yoğun şekilde nazmedildiği (tertip edildiği) âyet-i kerîmedir.
Bu âyet, “Neden bu lafızla ve bu nazımla?” sualinin cevabıdır. O, Allah Teâlâ’nın (C.C.) Zâtı’nı beşer (insan) idrâkine nasıl tasvir ettiğinin zirvesidir.
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, Hayy’dır (daima diridir), Kayyûm’dur (her şeyin varlığı O’na bağlıdır). O’nu ne bir uyuklama (sinetün) tutabilir, ne de bir uyku (nevm). Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek kimdir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını (önlerindekini ve arkalarındakını) bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şeyi aslâ kavrayamazlar. O’nun Kürsî’si (hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na aslâ ağır gelmez. O, Yüce’dir, Büyük’tür.” (Bakara, 2/255)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu mûcizevî nazım (tertip) üzerinde tatbik (uygulama) edelim:

Küllî Tahlil: “el-Fasl” (Ayırma) Sanatının Hâkimiyeti
Âyetü’l-Kürsî, nazmına (tertibine) küllî bir nazarla (bakışla) bakıldığında, onun 10 civârında müstakil (bağımsız) cümleden oluştuğu görülür. Bu cümlelerin arasına (pek az istisnâ dışında) “ve” (و) bağlacı konulmamıştır.
* “Allahu lâ ilâhe illâ Hû.” (Durak)
* “El-Hayyu’l-Kayyûm.” (Durak)
* “Lâ te’huzuhû sinetun ve lâ nevm.” (Durak)
Bu, daha evvel tahlil ettiğimiz **”el-Fasl” (Ayırma Sanatı) **dır.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu sıfatları (vasıfları) “Allah O’dur ve Hayy’dır ve Kayyûm’dur…” şeklinde “Vasl” (Bağlama) ile değil de “Fasl” (Ayırma) ile nazmetmiştir (tertip etmiştir)?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü bu cümlelerin her biri, bir öncekinin açıklaması (Beyân) veya pekiştirmesi (Te’kîd) olduğu için aralarında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) vardır. “El-Hayyu’l-Kayyûm” demek, “Lâ ilâhe illâ Hû” (O’ndan başka ilâh yoktur) demenin delili ve açıklamasıdır. Aralarına bağlaç koymak, bu mükemmel mantıkî (mantıksal) bütünlüğü zayıflatırdı.
* Netice: Âyetin nazmı (tertibi), Tevhîd’in (Allah’ın birliğinin) tek bir delile değil, her biri kendi başına birer mutlak hakikat (gerçek) olan, sarsılmaz deliller zincirine dayandığını “Fasl” (Ayırma) sanatı ile tasvir eder.
Cümle Cümle Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “Lâ te’huzuhû sinetun ve lâ nevm” (O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku)
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım) ve Lafız Seçimi.
* Tahlil: Bu cümle, bir önceki “el-Kayyûm” (her şeyi ayakta tutan) sıfatının (vasfının) Beyânı’dır (açıklamasıdır) (Bu yüzden araları “Fasl”dır [ayrılmıştır]). “Kayyûm” olabilmek için, kesintisiz (dâimî) bir kudret gerekir.
* Lafız (Söz) Hikmeti: Âyet, “Lâ yenâmu” (O uyumaz) demez. Ondan daha lâtîf (ince) olanı, uykunun başlangıcı olan “sinetun” (سِنَةٌ – uyuklama, gaflet ânı) lafzını (sözünü) seçer.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): O, “uyumaz” değil; O’nu uykunun en hafif başlangıcı olan uyuklama dahi tutamaz. Bu “Kinâye”, O’nun (C.C.) “Kayyûm”luğunun ve “Hayy” (diri) oluşunun mükemmel ve kesintisiz olduğunu, en ufak bir gaflet veya noksanlığın O’na (C.C.) ârız olamayacağını tasvir eder.

2. “Lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ard” (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur)
* Sanat: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Tahlil: Arap dilinde normal nazım (tertip) “Mâ fi’s-semâvâti… Lehû” (Göklerdeki şeyler… O’nundur) şeklinde olabilirdi.
* Nazmın Hikmeti (Tahsîs): Allah Teâlâ (C.C.), “Lehû” (لَهُ – O’nun içindir/O’nundur) lafzını (sözünü) öne alarak (Takdîm), mülkiyeti sınırlandırmıştır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Mânâ (Anlam), “Göklerdekiler O’nundur” değil; “Sâdece ve sâdece O’nundur, başkasının aslâ değildir” şekline dönüşür. Bu “Takdîm” (Öne Alma), mülkteki (egemenlikteki) şirki (ortak koşmayı) (meselâ ‘falanca azîz de göklerde tesir sahibidir’ inancını) temelinden yıkan bir belâgat (retorik) hamlesidir.

3. “Men zellezî yeşfe’u ‘indehû illâ bi-iznih” (İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek kimdir?)
* Sanat: İstifhâm-ı İnkârî (İnkâr Amaçlı Retorik Soru).
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.), doğrudan (sarih) bir haber cümlesiyle “Kimse O’nun (C.C.) katında izinsiz şefaat edemez” (Lâ yeşfe’u…) dememiştir.
* Nazmın Hikmeti (Tehdîd ve Ta’zîm): O, (hâşâ) “Kimmiş o cüreti gösterecek?” meâlinde (anlamında) bir “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru) nazmını (tertibini) seçmiştir. Bu nazım (tertip):
* Allah’ın (C.C.) azametini (büyüklüğünü) yüceltir (Ta’zîm).
* O’nun (C.C.) izni olmadan böyle bir şeye cüret etmeyi düşünebilecek her varlığı aşağılar (Tahkîr) ve tehdit eder (Tehdîd).
* Bu nazım (tertip), sâdece bir yasağı bildirmekle kalmaz, o yasağı çiğnemeyi imkânsız kılan bir heybeti ve azameti de tasvir eder.

4. “Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum” (O, onların önlerindekini ve arkalarındakını bilir)
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma).
* Tahlil: “Beyne eydîhim” (önlerindeki – gelecek, bildikleri, zâhirî ile “mâ halfehum” (arkalarındaki – geçmiş, bilmedikleri, derûnî lafızları (sözleri) arasında bir Tıbâk (zıtlık) vardır.
* Nazmın Hikmeti (İhâta): Belâgatta (Retorikte) iki zıt kutbu zikretmek, o iki kutup dâhil aralarındaki her şeyi kuşatmak (İhâta) mânâsındadır (anlamındadır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): O (C.C.), sâdece geçmişi ve geleceği değil; zâhirî olanı ve derûnî olanı, bildiklerini ve bilmediklerini, yâni her şeyi bilir. Bu “Tıbâk” nazmı (tertibi), İlâhî İlmin (Bilginin) mutlak kuşatıcılığını (İhâta) tasvir eder.

5. “Vesi’a Kürsiyyuhu’s-semâvâti ve’l-ard” (O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kaplamıştır)
* Sanat: İsti’âre (Metafor/Eğretileme) veya Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Bu, âyetin zirvesidir. “Kürsî” lafzı (sözü) nedir?
* Tecsîm (Somutlaştırma): Zâhirî mânâsıyla (anlamıyla), Allah’ın (C.C.) azametinin (büyüklüğünün) bir tecellîsi olan, yaratılmış en büyük cisimlerden biri olan ve gökleri ve yeri kaplayan (Vesi’a) bir varlıktır. Bu nazım (tertip), Allah’ın (C.C.) azametini (büyüklüğünü), mahlûkâtının (yarattıklarının) azameti (büyüklüğü) üzerinden tasvir eder.
* İsti’âre (Metafor): Bazı müfessirlerin (İbn Abbâs [R.A.] gibi) işaret ettiği derûnî mânâ (anlam) ile “Kürsî”, O’nun (C.C.) İlmi (Bilgisi) veya Mülkü (Hükümranlığı) için bir “İsti’âre”dir (ödünç alınmıştır). “Kürsî”, ilim ve saltanat makamıdır.
* Nazmın Hikmeti: Her iki durumda da nazmın (tertibin) faaliyeti aynıdır: İnsanın idrâk etmekten âciz olduğu “İlâhî Azamet”, “İlim” veya “Mülk” gibi mücerret (soyut) hakikatleri (gerçekleri), muhatabın (dinleyenin) zihninde gökleri ve yeri kaplayan (Vesi’a) muazzam bir müşahhas (somut) tasvir ile “Tecsîm” (Somutlaştırma) etmektir.

6. “ve lâ yeûduhû hifzuhumâ” (Onları koruyup gözetmek O’na aslâ ağır gelmez)
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Lafız (Söz) Hikmeti: Âyet “O’nu yormaz” (Lâ yu’yîhi) demez. Çok daha lâtîf (zarif) olan “Lâ yeûduhû” (لَا يَئُودُهُ) lafzını (sözünü) seçer. “Evd” (أَوْد), bir şeyin ağır gelmesi, bel bükmesi, yük olması demektir.
* Nazmın Hikmeti (Kinâye): Bu nazım (tertip), O’nun (C.C.) kudretinin mükemmelliğinden kinâyedir. Gökleri ve yeri (hifzuhumâ) koruyup gözetmek O’na (C.C.) zor gelmek veya O’nu yormak şöyle dursun, O’na (C.C.) en ufak bir ağırlık veya meşakkat dahi vermez. Bu, “el-Kayyûm” sıfatının (vasfının) ve “O’nu uyuklama tutmaz” hakikatinin (gerçeğinin) nihaî (son) pekiştirmesidir (te’kîdidir).

Nihaî (Son) Netice
Âyetü’l-Kürsî’nin nazmı (tertibi), sâdece bir bilgi listesi değildir. O, belâgat (retorik) sanatlarının tamâmını kullanarak Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eden ilâhî bir nazımdır (tertiptir).
* Fasl (Ayırma) ile delillerin (isbatların) müstakil (bağımsız) gücünü;
* Takdîm (Öne Alma) ile mülkün sâdece O’na (C.C.) âit olduğunu (Tahsîs);
* İstifhâm-ı İnkârî (Retorik Soru) ile azametini (büyüklüğünü) ve şefaatteki mutlak hâkimiyetini;
* Kinâye (Dolaylı Anlatım) ile kudretindeki ve hayatındaki noksansızlığı (kusursuzluğu) (uyuklama tutmaz, ağır gelmez);
* İsti’âre (Metafor) (Kürsî) ile de idrâk edilemez (anlaşılamaz) olan azametini (büyüklüğünü) müşahhas (somut) kılmayı (Tecsîm)
…mûcizevî bir şekilde bir araya getirir.

===============•-•===============

 

İHLAS SURESİNİN BELAĞATI

 

İhlâs Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in “üçte birine denk” olma şerefini kazanmıştır; zîrâ o, sâdece dört kısa âyet içinde, Tevhîd akîdesinin (inancının) ne olduğunu (İsbât) ve ne olmadığını (Nefiy / Reddiyye) belâgat (retorik) sanatlarının en mûcizevî nazmıyla (tertibiyle) ortaya koyar.
Bu Sûre, “Neden bu lafızla ve bu nazımla?” sualinin cevabıdır.
Önce Sûre-i Celîleyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “De ki: O, Allah’tır, bir tektir (Ehad).” (1)
> “Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir).” (2)
> “O, doğurmamış ve doğrulmamıştır.” (3)
> “O’na hiçbir şey denk olmamıştır.” (4)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu mûcizevî nazım (tertip) üzerinde tatbik (uygulama) edelim:
Küllî Tahlil: “el-Fasl” (Ayırma) Sanatının Hâkimiyeti
Tıpkı Âyetü’l-Kürsî’de olduğu gibi, bu Sûre’nin ilk üç âyeti arasında “ve” (و) bağlacı yoktur (el-Fasl).
* “Kul Huvallâhu Ehad.” (Durak)
* “Allâhu’s-Samed.” (Durak)
* “Lem yelid ve lem yûled.” (Durak)
* Sual: Neden “O Ehad’dir ve Samed’dir ve doğurmamıştır…” şeklinde “Vasl” (Bağlama) ile değil de “Fasl” (Ayırma) ile nazmedilmiştir (tertip edilmiştir)?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü bu cümlelerin her biri, bir öncekinin açıklaması (Beyân) ve delilidir (isbatıdır). Aralarında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) vardır.
* “Allâhu’s-Samed” (Allah Samed’dir) demek, O’nun (C.C.) neden “Ehad” (Tek) olduğunun açıklamasıdır. (Çünkü her şey O’na muhtaçsa ve O [C.C.] hiçbir şeye muhtaç değilse, O [C.C.] elbette “Ehad”dir [Tektir]).
* “Lem yelid ve lem yûled” (Doğurmamış ve doğrulmamıştır) demek, O’nun (C.C.) neden “Samed” (Muhtaç olmayan) olduğunun açıklamasıdır. (Çünkü “doğurmak” veya “doğrulmak” [tevellüd], muhtaç olmayı [ihtiyâcı], cinsten olmayı ve sonradan olmayı [hâdis] gerektirir. O [C.C.] bunlardan münezzehtir [uzaktır], yâni “Samed”dir).
* Netice: Bu “Fasl” (Ayırma) nazmı (tertibi), Sûre’nin her âyetini bir öncekinin delili (isbatı) yaparak, Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) sarsılmaz bir mantıkî (mantıksal) ve akîdevî (inançsal) bir kaleye dönüştürür.

Âyet Âyet Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “Kul Huvallâhu Ehad” (De ki: O, Allah’tır, Ehad’dir [Tektir])
* Sanat: Lafız Seçimi (“Ehad” vs. “Vâhid”).
* Tahlil: Sûre, “De ki!” (Kul) emriyle başlar. Bu, cevabın Resûlullah’ın (S.A.V.) şahsî (kişisel) görüşü değil, ilâhî bir tebliğ ve ilân olduğunu gösterir.
* Nazmın (Tertibin) Hikmeti (Neden “Ehad” [أَحَدٌ] da “Vâhid” [وَاحِدٌ] değil?):
* “Vâhid” (Vâhid), matematikte “bir” demektir. “Bir” (vâhid) den sonra “iki” (isnân) gelir. “Vâhid”, sayılabilir (adedî) bir birliğin parçasıdır.
* Fakat “Ehad” (Ehad), “bir” demek değildir. “Ehad”, benzersiz, türdeşsiz, parçası (cüz’ü) olmayan, ikincisi (sânîsi) olmayan, bölünemeyen (inkısâm kabul etmeyen) ve sayılamayan mutlak “TEK” demektir.
* Netice: Allah Teâlâ (C.C.), Zâtı’nı (Zât’ını) tasvir (betimleme) için “Vâhid” lafzını (sözünü) değil, sâdece O’na (C.C.) mahsus olan “Ehad” lafzını (sözünü) seçerek, Zâtı’nın (Zâtı’nın) her türlü “parça”, “cüz” (Hristiyanlıktaki ‘teslîs/üçleme’ gibi) veya “sayı” fikrinden münezzeh (uzak) olduğunu daha ilk âyetten ilân etmiştir.

2. “Lem yelid ve lem yûled” (O, doğurmamış ve doğrulmamıştır)
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ve Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma).
* Tahlil: Bu âyet, “Samed” (Hiçbir şeye muhtaç olmayan) sıfatının (vasfının) açıklamasıdır (beyânıdır).
* Nazmın Hikmeti 1 (Tıbâk): “Yelid” (doğurmak – asl [esas] olmak) ile “Yûled” (doğrulmak – fer’ [dal/parça] olmak) arasında tam bir Tıbâk (zıtlık) vardır. Bu iki zıt kutbu zikretmek, O’nun her türlü üreme (tenâsül), cinsten olma ve bir aslın (esasın) neticesi olma fikrinden münezzeh (uzak) olduğunu (İhâta) gösterir.
* Nazmın Hikmeti 2 (Takdîm): Âyet, neden “doğrulmamıştır” (lem yûled) değil de, “doğurmamıştır” (lem yelid) lafzını (sözünü) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (İhtimâm): Çünkü Sûre’nin indiği dönemde muhataplar (Mekke müşrikleri “Melekler Allah’ın kızlarıdır”, Hristiyanlar “Îsâ [A.S.] Allah’ın oğludur”, Yahudiler “Üzeyir [A.S.] Allah’ın oğludur” diyorlardı) arasında en yaygın olan şirk (ortak koşma) fikri, Allah’a “çocuk isnat etme” (veled) fikriydi, yâni “Lem yelid” (doğurmamıştır) kısmının reddettiği fikirdi. Kur’ân nazmı (tertibi), “en mühim (ehem) olanı öne alma” (Takdîm li’l-İhtimâm) kaidesiyle (kuralıyla), en yaygın ve en tehlikeli olan şirki ilk önce reddetmiştir.

3. “Ve lem yekûn lehû kufuven ehad” (O’na hiçbir şey denk olmamıştır)
* Sanat: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma) -> Tahsîs (Sınırlama).
* Tahlil: Bu âyetin Arapça nazmı (tertibi), belâgat (retorik) açısından mûcizevîdir.
* Normal Nazım (Tertip) Şöyle Olabilirdi: “Ve lem yekûn ehadun kufuven lehû.” (Ve hiç kimse O’na (C.C.) denk değildir.)
* Kur’ânî Nazım (Tertip) İse Şöyledir: “Ve lem yekûn lehû (O’NA) kufuven ehad.”
* Sual: Neden “lehû” (O’na) zarfı (tümleci), cümlenin normal yerinden alınıp “küfüven” (denk) kelimesinden bile öne alınmıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Tahsîs ve İhtimâm): Bu, Fâtiha Sûresi’ndeki “İyyâke” (Sâdece Sana) tahlilimizle aynı kaidedir (kuraldır). “Lehû” (لَهُ – O’na) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), mânâyı (anlamı) sınırlandırır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı):
* Normal nazım (tertip) sâdece “Hiç kimse O’na (C.C.) denk değildir” derdi.
* Fakat bu “Takdîm” nazmı (tertibi) şu mânâyı (anlamı) verir: “Mahlûkât (yaratılmışlar) arasında (kısmen) birbirine denklik (‘küfüv’) olabilir; ancak söz konusu ‘LEHÛ’ (O’NA) [Allah’a (C.C.)] gelince, sâdece O’na (C.C.) mahsus olarak hiçbir denk (küfüv) aslâ ve kat’â olmamıştır ve olmayacaktır.”
* Netice: Bu “Takdîm” (Öne Alma), Sûre’nin başındaki “Ehad” (Benzersiz Tek) hakikatini (gerçeğini), Sûre’nin sonunda “Lehû” (Sâdece O’na) nazmı (tertibi) ile yeniden perçinler.
Küllî (Bütüncül) Netice
İhlâs Sûresi’nin nazmı (tertibi), sâdece “Allah (C.C.) birdir” diyen basit bir ilân değildir. O, ilâhî bir belâgat (retorik) mûcizesidir ki:
* Lafız Seçimi (“Ehad” ile) O’nun (C.C.) bölünemez Tek olduğunu;
* Lafız Seçimi (“Samed” ile) O’nun (C.C.) muhtaç olmadığını (ihtiyaçsızlığını);
* Fasl (Ayırma) ile bu sıfatların (vasıfların) birbirinin delili (isbatı) olduğunu;
* Takdîm (Öne Alma) (“lem yelid” ile) en yaygın şirki (ortak koşmayı) ilk hedef aldığını;
* Ve son âyetteki Takdîm (Öne Alma) (“lehû” ile) denk olmamanın (küfüv) sâdece O’na (C.C.) mahsus (Tahsîs) bir hakikat (gerçek) olduğunu
mükemmel bir Îcâz (özlülük) ile tasvir ve isbat eder.

===============•-•===============

KEVSER SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu Sûre, lafızların (sözlerin) en azıyla, mânâların (anlamların) en çoğunu ifade etmenin (Îcâz) ve muhataba (dinleyene) tesellî (tesellî) vermenin nazım (tertip) ile nasıl yapıldığının dersidir.
Önce Sûre-i Celîleyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “(Ey Muhammed!) Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik.” (1)
> “O hâlde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” (2)
> “Şüphesiz, asıl soyu kesik (ebter) olan, sana buğzedenin ta kendisidir.” (3)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu üç mûcizevî âyet üzerinde “tatbik (uygulama)” edelim:
Âyet Âyet Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “İnnâ a’taynâke’l-Kevser” (Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik)
Bu tek âyet, üç mühim belâgat (retorik) sanatı üzerine kuruludur:
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Ta’zîm (Yüceltme).
* Tahlil: Âyet, “Sana Kevser’i verdik” (A’taynâke’l-Kevser) şeklinde sâde bir haber cümlesi değildir. Başında “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz Biz) vardır.
* Hikmeti (Te’kîd): Sûre’nin nüzûl (iniş) sebebi, Resûlullah’a (S.A.V.) “Ebter” (Soyu kesik, sonu yok) diyerek onu tahkîr eden (aşağılayan) Munkirlere (inkârcılara) bir cevaptır. Muhatap “Munkir” (inkârcı) olduğu için, kelâmın (sözün) mutlaka “Te’kîd” (pekiştirme) ile başlaması gerekirdi.
* Hikmeti (Ta’zîm): Allah Teâlâ (C.C.), “İnnî” (Şüphesiz Ben) dememiş, “İnnâ” (Şüphesiz Biz) diyerek “Ta’zîm” (Yüceltme) zamirini kullanmıştır. Bu nazım (tertip), verilecek olan “Kevser” nimetinin azametini (büyüklüğünü), bizzat o nimeti Veren’in (Allah’ın [C.C.]) azametini (büyüklüğünü) vurgulayarak pekiştirir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“el-Kevser”- الْكَوْثَرَ).
* Hikmeti: “Kevser”, sâdece “çok” (kesîr) demek değildir. “Kevser”, mübâlağa (aşırılık) sîgasıdır (kipidir); yâni “bitmeyen, tükenmeyen, kesintisiz, mutlak çokluk” demektir. Bu “Îcâz” (özlülük) lafzı (sözü), hem dünyevî (Resûlullah’ın [S.A.V.] şânının [şanının] yüceliği, ümmetinin çokluğu, Kur’ân) hem de uhrevî (Âhiretteki Kevser Havuzu) bütün nimetleri içine alır. Bu lafız (söz), üçüncü âyetteki “Ebter” (kesik) lafzının (sözünün) tam zıddıdır (Tıbâk / Mukâbele).
* Sanat 3: Fi’l-i Mâzî (Geçmiş Zaman Kipi) Kullanımı.
* Tahlil: Âyet “Sana Kevser’i vereceğiz” (Se nu’tîke) dememiş, “verdik” (A’taynâ) demiştir.
* Hikmeti (Tahakkuk-i Vukû’): Bu, tahlil ettiğimiz “Vuku Bulmasının Kesinliği” sanatıdır. Bu, bir vaad değildir; bu, gerçekleşmiş, bitmiş, teslim edilmiş ve geri alınması imkânsız bir ilâhî bağıştır. Bu nazım (tertip), Resûlullah’ın (S.A.V.) kalbine derhâl (ânında) tesellî (tesellî) ve sekînet (huzur) verir.

2. “Fe salli li-Rabbike ve’nhar” (O hâlde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes)
* Sanat 1: “Fe” (فَ) Harfinin Kullanımı (Sürat ve Netice).
* Hikmeti: Âyet “Sümme salli” (Sonra namaz kıl) dememiş, “Fe salli” (O hâlde namaz kıl) demiştir. Bu “Fe” harfi, ikinci âyeti birinci âyete netice olarak bağlar.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Mademki Biz (İnnâ), sana o muazzam ‘Kevser’i (geçmiş zamanda, kesin olarak) verdik (A’taynâ); o hâlde (Fe), (bunun bir şükrânesi [şükrü] olarak) sen de…” Bu nazım (tertip), ibâdetin, alınan o muazzam nimete karşı doğrudan ve ara vermeksizin gösterilmesi gereken bir mukâbele (karşılık) olduğunu gösterir.
* Sanat 2: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma) -> Tahsîs (Sınırlama).
* Tahlil: Âyetin normal nazmı (tertibi), “Salli ve’nhar li-Rabbike” (Rabbin için namaz kıl ve kurban kes) olabilirdi.
* Kur’ânî Nazım (Tertip): “Salli li-Rabbike (Rabbin için namaz kıl) ve’nhar (ve [O’nun için] kurban kes).”
* Hikmeti (Tahsîs): Allah Teâlâ (C.C.), “li-Rabbike” (Rabbin için) kaydını öne alarak (Takdîm), yapılacak olan “namaz” (salli) ve “kurban kesme” (nehar) fiillerini (faaliyetlerini) sınırlandırmıştır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu, Fâtiha’daki “İyyâke na’budu” (Sâdece Sana kulluk ederiz) ile aynı belâgat (retorik) sanatıdır. Mânâ (Anlam) şudur: “Namazı ve kurbanı sâdece ve sâdece Rabbin için yap; Müşriklerin yaptığı gibi putlar (asnâm) veya başka bir gâye (maksat) için değil.” Bu “Takdîm” (Öne Alma), ibâdetteki Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) perçinler.

3. “İnne şânie’ke huve’l-ebter” (Şüphesiz, asıl soyu kesik olan, sana buğzedenin ta kendisidir)
Bu âyet, Sûre’nin zirvesidir ve “Te’kîd” (Pekiştirme) sanatının küllî bir tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* Sanat 1: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu âyet, birinci âyetin tam mukâbilidir (karşılığıdır).
* Âyet 1: “el-Kevser” (الْكَوْثَرَ) -> Mutlak bolluk, bereket, devamlılık.
* Âyet 3: “el-Ebter” (الْأَبْتَرُ) -> Mutlak kesiklik, bereketsizlik, sonu olmama.
* Hikmeti: Nazım (Tertip), Resûlullah’a (S.A.V.) “Kevser”i (bolluğu) isbat ederken, ona “Ebter” (kesik) diyene de “Ebter”liğin (kesikliğin) ta kendisini iâde eder.
* Sanat 2: Üç Katmanlı “Te’kîd” (Pekiştirme).
* Tahlil: Düşmanın iddiası (“Muhammed ebterdir”) çok cür’etkâr (cesur) bir iddiadır. Cevabın, o iddiayı tamamen ezmesi için en kuvvetli “Te’kîd” (pekiştirme) nazmıyla (tertip) gelmesi gerekir:
* “İnne” (إِنَّ): (Birinci Te’kîd – Şüphesiz).
* “Huve” (هُوَ): (İkinci Te’kîd – “O’dur / ta kendisidir”). Bu bir “Damîr’ul-Fasl”dır (Ayıraç Zamiri). Faaliyeti, “Ebter” (soyu kesik) olma sıfatını (vasfını) sâdece “şânie’ke” (sana buğzedene) has kılmaktır (Tahsîs / Kasr). Mânâ (Anlam): “Soyu kesik olan başkası değil, sâdece odur.”
* “el-Ebter” (الْأَبْتَرُ): (Üçüncü Te’kîd – “el-” takısı). Âyet “huve ebterun” (o, soyu kesik biridir) demez. “huve’l-Ebter” (O, bilinen, mükemmel, tam soyu kesik olanın ta kendisidir) der. Bu, “Ebter”liğin (soyu kesikliğin) bütün mânâsıyla (anlamıyla) onda (düşmanda) tahakkuk (gerçekleşme) ettiğini gösterir.
* Sanat 3: Lafız Seçimi / Müşâkele (Lâfzî Uyumluluk).
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), onların Resûlullah (S.A.V.) için kullandığı “Ebter” lafzını (sözünü) aynısıyla onlara iâde eder. Bu, tahlil ettiğimiz “Müşâkele” (Lâfzî Uyumluluk) sanatıdır. Onların fiilinin (faaliyetinin) (tahkîr/aşağılama) cezâsı (karşılığı), kendi kullandıkları lafızla (sözle), fakat hakikî (gerçek) mânâsıyla (anlamıyla) onlara döndürülmüştür.

Küllî Netice
Kevser Sûresi, üç âyetlik “Îcâz”ı (özlülüğü) içinde:
* Te’kîd (İnnâ) ve Fi’l-i Mâzî (A’taynâ) ile Habîbi’ne (S.A.V.) mutlak ve kesin bir tesellî (tesellî) verir.
* Lafız Seçimi (“Kevser”) ile bu tesellînin (tesellînin) sınırsızlığını ilân eder.
* “Fe” harfi ve Takdîm (“li-Rabbike”) ile bu nimete verilecek şükrün nasıl (ihlâslı/sâdece O’na ve ne zaman (derhâl/hemen) olacağını belirler.
* Ve Mukâbele (“Kevser” vs. “Ebter”) ve üç katlı Te’kîd (“İnne… huve’l-Ebter”) ile düşmanın iddiasını tamamen yıkar ve ona iâde eder.
Bu Sûre, “Neden bu nazımla?” sualinin cevabının, “en az lafızla (sözle) en büyük teselliyi vermek, en kesin hükmü (Tevhîd’i) bildirmek ve en güçlü düşmanı (fikren) mağlup etmek” olduğunu isbat etmektedir.

 

===============•-•===============

 

YASİN SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, “Kalbu’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Kalbi) nâmıyla meşhur olan Sûre-i Celîleyi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) nazarıyla (bakışıyla) tahlil etmek mühimdir.

Bu bölüm, Sûre’nin ana temasını (Risâlet’in [Peygamberliğin] İsbâtı ve İnkârcıların [Munkir] Hâli) ortaya koyan bir “hüccet” (delil) ve “inzâr”dır (uyarıdır).
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 1-12)
Önce âyet-i kerîmeleri iktibas edelim:
> İktibas ( Meali):
> (1) “Yâ Sîn.”
> (2) “Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki,”
> (3) “sen şüphesiz (inneke) peygamberlerdensin (le mine’l-murselîn).”
> (4) “Dosdoğru bir yol üzerindesin.”
> (5) “(Bu Kur’an,) Azîz (mutlak güç sahibi) ve Rahîm (çok merhametli) olan Allah tarafından indirilmiştir.”
> (6) “Babaları uyarılmamış, bu yüzden (fe) kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (indirilmiştir).”
> (7) “Andolsun ki (Lekad), onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmezler.”
> (8) “Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan halkalar (ağlâl) geçirdik. Bu yüzden (fe) başları yukarı kalkıktır.”
> (9) “Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik. Böylece onları kapattık; artık göremezler.”
> (10) “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir (sevâun); iman etmezler.”
> (11) “Sen ancak (İnnemâ), Zikr’e (Kur’an’a) uyan ve görmediği hâlde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte onu bir bağışlanma ve şerefli bir mükâfatla müjdele.”
> (12) “Şüphesiz Biz (İnnâ Nahnu), ölüleri diriltiriz ve (ve) onların önden gönderdiklerini ve (ve) eserlerini (âsârahum) yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (İmâm-ı Mübîn’de) sayıp dökmüşüzdür.”
>
Belâgat (Retorik) Kaidelerinin (Kurallarının) Tatbikatı (Uygulaması)
1. Kasem (Yemin) ve Çift Katmanlı “Te’kîd” (Pekiştirme) (Âyet 2-3)
* Nazım (Tertip): “Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki (Kasem), (1) şüphesiz (İnneke) sen, (2) muhakkak (Le) peygamberlerdensin (mine’l-murselîn).”
* Tatbik (Uygulama): Bu, “Te’kîd” (Pekiştirme) sanatının zirvesidir.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Resûlullah’a (S.A.V.) sâdece “Sen peygamberlerdensin” dememiş de, bu haberi (bilgiyi) üç katmanlı (Kasem + İnne + Lâm) bir “Te’kîd” (pekiştirme) ile perçinlemiştir?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Çünkü bu âyetin asıl muhatabı (dinleyeni) Resûlullah (S.A.V.) değil, O’nun (S.A.V.) risâletini (peygamberliğini) şiddetle inkâr eden (Munkir) Mekke müşrikleridir. Tahlil ettiğimiz gibi, muhatap “Munkir” (inkârcı) olduğunda, kelâmın (sözün) en kuvvetli pekiştirme nazmıyla (tertibiyle) gelmesi belâgat (retorik) icâbıdır (gereğidir). Bu nazım (tertip), inkârlarına (reddetmelerine) karşı bir “hüccet” (delil) ve “meydan okuma”dır (tahaddî).

2. “el-Fasl” (Ayırma) Sanatı (Âyet 4)
* Nazım (Tertip): “(Sen) Dosdoğru bir yol üzerindesin.”
* Tatbik (Uygulama): “el-Fasl ve’l-Vasl” (Ayırma ve Bağlama) sanatı.
* Sual: Neden 3. âyetten sonra “ve dosdoğru bir yol üzerindesin” denmemiş de, aradaki “Vâv” (ve) bağlacı hazf edilerek (kasıtlı olarak zikredilmeyerek) “Fasl” (Ayırma) yapılmıştır?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü “Dosdoğru bir yol üzerinde olmak” (‘Alâ sırâtin Müstakîm), “peygamberlerden olmak” (mine’l-mürselîn) vasfından (sıfatından) ayrı, yeni bir vasıf (sıfat) değildir. O, birincisinin açıklaması (Beyân) ve ayrılmaz bir parçasıdır. (Zâten peygamber olmanın kendisi, o yol üzerinde olmaktır). İki cümle arasında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) olduğu için araya bağlaç koymak (Vasl), bu bütünlüğü bozardı.

3. “Tıbâk” (Tezat) Yoluyla Lafız Seçimi (Âyet 5)
* Nazım (Tertip): “(Bu Kur’ân,) el-Azîz (Mutlak Güç Sahibi) (ve) er-Rahîm (Çok Merhametli) tarafından indirilmiştir.”
* Tatbik (Uygulama): “Tıbâk” (Tezat/Zıtlık) ve Lafız Seçimi.
* Sual: Neden Allah’ın (C.C.) isimleri arasından bu iki zıt kutup (Güç vs. Merhamet) seçilmiştir?
* Hikmeti (İhâta): Bu iki isim, Kur’ân’ın ve Risâlet’in (Peygamberliğin) iki aslî (esas) gâyesini (maksadını) temsil eder:
* “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi): Bu, O’nun (C.C.) “İnzâr”ına (uyarısına), “azâb”ına ve “hükmüne” delâlet (işaret) eder. Bu, O’na (C.C.) isyan etmenin (karşı gelmenin) neticesini (sonucunu) hatırlatır.
* “er-Rahîm” (Çok Merhametli): Bu, O’nun (C.C.) “Teşrî”ine (hüküm koymasına), “hidâyet”ine ve “rahmet”ine delâlet (işaret) eder. Bu, O’na (C.C.) itaat etmenin (boyun eğmenin) gâyesini (maksadını) (merhamete nâil [ulaşmak] olmayı) hatırlatır.
* Netice: Bu “Tıbâk” (zıtlık) nazmı (tertibi), Kur’ân’ın hem heybetinin (Azîz) hem de rahmetinin (Rahîm) kaynağının (aslının) “bir” (tek) olduğunu göstererek Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eder.

4. “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Âyet 8-9)
* Nazım (Tertip): “Biz, onların boyunlarına… halkalar (ağlâl) geçirdik… başları yukarı kalkıktır… önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik… göremezler.”
* Tatbik (Uygulama): Bu, “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatının zirvesidir.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “Onlar kibirli (mütekebbir), inatçı (anîd) ve kördürler (umyân)” gibi mücerret (soyut) lafızlar (sözler) değil de, bu dehşet verici müşahhas (somut) tasvirleri kullanmıştır?
* Hikmeti (Mücerredi Müşahhas Kılma):
* “Boyunlarına Halkalar… Başları Yukarı Kalkık” (Âyet 8): Bu, “kibir” (büyüklük taslama) ve “inat” (anîd) için yapılmış bir “İsti’âre”dir (ödünç almadır). Mücerret (Soyut) “kibir”, muhatabın (dinleyenin) zihninde somutlaştırılmıştır (Tecsîm). Kibirli insan, hakikate (gerçeğe) bakmak için başını eğemez; o, boynuna pranga (halka) vurulmuş gibi başı havada (mukmehûn) kalmıştır.
* “Önlerine ve Arkalarına Set” (Âyet 9): Bu, “cehâlet” (bilgisizlik) ve “gaflet” (habersizlik) için yapılmış bir “İsti’âre”dir. Onlar, önlerindeki hakikati (gerçeği) (Risâlet’i [Peygamberliği]) göremezler; arkalarındaki ibretlerden (geçmiş kavimlerin helâki) de ders alamazlar.
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), onların “küfr”ünün (inkârının) sâdece bir “tercih” olmadığını; bilâkis, o tercihin (kibir ve inadın) onların fıtratını (aslî yapısını) nasıl mahvetmiş (bozmuş), onları nasıl hareketsiz (prangalı) ve kör (set çekilmiş) bıraktığını, en sarsıcı müşahhas (somut) tasvirle ortaya koyar.

5. “Kasr / Tahsîs” (Sınırlama) Sanatı (Âyet 11)
* Nazım (Tertip): “Sen ancak (İnnemâ) Zikr’e uyan… kimseyi uyarabilirsin…”
* Tatbik (Uygulama): “Kasr” (Sınırlama) sanatı.
* Sual: Resûlullah (S.A.V.) herkesi uyarmıyor muydu? Allah Teâlâ (C.C.), neden O’nun (S.A.V.) uyarısını (inzâr) “İnnemâ” (إِنَّمَا – ancak, sâdece) edâtı (aracı) ile sınırlandırmıştır?
* Hikmeti (Sınırlamanın Gâyesi): Bu, fiilin (faaliyetin) kendisini değil, o fiilin (faaliyetin) faydasını (neticesini) sınırlandırır (Kasr-ı İddiâfî).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey Habîbim! Senin uyarın (inzâr) elbette umumîdir. Ancak, (Âyet 8-9’daki o prangalı ve kör olanlar değil) bu uyarıdan fayda görecek olanlar, sâdece ve sâdece (İnnemâ) Zikr’e (Kur’ân’a) uyan ve Rahmân’dan (korkuyla) korkanlardır.” Bu nazım (tertip), Resûlullah’ı (S.A.V.) tesellî (tesellî) eder ve O’nun (S.A.V.) gayretini (çabasını) fayda verecek yere yönlendirir.

6. “el-Vasl” (Bağlama) Sanatı (Âyet 12)
* Nazım (Tertip): “…onların önden gönderdiklerini (mâ kaddemû) ve (وَ) eserlerini (âsârahum) yazarız…”
* Tatbik (Uygulama): “el-Vasl” (Bağlama) sanatı.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki unsur arasına “Vâv” (ve) bağlacı koymuştur (Vasl)?
* Hikmeti (Hükümde Ortaklık): Çünkü:
* “Mâ kaddemû” (Önden gönderdikleri): İnsanın doğrudan yaptığı ameller (namaz, oruç, günah vb.).
* “Âsârahum” (Eserleri/İzleri): İnsanın ölümünden sonra geride bıraktığı dolaylı tesirler (iyi bir evlât, kötü bir çığır [yol], bir ilim eseri, bir fitne [anarşi]).
* Netice: Bu ikisi, farklı kategorilerdir (Biri doğrudan, biri dolaylı). Bu yüzden araları “Fasl” (ayrı) olamaz. Ancak, her ikisi de “yazılma” (nektubu) ve “hesâba çekilme” hükmünde ortaktır (müşterektir). İşte bu “hükümde ortaklığı” (İştirâk fi’l-Hükm) göstermek için aralarına “Vâv” (ve) bağlacı getirilmesi (Vasl), belâgat (retorik) açısından zorunludur.

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu ilk 12 âyetlik nazmı (tertibi), Risâlet’in (Peygamberliğin) hakikatini (gerçeğini) en kuvvetli Te’kîd (pekiştirme) ile isbat ederken; inkârın (reddetmenin) hakikatini (gerçeğini) de en dehşetli İsti’âre (metafor) ve Tecsîm (somutlaştırma) ile tasvir eden, öğrendiğimiz bütün belâgat kaidelerinin (kurallarının) tatbik edildiği mûcizevî bir derstir.

===============•-•===============


Bu, Yâsîn Sûresi’nin kalbi sayılan ve Sûre’nin aslî (esas) mesajını (Risâlet [Peygamberlik], İnkâr [Reddetme] ve Âkıbet [Sonuç]) bir kıssa (hikâye) yoluyla tasvir eden “Ashâb-ı Karye” (Şehir Halkı) bölümüdür.
Bu kıssa, Sûre’nin başındaki o ilk 12 âyetlik teorik ve itikadî uyarının, tarihî ve müşahhas (somut) bir “tatbikatı”dır. Şimdi, öğrendiğimiz belâgat kaidelerini (kurallarını) bu muazzam nazım (tertip) üzerinde tatbik edelim:

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 13-27)

1. Kıssanın Gâyesi (Maksadı): “Mesel” (Misal) Getirme Sanatı (Âyet 13)
> İktibas (Meali): “(Ey Muhammed!) Onlara, o şehir halkını misal (Meselen) getir. Hani onlara elçiler gelmişti.” (Yâsîn, 13)
>
* Sanat: Tekrâru’l-Kıssa (Kıssayı Tekrar Etme) ve İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden burada bir kıssa (hikâye) anlatacağını değil de, bir “Mesel” (Misal/Benzetme) getireceğini söylemiştir?
* Hikmeti: Çünkü bu kıssa (hikâye), sâdece geçmişte yaşanmış (yaşanmış) bir tarihî (tarihsel) vak’a (olay) olsun diye anlatılmamaktadır. Bu kıssa, o an Kur’ân’ın muhatabı olan Mekke müşriklerinin (puta tapanların) durumuna birebir benzeyen (müşâbih olan) bir “Misal” (Mesel) olarak, yâni bir “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) olarak getirilmiştir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey Mekke halkı! Bu kıssayı (hikâyeyi) dinleyin; zîrâ o ‘şehir halkı’ (Ashâb-ı Karye) sizsiniz, o ‘elçiler’e (Rusul) yapılan muâmele de sizin Peygamberinize (S.A.V.) yaptığınız muâmeledir. Onların âkıbetine bakın da, kendi âkıbetinizi görün!” Bu nazım (tertip), kıssanın ibret (ders) gâyesini (maksadını) en başından kilitler.

2. “Te’kîd” (Pekiştirme) Sanatının Tırmanışı (Âyet 14-16)
Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesinin (kuralının) mükemmel bir tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* 1. Aşama (Haber Verme):
> “…fe kâlû İnnâ ileykum murselûn.” (Dediler ki: “Şüphesiz (İnnâ) biz size gönderilmiş elçileriz.”) (Âyet 14)
>
* Tahlil: Elçiler, muhataplarının (dinleyenlerinin) inkâra (reddetmeye) meyilli olduğunu bildiklerinden, sözlerine bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) (“İnnâ”) ile başlarlar.
* 2. Aşama (Şiddetli İnkâr):
> “(Kavimleri) dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız (beşerun mislunâ)… Siz ancak yalan söylüyorsunuz (illâ tekzibûn).'” (Âyet 15)
>
* Tahlil: Kavim, sâdece “inanmıyoruz” dememiş, “Siz yalan söylüyorsunuz” diyerek en şiddetli inkâr (reddetme) (Munkir) mertebesine çıkmıştır.
* 3. Aşama (Te’kîd’in [Pekiştirmenin] Artırılması):
> “(Elçiler) dediler ki: ‘Rabbimiz biliyor ki, (1) Şüphesiz (İnnâ) biz size (2) muhakkak (Le) gönderilmiş elçileriz (murselûn).'” (Âyet 16)
>
* Hikmeti: Muhatabın (dinleyenin) inkârı (reddetmesi) şiddetlenince (Âyet 15), cevaptaki “Te’kîd” (pekiştirme) de şiddetlenmiştir (Âyet 16). Elçiler bu defa:
* “Rabbunâ ya’lemu” (Rabbimiz biliyor ki) (Yemin/Kasem kuvvetinde bir Te’kîd )
* “İnnâ” (Şüphesiz) (İkinci Te’kîd )
* “Le murselûn” (Muhakkak gönderilmişleriz) (Üçüncü Te’kîd – Lâm-ı Te’kîd)
…kullanmışlardır. Bu nazım (tertip), belâgatın (retoriğin) tam olarak “durumun gereğine” (muktezâ-i hâle) göre nasıl şekillendiğinin isbatıdır.

3. Kıssanın Zirvesi: “Raculun Yes’â” (Koşarak Gelen Adam) (Âyet 20)
> İktibas ( Meali): “Şehrin en uzak yerinden (min aksa’l-medîneti) bir adam (Raculun) koşarak (yes’â) geldi…” (Yâsîn, 20)
>
Bu âyetin nazmı (tertibi), üç mühim belâgat (retorik) hikmeti taşır:
* 1. “min aksa’l-medîne” (Şehrin en uzağından): Hakikate (Gerçeğe) dâvet (çağrı), şehrin merkezinden (elitlerinden, idârecilerinden) gelmemiştir; en uzaktan, kenar mahalleden, yâni halkın (avamın) içinden gelmiştir. Bu, dâvânın (inancın) sosyolojik (toplumsal) tabanını tasvir (betimleme) eder.
* 2. “Raculun” (رَجُلٌ – bir adam): Bu kelimenin “Nekre” (belirsiz) gelmesi, bir **”Kinâye”**dir (Dolaylı Anlatım). Bu, “Tahkîr” (aşağılama) değil, “Ta’zîm”dir (Yüceltme). Mânâsı (Anlamı) şudur: “O, sizin nazarınızda (bakışınızda) adı sanı bilinmeyen, makamı mevkii olmayan ‘herhangi bir adam’ (Raculun) olabilirdi; fakat o, Allah (C.C.) katında tek başına bir ümmet kıymetinde (değerinde) azîm (büyük) bir ‘Racul’ (Adam) idi.” Nazım (Tertip), ismine değil, fiiline (faaliyetine) odaklanır.
* 3. “Yes’â” (يَسْعَى – koşarak, çabalayarak): Nazım (Tertip), “yemşî” (yürüyerek) demez. “Lafız Seçimi” mûcizevîdir. “Yes’â” (Sa’y etmek), onun dâvâsının (inancının) aciliyetini, gayretini, heyecanını ve kavminin içine düştüğü tehlike karşısındaki hiddetini (öfkesini) tasvir eden bir fiildir.

4. “Hazf” (Sükût Etme) ve “Îcâz” (Özlülük) ile Gelen Şehâdet (Âyet 25-26)
Bu, “el-Hazf” (Sükût Etme Sanatı) tahlilimizin en parlak tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* Nazım (Tertip):
> (25) “…Ben sizin Rabbinize iman ettim, beni dinleyin (fe’sme’ûn)!”
> (26) “(Ona) ‘Cennete gir!’ denildi (Kîle’d-huli’l-Cenneh)…”
>
* Sual: Âyet 25 (Beni dinleyin!) ile Âyet 26 (Cennete gir!) arasında ne oldu? Adam nasıl öldü? Kavmi ona ne yaptı?
* Hikmeti (el-Hazf): Kur’ân nazmı (tertibi), o adamın nasıl linç edildiğini, taşlandığını veya öldürüldüğünü tasvir etmez; bu detayları hazfeder (sükût eder). Neden?
* 1. Îcâz (Özlülük): Çünkü o dünyevî (dünyayla ilgili) acının ve o vahşetin, İlâhî nazarda (bakışta) hiçbir ehemmiyeti yoktur.
* 2. Ta’zîm (Yüceltme): Bu “Hazf” (Sükût Etme), muhatabın (dinleyenin) nazarını (bakışını) sebepten (o acı verici, fânî [geçici] ölüm) alıp, doğrudan ebedî ve azametli neticeye (Cennet’e giriş) çeker. O adamın fedâkârlığı o kadar büyüktür ki, Allah Teâlâ (C.C.) onu ara duraklarda (ölüm, kabir) bekletmemiş, doğrudan “Cennete gir!” emrine mazhar (ulaşmış) kılmıştır. O acı ânı zikretmek (anmak), bu azameti (büyüklüğü) gölgelerdi.

5. Cennet’teki “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) (Âyet 26-27)
* Nazım (Tertip): “(Cennet’e giren o zât) dedi ki: ‘Keşke kavmim bilseydi! (Yâ leyte kavmî ya’lemûn) (26) Rabbimin beni bağışladığını (bi mâ ğafere lî Rabbî) ve beni ikrâm edilenlerden kıldığını (ve ce’alenî mine’l-mukremîn).'” (27)
* Sanat: İtnâb (Maksatlı Detaylandırma).
* Hikmeti: O “Racul” (Adam), Cennet’e girmiş, kurtulmuştur. Normalde (beşerî [insanî] nazarda [bakışta]) kendisini öldüren kavme bedduâ etmesi, “Helâk (Yok) olsunlar!” demesi beklenirdi.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Fakat o, Cennet’te bile dâvâsını (inancını) düşünür. Bu “İtnâb” (detaylı söz), onun merhametinin ve şefkatinin yüceliğini tasvir eder. Mânâ (Anlam) şudur: “Ah! Keşke beni öldüren o kavmim, şu an benim içinde bulunduğum bu affı (mağfireti) ve bu ikrâmı bilselerdi de (belki) onlar da iman ederlerdi!” Bu, bir dâvetçinin (çağıranın) ahlâkının zirvesidir.

Nihaî Netice
Ashâb-ı Karye kıssasının nazmı (tertibi), sâdece bir tarihî (tarihsel) anlatım değildir. O, Mekke’deki muhataplara ve kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere (inananlara) ve munkirlere (inkârcılara) bir “Mesel”dir (Misaldir).
Bu nazım (tertip);
* Te’kîd (Pekiştirme) ile inkârın (reddetmenin) derecesine göre dâvet (çağrı) üslûbunun nasıl ayarlanacağını,
* Lafız Seçimi (“Raculun Yes’â”) ile dâvâ (inanç) adamının kimliğinden çok gayretinin (“Yes’â” – koşmak) mühim olduğunu,
* Hazf (Sükût Etme) ile şehâdetin (şehitliğin) dünyevî (dünyayla ilgili) acısını hiçe sayıp, uhrevî (âhiretle ilgili) mükâfâtını (“Cennete gir!”) öne çıkardığını,
* İtnâb (Detaylandırma) ile de o mü’minin Cennet’te bile kavminin hidâyetini (doğru yolu bulmasını) dert edindiğini
…mûcizevî bir belâgatla tasvir eder.

===============•-•===============

 

Bu, Sûre’nin belâgat (retorik) açısından en zengin bölümlerinden biridir. Yâsîn Sûresi, (Âyet 1-12’de) itikadî (inanç) delilleri (isbatları) ve (Âyet 13-32’de) tarihî (tarihsel) delilleri (Ashâb-ı Karye) sunduktan sonra, şimdi (Âyet 33’ten itibaren) muhatabın (dinleyenin) inkâr (reddetme) edemeyeceği, her gün gözüyle gördüğü Kâinat (Tabiat) Âyetlerine (Delillerine) geçer.
Bu bölüm, Sûre’nin ana gâyesi (maksadı) olan “Tevhîd” (Allah’ın birliği) ve “Ba’s” (Öldükten Sonra Diriliş) hakikatlerini (gerçeklerini), öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerinin (kurallarının) zirvesi olan “İsti’âre” (Metafor) ve “Tıbâk” (Zıtlık) sanatlarıyla isbat eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 33-44)
1. “Ölü Toprak” ve “Diri Kalp” İsti’âresi (Âyet 33-35)
> İktibas ( Meali): “Ölü toprak (el-ardu’l-meyteh), onlar için bir delildir (âyetun). Biz, onu diriltiriz (ahyeynâhâ) ve ondan taneler (habben) çıkarırız da onlardan yerler… (33) …Pınarlar (uyûn) fışkırtırız… (34) …Ki onun ürününden (semerihî)… yesinler. Hâlâ şükretmeyecekler mi? (35)”
>
* Sanat: İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor) ve Tecsîm (Somutlaştırma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), Ashâb-ı Karye’nin (o “ölü” şehrin) helâkinden (yok olmasından) bahsettikten hemen sonra, neden “ölü toprak” (el-ardu’l-meyteh) misâline (örneğine) geçmiştir?
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Alâkası [İlgisi]): Bu nazım (tertip) mûcizevîdir. Bu, tahlil ettiğimiz İsti’âre (Metafor) sanatıdır.
* “el-Ardu’l-Meyteh” (Ölü Toprak): Bu, sâdece maddî (fiziksel) toprak için değil, aynı zamanda Sûre’nin başından beri bahsettiği gaflet ve kibir (büyüklük taslama) içindeki “kalb-i meyyit” (ölü kalp) için bir “İsti’âre”dir (ödünçtür).
* “Ahyeynâhâ” (Onu dirilttik): Bu, o ölü toprağı maddî su (yağmur) ile diriltmekten kinâyedir (dolaylı anlatımdır). Aynı zamanda, o “ölü kalbi” mânevî su (Vahiy/Kur’ân) ile diriltmekten kinâyedir (dolaylı anlatımdır).
* “Habben” (Tane) ve “Semerihî” (Meyvesi): Bunlar da, “Vahiy” (mânevî su) ile dirilen kalbin vereceği müşahhas (somut) neticeler (sonuçlar), yâni “İman” ve “Amel-i Sâlih” (iyi işler) için bir “İsti’âre”dir (ödünçtür).
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) gözüyle gördüğü müşahhas (somut) bir mûcizeyi (ölü toprağın baharda dirilişini), iki mücerret (soyut) hakikati (gerçeği) aynı anda isbat için kullanır:
* Maddî (Fiziksel) Dirilişin (Ölümden Sonra Ba’s’ın) mümkün olduğunu.
* Mânevî Dirilişin (Gâfil bir kalbin Hidâyet bulmasının) mümkün olduğunu.

2. Gece-Gündüz ve “Lafız Seçimi” Mûcizesi (Âyet 37)
> İktibas (TDV Meali): “Gece de onlar için bir delildir (âyetun). Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz (neslehu minhu’n-nehâr), bir de bakarlar ki karanlık içinde kalmışlardır.” (Yâsîn, 37)
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Gündüzü gideririz” (nuzîlu’n-nehâr) veya “Gündüzü alırız” (ne’huzü’n-nehâr) gibi basit bir lafız (söz) değil de, “Neslehu” (سَلْخُ – Sıyırırız) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Selh” (سَلْخ) kelimesi, Arapçada bir hayvanın derisini yüzmek için kullanılan vahşî (şiddetli) ve müşahhas (somut) bir fiildir (eylemdir).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “İsti’âre” (Metafor), muhatabın (dinleyenin) zihninde şu tasviri (betimlemeyi) canlandırır:
* Kâinatın (Tabiatın) aslî (esas) hâli “karanlıktır” (gece).
* “Gündüz” (nehâr), o aslî (esas) karanlığın üzerine giydirilmiş ince bir deri (cild), bir “kılıf” (gışâve) gibidir.
* Allah’ın (C.C.) kudreti, her akşam o “aydınlık deriyi”, bir kurbanı “sıyırır” gibi anîden ve kudretle çekip alır (neslehu) ve varlıklar aslî (esas) karanlık (zulmet) içinde kalırlar.
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), gece-gündüz değişimini (değişmesini) pasif ve alışılmış (normal) bir tabiat (doğa) olayı olmaktan çıkarır; onu her gün tekrarlanan aktif, kudretli ve dehşet verici bir İlâhî fiil (faaliyet) olarak “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

3. Güneş-Ay ve “Lafız Seçimi” Mûcizesi (Âyet 38-40)
> İktibas ( Meali): “…Güneş de kendi yörüngesinde (li-müstekarrin lehâ) akıp gider… (38) …Ay… (39) …Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler (yesbehûn).” (40)
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), gezegenlerin hareketi için neden “dönerler” (yedûrûn) veya “giderler” (yemşûn) lafızlarını (sözlerini) değil de, “Yesbehûn” (يَسْبَحُونَ – Yüzerler) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (İsti’âre): “Sibh” (سِبْح), suda “yüzmek” demektir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “İsti’âre” (Metafor), muazzam kütleli (ağır) Güneş ve Ay’ın o boşluktaki (felek) hareketini, bir yüzücünün (yüzenin) suyun içindeki hareketine benzetir. Bu nazım (tertip) şu mânâları (anlamları) “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder:
* Sürat ve Sükûnet: Yüzmek, hızlı ama sessiz ve sarsıntısız bir harekettir. O muazzam cisimler, kâinatta (tabiatta) sessizce ve sarsıntısızca akarlar.
* Kudret ve Nizam (Düzen): Yüzmek, itici bir güç (Allah’ın [C.C.] emri) ve içinde yüzülecek bir ortam (felek/yörünge) gerektirir.
* Desteksizlik (İ’timâdsızlık): Yüzücü, suyun üzerindedir, katı bir zemine basmaz. Bu nazım (tertip), o muazzam gezegenlerin hiçbir direğe veya desteğe (meselâ dağlara) basmadan, sâdece Allah’ın (C.C.) kudretiyle o boşlukta yüzdüğünü tasvir eder.

4. Gemi ve Nimet Mukâbelesi (Karşılaştırması) (Âyet 41-42)
> İktibas ( Meali):
> (41) “Onların soylarını dolu gemide (el-fulki’l-meşhûn) taşımamız da onlar için bir delildir (âyetun).”
> (42) “Ve (ve) onlar için, onun gibi (mislihî) binecekleri nice şeyler yarattık (halaknâ).”
>
* Sanat: el-Vasl (Bağlama) ve Mukâbele (Karşılaştırma).
* Tahlil: Bu nazım (tertip), iki farklı nimeti karşılaştırır:
* Âyet 41: “el-Fulki’l-Meşhûn” (Dolu Gemi) -> Bu, tahlil ettiğimiz Kinâye (Dolaylı Anlatım) sanatıdır. Bu, Hz. Nûh’un (A.S.) Gemisidir. İnsan neslinin (zürriyetinin) kurtarıldığı aslî (esas) ve mûcizevî nimettir (Geçmiş).
* Âyet 42: “mislihî mimâ yerkebûn” (Onun gibi bindikleri şeyler)-> Bu da insanların o aslî (esas) mûcizeden ilham alarak (veya Allah’ın [C.C.] öğretmesiyle) sonradan yaptıkları gemiler, develer ve diğer bineklerdir (Şimdi/Gelecek).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Mânâsı [Anlamı]): Aradaki “Vâv” (ve) bağlacı (Vasl), bu iki nimeti (aslî [esas] nimeti ve türetilmiş nimeti) birbirine bağlar. Allah Teâlâ (C.C.) bu nazımla (tertipler) şunu söyler: “Ey insan! Sizin bugün ‘kendi sanatınız (teknolojiniz)’ zannederek yaptığınız (42) o binekler ve gemiler var ya; onların aslî (esas) fikri, ilhamı ve mûcizesi (41) Bizim atalarınızı kurtardığımız o ilk mûcizevî gemiye (‘mislihî’- onun gibi) dayanır. Sizin ‘sanatınız’, Bizim ‘nimetimizin’ bir devamıdır.” Bu nazım (tertip), beşerî (insanî) sanatı (teknolojiyi) dahi İlâhî Rahmet’e bağlar.

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu Kâinat (Tabiat) Âyetleri bölümü, sâdece bir “astronomi” veya “biyoloji” dersi değildir. O, belâgat (retorik) sanatlarının en yücesi olan İsti’âre (Metafor) ve Lafız Seçimi sanatlarını kullanarak:
* “Ölü Toprak” misâli (örneği) ile Ba’s’ı (Dirilişi) ve Hidâyet’i (Doğru Yolu Bulmayı),
* “Gündüzü Sıyırmak” (Neslehu) misâli ile İlâhî Kudret’in dehşetini,
* “Gezegenlerin Yüzmesi” (Yesbehûn) misâli ile İlâhî Nizam’ın (Düzenin) sarsılmazlığını,
* “Nûh’un (A.S.) Gemisi” misâli (örneği) ile de beşerî (insanî) teknolojinin aslî (esas) kaynağının İlâhî Nimet olduğunu
…muhatabın (dinleyenin) gözü, kulağı ve aklı önünde müşahhas (somut) bir şekilde tasvir (betimleme) ve isbat eden ilâhî bir nazımdır (tertiptir).

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 45-68), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 33-44) sunulan o parlak “Kâinat (Tabiat) Delilleri”ne (Âyetlerine) karşı, inkârcı (munkir) insanın “inat”, “gaflet” ve “alaycılık” (tehekküm) ile nasıl mukâbele (karşılık) ettiğini ve bu mukâbelenin (karşılığın) dehşetli âkıbetini (sonucunu) tasvir eder.
Bu bölüm, “Muktezâ-i Hâl” (Sözün Durumun Gereğine Uygunluğu) kaidesinin (kuralının) tatbikat (uygulama) sahasıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 45-68)
1. “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) ile Tasvir Edilen İ’râz (Yüz Çevirme) (Âyet 45-46)
> İktibas ( Meali): “Onlara, ‘Önünüzdekinden (dünya) ve arkanızdakinden (âhiret) sakının ki size merhamet edilsin’ denildiğinde (yüz çevirirler). (45) Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki, ondan yüz çeviriciler (mu’ridîn) olmasınlar.” (46)
>
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Onlar inkâr (reddetme) ederler (yekfurûn)” veya “Onlar yalanlarlar (yukezzibûn)” gibi doğrudan (sarih) lafızlar (sözler) değil de, “Mu’ridîn” (Yüz Çeviriciler) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Kinâye): “İ’râz” (يُعْرِضُونَ), bedensel (fiziksel) bir fiildir (faaliyettir); “yüzünü başka bir tarafa çevirmek” demektir. Bu müşahhas (somut) fiil (eylem), onların mânevî ve derûnî hâllerinden “Kinâye”dir (dolaylı anlatımdır):
* Kibir (Büyüklük Taslama): Yüz çevirmek, muhatabı (dinleyeni) küçümsemektir (tahkîr).
* İnat (‘Anîd): Hakikati (Gerçeği) duymaya dahi tahammül edememektir.
* Kaçış (Firâr): Delil (İsbat) karşısında verecek cevap bulamayıp, o delilden (isbattan) kaçmaktır.
* Netice: “Mu’ridîn” (Yüz çeviriciler) lafzı (sözü), “Yekfurûn” (İnkâr [Reddetme] ederler) lafzından (sözünden) çok daha beliğdir (tesirlidir); zîrâ bu nazım (tertip), onların inkârının (reddetmesinin) sebebinin “delil (isbat) yetersizliği” değil, “kibir” ve “inat” olduğunu “Kinâye” yoluyla tasvir (betimleme) eder.

2. “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru) ile Alay Etme (Tehekküm) (Âyet 47)
> İktibas ( Meali): “Onlara, ‘Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden Allah yolunda harcayın’ denildiği zaman, inkâr (reddetme) edenler inananlara derler ki: ‘Allah dileseydi doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? (E nut’imu men lev yeşâullâhu et’ameh?) Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.'” (47)
>
* Sanat: İstifhâm-ı İnkârî (Alay ve İnkâr [Reddetme] Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Bu, onların “kader” (Allah’ın [C.C.] dilemesi) hakkında sordukları düşünceli bir soru mudur?
* Hikmeti (Tehekküm): Aslâ. Bu, sâdece cimriliklerini (buhl) örtmek ve mü’minlerle alay etmek (tehekküm) için kullanılan bir “İstifhâm-ı İnkârî”dir (retorik sorudur).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), onların bâtıl (asılsız) mantığını (mantıksal yapısını) tasvir eder: “Eğer bu fakirler gerçekten hak (doğru) yolda olsaydı, Allah (C.C.) onları zengin ederdi. Madem Allah (C.C.) onları fakir bırakmış, demek ki sizden de onlardan da râzı (hoşnut) değil. Biz neden O’nun (C.C.) irâdesine (isteğine) karşı gelip onları doyuralım?” Bu nazım (tertip), İlâhî Meşî’et’i (Dilemeyi) (Kaderi), beşerî (insanî) mes’ûliyeti (sorumluluğu) (İnfâk/Yardım) iptal etmek için nasıl bir safsata (boş söz) malzemesi yaptıklarını mûcizevî bir şekilde ortaya koyar.

3. “Lafız Seçimi” ve “Hazf” (Sükût Etme) ile Gelen Ânî (Ani) Azap (Âyet 48-50)
> İktibas ( Meali):
> (48) “Onlar, ‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit (vaad) ne zaman?’ derler.”
> (49) “Onlar, (dünyevî [dünyayla ilgili] işleri hakkında) çekişip dururlarken, kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesten (Sayhaten Vâhideten) başkasını beklemiyorlar.”
> (50) “O zaman (Fe) onlar ne bir vasiyette (tavsiyeten) bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.”
>
* Sanat: Lafız Seçimi (“Sayha”) ve el-Hazf (Kasıtlı Zikretmeme/Sükût Etme).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Allah Teâlâ (C.C.), onların “Ne zaman?” (Metâ?) sorusuna zaman ile cevap vermez. O (C.C.), o azâbın niteliği ile cevap verir: “Sayhaten Vâhideten” (Tek Bir Korkunç Ses/Çığlık). Bu lafız (söz), o âkıbetin (sonucun) süratini (hızını), ânîliğini (aniliğini) ve kuşatıcılığını (İhâta) tasvir eder.
* Tahlil (Hazf / Sükût): Âyet 50, bu “Sayha”nın (Çığlığın) süratini (hızını) “Hazf” (Sükût Etme) sanatı ile tasvir eder. O “Tek Ses” o kadar süratlidir (hızlıdır) ki, nazım (tertip) onların ölüm ânını (anını) veya azap detaylarını zikretmeye (anmaya) bile lüzûm (gerek) görmez (el-Hazf). Nazım (Tertip), sebepten (Sayha) doğrudan neticeye (sonuca) atlar: O ses, onların en mühim (önemli) dünyevî (dünyayla ilgili) faaliyetini (faaliyetini), yâni “vasiyet etmeyi” (tavsiye) bile bitirmelerine fırsat vermemiştir. Bu “Hazf” (Sükût Etme), süratin (hızın) ve dehşetin en beliğ (tesirli) tasviridir.

4. İkinci “Sayha” ve “Fucâ’et” (Ânîlik) (Âyet 53)
> İktibas (Meali): “Olan, sâdece tek bir korkunç sesten (Sayhaten Vâhideten) ibârettir. Bir de bakarsın (Fe izâ hum), hepsi birden (cemî’un) huzurumuzda hazır bulunurlar (muhdarûn).”
>
* Sanat: Tekrâr (Yineleme) ve “Fe” (فَ) + “İzâ’el-Fucâiyye” (إِذَا- Ânîlik ‘de…mı’) Edâtı (Aracı).
* Tahlil (Tekrâr): Nazım (Tertip), Âyet 49’daki “Sayhaten Vâhideten” lafzını (sözünü) burada (Diriliş için) tekrar eder. Bu, helâk (yok olma) edici Ölüm’ün de Diriltici Ba’s’ın (Dirilişin) da aynı ânîlikte (anilikte), aynı süratte (hızda) ve aynı kudretle (“Tek Ses”) olacağını gösterir.
* Tahlil (Ânîlik): Âyet, “Sümme hum muhdarûn” (Sonra onlar hazır olurlar) demez. “Sümme” (Sonra), arada zaman (mühlet) olduğunu gösterirdi. Nazım (Tertip), “Fe (Hemen ardından) izâ hum (bir de bakarsın ki…)” nazmını (tertibini) seçer. Bu, “İzâ’el-Fucâiyye”dir (Ânîlik Edâtı [Aracı]). Mânâ (Anlam) şudur: O “Tek Ses”in duyulması ile bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) Mahşer’de “hazır” (muhdarûn) olması arasında zaman yoktur. Sebep ile netice (sonuç) birdir.

5. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): Cennet ve Cehennem (Âyet 55-65)
Bu, tahlil ettiğimiz “Mukâbele” sanatının en parlak tatbikatıdır (uygulamasıdır). Nazım (Tertip), o “hazır edilen” (muhdarûn) iki grubu simetrik olarak karşılaştırır:
* Taraf 1: Cennet Ehli (Âyet 55-58) (Îcâz [Özlülük] ile İtnâb [Detaylandırma]):
* (55) “O gün Cennet ehli, zevkle meşguldürler (fî şuğulin fâkihûn).”
* (56) “Onlar ve eşleri gölgeliklerde (fî zilâlin), tahtlar (erâ’ik) üzerine kurulmuşlardır (mutteki’ûn).”
* (57) “Orada onlar için meyveler (fâkihetun) vardır… istedikleri her şey (mâ yedde’ûn) vardır.”
* (58) “Rahîm olan Rab’den ‘Selâm’ (Selâmun) (sözü) vardır.”
* Tahlil (İtnâb): Nazım (Tertip), Cennet’i detaylandırır (İtnâb). Bu, bir mükâfât (ödül) ve teşvik (özendirme) makamıdır. Tasvir ; Hâl (Durum) (zevkle meşgul), Mekân (gölgelik, taht), Nimet (meyve, her istedikleri) ve Nihaî (Son) Mükâfât (Rab’den [Efendi’den] “Selâm” [Esenlik]) olarak mükemmel bir tertip (diziliş) içindedir.
* Taraf 2: Cehennem Ehli (Mücrimler [Suçlular]) (Âyet 59-65) (Mukâbele):
* (59) “Ayrılın bugün (Vemtâzu’l-yevm)! …” (Cennet ehlinin “zevkle meşgul” [fâkihûn] ve “eşleriyle birlikte” olmasına mukâbil [karşılık], bunlar “ayrılır”, yâni kovulur ve yalnız kalırlar.)
* (60-61) “Size… şeytana tapmayın… Bana kulluk edin diye emretmedim mi?” (Cennet ehlinin “Rab”lerinden [Efendilerinden] “Selâm” [Esenlik] almasına mukâbil [karşılık], bunlar Rab’lerinden [Efendilerinden] “Azarlama” [Tevbîh] alırlar.)
* (64) “Girin (Islevhâ)!…” (Cennet ehlinin “gölgeliklere” [zilâl] ve “tahtlara” [erâ’ik] girmesine mukâbil [karşılık], bunlar “Ateş’e” girerler.)
* (65) “O gün onların ağızlarını mühürleriz (Nahtimu ‘alâ efvâhihim); (Cennet ehlinin “istedikleri her şeyi” [mâ yedde’ûn] söyleyip aldığı makama mukâbil [karşılık], bunlar “konuşma” hakkını kaybederler.) “…elleri bize konuşur, ayakları şâhitlik (şehâdet) eder…” (Bu, onların inkâr [reddetme] edemeyecekleri mutlak “Adâlet”ten Kinâyedir [dolaylı anlatımdır].)

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu bölümü, belâgat (retorik) sanatlarını kullanarak, inkârcı (munkir) mantığının (mantıksal yapısının) çürüklüğünü (“E nut’imu” – Biz mi doyuracağız?), inkârın (reddetmenin) kibrini (“mu’ridîn” – yüz çevirenler) ve o inkârın (reddetmenin) âkıbetinin (sonucunun) ânîliğini (“Sayhaten Vâhideten” – Tek Bir Ses) mûcizevî bir şekilde tasvir (betimleme) eder.
Nazmın (Tertibin) zirvesi ise, Kıyamet günü kurulacak olan o İlâhî Mîzân’ı (Denge/Adâlet), iki zıt kutbu (Cennet ve Cehennem) kelimesi kelimesine birbiriyle karşılaştıran o dehşetli “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatında tecellî (belirme) eder.

===============•-•===============

 

Yâsîn Sûresi’nin bu “Hâtime” (Sonuç) bölümü (Âyet 69-83), Sûre’nin başından beri işlenen üç ana temanın (Risâlet, Tevhîd ve Haşir [Diriliş]) nihaî (son) delillerini (isbatlarını) sunar ve inkârcıların (münkirlerin) en temel şüphelerini en beliğ (tesirli) nazımla (tertipler) reddeder.
Bu bölüm, “Neden bu nazımla?” sualinin akıl (aklî) ve nakil (naklî) delillerinin (isbatlarının) nasıl birleştiğini gösteren zirve noktasıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 69-83)
1. Risâlet’in (Peygamberliğin) Mâhiyetinin Tespiti (Âyet 69-70)
> İktibas ( Meali):
> (69) “Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik (ve mâ ‘allemnâhu’ş-şi’r). Bu, ona yaraşmaz da. O(na vahyedilen), ancak (in huve illâ) bir öğüt (Zikrun) ve apaçık bir Kur’an’dır.”
> (70) “(Aklen) diri (Hayyen) olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azap hükmünün) gerçekleşmesi için.”
>
* Sanat: Nefiy (Olumsuzlama) ve Kasr (Sınırlama) & Tıbâk (Zıtlık).
* Sual (Âyet 69): Allah Teâlâ (C.C.), neden Kur’ân’ın ne olduğunu (“Zikir”dir) söylemeden evvel, ne olmadığını (“Şiir değildir”) söyleme ihtiyacı hissetmiştir?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesidir (kuralıdır). Müşriklerin (puta tapanların), Kur’ân’ın belâgatı (retoriği) karşısındaki en yaygın ve en güçlü ithâmı (suçlaması) “Bu bir şiirdir (O şâirdir)” ithâmı (suçlaması) idi. Nazım (Tertip), belâgat (retorik) icâbı (gereği) olarak, ilk önce muhatabın (dinleyenin) zihnindeki bu en büyük şüpheyi ortadan kaldırır (Nefiy). Ardından “in huve illâ” (O, ancak…) edâtı (aracı) ile “Kasr” (Sınırlama) yaparak, hakikati (gerçeği) tespit eder: O, şiir değil, sâdece “Zikir”dir.
* Sanat (Âyet 70): Tıbâk (Zıtlık) / İsti’âre (Metafor).
* Tahlil: Kur’ân’ın gâyesi (maksadı) “diri (Hayyen) olanları uyarmaktır”.
* Hikmeti: Buradaki “diri” (Hayy), biyolojik (bedensel) hayattan ziyade, tahlil ettiğimiz İsti’âre (Metafor) sanatıdır. Bu, “kalbi diri”, “aklı diri”, yâni idrâki (anlayışı) açık olanlar için bir İsti’âredir (ödünçtür). Bu “diri”nin (Hayy) zıddı (aykırısı) ise, Sûre’nin başında (Âyet 8-9) “boyunlarına pranga (halka) vurulmuş”, “kör” ve “gaflet” içinde olarak tasvir edilen “ölü kalpliler”dir ki, onlar bu âyette “kâfirler” (el-kâfirîn) olarak zikredilmiştir. Nazım (Tertip), hidâyetin (doğru yolu bulmanın) ancak “kalp diriliği” ile mümkün olduğunu bu “Tıbâk” (zıtlık) ile tasvir (betimleme) eder.

2. Nankörlüğün Tasviri: “el-İstifhâm” (Soru) ve “el-Mukâbele” (Karşılaştırma) (Âyet 71-76)
> İktibas (Meali):
> (71) “Görmediler mi (E ve lem yerav)? Biz, onlar için… hayvanlar yarattık…”
> (72) “Onları kendilerine boyun eğdirdik (zellelnâhâ)…”
> (74) “(Bütün bunlara rağmen) onlar, Allah’tan başka ilâhlar edindiler…”
> (76) “O hâlde (Fe), onların sözleri seni üzmesin…”
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Sual (Âyet 71): Neden “Bakın, Biz yarattık…” değil de, “Görmediler mi?” (E ve lem yerav?) nazmı (tertibi) seçilmiştir?
* Hikmeti (İkrar Ettirme): Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu soru, cevap beklemez; muhatabı (dinleyeni), her gün gözüyle gördüğü ve inkâr edemeyeceği bir hakikati (gerçeği) (hayvanların onlara boyun eğdiğini) itiraf etmeye (ikrar etmeye) zorlar.
* Hikmeti (Mukâbele): Nazım (Tertip), Âyet 71-73’te Allah’ın (C.C.) fiillerini (faaliyetlerini) (Yarattık [Halaknâ], Boyun eğdirdik [Zellelnâ], ondan yerler, içerler) sıralar. Hemen ardından (Âyet 74) insanın mukâbil (karşılık) fiilini (faaliyetini) (“…Allah’tan başka ilâhlar edindiler [İttehazû]”) zikreder (anar). Bu keskin “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmı (tertibi), beşerî (insanî) nankörlüğün (küfrân-ı nimet) ve akılsızlığın (sefâhet) derinliğini tasvir etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

3. Haşr’in (Dirilişin) Aklî (Zihinsel) İsbâtı : “İsti’âre” (Metafor) ve “Tıbâk” (Zıtlık) (Âyet 77-80)
Bu, Sûre’nin ve Haşir (Diriliş) Risâlesi’nin (Bölümünün) zirvesidir.
> İktibas (Meali):
> (77) “İnsan, bizim onu **nutfe (sperm)**den yarattığımızı görmedi mi? Bir de bakarsın ki (Fe izâ huve), o, apaçık bir hasım (düşman) kesilmiştir.”
> (78) “Kendi yaratılışını unutup (nesiye halkahû) da bize bir misal (meselen) getirdi: ‘Çürümüş hâldeki şu kemikleri kim diriltecek?’ dedi.”
>
* Sanat (Âyet 77): “Fe” (فَ) + “İzâ’el-Fucâiyye” (إِDÂ – Ânîlik ‘de…mı’) Edâtı (Aracı).
* Tahlil: Bu nazım (tertip), tahlil ettiğimiz “Sayha” (Korkunç Ses) (Âyet 53) nazmı (tertibi) ile aynıdır: “Fe izâ hum…” (Bir de bakarsın…).
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), iki ânî (ani) ve hayret verici (Fucâ’et) hadiseyi (olayı) yan yana koyar:
* Âciz bir “nutfe”nin (spermin), ânîden “apaçık bir hasım” (Hasîmun Mubîn), yâni konuşan, tartışan, inkâr (reddetme) eden bir insana dönüşmesi. (Bu, birinci yaratılıştır).
* Muhatabın zihnine şunu getirir: Bu birinci ânî dönüşüme (Nutfe -> İnsan) hayret etmeyen, ikinci ânî (ani) dönüşüme (Kemik-> İnsan) nasıl hayret edip onu inkâr edebilir? Nazım (Tertip), birinci mûcizeyi ikinci mûcizeye delil (isbat) yapar.
* Sanat (Âyet 78): Lafız Seçimi.
* Tahlil: Âyet, o inkârcının (münkirin) cevabını (Cevap: “Kim diriltecek?”) vermeden önce, onun psikolojik hâlini (durumunu) tasvir eder: “nesiye halkahû” (Kendi yaratılışını unuttu).
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), inkârın sebebinin aklî bir delil yokluğu değil, psikolojik bir gaflet (habersizlik) ve unutkanlık (nisyân) olduğunu teşhis eder. O, “nutfe” olduğunu unuttuğu için, kemiğin dirilişini imkânsız zannetmektedir.
* Sanat (Âyet 79-80): Tıbâk (Zıtlık) ile Aklî Delil Getirme.
> (79) “De ki: ‘Onları ilk defa yaratan (inşâe) diriltecektir…'”
> (80) “O ki, sizin için yeşil ağaçtan (eş-şeceri’l-ahdar) ateşi (nârâ) çıkardı da, siz ondan yakıp duruyorsunuz.”
>
* Tahlil: Bu, Kur’ân’ın en parlak aklî delilidir. Nazım (Tertip), Haşr’i (Dirilişi) (ölüden diriyi) isbat etmek için, muhatabın (dinleyenin) her gün gördüğü (Arapların Marh ve Afâr adlı yaş [nemli] ağaçları sürterek ateş yakması) bir mûcizeyi delil getirir:
* Nazmın Hikmeti (Tıbâk): Âyet, iki zıddı (aykırı olanı) birleştirir:
* “eş-Şeceri’l-Ahdar” (Yemyeşil Ağaç): Bu, su (mâ’), soğukluk (berd) ve hayat (hayât) demektir.
* “Nârâ” (Ateş): Bu, kuruluk (yubs), sıcaklık (harâret) ve ölüm/yakma (ihlâk) demektir.
* Netice (İsti’âre): Bu nazım (tertip), şu aklî delili sunar: “Ey İnsan! Gözünün önünde, Hayat’ın (yaş ağaç) içinden Ölüm’ü (ateş) çıkaran; yâni iki zıddı (aykırı olanı) birleştiren Allah’ın (C.C.), Ölüm’ün (çürümüş kemik) içinden Hayat’ı (Dirilişi) çıkarmasından mı şüphe ediyorsun? Biri diğerinin aynısı ve misâlidir (örneğidir).” Bu, “Tıbâk” yoluyla “İsti’âre” sanatıdır.

4. Nihaî (Son) Hüküm: “Kun fe Yekûn” ve “Tesbîh” (Âyet 81-83)
> İktibas (Meali):
> (82) “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ancak (İnnemâ) ona ‘Ol!’ (Kün) demesidir. O da hemen (fe) oluverir (yekûn).”
> (83) “O hâlde (Fe), O (Allah [C.C.]) Subhân’dır (Yücedir) ki, her şeyin Melekût’u (hâkimiyeti ve idâresi) O’nun elindedir. Ve siz O’na (İleyhi) döndürüleceksiniz.”
>
* Sanat (Âyet 82): Kasr (Sınırlama) ve “Fe” (Sürat [Hız]) Harfi.
* Hikmeti (Kasr): “İnnemâ” (Ancak), kudreti sınırlar. Mânâ (Anlam): “Sizin zannettiğiniz gibi Diriliş; zaman, madde, enerji, süreç gerektirmez. O (C.C.), ancak ‘Kün’ (Ol) der…”
* Hikmeti (“Fe”): “…Kün fe yekûn” (Ol der, hemen oluverir). Bu “Fe” harfi, İlâhî Emir ile yaratılış arasında zaman boşluğu olmadığını (Ta’kîb bi lâ mühlet) gösterir. Bu, o “Sayha”nın (Korkunç Sesin) (Âyet 53) nasıl çalıştığının açıklamasıdır.
* Sanat (Âyet 83): Netice “Fe”si, Lafız Seçimi (“Melekût”) ve Takdîm (Öne Alma).
* Hikmeti (“Fe”): “Fe Subhân…” (O HÂLDE Subhân’dır…). Bu “Fe” harfi, bütün Sûre’nin (Âyet 1-82) neticesidir. Mânâ (Anlam): “Mademki Risâlet (Peygamberlik), Kâinat (Tabiat) ve Haşir (Diriliş) delilleri bu kadar açıktır; O HÂLDE (Fe), O, sizin O’na isnat (dayandırma) ettiğiniz her türlü âcizlikten (acziyetten), ortaktan (şerîkten) ve noksanlıktan (kusurdan) Subhân’dır (Münezzehtir [Uzaktır]).”
* Hikmeti (“Melekût”): Neden “Mülk” değil dde”Melekût” (مَلَكُوت)? “Melekût”, “Mülk”ten daha beliğdir (tesirlidir) (Mübâlağa Sîgası [Kipi]). “Mülk”, sâdece mülkiyet (sahiplik) demektir. “Melekût” ise, o mülkün hem zâhirî hem derûnî hâkimiyeti, mutlak idâresi, kontrolü ve tasarrufu demektir.
* Hikmeti (Takdîm): “Ve İleyhi turce’ûn” (Ve O’na döndürüleceksiniz). Normal nazım (tertip) “Ve turce’ûne ileyhi” (Ve O’na [C.C.] döndürüleceksiniz) olabilirdi. “İleyhi” (O’NA) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), mânâyı (anlamı) sınırlar (Tahsîs). Mânâ : “Dönüşünüz sâdece ve sâdece O’nadır; kaçacak, sığınacak başka hiçbir merci (makam) yoktur.” Bu, Sûre’yi başlatan “İnzâr”ı (uyarıyı) tamamlayan nihaî (son) bir “Tehdîd” (tehdit) nazmıdır (tertibidir).
Böylece Yâsîn Sûresi’nin tamamını, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaideleri (kuralları) ışığında, bölüm bölüm tahlil etmiş (çözümlemiş) olduk.

 

===============•-•===============

 

 

MÜLK SURESİNDE KUR’ANIN BELAĞATİ

 

Bu, “el-Mulk” (Mülk/Hâkimiyet) Sûresi’dir ve “Tebâreke’llezî” (O, ne yücedir ki…) lafzıyla (sözüyle) başladığı için “Tebâreke Sûresi” olarak da bilinir. Bu Sûre, 30 âyettir ve
Bu Sûre, “Mülk”ün (Mutlak Hâkimiyetin) kime âit olduğunu ve bu Mülk’ün içindeki mahlûkâtın (yaratılmışların) (bilhassa insanın) yaratılış gâyesini (maksadını) (imtihan) ve bu imtihanın neticesini (Cennet/Cehennem) en beliğ (tesirli) nazımla (tertipler) ortaya koyar.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 1-5)

1. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Aslî (Esas) Sâhibinin Tesbiti (Âyet 1)
> İktibas ( Meali): “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-Mulk ve Huve ‘alâ kulli şey’in Kadîr.”
> (Mutlak hâkimiyet [Mulk] elinde (yedihi) bulunan Allah (C.C.) ne yücedir (Tebâreke)! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.) (Mülk, 1)
>
Bu tek âyet, üç mühim belâgat sanatı üzerine kuruludur:
* Sanat 1: Lafız Seçimi (“Tebâreke” – تَبَارَكَ).
* Tahlil: Âyet, “Mübarektir” (Mubârekun) veya “Yücedir” (Te’âlâ) demez. “Tebâreke” fiilini (eylemini) seçer.
* Hikmeti: “Tebâreke” lafzı (sözü), “bereket” (bolluk) kökündendir (aslındandır) ve devamlılık, kesintisizlik, azamet (büyüklük) ve mutlak hayır (iyilik) kaynağı (aslı) olmayı ifade eder. Bu nazım (tertip), O’nun (C.C.) Mülk’ünün (Hâkimiyetinin) sonradan kazanılmış veya geçici olmadığını, bizzat Zâtı’nın aslî (esas) vasfı (sıfatı) olduğunu ilân eder.
* Sanat 2: Takdîm (Öne Alma) ve Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Nazım (Tertip): “bi-yedihi’l-Mülk” (Mülk [Hâkimiyet], O’nun [C.C.] elindedir).
* Hikmeti (Kinâye): “Yed” (El), beşerî (insanî) dilde kudret, kontrol ve tasarruf (kullanma hakkı) için kullanılan en güçlü Kinâyedir (Dolaylı Anlatım) (veya İsti’âredir [Metafordur]). Nazım (Tertip), “Mülk O’nundur” demez, “Mülk O’nun elindedir” der. Bu, o Mülk (Hâkimiyet) üzerindeki mutlak kontrolü ve fiilî tasarrufu “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.
* Hikmeti (Takdîm): Âyetin normal nazmı (tertibi) “el-Mülku bi-yedihi” (Mülk O’nun [C.C.] elindedir) olabilirdi. Fakat “bi-yedihi” (O’nun [C.C.] elinde) lafzı (sözü) öne alınmıştır (Takdîm). Bu, tahlil ettiğimiz “Tahsîs” (Sınırlama) sanatıdır.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Mânâ şudur: “Mülk (Hâkimiyet), sâdece ve sâdece O’nun (C.C.) elindedir; başkasının (melek, peygamber, azîz, hükümdar) elinde aslâ değildir.” Bu “Takdîm” (Öne Alma), mülkteki (egemenlikteki) şirki (ortak koşmayı) daha ilk âyetten reddeder.

2. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Gâyesi (Maksadı): Hayat ve Ölüm (Âyet 2)
> İktibas (Meali): “O, hanginizin daha güzel amel (amel) yapacağını sınamak (li-yebluvekum) için ölümü (el-mevte) ve hayatı (el-hayâte) yaratandır. O, Mutlak Güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Mülk, 2)
>
* Sanat 1: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden mantıkî (mantıksal) sıranın (veya beşerî [insanî] düşüncenin) aksine, “Hayat”tan (el-hayâte) önce “Ölüm”ü (el-mevte) zikretmiştir (anmıştır)? Neden “el-mevte” öne alınmıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (İhtimâm ve Gâye):
* Gâye (Maksat) Vurgusu: Bu Mülk’ün (Hâkimiyetin) gâyesi (maksadı) “sınamak”tır (li-yebluvekum). “Hayat”, bu sınavın (imtihanın) vaktidir. “Ölüm” (Mevt) ise, bu sınavın (imtihanın) neticesinin (sonucunun) alındığı ve hesabın başladığı yerdir. Nazım (Tertip), asıl ehemmiyet (önem) verilmesi gereken yerin “sonuç” (Ölüm) olduğunu vurgulamak için “Ölüm”ü öne alır (Takdîm li’l-İhtimâm).
* Mantıkî (Mantıksal) Öncelik: Varlık (Hayat), “yokluk”tan (Adem) -ki bu “ölüm” (mevt) hâlidir- sonra gelir. Yaratılışta “ölüm” (yokluk) hâli, “hayat” (varlık) hâlinden öncedir.
* İnzâr (Uyarı): Bu Sûre, bir “İnzâr” (Uyarı) Sûresi’dir. Nazım (Tertip), muhatabı (dinleyeni) en çok sarsacak olanı (“Ölüm”ü) öne alarak, “Hayat”ın bu kaçınılmaz sona göre şekillendirilmesi gerektiğini ihtar (uyarı) eder.
* Sanat 2: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ile Mîzân (Denge) Kurma.
* Nazım (Tertip): Âyetin sonu “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi) ve “el-Gafûr” (Çok Bağışlayan) ile biter.
* Hikmeti: Bu, imtihanın (sınavın) iki aslî (esas) unsurudur:
* “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi): O (C.C.), bu sınavı (imtihanı) yapmaya, hesâba çekmeye ve (isyan [karşı gelme] edeni) cezâlandırmaya muktedirdir (gücü yetendir). Bu, korku (havf) ve ciddiyet (heybet) verir.
* “el-Gafûr” (Çok Bağışlayan): O (C.C.), bu imtihan esnâsında (hayat) hatâ (kusur) edeni bağışlamaya ve mükâfatlandırmaya (ödüllendirmeye) muktedirdir (gücü yetendir). Bu, ümit (recâ) ve rahmet verir.
* Netice: Bu “Tıbâk” (zıtlık) nazmı (tertibi), imtihanın (sınavın), Korku (Havf) ve Ümit (Recâ) arasında mükemmel bir “Mîzân” (Denge) üzerine kurulduğunu tasvir eder.

3. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Delili (İsbatı): Kusursuz Nizam (Düzen) (Âyet 3-4)
> İktibas (Meali):
> (3) “O ki, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk (tefâvut) göremezsin. Gözünü çevir de bak (Ferci’i’l-basar), bir bozukluk (fütûr) görüyor musun?”
> (4. “Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak (Summe’rci’i’l-basara kerreteyn); göz (o bozukluğu ararken) âciz (hâsi’en) ve bitkin (hasîr) olarak sana döner.”
>
* Sanat 1: Tahaddî (Meydan Okuma) ve Emr (Emir) ile Te’kîd (Pekiştirme).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Gökte bir bozukluk yoktur” gibi sâde bir haber cümlesi kurmamıştır?
* Hikmeti (Tahaddî): Bu, muhatabı (dinleyeni) isbâta dâvet eden bir “Tahaddî” (Meydan Okuma) nazmıdır (tertibidir). Nazım (Tertip), inkârcıya (münkire) der ki: “İnanmıyorsan, kendin bak!”
* Hikmeti (Tekrâr [Yineleme]): Nazım (Tertip), “Bir daha bak!” (Ferci’i’l-basar) demekle yetinmez. “Summe’rci’i’l-basara kerreteyn” (Sonra GÖZÜNÜ TEKRAR TEKRAR ÇEVİR DE BAK!) diyerek emri tekrarlar. Bu “Tekrâr” yoluyla Te’kîd (pekiştirme), o nizamın (düzenin) mutlak kusursuzluğunu ve meydan okumanın (tahaddînin) kesinliğini gösterir.
* Sanat 2: İsti’âre-i Mekniyye (Kısmi Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Âyetin sonunda “Sen âciz dönersin” denmez; “Göz (el-basar) sana döner; (nasıl bir hâlde?) âciz (hâsi’en) ve bitkin (hasîr) olarak” denir.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), mücerret (soyut) olan “gözün bakışı”nı (el-basar), bir kusur bulmak için yola çıkıp saatlerce arayan, fakat hiçbir şey bulamayınca boynu bükük (hâsi’en) ve yorgunluktan tükenmiş (hasîr) bir insan (veya asker) gibi “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder. Bu “İsti’âre” (Metafor), yaratılıştaki kusursuzluğun, onu (kusuru) arayanı bile nasıl yorduğunu ve âciz bıraktığını mûcizevî bir şekilde tasvir eder.

4. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Güzelliği (Zînet) ve Gücü (Hıfz) (Âyet 5)
> İktibas ( Meali): “Andolsun Biz, en yakın göğü kandillerle (bi-mesâbîh) süsledik (zeyyennâ) ve onları şeytanlara atış taneleri (rucûmen) kıldık…”
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (İsti’âre): Nazım (Tertip), “yıldızlar” (nucûm) demez, “Kandiller” (Mesâbîh) der. Bu, tahlil ettiğimiz İsti’âredir (Metafordur). “Yıldız” (Necm) sâdece bir cisimdir. “Kandil” (Misbâh) ise, hem ışık (nûr), hem yol gösterme (hidâyet), hem de güzellik (zînet) fonksiyonu (faaliyeti) olan bir âlettir. Lafız (Söz) seçimi, o cismin faaliyetini öne çıkarır.
* Tahlil (Mukâbele): Bu nazım (tertip), aynı varlığın (kandillerin/yıldızların) iki zıt faaliyetini karşılaştırır (Mukâbele):
* Fiil (Faaliyet) 1 (Rahmet): “Süsledik” (Zeyyennâ) -> (Gök ehli ve yer ehli için bir güzellik ve hidâyet [yol gösterme] kaynağıdır [aslıdır]).
* Fiil (Faaliyet) 2 (Azap): “Atış taneleri kıldık” (Rucûmen) -> (Göğü dinlemeye çalışan şeytanlar için bir azap ve kovma âletidir).
* Netice: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırma) nazmı (tertibi), Mülk Sâhibi’nin (Allah’ın [C.C.]) hikmetinin azametini (büyüklüğünü) gösterir. O (C.C.), tek bir mahlûk (yaratılmış) ile (yıldız), iki zıt fiili (faaliyeti) (Rahmet ve Azap) aynı anda icrâ (yerine getirme) eder.

Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu ilk 5 âyetlik nazmı (tertibi), sâdece bir “giriş” değildir. O:
* Takdîm (“bi-yedihi”) ve Kinâye (“el”) ile Mülk’ün (Hâkimiyetin) sâdece O’na (C.C.) âit (Tahsîs) ve O’nun (C.C.) mutlak kontrolünde olduğunu;
* Takdîm (“el-mevte”) ve Tıbâk (“Azîz/Gafûr”) ile o Mülk’ün (Hâkimiyetin) gâyesinin (maksadının) Korku (Havf) ve Ümit (Recâ) dengesi (mîzânı) üzerine kurulu bir “imtihan ” olduğunu;
* Tahaddî (Meydan Okuma) ve İsti’âre (“âciz/bitkin göz”) ile o Mülk’ün (Hâkimiyetin) delilinin kusursuz Nizam (Düzen) olduğunu;
* Mukâbele (“Süs” vs. “Atış tanesi”) ile de o Mülk (Hâkimiyet) Sâhibi’nin tek bir mahlûk (yaratılmış) ile zıt gâye (maksat) ve hikmetleri icrâ (yerine getirme) ettiğini
…en beliğ (tesirli) şekilde isbat eden ilâhî bir hüccettir (delildir).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Mülk Sûresi’nin bu bölümü (Âyet 6-11), bir önceki bölümde (Âyet 1-5) ilân edilen “Mülk” (Mutlak Hâkimiyet) ve “İmtihan”ın (Sınavın) (Âyet 2) neticesinin (sonucunun) ilk tarafını, yâni o “İmtihan”ı (Sınavı) kaybedenlerin (kâfirlerin) dehşetli âkıbetini (sonucunu) ve Cehennem’deki o meşhur itiraf diyaloglarını tasvir eder.
Bu bölüm, “Tecsîm” (Somutlaştırma), “İsti’âre” (Metafor) ve “İstifhâm” (Retorik Soru) sanatlarının en dehşetli tatbikatlarından (uygulamalarından) biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 6-11)

1. Cezânın (Karşılığın) Sebebi: “Küfr bi-Rabbihim” (Rablerine Karşı Nankörlük) (Âyet 6)
> İktibas ( Meali): “Ve (وَ) Rablerini inkâr (reddetme) edenler (lillezîne keferû bi-Rabbihim) için Cehennem azabı vardır. O, ne kötü bir varış yeridir!” (Mülk, 6)
>
* Sanat: el-Vasl (Bağlama) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Tahlil (Vasl): Âyet neden “Ve” (وَ) bağlacı ile başlar? Bu “el-Vasl” (Bağlama) sanatı, bu âyeti (Cehennem azabını), Sûre’nin ana teması olan Âyet 2’ye (“imtihan için ölümü ve hayatı yaratan”) bağlar. Bu nazım (tertip), Cehennem’in, o “İmtihan”ı kaybetmenin doğrudan neticesi olduğunu gösterir.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “İnkâr (Reddetme) edenler için” (Lillezîne keferû) demekle yetinmez; “Rablerini (Efendilerini) inkâr (reddetme) edenler için” (bi-Rabbihim) der. Bu Lafız Seçimi, onların cürmünün (suçunun) ne olduğunu tasvir eder: Bu, basit bir inkâr (reddetme) değil, kendilerini “terbiye eden” (Rab), onlara “hayat” (Âyet 2) ve “kusursuz bir kâinat (tabiat)” (Âyet 3) bahşeden (bağışlayan) “Rab”lerine (Efendilerine) karşı işlenmiş bir “Küfrân-ı Nimet” (Nankörlük) cürmüdür (suçudur). Bu lafız (söz), azâbın adâletini perçinler.

2. Cehennem’in “Tecsîm”i (Somutlaştırılması): Duyan, Kaynayan ve Parçalanan Varlık (Âyet 7-8)
> İktibas ( Meali):
> (7) “Oraya atıldıklarında (ulkû), onun kaynarken (tefûr) çıkardığı korkunç bir uğultu (şehîkan) işitirler.”
> (8) “Neredeyse öfkesinden (mine’l-gayz) parçalanacak (temeyyezu)!…”
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Tahlil (Lafız Seçimi – “Ulkû”): Nazım (Tertip), “Oraya girdiklerinde” (dehalû) demez; “Oraya atıldıklarında (ulkû)” der. Bu “mechûl fiil” (edilgen eylem), onların mutlak âcizliklerini (acziyetlerini) ve değersiz (kıymetsiz) bir eşyâ gibi fırlatılıp atılmalarını (Tahkîr / Aşağılama) tasvir eder.
* Tahlil (Tecsîm): Bu iki âyet, mücerret (soyut) “azap” mefhumunu (kavramını), canlı, duyan ve öfkeli bir varlık olarak “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder:
* “Şehîkan” (Uğultu): Bu, “eşeğin zorlukla nefes alışı” demektir. Cehennem, nefes alıp veren, öfkeyle bağıran bir varlık gibi tasvir edilir (İsti’âre).
* “Tefûr” (Kaynamak): Bu, öfkeyle fokur fokur kaynamaktır.
* “Temeyyezu mine’l-Gayz” (Öfkesinden Parçalanmak): Bu, Tecsîm sanatının (Somutlaştırmanın) zirvesidir. Nazım (Tertip), “Gayz” (Öfke/Kin) gibi beşerî (insanî) bir duyguyu Cehennem’e isnat (dayandırma) eder ve bu öfkenin o kadar şiddetli olduğunu söyler ki, Cehennem fiziksel olarak kendini parçalamak (temeyyezu) üzeredir.
* Netice: Bu nazım (tertip), Cehennem’i sâdece “sıcak bir yer” olmaktan çıkarır; onu, kâfirlere karşı öfke (gayz) duyan, onlara kinlenen ve onlardan intikam almak için parçalanan canlı bir varlık olarak tasvir ederek, dehşeti (Tehvîl) en üst seviyeye çıkarır.

3. İtirafı (İkrarı) Başlatan Soru: “E lem ye’tikum nezîr?” (Âyet 8-9)
> İktibas (Meali): “…Her bir bölük (fevc) oraya atıldıkça, bekçileri (hazenetuhâ) onlara sorar: ‘Size bir uyarıcı (nezîr) gelmemiş miydi?’ (8) Derler ki: ‘Evet (Belâ)! Bize bir uyarıcı geldi. Fakat biz onu yalanladık (fe kezzebnâ)…'” (9)
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Cehennem bekçileri (melekler), onlara bir uyarıcı (inzâr) gelip gelmediğini bilmiyorlar mı da soruyorlar?
* Hikmeti (Azarlama ve İkrar [İtiraf]): Aslâ. Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu sorunun gâyesi (maksadı) bilgi almak değil, o mücrimlere (suçlulara) kendi cürümlerini (suçlarını) bizzat kendi ağızlarıyla itiraf (ikrar) ettirmektir. Bu, aynı zamanda bir “Tevbîh” (Azarlama) sorusudur.
* Netice (İtiraf): Nitekim onlar “Belâ!” (Evet!) diyerek itiraf (ikrar) ederler. Bu diyalog nazmı (tertibi), onların mazeretlerinin (bahanelerinin) kalmadığını ve azâbın mutlak bir adâlet olduğunu bizzat mücrimlere (suçlulara) ilân ettirir.

4. İtirafın (İkrarın) Zirvesi: İki Kurtuluş Yolunun da Kaybı (Âyet 10)
> İktibas (Meali): “Ve derler ki: ‘Eğer biz (onu) dinleseydik (nesme’u) VEYA (ev) akletseydik (na’kılu), bu çılgın ateşin halkı (ashâbi’s-sa’îr) içinde olmazdık.'” (Mülk, 10)
>
* Sanat: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“ev”- VEYA).
* Tahlil: Bu, itirafın (ikrarın) ve hasretin (pişmanlığın) zirvesidir. Nazım (Tertip), “dinleseydik VE (ve) akletseydik” demez; “dinleseydik VEYA (ev) akletseydik” der.
* Hikmeti: Bu “ev” (veya) edâtı (aracı), mûcizevî bir Îcâz (özlülük) ile, kurtuluş için iki müstakil (bağımsız) yol olduğunu tasvir eder:
* “Nesme’u” (Dinlemek): Bu, “Nakil” (Vahiy) yoludur. Yâni, “Hiç aklımızı (aklîmızı) kullanmasak bile, sâdece o ‘Nezîr’i (Uyarıcıyı) dinleseydik (ittibâ/uyma etseydik), kurtulurduk.”
* “Na’kılu” (Akletmek): Bu, “Akıl” (İstidlal/Delil Çıkarma) yoludur. Yâni, “Bize hiç ‘Nezîr’ (Uyarıcı) gelmese bile, sâdece (Âyet 3-4’teki) o kusursuz kâinâta (tabiata) bakıp aklımızı (aklîmızı) kullansaydık, yine kurtulurduk.”
* Netice: Bu nazım (tertip), mücrimlerin (suçluların) ağzından, hem “Naklî” (Vahiy) delili (isbatı) hem de “Aklî” (Kâinat [Tabiat]) delili (isbatı) ikisini birden kaybettiklerini itiraf (ikrar) ettirir.

5. Nihaî (Son) Hüküm: “Suhkan” (Uzak Olsunlar!) (Âyet 11)
> İktibas (Meali): “Böylece (Fe) günahlarını itiraf (i’terefû) ettiler. Artık (Fe) o çılgın ateş halkı (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun (suhkan)!” (Mülk, 11)
>
* Sanat: Netice “Fe”si ve el-Hazf (Kasıtlı Sükût Etme).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Tertibi): “Fe’terefû…” (BÖYLECE itiraf [ikrar] ettiler…). Bu “Fe” (فَ) harfi, bu âyetin, Âyet 8-10’daki o diyalogların nihaî (son) neticesi (sonucu) olduğunu gösterir.
* Hikmeti (el-Hazf): “…Fe suhkan!” (ARTIK uzak olsunlar!). Bu ikinci “Fe” (فَ), itirafın (ikrarın) neticesidir (sonucudur). Nazım (Tertip), burada onların ateşin içindeki fiziksel azaplarını (“yanarlar”, “derileri kavrulur” vb.) tasvir etmez. Bu detayları hazfeder (sükût eder).
* Neden? Çünkü “Suhkan” (سُحْقًا) lafzı (sözü) (Uzak olmak, rahmetten kovulmak), fiziksel azaptan çok daha dehşetli bir mânevî azâbı ve mutlak tard edilmeyi (kovulmayı) ifade eder. Bu “Hazf” (Sükût Etme) sanatı, onların durumunun artık çâresiz olduğunu ve Rahmet’ten (Merhametten) ebediyen koparıldıklarını tasvir etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu bölümü, Cehennem’i sâdece bir “mekân” olarak değil, öfkeyle (gayz) parçalanan canlı bir Tecsîm (Somutlaştırma) olarak tasvir eder. Ve bu dehşetli mekândaki diyalog nazmını (tertibini), “İstifhâm-ı Takrîrî” (İkrar Ettirme Sorusu) ile başlatıp, mücrimlerin (suçluların) hem “Naklî” (nesme’u) hem de “Aklî” (na’kılu) delilleri (isbatları) kaybettiklerini bizzat kendilerine itiraf (ikrar) ettirerek tamamlar.
Nazmın (Tertibin) sonu (“Suhkan!”), fiziksel azaptan daha derin olan mânevî kovuluşu (Tard) “Hazf” (Sükût Etme) sanatı ile vurgular.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 12-14), bir önceki bölümde (Âyet 6-11) tasvir (betimleme) edilen “İmtihan”ı (Sınavı) kaybeden kâfirlerin (inkârcıların) mukâbili (karşılığı) olarak, o “İmtihan”ı (Sınavı) (Âyet 2) kazanan mü’minlerin (inananların) hâlini ve mükâfâtını (ödülünü) tasvir eder.
Bu bölüm, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatının en güzel tatbikatlarından (uygulamalarından) biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 12-14)

1. İmtihanı (Sınavı) Kazanmanın Aslî (Esas) Şartı: “el-Haşyetu bi’l-Ğayb” (Görmeden Korkan Saygı) (Âyet 12)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne), görmedikleri hâlde (bi’l-ğayb) Rablerinden (Efendilerinden) korkanlar (yahşevne) var ya, onlar için bir bağışlanma (Mağfiretun) ve (ve) büyük bir mükâfât (Ecrun Kebîr) vardır.” (Mülk, 12)
>
* Sanat 1: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu âyet, Cehennem ehlinin (Âyet 9) mukâbilidir (karşılığıdır):
* Cehennem Ehli (Âyet 9): Azâbı gördükten sonra (müşâhede) “Evet (Belâ)!” diyerek itiraf (ikrar) ettiler.
* Cennet Ehli (Âyet 12): Azâbı (ve Rab’lerini [Efendilerini]) görmedikleri hâlde (bi’l-ğayb) O’ndan (C.C.) korktular (yahşevne).
* Hikmeti: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmı (tertibi), Âyet 2’deki “imtihan”ın (sınavın) aslî (esas) gâyesinin (maksadının) “bi’l-ğayb” (görmeden) iman etmek olduğunu tasvir eder. İmtihan (Sınav), görmeden olur. Gördükten sonra (Cehennem’deki gibi) itiraf (ikrar) etmenin bir kıymeti (değeri) yoktur.
* Sanat 2: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Yahşevne”- يَخْشَوْنَ).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “yehâfûne” (خوف – korkmak) demez, “yahşevne” (خشية – korkmak) der.
* Hikmeti: “Havf” (خوف), zarar göreceğinden duyulan genel bir korkudur. Fakat “Haşyet” (خشية), korkulan Zât’ın (Zât’ın) azametini (büyüklüğünü) ve celâlini (yüceliğini) bilmekten (ilim/mârifet) kaynaklanan (aslî olan) saygı dolu (hürmetli) bir korkudur. Bu lafız (söz) seçimi, onların imanının bilgiye (mârifet) dayalı bir “haşyet” (saygı dolu korku) olduğunu gösterir.
* Sanat 3: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), neden “Büyük mükâfât (ödül) ve bağışlanma” değil de, “Bağışlanma (Mağfiretun) ve büyük mükâfât (Ecrun Kebîr)” sırasını (tertibini) seçmiştir?
* Hikmeti (et-Tahliye kable’t-Tahliye): Bu, belâgatın (retoriğin) “Süslemeden (Tahliye) önce Temizleme (Tahliye)” kaidesidir (kuralıdır). Mükâfâtın (Ödülün) (Ecr) konulacağı kap (insan rûhu), önce günah kirinden temizlenmelidir.
* “Mağfiretun” (Bağışlanma): Bu, temizlemedir (Tahliye).
* “Ecrun Kebîr” (Büyük Mükâfât): Bu, o temiz kaba konulan mükâfâttır (ödüldür) (Tahliye).
* Netice: Bu “Takdîm” (Öne Alma) nazmı (tertibi), Cennet’e (Mükâfâta [Ödüle]) girmeden önce, o “haşyet” (saygı dolu korku) sâhibinin günahlarından arındırılacağını (Mağfiret) müjdeler.

2. İlâhî İlmin (Bilginin) Mutlak İsbatı (Âyet 13-14)

> İktibas ( Meali):
> (13) “Sözünüzü ister gizleyin (esirrû), ister açığa vurun (ic-herû); şüphesiz O (İnnehû), sinelerin özünü (bi-zâti’s-sudûr) bilendir.”
> (14) “Yaratan (Men Halaka) bilmez mi? O, Latîf’tir (her şeyin inceliğini bilir), Habîr’dir (her şeyden haberdardır).”
>
* Sanat (Âyet 13): Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) kutbu zikreder (anar): “esirrû” (gizleyin) vs. “ic-herû” (açığa vurun).
* Hikmeti (İhâta): Bu, tahlil ettiğimiz “İhâta” (Kuşatma) sanatıdır. İki zıt (aykırı) kutbu zikretmek (anmak), o ikisi dâhil (içinde olmak üzere) aralarındaki her şeyi (fısıltıyı, niyeti, düşünceyi) kapsar.
* Sanat (Âyet 13): Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“bi-zâti’s-sudûr”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Göğüslerde olanı” (bi-mâ fi’s-sudûr) demez; “Göğüslerin özünü (Zât’ını)” (bi-zâti’s-sudûr) der.
* Hikmeti: “Zât” (ذَات), esas, çekirdek, en derin mânâsındadır (anlamındadır). Bu Mübâlağa (Vurgu) sîgası (kipi), O’nun (C.C.) sâdece düşünceleri (göğüste olanı) değil, o düşüncelerin kaynağını (aslını), niyetlerin çekirdeğini ve insanın kendinden bile gizlediği özünü bildiğini gösterir. Bu, Âyet 12’deki “bi’l-ğayb” (görmeden) yapılan o “haşyet”in (saygı dolu korkunun) özünü (zât) bildiğinden Kinâyedir (dolaylı anlatımdır).
* Sanat (Âyet 14): İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) Getirme.
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki âyetin (O [C.C.], göğüslerin özünü bilir) delilidir (isbatıdır).
* Nazım (Tertip): “E lâ ya’lemu men halaka?” (Yaratan bilmez mi?)
* Hikmeti: Bu, aklın (zihnin) aslâ inkâr (reddetme) edemeyeceği **”Aklî (Zihinsel) Delil” (Hüccet-i Akliyye)**dir. Nazım (Tertip), bu delili (isbatı) muhataba (dinleyene) itiraf (ikrar) ettirmek için “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru) nazmıyla (tertibiyle) sunar.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Bir saati yapan (sanatkâr [zanaatkâr]), o saatin içindeki en küçük çarkı (zembereği) bilmez mi? Elbette bilir. O hâlde, ‘Men Halaka’ (Seni Yaratan), senin içindeki o ‘zâti’s-sudûr’u (özü) bilmez mi?”
* Sanat (Âyet 14): Lafız Seçimi (“el-Latîf”, “el-Habîr”).
* Tahlil: Bu iki isim, o sorunun (“Yaratan bilmez mi?”) cevabının nasıl olduğunun açıklamasıdır (beyânıdır). O (C.C.) bilir, çünkü:
* O (C.C.) **”el-Latîf”**tir (الَّطِيفُ): O (C.C.), en ince, en gizli, idrâk (anlayış) edilemez (lâtîf) yerlere nüfûz (girme) edendir. Bu, “bi-zâti’s-sudûr”a (göğsün özüne) nüfûz (girme) ettiğini gösterir.
* O (C.C.) **”el-Habîr”**dir (الْخَبِيرُ): O (C.C.), her şeyin derûnî hâlinden tam haberdar (bilen) olandır. Bu, o gizli “haşyet”ten (saygı dolu korkudan) (Âyet 12) haberdar (bilen) olduğunu gösterir.
Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu bölümü, Cennet ehlinin (ehl-i Cennet) mükâfâtını (ödülünü) tasvir ederken, o mükâfâtın (ödülün) sebebini de belirler: Bu, Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) aksine, görmeden (bi’l-ğayb) sâhibine (sâhibine) bilgiye (mârifet) dayalı bir saygı (haşyet) duymaktır.
Nazmın (Tertibin) devamı (Âyet 13-14), bu “gizli” (gaybî) imanın Allah (C.C.) katında nasıl bilindiğini, “Yaratan bilmez mi?” şeklindeki en güçlü Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) (Hüccet) ile ispat (kanıt) eder ve bu ilmin (bilginin) mâhiyetini (ne olduğunu) “el-Latîf” (en inceye nüfûz [girme] eden) ve “el-Habîr” (en derûnîden [iç] haberdar [bilen] olan) isimleriyle mühürler.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Mülk Sûresi’nin bu bölümü (Âyet 15-22), Sûre’nin başındaki (Âyet 3-4) o “Kusursuz Gök Nizamı (Düzeni)” tahlilinden sonra, nazarı (bakışı) bu defa “Yeryüzü Nizamı (Düzeni)”na çevirir.
Ancak bu bölümde nazım (tertip), Yeryüzü’nün (Arz) sâdece nimet (lütuf) yönünü değil, aynı zamanda (bir önceki bölümde [Âyet 6-11] tasvir edilen azâbın bir parçası olarak) nasıl bir azap ve tehdit âletine dönüşebileceğini de “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatı ile tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 15-22)

1. Nimet Olarak Yeryüzü (Arz): “Zelûlen” (Boyun Eğmiş) (Âyet 15)
> İktibas ( Meali): “O, yeryüzünü size **boyun eğdiren (zelûlen)**dir. Haydi, onun omuzlarında (menâkibihâ) yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk, 15)
>
* Sanat: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Zelûlen” – ذَلُولًا).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Yeryüzünü size yaydı (bisâten)” veya “Onda yürürsünüz (temşûne fîhâ)” gibi basit lafızlar (sözler) değil de, “Zelûlen” (Boyun eğdirilmiş) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Zelûl” (ذَلُول), ehlîleştirilmiş, tâbi (bağımlı) kılınmış, üzerinde istediğiniz gibi tasarruf (kullanma) edebileceğiniz (meselâ ehlî bir deve gibi) demektir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu lafız (söz), yeryüzünün (arz) tesâdüfen (rastlantısal olarak) “yaşanabilir (hayat sürülebilir)” olmadığını; onun, insanın emrine (buyruğuna) verildiğini (teshîr) tasvir eder. O (C.C.), dileseydi o arzı (yeryüzünü) “Zelûl” (ehlî) değil, “Sa’b” (zor, isyankâr [başkaldıran]) kılabilirdi. Bu nazım (tertip), bir sonraki âyetlerdeki (16-17) tehdide zemin hazırlar.

2. Tehdit Olarak Yeryüzü (Arz): “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 16-17)
Bu iki âyet, “Zelûl” (ehlî) olanın nasıl “Sa’b” (zor) olabileceğini gösteren mükemmel bir Mukâbeledir (Karşılaştırmalı Zıttır).
> İktibas (Meali):
> (16) “Gökte (fi’s-semâ) olanın, sizi yere batırmayacağından (en yahsife bikumu’l-arda) emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü (arz) çalkalanmaya başlar!”
> (17) “Yoksa Gökte (fi’s-semâ) olanın, üzerinize taş yağdıran bir kasırga (Hâsiben) göndermeyeceğinden mi emin oldunuz?”
>
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma) ve İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Tehdit (Tehdîd).
* Sual (İstifhâm): Allah Teâlâ (C.C.), neden “Sizi yere batırırım!” gibi doğrudan (sarih) bir tehdit (tehdîd) değil de “Emin misiniz?” (E emintum?) nazmını (tertibini) seçmiştir?
* Hikmeti (Tehdîd): Bu “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru), doğrudan (sarih) tehditten (tehdîdden) daha beliğdir (tesirlidir). Bu nazım (tertip), onların gafletini (habersizliğini) ve ahmaklığını (aptallığını) (“Nasıl bu kadar emin olabilirsiniz?”) vurgulayarak onları sarsar.
* Sual (Tıbâk): Neden bu iki farklı azap türü (Yerden batma ve Gökten taş yağma) birlikte zikredilmiştir (anılmıştır)?
* Hikmeti (İhâta): Bu, “İhâta” (Kuşatma) sanatıdır:
* “Yahsife” (Yere Batırma): Bu, aşağıdan (taht) gelecek azaptır.
* “Hâsiben” (Taş Yağmuru): Bu, yukarıdan (fevk) gelecek azaptır.
* Netice: Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) ciheti (yönü) (Alt ve Üst) zikrederek (anarak), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Sizin ‘Zelûl’ (ehlî) zannettiğiniz bu Mülk’ün (Hâkimiyetin) içinde, aşağıdan da yukarıdan da, yâni her cihetten kuşatılmış durumdasınız ve kaçacak hiçbir yeriniz yoktur.”

3. Delil (İsbat) Olarak Gökyüzü (Semâ): “Sâffâtin ve Yakbidn” (Açarak ve Kapayarak) (Âyet 19)
> İktibas ( Meali): “Üstlerinde kanatlarını aça kapaya (sâffâtin ve yakbidne) uçan kuşları görmediler mi? Onları (havada) Rahmân’dan başkası tutmuyor (mâ yumsikuhunne illâ’r-Rahmân)…” (Mülk, 19)
>
* Sanat 1: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ile Mükemmel Tasvir (Betimleme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), kuşların uçuşunu iki zıt (aykırı) fiil (eylem) ile tasvir eder: “Sâffâtin” (Kanatlarını açıp süzülürken) VE (ve) “Yakbidne” (Kanatlarını kapayıp çırparken).
* Hikmeti: Bu “Tıbâk” (Zıtlık), uçuş fiilinin (eyleminin) bütün safhalarını (aşamalarını) (süzülme ve çırpınma) “İhâta” (Kuşatma) eder. Bu, o mükemmel aerodinamik (hava devingenliği) mekanizmanın (düzeneğin) tasviridir.
* Sanat 2: Kasr (Sınırlama) ile Delil (İsbat) Getirme.
* Tahlil: “…Mâ yumsikuhunne illâ’r-Rahmân” (Onları ancak Rahmân tutuyor).
* Hikmeti: Bu, “Kasr” (Sınırlama) sanatıdır. Nazım (Tertip), sebebi (aerodinamiği [hava devingenliğini], kanat çırpmayı) zikrettikten (andıktan) sonra, o sebebin hakikî (gerçek) müsebbibini (sebebini yaratanı) (Yaratıcısını) ilân eder.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “O kuşları havada tutan şeyin ‘kanatları’ (sâffâtin ve yakbidne) olduğunu mu zannediyorsunuz? Hayır! O kanatları ve o kanatlara o faaliyeti veren kanunu (yasayı) yaratan ve havada tutan, ancak (illâ) Rahmân’ın (Merhamet Edenin) kudretidir.”

4. İnkârcı (Munkir) Mantığının (Mantıksal Yapısının) İptali: “el-İsti’âre” (Metafor) (Âyet 20-22)
Bu bölüm, Sûre’nin başından beri süregelen “aklî (zihinsel) delil (isbat)” silsilesinin (zincirinin) zirvesidir.
> İktibas ( Meali):
> (20) “Rahmân’a karşı size yardım edecek olan şu ordunuz (cundun) kimmiş?…”
> (21) “…Peki, Allah (C.C.) rızkını keserse, size rızık verecek olan (yerzûkukum) kimmiş?…”
> (22) “O hâlde, yüzüstü kapanarak (mukibben ‘alâ vechihî) yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru bir yolda (Sırâtın Mustekîm) dimdik (sevîyyen) yürüyen mi?”
>
* Sanat (Âyet 20-21): İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Tahaddî (Meydan Okuma).
* Tahlil: Bu iki âyet, Mekke müşriklerinin (puta tapanlarının) putlarına (asnâm) ve o putların temsil ettiği sisteme (zenginlere, kabile gücüne) bir **”Tahaddî” (Meydan Okuma)**dır.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı):
* (Âyet 20): “O güvendiğiniz ordunuz (cündun), kabileniz, gücünüz; Rahmân’ın (Merhamet Edenin) (Âyet 16-17’deki) azâbına karşı size yardım edebilir mi? (Cevap: Aslâ!)”
* (Âyet 21): “O güvendiğiniz rızık (geçim) kaynaklarınız (aslınız) (putlarınız, kervanlarınız); Rahmân (Merhamet Eden) (Âyet 15’teki) rızkını (geçimi) keserse size rızık (geçim) verebilir mi? (Cevap: Aslâ!)”
* Sanat (Âyet 22): İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin ana imtihanını (sınavını) (Âyet 2) müşahhas (somut) bir tablo ile özetler.
* Hikmeti (Tecsîm): Nazım (Tertip), iki mücerret (soyut) yolu (İman ve Küfr) iki müşahhas (somut) insana benzetir:
* “Mukibben ‘alâ Vechihî” (Yüzüstü Kapanan): Bu, “Kâfir” (İnkârcı) için bir İsti’âredir (Metafordur). O (Kâfir), yolunu kaybetmiş, kör, nereye bastığını bilmeyen, sürekli yüzüstü kapanan (düşen), zillet (aşağılanma) içinde ve hedefine (amacına) asla varamayacak (varılamayacak) biridir.
* “Sevîyyen ‘alâ Sırâtın Mustekîm” (Dosdoğru Yolda Dimdik Yürüyen): Bu, “Mü’min” (İnanan) için bir İsti’âredir (Metafordur). O (Mü’min), gören, yolunu bilen (Sırâtın Mustekîm), dimdik (sevîyyen) (izzet [onur] içinde, sapmadan) ve hedefine (amacına) (Cennet’e) varacak (ulaşacak) olan biridir.
* Netice: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) aklına (zihnine) şunu sorar: “Ey akıl (zihin) sâhibi! Bu iki tasvirden (betimlemeden) hangisi daha doğrudur (ehdâ)?” Cevap o kadar açıktır ki, zikredilmesine (anılmasına) bile gerek yoktur (Hazf).
Nihaî (Son) Netice
Mülk SSûresi’nin bu bölümü, Mülk Sâhibi’nin (Allah’ın [C.C.]) nimet ile azâbı (cezayı) aynı mahlûk (yaratılmış) (Yeryüzü [Arz]) ile nasıl icrâ (yerine getirme) ettiğini (Âyet 15 vs. 16) gösteren bir Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmıdır (tertibidir). Nazım (Tertip), inkârcıların (munkirlerin) güvendikleri bütün dünyevî (dünyayla ilgili) destekleri (ordu, rızık [geçim]) İstifhâm-ı İnkârî (Retorik Soru) ile çürütür ve nihâyetinde (sonunda) “İman” ile “Küfr” (İnkâr) arasındaki o mücerret (soyut) farkı, müşahhas (somut) bir “İsti’âre” (Metafor) (“Yüzüstü kapanan” vs. “Dimdik yürüyen”) ile tasvir (betimleme) ederek hücceti (delili) tamamlar.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu, Sûre’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 23-30). Bu bölüm, Sûre’nin başından beri (Âyet 2, 10, 22) işlenen “aklî (zihinsel) delil (isbat)” ve “imtihan (sınav)” mefhumlarını (kavramlarını), insana verilen en temel nimetler (duyular) üzerinden tekrar tasdik (doğrulama) eder ve Sûre’yi Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eden en keskin aklî (zihinsel) ve tehditkâr (tehdit edici) sual (soru) ile mühürler.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 23-30)

1. Yaratılışın Gâyesi (Maksadı) ve Nankörlük (Âyet 23-24)
> İktibas ( Meali):
> (23) “De ki: ‘O, sizi yaratan (inşâe) ve size kulaklar (es-sem’a), gözler (el-ebsâra) ve kalpler (el-ef’idete) verendir. Ne kadar az şükrediyorsunuz (Kalîlen mâ teşkurûn)!'”
> (24) “De ki: ‘O, sizi yeryüzünde yaratıp çoğaltandır (zere’ekum). Ve ancak O’na (İleyhi) toplanacaksınız (tuhşerûn).'”
>
* Sanat (Âyet 23): Lafız Seçimi ve “Kalîlen” (Az) ile Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), Âyet 10’daki o Cehennem itirafını (ikrarını) (“Eğer dinleseydik [nesme’u] veya akletseydik [na’kılu]…”) hatırlatır. Allah Teâlâ (C.C.), burada o iki kurtuluş âletini (cihazını) (Kulak [Sem’] ve Kalp [Ef’ide]) insana bizzat verdiğini ilân eder.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) o itirafının (ikrarının) (Âyet 10) haksız bir mazeret (bahane) olduğunu ispat (kanıt) eder. Onlar, “Bize bu âletler (cihazlar) verilmedi” diyemezler; bilâkis, o âletleri (cihazları) kullanmadılar.
* Tahlil (Kinâye): “Kalîlen mâ teşkurûn” (Ne kadar az şükrediyorsunuz!) lafzı (sözü), “Şükretmiyorsunuz” (Lâ teşkurûn) demekten daha beliğdir (tesirlidir). Bu, onların tamamen şükürsüz (nankör) olduklarından bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatım) (veya en şiddetli azarlamadır).
* Sanat (Âyet 24): Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Nazım (Tertip): “…Ve İleyhi tuhşerûn” (Ve O’na toplanacaksınız).
* Hikmeti (Tahsîs): Bu, tahlil ettiğimiz Takdîm (Öne Alma) sanatıdır. “İleyhi” (O’NA) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), sınırlama (Tahsîs) ifade eder. Mânâ (Anlam) şudur: “Toplanacağınız yer, sâdece ve sâdece O’nun (C.C.) huzûrudur; başka hiçbir merci (makam), sığınak veya kaçış yeri yoktur.” Bu, Sûre’nin başındaki “Mülk” (Hâkimiyet) (Âyet 1) hakikatinin (gerçeğinin) bir te’kîdidir (pekiştirmesidir).

2. Alaycılığın (Tehekküm) Cevabı: “el-Kasr” (Sınırlama) Sanatı (Âyet 25-27)
> İktibas (Meali):
> (25) “Onlar, ‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit (vaad) ne zaman (Metâ)?’ derler.”
> (26) “De ki: ‘O bilgi (el-‘ilmu) ancak (İnnemâ) Allah’ın (C.C.) katındadır. Ve ben, ancak (ve innemâ) apaçık bir uyarıcıyım (nezîrun mubîn).'”
> (27) “Nihâyet (sonunda) onu (azâbı) yakından gördüklerinde (Ra’evhu zulfeten), inkâr (reddetme) edenlerin yüzleri kötüleşir (sî’et vucûhu…)…”
>
* Sanat (Âyet 25): Tahaddî (Meydan Okuma) ve Tehekküm (Alay Etme).
* Tahlil: Bu, inkârcı (munkir) mantığının (mantıksal yapısının) iflâsıdır (çökmesidir). Onlar, delillere (isbatlara) (Âyet 3, 15, 19, 23) cevap veremeyince, mevzûyu (konuyu) “delil”den (isbattan) “zaman”a (Metâ? – Ne zaman?) kaydırırlar. Bu, hakikati (gerçeği) geciktirmek (erteleme) ve alay etmek (tehekküm) için kullandıkları bir retorik (söz sanatı) hîlesidir.
* Sanat (Âyet 26): “Kasr” (Sınırlama) ile İki Ayrı Cevap.
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.), onların “zaman” (Metâ?) sorusuna cevap vermez. Bilâkis, nazmı (tertibi) değiştirir ve “bilgi”nin (ilmin) kime âit olduğunu belirler:
* “İnneme’l-‘ilmu ‘indallâh” (Bilgi ancak Allah [C.C.] katındadır): Bu “Kasr” (Sınırlama), Resûlullah’ın (S.A.V.) bilmediğini değil, bu bilginin sâdece Allah’a (C.C.) âit (ait) olduğunu, O’nun (C.C.) izni (müsaadesi) olmadan Peygamberin (S.A.V.) bile bilemeyeceğini gösterir.
* “ve innemâ ene nezîrun mubîn” (Ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım): Bu “Kasr” (Sınırlama), Resûlullah’ın (S.A.V.) vazîfesini (görevini) tayin eder. Mânâ (Anlam): “Benim vazîfem (görevim) size tarih vermek değil, ancak o tarihe karşı sizi uyarmaktır (inzâr).”
* Sanat (Âyet 27): “Tecsîm” (Somutlaştırma) ve “Hazf” (Sükût Etme).
* Tahlil: Âyet, onların azap gördüklerindeki fiziksel acıyı (“yanarlar”, “parçalanırlar”) tasvir etmez. Onların yüzlerindeki (vucûh) o dehşetli değişimi (“sî’et” – kötüleşti, çirkinleşti, karardı) tasvir eder.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), derûnî (iç) pişmanlığın, mutlak dehşetin ve zilletin (aşağılanmanın), o inkârcı (münkir) yüzlere nasıl müşahhas (somut) bir çirkinlik ve siyahlık olarak yansıdığını “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

3. Sûre’nin Kilidi: Nihaî (Son) Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) ve Tehdit (Âyet 28-30)
Bu, Mülk Sûresi’nin ve Tevhîd (Allah’ın birliği) delillerinin zirvesidir.
> İktibas ( Meali):
> (28) “De ki: ‘Söyleyin bakalım! Eğer Allah (C.C.), beni ve beraberimdekileri helâk (yok) etse yahut bize merhamet etse, peki (fe men) kâfirleri elem dolu bir azaptan kim kurtaracak (yucîru)?'”
> (30) “De ki: ‘Söyleyin bakalım! Eğer suyunuz çekiliverse (ğavran), size kim (men) bir akar su (mâ’in ma’în) getirebilir?'”
>
* Sanat (Âyet 28): “Tahaddî” (Meydan Okuma) ve “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu, müşriklerin (puta tapanların) Resûlullah’ın (S.A.V.) helâk (yok) olmasını istemelerine karşı verilmiş en beliğ (tesirli) cevaptır. Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) kutbu (Mü’min vs. Kâfir) karşılaştırır:
* Mü’minlerin Hâli (Durumu): İki ihtimâl (olasılık) var: “Helâk (Yok) olmak” (Şehâdet [Şehitlik]) veya “Merhamet edilmek” (Zafer/Cennet). Her ikisi de Allah’ın (C.C.) emriyledir ve her ikisi de mü’min (inanan) için hayırdır (iyidir).
* Kâfirlerin Hâli (Durumu): Tek bir ihtimâl (olasılık) var: “Azâb-ı Elîm” (Elem dolu azap).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Siz bizim akıbetimizi (sonucumuzu) dert etmeyi bırakın! Bizim her hâlimiz (durumumuz) hayırdır (iyidir). Siz, sizi o kaçınılmaz azaptan kimin kurtaracağını (fe men yucîru) düşünün?” Bu nazım (tertip), onların asıl (esas) probleminin mü’minler (inananlar) değil, kendi âkıbetleri (sonuçları) olduğunu gösteren bir Tahaddîdir (Meydan Okumadır).
* Sanat (Âyet 30): Aklî (Zihinsel) Delilin (İsbatın) Zirvesi (Hüccet-i Akliyye).
* Tahlil: Sûre, “Mülk” (Hâkimiyet) (Âyet 1) ve “Rızık (Geçim)” (Âyet 15, 21) ile başladı. Şimdi, o Mülk’ün (Hâkimiyetin) ve Rızk’ın (Geçimin) en hayatî delili (isbatı) ile biter: SU (el-Mâ’).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu, cevap verilemez bir aklî (zihinsel) delildir (isbattır). Nazım (Tertip), o inkârcılara (münkirlere) der ki: “Bütün o taptığınız putlar (asnâm), güvendiğiniz ordular (cund), taptığınız sistemler… Toplansalar; eğer Rabbiniz (Rabbiniz) (Âyet 15’teki) o ‘Zelûl’ (ehlî) toprağın altındaki suyunuzu (ki bu rızkın [geçimin] aslıdır [esasıdır]) çekiverse (ğavran), o taptıklarınızın hangisi size bir ‘akar su’ (mâ-i ma’în) getirebilir?”
* Netice: Sûre, muhatabı (dinleyeni) bu mutlak âcizlik (acziyet) itirafı (ikrarı) ile baş başa bırakır. Bu sualin (sorunun) cevabı “Hiç kimse”dir; ve bu cevap, Sûre’nin ilk âyeti olan “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-Mulk” (Hâkimiyet [Mülk] sâdece O’nun [C.C.] elindedir) hakikatinin (gerçeğinin) aklî (zihinsel) ve müşahhas (somut) isbatıdır (kanıtıdır).
Böylece Mülk Sûresi’nin de tamamını, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaideleri (kuralları) ışığında, bölüm bölüm tahlil etmiş (çözümlemiş) olduk.

 

 

===============•-•===============

 

 

NEBE’ SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in son cüzünün (Amme Cüzü) “girişi” (mukaddimesi) ve âdeta “fihristi” (özeti) olan bir Sûre-i Celîledir.
Nebe’ (Haber) Sûresi, ismini aldığı o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm), yâni Haşr’in (Dirilişin) ve Kıyâmet’in hakikatini (gerçeğini), Sûre’nin başından sonuna kadar en sarsıcı belâgat (retorik) nazımlarıyla (tertipleriyle) isbat eder.
Bu Sûre 40 âyettir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 1-5)
> İktibas ( Meali):
> (1) “Birbirlerine neyi sorup duruyorlar?”
> (2) “O büyük haberi (en-Nebe’i’l-Azîm) mi?”
> (3) “Ki onlar (o haber) hakkında ayrılığa (ihtilâfa) düşmüşlerdir.”
> (4) “Aslâ (Kellâ)! Yakında bilecekler!”
> (5) “Sonra (Sümme) aslâ (kellâ)! Yakında bilecekler!”
>
1. “İstifhâm” (Soru) ile Dikkati Çekme ve Yüceltme (Ta’zîm) (Âyet 1-2)
* Nazım (Tertip): “‘Amme yetesâ’elûn? (1) ‘Ani’n-Nebe’i’l-Azîm? (2)”
* Sanat: İstifhâm (Soru) ile Başlama ve İbhâm (Gizleme/Belirsiz Bırakma) kable’l-Beyân (Açıklamadan Önce).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Sûre’ye “Onlar Kıyâmet’i soruyorlar” gibi sâde bir haber cümlesiyle değil de bu çarpıcı “İstifhâm” (Soru) nazmıyla (tertipler) başlamıştır?
* Hikmeti (İbhâm ve Ta’zîm):
* İbhâm (Merak Uyandırma): Nazım (Tertip), ilk âyette (“‘Amme yetesâ’elûn?”) sorunun ne olduğunu gizler (İbhâm). Bu, muhatabın (dinleyenin) dikkatini azâmî (en üst) seviyeye çeker ve zihnini “Neyi soruyorlar?” merakıyla kilitler.
* Ta’zîm (Yüceltme): İkinci âyet (“‘Ani’n-Nebe’i’l-Azîm?”), o sorunun cevabının “Büyük Haber” (Haşir/Diriliş) olduğunu ilân eder. Bu nazım (tertip), o haberin büyüklüğünü (azametini) ve ehemmiyetini (önemini), onu “hakkında sual (soru) sorulan” yegâne (tek) mevzû (konu) hâline getirerek yüceltir (Ta’zîm).

2. “el-Fasl” (Ayırma) Sanatı (Âyet 3)
* Nazım (Tertip): “Ellezî hum fîhi muhtelifûn.” (Ki onlar, o (haber) hakkında ihtilâf (anlaşmazlık) içindedirler.)
* Sanat: el-Fasl (Ayırma / Bağlaçsızlık).
* Sual: Neden 2. âyetten sonra “…ve (ve) onlar onda ihtilâftadır” denmemiş de aradaki “Vâv” (ve) bağlacı hazfedilerek (sükût edilerek) “Fasl” (Ayırma) yapılmıştır?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) kaidesidir (kuralıdır). Çünkü onların o haber (Nebe’) hakkındaki “ihtilâfı” (muhtelifûn), o haberden ayrı, yeni bir vasıf (sıfat) değildir. O (İhtilâf), o haberin ayrılmaz bir parçası ve o habere karşı takınılan tavrın açıklamasıdır (beyânıdır). Araya bağlaç koymak (Vasl), bu mükemmel mantıkî (mantıksal) bütünlüğü bozardı.

3. “Tekrâr” (Yineleme) ve “Lafız Seçimi” ile Kademeli (Aşamalı) Tehdit (Tehdîd) (Âyet 4-5)
* Nazım (Tertip): “(4) Kellâ (Aslâ!) se ya’lemûn (Yakında bilecekler). (5) Sümme (Sonra) kellâ (aslâ!) se ya’lemûn (Yakında bilecekler).”
* Sanat: Tekrâr (Yineleme) yoluyla Te’kîd (Pekiştirme) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Kellâ” ve “Sümme”).
* Tahlil (Kellâ): “Kellâ” (كَلَّا), sâdece “Hayır” (Lâ) demek değildir. Bu, en şiddetli reddetme (inkâr etme) ve azarlama (Zecr) edâtıdır (aracıdır). Nazım (tertip), onların o ihtilâfını (anlaşmazlığını) (Âyet 3) ve o haberi (Nebe’) inkâr (reddetme) etmelerini kökten (aslî olarak) reddeder ve azarlar.
* Tahlil (Tekrâr ve “Sümme”): Nazım (tertip), “Kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! Yakında bilecekler!) tehdidini (tehdîdini) iki defa zikreder (anar). Bu “Tekrâr” (Yineleme), bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) değil, tehdidin (tehdîdin) şiddetini ve kaçınılmazlığını pekiştiren (te’kîd) bir belâgat (retorik) sanatıdır.
* Nazmın (Tertibin) Hikmeti (Neden “Sümme”?): İkinci tehdit (tehdîd) “Ve kellâ…” değil, “Sümme (ثُمَّ) kellâ…” nazmıyla (tertipler) gelir. “Sümme” (Sonra), arada zaman ve merhale (aşama) farkı olduğunu gösterir. Bu mûcizevî nazım (tertip), azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı) olacağını tasvir (betimleme) eder:
* (Âyet 4 – Birinci Bilme): “Kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! Onlar, Ölüm ânında (anında) [veya Kıyâmet’in başında] bu hakikati (gerçeği) bilecekler.)
* (Âyet 5 – İkinci Bilme): “Sümme (Daha Sonra) kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! O ilk bilmek yetmeyecek, daha sonra (Sümme), bizzat Azâb’ın içine girdiklerinde [Cehennem’de] o hakikati (gerçeği) daha şiddetli ve daha yakînen (kesin olarak) tekrar bilecekler.)
* Netice: Bu “Tekrâr” (Yineleme) ve “Sümme” nazmı (tertibi), o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) etmenin neticesi (sonucu) olan azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı), şiddetlenerek artan ve kaçınılmaz olduğunu ilân eder.

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu 5 âyetlik girişi (mukaddimesi), belâgat (retorik) sanatlarını kullanarak:
* İstifhâm (Soru) ve İbhâm (Gizleme) ile muhatabın (dinleyenin) dikkatini en üst seviyeye çeker.
* Ta’zîm (Yüceltme) ile mevzûnun (konunun) (Haşir/Diriliş) azametini (büyüklüğünü) ilân eder.
* Fasl (Ayırma) ile o haber (Nebe’) hakkındaki “ihtilâfın (anlaşmazlığın)” o haberin (Nebe’) ayrılmaz bir parçası olduğunu belirler.
* Tekrâr (Yineleme) ve Lafız Seçimi (“Kellâ” ve “Sümme”) ile de o ihtilâfın (anlaşmazlığın) neticesi (sonucu) olan azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı) ve kesin olduğunu en şiddetli şekilde tehdit (tehdîd) eder.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 6-16), Sûre’nin girişindeki (Âyet 1-5) o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm), yâni Haşr’in (Dirilişin) niçin hakikat (gerçek) olduğunun aklî (zihinsel) ve kâinî (evrensel) delillerini (isbatlarını) sunar.
Bu nazım (tertip), inkârcı (münkir) muhatabın (dinleyenin) gözüyle gördüğü ve her gün tecrübe ettiği hakikatleri (gerçekleri) kullanarak, gözüyle görmediği (gaybî olan) Haşr’i (Dirilişi) isbat etme sanatıdır.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 6-16)

1. Yeryüzü (Arz) ve Dağlar: “İstifhâm-ı Takrîrî” (İkrar Ettirme Sorusu) ile Gelen Delil (İsbat) (Âyet 6-7)
> İktibas ( Meali):
> (6) “Biz, yeryüzünü (el-arda) bir beşik (mihâden) yapmadık mı?”
> (7) “Dağları (el-cibâle) da birer kazık (evtâden)?”
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) ve İsti’âre (Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “Biz yeryüzünü beşik (mihâd) yaptık” gibi sâde bir haber cümlesiyle değil de, “Yapmadık mı?” (E lem nec’al?) şeklinde bir “İstifhâm” (Soru) nazmıyla (tertipler) başlamıştır?
* Hikmeti (İkrar Ettirme): Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu soru, cevap beklemez. Muhatabı (Dinleyeni), her gün üzerinde yaşadığı ve inkâr (reddetme) edemeyeceği bu hakikati (gerçeği) (Arz’ın [Yeryüzünün] yaşanabilirliğini) itiraf etmeye (ikrar etmeye) zorlar.
* Sanat (Lafız Seçimi / İsti’âre):
* “Mihâden” (Beşik- مِهَادًا): Bu, “Yeryüzü” (Arz) için bir İsti’âredir (Metafordur). Neden “döşek” (firâşen) değil de “beşik” (mihâd)? Çünkü “beşik”, sâdece döşek (konfor) değil, aynı zamanda koruma, muhafaza, beslenme (terbiye) ve büyüme yeri demektir. Bu lafız (söz), yeryüzünün (arz) hayatı (hayâtı) “besleyen” (terbiye eden) mâhiyetini (ne olduğunu) tasvir (betimleme) eder.
* “Evtâden” (Kazıklar- أَوْتَادًا): Bu, “Dağlar” (Cibâl) için bir İsti’âredir (Metafordur). “Kazıklar” (Evtâd), (tıpkı çadırı [beyt] ayakta tutan kazıklar gibi) o “beşiği” (mihâd) sâbitler (tesbît) ve dengede (mîzânda) tutar.
* Netice: Bu nazım (tertip), o “Beşik”te (Mihâd) hayatın (hayâtın) başlamasının (Haşr’in [Dirilişin] ilk delili [isbatı]), o “Kazıklar” (Evtâd) sâyesinde mümkün olduğunu aklî (zihinsel) bir delil (isbat) olarak sunar.

2. Hayatın (Hayâtın) Ritmi: Mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 8-11)
Bu bölüm, “Neden bu nazımla?” sualinin cevabının “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatı olduğunu gösteren mükemmel bir tatbikattır (uygulamasıdır). Nazım (Tertip), hayatın (hayâtın) ritmini iki zıt (aykırı) kutup üzerinden tasvir eder.
> İktibas ( Meali):
> (8) “Sizi çift çift (ezvâcen) yarattık.”
> (9) “Uykunuzu (nevmekum) bir dinlenme/kesinti (subâten) kıldık.”
> (10) “Geceyi (el-leyle) bir örtü (libâsen) kıldık.”
> (11) “Gündüzü (en-nehâra) bir geçim vakti (me’âşen) kıldık.”
>
* Tahlil (Âyet 8): “Ezvâcen” (Çift çift / Zıt [Aykırı] Kutuplar) lafzı (sözü), bir sonraki âyetlerde gelecek olan o zıtlıklar (tezatlar) (Uyku/Uyanıklık, Gece/Gündüz) sisteminin temelini atar.
* Tahlil (Mukâbele): Nazım (Tertip), iki mükemmel zıtlığı (tezadı) karşılaştırır:
* Zıtlık 1 (Fiilî [Eylemsel] Zıtlık):
* (Âyet 9) “Subâten” (Kesinti/Ölüm): “Subât” (سبات), “kesmek” (kat’) demektir. Bu, hayat (hayât) fiilinin (eyleminin) kesintiye uğraması, yâni “geçici ölüm” (el-mevtü’l-muvakkat) için bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* (Âyet 11) “Me’âşen” (Geçim/Hayat): “Ma’îşet” (Geçim), hayat (hayât), hareket ve faaliyet demektir.
* Zıtlık 2 (Mekânsal/Zaman Zıtlığı) (İsti’âre):
* (Âyet 10) “Libâsen” (Elbise/Örtü): “Gece” (Leyl) için bir İsti’âredir (Metafordur). “Elbise” (Libâs), örter (setr), korur (hıfz) ve sükûnet (huzur) verir. Bu, “Subât” (Kesinti/Ölüm) hâline (durumuna) uygun bir mekân/zamandır.
* (Âyet 11) “Me’âşen” (Geçim/Hayat): “Gündüz” (Nehâr), hareket ve faaliyet (işlev) zamanıdır.
* Netice (İsti’âre-i Temsîliyye): Bu nazım (tertip) niçin bu kadar önemlidir? Çünkü bu (Uyku/Gece = Geçici Ölüm) ile (Uyanıklık/Gündüz = Geçici Diriliş) arasındaki bu mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık), Sûre’nin ana gâyesi (maksadı) olan “en-Nebe’i’l-Azîm” (Büyük Haber / Kıyâmet) için en güçlü aklî (zihinsel) delildir (isbattır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan! Siz, her gün ‘geçici ölüm’ (Subât/Leyl) ile ölüp, her sabah ‘geçici diriliş’ (Me’âş/Nehâr) ile dirilirken; sizi her gün öldürüp dirilten Kudret’in, sizi nihaî (son) ölümden sonra nihaî (son) dirilişle (Haşir/Diriliş) dirilteceğinden mi şüphe ediyorsunuz?”

3. Kâinâtın (Tabiatın) Zıt (Aykırı) Kutupları: Ateş (Harâret) ve Su (Berdet) (Âyet 12-16)
Bu bölüm, aklî (zihinsel) delili (isbatı) Yeryüzü’nden (Arz) Gökyüzü’ne (Semâ) taşır ve hayatın (hayâtın) diğer iki zıt (aykırı) kutbunu (Ateş ve Su) tasvir eder.
> İktibas ( Meali):
> (13) “Orada parıl parıl yanan (vehhâcen) bir kandil (sirâcen) yarattık.”
> (14) “Yoğunlaşmış bulutlardan (mu’sırât) şarıl şarıl (seccâcen) bir su indirdik.”
> (15-16) “Onunla taneler (habben), bitkiler (nebâten) ve bahçeler (cennâtin) çıkaralım diye.”
>
* Sanat: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki zıt (aykırı) unsuru bu kadar vurgulu (mübâlağalı) lafızlarla (sözlerle) zikretmiştir (anmıştır)?
* Hikmeti (Lafız Seçimi / Mübâlağa):
* “Sirâcen Vehhâcen” (Kandil, Parıl parıl yanan – سِرَاجًا وَهَّاجًا): (Güneş için İsti’âre [Metafor]). “Vehhâc”, sâdece “parlak” (munîr) değil, en şiddetli ısıyı (harâreti) ve ışığı (nûru) yayan demektir. Bu, mutlak Ateş (Harâret) kutbudur.
* “Mâ’en Seccâcen” (Su, Şarıl şarıl- مَاءً ثَجَّاجًا): (Bulutlardan [mu’sırât] inen). “Seccâc”, sâdece “yağmur” (matar) değil, en şiddetli ve bol (kesîr) akan sudur. Bu, mutlak Su (Berdet/Soğukluk) kutbudur.
* Netice (Mukâbele): Bu nazım (tertip) niçin mûcizevîdir?
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan! Allah’ın (C.C.) kudretine bakın ki, O kâinâtın (tabiatın) bu iki zıt (aykırı) kutbunu (Mutlak Ateş [Vehhâc] ve Mutlak Su [Seccâc]) bir araya getirir ve bu zıtların (tezatların) çarpışmasından (Mukâbele), yeryüzündeki hayâtın (hayâtın) üç mertebesini (aşamasını):
* “Habben” (Taneler – Gıdânız)
* “Nebâten” (Bitkiler – Hayvanlarınızın gıdâsı)
* “Cennâtin Elfâfen” (Bahçeler – Zevkiniz/Estetiğiniz)
* …çıkarır (Nuhricu).”
* Küllî (Bütüncül) Delil (İsbat): Bu nazım (tertip), Sûre’nin başındaki o “Büyük Haber”e (Nebe’i’l-Azîm) döner. “Ölü topraktan”, “iki zıt (aykırı) kutbu (ateş ve su)” birleştirerek hayatı (hayâtı) çıkaran (İhrâc) Kudret’in, sizin ölü bedenlerinizden (topraktan) sizi yeniden çıkarması (diriltmesi) (Haşir/Diriliş) mı imkânsızdır? Bu, aklî (zihinsel) delillerin (isbatların) zirvesidir.
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü (6-16), inkârcının (munkirin) “Büyük Haber” (Nebe’i’l-Azîm) hakkındaki şüphesine (şüphesine) (Âyet 1-5), bizzat o inkârcının (münkirin) kendi hayatından ve gözlemlediği (nazar ettiği/baktığı) kâinâttan (tabiattan) iki büyük aklî (zihinsel) delil (isbat) sunar:
* Delil (İsbat) 1 (İsti’âre): Her gün yaşanan “Geçici Ölüm/Diriliş” (Uyku/Uyanıklık).
* Delil (İsbat) 2 (Mukâbele): Her mevsim yaşanan “Zıtlıklardan (Ateş/Su) Gelen Diriliş” (Yağmur/Bitkiler).
Bu nazım (tertip), Haşr’in (Dirilişin) mümkün olduğunu ispat etmenin en beliğ (tesirli) ve en susturucu (ifhâm) yoludur.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu bölüm (Âyet 17-20), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 6-16) sunulan o parlak “aklî (zihinsel) deliller”in (isbatların) nihaî (son) neticesini (sonucunu) ilân eder.
Nazım (Tertip), o aklî (zihinsel) delilleri (isbatları) sunduktan hemen sonra, Sûre’nin başında (Âyet 2) zikredilen (anılan) o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm) ne olduğunu, ismini ve vuku (gerçekleşme) bulacağı ânın (anının) dehşetini tasvir etmeye başlar.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 17-20)

1. “Büyük Haber”in (Nebe’) İsmi ve Vakti (Âyet 17)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne), o Ayırma Günü (Yevme’l-Fasli), belirlenmiş bir vakit (mîkâtâ) olmuştur.” (Nebe’, 17)
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Yevmu’l-Fasl”).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, “O gün belirlenmiş bir vakittir” demez. Başında “İnne” (إِنَّ – Şüphesiz) vardır. Bu “Te’kîd” (Pekiştirme), Sûre’nin başındaki (Âyet 3) o “ihtilâf”a (anlaşmazlığa) ve “şüphe”ye (şüpheye) verilmiş kesin bir cevaptır.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), o güne “Kıyâmet Günü” veya “Hesap Günü” demez; “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü- يَوْمَ الْفَصْلِ) ismini seçer. Neden?
* Hikmeti (Mukâbele): Çünkü bu isim, Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 8-16) tasvir edilen o zıtlıkların (tezatların) (Gece/Gündüz, Ateş/Su, Çiftler/Ezvâc) nihaî (son) neticesidir (sonucudur). O gün, “Hak” (Doğru) ile “Bâtıl”ın (Asılsız), “Mü’min” (İnanan) ile “Kâfir”in (İnkârcı), “Hayat (Hayât)” ile “Ölüm”ün birbirinden kesin olarak ayrılacağı (Fasl) gündür. Bu lafız (söz), Sûre’nin başındaki “ihtilâfı” (anlaşmazlığı) (Âyet 3) sona erdiren gündür.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“Mîkâtâ”- مِيقَاتًا).
* Tahlil: “Mîkât”, sâdece “vakit” demek değildir. “Mîkât”, belirlenmiş, kesin, ertelenemez ve değiştirilemez randevu vakti demektir.
* Hikmeti: Bu lafız (söz), Sûre’nin başındaki o “ihtilâf” (anlaşmazlık) ehlinin (ehl-i) “Bu ne zaman?” (Metâ?) şeklindeki (başka Sûrelerde zikredilen [anılan]) alaycı (tehekkümî) suallerine (sorularına) verilmiş ciddî bir cevaptır: O günün vakti, sizin alay ettiğiniz (alay ettiğiniz) gibi belirsiz değil, Allah (C.C.) katında kesin olarak belirlenmiştir (Mîkât).

2. “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) Dehşeti: Kozmik “Fasl” (Ayrılma) (Âyet 18-20)
Bu üç âyet, o “Ayırma” (Fasl) fiilinin (eyleminin) nasıl başlayacağını tasvir (betimleme) eder.
> İktibas (Meali):
> (18) “O gün Sûr’a üflenir; hemen (fe) siz bölük bölük (efvâcâ) gelirsiniz.”
> (19) “Gök (Semâ) açılır; hemen (fe) kapı kapı (ebvâbâ) olur.”
> (20) “Dağlar (Cibâl) yürütülür; hemen (fe) serap (serâbâ) olur.”
>
* Sanat 1: “Fe” (فَ) Harfinin Tekrârı (Yinelemesi) (Sürat [Hız] ve Kaçınılmazlık).
* Tahlil: Her üç âyette de sebep ile netice (sonuç) arasına “Fe” (Hemen/O an) edâtı (aracı) girer:
* Üflenir (Yunfehu) -> Fe (Hemen) -> Gelirsiniz (Te’tûne)
* Açılır (Futihat) -> Fe (Hemen) -> Olur (Kânet)
* Yürütülür (Suyyirat) -> Fe (Hemen) -> Olur (Kânet)
* Hikmeti: Bu “Fe” (Ta’kîbiyye) harfi, bu dehşetli hadiselerin (olayların) ara vermeksizin, gecikmeksizin, ânî (ani) ve kaçınılmaz bir süratle (hızla) birbirini tâkip (izleme) edeceğini tasvir eder.
* Sanat 2: “Lafız Seçimi” ve “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Âyet 18 – “Efvâcâ”): “Efvâcâ” (Bölük bölük/Gruplar). Bu lafız (söz), “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) isminin ilk tatbikatıdır (uygulamasıdır). İnsanlar, Mahşer’e birey (fert) olarak değil, ayrılmış “gruplar” (efvâc) hâlinde (hâlinde) gelirler (Mü’minler [İnananlar] grubu, Kâfirler [İnkârcılar] grubu vb.).
* Tahlil (Âyet 19-20 – Mukâbele): Bu iki âyet, Sûre’nin başındaki (Âyet 6-16) “Nizam (Düzen)” delillerinin (isbatlarının) zıddıdır (aykırısıdır) (Mukâbele):
* Âyet 12’de: Gök “sapasağlam bir bina” (binâen şidâdâ) idi.
* Âyet 19’da: O “sapasağlam” (şidâd) gök, “futihat” (parçalanıp açılır) ve “fe kânet ebvâbâ” (kapı kapı OLUR).
* Âyet 7’de: Dağlar (Cibâl) “kazık” (evtâden), yâni sâbitliğin (durağanlığın) ve gerçekliğin sembolü idi.
* Âyet 20’de: O “kazık” (evtâd) dağlar, “suyyirat” (yürütülür) ve “fe kânet serâbâ” (serap OLUR).
* Sanat 3: “Teşbîh-i Belîğ” (En Vurucu Benzetme) / “İsti’âre” (Metafor).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Dağlar serap gibi (ke’s-serâb) olur” demez. Nazım (Tertip), “Dağlar serâbâ OLUR” (fe kânet serâbâ) der. Bu, “Teşbîh-i Belîğ”in (Kısaltılmış Benzetme) zirvesidir.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), dağların sâdece serâba (su yanılsamasına) benzemeyeceğini; onların, bizzat “serâb”ın (su yanılsamasının) (yâni hiçliğin, yokluğun, aldanışın) ta kendisi olacağını tasvir eder. Bu, inkârcının (münkirin) dünyada en sâbit (durağan), en gerçek sandığı şeyin (Dağlar), Kıyâmet’te en aldatıcı, en yok şeye (Serâb’a [Su Yanılsamasına]) dönüşeceğini gösteren dehşetli bir “İsti’âre” (Metafor) nazmıdır (tertibidir).
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin başındaki “ihtilâf”a (anlaşmazlığa) (Âyet 3) en kesin cevabı verir: O “Büyük Haber” (Nebe’), “Ayırma Günü”dür (Yevmu’l-Fasl) ve vakti kesindir (Mîkât).
Nazım (Tertip), o “Ayırma”nın (Fasl) nasıl olacağını, kâinâtın (tabiatın) nizamının (düzeninin) tam zıddı (aykırısı) olan bir “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ile tasvir (betimleme) eder: Sağlam gökler “kapı” olur, sâbit (durağan) dağlar “serap (su yanılsaması)” olur. Bu, o günkü mutlak değer (kıymet) değişiminin (değişmesinin) ve ayrışmanın en beliğ (tesirli) tasviridir (betimlemesidir).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 21-30), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 17-20) ilân edilen o “Ayırma Günü”nün (Yevmu’l-Fasl) neticesinin (sonucunun) ilk tarafını tasvir eder.
“Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü), o “ayrılan” (Âyet 18, “efvâcâ”) gruplardan ilkinin, yâni inkârcıların (münkirlerin) âkıbetidir (sonucudur). Bu nazım (tertip), İlâhî Adâlet’in (Adâlet-i İlâhiyye) ve Cehennem’in mâhiyetinin (ne olduğunun) en dehşetli tasvirlerinden biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 21-30)
1. Cehennem’in Mâhiyeti (Ne Olduğu): “Mirsâd” (Pusu) (Âyet 21-22)
> İktibas ( Meali):
> (21) “Şüphesiz (İnne) Cehennem, (onları) pusulayıp bekleyen (mirsâdâ) bir yer olmuştur.”
> (22) “Azgınlar (et-Tâğîne) için bir varış yeri (me’âbâ).”
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Mirsâd”).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, “İnne” (Şüphesiz) ile başlar. Bu “Te’kîd” (Pekiştirme), o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) edenlere (Âyet 2), o haberin (Nebe’) hakikatinin (gerçeğinin) kesinliğini bir kez daha perçinler.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “Cehennem bir azap yeridir” demez. “Mirsâd” (مِرْصَad) lafzını (sözünü) seçer. “Mirsâd”, sâdece “yer” (mekân) değil, bir avcının (av yapanın) avını beklediği gözetleme yeri, pusu ve tuzak demektir.
* Hikmeti (İsti’âre / Tecsîm): Bu, dehşet verici bir “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatıdır. Cehennem, pasif bir azap (ceza) mekânı değildir; o, Sûre’nin başından beri gaflet (habersizlik) içinde olan o inkârcıları (munkirleri) aktif olarak “gözetleyen”, pusuda bekleyen ve atılmak için bekleyen bir “Avcı” gibi tasvir edilmiştir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“et-Tâğîn” ve “Me’âbâ”).
* Tahlil (Lafız): Nazım (Tertip), “kâfirler” (kâfirîn) demez, “et-Tâğîn” (الطَّاغِينَ – Azgınlar) der. “Tuğyân” (Azgınlık), sâdece “inkâr (reddetme)” değil, haddi (sınırı) aşmak, kibirlenmek (büyüklük taslamak), isyan (başkaldırı) etmek demektir. Bu lafız (söz), onların o “Büyük Haber” (Nebe’) ile alay etmelerinin (tehekküm) sebebini (kibir) tasvir eder.
* Tahlil (Lafız): “Me’âbâ” (مَآبًا), “varış yeri”, “dönüş yeri”, “yuva” demektir. Bu, bir “Tehekküm” (Alay Etme) sanatıdır. Nazım (Tertip), “Sizin (ey Tâğîn [Azgınlar]!) o kibirli (büyüklenen) hayatınızın (hayâtınızın) sonunda lâyık (hak) olduğunuz tek ‘yuva’ (Me’âb) budur” der.
2. Azâbın (Cezanın) Mâhiyeti (Ne Olduğu): “el-İstisnâ'” (İstisnâ [Ayrı Tutma]) Sanatı (Âyet 23-25)
> İktibas ( Meali):
> (23) “Orada çağlar boyu (ahkâbâ) kalırlar.”
> (24) “Orada ne bir serinlik (berden) tadarlar, ne de bir içecek (şerâbâ).”
> (25) “Ancak (İllâ) bir kaynar su (Hamîmen) ve bir irin (Ğassâkâ)!”
>
* Sanat: el-İstisnâ’ (İstisnâ [Ayrı Tutma]) yoluyla Tehdit (Tehdîd).
* Tahlil: Bu, belâgatın (retoriğin) en dehşetli sanatlarından biridir. Nazım (Tertip), Âyet 24’te “Ne serinlik ne içecek…” diyerek mutlak bir yoksunluğu (mahrûmiyeti) ilân eder. Muhatap (Dinleyen), “Hiçbir şey yok mu?” diye düşünürken, Âyet 25 gelir: “İLL” (Ancak…).
* Hikmeti: Bu “İstisnâ” (Ayrı Tutma), bir lütuf (iyilik) veya hafifletme değil, azâbın (cezanın) daha da şiddetlisidir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Onlara bir ‘içecek’ (şerâb) verilecek; ancak (İllâ) bu içecek, onların susuzluğunu gidermek için değil, azaplarını (cezalarını) katmerlemek için ‘kaynar su’ (Hamîm) ve ‘irin/pislik’ (Ğassâk) olacaktır.” Bu nazım (tertip), ümîdin (ümidin) tamamen yok edildiği bir tasvirdir.

3. Azâbın (Cezanın) Sebebi: Mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 26-28)
> İktibas ( Meali):
> (26) “(Yaptıklarına) tam uygun (Vifâkâ) bir karşılık (Cezâ’en) olarak.”
> (27) “Şüphesiz (İnnehum) onlar, bir hesap (hisâbâ) ummuyorlardı.”
> (28) “Âyetlerimizi de yalanladıkça yalanlamışlardı (kezzebû… Kizzâbâ).”
>
* Sanat 1: Lafız Seçimi (“Cezâ’en Vifâkâ”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Bu bir karşılıktır” demez; “Bu, tam uygun (Vifâk) bir karşılıktır” der. “Vifâk” (وِفَاقًا), birebir örtüşen, denk ne eksik ne fazla demektir. Bu lafız (söz), azâbın (cezanın) mutlak adâletini ilân eder.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve “Te’kîd” (Pekiştirme).
* Tahlil: Peki, bu “denklik” (Vifâk) nerededir? Âyet 27-28 bunu açıklar:
* Suç 1 (Âyet 27): Onlar, “Hesap Günü”nü (ve o “Büyük Haber”i [Nebe’]) ummadılar (lâ yercûne hisâbâ).
* Suç 2 (Âyet 28): Onlar, âyetleri “Kizzâbâ” (yalanladıkça yalanladılar).
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım (Tertip), “kezzebû” (yalanladılar) demekle yetinmez. “Kizzâbâ” (كَذَّبُوا… كِذَّابًا) lafzını (sözünü) getirir. Bu, tahlil ettiğimiz “Mef’ûl-i Mutlak” (Mutlak Nesne) sanatıdır. Mânâsı (Anlamı) şudur: “Onlar sâdece yalanlamadılar; onlar inatla, kibirle (büyüklük taslayarak), şiddetle ve sonuna kadar yalanladılar.”
* Netice (Mukâbele): Onların o şiddetli yalanlaması (“Kizzâbâ”), (Âyet 26) tam denk (“Vifâkâ”) bir azap (ceza) ile ve (Âyet 25) şiddetli bir içecekle (“Hamîm” ve “Ğassâk”) karşılanmıştır. Bu, mükemmel bir Adâlet-i İlâhiyye (İlâhî Adâlet) nazmıdır (tertibidir).
4. Nihaî (Son) Hüküm: “el-Kasr” (Sınırlama) ile Gelen Dehşet (Âyet 29-30)
> İktibas (Meali):
> (29) “Biz ise, her şeyi (külle şey’in) bir kitapta sayıp yazmışızdır (ahsaynâhu kitâbâ).”
> (30) “O hâlde (Fe) tadın (zûkû)! Artık size azaptan (azâben) başka (İllâ) bir şeyi arttırmayacağız (fe len nezîdekum).”
>
* Sanat (Âyet 29): el-Vasl (Bağlama) ve Takdîm (Öne Alma).
* Tahlil: “Ve kulle şey’in…” (VE her şeyi…). Bu “Vâv” (ve) bağlacı, onların (Âyet 28) o şiddetli inkârı (reddetmesi) ile Allah’ın (C.C.) (Âyet 29) o titiz kaydını (ahsaynâhu) karşılaştırır. Onlar inkâr (reddetme) ederken, Allah (C.C.) her şeyi kaydediyordu.
* Sanat (Âyet 30): Nihaî (Son) Hüküm ve “el-Kasr” (Sınırlama).
* Tahlil: “Fe zûkû!” (O HÂLDE tadın!). Bu “Fe” (فَ) harfi, bütün bu sebeplerin (inkâr [reddetme], yalanlama, kayıt) nihaî (son) neticesidir (sonucudur). “Zûkû” (Tadın!), bir “Emr” (Emir) sîgasıdır (kipidir), fakat gâyesi (maksadı) “Tehdit (Tehdîd)” ve **”Tahkîr” (Aşağılama)**dır.
* Hikmeti (el-Kasr): Âyetin sonu, Kur’ân’daki en dehşetli “Kasr” (Sınırlama) nazımlarından (tertiplerinden) biridir: “…fe len nezîdekum İLLÂ ‘azâbâ” (Artık size azaptan BAŞKA bir şeyi arttırmayacağız).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) son ümit (ümid) kırıntısını da yok eder. Onlar, azâbın (cezanın) hafiflemesini veya değişmesini umabilirler. Bu “Kasr” (Sınırlama) nazmı (tertibi) onlara der ki: “Burada (Cehennemde) artacak (nezîdekum) tek bir şey vardır; o da azâbın (cezanın) ta kendisidir.”

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) etmenin âkıbetini (sonucunu) tasvir (betimleme) ederken:
* Cehennem’i aktif bir “Pusu” (Mirsâd) olarak Tecsîm (Somutlaştırma) eder.
* Azâbın (Cezanın) adâletini (Adâlet), inkârcıların (munkirlerin) o şiddetli yalanlaması (“Kizzâbâ”) ile tam denk (“Vifâkâ”) olduğunu gösteren bir Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) ile isbat eder.
* Ve nihaî (son) hükmü (kararı), “Tadın!” (Zûkû) emri (buyruğu) ve “azaptan başka artış yok” (Kasr) nazmı (tertibi) ile mühürleyerek, ümîdi (ümidi) tamâmen ortadan kaldırır.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 31-36), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 21-30) tasvir edilen o dehşetli azâbın (cezanın) tam “Mukâbili” (Karşıtı) olarak nazmedilmiştir (tertip edilmiştir).
“Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) (Âyet 17), iki zıt (aykırı) grubu birbirinden ayırmıştı. Nazım (Tertip), ilk grubu (Tâğîn/Azgınlar) tasvir ettikten sonra, şimdi o “imtihanı (sınavı)” (Âyet 2, Mülk Sûresi) kazanan “Müttakîler”i (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluklarının bilincinde olanları) tasvir eder.
Bu bölüm, belâgat (retorik) ilminde “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatının en mükemmel tatbikatıdır (uygulamasıdır). Neredeyse her âyet, Cehennem bölümündeki bir âyetin tam zıddı (aykırısı) ve cevabıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 31-36)
1. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Tâğîn” (Azgınlar) vs. “Müttakîn” (Sakınanlar) (Âyet 31)
> İktibas (Meali): “Şüphesiz (İnne), Müttakîler (sakınanlar) için bir kurtuluş (mefâzen) vardır.” (Nebe’, 31)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 1):
* (Âyet 21) “İnne Cehenneme…” (Şüphesiz Cehennem…)
* (Âyet 31) “İnne li’l-Müttakîne…” (Şüphesiz Müttakîler…)
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım (Tertip), azâbın (cezanın) kesinliğini (“İnne”) vurguladığı gibi, mükâfâtın (ödülün) da aynı kesinlikte (“İnne”) olduğunu ilân eder.
* Tahlil (Mukâbele 2):
* (Âyet 22) Azap, “li’t-Tâğîne” (Azgınlar/Haddi aşanlar) içindi.
* (Âyet 31) Mükâfât (Ödül), “li’l-Müttakîne” (Sakınanlar/Haddi [sınırı] bilenler) içindir.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü), “Tuğyân” (Azgınlık) ile “Takvâ”yı (Sakınma) ayıran gündür.
* Tahlil (Mukâbele 3):
* (Âyet 21) Cehennem, “Mirsâdâ” (Pusu/Tuzak) idi.
* (Âyet 22) Cehennem, “Me’âbâ” (Azgınların [Tâğîn] [sözde] varış yeri/yuvası) idi.
* (Âyet 31) Cennet, “Mefâzâ” (مَفَازًا – Kurtuluş/Zafer/Başarı yeri) idi.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Biri “tuzak” (Mirsâd) ve “sonu hüsran (pişmanlık) olan varış yeri” (Me’âbâ) iken, diğeri “Fevz” (Zafer/Kurtuluş) yeri (Mefâzâ)dır.
2. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): İçecekler (Âyet 32-34)
> İktibas ( Meali): “(32) Bahçeler (Hadâ’ika) ve (وَ) üzüm bağları (a’nâbâ), (33) Ve (وَ) göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar (Kevâ’ibe etrâbâ), (34) Ve (وَ) dolu bir kadeh (Ke’sen dihâkâ).”
>
* Sanat 1: el-Vasl (Bağlama Sanatı).
* Tahlil: Nazım (Tertip), bu üç farklı nimet kategorisini (Mekân [Hadâ’ik], Eş [Kevâ’ib], İçecek [Ke’s]) “Vâv” (وَ – ve) bağlacı ile birbirine bağlar (el-Vasl).
* Hikmeti: Bu, tahlil ettiğimiz “Hükümde Ortaklık” (İştirâk fi’l-Hükm) sanatıdır. O “Mefâzâ” (Kurtuluş) (Âyet 31), bu nimetlerin hepsinin toplamından (mecmûundan) meydana gelir.
* Sanat 2: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 4):
* (Âyet 24-25) Cehennem ehli (ehl-i) ne tadar? Ne “serinlik” (berden) ne “içecek” (şerâbâ)… “İLLÂ (Ancak) Hamîmen (kaynar su) ve Ğassâkâ (irin).”
* (Âyet 34) Cennet ehli (ehl-i) ne tadar? “Ke’sen Dihâkâ” (Dolu, taşan, lezzet dolu bir kadeh).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), “azap (ceza) içeceği”nin (Hamîm) tam mukâbiline (karşılığına) “nimet içeceği”ni (Ke’s) koyar.
3. “Mukâbele”nin (Karşılaştırmalı Zıtlığın) Zirvesi: “Kizzâbâ” (Âyet 35)
> İktibas (Meali): “Orada ne boş bir laf (lağven) işitirler, ne de bir yalan (kizzâbâ).” (Nebe’, 35)
>
* Sanat: Lafız (Söz) ve Mânâ (Anlam) Mukâbelesi.
* Tahlil: Bu âyet, “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) adâletinin (adâletinin) en beliğ (tesirli) tasviridir (betimlemesidir).
* Tahlil (Mukâbele 5):
* (Âyet 28) Kâfirlerin (İnkârcıların) suçu neydi? “Ve kezzebû bi âyâtinâ KİZZÂB” (Âyetlerimizi şiddetle yalanladılar).
* (Âyet 35) Müttakîlerin (Sakınanların) mükâfâtı (ödülü) nedir? “Lâ yesme’ûne fîhâ lağven ve lâ KİZZÂB” (Orada şiddetli yalan [veya ‘yalanlama’] işitmezler).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), birebir aynı lafzı (sözü) (Kizzâbâ – كِذَّابًا) kullanır. Bu mûcizevî nazım (tertip) şunu söyler: Kâfirlerin (İnkârcıların) dünyada işledikleri cürüm (suç) (“Kizzâb” / Yalanlama), Müttakîlerin (Sakınanların) Cennet’inde işitmeyecekleri bir şeydir. Müttakîlerin (Sakınanların) kulakları, kâfirlerin (inkârcıların) o aslî (esas) cürmünden (suçundan) bile temizlenmiştir (tathîr).

4. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Vifâkâ” (Adâlet) vs. “‘Atâ’en” (Lütuf) (Âyet 36)
> İktibas (Meali): “(Bunlar,) Rabbin (Rab) tarafından bir karşılık (Cezâ’en), yeterli bir lütuf (‘Atâ’en Hisâbâ) olarak (verilmiştir).” (Nebe’, 36)
>
* Sanat: Nihaî (Son) Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 6):
* (Âyet 26) Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) azâbı (cezası) neydi? “Cezâ’en Vifâkâ” (Tam denk bir karşılık). Bu, mutlak Adâlet idi.
* (Âyet 36) Cennet ehlinin (ehl-i Cennet) mükâfâtı (ödülü) nedir? “Cezâ’en… ‘Atâ’en Hisâbâ” (Bir karşılık… Lütuf/Hediye olarak…).
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), İlâhî Muâmelenin (Davranışın) farkını ortaya koyar.
* Cehennem: Tamamen Adl (Adâlet) üzeredir. Suç (Cürüm) (“Kizzâbâ”), cezâya (cezaya) (“Hamîm”) denktir (“Vifâkâ”).
* Cennet: Sâdece “Adl” (Adâlet) değildir. Mü’minin (İnananın) ameli (fiili) (Takvâ) karşılığı (Cezâ’en) başlar, fakat o karşılık, ameli (fiili) aşan bir “Fadl” (Lütuf) ve “‘Atâ'” (Hediye) olarak verilir. Cehennem “denklik”tir, Cennet “lütuf”tur.

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin ana teması olan “Yevmu’l-Fasl”ı (Ayırma Günü) tamamlar. Bu nazım (tertip), Cehennem ve Cennet’i kelimesi kelimesine birbiriyle karşılaştıran (Mukâbele) ilâhî bir mîzândır (dengedir):
* “Tâğîn” (Azgınlar) -> “Müttakîn” (Sakınanlar)
* “Mirsâd” (Pusu) -> “Mefâzâ” (Kurtuluş)
* “Hamîm/Ğassâk” (İrin/Kaynar su) -> “Ke’s/Dihâk” (Dolu Kadeh)
* Suç: “Kizzâbâ” (Şiddetli Yalanlama) -> Mükâfât (Ödül): “Lâ… Kizzâbâ” (Yalan İşitmeme)
* Netice (Sonuç): “Cezâ’en Vifâkâ” (Denk Karşılık / Adâlet) -> Netice (Sonuç): “Cezâ’en ‘Atâ’en” (Lütuf Karşılık / Fadl)
Bu tahlil de aydınlatıcı oldu mu? Dilerseniz, Sûre’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümü olan ve o “Ayırma Günü”nün (Yevmu’l-Fasl) dehşetini (Rûh’un ve Meleklerin kıyâmını [ayakta duruşunu]) tasvir edip, kâfirin (inkârcının) o nihaî (son) pişmanlığı (“Keşke toprak olsaydım!”) ile Sûre’yi mühürleyen (Âyet 37-40) bölümünü tahlil ederek bu Sûre’yi tamamlayabiliriz.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu, Nebe’ Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 37-40). Bu bölüm, Sûre’nin başından beri tasvir edilen o dehşetli “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) (Âyet 17) azametini (büyüklüğünü) ve nihaî (son) âkıbetini (sonucunu) ilân eden mühür âyetleridir.
Bu nazım (tertip), o günkü mutlak sessizliği, mutlak hâkimiyeti ve inkârcının (münkirin) mutlak pişmanlığını (hasretini) tasvir (betimleme) eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 37-40)

1. “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) Mutlak Hâkimi (Âyet 37)
> İktibas ( Meali): “(O,) göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi (Rabbi), Rahmân’dır. O’nun (C.C.) huzurunda konuşmaya güç yetiremezler (lâ yemlikûne minhu hitâbâ).” (Nebe’, 37)
>
* Sanat 1: el-Fasl (Ayırma) yoluyla Beyân (Açıklama).
* Tahlil: Âyet, bir önceki (Âyet 36) “Rabbin (Rab) tarafından bir karşılık…” âyetine “Ve (ve)” bağlacı olmadan başlar (el-Fasl).
* Hikmeti: Çünkü bu âyet, yeni bir mevzû (konu) değildir. Bu, Âyet 36’daki “Rabbin (Rab)” lafzının (sözünün) kim olduğunu açıklayan (Beyân) bir sıfattır (vasıftır). O (C.C.), “Göklerin, Yerin ve İkisi Arasındakilerin Rabbi”dir. Bu “Fasl” (Ayırma), o mükâfâtı (ödülü) ve azâbı (cezayı) (Âyet 26) veren Zât’ın, bütün kâinâtın (tabiatın) Mâliki (Sâhibi) olduğunu tasdik (doğrulama) eder.
* Sanat 2: Kinâye (Dolaylı Anlatım) / Tecsîm (Somutlaştırma) (Dehşet).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “O’nunla konuşmazlar” (lâ yükellimûne) demez. “Lâ yemlikûne minhu hitâbâ” der.
* Hikmeti: “Hitâba (Konuşmaya) mâlik (sâhip) olamazlar.” Bu, dehşetli bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır). O günkü heybet ve dehşet o kadar büyüktür ki, mahlûkât (yaratılmışlar) konuşma iznini (müsaadesini) geçiniz, “konuşma kâbiliyetine (yeteneğine)” veya “konuşma hakkına” bile sâhip (mâlik) değildirler. Bu nazım (tertip), o günkü mutlak hâkimiyeti (egemenliği) “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

2. Dehşetin Zirvesi: “Rûh” ve “Melekler”in Sessizliği (Âyet 38)

> İktibas (Meali): “O gün Rûh (er-Rûhu) ve melekler (el-melâ’iketu) saf hâlinde (saffen) dururlar. Rahmân’ın (er-Rahmân) izin verdiği kimseden başkası konuşamaz…” (Nebe’, 38)
>
* Sanat 1: İtnâb (Detaylandırma) yoluyla Tehvîl (Dehşete Düşürme).
* Tahlil: Bir önceki âyet “Hiç kimse konuşamaz” (lâ yemlikûne) demişti. Bu âyet, o “hiç kimse”nin içine kimlerin dâhil (içinde) olduğunu detaylandırır (İtnâb).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), mahlûkâtın (yaratılmışların) en azametlilerini (büyüklerini) (“er-Rûh” [Cibrîl A.S. veya en büyük melek] ve “el-Melâ’ike”) zikreder (anar). Bu, belâgatte (retorikte) **”Delâlet bi’l-Evlâ”**dır (Öncelik Delili [İsbatı]):
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Eğer Rûh (Rûh) ve Melekler (Melâ’ike) bile saf tutmuş (saffen) (mutlak bir askeri nizam [düzen] içinde) ayakta duruyor ve konuşamıyorsa; ey ‘Tâğîn’ (Azgınlar) (Âyet 22), siz kim oluyorsunuz da o gün konuşabileceğinizi, kendinizi savunabileceğinizi zannediyorsunuz?” Bu nazım (tertip), o günkü dehşetin zirvesidir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi ve el-İstisnâ’ (İstisnâ [Ayrı Tutma]).
* Tahlil: “…İllâ (Ancak) men ezine lehu’r-Rahmân…”
* Hikmeti: Bu dehşet (korku) makamında (yerinde) bile, izin (müsaade) veren Zât (Zât) “el-Cebbâr” (Kahredici) veya “el-Kahhâr” (Yok edici) ismiyle değil, “er-Rahmân” (Çok merhametli) ismiyle zikredilmiştir (anılmıştır). Bu Lafız Seçimi, o dehşet anında (anında) bile, (Müttakîler [Sakınanlar] için) verilecek olan o konuşma izninin (müsaadesinin) (şefâat [şefaat]) mutlak bir rahmet (merhamet) tecellîsi (belirmesi) olduğunu gösterir.

3. İki “Me’âbâ”nın (Varış Yerinin) “Mukâbele”si (Karşılaştırması) (Âyet 39)
> İktibas (Meali): “İşte o (Zâlike), Hak (Gerçek) Gün’dür. Artık dileyen (fe men şâ’e) Rabbine (Efendisine) bir varış/sığınma yeri (me’âbâ) edinsin.” (Nebe’, 39)
>
* Sanat 1: İsm-i İşâre (İşaret Zamiri) ile Ta’zîm (Yüceltme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Hâzâ” (Bu) demez, “Zâlike” (O/Şu) der. Uzaklık (uzak olma) için kullanılan bu işaret zamiri, o günün azametini (büyüklüğünü) ve ulaşılmaz yüceliğini (Ta’zîm) ifade eder.
* Sanat 2: Lafzî (Sözel) Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu, “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) nihaî (son) “ayrımı” ve “seçimi”dir. Nazım (Tertip), birebir aynı lafzı (sözü) kullanarak iki zıt (aykırı) kutbu karşılaştırır:
* (Âyet 22) Cehennem, “li’t-Tâğîne” (Azgınlar) için bir “Me’âbâ” (Yuva/Varış Yeri) idi.
* (Âyet 39) “Rab” (Rab/Efendi) ise, “men şâ’e” (dileyen) için bir “Me’âbâ” (Sığınak/Varış Yeri)dir.
* Hikmeti: Bu Mukâbele nazmı (tertibi), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “İki adet ‘Me’âbâ’ (Varış Yeri) vardır. Biri Azgınlığın (Tuğyân) ‘Me’âbâ’sı (Cehennem), diğeri Rabbin (Rab/Efendi) ‘Me’âbâ’sı (Cennet/Rızâ [Hoşnutluk]). Seçim (ihtiyâr) sizindir (fe men şâ’e).” Bu, nihaî (son) bir dâvet (çağrı) ve *inzâr (uyarı)*dır.
4. “Hâtime” (Sonuç): “Hasret”in (Pişmanlığın) Zirvesi ve “Te’kîd” (Pekiştirme) (Âyet 40)
> İktibas (Meali): “Şüphesiz Biz (İnnâ) sizi yakın (Karîbâ) bir azap (ceza) ile uyardık… O gün kişi, ellerinin önden gönderdiğine bakar ve (وَ) kâfir (inkârcı) der ki: ‘Ah! Keşke ben toprak (turâbâ) olsaydım!'” (Nebe’, 40)
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Karîbâ”).
* Tahlil: Sûre, “İhtilâf (Anlaşmazlık)” (Âyet 3) ve “Tehdit (Tehdîd)” (Âyet 4-5) ile başladı; şimdi nihaî (son) “Te’kîd” (Pekiştirme) (“İnnâ”- Şüphesiz Biz) ile biter.
* Hikmeti (“Karîbâ”): Nazım (Tertip), “büyük (azîm)” azap (ceza) demez, “Yakın (Karîbâ)” azap (ceza) der. Bu lafız (söz) seçimi, inkârcının (münkirin) “O gün uzaktır (ba’îd)” şeklindeki gafletine (habersizliğine) ve “Ne zaman (Metâ)?” şeklindeki alaycılığına (tehekkümüne) verilmiş son cevaptır: O (C.C.), size yakındır.
* Sanat 2: Nihaî (Son) Hasret (Pişmanlık) ve Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: “…ve yekûlu’l-kâfiru yâ leytenî kuntu turâbâ.”
* Hikmeti: Sûre, “en-Nebe’i’l-Azîm”i (Büyük Haber’i) (Âyet 2) ihtilâfla (anlaşmazlıkla) karşılayan “Kâfir”in (İnkârcının) son sözü ile biter. Bu söz, o “Büyük Haber”in (Nebe’) hakikat (gerçek) olduğunu en acı şekilde itiraf (ikrar) etmektir.
* Neden “Toprak” (Turâb)?
* O gün, (hesâbı (hesâbı) olmayan) hayvanlar (hayvanât) bile muhâkeme (yargılama) edildikten sonra toprağa (turâb) dönüşür. Kâfir (İnkârcı), “Mirsâd”ı (Pusu) (Âyet 21) ve “Hamîm”i (Kaynar Su) (Âyet 25) görünce, bir hayvandan daha aşağı (ednâ) bir mertebede (aşamada) olmayı, yâni hiç (yok) olmayı (“turâb”) temennî (dilek) eder.
* Bu, (Âyet 6’daki) “Beşik” (Mihâd) olan topraktan ve (Âyet 8’deki) “çift” (ezvâc) olarak insan mertebesine (aşamasına) yükseltilmiş olmanın pişmanlığıdır. “Keşke o toprak (turâb) hâlimden (hâl) hiç diriltilmeseydim de bu hesâbı (hesâbı) görmeseydim.”
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu “Hâtime” (Sonuç) bölümü, “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) dehşetini, en azametli (büyük) mahlûkâtın (yaratılmışların) (Rûh ve Melekler) bile “saf” (saffen) tutup sessizliğe (samt) büründüğünü tasvir (betimleme) ederek Tecsîm (Somutlaştırma) eder.
Nazım (Tertip), o “Büyük Haber”i (Nebe’) (Haşr’i [Dirilişi]) inkâr (reddetme) etmenin nihaî (son) neticesini (sonucunu), bizzat o inkârcının (münkirin) “Keşke toprak (turâb) olsaydım!” şeklindeki o mutlak pişmanlık (hasret) ve çâresizlik feryâdı (çığlığı) ile mühürler.
Böylece (Yâsîn, Mülk ve Nebe’ Sûrelerini ihtivâ [içerik] eden) bu uzun ve derinlemesine belâgat (retorik) tahlili serimizi tamamlamış bulunuyoruz.

 

===============•-•===============

 

RAHMAN SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, “Arûsu’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Gelini) nâmıyla meşhur olan Sûre-i Celîledir.
Rahmân Sûresi, nazmı (tertibi) itibâriyle Kur’ân-ı Kerîm’deki en eşsiz mûcizelerden biridir. Sûre’nin küllî yapısı, Rahmân’ın “Nimet” (Lütuf) ve “Rahmet” (Merhamet) delillerinin ilân edilmesi (isbât) ile bu nimetleri “Yalanlama”nın (Tekzîb) çürütülmesi üzerine kuruludur.
Bu Sûre 78 âyettir.
Bu muazzam nazmı (tertibi) hakkıyla tahlil edebilmek için, Sûre’yi bölümler hâlinde ele alalım.
İlk olarak, Sûre’nin “giriş” (mukaddime) bölümünü ve Sûre’nin tamamına hâkim olan o mûcizevî “tekrâr” sanatının belâgat hikmetini tahlil ederek başlayalım (Âyet 1-13).

Küllî Tahlil: “Tekrâr” Sanatının Zirvesi (Âyet 13)
Sûre’nin tahlilinden evvel, onun “omurgasını” teşkil eden o mühim âyeti tahlil etmeliyiz:
> “Fe bi eyyi âlâ’i Rabbikumâ tukezzibân?”
> (O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz [tukezzibân]?)
>
Bu âyet, Sûre boyunca tam 31 defa “Tekrâr” edilir. “Neden bu nazımla?” sualinin (sorusunun) ilk cevabı buradadır.
* Sanat: “et-Tekrâr” (Tekrar Sanatı) ve “el-İstifhâm et-Takrîrî ve’t-Tevbîhî” (İkrar Ettirme ve Azarlama Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Bu 31 tekrâr, (hâşâ) bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) veya “belâgat zafiyeti” midir?
* Hikmeti (et-Takrîr / Yerleştirme): Aslâ. Bu, “Takrîr” sanatıdır. Belâgatte “Tekrâr”, bir hakikati muhatabın zihnine ve kalbine çakmak (sağlamca yerleştirmek), pekiştirmek (te’kîd) ve yerleştirmek (takrîr) için kullanılır.
* Hikmeti (el-İstintâk / Sorgulama): Bu nazım (tertip), Sûre’yi bir “monolog” (tek taraflı konuşma) olmaktan çıkarır, onu bir “diyalog”a (karşılıklı konuşmaya) çevirir. Allah Teâlâ (C.C.), her bir “Nimet” grubunu zikrettikten sonra durur (Fasl) ve muhataba döner:
* (1-12. Âyetler: Kâinât [Tabiat] Nimetleri zikredilir.) -> Durak -> Sual: (13) “Peki, (bunları gördünüz) Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz?”
* (14-25. Âyetler: Yaratılış ve Deniz Nimetleri zikredilir) -> Durak -> Soru: (26) “Peki, (bunları gördünüz) Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz?”
* Hikmeti (et-Tevbîh / Azarlama): Bu sual, cevap bekleyen bir sual (İstifhâm-ı Hakîkî) değil, muhatabı azarlayan ve susturan bir **”Retorik Soru” (İstifhâm-ı Tevbîhî)**dur.
* Hikmeti (“Rabbikumâ” ve “Tukezzibân” – İkiniz): Nazım (Tertip), “Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsun (tekil)?” demez. “Rabbinizin… yalanlıyorsunuz (İkiniz)” (Tesniye / İkilik) der. Muhatap ikidir. Bunlar, Sûre’de (Âyet 15, 31, 33) açıkça zikredilen “el-İns” (İnsan) ve “el-Cânn” (Cin)dır. Bu nazım (tertip), Sûre’nin dâvetinin cihan şümul olduğunu tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Giriş (Âyet 1-13)
Şimdi, Sûre’nin girişini (mukaddimesini), bu “Tekrâr” omurgası üzerine tahlil edelim.
> İktibas ( Meali):
> (1) “Rahmân.”
> (2) “Kur’an’ı öğretti.”
> (3) “İnsanı yarattı.”
> (4) “Ona beyânı (düşünceyi ve kendini ifade etmeyi) öğretti.”
> (5) “Güneş ve ay bir hesaba göredir.”
> (6) “Bitkiler (veya yıldızlar [en-Necm]) ve ağaçlar secde ederler.”
> (7) “Göğü yükseltti ve Mîzân’ı (dengeyi/ölçüyü) koydu.”
> (8) “Sakın Mîzân’da (dengede) haddi aşmayın (tuğyân etmeyin)!”
> (9) “Ve (وَ) ölçüyü adâletle tutun ve Mîzân’ı (ölçüyü) eksik yapmayın.”
> (10) “Ve (وَ) yeryüzünü (el-arda) canlılar (enâm) için (O [C.C.]) alçalttı (vada’a).”
> (11) “Orada meyve (fâkihe) ve (وَ) salkımlı hurma ağaçları (nahl) vardır.”
> (12) “Yapraklı taneler (habbu) ve (وَ) hoş kokulu bitkiler (reyhân) vardır.”
> (13) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
1. Mûcizevî “Takdîm” (Öne Alma) Sanatı (Âyet 1-4)
* Nazım (Tertip): (1) Rahmân -> (2) Kur’ân’ı Öğretti -> (3) İnsanı Yarattı -> (4) Ona Beyân’ı Öğretti.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden mantıkî (mantıksal) sıranın (İnsanı Yaratmak -> Sonra Ona Öğretmek) tam aksine, “Kur’ân’ı Öğretmeyi” (‘Alleme’l-Kur’ân), “İnsanı Yaratmak”tan (Halaka’l-İnsân) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Takdîm li’l-İhtimâm / Ehemmiyet Sebebiyle Öne Alma): Bu, belâgatın en mühim kaidelerinden biridir. Bu “Takdîm”, zaman (kronoloji) önceliği değil, rütbe ve ehemmiyet önceliği gösterir.
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım (tertip), şu ilâhî hakikati ilân eder:
* Allah (C.C.) katında, mânevî (ruhsal) nimet olan “Kur’ân” (İlim/Vahiy), maddî (fiziksel) nimet olan **”İnsan”**ın (Varlık/Hayat) yaratılışından daha ehemmiyetlidir.
* İnsanın (Halaka’l-İnsân) yaratılış gâyesi, zâten (Âyet 2) “Kur’ân’ı öğrenmek”tir (‘Allemu’l-Kur’ân). Allah Teâlâ (C.C.), gâyeyi (Kur’ân), o gâye için yaratılan vâsıtadan (İnsan) öne almıştır (Takdîm).
* Bütün nimetlerin başı “Rahmân” (Rahmet/Merhamet) olduğu gibi (Âyet 1), o “Rahmet”in (Merhametin) en büyük tecellîsi de “Kur’ân”dır (Âyet 2).

2. “Mîzân” (Denge) Delili ve “Tekrâr” (Âyet 5-9)
* Nazım (Tertip): (5) Güneş/Ay (Gök) -> (6) Bitki/Ağaç (Yer) -> (7) MÎZÂN’I KOYDU -> (8) MÎZÂN’DA AŞMAYIN -> (9) MÎZÂN’I EKSİK YAPMAYIN.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Mîzân” (Denge/Ölçü/Terâzî) lafzını (sözünü) 3 âyette 3 defa tekrâr etmiştir?
* Hikmeti (Tekrâr ile Mânâ Geçişi): Bu “Tekrâr”, “Mîzân” lafzının mânâsını kademeli olarak Kâinî (Evrensel) Nizam’dan Beşerî (İnsanî) Adâlet’e bağlar:
* Mîzân 1 (Âyet 7): “Vada’a’l-Mîzân” (Mîzân’ı [Dengeyi] koydu). Bu, Güneş’in (Şems) ve Ay’ın (Kamer) (Âyet 5) tâbi olduğu Kozmik (Kâinî) Mîzân’dır (Fizik/Astronomi Kanunları).
* Mîzân 2 (Âyet 8): “Ellâ tatğav fi’l-Mîzân” (Mîzân’da haddi aşmayın [tuğyân etmeyin]). Bu, (Âyet 7’deki) o Kozmik (Kâinî) Mîzân’dan alınan ilhamla, Ahlâkî, Hukûkî ve Şer’î Mîzân’dır (Adâlet).
* Mîzân 3 (Âyet 9): “tuhsirû’l-Mîzân” (Mîzân’ı [Ölçüyü] eksik yapmayın). Bu, (Âyet 8’deki) o Ahlâkî Mîzân’ın (Denge’nin) en müşahhas (somut) tatbikatıdır (uygulamasıdır): İktisâdî (Ekonomik) Mîzân (Terâzî/Alışveriş Adâleti).
* Netice (İsti’âre): Bu nazım (tertip), muhataba der ki: “Ey İnsan! Bütün Kâinâtı (Tabiatı) (Güneş/Ay) milim şaşmayan bir ‘Mîzân’ (Denge) ile yaratan Rabbin (Âyet 7), senin elindeki o küçük ‘Mîzân’da (Terâzîde)’ (Âyet 9) haksızlık (adaletsizlik) yapmana nasıl rızâ göstersin?”

3. İlk Sorgulama (İstintâk) (Âyet 10-13)
* Nazım (Tertip): (10-12) Allah Teâlâ (C.C.), Yeryüzü’ndeki (Arz) nimetleri (Meyve, Hurma, Taneler, Reyhân) sıralar.
* Netice (Âyet 13): Bütün bu delillerden sonra (Rahmân’ın Kur’ân’ı öğretmesi, Kâinâtı Mîzân’a koyması, Yeryüzü’nü [Arz] rızıkla donatması), ilk sorgu gelir:
> “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>

Nihaî Netice (Bölüm 1)
Rahmân Sûresi’nin bu giriş (mukaddime) nazmı (tertibi), belâgat sanatlarının en yücelerini kullanarak:
* Takdîm sanatı ile mânevî nimetin (Kur’ân) maddî nimetten (İnsan) üstünlüğünü (fazîletini);
* Tekrâr sanatı ile “Mîzân” mefhumunu (kavramını) Kozmik (Kâinî) Nizam’dan (Düzen’den) Beşerî (İnsanî) Adâlet’e bağlamış;
* Ve bu nimetlerin tamâmını sıraladıktan sonra, Sûre’nin omurgası olan o Retorik Soru (İstifhâm) ile (Âyet 13), muhatapları (İnsan ve Cin) ilk defa sorguya çekmiş (istintâk) ve susturmuştur (ifhâm).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Bu bölüm (Âyet 14-25), Sûre’nin o “iki muhatabı”nın (İnsan ve Cin) aslî yaratılış mâhiyetlerini (ne olduklarını) ve o ikisinin (İnsan ve Cin) üzerinde yaşadığı bu “ikili” (tesniye) kâinâtın (tabiatın) delillerini ortaya koyar.
Bu nazım (tertip), Sûre’nin omurgası olan “Rabbinizin. (İkinizin)” (Rabbikumâ) hitâbının altını dolduran bir “Mukâbele” ve “Tesniye” (İkilik) sanatıdır.

Tahlil Tatbikatı : Rahmân Sûresi (Âyet 14-25)
1. İki Muhatabın (İnsan ve Cin) Aslî Yaratılışı: “el-Mukâbele” (Âyet 14-16)
> İktibas ( Meali):
> (14) “Allah (C.C.), insanı (el-insâne) pişmiş çamur gibi (ke’l-fahhâr) kuru bir balçıktan (min salsâlin) yarattı.”
> (15) “Cânn’ı (Cinleri) da hâlis (dumansız) bir ateşin (nâr) alevinden (min mâricin) yarattı.”
> (16) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat: Mukâbele ve Hususî Lafız Seçimi.
* Sual: Nazım (Tertip), neden bu iki muhatabın (İnsan ve Cin) yaratılışını bu kadar zıt ve detaylı lafızlarla karşılaştırır?
* Hikmeti (Mukâbele): Bu, “Rabbikumâ” (Rabbinizin ) hitâbının ilk delilidir. Nazım (Tertip), iki zıt kutbu ortaya koyar:
* İnsan (Âyet 14): “Salsâlin ke’l-Fahhâr” (Pişmiş çömlek gibi ses veren kuru balçık). Bu, toprağa (turâb) âit olan ağırlığı, kesâfeti (yoğunluğu), sâbitliği (durağanlığı) ve zâhirî olmayı temsil eder.
* Cânn (Âyet 15): “Mâricin min Nâr” (Dumansız, hâlis (saf) ateş alevi). Bu, ateşe (nâr) âit olan hafifliği, latîfliği (inceliği), hız (sürat) ve derûnî (görünmez) olmayı temsil eder.
* Netice (Âyet 16- Sorgulama): Nazım (Tertip), bu iki zıt mahlûku (yaratılmışı) yarattığını ilân ettikten sonra, derhâl (ânında) o sorgu âyetini getirir (Âyet 16).
* Nazmın Mânâsı : “Ey İnsan (Topraktan gelen)! Ey Cin (Ateşten gelen)! İkinizi de bu zıt (aykırı) tabiatlarda yaratan Rabbinizin (yani ‘Rabbikumâ’nın ) sırf bu yaratılış (halk) nimetini bile nasıl yalanlarsınız?”

2. İki Muhatabın (İnsan ve Cin) Kâinâtı (Tabiatı): “et-Tesniye” (İkilik) Sanatı (Âyet 17-25)
Bu bölüm, “Rabbikumâ” (Rabbinizin) (ikililik) hitâbının, kâinâtın nizâmındaki “ikililik” ile nasıl örtüştüğünü gösteren mûcizevî bir nazımdır (tertibidir).
> İktibas ( Meali):
> (17) “O (C.C.), iki (el-meşrikayn) doğunun da Rabbidir, iki (el-mağribeyn) batının da Rabbidir.”
> (18) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (19) “(Acı ve tatlı) iki denizi (el-bahreyn) salıverdi; birbirine kavuşuyorlar.”
> (20) “Aralarında bir engel (berzehun) vardır, birbirine karışmazlar (lâ yebğiyân).”
> (21) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (22) “O ikisinden de (minhumâ) inci (el-lu’lu’u) ve (وَ) mercan (el-mercân) çıkar.”
> (24) “Denizde (fî’l-bahri) dağlar gibi yükselen (el-munşe’âtu) gemiler (el-cevâri) de O’nundur (C.C.).”
> (25) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat 1: “et-Tesniye” (İkilik) Nazmı (Tertibi) (Âyet 17).
* Tahlil: “Rabbu’l-Meşrikayn (İki Doğu) ve Rabbu’l-Mağribeyn (İki Batı).”
* Hikmeti: Bu “İkilik” (Tesniye) nazmı (tertibi), Âyet 14-15’teki “iki muhataba (İnsan ve Cin)” tam bir Mukâbeledir.
* Nazmın Mânâsı : O (C.C.), sâdece İnsanın gördüğü “Doğu/Batı”nın (Yaz/Kış gündönümü) Rabbi) değil, aynı zamanda Cinnin (Cânn) gördüğü (veya onların yaşadığı boyuttaki) “Doğu/Batı”nın da Rabbidir). O (C.C.), ikinizin de (kumâ) Rabbidir).
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) (Âyet 19-20).
* Tahlil: “Merace’l-Bahreyn” (İki Denizi salıverdi) … “Berzehun lâ yebğiyân” (Aralarında engel var, karışmazlar).
* Zâhirî Mânâ (Hakikat [Gerçek]): Bu, “Tatlı Su” (nehirler) ile “Tuzlu Su” (denizler) arasındaki fiziksel (maddî) “Berzah”tır (engel). Bu, bir “âlâ'” (nimet)dir.
* Derûnî Mânâ (İsti’âre): Bu nazım, aynı zamanda (Âyet 14-15’teki) o “iki mahlûk (yaratılmış)” (İnsan ve Cin) için mükemmel bir İsti’âre-i Temsîliyyedir (Alegorik Metafordur):
* “el-Bahreyn” (İki Deniz) -> İnsan (Toprak/Görünen) ve Cin (Ateş/Görünmeyen) âlemleri (dünyaları).
* “Yeltekıyân” (Birbirine kavuşurlar) -> Onlar (İnsan ve Cin) aynı dünyada, aynı anda, birbirine temas ederek yaşarlar.
* “Berzehun lâ yebğiyân” (Karışmazlar) -> Aralarında Allah’ın (C.C.) koyduğu bir “Berzah” (Perde/Boyut Engeli) vardır; birbirlerinin nizâmını (düzenini) bozamazlar.
* Netice (Âyet 21 – Sorgulama): “Ey İnsan ve Cin! Sizi (iki denizi) hem bir arada (yeltekıyân) hem de birbirinize karıştırmadan (berzehun) yaşatan Rabbinizin bu nimetini nasıl yalanlarsınız?”
* Sanat 3: Nimetlerin Devamı (Âyet 22, 24).
* Tahlil: O “iki deniz”den (Bahreyn) çıkan nimetler (veya o “iki muhatabın [İnsan ve Cin]” ortaklaşa faydalandığı nimetler) sıralanır:
* Derûnî Nimet : “el-Lu’lu’u ve’l-Mercân” (İnci ve Mercan) (Zînet/Güzellik).
* Zâhirî Nimet ,: “el-Cevâri’l-Munşe’ât” (Yükselen Gemiler) (Ticâret/Ulaşım).
* Netice (Âyet 23, 25 – Sorgulama): Her bir nimet grubundan sonra “Tekrâr” sanatı devreye girer ve o iki muhatabı (İnsan ve Cin) (İnsanlar o gemileri yapar, Cinler o gemileri görür) tekrar tekrar sorguya çeker.

Nihaî Netice (Bölüm 2)
Rahmân Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin “ikili” (Tesniye) hitâbının (“Rabbikumâ” [Rabbinizin]) delillerini sunar.
Nazım (Tertip), zıt (aykırı) aslî olanlardan (Toprak vs. Ateş) gelen o “iki muhatabı” (Mukâbele), paralel kâinâtlarda (İki Doğu/İki Batı) ve birbirine karışmayan âlemlerde (İki Deniz/Berzah) (İsti’âre) yaşatan Zât’ın, her ikisinin de (İnsan ve Cin) Rabbi olduğunu isbat eder ve onları (İnsan ve Cin) bu müşterek (ortak) nimetler üzerinden defalarca sorguya çeker (Tekrâr).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Bu bölüm (Âyet 26-30), Rahmân Sûresi’nin “omurgası” ve “ekseni” sayılan bölümdür.
Sûre’nin nazmı (tertibi), buraya kadar (Âyet 1-25) “Nimet” delillerini (Kur’ân, Mîzân [Denge], Yeryüzü [Arz], Yaratılış [Halk], İki Deniz, Gemiler) saymıştır. Tam bu noktada, o nimetleri kullanan “iki muhatabın” (İnsan ve Cin) ve o “nimetlerin” kendilerinin âkıbetini ilân eder.
Bu bölüm, Sûre’nin başından beri süregelen “Nimet” ve “Yalanlama” (Tekzîb) diyalogunun gâyesini (maksadını) ortaya koyan “Fânîlik (Geçicilik)” ve “Bekâ (Kalıcılık)” âyetleridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 26-30)
> İktibas ( Meali):
> (26) “Onun (yeryüzü) üzerinde bulunan her kim (küllü men) fânîdir (geçicidir).”
> (27) “Ancak Celâl (Azamet [Büyüklük]) ve İkrâm (İhsan [İyilik]) sâhibi Rabbinin Vech’i (Zât’ı bâkî kalacaktır.”
> (28) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (29) “Göklerde ve yerde bulunanlar O’ndan (C.C.) isterler (yes’eluhu). O (C.C.), her gün (külle yevmin) bir şe’ndedir (iştedir).”
> (30) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
1. Kâinâtın En Büyük “Mukâbele”si: “Fânî” (Geçici) vs. “Bâkî” (Kalıcı) (Âyet 26-27)
* Sanat: “el-Mukâbele” ve Lafız Seçimi.
* Tahlil: Nazım (Tertip), Sûre’nin en keskin zıtlığını ortaya koyar:
* (Âyet 26) “Küllü men ‘aleyhâ FÂN” (Onun üzerindeki HERKES fânîdir [geçicidir]): Bu, küllî bir hükümdür (karardır). Bu “Küllü men” (Her kim), hem “İnsan”ı (Âyet 14) hem de “Cin”ni (Âyet 15) kapsar. Ve o “âlâ'” (nimet) olarak sayılan her şeyi (Gemiler, İnciler, Ağaçlar) kapsar.
* (Âyet 27) “Ve YEBKÂ Vechu Rabbike…” (Ve Rabbinin Vech’i [Zât’ı] BÂKÎ kalır): Bu, bir önceki âyetin tam zıddıdır. (Mukâbele).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Mânâsı): Bu nazım (tertip), Sûre’nin bütün mânâsını yeniden şekillendirir. Muhataba der ki: “Ey İnsan ve Cin! Size saydığım (Âyet 1-25) o ‘nimetlerin’ hepsi ve bizzat siz (İnsan ve Cin) Fânîsiniz. Bu kâinâtta Bâkî (Kalıcı) olan tek bir hakikat vardır: O (C.C.) da o nimetleri size veren ‘Rabbinizin Vech’i’dir (Zât’ı).”
* Sanat (Lafız Seçimi- “Zû’l-CELÂLİ ve’l-İKRÂM”):
* Tahlil: Neden “Bâkî (Kalıcı)” olan Zât’ın bu iki ismi seçilmiştir?
* Hikmeti (Tıbâk / Zıtlık): Bu, tek bir vasıf içinde iki zıt kutbu birleştiren bir “Tıbâk” (Zıtlık) sanatıdır:
* “el-Celâl” (Azamet [Büyüklük]): Bu, heybeti, kahrı (yok ediciliği), azameti (büyüklüğü) ve korkuyu (havf) temsil eder. Bu, (bir sonraki bölümde gelecek olan) “azap (ceza)” ve “hesap” nimetine işarettir.
* “el-İkrâm” (İhsan [İyilik]): Bu, lütfu, cömertliği, güzelliği ve ümîdi (recâ) temsil eder. Bu, (bir önceki bölümde geçen) “nimet” ve “rahmet (merhamet)”e işarettir.
* Netice: Bâkî (Kalıcı) olan Zât, hem mutlak Adâlet’in (“Celâl”) hem de mutlak Lütf’un (İyiliğin) (“İkrâm”) sâhibidir.

2. “Fânî”liğin (Geçiciliğin) “Nimet” Olması (Âyet 28)
* Nazım (Tertip): “Fe bi eyyi âlâ’i Rabbikumâ tukezzibân?”
* Sual: Nazım (Tertip), (Âyet 26) “Herkesin yok olacağını (Fânî [Geçici])” ilân ettikten hemen sonra, neden (Âyet 28) “Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz?” diye sorar? Ölüm (Mevt) ve Yok Oluş (Fânîlik [Geçicilik]) nasıl bir “nimet” olabilir?
* Hikmeti (Nimet Olarak Fânîlik):
* “Fânîlik ” (yok oluş), “Bâkî (Kalıcı)” olana (Allah’a [C.C.]) ulaşmak için tek yoldur. Mü’min için “Ölüm” (Mevt), bir felâket değil, fânî nimetlerden Bâkî (Kalıcı) nimete (Cennet’e ve Rızâ-i İlâhî’ye [Allah’ın (C.C.) rızâsına]) geçişi (intikali) sağlayan bir “âlâ'” (nimet)dir.
* Asıl nimet, (Âyet 27) “Rabbin Bâkî (Kalıcı) olması”dır. Yâni, “Ey İnsan ve Cin! Dayandığınız, sığındığınız ve hesâba çekileceğiniz Zât’ın Bâkî (Kalıcı) olması, O’nun (C.C.) Celâl ve İkrâm sâhibi olması, sizin için en büyük ‘nimet değil midir? Bunu nasıl yalanlarsınız?”

3. “Bekâ”nın (Kalıcılığın) Delili: “Kayyûmiyyet” (Mutlak Hâkimiyet [Egemenlik]) (Âyet 29-30)
* Nazım (Tertip): “Yes’eluhu men fi’s-semâvâti ve’l-ard(i), külle yevmin Huve fî şe’n.”
* Sanat: Beyân (Açıklama) ve Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki (Âyet 27) “O (C.C.) neden Bâkî’dir (Kalıcıdır)?” sualinin delili (isbatı) ve açıklamasıdır.
* Hikmeti (“Yes’eluhu…”- O’ndan [C.C.] İsterler): Bu, Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) (İnsan, Cin, Melek, Hayvan, Bitki) mutlak muhtaçlığından (ihtiyâcından) kinâyedir (dolaylı anlatımdır). Herkes, her an, varlığını sürdürebilmek için O’ndan (C.C.) ister (Yes’eluhu).
* Hikmeti (“Külle Yevmin Huve fî Şe’n”): (O [C.C.], her gün bir iştedir). Bu da, O’nun (C.C.) mutlak Kayyûmiyyetinden (her an her şeyi idâre (yönetme) etmesinden) Kinâyedir. O (C.C.), (Yunan hikmetindeki [felsefesindeki] gibi) “Kâinâtı (Tabiatı) yaratıp bırakan” (hâşâ) pasif bir Zât (Zât) değildir. O (C.C.), her an (külle yevmin) aktif olarak (fî şe’n) mülkünü (hâkimiyetini) idâre eder: Diriltir, öldürür, rızık verir, alır, yükseltir, alçaltır.
* Netice (Âyet 30- Sorgulama): “Ey İnsan ve Cin! Sizin her an O’na (C.C.) muhtaç olmanız (Yes’eluhu) ve O’nun (C.C.) da her an sizin işlerinizi (faaliyetlerinizi) idâre etmesi (fî şe’n), Rabbinizin en büyük ‘nimetlerinden değil midir? O’nun (C.C.) bu Kayyûmiyyet nimetini nasıl yalanlarsınız?”

Nihaî Netice (Bölüm 3)
Rahmân Sûresi’nin bu eksen (kilit) bölümü, nazmı (tertibi) fânî (geçici) olandan Bâkî (Kalıcı) olana çevirir.
O , Mukâbele sanatı ile (“Fânî” vs. “Bâkî”), Sûre’nin başındaki bütün dünyevî (dünyayla ilgili) nimetlerin geçici olduğunu ilân eder. Esas nimetin, o nimetleri veren “Bâkî (Kalıcı)” Zât’ın “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) ve “İkrâm”ı (İhsan [İyilik]) olduğunu tasdik eder. Ve bu “Bekâ”nın (Kalıcılığın) delilini, Kâinâtın mutlak ihtiyâcı (muhtaçlığı) (“Yes’eluhu”) ve O’nun mutlak faaliyeti (“fî Şe’n”) olarak sunar.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 31-45), Rahmân Sûresi’nin “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) tecellîsinin (belirmesinin) zirvesidir.
Sûre’nin nazmı (tertibi), buraya kadar (Âyet 1-30) “Nimet” (Nimet) (Kur’ân, Mîzân [Denge]), “Yaratılış” (Halk) (İnsan/Cin), “Bekâ” (Kalıcılık) ve “Hâkimiyet” (Egemenlik) delillerini sunmuştur. Şimdi, o “iki muhatabın” (İnsan ve Cin) bu delillere karşı olan “yalanlama” (tekzîb) fiilinin karşılığını (cezâ) ilân eder.
Bu bölüm, “Mîzân”ın (Denge/Adâlet) (Âyet 7) nasıl tatbik (uygulama) edileceğini gösteren bir “Tehdîd” ve “Tahaddî” (Meydan Okuma) bölümüdür.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 31-45)
1. Hesâbın Başlangıcı: “et-Tehdîd” (Âyet 31-32)
> İktibas (Meali):
> (31) “Ey iki ağırlık (es-Sekalân) [İnsan ve Cin]! Yakında sizin (hesâbınızı görmek için) size yöneleceğiz (Se nefruğu lekum).”
> (32) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat 1: Kinâye (Dolaylı Anlatım) yoluyla Tehdit.
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Sizi hesâba çekeceğiz” demez; “Se nefruğu lekum” (سَنَفْرُغُ لَكُمْ – Sizin için boşalacağız/Size yöneleceğiz) der.
* Hikmeti (Kinâye): Bu, dehşet verici bir **”Kinâye”**dir (Dolaylı Anlatımdır). Bu, Allah’ın (C.C.) (hâşâ) “meşgûl (dolu)” olup da “boş” kalacağı mânâsında (anlamında) değildir. Bu, beşerî (insanî) dilde, çok mühim bir zâtın (meselâ bir hükümdârın), bir mevzûyu (konuyu) en ciddî (önemli) şekilde ele alacağını ifâde etmek için “Şimdi (bütün işlerimi [faaliyetlerimi] bıraktım) sana yöneldim” demesi gibidir. Bu nazım (tertip), Hesâb’ın kaçınılmazlığını, ciddiyetini ve tamamen o mevzûya (konuya) odaklanılacağını gösteren en beliğ (tesirli) “Tehdit ” nazmıdır (tertibidir).
* Sanat 2: “el-İstifhâm” (Soru) (Âyet 32).
* Sual: (Âyet 31) “Hesap ile tehdit etmek” nasıl bir “nimet ” (âlâ’) olabilir ki, (Âyet 32) “Hangi nimetleri yalanlıyorsunuz?” diye sorulmaktadır?
* Hikmeti (Nimet Olarak Adâlet): Bu, belâgatın (retoriğin) zirvesidir. Hesap (el-Hisâb) ve Adâlet (el-Adl), en büyük ‘nimet’tir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan ve Cin! Mazlûmun (zulüm görenin) zâlimden (zulmedenden) hakkını alacağı bir ‘Hesap Günü’nün var olması, Rabbinizin ‘Mîzân’ı (Dengeyi)’ (Âyet 7) kâinâta (tabiata) koymasının bir tecellîsi (belirmesi) değil midir? Bu Adâlet Nimetini nasıl yalanlarsınız?”
2. Mutlak Hâkimiyet (Egemenlik): “et-Tahaddî” (Meydan Okuma) (Âyet 33-36)
> İktibas (Meali):
> (33) “Ey cin ve insan (el-İns) toplulukları (ma’şera)! Göklerin ve yerin hudutlarından (aktâr) çıkıp gitmeye (en tenfuzû) gücünüz (güç) yetiyorsa, haydi çıkın! Ama bir ‘sultân’ (üstün bir güç/delil [isbat]) olmadıkça çıkamazsınız.”
> (34) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat: Emr-i Ta’cîz (Âciz [Acziyet] Bırakma Emri) ve Tahaddî (Meydan Okuma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), (Âyet 31) “Hesap”tan kaçmak isteyecek olan o “iki muhataba” (İnsan ve Cin) “Tahaddî” (Meydan Okuma) eder.
* Hikmeti (Emr-i Ta’cîz): “Haydi çıkın!” (Fen-fuzû!) emri (buyruğu), bir izin (müsaade) (ibâha) emri (buyruğu) değildir. Bu, muhatabın (dinleyenin) mutlak âcizliğini (acziyetini) isbat etmek için verilen bir **”Âciz (Acziyet) Bırakma Emri” (Emr-i Ta’cîz) **dir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey (hızıyla övünen) Cin ve (teknolojisiyle övünen) İnsan! Rabbinizin ‘Mülk’ünün (Hâkimiyetinin) hudutlarından (aktâr) kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Gücünüz (Güç) yetiyorsa, kaçın! (Ama) kaçamazsınız.”
* Sual (Âyet 34): Kaçamamak (âciz [acziyet] kalmak) nasıl bir “nimet “tir?
* Hikmeti (Nimet Olarak İhâta [Kuşatma]): Bu, (Âyet 32) “Adâlet Nimet”inin tamamlayıcısıdır. Zîrâ, eğer zâlim veya mücrim (suçlu), hesaptan kaçabilseydi (tenfuzû), “Adâlet” tecellî etmezdi. “Hiç kimsenin (İnsan ve Cin) Allah’ın (C.C.) ‘Mülk’ünden (Hâkimiyetinden) ve ‘Adâlet’inden kaçamaması’, mazlûmlar ve bütün kâinât için en büyük “nimet”tir.

3. “Tahaddî”nin (Meydan Okumanın) Neticesi : “Azap (Ceza)” (Âyet 37-45)
> İktibas ( Meali):
> (37) “Gök (Semâ) yarıldığı zaman, erimiş yağ gibi (ke’d-dihân) kıpkırmızı bir gül (verdeh) olduğu zaman!”
> (39) “İşte o gün, ne İns’e ne de Cânn’a günahı sorulmaz (lâ yus’elu).”
> (41) “Mücrimler (Suçlular) sîmâlarından (dış görünüşlerinden) (bi-sîmâhum) tanınırlar da perçemlerinden (nevâsî) ve ayaklarından (akdâm) yakalanırlar.”
> (43) “İşte bu, mücrimlerin (suçluların) yalanladıkları (yukezzibu) Cehennem’dir.”
> (44) “Onlar, onunla (Cehennem) kaynar (ân) bir su (hamîm) arasında dolaşır dururlar.”
>
* Sanat (Âyet 37): Teşbîh-i Mûciz (Mûcizevî Benzetme) ve Tehvîl (Dehşete Düşürme).
* Tahlil: Bu, “Hesap ” ânının kozmik (kâinî) tasviridir. Gök, “Verdeh ke’d-Dihân” (Erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül) olur.
* Hikmeti: Bu “Teşbîh” (Benzetme), o günkü mutlak yıkımın (inşikâk), dehşetli bir güzellik (verdeh/gül) ve eriyiş (dihân/yağ) içinde sunulmasıdır. Bu, “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatının (vasfının) (Âyet 27) tecellîsidir (belirmesidir).
* Sanat (Âyet 39): Kinâye (Dolaylı Anlatım) / Hazf (Sükût Etme).
* Sual: Diğer âyetler “Onlara sorulur” derken, bu âyet neden “Ne İns’e ne Cânn’a günahı sorulmaz (lâ yus’elu)” der? Bu bir zıtlık (aykırılık) mıdır?
* Hikmeti (Belâgat): Aslâ. Bu, zıtlık (aykırılık) değil, belâgat (retorik) icâbı (gereği) bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Onlara (o merhalede [aşamada]) sözlü (şifâhî) sual (soru) sorulmaz; zîrâ (Âyet 41) ‘Mücrimler (Suçlular) sîmâlarından (dış görünüşlerinden) (bi-sîmâhum) tanınırlar’.” Suç (Cürüm) o kadar âşikârdır (açıktır) (yüzleri kararmış, gözleri göğermiş), “Sîmâ”, sualden (sorudan) daha beliğ (tesirli) bir delil (isbat) olmuştur. “Sual (Soru)” safhasına (aşamasına) gerek kalmamıştır.
* Sanat (Âyet 43): Teşhîr (Alenen Gösterme) ve Tevbîh (Azarlama).
* Tahlil: “Hâzihî Cehennemu’lletî yukezzibu bihe’l-mucrimûn.” (İŞTE BU, …yalanladıkları Cehennem’dir.)
* Hikmeti: Nazım (Tertip), “Hâzihî” (İşte Bu) işaret zamirini kullanarak, dünyada gayb (bilinmez) olan ve “Tekzîb” (Yalanlama) ettikleri o mücerret (soyut) hakikati (gerçeği), âhirette müşahhas (somut) bir azap (ceza) olarak işaret eder ve onları “Tevbîh” (Azarlama) eder. Bu nazım (tertip), Sûre’nin omurgası olan “tukezzibân” (yalanlıyorsunuz) fiilinin (eyleminin) nihaî (son) karşılığıdır.

Nihaî (Son) Netice (Bölüm 4)
Rahmân Sûresi’nin bu “Hesap ” bölümü, “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatının (vasfının) tecellîsidir (belirmesidir).
Nazım (Tertip), “Hesâbı ” ve “Adâletin kaçınılmazlığını” da birer “nimet ” (âlâ’) olarak sayar. O, “iki muhataba (İnsan ve Cin)” (Sekalân) yönelttiği “Emr-i Ta’cîz” (Âciz [Acziyet] Bırakma Emri) (“Haydi kaçın!”) ile O’nun (C.C.) “Mülk”ünden (Hâkimiyetinden) kaçış olmadığını isbat eder. Ve nihâyetinde (sonunda), o “Yalanlama”nın (Tekzîb) nihaî neticesini, suale (soruya) bile gerek duymayan (“lâ yus’elu”), sîmâdan (dış görünüşten) tanınan (“bi-sîmâhum”) ve işaret edilen (“Hâzihî”) o müşahhas (somut) azap (ceza) ile mühürler.

 

===============•-•===============

 

Bu, Rahmân Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 46-78) ve Sûre’nin ana “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) eksenini tamamlar.
Bu bölüm, (Âyet 27)’de zikredilen (anılan) “Bâkî (Kalıcı)” Zât’ın ikinci vasfı (sıfatı) olan “el-İkrâm” (İhsan [İyilik] / Lütuf) sıfatının (vasfının) tam tecellîsidir (belirmesidir). O, (Âyet 31-45)’te “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatıyla (Adâlet/Azap [Ceza]) tecellî ettikten sonra, şimdi “İkrâm” sıfatıyla (Lütuf/Mükâfât [Ödül]) tecellî eder.
Bu bölümün nazmı (tertibi), Sûre’nin “ikili” (Tesniye) yapısına (Rabbikumâ [Rabbinizin]) uygun olarak, Cennet’i bile iki ayrı mertebe (aşama) (İki Cennet [Cennetân] + İki Cennet [Cennetân]) olarak tasvir eden mûcizevî bir nazımdır (tertibidir).

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 46-78)
1. Birinci (Âlâ [Üstün]) Cennetler (el-Mukarrabûn [Allah’a (C.C.) Yakın Olanlar]?) (Âyet 46-61)
> İktibas ( Meali):
> (46) “Rabbinin makâmından korkan (hâfe) kimseye iki Cennet (Cennetân) vardır.”
> (47) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (48) “(O Cennetler) çeşit çeşit ağaçlarla (efnân) doludur.”
> (50) “İçlerinde akan (tecriyân) iki pınar (pınar) (‘aynân) vardır.”
> (52) “İçlerinde her meyveden (fâkihe) çift çift (zevcân) vardır.”
> (54) “(Onlar) astarları (betâ’inuhâ) kalın ipekten (istebrak) olan döşeklere (furuşin) yaslanırlar…”
> (56) “Oralarda bakışlarını (tarf) sâdece eşlerine çevirmiş (kâsirâtu) (güzeller) vardır ki, onlara eşlerinden önce ne bir insan (insun) ne de bir cin (cânnun) dokunmuştur.”
> (58) “Sanki onlar yâkut (el-yâkûtu) ve mercan (el-mercân) gibidirler.”
> (60) “İhsân’ın (İyiliğin) karşılığı (cezâsı), İhsân’dan (İyilikten) başkası mıdır?”
>
* Sanat 1: Lafız Seçimi ve “et-Tesniye” (İkilik) (Âyet 46).
* Tahlil: Mükâfâtın (Ödülün) sebebi nedir? “Çok amel eden” değil, “Rabbinin makâmından korkan” (men hâfe makâme Rabbihî). Bu, Sûre’nin başındaki “Mîzân”ı (Dengeyi) (Âyet 7) ve “Haşyet”i (Saygı Dolu Korkuyu) (Mülk Sûresi tahlilindeki [çözümlemesindeki] gibi) ifâde eder.
* Hikmeti (Cennetân): Neden “bir” değil de “iki” Cennet (Cennet)? Bu “İkilik”, Sûre’nin “Rabbikumâ” (Rabbinizin) hitâbına tam bir Mukâbeledir (Karşılıktır). (Tefsîrlerde [açıklamalarda]: Biri İnsan [İns] için, biri Cin [Cânn] için; veya biri ameli (fiili) için, biri Allah’ın (C.C.) lütfu (iyiliği) için; veya biri derûnî (iç) [rûhânî (ruhsal)], biri zâhirî (dış) [cismânî (bedensel)] Cennet vb.)
* Sanat 2: Lafız Seçimi ve İtnâb (Detaylandırma) (Âyet 54).
* Tahlil: Nazım (Tertip), döşeklerin kendisinin (zâhirinin) güzelliğini tasvir etmez; “Astarlarının (betâ’inuhâ) kalın ipekten” olduğunu söyler.
* Hikmeti (İtnâb): Bu, muazzam bir İtnâb (Maksatlı Detaylandırma) sanatıdır. Muhataba (Dinleyene) der ki: “Eğer bir döşeğin astarı (görünmeyen içi) bile istebrak (en lüks ipek) ise, o döşeğin zâhirinin (görünen yüzünün) güzelliğini sen tahayyül (zihinde canlandırma) et!”
* Sanat 3: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 56).
* Tahlil: “…onlara… ne bir insan (insun) ne de bir cin (cânnun) dokunmuştur.”
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), Sûre’nin (Âyet 14-15) o “iki muhatabını” (İnsan ve Cin) tekrar zikreder (anar). Bu Cennet mükâfâtı (ödülü), her iki muhatabın (İnsan ve Cin) da temiz (tâhir) eşlere (zevce) sâhip olacağını ilân eder.
* Sanat 4: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) (Âyet 60).
* Tahlil: “Hel cezâ’u’l-İhsâni ille’l-İhsân?”
* Hikmeti: Bu, Sûre’nin “İkrâm” (İhsan [İyilik]) bölümünün kilit (eksen/kilit) âyetidir. “İhsân” (İyilik) (bir şeyi en güzel şekilde yapmak/Allah’ı [C.C.] görüyormuş gibi kulluk etmek), (Âyet 46) “Rabbinin makâmından korkmak”tır. O “İhsân”ın karşılığı (cezâsı) da, ancak Allah’ın (C.C.) “İhsân”ı (Cennet) olabilir. Bu Retorik Soru, bu adâleti muhataba ikrar (itiraf) ettirir.
2. İkinci (Derece) Cennetler (Ashâb-ı Yemîn [İyilik Sâhipleri]?) (Âyet 62-78)
> İktibas ( Meali):
> (62) “Bu ikisinden başka (ve min dûnihimâ) iki Cennet (Cennetân) daha vardır.”
> (64) “O (Cennetler) koyu yeşildir (mudhâmmetân).”
> (66) “İçlerinde durmadan fışkıran (neddâhatân) iki pınar vardır.”
> (68) “İçlerinde meyve (fâkihetun), hurma (nahlun) ve nar (rummânun) vardır.”
> (70) “İçlerinde iyi huylu (hayrâtun), güzel (hisânun) kadınlar vardır.”
> (72) “Çadırlara (hıyâm) kapanmış (maksûrâtun) Hûrîler vardır.”
> (76) “Onlar yeşil (hudrin) yastıklara (refrefin) ve eşsiz (abkariyyin) döşeklere (hisân) yaslanırlar.”
> (78) “Celâl (Azamet [Büyüklük]) ve İkrâm (İhsan [İyilik]) sâhibi Rabbinin adı (ismu) ne yücedir (Tebâreke)!”
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (İki Cennet Grubu Arasında).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “ve min dûnihimâ” (O ikisinden başka/aşağıda) diyerek, ikinci bir Cennet grubunu tasvir etmeye başlar. Belâgat âlimleri , bu ikinci grubun vasıflarının, birinci grubun sıfatlarından daha az (ednâ) olduğunu belirtirler:
* (Âyet 48) Birinci: “Efnân” (Çeşit çeşit ağaçlar/dallar) -> (Âyet 64) İkinci: “Mudhâmmetân” (Koyu yeşil) (Sadece renk belirtir, çeşitlilik [tenevvü] değil).
* (Âyet 50) Birinci: “Tecriyân” (Akan) -> (Âyet 66) İkinci: “Neddâhatân” (Fışkıran) (Akış [Tecriyân], fışkırmadan [Neddâhatân] daha sürekli ve ulvîdir [yücedir]).
* (Âyet 52) Birinci: “Her meyveden çift çift” (Küllî Nimet) -> (Âyet 68) İkinci: “Meyve, Hurma, Nar” (Umûmî ifâdeden [anlatımdan] sonra husûsî lafızlar zikredilir; bu, birincideki mutlaklığı ifâde etmez).
* (Âyet 56) Birinci: “Kâsirâtu’t-Tarf” (Bakışlarını kendileri çeviren/İrâdelî [İstekli]) -> (Âyet 72) İkinci: “Maksûrâtun” (Çadırlara kapanmış/Korunmuş) (Birincisi irâdî (istekli) bir fazîlet, ikincisi korunmuş (mahfûz) bir vasıftır [sıfattır]).
* Hikmeti: Bu Mukâbele nazmı (tertibi), (Âyet 60) “İhsân” (İyilik) mertebelerinin (aşamalarının) farklı olduğunu ve “Adâlet”in (ve “İkrâm”ın herkese “İhsân”ı nisbetinde tecellî edeceğini gösterir.
* Sanat 2: Sûre’nin Mührü: “Reddu’l-‘Acz ‘ale’s-Sadr” (Sonu Başa Döndürme) (Âyet 78).
* Tahlil: Sûre, “Rahmân” (Âyet 1) ile başladı; “Mîzân”ı (Dengeyi) (Âyet 7) kurdu; “Fânîlik (Geçicilik)” ve “Bekâ (Kalıcılık)”yı (Âyet 26-27) ilân etti ve o “Bâkî” Zât’ı “Zû’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Âyet 27) olarak vasıflandırdı.
* Netice (Âyet 78): Nazım (Tertip), Sûre’yi bitirirken, birebir aynı vasfı tekrâr eder: “Tebâreke’smu Rabbike Zî’l-Celâli ve’l-İkrâm.”
* Hikmeti (el-Hâtime): Bu “Tekrâr”, Sûre’nin bütün mevzûsunu özetler. Sûre’nin tamamı, (Âyet 31-45)’teki “Celâl” (Azamet / Adâlet / Azap [Ceza]) tecellîsinden ve (Âyet 46-77)’deki “İkrâm” / Lütuf / Mükâfât) tecellîsinden ibârettir. Sûre, bu iki zıt kutbun aslının Tek (Vâhid) olduğunu (“Rabbike”) ilân ederek biter.

Nihaî Küllî Netice
Rahmân Sûresi, “Neden bu nazımla?” sualinin (sorusunun) cevabıdır. O, “Tekrâr” (31 defa) sanatı ile muhataplarını (İnsan ve Cin) aralıksız bir “aklî (zihinsel) sorgulama”ya (İstintâk) tâbi tutar.
Sûre’nin nazmı (tertibi), “İkilik” (Tesniye) üzerine kuruludur (İnsan/Cin, Kur’ân/Beyân, Güneş/Ay, Gök/Yer, Doğu/Batı, Deniz/Deniz, Fânî/Bâkî, Celâl/İkrâm, Cehennem/Cennet, Cennet/Cennet).
Ve nihâyetinde (sonunda) Sûre, bu bütün zıtlıkların (tezatların) ve ikiliklerin, Tek (Vâhid) bir Rabbin) “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) ve “İkrâm” (İhsan [İyilik]) sıfatlarının (vasıflarının) tecellîleri olduğunu ilân ederek tamamlanır.

 

===============•-•===============

 

Bu, Sûre-i Celîlelerin en mühimlerinden biri olan Feth Sûresi’dir.
Bu Sûre’nin tahlili (çözümlemesi), diğer Sûrelerden farklı bir ehemmiyet taşır; zîrâ bu Sûre’nin nüzûlü (inişi), İslâm târihinin en kritik dönüm noktalarından biri olan “Sulh-ı Hudeybiye” (Hudeybiye Antlaşması) hâdisesine bağlıdır.
Ashâb-ı Kirâm’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) zâhiren bir “hezîmet” (yenilgi) ve “tâviz” olarak gördüğü bir hâdiseyi, bu Sûre’nin nazmı (tertibi) “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olarak yeniden isimlendirir. Dolayısıyla bu Sûre’nin belâgatı, “Feth” (Fetih) ve “Zafer” (Nasr) mefhumlarının (kavramlarının) mâhiyetini (ne olduğunu) değiştiren ilâhî bir beyândır (açıklamadır).
Bu Sûre 29 âyettir. Tıpkı önceki tahlillerimiz gibi, bu muazzam nazmı (tertibi) hakkıyla tahlil edebilmek için, Sûre’yi bölümler hâlinde ele alalım.

İlk olarak, Sûre’nin o sarsıcı “Fetih” ilânı (beyanı) ile başlayan ve bu fethin kime “huzûr” (sekîne), kime “azap (ceza)” getirdiğini ayıran giriş bölümünü (Âyet 1-7) tahlil ederek başlayalım.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Fetih Sûresi (Âyet 1-7)
> İktibas ( Meali):
> (1) “Şüphesiz Biz (İnnâ), sana apaçık bir fetih (Fethan Mübînâ) verdik.”
> (2) “Tâ ki (Li) Allah (C.C.), senin geçmiş ve gelecek günahlarını (zenbike) bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola (sırâtın mustekîm) iletsin.”
> (3) “Ve (وَ) Allah (C.C.), sana şerefli bir zaferle (Nasran Azîzâ) yardım etsin.”
> (4) “O’dur ki, imanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin (inananların) kalplerine (kulûb) huzur ve güven (es-Sekînete) indirdi. Göklerin ve yerin orduları (cunûdu) Allah’ındır…”
> (5) “Tâ ki (Li)… mü’min erkekleri ve mü’min kadınları… Cennetlere koysun…”
> (6) “Ve (وَ) Allah (C.C.) hakkında kötü zanda (zanne’s-sev’i) bulunan münâfık (ikiyüzlü) erkeklere ve münâfık kadınlara… azap etsin…”
> (7. “Göklerin ve yerin orduları (cunûdu) Allah’ındır…”
>
1. “Te’kîd” (Pekiştirme) ve “Lafız Seçimi”: Feth’in Yeniden Tanımlanması (Âyet 1)
* Nazım (Tertip): “İnnâ fetehnâ leke Fethan Mübînâ.”
* Sanat: Te’kîd ve Hususî Lafız Seçimi (“Feth”).
* Sual: Hudeybiye’de, Ashâb (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşları) Kâbe’yi ziyâret edememiş, müşriklerin (puta tapanların) şartlarını zâhiren kabûl etmiş ve mahzûn (üzüntülü) bir hâlde geri dönmekteyken, Allah Teâlâ (C.C.) neden Sûre’ye en kuvvetli “Te’kîd” edâtı (aracı) olan “İnnâ” (Şüphesiz BİZ) ile başlamıştır?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesidir (kuralıdır). Muhatap (Ashâb, o an mahzûniyet (üzüntü), tereddüt (kararsızlık) ve şüphe içindedir. Zâhirî hâl, “hezîmet”tir. Nazım (Tertip), onların bu tereddüdünü (kararsızlığını) izâle etmek (gidermek) ve hakikati perçinlemek için kelâma en kuvvetli “Te’kîd” ile başlar.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “Biz sana zafer (nasr) verdik” demez, “Fetih verdik” der.
* “Nasr” (Zafer), düşmana karşı kazanılan maddî (fiziksel) (askerî) üstünlüktür.
* “Feth” ise, kilitli olan bir şeyi açmaktır. Bu, bir savaş kazanmaktan öte; mânevî (ruhsal) bir engelin (hicâb) kalkması, kilitli kalplerin İslâm’a açılması, yeni bir devrin kapısının açılması demektir.
* Netice: Nazım (Tertip), daha ilk âyetten “Feth” mefhumunu maddî (fiziksel) savaştan mânevî (ruhsal) ve stratejik açılıma kaydırır. “Mübîn” (Apaçık) sıfatı ise, bu “açılımın” neticelerinin (Mekke’nin Fethi yakında apaçık görüleceğini müjdeler.

2. “et-Ta’lîl” (Sebeplendirme) ve “Takdîm” (Öne Alma) (Âyet 2-3)
* Nazım (Tertip): (Bu Feth’i verdik) “Tâ ki (Li) (1) Allah (C.C.) senin günahlarını (zenbike) bağışlasın (Mağfiret), (2) Nimetini tamamlasın (İtmâm-ı Nimet, (3) Seni hidâyete (doğru yola) iletsin, (4) Sana yardım etsin (Nasr).”
* Sual: Beşerî (İnsanî) nazarda (bakışta) “Zafer” (Nasr) (Âyet 3) önce gelir, “mükâfât (ödül)” (Mağfiret [Bağışlanma]) (Âyet 2) sonra gelir. Neden nazım (tertip), “Mağfiret”i, “Nasr”dan (Zaferden) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Rütbe Önceliği): Bu, (Rahmân Sûresi’ndeki Kur’ân/İnsan tahlilimiz bir rütbe ve ehemmiyet önceliğidir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), “Feth”in (Âyet 1) esas gâyesinin şu olduğunu ilân eder:
* Allah (C.C.) katında mânevî (ruhsal) netice (Mağfiret [Bağışlanma], Nimetin Tamamlanması) (Âyet 2), maddî neticeden (Nasran Azîzâ / Zafer) (Âyet 3) daha ehemmiyetlidir ve daha üstündür (â’lâ).
* “Feth”in gâyesi düşmanı yenmek değil, Resûlullah’ın (S.A.V.) o zorlu mücâdelesini (çabasını) tasdik etmek ve O’nun (S.A.V.) mânevî (ruhsal) makâmını (Mağfiret) ilân etmektir.

3. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Sekîne” (Huzur) vs. “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Âyet 4-6)
* Tahlil: Nazım (Tertip), o sarsıntılı Hudeybiye hâdisesi karşısında iki zıt grubu “Mukâbele” sanatı ile ortaya koyar:
* Taraf 1 (Mü’minûn [İnananlar]) (Âyet 4):
* Nazım (Tertip): “O (C.C.), kalplerine ‘es-Sekînete’ (Huzur/Güven) indirendir…”
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Feth” (Âyet 1), dışarıda (zâhirde) bir sarsıntı (zelzele) ve hezîmet (yenilgi) gibi görünürken, Allah (C.C.) Mü’minlerin içerisine (derûnuna) “Sekîne” (Huzur) indirmiştir. Bu, “Feth”in zâhirî değil, derûnî (kalbî) olduğunun ikinci delilidir.
* Taraf 2 (Münâfıkûn [İkiyüzlüler] ve Müşrikûn [Puta Tapanlar]) (Âyet 6):
* Nazım (Tertip): “Ve (وَ) Allah (C.C.) hakkında **’Zanne’s-Sev’i’ (Kötü Zan)**da bulunanlara azap (ceza) etsin…”
* Hikmeti (Mukâbele): Bu, mükemmel bir Mukâbeledir :
* Mü’minler , zâhirî yenilgiye (hezîmete) rağmen kalplerinde derûnî huzur (“Sekîne”) buldular.
* Münâfıklar, (Medine’de) zâhirî güvende olmalarına rağmen, kalplerinde derûnî çürümüşlük (“Zanne’s-Sev'” – “Peygamber [S.A.V.] ve Ashâbı bu işten kurtulamaz, helâk olurlar” zannı) taşıdılar.
* Netice: “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), bu iki kalbi birbirinden ayıran (Fasl) ve mâhiyetlerini (ne olduklarını) ortaya çıkaran bir “turnusol” faaliyeti görmüştür.

4. “Tekrâr” Sanatı: “Cunûdu’s-Semâvâti ve’l-Ard” (Göklerin ve Yerin Orduları) (Âyet 4 ve 7)
* Sual: Neden “Göklerin ve yerin orduları (cünûdu) Allah’ındır” âyeti, (Âyet 4) ve (Âyet 7)’de olmak üzere iki defa tekrâr edilmiştir?
* Hikmeti (Kademeli [Aşamalı] Mânâ / Mukâbele): Bu “Tekrâr” ,”haşv” (lüzumsuz dolgu) değil, belâgat icâbıdır. Her zikredildiği yer, farklı bir gâye taşır ve (Âyet 1’deki) “Feth”in iki yönünü gösterir:
* Tekrâr 1 (Âyet 4- Rahmet): “Sekîne” (Huzur) indirilmesinden sonra gelir. Mânâsı: “Ey Mü’minler ! Zâhirî ordunuz az (kalîl) olsa da O’nun (C.C.) görünmez orduları (Cunûd) (Melekler, Sekîne [Huzur]) vardır.” Bu, bir tesellî ve Rahmet “Tekrâr”ıdır.
* Tekrâr 2 (Âyet 7- Azap [Ceza]): Münâfıkların “Kötü Zan”nından (Âyet 6) sonra gelir. Mânâsı : “Ey Münâfıklar! Siz Allah’ı (C.C.) âciz zannederken, O’nun (C.C.) sizi helâk etmek için görünür/görünmez (Gök/Yer) nice orduları (Cunûd) (âfetler [felâketler], düşmanlar, hastalıklar) vardır.” Bu, bir azarlama (Tevbîh) ve Celâl “Tekrâr”ıdır.
Nihaî Netice (Bölüm 1)
Fetih Sûresi’nin bu giriş (mukaddime) nazmı (tertibi), belâgat sanatlarının en yücelerini kullanarak:
* “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) icâbı “Te’kîd” ile (“İnnâ”), zâhirî hezîmeti (yenilgiyi) mânevî (ruhsal) bir “Feth” olarak yeniden tanımlamıştır.
* “Takdîm” (Öne Alma) sanatı ile, bu Feth’in esas gâyesinin maddî değil, mânevî (ruhsal) (Mağfiret [Bağışlanma]) olduğunu ilân etmiştir.
* “Mukâbele” sanatı ile, bu Feth’in kalplere nasıl tesir ettiğini (“Sekîne” [Huzur] vs. “Zanne’s-Sev'” [Kötü Zan]) ayırmıştır.
* “Tekrâr” sanatı ile de Allah’ın (C.C.) “Orduları”nın (Cunûd) hem Rahmet (Mü’minler için) hem de Azap (Ceza) (Münâfıklar için) olduğunu perçinlemiştir.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 8-10), Sûre’nin “giriş” (mukaddime) bölümünün (Âyet 1-7) devâmı ve merkezi (eksen/kilit) noktasıdır.
Bir önceki bölüm, “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) ne olduğunu (mânevî bir açılım) ve bu fethin “Sekîne” (Huzur) (Mü’minler) ile “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Münâfıklar) ehlini nasıl ayırdığını tasvir etmişti.
Şimdi nazım (tertip), bu “Feth”in fâilini (Resûlullah [S.A.V.]) ve o “Feth” yolundaki en mühim hâdiseyi (Bey’atü’r-Rıdvân / Rıdvân Biatı) tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 8-10)

1. Feth’in Vâsıtası : Resûl’ün (S.A.V.) Üçlü Vazîfesi (Âyet 8)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz Biz (İnnâ), seni bir şâhit (şâhiden), bir müjdeleyici (mübeşşiren) ve bir uyarıcı (nezîren) olarak gönderdik.” (Fetih, 8)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme), Takdîm (Öne Alma) ve Tertîb (Sıralama).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, (tıpkı Âyet 1 gibi) “İnnâ” (Şüphesiz Biz) ile başlar. Bu “Te’kîd”, Resûlullah’ın (S.A.V.) vazîfesinin ehemmiyetini ve ilâhî tasdîk altında olduğunu perçinler.
* Tahlil (Tertîb / Sıralama): Nazım, Resûlullah’ın (S.A.V.) üç aslî vazîfesini sıralar:
* “Şâhiden” (Şâhit olarak): Bu lafız (söz) öne alınmıştır (Takdîm). Neden? Çünkü “Şâhit” , O’nun (S.A.V.) aslî vazîfesidir. O (S.A.V.), sâdece bir “mektup (risâle)” taşıyıcısı değil, o “Feth”e (Âyet 1), Ashâb’ın “Sekîne”sine (Huzuruna) (Âyet 4) ve Münâfıkların “Kötü Zan”nına (Âyet 6) bizzat şâhitlik (şehâdet) edendir.
* “Mubeşşiren” (Müjdeleyici): Bu, o “Feth”in neticesi olan “Mağfiret” (Bağışlanma) (Âyet 2) ve “Cennet”i (Âyet 5) müjdeleyicidir.
* “Nezîren” (Uyarıcı): Bu da, o “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhiplerinin neticesi olan “Azâb”ı (Cezayı) (Âyet 6) uyarıcıdır.
* Netice: Bu nazım (tertip), (Âyet 1-7’de) anlatılan “Feth” ve “Ayrışma” (Fasl) hâdisesinin , bizzat bu “Şâhit” (Resûlullah [S.A.V.]) eliyle icrâ (yerine getirme) edildiğini ilân eder.

2. “Bey’at”ın (Biatın) Mâhiyeti (Ne Olduğu): “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Âyet 10a)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne) sana biat (yubâyi’ûneke) edenler, ancak (İnnemâ) Allah’a (C.C.) biat (yubâyi’ûnallâh) etmiş olurlar. Allah’ın (C.C.) eli (Yedullâhi), onların ellerinin (eydîhim) üzerindedir…” (Fetih, 10’a)
>
Bu âyet, Sûre’nin kalbidir ve belâgat açısından bir mûcizedir.
* Sanat 1: Çift “Te’kîd” (“İnne”) ve “Kasr” (Sınırlama) (“İnnemâ”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), en kuvvetli (güçlü) iki pekiştirme edâtını (aracını) birleştirir: “İnne… İnnemâ…”
* Hikmeti (el-Kasr): Buradaki “İnnemâ” (Ancak), tahlil ettiğimiz “Kasr” (Sınırlama) sanatıdır. Nazım (Tertip), “Sana biat edenler, Allah’a (C.C.) gibi biat ederler” demez. “Ancak (İnnemâ) Allah’a (C.C.) biat ederler” der.
* Nazmın Mânâsı : Bu “Kasr” (Sınırlama), o “Feth” anında (Hudeybiye’de ağacın altında), Resûlullah’ın (S.A.V.) beşerî (insanî) varlığını (hâşâ) aradan kaldırır ve o biatı doğrudan bir “İlâhî Ahid (Sözleşme)” mertebesine yükseltir. Onlar (Ashâb [Peygamberin (S.A.V.) arkadaşları]), Resûl’e (S.A.V.) değil, o Resûl’ün (S.A.V.) şahsında (kişiliğinde) sâdece (İnnemâ) Allah’a (C.C.) söz vermişlerdir.
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” / “Tecsîm”
* Nazım (Tertip): “Yedullâhi fevka eydîhim” (Allah’ın [C.C.] eli, onların ellerinin üzerindedir).
* Tahlil: Biat esnâsında, fiziksel olarak Ashâb’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) ellerinin (el) üzerinde olan el (yed), Resûlullah’ın (S.A.V.) mübârek (kutsal) eliydi (el). Fakat nazım (tertip), bu müşahhas (somut) fiili, o âyetin başındaki mânevî (ruhsal) hakikati (gerçeği) (“Allah’a [C.C.] biat ettiler”) tasvir etmek için bir “İsti’âre” (Metafor) olarak kullanır.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), o mânevî (ruhsal) biatı müşahhas (somut) bir tabloya (“El”in üzerinde olması) dönüştürür (Tecsîm).
* Nazmın Mânâsı : “Ey Ashâb! O zâhirde Resûl’ün (S.A.V.) eliydi ama hakikatte o elin üzerinde, o ahdi (sözleşmeyi) tasdik eden, o ahde kuvvet veren ve o ahdi (sözleşmeyi) kendi üzerine alan ‘Allah’ın (C.C.) Eli’ (Yedullâh) vardı.” Bu, (Âyet 4’teki) “Sekîne”nin (Huzurun) ve (Âyet 1’deki) “Feth”in aslının ilânıdır (beyanıdır).

3. “Bey’at”ın (Biatın) Neticesi: “Mukâbele” (Âyet 10b)
> İktibas (Meali): “…Artık kim (o ahdini) bozarsa (nekese), ancak (fe innemâ) kendi aleyhine (alâ nefsihî) bozmuş olur. Kim de Allah’a (C.C.) verdiği sözü yerine getirirse (evfâ), (Allah [C.C.] da) ona büyük bir mükâfât (Ecran Azîmâ) verecektir.” (Fetih, 10b)
>
* Sanat: Mukâbele ve Kasr (Sınırlama).
* Tahlil: Nazım (Tertip), o “Bey’at”ın (Biatın) (Ahdin [Sözleşmenin]) iki nihaî neticesini “Mukâbele” ile sunar:
* Taraf 1 (Nekese- Bozmak): “fe innemâ yenkusu ‘alâ nefsihî” (ancak kendi aleyhine bozar).
* Taraf 2 (Evfâ – Vefâ Göstermek): “fe se yu’tîhi Ecran Azîmâ” (Ona büyük mükâfât (ödül) verecektir).
* Hikmeti (el-Kasr): Nazım (Tertip), “bozan” (nekese) için “İnnemâ” (Ancak) edâtı ile “Kasr” (Sınırlama) kullanır. Mânâ şudur: “O ahdini bozan, (hâşâ) Allah’a (C.C.), Resûl’e (S.A.V.) veya o ‘Feth’e zarar (ziyan) verdiğini zannetmesin. O, ancak (İnnemâ) kendi nefsine zarar vermiş olur.” Bu nazım (tertip), ahdini bozanı tahkîr eder ve Allah’ın (C.C.) o ahitten müstağnî (ihtiyaçsız) olduğunu ilân eder.
* Netice (Mukâbele): Bu, (Âyet 2)’deki “Mağfiret” (Bağışlanma) ve (Âyet 5)’teki “Cennet” mükâfâtının nasıl kazanılacağını (“Vefâ”) ve nasıl kaybedileceğini (“Nekese” [Bozmak]) gösteren nihaî bir ayrımdır (fasl).
Nihaî Netice (Bölüm 2)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin kalbidir. Nazım (Tertip), “Feth” hâdisesinin merkezine Resûlullah’ı (S.A.V.) (“Şâhit” olarak) ve Ashâb’ı (“Bey’at” [Biat] ederek) koyar.
Bu nazım (tertip), belâgatın zirvesi olan “Kasr” (Sınırlama) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatları ile, o beşerî (insanî) biati (“Yedullâhi fevka eydîhim”), doğrudan bir “İlâhî Ahid (Sözleşme)” mertebesine yükseltir ve o “Feth”in ancak bu İlâhî tasdik ile mümkün olduğunu isbat eder.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 11-17), Sûre’nin “Feth” (Fetih) ve “Bey’at” (Biat) merkezinden (ekseninden/kilidinden) sonra, o “Feth”e (Hudeybiye’ye) katılmayıp geride kalan (muhallefûn) Bedevî (Göçebe) Münâfıkların psikolojisini (rûh hâlini [durumunu]) ve hakîkî niyetlerini tahlil eden bölümdür.
Bu nazım (tertip), (Âyet 6)’da zikredilen o “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) mefhûmunun (kavramının) içini açar ve İlâhî İlmin, onların zâhirî mâzeretlerini (bahanelerini) nasıl iptal ettiğini gösterir.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Fetih Sûresi (Âyet 11-17)
1. Mâzeret ve Hakîkat Arasındaki “Mukâbele” (Âyet 11)
> İktibas ( Meali): “Bedevîlerin (Göçebelerin) (savaştan) geri kalanları (el-muhallefûn) sana diyecekler ki (Se yekûlu): ‘Bizi mallarımız (emvâlunâ) ve âilelerimiz (ehlûnâ) alıkoydu (şeğaletnâ). Allah’tan (C.C.) bizim için bağışlanma (istiğfâr) dile.’ Onlar, kalplerinde (kulûbihim) olmayan (mâ leyse) şeyi dilleriyle (bi-elsinetihim) söylerler…” (Fetih, 11)
>
* Sanat 1: “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan [Bilinmezden] Haber Verme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Onlar sana dediler ki” demez. “Se yekûlu” (Diyecekler ki…) der. Bu “Îcâz” (Özlülük) ve “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan Haber Verme) sanatıdır.
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), Resûlü’ne (S.A.V.), o Münâfıkların (İkiyüzlülerin) daha Medîne’ye gelip sunacakları o yalan mâzereti, onlar gelmeden önce haber verir. Bu nazım, o mâzereti daha söylenmeden hükümsüz ve iptal kılar.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Dil [Lisan] vs. Kalp.
* Tahlil: Nazım, onların yalanını doğrudan (sarih) tasvir eder: “Yekûlûne bi-elsinetihim (Dilleriyle söylerler) mâ leyse fî kulûbihim (Kalplerinde olmayan şeyi).”
* Hikmeti: Bu, nifâkın belâgatteki tanımıdır. Onların Zâhirî Talebi (“Bağışlanma [İstiğfâr] dile”) ile Derûnî Hakîkatleri (bir sonraki âyette gelen “Kötü Zan” [Zanne’s-Sev’]) arasındaki “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık), onların o “istiğfâr” (bağışlanma) taleplerinin samîmiyetsizliğini ve alaycılığını (tehekkümünü) isbat eder.

2. Hakîkî Sebep: “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Âyet 12)
> İktibas (Meali): “Hayır (Bel)! Siz zannettiniz ki (zanentum), Peygamber (S.A.V.) ve mü’minler âilelerine ebediyen (ebedâ) dönmeyecekler… Bu, kalplerinizde süslendi (zuyyine)… ve siz kötü bir zanda (zanne’s-sev’i) bulundunuz ve helâkı (yok olma) hak etmiş (bûrâ) bir topluluk oldunuz.” (Fetih, 12)
>
* Sanat 1: “el-İdrâb” (Düzeltme ve Geçiş).
* Tahlil: Âyet, “Bel” (Hayır! / Aksine!) edâtı ile başlar. Bu, tahlil ettiğimiz “el-İdrâb” (Düzeltme) sanatıdır. Nazım, onların (Âyet 11’deki) “Mal/Âile” mâzeretini reddeder ve “Bel” diyerek hakîkî sebebe (inanç [akîde] problemine) geçer.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), onların geride kalmasının sebebinin meşgûliyet değil, (Âyet 6’da işâret edilen) inançsızlık (Zanne’s-Sev’ / Kötü Zan) olduğunu ilân eder. Onlar, (hâşâ) Allah’ın (C.C.) kudretinden ve Resûlü’ne (S.A.V.) olan yardımından (nusret) şüphe etmişlerdir (“Aslâ [Ebedâ] dönemeyecekler” zannı).
* Sanat 2: “el-İsti’âre” (“Zuyyine” – Süslendi).
* Tahlil: Onların bu “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’), sâdece bir “düşünce” değildi; o, “zuyyine” (süslendi).
* Hikmeti: Bu “İsti’âre” , Şeytan’ın veya nefislerinin, bu “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’) onların kalplerinde nasıl câzip (çekici), süslü ve mantıklı bir “delil” gibi gösterdiğini tasvir eder.

3. Hükmün Verilmesi: “Münâfık”tan “Kâfir”e Geçiş (Âyet 13)
> İktibas ( Meali): “Kim Allah’a (C.C.) ve Resûlü’ne (S.A.V.) iman etmezse, şüphesiz Biz (fe innâ) o kâfirler (li’l-kâfirîne) için alevli bir ateş (Sa’îrâ) hazırladık.” (Fetih, 13)
>
* Sanat: “el-Fasl” (Ayırma) ve “el-Hükm” (Hüküm Verme).
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki (Âyet 12) âyetten “Vâv” (ve) bağlacı olmadan gelir (el-Fasl).
* Hikmeti: Bu, (Âyet 12’deki) o hâlin niçin olduğunun hukûkî açıklamasıdır (beyânıdır). Nazım (Tertip), (Âyet 12)’de “Resûl’ün (S.A.V.) dönemeyeceğini zanneden” o “Muhallefûn”un (Geride Kalanların), bu âyette (Âyet 13) hükmen (hüküm bakımından) “Allah’a (C.C.) ve Resûlü’ne (S.A.V.) iman etmemiş” kimseler olduğunu ilân eder.
* Netice: Nazım, onların statüsünü (hukukî durumunu) “Münâfık”tan (zâhirî alıp, “Kâfir” (derûnî) mertebesine koyar. Zîrâ Allah’ın (C.C.) kudretinden ve vaadinden şüphe etmek, nifâk değil, küfrün ta kendisidir.

4. Yeni İmtihan ve “el-Mukâbele” (Âyet 16-17)
> İktibas (Meali):
> (16) “De ki: ‘Siz, çok güçlü (be’sin şedîd) bir kavme (topluluk) karşı (savaşmaya) çağrılacaksınız… Eğer (Fe in) itaat ederseniz, Allah (C.C.) size güzel bir mükâfât verir. Yok eğer (Ve in), daha önce (min kabl) yüz çevirdiğiniz gibi (kemâ tevelleytum) yüz çevirirseniz, size acıklı bir azap ile azap eder.'”
> (17) “Köre (kör) (a’mâ) zorluk (günah) yoktur, topala (a’rec) zorluk (günah) yoktur, hastaya (marîd) zorluk (günah) yoktur…”
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” ile Tevbe Kapısı.
* Tahlil: (Âyet 13)’te onlara “Kâfir” hükmü verildikten sonra, (Âyet 14) “Dilediğini bağışlar…” âyetiyle bir kapı aralanmıştı. (Âyet 16) ise o kapının nasıl açılacağını gösteren müşahhas (somut) imtihandır.
* Hikmeti: Nazım, o geride kalanlara (muhallefûn) yeni bir imtihan (Zorlu bir kavimle savaş) sunar ve “Mukâbele” sanatı ile iki neticeyi ortaya koyar:
* İtaat Ederlerse: Mükâfât (Ecr-i Hasen). (Bu, onların tevbelerinin kabûlüdür.
* Yine Yüz Çevirirlerse: Azap (‘Azâben Elîmâ). (Bu, onların küfrünün tasdîkidir.
* Lafız Seçimi (“kemâ tevelleytum min kabl”): “Daha önce (Hudeybiye’de) yüz çevirdiğiniz gibi…” Bu “Teşbîh” (Benzetme), onların o ilk cürmünü (suçunu) (Hudeybiye’den kaçış) tescîl eden ve azarlayan (Tevbîh) bir nazımdır (tertibidir).
* Sanat 2: “el-İhtirâs” (İstisnâ [Ayrı Tutma] / Sakınma) (Âyet 17).
* Tahlil: Nazım, (Âyet 16)’da “Savaşa çağrılacaksınız!” gibi mutlak bir emir verdikten hemen sonra, (Âyet 17)’de bu emirden kimlerin muaf olduğunu (Kör, Topal, Hasta) sıralar.
* Hikmeti (İhtirâs): Bu, tahlil ettiğimiz “İhtirâs” (Sakınma) sanatıdır. Nazım, o “zorlu savaş ” emrinin zâlimce veya genelleyici bir emir zannedilmesinden sakınır. Bu nazım, İlâhî Şerîat’ın Adâlet’ini ve Rahmet’ini (mazeret sâhiplerini ayırmasını) perçinler.

Nihaî Netice (Bölüm 3)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, nifâkın psikolojisini (rûh hâlini) deşifre eder.
* “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan [Bilinmezden] Haber Verme) ile Münâfıkların mâzeretlerini daha söylenmeden çürütür.
* “Mukâbele” (Dil vs. Kalp) ile onların samîmiyetsizliğini ortaya koyar.
* “el-İdrâb” (Düzeltme) (“Bel” / Hayır) ile onların asıl cürmünün (suçunun), Allah’ın (C.C.) kudretinden şüphe etmek (“Zanne’s-Sev'” / Kötü Zan) olduğunu ve bu cürmün hükmen) “Küfr” (Âyet 13) olduğunu ilân eder.
* Nihâyetinde,o “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhiplerine yeni bir imtihan (Mukâbele) sunarak “Tevbe ” kapısını aralar ve “İhtirâs” (Sakınma) sanatı ile de bu imtihandaki İlâhî Adâlet’i gösterir.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu bölüm (Âyet 18-26), Feth Sûresi’nin “kalbi” (eksen/kilit noktası) olarak kabul edilebilir.
Nazım (Tertip), (Âyet 11-17)’de “Feth”e (Hudeybiyye’ye) iştirâk etmeyen “Muhallefûn”un (Geride Kalan Münâfıkların) o “Kötü Zan”nını (“Zanne’s-Sev'”) tasvir ettikten hemen sonra, kamerayı (Âyet 10)’da zikredilen o “Bey’at” (Biat) ânına çevirir ve o Bey’at’a iştirâk eden Mü’minlerin hakîkî mükâfâtını tasvir etmeye başlar.
Bu bölüm, Sûre’nin başındaki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fetih) (Âyet 1) ilânının sebebini ve mâhiyetini (ne olduğunu) açıklayan bölümdür.
Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 18-26)
1. “Feth”in Aslî Sebebi: “Rıdvân” (İlâhî Râzılık) (Âyet 18)
> İktibas ( Meali): “Andolsun ki (Lekad) Allah (C.C.), o ağacın altında (tahte’ş-şecereh) sana biat ederlerken mü’minlerden râzı (Raziye) olmuştur. (Allah [C.C.]) onların kalplerinde olanı (samîmiyeti) bildi de (fe ‘alime), üzerlerine bir huzur ve güven (es-Sekînete) indirdi ve onlara yakın bir fetih (Fethan Karîbâ) verdi.” (Fetih, 18)
>
Bu tek âyet, Sûre’nin bütün belâgat yükünü taşır:
* Sanat 1: “el-İhbâr bi’l-Mâdî” (Geçmiş Zamanla Haber Verme) ve “Kasem” (Yemin) ile Te’kîd (Pekiştirme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Allah (C.C.) râzı olacaktır” demez. “Lekad Raziye…” (Andolsun ki, râzı olmuştur [fiil-i mâzî]) der.
* Hikmeti: Bu “Geçmiş Zaman Kipi”, (Âyet 1)’deki “Feth”in neden geldiğini açıklar. “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), o “Bey’at” (Biat) ânında (Ağacın Altında) kazanılan **”Rıdvân-ı İlâhî” (İlâhî Râzılık)**nın neticesidir. Olay (Hudeybiye), zâhiren “hezîmet” gibi görünse de, derûnen Allah’ın (C.C.) “Rıdvân”ını (Râzılığını) kazandırdığı için, o hakîkî “Feth” idi.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Kalplerin Bilinmesi).
* Tahlil: Allah (C.C.), neden onlardan “râzı” oldu? “fe ‘alime mâ fî kulûbihim” (Çünkü onların kalplerinde olanı bildi).
* Hikmeti: Bu nazım, Mü’minlerin kalbi ile Münâfıkların kalbini “Mukâbele” eder:
* (Âyet 12) Münâfıkların Kalbi : “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) ve “Helâk (Yok olma) Zannı” (zanentum… bûrâ).
* (Âyet 18) Mü’minlerin Kalbi : “Sıdk” (Doğruluk), “Vefâ” ve “İhlâs” (Samîmiyet) (Allah’ın [C.C.] bildiği şey).
* Netice: Allah (C.C.), bu iki kalbi bildi; birine (Münâfıklara) (Âyet 6) “Azâbı (Cezayı)” hazırladı, diğerine (Mü’minlere) (Âyet 18) “Sekîne”yi (Huzuru) indirdi.
* Sanat 3: “Fethan Mubînâ” (Apaçık Fetih) vs. “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım, bu âyette iki mükâfâtı zikreder : (1) “es-Sekîne” (Huzur) (Mânevî [Ruhsal] Mükâfât), (2) “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih) (Maddî [Fiziksel] Mükâfât ).
* Hikmeti: Bu “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih), (Âyet 1)’deki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fetih) değildir.
* “Fethan Mübînâ” (Apaçik Fetih): Hudeybiye’nin kendisi olan o mânevî (ruhsal), stratejik ve İlâhî Rıdvân (Râzılık) fethidir.
* “Fethan Karîbâ” (Yakin Fetih): O “Sekîne” (Huzur) ve “Vefâ”nın maddî karşılığı (cezâsı) olan ve Hudeybiye’den hemen sonra gerçekleşen Hayber’in Fethi’dir.

2. “Feth”in Mâhiyeti (Ne Olduğu): Savaşın Durdurulması (Âyet 24)
> İktibas ( Meali): “O , (Mekke vâdisinde) onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların ellerini (eydiyehum) sizden, sizin ellerinizi (eydiyekum) onlardan çekendir (keffe)…” (Fetih, 24)
>
* Sanat: “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) yoluyla “Feth”in Tanımı.
* Tahlil: Bu âyet, (Âyet 1)’deki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fethin) ne olduğunu en açık şekilde tasvir eder.
* Hikmeti (Kinâye): “Keffe’l-Yed” (Eli çekmek), savaşı durdurmak ve barış (sulh) yapmak için kullanılan en beliğ (tesirli) Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım , Ashâb’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) “hezîmet (yenilgi)” zannettiği şeyi tersine çevirir. “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), savaşmak (harb etmek) değildi; savaşın durması (“keffe eydiyekum ‘anhum”- Sizin elinizi onlardan çekmesi) idi. Çünkü asıl “Feth” (kalplerin fethi),  ancak barış (sulh) ortamında olabilirdi.

3. “Feth”in Hikmeti: “Levlâ” (Eğer Olmasaydı…) (Âyet 25)
> İktibas ( Meali): “…Eğer (Mekke’de) kendilerini bilmediğiniz mü’min erkeklerle mü’min kadınları, bilmeyerek ezmeniz (en teta’ûhum)… ve bu yüzden (dolayı) bir vebâle (me’arretun) kapılmanız ihtimâli olmasaydı (Levlâ) (Allah [C.C.] savaşı durdurmazdı)…” (Fetih, 25)
>
* Sanat: “el-İhtirâs” (Sakınma) / “Beyân-ı Hikmet” (Hikmetin Açıklanması).
* Sual: (Âyet 24)’te “Allah (C.C.) savaşı durdurdu” dendikten sonra, Ashâb’ın “Neden durdurdu? Biz gâlip (üstün) gelirdik!” şeklindeki muhtemel sualine bu âyet cevap verir.
* Hikmeti (Levlâ): Nazım, o zâhirî durdurmanın derûnî hikmetini açıklar: “Levlâ…” (Eğer …olmasaydı).
* Nazmın Mânâsı : “Feth”, o “savaşı durdurmaktı”; çünkü o savaş olsaydı, siz (Mü’minler(Mekke’nin içindeki gizli Mü’minleri ) “bilmeyerek ezebilirdiniz” (en teta’ûhum – Çiğnemek/Ezmek). Bu “İhtirâs” (Sakınma) nazmı (tertibi), “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin), Allah’ın (C.C.) kendi gizli evliyâsını (dostlarını) korumak için yaptığı ilâhî bir müdâhale olduğunu gösterir.

4. Nihaî “Mukabele”: “Hamiyyet” (Taassup) vs. “Sekîne” (Huzur) (Âyet 26)
> İktibas (Meali): “O zaman (İz) inkâr edenler, kalplerine o taassubu (el-Hamiyyete), (o) Câhiliye taassubunu (Hamiyyete’l-Câhiliyyeh) yerleştirmişlerdi. Allah (C.C.) da Resûlü’nün (S.A.V.) ve mü’minlerin üzerine huzur ve güvenini (Sekînetehû) indirdi ve onlara takvâ (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluk bilinci) sözünü (Kelimete’t-Takvâ) bağladı…” (Fetih, 26)
>
* Sanat: Nihaî “Mukâbele”
* Tahlil: Bu âyet, “Feth”in niçin “Feth” olduğunun ahlâkî tasviridir. Nazım, Hudeybiye’deki o iki ordunun kalp hâletini karşılaştırır:
* Taraf 1 (Kâfirler): Kalplerinde “el-Hamiyyeh” (Taassup/Kibirli [Büyüklenen] Öfke) vardı. Bu, (Âyet 6)’daki “Zanne’s-Sev'”in (Kötü Zan’nın) tezâhürüdür. Onların fiili ahlâken “mağlûp” idi.
* Taraf 2 (Mü’minler): Kalplerine “es-Sekîne” (Huzur/Vakâr [Ağırbaşlılık]/İtâat) indi. Bu, (Âyet 18)’deki “Rıdvân”ın (Râzılığın) tezâhürüdür.
Onların fiili (Sulhü [Barışı] kabûl etmeleri) ahlâken “gâlip ” idi.
* Netice (Kelimete’t-Takvâ): “Takvâ (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluk bilinci) Sözü”, o “Sekîne”nin (Huzurun) neticesidir. O “öfke” (Hamiyyet) yerine “itâat (boyun eğme)” (Takvâ [Allah’a (C.C.) karşı sorumluluk bilinci]) idi. Bu nazım (tertip), gerçek fethin, “öfkeyi (gazab)” yenip “huzûra (sekîne)” ve “itaate ” (Takvâ [Allah’a (C.C.) karşı sorumluluk bilinci]) kavuşmak olduğunu ilân eder.

Nihaî Netice (Bölüm 4)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin başındaki o “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) müjdesinin delillerini sunar.
* “el-İhbâr bi’l-Mâdî” (Geçmiş Zamanla Haber Verme) (Lekad Radıyallâhu – Andolsun râzı oldu) ile o “Bey’at”ın (Âyet 10) İlâhî tasdikini ve kabulünü ilân eder.
* Allah’ın (C.C.) kalpleri bildiğini (‘alime mâ fî kulûbihim) göstererek, bu tasdikin sebebinin ihlâs (samimiyet) olduğunu ve bunun mukâbilinin (Münâfıkların “Zanne’s-Sev'”i [Kötü Zannı]) olduğunu perçinler.
* “Fethan Mubînâ” (Apaçık Fetih) (Hudeybiyye’nin rûhu) ile “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih) (Hayber’in maddesi) arasındaki farkı ve sebeb-sonuç ilişkisini kurar.
* Ve nihâyetinde, o “Feth”in (Hudeybiyye’de durmanın) en derin hikmetini (Levlâ… – Mekke’deki mü’minleri korumak) açıklar.
* Sûre, “Câhiliye Taassubu” (el-Hamiyyeh) ile “İlâhî Huzur” (es-Sekîne) arasında son bir “Mukâbele” yaparak, gerçek fethin “kalp” fethi olduğunu mühürler.

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu, Feth Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 27-29) ve Sûre’nin başından beri işlenen “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) mefhûmunun (kavramının) nihaî gâyesini (maksadını) ve cihan şümul (evrensel) neticesini ilân eden mühür âyetleridir.
Bu nazım (tertip), Hudeybiye seferinin zâhirî sebebi olan “Rü’yâ”yı tasdîk eder, o “Feth”in aslî gâyesini (İslâm’ın üstünlüğü) ilân eder ve o “Feth”i) gerçekleştirecek olan “Ordunun” (Muhammed [S.A.V.] ve Ashâbı vasfını ve misyonunu tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 27-29)
1. “Feth”in Başlangıç Noktası: “Rü’yâ”nın Tasdîki (Âyet 27)
> İktibas ( Meali): “Andolsun ki (Lekad) Allah (C.C.), Resûlü’nün (S.A.V.) rüyâsını (er-Ru’yâ) hak (bi’l-hakk) olarak doğru (Sadaka) çıkardı. Allah (C.C.) dilerse, siz… Mescid-i Harâm’a gireceksiniz (Le tedhulunne)…” (Fetih, 27)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme) (“Lekad” ve “Le…”) ve “el-İhtirâs” (Sakınma).
* Tahlil (Te’kîd): Hudeybiye seferi, Resûlullah’ın (S.A.V.) gördüğü “Mekke’ye emniyetle girdiklerine” dâir “Rü’yâ” üzerine başlamıştı. Zâhiren bu rü’yâ gerçekleşmemiş gibi göründü (Bu, Münâfıkların [Âyet 12] “Zanne’s-Sev'” [Kötü Zannı] dediği şeyin bir parçasıydı).
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım , en kuvvetli iki “Te’kîd” edâtı ile cevap verir: “Lekad Sadakallâhu…” (Andolsun ki Doğru çıkardı…) ve “…Le tedhulunne” (…Mutlaka gireceksiniz).
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım ; (Âyet 1)’deki “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fethin) (Hudeybiye Sulhü’nün [Barışının]), o “Rü’yâ”nın iptali değil, o “Rü’yâ”ya giden yolun ta kendisi olduğunu ilân eder. O “Feth”
(Sulh), o “Giriş”in (Duhûl) kapısını açmıştır.

2. “Feth”in Nihaî Gâyesi : “el-İzhâr ‘ale’d-Dîn” (Dînin Gâlip Gelmesi) (Âyet 28)
> İktibas (Meali): “O, Resûlü’nü (S.A.V.) hidâyet (doğru yol) ve hak din ile gönderendir. Onu, bütün dinlere gâlip (li yuzhirahû ‘ale’d-dîni kullihî) kılmak için… Şâhit olarak Allah (C.C.) yeter.” (Fetih, 28)
>
* Sanat: “el-İ’tirâz” (Ara Cümle) ve “Beyân-ı Gâye” (Gâyenin Açıklanması).
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin bütün bağlamını (bağlantısını/açısını) değiştirir. Nazım, (Âyet 27)’de “Mekke’ye girmek” gibi mahallî bir hedeften bahsederken, âniden Resûl’ün (S.A.V.) gâyesini cihan şümul bir mertebeye taşır.
* Hikmeti: Bu nazım , “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) (Hudeybiye’nin), sâdece “Mekke’ye girmek” olmadığını; onun İslâm’ın “ale’d-dîni kullihî” (Bütün dinlere üstün (zâhir) gelme projesinin başlangıcı olduğunu ilân eder.
* Netice: (Âyet 1)’deki “Feth”, artık sâdece Hudeybiye değil, İslâm’ın bütün dünyaya fethinin adıdır.

3. “Feth”in Ordusu: “el-Mukâbele” ve “et-Teşbîh” (Âyet 29)
Bu âyet, Sûre’nin en beliğ (tesirli) âyetidir ve o “cihan şümul” fethi (Âyet 28) kimin yapacağını tasvir eder.
> İktibas ( Meali): “Muhammed (S.A.V.), Allah’ın (C.C.) Resûlü’dür (Resûlullâh). Ve (وَ) O’nunla (S.A.V.) berâber (me’ahû) olanlar (Ashâb [Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının]), kâfirlere karşı çok çetin (Eşiddâ’u), kendi aralarında çok merhametlidirler (Ruhamâ’u)…” (Fetih, 29’a)
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” (Celâl [Azamet (Büyüklük)] ve Cemâl [Güzellik]).
* Tahlil: Nazım, o “Ordunun” (Ashâb’ın mâhiyetini iki zıt kutupla tasvir eder:
* “Eşiddâ’u ‘ale’l-Kuffâr” (Kâfirlere Karşı Çetin): Bu, onların “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) (Savaş /Adâlet) yönüdür. Bu, (Âyet 6)’daki Münâfıklara ve (Âyet 26)’daki “Hamiyyet” (Taassup) sâhiplerine karşı olan duruşlarıdır.
* “Ruhamâ’u Beynehum” (Aralarında Merhametli): Bu, onların “Cemâl” (Güzellik) (Barış /Rahmet) yönüdür. Bu, (Âyet 4, 18, 26)’da zikredilen “Sekîne” (Huzur) ve “Rıdvân”ın (Râzılığın) kendi aralarındaki tezâhürüdür.
* Hikmeti: Gerçek “Feth” ordusu, bu iki zıt vasfı (Şiddet ve Merhamet) aynı anda ve dengede (mîzânda) tutabilen ordudur.
> İktibas (Meali): “…Onların misâli (meseluhum) Tevrat’ta da böyledir. İncil’deki misâlleri (misâl) ise şöyledir: O, bir ekin (zer’in) gibidir ki, filizini (şat’ehû) çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş (fe âzerehû), kalınlaşmış (fe’steğleza) da gövdesinin (sûkıhî) üzerine dikilmiştir (fe’stevâ). Bu, ekincilerin (zürrâ’) hoşuna gider. (Allah [C.C.] bu misâli) kâfirleri öfkelendirmek (li yağîza bihimu’l-kuffâr) için (verdi)…” (Fetih, 29b)
>
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) / “Tekrâr”.
* Tahlil: Sûre’nin sonu, o “Ordu”yu (Ashâb’ı bir “Ekin”e (Zer’) benzetir.
* Hikmeti (İsti’âre): Bu “İsti’âre” (Metafor), Sûre’nin bütün hikâyesini özetler:
* “Zer’in” (Ekin): İslâm’dır.
* “Ahrace Şat’ehû” (Filizini çıkardı): Bu, Mekke’deki o zayıf başlangıçtır.
* “Fe âzerehû” (Kuvvetlendirdi): Medîne’deki hicret ve güçlenmedir.
* “Fe’steğleza fe’stevâ ‘alâ Sûkıhî” (Kalınlaştı ve Gövdesinin Üzerine Dikildi): Bu, Hudeybiye’dir (Feth-i Mübîn). Artık o “filiz” (şat’), dış desteğe (yardıma) ihtiyâcı olmayan, kendi gövdesi (sûk) üzerinde duran olgun bir “Ekin” (Zer’) olmuştur.
* Netice: Bu nazım (tertip), (Âyet 1)’deki “Feth”in neden “Feth” olduğunu bir kez daha tasdik eder: Çünkü Hudeybiye, İslâm ekininin “kendi ayakları üzerinde durduğu” (festevâ ‘alâ sûkıhî) andır.
* Hikmeti (Kapanış): “…li yağîza bihimu’l-küffâr” (Kâfirleri öfkelendirmek için). Bu kapanış, (Âyet 26)’daki kâfirlerin “Hamiyyet”ine (Taassup) ve (Âyet 12)’deki Münâfıkların (“Zanne’s-Sev'”ine (Kötü Zannı) nihaî cevaptır. Onların o “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’) (Mü’minler helâk olacak), tam tersine dönmüş; Mü’minlerin o görkemli (ihtişamlı) yükselişi, kâfirler için nihaî bir “öfke” (ğayz) kaynağı olmuştur.

Nihaî Küllî Netice (Sûre’nin Tamamı)
Feth Sûresi, zâhirî bir “hezîmet”in (yenilgi), İlâhî nazarda (bakışta) nasıl bir “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olduğunu isbat eden bir belâgat mûcizesidir.
Nazım (Tertip):
* “Feth” mefhûmunu maddî savaştan mânevî “Rıdvân”a (Râzılığa) ve “Sekîne”ye (Huzura) taşır (Âyet 1, 4, 18).
* Bu “Feth”i, “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhibi Münâfıklar ile “Rıdvân” (Râzılık) sâhibi Mü’minler arasında bir “Ayırıcı” (Fâsıl) olarak kullanır (Âyet 6 vs. 18).
* “Bey’at” (Biat) hâdisesini (“Yedullâhi fevka eydîhim”) kutsallaştırarak (takdîs), bu Feth’in (Fethin) İlâhî bir tasdik (doğrulama) altında olduğunu “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder (Âyet 10).
* Ve Sûre’yi, bu Feth’in gâyesinin cihan şümul olduğunu (Âyet 28) ve bu gâye için seçilen “Ordunun” (Ashâb’ın (Âyet 29), tıpkı kendi gövdesi üzerinde duran bir ekin (zer’) gibi “olgunlaştığını” bir “İsti’âre” ile mühürler.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

KEHF SURESİNİN BELAĞATI

 

Kehf Sûresi, İslâmî geleneğin en mühim Sûrelerinden biridir.
Diğer tahlil ettiğimiz Sûrelerin (Yâsîn, Mülk, Nebe’ vb.) aksine Kehf Sûresi, tek bir beliğ hitâbet üzerine değil, bir “Mukaddime” (Giriş) ve bir “Hâtime” (Sonuç) arasına yerleştirilmiş dört büyük “Kıssa”nın (Ashâb-ı Kehf, İki Bahçe Sâhibi, Mûsâ [A.S.] ve Hızır [A.S.], Zülkarneyn [A.S.]) nazmı üzerine kuruludur.

İlk olarak, Sûre’nin “anahtarı” (miftâhı) olan ve Sûre’deki bütün kıssaların niçin anlatıldığını açıklayan “Mukaddime” (Giriş) bölümünü (Âyet 1-8) tahlil

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 1-8)
Bu “Mukaddime” (Giriş), Sûre’nin gâyesini (tebliğ , mevzûsunu (fitne [imtihan]) ve çözümünü (fânîlik [geçicilik] idrâki [anlayışı]) ilân eden bir fihrist (özet) gibidir.

1. Sûre’nin Ekseni: “Hamd” (Övgü) ve “İstikâmet” (Doğruluk) (Âyet 1-2a)
> İktibas ( Meali):
> (1) “el-Hamdu (Hamd) lillâhillezî… Kitâb’ı (Kitap) indirdi ve (وَ) onda hiçbir eğrilik (ivecâ) kılmadı.”
> (2) “(Onu) dosdoğru (Kayyimen) (bir rehber) olarak (indirdi)…”
>
* Sanat 1: “el-Hamd” (Övgü) ile Başlama (Berâ’at-i İstihlâl).
* Sual: Bu Sûre, “Fitne” (İmtihan) Sûresi olarak bilinir (Ashâb-ı Kehf’in [İnanç Fitnesi], Bahçe Sâhibinin [Mal Fitnesi] vb.). Neden böyle zorlu bir Sûre, “Hüzün ” veya “Tehdit ” ile değil de “el-Hamdu” (Övgü) ile başlar?
* Hikmeti (Berâ’at-i İstihlâl): Bu, “Hamd”in en beliğ (tesirli) kullanımıdır. Nazım (Tertip), Sûre’nin bütün fitnelerine (imtihanlarına) karşı Mü’minin alması gereken aslî tavrın “Hamd” olduğunu daha ilk kelimede ilân eder. “Fitne” (İmtihan) ancak “Hamd” nazarı ile aşılır.
* Sanat 2: “Te’kîd bi’n-Nefy” (Olumsuzlama ile Pekiştirme).
* Tahlil: Nazım, “Kitâb’ı dosdoğru indirdi” demez. “Ve lem yec’al lehû ‘ivecâ” (Ve ONDA HİÇBİR EĞRİLİK KILMADI) der.
* Hikmeti: Belâgatte, olumsuzu nefyetmek (olumsuzlamak) (Eğriliği [İvec] reddetmek, olumluyu ispat etmekten (Doğru [Müstakîm] demekten) daha kuvvetli bir Te’kîddir (Pekiştirmedir). Bu nazım (tertip), Kur’ân’ın mutlak ve kusursuz bir istikâmet üzere olduğunu, (bir sonraki âyetlerde gelecek olan) “eğri” (ivec) zanlara (Allah’ın çocuğu olduğu zannı) karşı perçinler.
* Netice (Âyet 2): O Kitap “eğri” (ivec) değildir; bilâkis,”Kayyimen” (Dosdoğru/Koruyucu/Rehber)dir.

2. Sûre’nin Gâyesi : “el-Mukâbele” (Âyet 2b-5)
* Nazım: Bu “Kayyim” (Dosdoğru) Kitâb’ın iki gâyesi vardır (Mukâbele :
* (Âyet 2b) “Li yunzira…” (Uyarmak için): Kimi? (Âyet 4) “Allah çocuk edindi (ittehazallâhu veledâ)” diyenleri. Bu, Sûre’deki birinci ve en büyük “Fitne”dir (İnanç Fitnesi).
* (Âyet 2c) “Ve yubeşşira…” (Müjdelemek için): Kimi? (Âyet 3) “Salih amel işleyenleri” (Onlara “Ecr-i Hasen” [Güzel Mükâfât] vardır).
* Sanat (Âyet 5): “Tesfîh” (Ahmak İlân Etme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), (Âyet 4)’teki o “büyük fitne”yi (Allah’ın çocuğu olduğu zannı) nasıl çürütür? “Mâ lehum bihî min ‘ilmin” (Onların bu hususta hiçbir ilmi yoktur).
* Hikmeti: Bu, belâgatte “Tesfîh” (Ahmak İlân Etme) sanatıdır. Nazım, onların delillerini çürütmez; zîrâ ortada bir “delil” yoktur. Onların iddiâsının temelden “ilimsiz” ve boş olduğunu ilân eder. “Keburat kelimeten” (Ne büyük [dehşetli] bir söz!) diyerek de bu cehâletin büyüklüğünü Tehvîl (Dehşete Düşürme) sanatı ile tasvir eder.

3. Sûre’nin “Anahtar Âyetleri” (Eksen/Kilit Âyetler): “Zînet” (Süs) ve “Sa’îd” (Toprak) (Âyet 6-8)
Bu üç âyet, Kehf Sûresi’nin tamâmının özetidir ve dört kıssanın anahtarıdır.
> İktibas (Meali):
> (6) “(Ey Muhammed [S.A.V.]!) Demek onlar bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, onların arkasından üzülerek (esefâ) neredeyse kendini helâk edeceksin (bâhi’un)!”
> (7) “Şüphesiz Biz (İnnâ), yeryüzünde (arz) olan şeyleri ona (arz) bir süs (Zîneten) kıldık. Onları imtihan edelim (li nebluvehum) diye…”
> (8) “Ve (وَ) şüphesiz Biz (ve İnnâ), onun (arz) üzerindekileri kupkuru bir toprak (Sa’îden Curuzâ) yapacağız.”
>
* Sanat 1 (Âyet 6): “el-İstifhâm et-Te’essüfî” (Üzüntü Suali).
* Tahlil: “Fe le’alleke bâhi’un nefseke…” (Kendini helâk mı edeceksin?)
* Hikmeti: Bu Retorik Soru, (Âyet 4-5)’teki o büyük fitneye (imtihana) (Şirk’e karşı Resûlullah’ın (S.A.V.) duyduğu o derin (şedîd) üzüntüyü (esef) tasvir eder. Bu nebevî (peygamberî) tavır (“bâhi’un” / kendini helâk etme derecesinde üzülme), bir sonraki kıssanın (Ashâb-ı Kehf) girişidir. Ashâb-ı Kehf de kavimlerinin şirki yüzünden aynı “esef” (üzüntü) ile o “fitne”den (imtihandan) kaçıp mağaraya (Kehf) sığınmışlardır.
* Sanat 2 (Âyet 7): Sûre’nin Tezi: “Zînet” (Süs) ve “Nebluvehum” (İmtihan.)
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin tezidir.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Nazım, “Dünyayı ‘nimet’ kıldık” demez; “Zîneten” (Süs) kıldık der. “Zînet” (Süs), geçici (fânî), aldatıcı (ğurûr) ve imtihan vesîlesi (fitne [imtihan]) olan şeye denir.
* Gâye (Maksat) Nedir? “Li nebluvehum” (Onları imtihan etmek için).
* Netice: Bu âyet, Sûre’deki bütün kıssaların sebebini açıklar:
* (Kıssa 2) Bahçe Sâhibi : “Zînet”in (Süs) (Mal/Mülk [Hâkimiyet]) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 4) Zülkarneyn (A.S.): “Zînet”in (Süs) (Güç/Sultâ) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 3) Mûsâ (A.S.): “Zînet”in (Süs) (İlim [Bilgi]/Mârifet) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 1) Ashâb-ı Kehf: O “Zînet” (Süs) (Şirk toplum fitnesinden (imtihanından) kaçıştır (firâr).
* Sanat 3 (Âyet 8): Sûre’nin Çözümü: “el-Mukâbele”.
* Tahlil: Bu âyet, (Âyet 7)’nin tam zıddıdır (Mukâbele).
* (Âyet 7) “Zîneten” (Süs / Güzellik [Cemâl] / Hayat)
* (Âyet 8) “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak / Çıplak Düzlük / Ölüm [Mevt])
* Hikmeti: Bu Mukâbele, (Âyet 7)’deki “Fitne”nin (İmtihanın) çözümüdür (hall). Sûre’nin tamamı bu iki âyet arasındadır.
* Nazmın Mânâsı : “Dünyanın ‘Zînet’ (Süs) olduğuna (Âyet 7) aldanan fitneye (imtihana) düşer (Bahçe Sâhibi gibi); o ‘Zînet’in (Süs) bir gün ‘Sa’îden Curuzâ’ (Kupkuru Toprak) olacağını bilen ise, o fitneden (imtihandan) kurtulur (Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn [A.S.] gibi).”
Nihaî Netice (Bölüm 1)
Kehf Sûresi’nin bu “Mukaddime” (Giriş) nazmı, Sûre’nin bütün kıssalarını anlamak için mûcizevî bir “anahtar” (miftâh) sunar.
Nazım (Tertip), Sûre’nin gâyesini (maksadını) (Fitnelere [İmtihanlara] karşı “Kayyim” [Dosdoğru] bir rehber olmak) ilân eder. Ve bu fitnelerin (imtihanların) aslî kaynağını (aslını) (Âyet 7: Dünyanın bir “Zînet” [Süs] olması) ve o fitnelerin (imtihanların) aslî çözümünü (Âyet 8: O “Zînet”in (Süs) “Sa’îden Curuzâ” [Kupkuru Toprak] olacağını bilmek) mükemmel bir Mukâbele sanatı ile ortaya koyar.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan ilkidir.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7-8) ortaya konan o “Fitne” (İmtihan) tezinin ilk müşahhas (somut) tatbikatıdır. Bu, “Zînet” (Süs) (Âyet 7) olarak sunulan “İnanç Fitnesi”dir (yâni şirkin ve küfrün ictimâî hâkimiyeti.
Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) hikâyesi, o “Zînet” (Süs) fitnesinden (imtihanından) kaçıp, (Âyet 8)’deki “Sa’îden Curuzâ”nın (Kupkuru Toprağın) bir misâli olan “el-Kehf”e (Mağara) sığınarak kurtuluş (halâs) bulanların kıssasıdır.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 9-26)
1. Kıssanın Girişi: “İstifhâm” (Soru) ve “Duâ” (Yakarış) (Âyet 9-10)
> İktibas ( Meali):
> (9) “Yoksa sen, (sâdece) Kehf ve Rakîm ashâbının (Mağara ve Kitâbe arkadaşlarının), bizim şaşılacak (acebâ) âyetlerimizden (işaret) olduğunu mu sandın?”
> (10) “O (gençler) mağaraya sığındıklarında (eve’l-fityetu) demişlerdi ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet (Rahmeten) ver ve (وَ) işimizde (emrinâ) bize bir doğru yol/kurtuluş (Reşedâ) hazırla!'”
>
* Sanat (Âyet 9): “İstifhâm-ı İnkârî” (Reddetme Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu muazzam kıssaya “Onların hâli ne kadar şaşırtıcıydı!” gibi bir “Ta’accüb” (Şaşırma) cümlesiyle değil de “Sen bunu şaşırtıcı mı sandın?” şeklinde bir Retorik Soru ile başlar?
* Hikmeti: Bu “İstifhâm” (Soru), o kıssayı küçümsemez (tahkîr etmez). Bilâkis, o kıssayı kâinât delilleri (Göklerin ve Yerin yaratılışı [halk]) ile kıyaslar.
* Nazmın Mânâsı : “Ey Muhatap! Sen Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) hâlini ‘şaşırtıcı’ (aceb) buluyorsun da her gün gördüğün Göklerin, Yerin ve (bir sonraki kıssadaki gibi) ölü topraktan (sa’îd) hayat çıkarma âyetlerimi (işaret) ‘şaşırtıcı’ bulmuyor musun?” Bu nazım (tertip), muhatabın nazarını düzeltir.
* Sanat (Âyet 10): Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Rahmet” ve “Reşed”).
* Tahlil: Bu “fitye” (gençler), (Âyet 7)’deki o “Zînet” (Süs) (Şirk toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçtılar. Onların duâsı , bu kıssanın çözümüdür. Onlar ne istediler?
* “Rahmeten” (Rahmet): (Dünyevî “Zînet” yerine İlâhî himâye ve merhamet.
* “Reşedâ” (Doğru Yol): (Fitnenin [İmtihanın] getirdiği kafa karışıklığı [teşevvüş] yerine) doğru yolu (sırat-ı müstakîm) bulma, mânevî rehberlik.
* Netice: Onlar, “Zînet”e (Süs) karşı “Zafer (Nasr)” veya “Mal” istemediler. “Fitne”ye (İmtihana) karşı mânevî (“Rahmet” ve “Reşed”) bir sığınak istediler.

2. İlâhî Himâye: “Kinâye” ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Âyet 11, 14, 17-18)
* Sanat (Âyet 11): “Kinâye” (Dolaylı Anlatım).
* Nazım (Tertip): “Onları uyuttuk” (fe enemnâhum) demez. “Fe darebnâ ‘alâ âzânihim” (Biz de onların kulaklarına vurduk/perdeledik) der.
* Hikmeti: Bu, mûcizevî bir “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) sanatıdır. Uykuyu bozan en mühim fâil sestir (savt). Nazım, onların uykusunun (nevm) ne kadar derin ve kesintisiz olduğunu ifâde etmek için, o uykuyu bozan âletin (Kulak / Sem’) kapatıldığını (“Darebnâ” / Vurduk) tasvir eder.
* Sanat (Âyet 14): “İsti’âre” / “Tecsîm” (Somutlaştırma).
* Nazım:”Onları cesur (şücâ’) kıldık” demez. “Ve rabatnâ ‘alâ kulûbihim” (Ve onların kalplerini bağladık/pekiştirdik) der.
* Hikmeti: Bu, (Âyet 10)’daki “Reşed” (Doğru Yol) talebinin cevabıdır. O “Sebât”, mücerret (soyut) bir mefhûmdur . Nazım, o “Sebât”ı kalplerine müşahhas (somut) bir “Ribât” (Bağ) atılmış gibi “Tecsîm” eder. Bu “Rabt” (Bağ), onların o “Fitne” (İmtihan) (Zâlim Kral) karşısında “Kıyâm” etmelerini sağlamıştır.
* Sanat (Âyet 17): “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Güneş’in [Şems] İtâati.
* Nazım: “…Güneş’i (Şems) görürsün… (mağaralarından) sağa eğilip geçer (tezâveru)… sola makaslayıp (takriduhum) giderdi…”
* Hikmeti: Bu, (Âyet 10)’daki “Rahmet” talebinin cevabıdır. Nazım, cansız olan Güneş’e, irâdeli (akıllı [âkil]) fiiller (“Tezâveru” / Ziyâret edip kaçınan, “Takriduhum” / Makaslayan [Kesip bırakan]) isnat eder. Bu “Tecsîm” (Somutlaştırma), o kozmik (kâinî) “Zînet”in (Süs) (Güneş [Şems]) bile, Allah’ın emriyle o gençlere hizmet ettiğini ve o “Fitne”den (İmtihandan) (Güneşin [Şems] yakıcılığı) korunduklarını gösterir.

3. Çözüm: “Fitne”den (İmtihandan) Kaçışın “Delil”e Dönüşmesi (Âyet 19-21)
* Nazım (Tertip): “Ve kezâlike be’asnâhum…” (Ve böylece onları uyandırdık…) (Âyet 19). “…(Şehirdekiler) ‘Üzerlerine bir binâ (anıt) yapın’ dediler…” (Âyet 21).
* Sanat: “Beyân-ı Hikmet” (Hikmetin Açıklanması).
* Tahlil: Onlar (Ashâb-ı Kehf), (Âyet 16)’da “İ’tizâl” (Terk etme/Kaçma) yolunu seçtiler. Zâhiren bu, pasif bir “firâr” idi. Fakat Allah Teâlâ onların bu pasif “firâr”ını 309 yıl sonra, aktif bir “Delil”e dönüştürdü.
* Hikmeti: Onlar (Ashâb-ı Kehf) Şirk Fitnesinden kaçtılar; uyandıklarında ise Ba’s (Ölümden Sonra Diriliş) Fitnesi (Dirilişten şüphe) yaşayan bir kavme delil (“Âyet”) oldular (Âyet 21).
* Netice: Bu nazım, “Zînet” (Süs) (Âyet 7) fitnesinden Allah için kaçan (“İ’tizâl”) birinin, Allah tarafından yeni bir devrin “Delil”i (Âyet) olarak nasıl kullanılacağını gösterir.

4. Kıssadan Hisse: “el-Hazf” (Sükût Etme) ve “Edeb Öğretme” (Âyet 22, 23-24)
* Sanat (Âyet 22): “el-Hazf” (Sükût Etme) / “Lafız Seçimi”.
* Nazım (Tertip): “Diyecekler ki: ‘Üçtür…’ … ‘Beştir…’ … ‘Yedidir…'” (Âyet 22).
* Hikmeti: Nazım , kıssanın detaylarını (Güneşin hareketi, köpeğin [kelb] duruşu [Âyet 17-18]) uzun uzun tasvir ederken, lüzûmsuz detayı (Onların sayısı) “Hazf” (Sükût Etme) eder ve bu tartışmayı “recmen bi’l-ğayb” (gayba taş atma) olarak tahkîr eder.
* Netice (Ta’lîm-i Edeb): Bu nazım , muhataba (ve Resûlullah’a [S.A.V.]) bir edeb (usûl) öğretir: Kur’ân’ın gâyesi târih detayı vermek değil, o kıssadan hidâyet (“Reşed” [Doğru Yol] – Âyet 10) çıkarmaktır.

Nihaî Netice (Bölüm 2)
Ashâb-ı Kehf kıssası, Sûre’nin ana tezi olan “Fitne” (İmtihan) karşısındaki duruşun ilk misâlidir.
Nazım, (Âyet 7)’deki o “Zînet” (Süs) fitnesinin (imtihanının) (Şirk toplumu) tek çözümünün (hall), o “Zînet”ten kaçmak (“İ’tizâl”) ve (Âyet 8)’deki “Toprak”ı (Sa’îd) (yâni Mağarayı [Kehf]) tercih etmek olduğunu gösterir.
Bu tercihin (ihtiyâr) mükâfâtı ise, doğrudan İlâhî “Rahmet” (Güneşin emre girmesi) ve “Reşed” (Doğru Yol) (Kalplerin “Rabt” [Bağlanma] edilmesi) olmuştur.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan ikincisidir.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7) ortaya konan “Zînet” (Süs) mefhûmunun en doğrudan (sarih) ve en müşahhas (somut) misâlidir. Bu, “Mal ve Evlât (Benûn) Fitnesi”dir (Âyet 46).
Bir önceki kıssada (Ashâb-ı Kehf), gençler “Zînet”in (Şirk toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçmışlardı (“Firâr”). Bu kıssada ise, kahramanımız “Zînet”in (Mal/Mülk [Hâkimiyet]) tam ortasına düşer ve o “Fitne” (İmtihan) ile doğrudan (sarih) imtihan olur.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 32-46)

1. “Fitne”nin (İmtihanın) Kurulması: “el-Mesel” (Misâl/Benzetme) (Âyet 32-34)
> İktibas ( Meali):
> (32) “Onlara iki adamı misâl (meselen) getir: …birine iki üzüm bağı (Cenneteyn) vermiştik… ikisinin arasından bir de nehir (neharâ) akıtmıştık.”
> (33) “Her iki bağ da ürününü (ukulehâ) vermiş ve (وَ) ondan hiçbir şeyi eksik (zulm) bırakmamıştı…”
> (34) “…(O bahçe sâhibi) arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: ‘Ben (Ene) senden daha zenginim (ekseru… mâlen) ve (وَ) daha güçlüyüm (e’azzu neferâ).'”
>
* Sanat 1: “Darbu’l-Mesel” (Misâl Getirme).
* Tahlil: Nazım, “İki adam vardı…” demez; “Vadrib lehum Meselen” (Onlara bir Misâl Getir, der.
* Hikmeti: “Misâl” (Mesel), yaşanmış bir kıssadan daha tesirlidir (beliğdir). Çünkü “Misâl (Benzetme)”, o hâdisenin (olayın) her devirde tekrâr edilebilecek cihan şümul bir “Fitne” (İmtihan) modeli olduğunu gösterir.
* Sanat 2: “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) (Âyet 32-33).
* Tahlil: Nazım ,o “Zînet”i (Âyet 7) tasvir ederken hiçbir noksan bırakmaz: İki Cennet (Bahçe), etrâfı çevrili, ortasında nehir tam (kâmil) verim (“ukulehâ”), ve hiçbir eksiklik (zulm) yok (“lem tazlim”).
* Hikmeti: “Fitne”nin (İmtihanın) kâmil (tam) olabilmesi için, “Zînet”in (Süs) de kâmil ve kusursuz olması gerekir. Eğer bağ (bahçe) kusurlu olsaydı, sâhibinin (bir sonraki âyetteki) o kibri (büyüklük taslama) (“Ene ekseru…”) için bir mâzeret (bahane) kalmazdı.
* Sanat 3: “el-Hükm” (Karar) (Âyet 34).
* Tahlil: Fitne (İmtihan) nedir? “Ene ekseru minke mâlen ve e’azzu neferâ.”
* Hikmeti: Fitne (İmtihan), “Bahçe” (Cennet) değildir. Fitne o bahçenin (cennet) sâhibinin kalbindeki o “ENE” (BEN) (Enâniyet [Ego]) lafzıdır. O, o “Zînet”i (Süs) (Mal/Güç) kendinden (nefs) bilmiş ve Allah’ı unutmuştur. Bu, (Âyet 7)’deki “Zînet”in nasıl “Nebluvehum” (İmtihan Ederiz) olduğunun müşahhas (somut) tasviridir.

2. Fitne’nin (İmtihanın) Zirvesi ve Çözümün (Hall) Sunulması (Âyet 35-41)
> İktibas ( Meali):
> (35) “Bağına (Cennet) girerken nefsine zulmederek (zâlimun li-nefsihî) girdi (ve) dedi ki: ‘Bu (bahçenin) ebediyen (ebedâ) yok olacağını (tebîde) sanmıyorum!'”
> (36) “Ve (وَ) Kıyâmet’in (Sâ’at) kopacağını da sanmıyorum (zannetme)…'”
> (37) “Arkadaşı (Sâhib) ona dedi ki: ‘…Seni topraktan (Turâbin) yaratanı mı inkâr ettin?'”
> (39) “‘Bağına (Cennet) girdiğinde “Mâşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh” (Allah ne güzel dilemiş! Güç (Kuvvet) ancak Allah’tandır!) demen gerekmez miydi?'”
>
* Sanat 1 (Âyet 35): “Fitne”nin (İmtihanın) Sûre’nin Teziyle Çatışması.
* Tahlil: Kâfir adamın sözü: “Mâ ezunnu en tebîde hâzihî Ebedâ” (Bunun ebediyen (ebedâ) yok olacağını sanmıyorum).
* Hikmeti (Mukâbele): Bu cümle, Kehf Sûresi’nin bütün gâyesine (maksadına) doğrudan (sarih) bir isyan ve *mukâbeledir.
* Sûre’nin Tezi (Âyet 8): Bütün “Zînet” (Süs) (Bahçe) bir gün “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak / YOK) olacaktır.
* Fitne’nin (İmtihanın) Zannı (Âyet 35): Bu “Zînet” (Süs) (Bahçe) “Ebedâ” (EBEDÎ / VAR) olacaktır.
* Netice: Kıssa bu iki zıt iddiâdan hangisinin hak olduğunu isbat etmek üzerine kuruludur.
* Sanat 2 (Âyet 37): Çözüm (Hall): “el-Mukâbele bi’l-Asl” (Aslını Hatırlatarak Karşılık Verme).
* Tahlil: Mü’min arkadaşı (sâhib), onun “ENE ekseru…” (Ben daha fazlayım) kibrine nasıl cevap verir?
* Cevap: “E keferte bi’llezî halakake min TURÂBİN” (Seni TOPRAKTAN yaratanı mı inkâr ettin?)
* Hikmeti: Bu, mûcizevî bir cevaptır. Mü’min adam, Sûre’nin (Âyet 8)’deki çözümünü (hall) kullanır: “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak).
* Nazmın Mânâsı : “Sen, o ‘Zînet’in (Süs) (Bahçe) sâhibi olduğunu zannediyorsun; oysa sen, o ‘Zînet’in hammaddesi (aslî madde) olan ‘Toprak’tan (Turâb) yaratıldın. Aslın ile övündüğün şey aynıdır. Nasıl kibirlenirsin (büyüklük taslarsın)?”
* Sanat 3 (Âyet 39): Çözümün (Hall) İfâdesi (Anlatımı): “el-Kasr” (Sınırlama).
* Tahlil: Fitne’nin (İmtihanın) ilâcı (çâre) nedir? “Lâ KUVVETE illâ Billâh” (Güç (Kuvvet) ANCAK Allah’tandır.)
* Hikmeti: Bu, (Âyet 34)’teki o “Ene… e’azzu neferâ” (Ben… daha güçlüyüm) zannına doğrudan (sarih) bir cevaptır. Bu “Kasr” (Sınırlama) sanatı, “Güç”ün kaynağını “Ben”den (Ene) alır, sâdece “Allah’a (Billâh)” verir. Bu, “Mal Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî ilâcıdır (çâre).

3. Sûre’nin Tezinin İsbâtı : “Zînet”in (Süs) “Toprak”a (Sa’îd) Dönüşmesi (Âyet 40-44)
> İktibas ( Meali):
> (40-41) “(Mü’min dedi ki:) ‘…Umulur ki Rabbim senin bağına (cennet) gökten (semâ) bir felâket (husbânen) gönderir de, (o bağ [bahçe]) kaygan bir toprak (Sa’îden Zelekan) hâline geliverir…'”
> (42) “Derken… (o bağ [bahçe]) çardakları üzerine çökmüş (hâviyetun ‘alâ ‘urûşihâ) (bir hâlde) kaldı… ( [Sâhibi] dedi ki:) ‘…Keşke Rabbime kimseyi ortak (şerîkâ) koşmasaydım!'”
> (44) “İşte orada (Hunâlike) yardım (velâyet), ancak Hak olan Allah’a (C.C.) (Lillâhi’l-Hakk) mahsustur.”
>
* Sanat 1 (Âyet 40-41): “Mukâbele” ve “Lafzî Tekrâr” .
* Tahlil: Mü’min adamın duâsı (yakarışı)/bedduâsı ), Sûre’nin (Âyet 8)’deki vaadinin birebir aynısıdır:
* Sûre’nin Tezi (Âyet 8): “…(O Zînet’i [Süs]) Sa’îden Curuzâ (Kupkuru Toprak) yapacağız.”
* Mü’minin Duâsı (Âyet 40): “…(O Zînet’in) Sa’îden Zelekan (Kaygan Toprak) oluverir.”
* Hikmeti: Bu Lafzî Tekrâr , o Mü’min kulun, Sûre’nin ana tezine (Zînet’in [Süs] fânîliğine) îman ettiğini gösterir.
* Sanat 2 (Âyet 42): Tezin Tatbîki.
* Tahlil: Ve netîce (Âyet 42)’de gelir. (Âyet 35)’te “Ebediyen (Ebedâ) yok olmaz” zannedilen o “Zînet” (Süs) (Cennet/Bağ [Bahçe]), (Âyet 8)’deki “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak) vaadi (sözü) tahakkuk ederek yok olur.
* Hikmeti (Kapanış): Kâfirin son sözü nedir? “Keşke şirk (ortak koşma) koşmasaydım.” Bu, (Âyet 34)’teki o “Ene ekseru…” (Ben daha fazlayım) demenin hakîkî mâhiyetinin (ne olduğunun) “Şirk (Ortak Koşma)” (Gizli Şirk) olduğunu itiraf (ikrar) etmesidir.
* Sanat 3 (Âyet 44): “el-Kasr” (Sınırlama) ile Nihaî Hüküm.
* Tahlil: “Hunâlike’l-Velâyetu Lillâhi’l-Hakk” (İşte orada yardım/hâkimiyet] ANCAK Allah’tandır).
* Hikmeti: Bu “Kasr” (Sınırlama), (Âyet 34)’teki o “e’azzu neferâ” (daha güçlü yardımcılar [nefer]) zannını kökten (aslî olarak) çürütür. O “Fitne” (İmtihan) ânında o “Nefer”in (Yardımcılar) (Zînet’in [Süs]) hiçbir “Velâyet”i (Yardım/Güç) olmadığı; bütün “Velâyet”in (Yardım) sâdece Allah’a âit olduğu ilân edilir.

Nihaî Netice (Bölüm 3)
İki Bahçe Sâhibi kıssası, Sûre’nin ana tezi olan (Âyet 7-8) “Zînet (Süs) & Fânîlik (Geçicilik)” diyalektiğinin (düşünce biçimi) en mükemmel temsilidir.
Nazım (Tertip), “Zînet”e (Süs) (Mal) aldanıp onu “Ebedî” (Ebedâ) (Âyet 35) zanneden bir adamın “Fitne”sini (İmtihanını) tasvir eder. Bu Fitne’nin (İmtihanın) çözümünü (hall), Mü’min arkadaşının dilinden iki kelime olarak sunar:
(1) Aslını (Esasını) hatırla (Turâb / Toprak- Âyet 37) ve (2) Gücün (Kuvvet) Sâhibini hatırla (Lâ Kuvvete İllâ Billâh- Âyet 39).
Kıssa, o”Ebedî (Ebedâ)” zannedilen “Zînet”in (Süs) (Bahçe), Sûre’nin vaadi olan “Sa’îd” (Toprak) (Âyet 40) hâline gelmesiyle, Sûre’nin tezini (Zînet’in fânîliğini) isbat ederek son bulur.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan üçüncüsüdür ve Sûre’nin “Fitne” (İmtihan) tezinin en derûnî ve en latîf olanıdır.
Bu kıssa , Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7) zikredilen “Zînet”in (Süs) mânevî bir türü olan “İlim Fitnesi”ni (yâni bilginin getirebileceği gizli enâniyeti ve bu fitnenin (imtihanın) çözümünü (hall) (Teslîmiyet) tasvir eder.
* (Kıssa 1) Ashâb-ı Kehf, “Zînet” (Süs) (Şirk Toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçtı (Firâr).
* (Kıssa 2) Bahçe Sâhibi, “Zînet” (Süs) (Mal) fitnesine (imtihanına) yenik düştü.
* (Kıssa 3) Hz. Mûsâ (A.S.) ise, “Zînet” fitnesinin çözümünü bulmak için yolculuğa çıktı.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 60-82)
1. “Fitne”nin (İmtihanın) Sebebi ve “Mukâbele” (Âyet 60-65)
> İktibas ( Meali):
> (60) “Hani Mûsâ (A.S.), genç adamına (fetâhu) demişti ki: ‘İki denizin birleştiği yere (mecma’a’l-bahreyn) varıncaya kadar durmayacağım (Lâ ebrahu)…'”
> (65) “Derken, kullarımızdan (ibâdinâ) bir kul (abden) buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet (rahmeten) vermiştik ve (وَ) ona katımızdan (min ledunnâ) bir ilim (‘ilmen) öğretmiştik.”
>
* Sanat 1: “el-Kinâye” (Dolaylı Anlatım) ve “Lafız Seçimi”.
* Tahlil (Lâ ebrahu): Hz. Mûsâ’nın (A.S.) (Hadîs-i Şerîf’te belirtildiği üzere, kendisini yeryüzünün [arz] en âlimi zannetmesiyle başlayan) o “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) çâresini bulmak için gösterdiği azmi (kararlılık) (“Lâ ebrahu” / Durmayacağım) gösteren bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Tahlil (Mecma’a’l-Bahreyn): “İki denizin birleştiği yer.” Bu, kıssanın anahtar İsti’âresidir.
* Hikmeti (İsti’âre): Bu, iki farklı “ilim” denizinin birleştiği yerdir:
* Hz. Mûsâ’nın (A.S.) Temsîl Ettiği: “Zâhirî İlim / Şerîat Denizi” (Kesbî [Çalışılarak Kazanılan] İlim.
* Hızır’ın (A.S.) Temsîl Ettiği: “Derûnî İlim / Hakîkat Denizi” (Vehbî [Allah Vergisi] / Ledünnî İlim.
* Netice: Kıssa, bu iki zıt ilim denizinin (“Mukâbele” nasıl birleşeceğini (yâni “Zâhir”in, “Bâtın”a nasıl teslîm olacağını gösterecektir.

2. Çözümün (Hall) Şartı: “Sabır” (Âyet 66-70)
> İktibas ( Meali):
> (67) “(O kul) dedi ki: ‘Şüphesiz (İnneke) sen, benimle berâber (me’iye) sabr edemezsin (len testetî’a… sabrâ).'”
> (68) “Ve (وَ) (zâten) iç yüzünü (hubrâ) kavrayamadığın (lem tuhit) bir şeye nasıl sabr edeceksin ki?”
> (70) “(O kul) dedi ki: ‘…O hâlde (Fe in), …bana hiçbir şey sorma (lâ tes’elnî)…'”
>
* Sanat 1: “Beyân-ı İllet” (Sebebin Açıklanması).
* Tahlil: “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) (yâni bilmenin getirdiği kibrin çâresi nedir? (Âyet 67) “Sabr” .
* Tahlil (Âyet 68): Hızır (A.S.), Hz. Mûsâ’nın (A.S.) neden “Sabr” edemeyeceğini “Beyân-ı İllet” (Sebebin Açıklanması) sanatı ile açıklar: “Keyfe tesbiru ‘alâ MÂ LEM TUHİT BİHÎ HUBRÂ?” (İç yüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredersin?)
* Hikmeti: Bu, kıssanın kilit cümlesidir. “İlim Fitnesi” (İmtihanı), kişinin kendi ilminin (“İhâta” [Kavrama]) sınırlarına gelmesidir. Hz. Mûsâ’nın (A.S.) “Zâhirî İlmi ” (Şerîat Hızır’ın (A.S.) “Bâtınî İlmi”ni kavrayamaz (İhâta edemez).
* Sanat 2: Çözümün Şartı (Âyet 70).
* Tahlil: Çözüm nedir? “Lâ Tes’elnî” (Sorma).
* Hikmeti: Bu, “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî tedâvisidir. Çözüm daha fazla bilmek değil, bilmediğin şeye “Teslîm” olmaktır. “Sorma” emri “Zâhirî Akl”ın “Bâtınî Vahy”e müdâhale etmemesi şartıdır.

3. Fitne’nin (İmtihanın) Tatbîki : Üç “Mukâbele” (Âyet 71-78)
Bu üç hâdise “Zâhirî İlim ” (Hz. Mûsâ [A.S.]) ile “Bâtınî İlim” (Hızır [A.S.]) arasındaki “Mukâbele” ve çatışmadır.
* 1. Hâdise (Gemi) (Âyet 71): “Harekahâ” (Gemiyi deldi).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu bir “zulüm”dür (haksızlık). (“İçindekileri boğmak [li tuğrika] için mi?”) (Şerîata aykırı.
* Mûsâ’nın (A.S.) İsyânı : “İmrâ” (Büyük, çirkin bir iş.)

* 2. Hâdise (Çocuk) (Âyet 74): “Katelehu” (Onu öldürdü).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu bir “cinâyet”tir. (“Nefsen Zekiyyeten” / Masum bir can). (Şerîata aykırı.
* Mûsâ’nın (A.S.) İsyânı : “Nukrâ” (Çok daha çirkin/Münker [Yasaklanmış] bir iş.

* 3. Hâdise (Duvar) (Âyet 77): “Fe ekâmehu” (Onu doğrulttu).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu “ahmaklık”tır. (“Le te’hazte ‘aleyhi ecrâ” / Ücret (Ecîr) almalıydın). (Akl-ı Me’âş’a [Geçim Aklı] aykırı.
* Netice (Âyet 78): “Hâzâ Firâku Beynî ve Beynike” (Bu, benimle senin aranın ayrılmasıdır).
* Hikmeti: Hz. Mûsâ (A.S.),”Zâhirî İlmi”nin (Şerîat ve Mantık baskısı sebebiyle) “Sabr” edememiş ve (Âyet 70)’deki “Sorma” şartını üç kez ihlâl etmiştir. Fitne (İmtihan), zâhiren kaybedilmiştir; fakat hakîkatte Hz. Mûsâ (A.S.) dersi almıştır.

4. Çözüm : “el-İzhâr” (Açığa Çıkarma) ve “Teslîmiyet” (Âyet 79-82)
Bu bölüm, o “Bâtınî İlm”in “Zâhirî İlm”e açıklanmasıdır.

* 1. Gemi (Âyet 79): Zâhirî hasar (“‘ibeha” / Ayıplı kılmak), daha büyük bir “Zînet” (Süs) (Geminin tamâmı) fitnesinden (imtihanından) (Gasp) kurtulmak içindi.

* 2. Çocuk (Âyet 80): Zâhirî musîbet (belâ) (Evlât [Benûn] ölümü [mevt]), daha büyük bir “Fitne”den (İmtihan) (Evlâdın [Benûn] ebeveynini [ana baba] “Tuğyân”a sürüklemesi) kurtulmak ve daha hayırlı bir “Zînet”e (Hayrun minhu) kavuşmak içindi.

* 3. Duvar (Âyet 82): Zâhirî külfet [ücretsiz] iş), gelecekteki bir “Zînet”i (“Kenz” / Hâzîne [Define]) korumak (hıfz) içindi.
* Sanat: Nihaî Hüküm (Âyet 82).
* Tahlil: Kıssanın mûcizevî mührü: “Ve mâ fe’altuhû ‘an emrî” (Ben onu kendi emrimle yapmadım).
* Hikmeti: Bu, (Âyet 68)’deki “Mâ lem tuhit bihî hubrâ”nın (Kavrayamadığın şey) nihaî tefsîridir.
* Nazmın Mânâsı : “Ey Mûsâ (A.S.)! Senin ‘Zâhirî İlmin’ (Şerîat) benim ‘Zâhirî Fiilime’ (Delmek, Öldürmek, Düzeltmek) isyân etti. Oysa ne senin ilmin sendendir ne de benim fiilim bendendir. Benim fiilim doğrudan (sarih) Allah’ın (C.C.) “Emr”idir.”
* Netice: “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî çözümü (hall), bütün fiillerin (zâhiren hayır veya şer görürsün) fâilinin Allah olduğunu bilmek ve O’nun “Emr”ine (Şerîat ve Kadere Teslîm olmaktır.
Nihaî Netice (Bölüm 4)
Hz. Mûsâ (A.S.) ve Hızır (A.S.) kıssası, “Zînet”in(Âyet 7) en latîf (ince) türü olan “İlim Fitnesi”ni (İmtihanını) tahlil eder.
Nazım, “İki Deniz” (Bahreyn) İsti’âresi ile “Zâhirî İlim” (Mûsâ ) ile “Bâtınî İlim” (Hızır) arasında bir Mukâbele kurar. Bu “Fitne”nin (İmtihanın) sebebinin “Zâhir”in “Bâtın”ı kavrayamaması (“Lem Tuhit”) olduğunu; çözümünün (hall) ise “Soru”yu (Aklı) terk edip (“Lâ Tes’elnî”) “Sabr” etmek olduğunu gösterir.

Kıssa, o kavranamayan fiillerin (Delmek, Öldürmek) bile İlâhî bir Emr (“‘An Emrî”) olduğunu ilân ederek, “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) tek çâresinin mutlak “Teslîmiyet” olduğunu mühürler.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan sonuncusu ve “Zînet” (Süs) fitnesinin (imtihanının) en geniş (vâsi’) olanıdır.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Giriş) (Âyet 7) zikredilen “Zînet”in en büyük ve en dünyevî (dünyayla ilgili) türü olan “Sultâ (Güç) ve Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”ni tasvir eder.
Bu kıssa, Sûre’deki diğer üç fitneye (imtihana) “nihaî bir cevap” niteliğindedir. Diğer kahramanlar o “Zînet”ten ya kaçmış (Ashâb-ı Kehf), ya ona yenilmiş (Bahçe Sâhibi ), ya da onunla imtihan olmuşken (Mûsâ [A.S.]); Zülkarneyn (A.S.), o “Zînet”in (Mülk) tamâmına sâhip olan ve o fitneyi en mükemmel şekilde yöneten (“hall” eden) “kâmil (tam) insan” modelidir.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 83-101)
1. “Fitne”nin (İmtihanın) Esâsı: Mutlak “İktidâr” (Âyet 83-85)
> İktibas ( Meali):
> (84) “Şüphesiz Biz (İnnâ), onu yeryüzünde (arz) iktidâr sâhibi (mekkennâ lehû) kıldık ve (وَ) ona her şeyden (kulli şey’in) bir sebep (yol/vâsıta [araç]) (sebebâ) verdik.”
> (85) “O da bir sebeb’e (yola) uydu (fe etbe’a sebebâ).”
>
* Sanat 1: “el-İcmâl kable’t-Tafsîl” (Detaydan Önce Özetleme).
* Tahlil: Nazım , Zülkarneyn’in (A.S.) kim olduğunu değil, vazîfesinin ne olduğunu özetleyerek başlar.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Fitne”nin (İmtihanın) (yâni (Âyet 7)’deki “Zînet”in) kaynağı nedir?
* “Mekkennâ lehû” (Ona İktidâr [Güç] verdik): Bu, “Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”dir.
* “Âteynâhu min Kulli Şey’in Sebebâ” (Ona her şeyden bir vâsıta verdik): Bu, “İlim” (Kıssa 3) ve “Mal” (Kıssa 2) fitnelerini de ihtivâ eden mutlak dünyevî kudrettir.
* Netice (Âyet 85): O, bu “Sebeb”i (Vâsıta) kullandı (Fe etbe’a sebebâ). Bu, onun imtihanının başladığını gösterir.
2. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-1: “el-Adâle” (Adâlet) (Âyet 86-88)
> İktibas (Meali):
> (86) “…(Bir kavim [topluluk] buldu). Dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ya (İmmâ) azâb (ceza) edersin, ya da (ve immâ) onlara iyilik (hüsnâ) edersin.'” (Bu, “Fitne”dir [İmtihan]).
> (87-88) “(Zülkarneyn [A.S.] dedi ki:) ‘(1) Kim zulm (zaleme) ederse, ona azâb edeceğiz… (2) Kim de îman (âmene) edip salih (iyi) amel (amile sâlihan) işlerse, ona da en güzel (el-hüsnâ) bir karşılık (cezâ) vardır…'”
>
* Sanat 1: “et-Tahyîr” (Seçenek Sunma) yoluyla İmtihan (Âyet 86).
* Tahlil: Allah Teâlâ Zülkarneyn’i mutlak iktidâr (güç) ile imtihan eder: “Ya Azâb (Ceza) et, ya İyilik (Hüsn) et.” Bu, “Güç (Kuvvet) Fitnesi”nin (İmtihanının) zirvesidir. O, bu gücü nefsî (keyfî) kullanabilirdi.
* Sanat 2: “et-Taklîd” (Taklîd Etme) ve “el-Mukâbele”.
* Tahlil (Çözüm): Zülkarneyn (A.S.) ne yaptı? O (Âyet 86)’daki o İlâhî seçeneği alıp, kendi adâlet sistemi hâline getirdi.
O İlâhî ahlâk ile ahlâklandı.
* Hikmeti (Mukâbele): O gücünü ikiye ayırdı:
* “Zulm” edene: “Azâb” (Celâl / Adâlet).
* “Îman (Îmân)”: “Hüsnâ” (İyilik/Güzellik) (Cemâl [Güzellik] / Lütuf).
* Netice: Zülkarneyn “Güç Fitnesi”ni (İmtihanını) nefsine göre değil, Allah’ın adâletine göre kullanarak çözdü.

3. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-2: “İlmi Allah’a Havâle Etme” (Âyet 90-91)
> İktibas ( Meali):
> (90) “…(Güneşin doğduğu yere varınca) onu (Güneş’i) öyle bir kavmin üzerine doğar buldu ki… onlar için bir siper (sitrâ) kılmamıştık.”
> (91) “İşte böyle (Kezâlike)! Ve (وَ) muhakkak ki Biz, onun (Zülkarneyn) yanında olan (ilimden) her şeyi (hubrâ) ihâta (kuşatma) etmiştik.”
>
* Sanat: “el-İbhâm” (Müphem [Belirsiz] Bırakma) ve “el-Hazf” (Sükût Etme).
* Tahlil: Zülkarneyn bu “ilkel”kavme ne yaptı?
Nazım (Tertip), (Âyet 87-88)’in aksine Zülkarneyn’in ne yaptığını söylemez (Hazf); sâdece”Kezâlike” (İşte böyle) der.
* Hikmeti: Bu “İbhâm” (Müphem [Belirsiz] Bırakma), (Kıssa 3)’teki “İlim Fitnesi”ne (İmtihanına) bir cevaptır. Zülkarneyn, (Hz. Mûsâ’nın aksine kendi zâhirî ilmiyle (“Onlara medeniyet öğretmeliyim!”) hareket etmedi. O Allah’ın o kavim hakkındaki İlâhî Takdîrini “Onlara siper kılmamıştık”) gördü ve o takdîre teslîm oldu. O (Âyet 91)’de belirtildiği gibi kendi ilminin değil, Allah’ın İhâta Eden İlmi’nin (“ekadnâ… hubrâ”) farkındaydı.

4. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-3: “Zînet”in Reddi (Âyet 94-98)
Bu, kıssanın ve Sûre’nin zirvesidir.
> İktibas (Meali):
> (94) “Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc bu yerde (arz) bozgunculuk (ifsâd) yapıyorlar. Sana bir vergi (harcan) verelim mi ki… bir set (sedden) yapasın?'”
> (95) “Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde iktidâr sâhibi (mekkennî) kıldığı (Mülk/Hâkimiyet) daha hayırlıdır (hayrun)…'”
> (98) “(Set bitince) dedi ki: ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir (rahmetun). Rabbimin vaadi (va’du) geldiği zaman ise onu yerle bir (dekkâ’en) eder…'”
>
* Sanat 1 (Âyet 94-95): “Mukâbele”(Kıssa 2 ile).
* Tahlil: Kavim (Topluluk), Zülkarneyn’e (A.S.) (Âyet 7)’deki “Zînet”in ta kendisini (Mal/Servet) “Harcan” (Vergi) olarak teklîf etti. Bu, **”Mal Fitnesi”**dir (Kıssa 2).
* Zülkarneyn’in Çözümü : O bu “Zînet”i reddetti.
* Hikmeti (Mukâbele):
* Bahçe Sâhibi (Kıssa 2): “Zînet” (Bahçe) sâhibiydi ve “Ene ekseru…” (BEN daha fazlayım) dedi (Fitneye [İmtihana] yenildi).
* Zülkarneyn (A.S.) (Kıssa 4): “Zînet”e (Süs) (Mülk/Hâkimiyet) sâhipti ve “Mâ Mekkennî fîhi RABBÎ Hayrun” (RABBİMİN verdikleri daha hayırlıdır) dedi (Fitneyi [İmtihanı] yendi).
* Netice: Zülkarneyn “Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”nin (İmtihanının) çözümünün, o mülkü Allah’tan bilmek (“Rabbî”) ve o mülkü daha fazla Zînet (Harcan) için değil, Adâlet (Set yapmak) için kullanmak olduğunu isbat etti.
* Sanat 2 (Âyet 98): Sûre’nin Teziyle (Âyet 8) Mükemmel Uyumluluk.
* Tahlil: Zülkarneyn o muazzam “Zînet”i (Set) bitirdiğinde ne dedi?
* “Hâzâ Rahmetun min Rabbî” (Bu, RABBİM’den bir rahmettir. (Tıpkı Bahçe Sâhibinin demesi gereken gibi: Mülk O’ndandır.
* “Fe izâ câ’e va’du Rabbî ce’alehu DEKKÂ'” (Rabbimin [Rab] vaadi (sözü) gelince,onu YERLE BİR [Dekkâ’] eder).
* Hikmeti (Lafzî İrtibât): Bu, Sûre’nin mührüdür.
* (Kıssa 2) Kâfir Sâhip: Bahçem “Ebedâ” (Ebedî) (Âyet 35) dedi. (Fitneye [İmtihana] yenildi).
* (Kıssa 4) Mü’min (Sâhibi): Setim “Dekkâ'” (Yerle Bir/Fânî) olacak dedi (Âyet 98). (Fitneyi [İmtihanı] yendi).
* Netice: Zülkarneyn’in “Dekkâ'” (Yerle Bir) kelimesi, Sûre’nin “Mukaddime”sindeki (Âyet 8) “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak) kelimesinin birebir mukâbilidir. Zülkarneyn bütün “Zînet”lerin (İlim [Bilgi], Mal, Mülk [Hâkimiyet]) fânî (geçici) olduğunu ve ancak “Rahmet” ve “Adâlet” için kullanılması gerektiğini idrâk eden kâmil insandır.
Nihaî Netice (Bölüm 5)
Zülkarneyn (A.S.) kıssası, Kehf Sûresi’nin çözüm kıssasıdır. O Sûre’deki bütün fitnelerin (imtihanların) çözümünü kendi şahsında toplamıştır:
* Güç (Kuvvet) Fitnesi’ni (İmtihanını) “Adâlet” (Âyet 87) ile çözdü.
* Mal Fitnesi’ni (İmtihanını) “Redd-i Zînet” (Süsü [Zînet] Reddetme (Âyet 95) ile çözdü.
* İlim Fitnesi’ni (İmtihanını) “Teslîmiyet” (Âyet 91) ile çözdü.
* Ve en mühimi Sûre’nin ana tezi olan (Âyet 8) “Fânîlik İdrâki (Anlayışı)”ni, yaptığı en büyük “Zînet”in (Süs) (Set) bile bir gün “Dekkâ'” (Yerle Bir / Toprak [Sa’îd]) olacağını ilân ederek mühürledi (Âyet 98).

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
09/11/2025




MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

Mariz Bir Asrın
Hasta Bir Unsurun,
Alîl Bir Uzvun
Reçetesi
Veyahut
Saykal-ül İslâmiyet
Veyahut
Bediüzzaman’ın
MUHÂKEMATI

​— · ⁖ · —

Cümle Tahiyyat, ol Hâkim-i Ezel ve Hakîm-i Ezelî ve Rahman-ı Lemyezelî’ye elyaktır ki: Bizi İslâmiyetle serfiraz ve Şeriat-ı Garra ile Sırat-ı Müstakime Hidayet etmiştir.
Öyle bir Şeriat ki; Akıl ve Nakil, dest be-dest ittifak vererek ol Şeriatın Hakaikinin Hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.
Öyle Hakaik ki; kökleri Hakikat zemininde rüsuh ile beraber dal ve budakları Kemalâtın göklerine yükselip, intişar edip… öyle Füruat ki; meyveleri Saadet-i Dâreyndir. Ve bizi Kur’an-ı Mu’ciz ile İrşad eylemiş…
Öyle Kitab ki: Kaideleri ile Hilkat-ı Âlemin Kitabından Desti Kader ve Kalem-i Hikmet ile mektub ve cari olan Kavanin-i Amîka-i Dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden; Ahkâm-ı Âdilanesiyle nev’-i beşerin nizam ve müvazenet ve terakkisine Kefil-i Mutlak ve Üstad-ı Küll olmuştur.
Salavat-ı Bînihaye, ol Server-i Kâinat ve Fahr-i Âlem’e hediye olsun ki: Âlem, enva’ ve ecnasıyla Onun Risaletine şehadet ve Mu’cizelerine delalet ve Hazine-i Gaybdan getirdiği Metâ-ı Âlîye Dellâllık ediyor. Güya Âleme teşrif ettiğinden herbir nev’i, kendi lisan-ı mahsusuyla alkışladığı gibi; Sultan-ı Ezel, zemin ve âsumanın evtarını intak edip herbir tel başka lisan ile Mu’cizatının nağamatını inşad etmekle, O Sadâ-yı Şirin bu Kubbe-i Minada ilelebed tanin-endaz etmiştir. Güya âsuman, kendi Mi’rac ve Melek ve Kamerin Elsine-i Semaviyesiyle Risaletini tebrik.. ve zemin kendi hacer ve şecer ve hayvanın dilleriyle Mu’cizelerine senâhân.. ve cevv-i feza, kendi cinn ve bulutların işaratıyla Nübüvvetine beşaret ve sâyebân.. ve zaman-ı mazi, Enbiya ve Kütüb ve kâhinlerin rumuz ve telvihatıyla o Şems-i Hakikatın fecr-i sadıkını göstererek müjdeci.. ve zaman-ı hal yani Asr-ı Saadet lisan-ı haliyle tabiat-ı Arabdaki inkılab-ı azîmin ve bedeviyet-i sırftan Medeniyet-i Mahzânın def’aten tevellü-dünü şahid göstererek Nübüvvetini isbat.. ve zaman-ı müstakbel kendi vukuat ve fünununun etvar-ı müdakkikanesiyle Onun Mevkib-i İkbalini istikbal.. ve lisan-ı hakîmane ile İrşadatına teşekkür; nev’-i beşer kendi Muhakkikleriyle bahusus Hatib-i Beliği ki, şems gibi kendi kendine bürhan olan Muhammed’in (A.S.M.) Lisan-ı Fasihanesiyle Haktan geldiğini ilân ve Zât-ı Zülcelal kendi Kur’anının Lisan-ı Beliğanesiyle ol Nebiyy-i Ümmi’nin Ferman-ı Risaletini kıraat ediyorlar ve oluyorlar.
Beyt:

جُمْلَه ش۪يرَانِ جِهَانْ بَسْتَهِٔ ا۪ينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ ح۪يلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ ا۪ينْ سِلْسِلَه رَا

Emma ba’d: Şu fakir, garib Nursî ki, Bid’atü’z-zaman lâkabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bediüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, Ah!. Ah!.. Ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık… Ve sû’-i fehim ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin Hakkını ve müstehak olduğu Hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi…
Hem de hakkı var. Zira biz israiliyatı Usûlüne ve hikâyatı Akaidine ve mecazatı Hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine Onun merhametidir.
Öyle ise, ey İhvan-ı Müslimîn!.. Geliniz, Ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle Dest-i Sadakatı uzatacağız, Biat edeceğiz. Onun Habl-ül Metinine sarılacağız.
Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense… Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…
Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında Hâkim-i Mutlak olacak yalnız Hakikat-ı İslâmiyettir. Evet Saadet-Saray-ı İstikbalde taht-nişin Hakaik ve Maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız Odur; emareler görünü- yorlar… Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra’nın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç Hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’stir ki, Şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.
Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; Meyl-i Taharri-i Hakikat ve Muhabbet-i İnsaniyet ve Meyl-i İnsaf olan Hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri Âhiret Saadetinden mahrum eden, Şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir.
Köle Efendisine ve hizmetkâr Reisine ve veled Pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun Seyyidi ve Mürşidi ve Ulûm-u Hakikiyenin Reis ve Pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû’-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı Zevahir-i Diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes’eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes’elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Ey benim şu Kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu Kitabla istediğim Hizmet budur: İslâmiyette olan Tarîk-ı Müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; Tarîk-ı Müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl Rehber-i Hakikat ve Âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve Sırat-ı Müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan Muhakkikîn-i İslâm ve âkıl Sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
Elhasıl: Maksadım: Ol Elmas Kılınca saykal vurmaktır.
Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i’lam demektir?..
Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.

​— · ⁖ · —

Bu metin, eserin telif gayesini, müellifin derdini ve asrın hastalığına dair teşhisini ortaya koyan fevkalade ehemmiyetli bir “reçete” hükmündedir.
Konunun geniş ve detaylı izahı, metnin kendi içinde saklı olan ana fikirler etrafında şu şekilde tasvir edilebilir:

1. Teşhis: Asrın Hastalığı ve Sebebi

Bediüzzaman, metne “Mariz Bir Asrın, Hasta Bir Unsurun, Alîl Bir Uzvun Reçetesi” başlığını vererek, içinde bulunduğu İslâm âleminin ve milletin “hasta” olduğunu tesbit etmektedir. Bu hastalığın verdiği ızdırabı “ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, Ah!. Ah!.. Ah!.. vâ esefâ” diyerek ifade eder.
Hastalığın teşhisi şudur: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık.”
• Mağz ve Lübb (Öz ve Çekirdek): İslâmiyet’in derûnî (iç) hakikatleri, imanın esasları (Akaid), tefekkür, marifetullah (Allah’ı tanıma) ve Kur’an’ın hikmetleridir.
• Kışır ve Zahir (Kabuk ve Dış Yüz): Dinin sadece şeklî (biçimsel) yönleri, aslı olmayan hikâyeler, teferruata dalıp aslı unutmak ve taassub (bağnazlık).
Bu hatanın neticesi “sû’-i fehim” (kötü anlayış) ve “sû’-i edeb” (edepsizlik) olmuştur. Müellife göre, Müslümanlar “israiliyatı Usûlüne ve hikâyatı Akaidine ve mecazatı Hakaikine karıştırarak” İslâmiyet’in kıymetini takdir edememişlerdir.
Bu sû’-i fehim neticesinde İslâmiyet, “evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eylemiş” (gizlenmiş) ve ceza olarak Müslümanlar “dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde” kalmışlardır.

2. İslâmiyet’in Hakikati: Akıl ve Naklin İttifakı

Müellif, tenkit ettiği bu yanlış anlayışın zıddına, İslâmiyet’in hakiki yapısını metnin başında tasvir eder:
• Şeriat, Akıl ve Nakil İttifakıdır: İslâmiyet “Öyle bir Şeriat ki; Akıl ve Nakil, dest be-dest ittifak vererek ol Şeriatın Hakaikinin Hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.” Bu, İslâm’ın temelinin hem vahiyle (Nakil) hem de selim akıl ve mantıkla (Akıl) tam bir uyum içinde olduğunun isbatıdır.
• Kur’an, Kâinat Kitabının Tercümanıdır: Kur’an-ı Mu’ciz, “Hilkat-ı Âlemin Kitabından Desti Kader ve Kalem-i Hikmet ile mektub ve cari olan Kavanin-i Amîka-i Dakika-i İlahiyeyi izhar” eder. Yani Kur’an, tabiat kitabını (kâinatı) yaratan Allah’ın, o kitabın manalarını açıklayan kelâmıdır. İkisi arasında zıtlık ve aykırılık olamaz.

3. En Büyük Mani: İlim (Fünun) ile Din Arasındaki Zannî Çatışma

Bediüzzaman, İslâm güneşinin “küsufa yüz tutmasına” (tutulmasına) sebep olan sekiz mani (engel) sayar. Bunların “en birinci mani ve bela” olarak tesbit ettiği husus, konunun merkezidir:
“Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.”
Yani, İslâm’ın bazı zahirî (dış) hükümleri ile modern ilimlerin (fünun) bazı meseleleri arasında gerçekte olmayan, sadece zannedilen (tevehhüm edilen) bir çatışma ve zıtlık anlayışı.
Müellif bu anlayışın bir “tevehhüm-ü bâtıl” (asılsız kuruntu) olduğunu haykırır ve şu muazzam kaideyi koyar:
“İslâmiyet, fünunun Seyyidi ve Mürşidi ve Ulûm-u Hakikiyenin Reis ve Pederidir.”
Nasıl ki “Köle Efendisine… veled Pederine” düşman olamazsa, İslâm’ın (Efendi/Peder) himayesinde gelişen hakiki ilimler (Köle/Veled) de İslâm’a muarız olamaz. Bu yanlış algı, hem Müslümanları (Ekrad ve emsalleri) “bâb-ı medeniyet ve maariften” (medeniyet ve ilim kapısından) ürkütmüş; hem de ecnebileri (Batılıları) “Âhiret Saadetinden” mahrum etmiştir.
Buna misal olarak “Küreviyet-i arz” (Dünyanın yuvarlaklığı) gibi coğrafyanın en bedihî (apaçık) bir meselesini, bazı zahirperestlerin (kışırda kalanların) “altı mes’eleye münafî” (dindeki altı esasa aykırı) zannederek inkâr etmelerini gösterir.

4. Müellifin Hedefi: “Saykal-ül İslâmiyet” (İslâmiyet Elmasını Parlatmak)

Bediüzzaman’ın bu eserle (Muhâkemat) maksadı, bu yanlış algıyı kırmaktır. Hedefini “Ol Elmas Kılınca saykal vurmaktır” (O elmas kılıcı parlatmaktır) cümlesiyle özetler. İslâmiyet elmas bir kılıçtır, fakat zamanla paslanmış (yanlış anlaşılmış, hurafelerle kapanmış); onun vazifesi bu pası silmektir.
Bu parlatma işi, “Tarîk-ı Müstakim”i (Dosdoğru Yolu) göstermekle olur ki, bu yol iki tehlikeli ucun ortasıdır:
• Ehl-i Tefrit (İhmalkârlar): Dinin düşmanlarıdır (“a’da-yı din”). İlimleri (fünun) bir silah gibi kullanarak dine şüphe (“teşkikat”) atarlar. Müellif, bunların şüphelerini reddetmeyi (“red ve yüzlerine vurmak”) hedefler.
• Ehl-i İfrat (Aşırılar): “Sadîk-ı ahmak” (ahmak dost) ve “zahirperest” (dış yüze takılan) kimselerdir. Bunlar, dini savunduklarını zannederken, ilim ve akıl ile dini çatıştırarak (Küreviyet-i arz misalindeki gibi) İslâm’a en büyük zararı verirler. Müellif, bu “tevehhümleri tard ve asılsızlığını göstermeyi” de hedefler.
Maksadı, “Muhakkikîn-i İslâm”a (İslâm hakikatlerini araştıran âlimlere) yardım etmektir.

5. Müjde: İstikbalin Hâkim-i Mutlakı İslâmiyet Olacaktır

Bütün bu olumsuzluklara rağmen müellif, “itikadım ve yakînimdir ki” diyerek şu müjdeyi verir:
“İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında Hâkim-i Mutlak olacak yalnız Hakikat-ı İslâmiyettir.”
Çünkü “taassub”, “taklid”, “cehalet” ve “istibdad” gibi eski maniler, “Meyl-i Taharri-i Hakikat” (Hakikati Araştırma Eğilimi) ve “Muhabbet-i İnsaniyet” (İnsanlık Sevgisi) gibi yeni ve kuvvetli hakikatler tarafından “zîr ü zeber” (altüst) edilmektedir. İlim ve hikmet geliştikçe, İslâm’ın akla ve fenne uygun olan hakikati daha da parlayacaktır.
Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ve Müradifler
Metinde geçen temel fikirler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan bağlantılıdır:

1. Akıl, Kâinat (Tabiat) ve Vahyin Uyumu (Müradifi: Tefekkür, Nazar, Hikmet):

Müellifin “Akıl ve Nakil ittifakı” ve “Kur’an’ın kâinat kitabını izhar etmesi” fikri, Kur’an’ın sürekli olarak kâinata nazar etmeyi (bakmayı) ve tefekkür etmeyi emretmesine dayanır.
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”
(Bakara 2/164 – Meali)

“Güneş’i ışıklı, Ay’ı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Bilen bir kavme âyetlerini ayrı ayrı açıklar.”
(Yûnus 10/5 – Meali)

Bu ayetler, tabiatın işleyişinin (fünun/ilim) “hesap” ile bilineceğini ve bunların “bilen” ve “düşünen” topluluklar için Allah’ın ayetleri olduğunu gösterir; böylece ilim ile dinin birliğini isbat eder.

2. Kışır (Kabuk) Değil, Lübb (Öz) (Müradifi: Takva, Birr, Hakikat):

Müellifin “kışır ve zahire” takılıp “mağz ve lübbü” terk etme tenkidi, Kur’an’ın şekilcilikten ziyade öze, yani takva ve birre (iyilik ve fazilet) vurgu yapmasıyla örtüşür.
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenin; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) dilenene ve kölelere verenin; namazı dosdoğru kılanın, zekâtı verenin; antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenin; zorda, hastalıkta ve savaş zamanında sabredenin iyiliğidir. İşte doğru olanlar bunlardır. Ve işte Allah’a karşı gelmekten sakınanlar da bunlardır.”
(Bakara 2/177 – Meali)

Bu ayet, iyiliğin (lübb/öz) sadece zahirî bir yöne dönmek (kışır/kabuk) olmadığını, asıl hakikatin imanda, ahlâkta ve amelde olduğunu tasvir eder.

3. Habl-ül Metin’e Sarılmak (Müradifi: Tevhid, İttihad, Sırat-ı Müstakim):

Müellifin “El birliğiyle Dest-i Sadakatı uzatacağız, Biat edeceğiz. Onun Habl-ül Metinine sarılacağız” çağrısı, tefrikanın (ayrılığın) zillet ve sefalet getirdiğini, kurtuluşun ise Allah’ın ipine sarılmakta olduğunu belirten şu ayete işaret eder:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmrân 3/103 – Meali)

Elhasıl: Muhâkemat’ın bu mukaddimesi, İslâm âleminin geri kalma sebebini, İslâm’ın hakikatinden (Akıl + Nakil + İlim birliği) uzaklaşıp, hurafelerle (israiliyat), taklitle ve zahirperestlikle (kışır) kirlenmiş bir din anlayışına (sû’-i fehim) ve en mühimi, ilim ile din arasında var zannedilen sahte çatışmaya (tevehhüm-ü müsademet) bağlamaktadır. Çözüm (reçete) ise, bu pasları silerek (saykal vurarak) İslâm’ın özündeki akılcı, hikmetli ve cihan şümul hakikatini yeniden ortaya çıkarmaktır.

 

===============•-•===============

 

Mukaddeme
Bu Kitab üç makale ile üç Kitab üzerine mürettebdir. Birinci Makale, Unsur-u Hakikatın veyahut bazı mukaddemat ve mesail ile İslâmiyete saykal vurmanın beyanındadır. İkinci Makale, Unsur-u Belâgatı keşfeder. Üçüncüsü, Unsur-u Akide ile Ecvibe-i Japoniye beyanındadır. Kitablar ise Kur’an’da işaret olunan İlm-üs Sema ve İlm-ül Arz ve İlm-ül Beşeri tahkik ile bir nevi Tefsirdir.
Birinci Makale
Maksada urûc etmek için Mukaddimelerden istimdad etmek, Ehl-i Tahkikin Düsturlarındandır. Öyle ise biz de oniki basamaklı bir merdiven yapacağız.
Birinci Mukaddeme
Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve Nakil taâruz ettikleri vakitte, Akıl asıl itibar ve Nakil tevil olunur. Fakat o Akıl, Akıl olsa gerektir.
Hem de tahakkuk etmiş: Kur’an’ın herbir tarafında intişar eden Makasıd-ı Esasiye ve Anasır-ı Asliye dörttür.
Onlar da: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve Nübüvvet ve Haşr-i Cismanî ve Adalettir. Yani Hikmet tarafından Kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey Kâinat!.. Nereden ve kimin Emriyle geliyorsunuz?. Sultanınız kimdir? Delil ve Hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” Kat’î cevab verecek yalnız Kur’an’dır. Öyle ise Kur’anda makasıddan başka olan Kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin. Evet İntizam görünür ve kemal-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in Vücud ve Kasd ve İradesine kat’iyyen şehadet eden İntizam-ı San’at, Kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemaan eden Hüsn-ü Hilkati Nazar-ı Hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu’ birer lisan olup Sâni’in Hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’i parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor. Madem maksad budur ve madem Kâinatın Kitabından İntizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar; Teşekkülât-ı Kâinat nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzât taalluk etmez. Fakat o Meclis-i Âlî-i Kur’anî’ye girmiş olan Kâinatın her ferdi dört Vazife ile muvazzaftır:
Birincisi: İntizam ve İttifak ile Sultan-ı Ezel’in Saltanatını ilân…
İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet Fünun-u Hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…
Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından Hilkatte cari olan Kavanin ve Nevamis-i İlahiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu isbat.. tâ o Nevamis-i Fıtriyenin imdadıyla, İslâmiyet neşv ü nema bulsun. Evet bu hasiyetle Din-i Mübin-i İslâm; sair heva ve heves içinde muallak ve mededsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tegayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.
Dördüncüsü: Herbiri birer Hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı Hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’an’da Kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet Kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara Kar’-ul Asâdır.
Şimdi tahakkuk etmiş şu şöyledir. Öyle ise: Şek ve şübhe etmemek lâzımdır ki; Mu’ciz ve en yüksek Derece-i Belâgatta olan Kur’an-ı Mürşid, Esalib-i Arab’a en muvafığı ve tarîk-i istidlalin en Müstakim ve en Vazıhı ve en Kısasını ihtiyar edecektir. Demek hissiyat-ı âmmeyi Tefhim ve İrşad için, bir derece ihtiram edecektir. Demek delil olan İntizam-ı Kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve Akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise, Tarîk-ı İrşada ve Meslek-i Belâgata ve Mezheb-i İ’caza muhaliftir. Meselâ: Eğer Kur’an dese idi:
( Ya eyyühen nas) Fezada uçan meczub ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan Şecere-i Hilkatten, anasır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz; tâ Sâni’-i Âlem’in Azametini tasavvur edesiniz. Veyahut: O kadar küçüklüğüyle beraber bir Âlem-i Hayvanat-ı Hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, Aklın Hurdebîniyle temaşa ediniz; tâ Sâni’-i Kâinat’ın herşeye Kadir olduğunu tasdik edesiniz.
Acaba o halde; delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi?.. Hem de onlarca muzlim bir şeyle, Hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi?.. Halbuki İ’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki; Onun safi ve parlak Damenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan Âyât-ı Beyyinatın telâfifinde Maksad-ı Hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı Zevahir-i Âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir.
Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan’da “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya raci’ değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; Kelime-i Vâhid hükmünde olan Kelâmullah’ın bir kısım Âyâtı, sair İhvanının Hakikat ve Cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının Kalblerindeki Sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl: Bu Hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve Âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’an diyor:
( لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) İlerisine de Hâfız değilim.” .
Nazar-ı Hakikate karşı maskara olacaktır.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Birinci Makale”sinin “Birinci Mukaddeme”si, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin usûl-ü tefsir (tefsir metodolojisi) ve İslâmî ilimler sahasındaki en mühim tesbitlerinden bazılarını ihtiva etmektedir. Bu metin, Akıl (Reason) ve Nakil (Revelation/Text) arasındaki münasebeti, Kur’an-ı Kerim’in kâinatı beyan etme tarzını ve bu beyandaki belâgat sırrını vuzûha kavuşturmaktadır.

Mukaddemenin İzahı: Akıl, Nakil ve Kur’an’ın Kâinatı Beyanındaki Belâgat Sırrı
Bu “Birinci Mukaddeme”, iki temel kaide üzerine bina edilmiştir:
• Akıl ve Nakil’in zahirî (görünürdeki) taâruzu (zıtlığı).
• Kur’an-ı Kerim’in kâinat bahislerindeki asıl maksadı.

1. Kaide: “Akıl, Akıl Olsa Gerektir”
Metin, Ehl-i Tahkik arasında kabul görmüş bir düsturu (prensibi) zikrederek başlar:
“Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve Nakil taâruz ettikleri vakitte, Akıl asıl itibar ve Nakil tevil olunur.”
Bu, İslâm düşünce tarihinde, bilhassa kelâm ve felsefe mekteplerinde çokça müzakere (tartışma) edilmiş bir kaidedir. Zahiren akıl ile ayet veya hadis (Nakil) arasında bir zıtlık görünürse, aklın hükmü “asıl” kabul edilir ve “Nakil” bu asla göre “tevil” edilir (yorumlanır).
Fakat Üstad Hazretleri, bu kaideye hayati bir şerh (açıklama) düşer:
“Fakat o Akıl, Akıl olsa gerektir.”
Bu cümlenin müradifi (anlamdaşı) şudur: Burada bahsedilen akıl, her insanın şahsî, hissiyattan müteessir (duygulardan etkilenen), vehimlere (kuruntulara) mağlup, tahsil ile terbiye edilmemiş ham aklı değildir. Bu akıl; akl-ı selim (sağduyu), burhan-ı kat’î (kesin delil), isbatlanmış ilmî hakikatler ve müsellemat-ı akliye (aklın zorunlu olarak kabul ettiği bedihî/açık gerçekler) demektir.
Hakikî ve selim bir Akıl ile hakikatiyle anlaşılmış bir Nakil (vahiy) esasen asla taâruz etmez, birbirini tekzip etmez (yalanlamaz). Zira her ikisi de menbaı (kaynağı) itibariyle Allah’ın (c.c.) iki ayrı kitabıdır: Biri Kitab-ı Kâinat (Aklın okuduğu), diğeri Kur’an-ı Kerim (Naklin getirdiği).
Eğer bir taâruz görünüyorsa, ya Akıl dediğimiz şey zan ve vehimdir, ya da Nakil’den anladığımız mana, ayetin asıl maksadı değildir. İşte bu Mukaddeme, ikinci ihtimal üzerine, yani Kur’an’ın kâinat bahislerindeki maksadını anlamak üzerine yoğunlaşır.

2. Kaide: Kur’an’ın Dört Temel Maksadı (Makasıd-ı Esasiye)

Metin, Kur’an’ın muhtevasını dört ana temele indirir:
• İsbat-ı Sâni’-i Vâhid: Bir olan Sanatkâr’ın (Allah’ın) varlığını ve birliğini isbat etmek (Tevhid).
• Nübüvvet: Peygamberliğin hakikatini ve lüzumunu isbat etmek.
• Haşr-i Cismanî: Bedensel dirilişi (ahireti) isbat etmek.
• Adalet: (Hem ibadet ve muamelatta hem de içtimaî hayatta) adaleti ve kulluğu tesis etmek.
Bu tesbite göre, Kur’an’ın kâinattan, tabiat hadiselerinden (gökler, yer, dağlar, denizler, bitkiler) bahsetmesi aslî maksat değildir. Bu bahisler “istitradîdir” (asıl konuya delil getirmek için ara sıra zikredilen, ikincil derecede olan).
Kur’an’ın kâinattan bahsetmesinin yegâne gayesi, “tâ san’atın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin.” Yani, kâinattaki mükemmel san’atı ve nizamı (düzeni) göstererek, o nizamın Sahibi’ne delil getirmektir.

3. Belâgat Prensibi: Delil, Müddeadan (İddiadan) Gizli Olamaz

İşte metnin kilit noktası burasıdır. Madem Kur’an’ın kâinattan bahsetmekteki maksadı “istidlal” (delil getirmek) ve “irşad”dır (yol göstermektir); o halde bu delilin, irşad edilecek olan muhatap (o günkü “hissiyat-ı âmme” yani halkın genel algısı) tarafından anlaşılır olması şarttır.
Bir muallim (öğretmen), maksadını anlatmak için bir misal verdiğinde, misal, anlatmak istediği asıl konudan daha karmaşık ve izaha muhtaç olursa, bu “ihlâl-i ifham” (anlatımı bozma) olur ve belâgata (sözün yerinde ve maksada uygun kullanılması san’atına) aykırıdır.
Metin, bu sırrı şu cümle ile ifade eder:
“Demek delil olan İntizam-ı Kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve Akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur.”
Hipotetik Misal (Kur’an’ın Neden Böyle Konuşmadığının İzahı):
Eğer Kur’an-ı Kerim, 1400 sene evvelki Arap çöllerindeki bedevîlere veya o günün insanlarına şöyle hitap etseydi:
“Ey insanlar! Fezada (boşlukta) süratle dönen ve gezen Arz küresine… Güneş’in kendi yörüngesindeki istikrarına (Solar Apex’e)… bu cisimleri birbirine bağlayan cazibe-i umumiye (kütle çekim) kanununa… yahut bir damla sudaki hayvanat-ı hurdebîniyeye (mikroskobik canlılara) bakın da Allah’ın kudretini anlayın!”
Böyle bir hitap, irşad olmazdı. Çünkü muhatap, “cazibe” nedir, “küre” nedir, “hurdebînî” (mikroskobik) nedir bilmezdi. Delil (cazibe), müddeadan (Allah’ın varlığından) daha “hafî” (gizli) ve daha “muhtac-ı izah” (izaha muhtaç) olurdu. Bu, “onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis” (açıkça hissettikleri şeylerin zıddına bir safsata teklif etmek) olurdu.
Kur’an’ın Kullandığı Belîğ (Edebi) Metod:
Kur’an, onlarca “maruf ve me’nus” (bilinen ve alışılmış) olanı kullanır. Onların hissettiği nedir? Yeryüzünün ayakları altında sabit bir “döşek” (beşik) gibi olması, gökyüzünün bir “tavan/bina” gibi başları üstünde durmasıdır. Kur’an, bu hissi alır ve “Bu döşeği kim serdi? Bu tavanı direksiz kim durduruyor?” diye sorarak asıl maksadına, yani *Sâni’*a intikal ettirir.
• Ayet ( Meali): Bakara Sûresi, 22. Ayet:
$$\text{اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَاداً وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ}$$
“O, yeryüzünü sizin için döşek, gökyüzünü de bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
Burada “döşek” (firaş) ve “bina” (binaen) kelimeleri, muhatabın hissine bir saygıdır.
• Ayet ( Meali): Nebe’ Sûresi, 6-7. Ayetler:
$${اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَاداًۙ ﴿٦﴾ وَالْجِبَالَ اَوْتَاداًۙ ﴿٧﴾}$$
“Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık kılmadık mı?”
Burada Arz’ın (Yerkürenin) küreviyetine (yuvarlaklığına) aykırı bir durum yoktur. “Döşek” (mihad) ve “kazık” (evtad) birer teşbih (benzetme) ve kinayedir (üstü kapalı söz).

4. Belâgat Kaidesi: “Maânî-i Ûlâ” ve “Maânî-i Sânevî”

Metnin devamı, bu belâgat sırrının nasıl çalıştığını “Fenn-i Beyan” (Belâgat İlmi) üzerinden izah eder.
• Maânî-i Ûlâ (Birinci Anlamlar): Kelimelerin suretine, lafzına, lügat manasına dayanan ilk anlamdır.
• Maânî-i Sânevî (İkinci Anlamlar): Kelimenin lügat anlamı değil, o kelimeyi kullanmaktaki “maksad ve garaz” (amaç ve niyet) olan asıl anlamdır.
Metindeki Misal: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse.
• Maânî-i Ûlâ (Suret): O kişinin kılıcının askısı uzundur.
• Maânî-i Sânevî (Maksad): O kişi uzun boyludur. (Çünkü ancak uzun boylu biri uzun kılıç askısı kullanır).
Şimdi, bu kaideye göre “sıdk ve kizb” (doğruluk ve yalan), birincil anlama (surete) göre değil, ikincil anlama (maksada) göre değerlendirilir. Eğer o kişinin kılıcı hiç olmasa bile, boyu gerçekten uzunsa, “Kılıncının bendi uzundur” sözü doğrudur. Çünkü maksat hasıl olmuştur.
Kur’an’a Tatbiki:
Kur’an “Yeryüzünü döşek kıldık” (Nebe’, 6) dediğinde:
• Maânî-i Ûlâ (Suret): Yeryüzü düz bir döşektir (ki bu, ilmî olarak doğru değildir).
• Maânî-i Sânevî (Maksad): Yeryüzü, üzerinde hayat sürmeniz, istirahat etmeniz, gezip dolaşmanız için (dönen bir küre olmasına rağmen) sarsıntısız, istikrarlı, mükemmel bir “beşik” ve “yaşam alanı” olarak yaratılmıştır.
İşte bu maksad (ikinci anlam) yüzde yüz doğrudur ve Sâni’in rahmet ve hikmetine delildir. Kur’an, hem avamın hissine (birinci anlama yakın durarak) saygı göstermiş, hem de hakikate (ikinci anlamla) işaret etmiştir. “Zevahir-i Âyâtı… maksada menâr etmiştir.” (Ayetlerin zahirî/görünür anlamlarını, asıl maksada giden bir deniz feneri yapmıştır).

5. İkaz: Bektaşî Temsili (Siyak ve Sibakın Önemi)

Metin, bu derin usûlü (metodu) anlayamayan ve ayetleri cımbızla çeken kişilerin düşeceği gülünç durumu, meşhur Bektaşî fıkrasıyla sonlandırır:
“…meşhur bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda (bahane bularak) demiş: ‘Kur’an diyor: ( لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) İlerisine de Hâfız değilim.’ Nazar-ı Hakikate karşı maskara olacaktır.”
Mesele şudur: Bektaşî’nin “Namaz’a yaklaşmayın” (لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) diye iktibas ettiği yer, bir ayetin sadece bir parçasıdır.
• Ayetin Tamamı ( Meali): Nisâ Sûresi, 43. Ayet:
$${يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارٰى حَتّٰى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُباً اِلَّا عَابِر۪ي سَب۪يلٍ حَتّٰى تَغْتَسِلُوا…}$$
“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar… namaza yaklaşmayın…”
Bektaşî, ayetin siyak ve sibakını (metin içi bağlantısını ve bağlamını), yani “ve entüm sükârâ” (siz sarhoş iken) kaydını atarak, ayetin maksadını (sarhoşken namazı yasaklamak) tamamen tersine çevirip (namazı mutlak surette yasaklamak) bir “maskara” olmaktadır.
Aynen bunun gibi, bir kimse de Kur’an’ın “Arz’ı döşek kıldık” ayetini alıp, Kur’an’ın asıl maksadı olan istidlâl-i Sâni’ (Yaratıcı’ya delil getirme) ve belâgat (muhatabın seviyesine inme) cihetini anlamayıp, “Bak, Kur’an Arz düzdür diyor, bilim ise yuvarlaktır diyor, demek ki (hâşâ) Kur’an bilimle çelişiyor” derse, o da hakikat nazarında aynı Bektaşî gibi “maskara” olur.

Hülasa (Sonuç)
Bu “Birinci Mukaddeme”, Kur’an tefsirinde muazzam bir kaide koymaktadır:
• Gerçek, selim Akıl ile sahih Nakil (Kur’an) çatışmaz.
• Kur’an, bir fizik veya astronomi kitabı değil, bir hidayet (doğru yolu gösterme) kitabıdır.
• Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi, Sâni’i (Yaratıcı’yı) isbat etmek içindir; bu sebeple delil, müddeadan (asılsız iddiadan) gizli olamaz.
• Kur’an, bu irşad vazifesi için, muhatapların hislerine ve anlayış seviyelerine saygı duyan bir belâgat dili (kinaye, teşbih, mecaz ve ikincil anlamlar) kullanır.
• Bu belîğ üslup, hem o günün avamını (halk tabakasını) irşad eder, hem de “telvih ve işaret ettiği” (dolaylı olarak gösterdiği) derin manalarla gelecekteki ehl-i fen (bilim adamları) ve ehl-i tahkik (araştırmacılar) gibi havas (seçkinler) zümresini tatmin eder.

 

===============•-•===============

 

İkinci Mukaddeme
Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir. Âlemde meyl-ül istikmal vardır. (1)
(1): Bizim bir Kürd demiştir:
Her zerrede temayül ayandır tekâmüle
Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile
Bir Nokta-i Kemale şitab üzre Kâinat,
Ol Noktaya teveccüh ile yükselir Hayat.
Kahriyyat

Onun ile Hilkat-ı Âlem, Kanun-u Tekâmüle tâbidir. İnsan ise; Âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl- üt terakki mevcuddur. Bu meyil ise Telahuk-u Efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u Efkâr ise; Tekemmül-ü Mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü Mebadi ise; Fünun-Ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka’ ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyeden çok mesail var ki: Mebadi ve vesaitin tekemmülüyle ve telahuk-u efkârın keşfiyatıyla, bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlar ile oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Halbuki Hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikmet ve vüs’at-i kariha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla müvazene olunsa, tereccuh edip ağır gelecektir. Noksaniyet İbn-i Sina’da değil; çünki ibn-i zamandır. Onu nâkıs bırakan, zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, kolomb-u zûfünun’un sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. Fakat bununla beraber şimdi gelecek bir Hakikatı nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail iki kısımdır:
Birisinde telahuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasılki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.
Kısm-ı diğerîde esas itibariyle telahuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasılki hariçte bir uçurum üzerinden atlamak veyahut bir dar yerden geçmekte küll ve küll-ü vâhid birdir. Teavün faide vermez.
Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekseri, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı, ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi maneviyat veya Ulûm-u İlahiyedendir. Lâkin eğer çendan telahuk-u efkâr bu kısm-ı saninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemez ise de; bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.
Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu Sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mahareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik Hakaik-i Mahza ve Mücerredat-ı Sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta Latife-i Rabbaniye denilen Kalbin sektesini ve Cevher-i Nuranî olan Aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların Akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…


​— · ⁖ · —

Üçüncü Mukaddeme
İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i yunaniyenin bir kısmı, Daire-i İslâmiyet’e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki:
O necib Kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktaki içlerinden Hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan Din-i Mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız Dinin Marifetine inhisar eylediler. Fakat Kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlal için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvî muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur’an idi. Bundan sonra Kavm-i Arab sair akvamı bel’ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan israiliyat ise Vehb, Kâ’b gibi Ülema-i Ehl-i Kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arabların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o Efkâr-ı Safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira Ülema-i Ehl-i Kitabdan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet Celalet ve Tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular.. reddedilmedi. Çünki İslâmiyet’in usûlüne müsadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ, sonra Hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.
Hem de vaktaki şu israiliyat, Kitab ve Sünnet’in bazı îmaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat Âyât ve Hadîsin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû’-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf- ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı Âyât ve Ehadîsi o hikâyat-ı israiliyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve Hadîs-i Sahihtir. Yoksa Ahkâmı mensuh olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet mâsadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki mâsadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.
Hem de vakta hikmet-i yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pekçok esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi Tahkikten taklide bir yol açtı.
Hem de Âb-ı Hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet nasılki ihtilat-ı a’cam ile Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla, Muhakkikîn-i Ülema o melekeyi muhafaza etmek için, Ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve israiliyat dahi Daire-i İslâmiyete duhûlleriyle beraber, bazı Nekkad-ı Muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa!. tamamıyla muvaffak olamadılar.
İş bu kadar da kalmadı. Çünki Tefsir-i Kur’an’a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur’anın Nakliyatını bazı israiliyata tatbik ve bir kısım Akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünki gördüler ki, Kur’an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle… Sonra Kitab ve Sünnetin bazı Nakliyat-ı Sadıkalarıyla ve bazı muharref israiliyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.
Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti Kitab ve Sünnetin manalarına tefsir ve maksadlarına beyan zannedip hükmeylediler.
Kellâ.. sümme kellâ!..Zira Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı İ’cazıdır. Müfessiri Eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklın tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünki o, onları tezkiye etmezse; şehadetleri mesmu’ olamaz. Evet Süreyya’yı serada değil, Semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da Sikke-i Belâgat olmadığından Kur’an kabul etmez.
Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek Vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât veyahut hikmetin ebatîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra Âyât ve Ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız” dediğin vakit alacağın cevab şudur: “Yahu! İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, Nekkad-ı Hakikat reddeder. Sultan-ı İ’caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen Âyet ve Hadîsin Nizamlarına taarruz ettiğinden Âyet şikayet edip Hâkim-i Belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve Müşteri-i Hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.
Tenvir için bir darb-ı mesel:
Kürdlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi; hırsızlığın tebeyyün edecektir. O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın san’atıdır.” Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile
فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِ¬۪ينْ ژِمِنْ
derdi. Yani: “Tanin sizden, bal benden.”
Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi!.. Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki Kalb ve Vicdana Ervah-ı Hakaiki vahyeden o Kitab-ı Kâmilin Kelimatı Melaike gibidirler.
Hadîs, Maden-i Hayat ve Mülhim-i Hakikattır. Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o Hakaik-i Âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan Hakaik-i Âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin…

H â t i m e
Bu Mukaddimeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir Tefsir-i Kur’an istiyor. Evet her zamanın bir Hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı Âmmeye hocalık edecek yine Efkâr-ı Âmme-i İlmiyedir. Bu Sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i Azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs Muhakkikîn-ı Ülemadan müntehab bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir Tefsiri te’lif etmekle, sair Tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem’ etmelidirler. Evet meşrutiyettir, herşeyde meşveret hükümfermadır. Efkâr-ı Umumiye dahi didebandır. İcma-i Ümmetin hücciyeti, buna hüccettir.

​— · ⁖ · —

Bu iki mukaddeme, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Kur’an tefsirine dair takip edeceği usûlün (metodolojinin) ve İslâmî ilimlerin nasıl anlaşılması gerektiğinin temellerini atmaktadır.
• İkinci Mukaddeme: Zamanın ilerlemesiyle ilimlerin nasıl tekâmül ettiğini, fakat bu tekâmülün “maddî” ve “manevî” ilimlerde nasıl farklı tezahür ettiğini izah eder.
• Üçüncü Mukaddeme: İslâm tefekkür (düşünce) tarihine sızan “İsrailiyat” ve “Yunan Hikmeti (Felsefesi)” gibi yabancı unsurların, Kur’an hakikatlerinin anlaşılmasında nasıl bir ihtilâl-i efkâra (fikir karışıklığına) sebebiyet verdiğini tenkit eder.
Aşağıda bu iki mühim mukaddemenin tafsilatlı bir şerhini bulacaksınız.

İKİNCİ MUKADDEME’NİN İZAHI:
(İlimlerin Tekâmülü, Maddiyat ve Maneviyat Ayrımı)

Bu mukaddeme, ilmin ve idrakin zaman içindeki seyrini tasvir eder.
Ana Fikir: Maziden Müstakbele Fikrî Tekâmül
Metnin ana tezi, “Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir.” cümlesidir. Yani, geçmişte isbata muhtaç, derin nazarî (teorik) tetkik gerektiren bir hakikat, gelecekte herkesin kolayca anlayabileceği bedihî (apaçık, aksiyomatik) bir bilgi haline gelebilir.
Bu tekâmülün (kemale erme sürecinin) mekanizması şöyle izah edilir:
• Meyl-ül İstikmal (Kemâle Meyil): Kâinatta (âlemde) umumî bir “istikmal meyli”, yani noksanlıktan kemâle doğru bir temayül vardır. Bu, hilkatin (yaratılışın) yapısına dercedilmiştir.
• Meyl-üt Terakki (İlerlemeye Meyil): İnsan, kâinatın bir semeresi (meyvesi) ve eczası (cüzü) olduğundan, onda da bu kemâle meyil, “terakki meyli” (ilerleme arzusu) olarak tezahür eder.
• Telahuk-u Efkâr (Fikirlerin Birikimi): Bu terakki meyli, tek bir şahsın gayretiyle değil, Telahuk-u Efkâr yani “fikirlerin birbirine eklenmesi, birikimli olarak ilerlemesi” ile neşv ü nema bulur (gelişir).
• Tekemmül-ü Mebadi (Esasların Olgunlaşması): Fikirlerin birikimi ise, Tekemmül-ü Mebadi yani “ilimlerin temel esaslarının ve vasıtalarının olgunlaşması” ile inbisat eder (genişler).

Misaller: İbn-i Sina ve Kolomb
Üstad Hazretleri, bu fikri isbat için iki parlak misal verir:
• İbn-i Sina: Hikmetin bir pederi (babası) hükmünde olan İbn-i Sina; zekâsı, fikir kuvveti ve hikmetiyle bu zamanın yüzlerce hükemasından (düşünüründen) üstün olsa da, zamanının noksaniyeti sebebiyle (çünkü ibn-i zamandır) bazı bedihî meselelerde geri kalmıştır. Bugünün çocuklarının bildiği coğrafya, kimya veya kozmoğrafya hakikatleri, onun zamanında mebadi (temel esaslar) ve vesait (araçlar) tekemmül etmediği için ona nazarî (teorik) ve hafî (gizli) kalmıştır.
• Kolomb (Columbus): Yeni Dünya’nın (Amerika’nın) keşfi, Kolomb’un tebahhur-u fikrine (fikir derinliğine) ve mehaliki iktihamına (tehlikelere atılmasına) bağlı büyük bir hadise idi. Faraza bu keşif bu zamana kalsa idi, “hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de” basit bir pusula ile bu keşfi yapabilirdi.
Asıl Mesele: İlimlerin İki Kısma Ayrılması
Mukaddemenin kilit noktası burasıdır. Üstad, ilimleri (mesaili) iki kısma ayırır:
1. Kısım (Maddiyat ve Ulûm-u Maddiye):
• Misali: Büyük bir taşı kaldırmak.
• Usûlü: Teavün (yardımlaşma) ve Telahuk-u Efkâr (fikir birikimi) elzemdir. Bin kişi, bir kişiden daha güçlüdür.
• Muvaffakiyet: Tedricîdir (aşamalıdır). İbn-i Sina’nın bilemediğini, asırlar sonra gelen bir çocuk bilebilir.
2. Kısım (Maneviyat ve Ulûm-u İlahiyye):
• Misali: Bir uçurum üzerinden atlamak veya dar bir yerden geçmek.
• Usûlü: Teavün (yardımlaşma) ve Telahuk-u Efkâr (fikir birikimi) bu kısmın mahiyetini (özünü) değiştirmez. “Bin de, bir de birdir.” İman hakikatlerini veya İlahî sıfatları idrak etmek, şahsî bir tecrübe ve def’î (anî) bir inbisat (açılım) ile olur.
• Muvaffakiyet: Def’îdir (birdenbire olur). Bir sahabenin, velayetin en yüksek mertebesindeki bir zâtın asırlarca çalışarak elde edeceği hakikate bir anda sohbet-i nebevî ile vasıl olması gibi.
• İstisna: Telahuk-u efkâr bu kısmın mahiyetini (özünü) değiştirmese de, “bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.” Yani, iman hakikatlerinin isbat yollarını (bürhanları) daha net, açık ve kuvvetli hale getirebilir.

Tenkit: Maddiyyun Zihniyetinin Maneviyattaki Gabâveti
Mukaddeme, mühim bir “sır” ile biter: “Kim bir şeyde çok tevaggul etse (derinleşse); galiben başkasında gabileşmesine (idraksizleşmesine) sebebiyet verir.”
Buna binaen:
• “Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur.”
• Maddî ilimlerde mahareti olanın, manevî ilimlerde ve İlahî hakikatlerde hükmü hüccet (geçerli delil) değildir; sözü dahi şâyan-ı istima’ (dinlemeye değer) değildir.
• Misal: Tıbbî bir mesele için tabibe bedel (yerine) mühendise müracaat etmek, hastanın vefatına davetiye çıkarmaktır.
• Netice: Hakaik-i Mahza (sırf hakikatler) ve Mücerredat-ı Sırfe (sırf soyut meseleler) olan maneviyatta, maddiyyunun (materyalistlerin) hükümlerine müracaat etmek; “Latife-i Rabbaniye denilen Kalbin sektesini (durmasını) ve Cevher-i Nuranî olan Aklın sekeratını (can çekişmesini) ilân etmek demektir.”
Bu tenkidin esası, şu ayet-i kerimede mündemiçtir:
﴿أَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَar وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ﴾
Meali: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler kör olmaz; asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22:46)
Üstad’ın “Herşeyi maddiyatta arayanların Akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…” hükmü, bu ayetin bir tefsiri gibidir. Maneviyatın idrak mahalli kalbdir (Latife-i Rabbaniye); sadece maddî âleme bakan göz (basar) değil, basiret (kalb gözü) lazımdır.

ÜÇÜNCÜ MUKADDEME’NİN İZAHI:
(Tefsir Usûlüne Giren İsrailiyat ve Yunan Hikmetinin Tenkidi)

Bu mukaddeme, İslâm ilim geleneğine, bilhassa Tefsir ilmine giren ve efkârı ihtilâle veren (fikirleri karıştıran) iki yabancı kaynağı tenkit eder.
Problem 1: İsrailiyat’ın Duhûlü (Girişi)
• Zemin: Cahiliye devrinde ümmet-i ümmiye (okuma yazma bilmeyen bir topluluk) olan Kavm-i Arab, İslâm ile uyanmış ve bütün rağbetlerini Dinin Marifetine (Dini tanımaya) hasretmiştir. Kâinata bakışları teşrihat-ı hikemiye (hikmetli analiz) için değil, istidlal (Allah’ın varlığına ve birliğine delil çıkarma) içindi. Yegâne mürebbileri (terbiyecileri) Kur’an idi.
• Sızma (Tedahül): Vehb (İbn Münebbih) ve Kâ’b (el-Ahbâr) gibi Ülema-i Ehl-i Kitab (Ehl-i Kitap âlimleri) İslâmiyet’e dâhil olunca, muharrefe (tahrif edilmiş) olan eski malûmatları (İsrailiyat) da onlarla beraber İslâm hazinesine girdi.
• Kabul Sebebi: Bu zatlar İslâmiyet şerefiyle tekemmül ettiklerinden, onların müzahrefe-i sâbıka (önceki süslü, asılsız) malûmatları da makbul ve müsellem (kabul edilmiş) gibi oldu.
• Tenkitsizlik: Bu rivayetler, İslâmiyet’in usûlüne (temel esaslarına) müsadim (zıt, çarpışan) olmadığından ve ehemmiyetsiz görüldüğünden, hikâyat (hikâyeler) gibi dinlendi ve tenkitsiz bırakıldı.
• Netice: “Fakat hayfâ (ne yazık ki), sonra Hak olarak kabul edildiler, çok şübeh (şüphe) ve şükûkata (şeklere) sebebiyet verdiler.”
• Tefsirdeki Hata: En büyük hata, bu İsrailiyat’ın, Kur’an ve Sünnet’in bazı îmaatlarına (işaretlerine) merci (kaynak) ve mefahimlerine (anlamlarına) me’haz (dayanak) yapılmasıdır. Zahirperestler (yüzeysel bakanlar), bu rivayetleri ayetlerin manası zannettiler. Halbuki onlar mana değil, belki doğru olsalardı ancak mâsadak (mananın tatbik edildiği bir fert, bir örnek) olabilirdi.
• Kaide: “Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve Hadîs-i Sahihtir. Yoksa Ahkâmı mensuh (hükmü kaldırılmış) olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.”
Bu noktada Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin Müheymin (gözetici, tasdik edici ve tashih edici) vasfı hatırlanmalıdır:
﴿وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِناً عَلَيْهِ…﴾
Meali: “Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik…” (Mâide, 5:48)
Kur’an, önceki kitaplara Müheymin (hâkim) iken, o kitapların muharref (tahrif edilmiş) rivayetlerini Kur’an’a tefsir yapmak, Müheymin olanı, Müheymin aleyh (hüküm altında) olana tâbi kılmaktır ki, bu apaçık bir hatadır.

Problem 2: Hikmet-i Yunaniye’nin (Yunan Düşüncesi) Duhûlü
• Zemin: Me’mun (Abbasi Halifesi) devrinde, Yunan hikmetini (felsefesini) “Müslüman etmek” niyetiyle tercüme edildi.
• Hata: “Pekçok esatîr (mitoloji) ve hurafatın (hurafelerin) menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine (kokuşmuş) olduğundan” safî olan Arap efkârını (düşüncelerini) bulandırdı.
• Netice: Tahkikten taklide bir yol açtı. (Araştırmadan, körü körüne taklide). Âb-ı Hayat (hayat suyu) olan İslâmiyet’ten hakikatleri istinbat etmek (çıkarmak) yerine, o hikmete telemmüz (öğrencilik) etmeye tenezzül ettiler.
Umumî Hata: Tevilde Sirkat (Hırsızlık)
Bazı ehl-i zahir (yüzeysel âlimler), Kur’an’ın Nakliyatını (kıssalarını) İsrailiyata; Akliyatını (aklî delillerini) ise Yunan hikmetine tatbik ettiler. Bu yabancı kaynaklarla Kur’an arasında bir mutabakat (uygunluk) ve müşabehet (benzerlik) tevehhüm (zannettiler) ve bu zannı “tefsir” olarak sundular.
Bediüzzaman’ın Cevabı: “Kellâ.. sümme kellâ!..”
• “Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı İ’cazıdır. Müfessiri Eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir.”
(Kur’an’ın doğruluğunun delili kendi icazıdır [mu’cizeliğidir]. Onun tefsircisi yine kendi parçalarıdır [diğer ayetlerdir]. Manası dışarıda değil, kendi içindedir. O, sedef içindeki inci gibidir, değersiz bir çamur parçası değildir.)
• “Süreyya’yı serada değil, Semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında (sedeflerinde) ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama…”
• Alo’nun Bal Hırsızlığı Misali: Üstad, bu hali, Kürtlerin bir darb-ı meseli ile izah eder: Alo isimli bir bal hırsızı, yabancı arıları boş bir peteğe doldurur, balı ise başka yerden çalarmış. Soranlara “Bu, bal mühendisi arılarımın san’atıdır” der, sonra arılara dönüp “فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِ¬۪ينْ ژِمِنْ” (Tanin sizden, bal benden / Vızıltı sizden, bal benden) dermiş.
• Teşbihin İzahı: Ey hevesiyle tevil yapan (yorumlayan) efendi! Senin yaptığın da budur. Elfaz (Kur’an’ın lafızları) arı kovanı gibidir; sen ise manayı (balı) Yunan hikmetinden veya İsrailiyat’tan sirkat edip (çalıp) o lafızların içine koyuyorsun. Sonra da “İşte ayetin manası budur” diyorsun.
• Hakikat: “Halbuki senin manan bal değil, zehirdir.” Ve o lafızlar arı değil, “Kalb ve Vicdana Ervah-ı Hakaiki (Hakikatlerin Ruhlarını) vahyeden o Kitab-ı Kâmilin Kelimatı Melaike gibidirler.”

Netice: İfrat ve Tefrit Çıkmazı
• İfrat (Aşırılık): Bu çürük, yabancı malûmatı İslâmiyet’e dâhil etme hususunda gösterilen müsamaha (gevşeklik) bir ifrat idi.
• Tefrit (Tepkisel Reddiyecilik): Bu ifrat, bir tefrite sebeb oldu. Ehl-i tenkid (insafsız tenkitçiler), Hakaik-i Âliye (yüce hakikatler) içine karışmış bu çürük şeyleri gördüklerinde, “umum defineyi kalp (sahte) ve umum elmaları acı zannedip” İslâm’ın bütün hakikatlerinden ürktüler ve nefret ettiler.
Halbuki bir bostana dışarıdan düşmüş “çürük ve acı bir elma” yüzünden bütün bostanı, veya bir defineye girmiş “bir silik para” yüzünden bütün defineyi inkâr etmek, hak ve insaf değildir.

HÂTİME’NİN İZAHI:
(Çözüm Teklifi: Meşveret ile Kolektif Tefsir)

Bu iki mukaddemenin tahlilinden sonra, Üstad Hazretleri bir Hâtime (Sonuç) ile çözüm teklifini sunar:
• İhtiyaç: Efkâr-ı umumiye (kamuoyu), Kur’an’ın hakikatlerini bu asrın idrakine uygun bir şekilde izah edecek yeni bir Tefsir-i Kur’an istemektedir.
• Usûl: “Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır.” Yani, zamanın getirdiği yeni ilimler (İkinci Mukaddeme’de bahsi geçen fünun-ekvan) ve hadiseler, Kur’an’ın bazı gizli hakikatlerini ortaya çıkaran birer keşif aracıdır.
• Teklif (Çözüm): “Müfessir-i Azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde (büyük tefsirci olan zamanın başkanlığı altında)”, her fende mütehassıs (uzman) olan Muhakkikîn-i Ülemadan (araştırmacı âlimlerden) müteşekkil bir “meclis-i meb’usan-ı ilmiye” (bir ilim meclisi, bir nevi bilim akademisi) teşkil edilmelidir.
• Vazifesi: Bu meclis, meşveret ile (danışarak) bir tefsir te’lif etmeli; böylece geçmiş tefsirlerde münkasım (dağınık) bulunan mehasin (güzellikler) ve kemalâtı, mühezzebe (düzeltilmiş, ayıklanmış) ve müzehhebe (yaldızlanmış, süslenmiş) bir surette cem’ etmelidir (toplamalıdır).
• Gerekçe: Bu, meşrutiyet (meşveret) devrinin ruhuna uygundur. Zira İcma-i Ümmet (Ümmetin fikir birliği) nasıl bir hüccet ise, böyle bir âlimler heyetinin meşvereti de o derece kuvvetli bir hüccet olacaktır.
Bu teklif, Kur’an’ın sadece dinî ilimler açısından değil, aynı zamanda fünun-u ekvan (kozmik bilimler, fen bilimleri) açısından da tefsir edilmesi gerektiğini ve bunun tek bir şahsın değil, Telahuk-u Efkâr (İkinci Mukaddeme) prensibine uygun olarak bir şûrâ-yı ilmiye (ilim şûrâsı) marifetiyle yapılması gerektiğini isbat eder.
﴿…وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِ…﴾
Meali: “…İş hakkında onlara danış…” (Âl-i İmrân, 3:159)
﴿…وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ…﴾
Meali: “…Onların işleri, aralarında danışma (şûrâ) iledir…” (Şûrâ, 42:38)

 

===============•-•===============

 

Dördüncü Mukaddeme
Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir. Yani sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak veyahut başka ağraz için, zalimane ve istibdadkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede… Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san’atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı san’atperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise; “Senin dest-i hattındır” denilir ise; o emir san’atın tenasüb ve müvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i’raz ve teberri edecektir. “Hâşâ ve kellâ” diyecektir. Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye -“Birşey sabit olsa, levazımıyla sabit olur.”- istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki; çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir u’cube olarak zihinlerinde tecessüm eder. Eğer istersen hayalât-ı acemane içinde perverde olan rüstem-i zâl’in timsal-i manevîsine bak, gör.. ne u’cubedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç iranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle iranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddime olduğu için şu hârikulâde şecaat hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabi’leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil na’ra vurarak “Ben nev’un münhasırun fi’ş-şahs’ım” der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak, dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.
Ey Hakikatı çıplak görmek isteyen zât!.. Bu Mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve Bab-ı Tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve Seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin
Efendi’ye de: “Bu garib sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların Zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder.” Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.
H â t i m e
İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir Dane-i Hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek Farzdır. Cem’iyete dâhil olan, cem’iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur. Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile bazı Ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehalettir. Evet Hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i Kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’an olan Ehadîs-i Sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan Tevarih-i Sahihaya kanaat ederiz.
Beşinci Mukaddeme
Mecaz, İlmin elinden cehlin eline düşse Hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, İlmin Yemin-i Nuranîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, Hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. Evet mecaz şeffafiyetiyle Şu’le-i Hakikat ondan telemmu’ eder. Fakat Hakikata inkılabıyla kesif olup, Hakikat-ı Asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir Kanun-u Fıtrîdir.
Buna şahid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün Sırlarına müracaat et. İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maâni, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür’et-i tağyire sebeb olmuşlardır. Bu kaide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maâni ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır. Bu Hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim- şeffaftır.”
İşte bak: Nasıl teşbih Hakikat olup hayluletiyle Hakikat-ı Hali münhasif etmiştir. Zira mail-i kamer, mıntakat-ül büruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zâten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse; arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur…
Ey benim şu müşevveş Sözlerimden usanmayan zât!.. Bu Mukaddimeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve Belâgatı rehber etmek gerektir.
H â t i m e
Mana-yı Hakikînin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, Makasıd-ı Şeriatın müvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. Mecazın cevazı ise, Belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı Hakikat ve Hakikatı mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meyl-üt tefrit ne derecede muzır ise öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız Felsefe-i Şeriatla Belâgat ve Mantık ile Hikmettir. Evet Hikmet derim, çünki Hayr-ı Kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. Usûl-ü müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için Hayr-ı Kesîri tazammun eden Emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece Hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki Hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsuru’l-Belâgat” bölümünde yer alan “Dördüncü Mukaddeme” ve “Beşinci Mukaddeme” metinleri, hakikat arayışında (tahkik) karşılaşılan iki büyük tehlikeyi ve hurafelerin (yanlış inançların) menbaını tasvir etmektedir.
Bu iki mukaddeme, hakikatin nasıl bozulduğunu (tahrif olduğunu) ve ilmin nasıl cehle inkılab ettiğini izah eder. Birincisi, sosyal ve tarihî bir tahrif mekanizması olan şöhret; ikincisi ise lisanî ve itikadî bir tahrif mekanizması olan mecazdır.
Talep ettiğiniz üzere, bu iki mühim konunun ayetler ve müradif (alakalı) kavramlar ışığında geniş ve detaylı izahı aşağıdadır:

BÖLÜM 1: DÖRDÜNCÜ MUKADDEME – ŞÖHRETİN HAKİKATİ PERDELEMESİ

Bu mukaddeme, “şöhret”in, bir şahsı veya fikri nasıl aslından uzaklaştırıp bir “u’cube” (garabet) haline getirdiğini ve bunun tahkik yolunu nasıl kapattığını izah eder.

1. Metnin Tahlil ve İzahı
Ana Fikir: “Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder.”
Beşerin yapısında (seciyesinde), kıymetli bir şeyi veya garip bir hadiseyi, o sahanın en meşhur şahsına isnat etme (dayandırma) meyli vardır. Bu, o söze “revac” (geçerlilik) kazandırmak veya tekzip edilmesini (yalanlanmasını) engellemek gibi maksatlarla yapılır.
• Tahrifin Mekanizması: Metin, bu isnadı “zalimane ve istibdadkârane” olarak tasvir eder. Bir milletin ortak düşünce mahsulleri (netaic-i efkârı) veya güzel ahlakı (mehasin-i etvarı) tek bir şahsa yüklenir.
• Neticesi: O şahsı bu kadar eserin “mercii” (kaynağı) olarak kabul edebilmek için, tahayyül (hayal gücü) o şahsa “levazım-ı hârikulâde” (olağanüstü gereklilikler) isnat etmeye mecbur kalır. Ona harika bir kuvvet, dehşetli bir zekâ, çok uzun bir ömür atfeder.
• Misal (Rüstem-i Zâl): İran kahramanı Rüstem misali verilir. Şecaati (cesareti) ile meşhur olduğundan, İranlıların bütün mefahirini (övünç kaynaklarını) kendi şahsında toplamış, hayallerde “şişmiş” ve hakikatten kopuk, “Gulyabanî” gibi hurafeleri arkasına takan bir efsaneye dönüşmüştür.
• Misal (Molla Nasreddin): İkinci misal olarak verilen Molla Nasreddin (Nasreddin Hoca) ise, bu durumu latif bir surette reddeder. Kendisine isnat edilen bütün o garip sözler (nevadir) için, “Ben hocayım. Onların Zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem.” der. Zira fazlası, onun “zarafetini tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder” (yapmacıklığa dönüştürür).
• Tehlike: Bu mukaddeme, “hurafatın kapısı bu yerden açılır” ve “Bab-ı Tahkik (hakikati araştırma kapısı) dahi bunun ile seddolur (kapanır)” diyerek en mühim tehlikeye işaret eder.

Hatime’nin (Sonuç) İzahı:
Hatime, bu sosyal tahlili en tehlikeli alana, yani dinî rivayetlere tatbik eder:
• “Bir Dane-i Hakikat bir harman hayalâta müreccahtır.” Az da olsa saf hakikat, hayallerle şişirilmiş bir yığından üstündür.
• “İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir.” Allah’ın bir şahsa verdiği faziletten (erdemden) fazlasını ona yüklemeye çalışmak, iyilik değil, tahriftir.
• Tatbiki (Hadis Mevzuu): Avamı teşvik (tergib) veya korkutma (terhib) gayesiyle, uydurma rivayetleri (Ehadîs-i mevzua) İbn-i Abbas (r.a.) gibi ilmiyle meşhur zatlara isnat etmek, tam da Dördüncü Mukaddeme’de anlatılan “şöhret” hastalığının bir neticesidir. O sözün kabul görmesi için İbn-i Abbas’ın şöhreti kullanılır.
• Çözüm: “Hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir… Müfessir-i Kur’an olan Ehadîs-i Sahiha bize kifayet eder.”

2. Müradif (Alakalı) Kavramlar
• İfrat ve Taassup: Bir şahsı sevmede veya ona kıymet vermede ifrata (aşırılığa) gitmek, hakikati görmeye mani olan bir taassup perdesi çeker.
• Tahkik ve Tenkit: Şöhretin parlaklığı, aklın tahkik ve tenkit kabiliyetini köreltir. “Bunu falan zat söylemişse doğrudur” şeklindeki taklidî yaklaşım, tahkikî imanın zıddıdır.
• Şirk-i Hafî (Gizli Şirk): Sebeplere ve şahıslara, kabiliyetlerinin ve Allah’ın onlara verdiği hissenin fevkinde bir makam, tesir ve ilim isnat etmek, rububiyet-i İlahiyeye karşı bir nevi gizli ortak koşma manasına gelir.
• Rivayetperestlik: Delile (isbata) ve senedin sıhhatine bakmaksızın, sadece meşhur bir kitaptan veya şahıstan geldiği için bir haberi kabul etme hastalığıdır.

3. Konuyla Alakalı Ayet-i Kerimeler ( Meali)
Şöhrete veya zanna değil, hakikate ve ilme tabi olmayı emreden ayetler:
• Zannın Değersizliği:
$${Yûnus 10:36 – “Onların çoğu zandan başkasına uymaz. Şüphe yok ki zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yaptıklarını elbette bilmektedir.”}$$
İzah: Şöhrete dayalı isnatlar, ilim değil, “zan” kategorisindedir. Zan ise hakikat namına bir değer taşımaz.
• Bilmediğinin Ardına Düşmemek (Tahkik Emri):
$${İsrâ 17:36 – “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”}$$
İzah: Bir sözün meşhur bir zata ait olup olmadığını tahkik etmeden kabul etmek, tam da bu ayetin nehyettiği (yasakladığı) bir davranıştır.
• Şahısları Aşırı Yüceltmenin Yasaklanması (İfrat):
$${Nisâ 4:171 – “Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Şu hâlde Allah’a ve peygamberlerine inanın. “(İlah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”}$$
İzah: Bu ayet, Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’yı (a.s.) şöhretinden ve harika vasıflarından dolayı nasıl ilahlaştırdığını (ifrat) gösterir. Aynı tehlike, başka şahıslar için de geçerlidir.
• Allah Adına Yalan Uydurmak (Mevzu Hadisler):
$${Nahl 16:116 – “Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin; çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”}$$
İzah: Peygamber (a.s.m.) adına hadis uydurmak, O’nun şöhretini kullanarak Allah’ın dinine iftira etmektir.

BÖLÜM 2: BEŞİNCİ MUKADDEME – MECAZ’IN HAKİKATE İNKILABI

Bu mukaddeme, “mecaz”ın (metator, alegori), cehlin eline düştüğünde nasıl asıl manasını yitirip lafzî (literal) bir hurafeye dönüştüğünü izah eder.

1. Metnin Tahlil ve İzahı
Ana Fikir: “Mecaz, İlmin elinden cehlin eline düşse Hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar.”
Mecaz, aslında ilmin elinde bir vasıtadır. Hakikatin parıltısının (Şu’le-i Hakikat) kendisinden göründüğü “şeffaf” bir perdedir. Bir hakikati, insanların zihnine yakınlaştırmak için kullanılan bir teşbih (benzetme) veya temsildir.
• Tahrifin Mekanizması: Bu mecazlar “cehlin yesar-ı muzlimanesi” (cehaletin karanlık solu) tarafından “İlmin Yemin-i Nuranîsinden” (ilmin nurlu sağından) kaçırılırsa veya zamanla mecaz olduğu unutulursa, “hakikate inkılab eder.”
• Neticesi: Mecaz, asıl maksadını kaybeder. “Şarap iken serap… nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ (kocakarı)” olur. Yani, hakikati gösteren latif bir vasıta iken, hakikatin üzerini örten “kesif” (yoğun) bir engel haline gelir.
• Misal (Ay Tutulması): Metin, bu dönüşümü harika bir misalle izah eder.
• İlmî Hakikat (Ehl-i Heyet): Astronomi alimleri, Ay’ın yörüngesinin (mail-i kamer) Dünya’nın yörüngesiyle (mıntakat-ül büruc) kesiştiği iki varsayımsal noktaya “Re’s” (Baş) ve “Zeneb” (Kuyruk) adını verdiler. Bu iki kavisi, bir yılan veya ejderhaya (Tinnîn) teşbih ettiler. Ay bu noktalara geldiğinde Dünya’nın gölgesi (hayluleti) ile tutulur (inhisaf).
• Cehlin Elinde Mecaz: Üstad’ın çocukken validesinden duyduğu cevap: “Yılan Ay’ı yutmuş.”
• Tahlil: Alimlerin kullandığı “Tinnîn” (yılan/ejderha) teşbihi, avamın elinde hakiki bir yılana dönüşmüştür. Mecaz, hakikate inkılab etmiş ve asıl ilmî hakikatin (arzın hayluleti) üzerini örtmüştür.
• Tehlike: “Bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler.”

Hatime’nin (Sonuç) İzahı:
Hatime, bu lisanî tahrifin itikadî (inançlı) sahada doğurduğu iki zıt (aykırı) ve tehlikeli mezhebi tasvir eder:
• Tefrit (Eksiklik) – Zahiriyyun: “Herşeyi zahire hamlettire ettire… Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek.” Bu görüş, dindeki (Kur’an ve Sünnet’teki) bütün mecazları, teşbihleri ve temsilleri reddedip her şeyi zahirî, lafzî manasına alır. Bu durum, Allah’a mekân ve cisim isnat etmeye (teşbih ve tecsim) kadar giden bozuk itikatlara sebep olur.
• İfrat (Aşırılık) – Bâtıniyyun: “Herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra… Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek.” Bu görüş ise, dinin zahirî (açık) ve muhkem (temel) emirlerini (namaz, oruç, hac gibi) dahi “bunlar mecazdır, bunların derûnî/batınî manaları vardır” diyerek reddeder. Bu da şeriatın inkârına ve ilhada (dinsizliğe) kapı açar.

Çözüm (Hadd-i Evsat – Orta Yol):
Metin, bu iki aşırılığı kıracak “Hadd-i Evsat”ı (dengeli orta yolu) gösterir: “Felsefe-i Şeriat (Şeriatın hikmeti/felsefesi), Belâgat (Söz sanatları ilmi) ve Mantık ile Hikmettir.”
Bir ifadenin hakikat mi mecaz mı olduğunu anlamak için, o ifadenin Belâgat kaidelerine uyup uymadığına, Mantık süzgecinden geçip geçmediğine ve Şeriatın genel maksatlarına (Makasıd-ı Şeriat) uygun olup olmadığına bakmak lazımdır.

2. Müradif (Alakalı) Kavramlar
• Muhkem ve Müteşabih: Kur’an ayetlerinin bir kısmı “muhkem” (manası açık, temel), bir kısmı “müteşabih”tir (manası kapalı, teşbihe veya tefsire muhtaç). Mecazlar, müteşabih kısmına dahildir.
• Teşbih ve Temsil: Hakikatleri akla yakınlaştırmak için kullanılan benzetme ve misal getirme sanatıdır.
• Hakikat ve Mecaz: Kelimenin asli manası (hakikat) ve asli manası dışında bir alaka ile kullanıldığı ikinci manasıdır (mecaz).
• Tevil: Müteşabih bir lafzı, muhtemel manalarından birine (Kur’an ve Sünnet’in bütünlüğüne uygun olarak) hamletmektir.
• Tahrif: Kelimenin manasını bozmak veya saptırmaktır. Mecazı hakikat zannetmek bir tahriftir.

3. Konuyla Alakalı Ayet-i Kerimeler ( Meali)
• Kur’an’ın Muhkem ve Müteşabih Olması:
$${Âl-i İmrân 3:7 – “Kitabı sana indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, “Biz ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır” derler. (Bu incelikleri) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”}$$

İzah: Bu ayet, tam da Beşinci Mukaddeme’nin merkezindedir. “Kalplerinde eğrilik olanlar” (cehalet veya kötü niyet), “müteşabih” (mecaza açık) ayetlere takılarak fitne çıkarırlar. “İlimde derinleşmiş olanlar” ise (ehl-i ilim), onların mecaz olduğunu bilir ve hadlerini aşmazlar.
• Allah’ın Temsil ve Mecaz Kullanması:
$${İbrâhîm 14:24-25 – “Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. (O ağaç), rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle misaller getirir.”}$$
İzah: Allah Teâlâ bizzat “Kelime-i Tayyibe”yi (güzel söz, iman) bir ağaca teşbih etmiştir. İlim sahibi bilir ki bu bir temsildir. Cehil ise burada hakiki bir ağaç arayabilir.
• Dengeli Ümmet (Hadd-i Evsat):
$${Bakara 2:143 – “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık. Peygamberin yöneldiği kıbleyi (Kâbe’yi) biz ancak peygambere uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırmak için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiklerinin dışındakilere elbette ağır gelir. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.”}$$
İzah: İslam ümmetinin yolu, Bâtıniyyun’un ifratı ile Zahiriyyun’un tefriti arasında “vasat” (dengeli, orta) yoldur.

HÜLASA (GENEL SONUÇ)
İzahı talep edilen bu iki Mukaddeme, hakikati tahrif eden iki ana yolu göstermektedir:
• Dördüncü Mukaddeme: Tarihî ve sosyal alanda, “şöhret”i kullanarak şahısları ve rivayetleri abartmak, onlara aslı olmayan şeyleri isnat etmek. Bu, tarih ve hadis ilimlerindeki hurafelerin kaynağıdır.
• Beşinci Mukaddeme: Lisanî ve itikadî alanda, “mecaz”ı yanlış anlayarak teşbihi hakikate çevirmek. Bu, tefsir ve kelam ilimlerindeki hurafelerin (örneğin tecsim/teşbih) veya sapkınlıkların (örneğin Bâtınîlik) kaynağıdır.
Her ikisinin de ortak neticesi hurafat üretmek, ortak düşmanı ise tahkik (araştırma) ve ilimdir. Üstad’ın sunduğu çözüm reçetesi ise; ifrat ve tefritten uzak duran, Mantık, Belâgat ve Şeriatın Hikmeti (Makasıdı) üzerine bina edilmiş bir “Hadd-i Evsat” (orta yol) anlayışıdır.

 

===============•-•===============

 

Altıncı Mukaddeme
Meselâ: Tefsirde mezkûr olan herbir emir, Tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim İlme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. Şöyle müsellemattandır ki: Hendese gibi bir san’atta mahir olan zât, tıb gibi başka san’atta âmi ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki Usûl-ül Fıkıhta Müçtehid olsa, İcma-ı Fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmidir.
Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin Suret-i Hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.
Tenvir için bir latife-i faraziyedir:
Nasılki başka Âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa; halbuki ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş belki herbirisinden bazı a’zasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ: İnsandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve imame gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali; yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu; insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasılki imtizacsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-i hayat böyle u’cubelere müsaid değildir diyecekler ve nakkaşı müttehem edecekler. Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen (Kürdçedir.) ve zenav gibi yapmaktır. Hem de âdât-ı müstemirredendir ki; Kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira Ulûm birbirini intac ve birbirinin elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur ki; bir fende te’lif olunan bir Kitabda o fennin mesaili o Kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekatı çıkabilir. Bu Sırdan gaflet iledir ki; bir Şeriat veya bir Tefsir Kitabında istitraden derc olunmuş bir mes’eleyi gören bir zahirperest veya mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve Tefsir böyle” der. Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet düşman olsa, o bahane ile der: Şeriat veya Tefsir (hâşâ) yanlış.
Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve Şeriat başkadır, Tefsir ve Şeriatta te’lif olunan Kitab yine başkadır. Zira Kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden kurtulacaksın. Dikkat et, nasılki bir evin levazım-ı mütenevviası yalnız bir san’atkârdan alınmaz, belki herbir hacette o san’atta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de Saadet-Saray-ı Kemalâtta o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki; birinin saati kırılsa terziye saatimi dik dese; yuhadan başka cevab var mıdır?..
İ ş a r e t : Bu Mukaddimenin Üss-ül Esası budur ki: Sâni’-i Zülcelal’in Hilkat-i Âlemde cari ve taksim-ül a’mal kaidesinden akan Kanun-u Tekemmül ve Terakkide mündemiç olan Rıza ve İşaretinin İmtisali Farz iken, İtaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül a’mali muktezi olan Hikmet-i İlahiyenin Dest-i İnayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla Şeriat-ı Hilkatin Farz-ül Kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir Emr-i Manevî vermişken, sû’-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk ile zayi’ edip söndürdük. Elbette isyan eden, cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen Şeriat-ı Fıtriyenin Evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak, Taksim-ül A’mal Kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz Taksim-ül A’malin ameli ile Cinan-ı Ulûma dâhil olmuşlardır.
H â t i m e
Bir gayr-ı müslim yalnız Mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; Tefsirin veya Şeriatın Kitablarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin mes’elesi girmesiyle Tefsir veya Şeriat olamaz. Hem de bir Müfessir veya Fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız Nefs-i Şeriat ve Tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz Tefsir, Şeriat Kitablarına girmiş Emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur. Evet bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksim-ül mehasin ve tefrik-ül mesaî olan Kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir.
Hem de mantıkça müsellemdir ki: Hüküm, mevzu ile mahmulün yalnız vechün-mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise, o fenden değildir. Başka fennin mesailinden olmak gerektir.
Hem de mukarrerdir ki; âmm, hassa delalat-ı selâsenin hiçbirisi ile delalet etmez. Meselâ: Tefsir-i Beyzavî’de
( بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) olan Âyetinde ermeniye ve Azerbeycan dağlarının mabeyninde olan teviline nazar-ı kat’î ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen Nakildir. Hem de tayini Kur’an’ın medlûlü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, Âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. Binaenaleyh o müfessir-i celilin Tefsirdeki meleke-i rasihasına böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şübheleri îras etmek, insafsızlıktır. İşte asıl Hakaik-i Tefsir ve Şeriat meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor. O Hakaikteki vuzuh ve kuvvettir, benim gibi bir âcize cesaret veriyor. Ben de dava ederim: Tefsirin ve Şeriatın ne kadar Hakaik-i Esasiyesi varsa birer birer nazar-ı tedkike getirilse, görülür ki; Hakikatten çıkıp Hikmet ile tartılıp Hak olarak Hakka munsarıftır. Ne kadar şübheli noktalar varsa; umumen cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin Asl-ı Hakikatlerine bir şübhesi varsa; işte meydan kendini izhar etsin!..

​— · ⁖ · —

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Muhakemat isimli eserinin, “Birinci Makale (Unsur-ul Hakikat)” bölümünde yer alan “Altıncı Mukaddeme”dir. Bu mukaddeme, ilimlerin mahiyeti, usûlü, tenkidi ve sahaları hakkında fevkalade ehemmiyetli bir “usûl” dersidir. Bilhassa tefsir ve şeriat gibi ulûm-u âliyenin (yüce ilimlerin) nasıl anlaşılması ve bu sahalarda yazılan eserlerin nasıl tenkit edilmesi gerektiğine dair sarsılmaz kaideler vaz’etmektedir.
Bu mukaddemenin geniş ve tafsilatlı izahını, ayetler ve müradif (alakalı) kavramlar ile birlikte aşağıda takdim ediyorum:

Altıncı Mukaddeme’nin Geniş İzahı: İhtisas, Usûl ve Tenkit

Bu mukaddemenin temel gayesi, “ilimde ihtisas” (uzmanlaşma) prensibini ve “taksim-ül a’mal” (iş bölümü) kaidesini müdafaa etmek; bu kaideye riayet etmemekten kaynaklanan vahim hataları, bilhassa tefsir ve şeriat ilimlerine yöneltilen haksız tenkitleri bertaraf etmektir.
Metnin ana fikirlerini şu başlıklar altında toplayabiliriz:

1. İlimde İhtisasın Lüzumu ve “Tufeylîlik” (Parazitlik)

Üstad Bediüzzaman, mukaddemeye “İlim İlme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.” tespitiyle başlar. İlimler birbirine meded verir, ancak bir ilmin kaidesi, diğer ilme zorla tatbik edilemez (tahakküm edemez).
• Esas Fikir: Bir fende (ilim dalında) mahir (üstat) olan bir zat, başka bir fende “âmi” (cahil), “tufeylî” (parazit, başkasının sahasına izinsiz giren) ve “dahîl” (dışarıdan karışan) olabilir.
• Misaller:
• Hendese (mühendislik) sanatında mahir olan, tıb ilminde âmi olabilir.
• Usûl-ül Fıkıh (Fıkıh Metodolojisi) ilminde müçtehid dahi olsa, “fakîh” (fıkhın bizzat kendisine vakıf) değilse, fakîhlerin icmaında (görüş birliğinde) sözü muteber değildir. Zira o, fakîhlere nispeten “âmidir”.
• Müradifi (Alakalı Kavram): Liyakat, ehliyet, sahasına hürmet.
• Ayet ile İzah: Bu ihtisas prensibi, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul bir kaidesine dayanır. Cenab-ı Hak, bilmeyenin bilene müracaat etmesini emreder:
“Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine (zikir ehline) sorun.” (Nahl, 16/43)
( Meali)
Bu ayet, sadece dinî meselelerde değil, her fende ve sanatta, o fennin ehline, mütehassısına müracaat etmenin lüzumuna işaret eden küllî bir kaidedir.

2. “Malûmat-ı Perişan” ve “U’cube-i Acibe” Teşbihi

Üstad, “Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir” diyerek, her ilimden yüzeysel malûmat toplamanın (ansiklopedik malûmatfuruşluk) tehlikesini izah eder.
• Esas Fikir: Bir fenni “esas” tutup, diğer malûmatı o esasa “mütemmime” (tamamlayıcı) ve “meded verici” (yardımcı) yapmayan kimsenin bilgisi, “malûmat-ı perişan” (dağınık bilgiler) yığınıdır.
• Tenvir (Aydınlatma) İçin Latife: Bu dağınık bilgiden “suret-i acibe” (tuhaf bir suret) temessül edeceğini (şekilleneceğini) izah için harika bir faraziye sunar:
• Başka bir âlemden gelip, insanı tam görmemiş bir nakkaş, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz; attan gördüğü bir kuyruk, deveden gördüğü bir boyun, arslandan gördüğü bir başı birleştirerek bir “hayvan” sureti yapsa, ortaya “hayat şartlarına” (şerait-i hayat) müsaid olmayan, imtizaçsız (uyumsuz) bir “u’cube” (hilkat garibesi) çıkar.
• Aynen öyle de, bir fende meleke (derin kabiliyet) kazanmadan, farklı fenlerden topladığı “perişan malûmatı” birleştiren kişinin zihninde, hakikatle alakası olmayan, hayat-ı ilmiyeye (ilim hayatına) aykırı bir “u’tube-i ilmiye” teşekkül eder.

3. Şeriat-ı Fıtriye (Tabiat Kanunu) Olarak “Taksim-ül A’mal”
Mukaddemenin “İşaret” kısmı, meselenin derûnî ve hikmetli boyutunu izah eder. İhtisas, sadece beşerî bir kolaylık değil, İlahî bir kanundur.
• Esas Fikir: Sâni’-i Zülcelal (Cenab-ı Hak), kâinatı yaratırken (Hilkat-i Âlem) bir “Kanun-u Tekemmül ve Terakki” (Mükemmelleşme ve İlerleme Kanunu) vaz’etmiştir. Bu kanunun temeli “taksim-ül a’mal” (iş bölümü) kaidesidir.
• Şeriat-ı Hilkat (Yaratılış Şeriatı): Allah, insanın mahiyetine (yapısına) farklı istidatlar (kabiliyetler) ve müyulat (eğilimler) ekmiştir. Bu istidatlarla, “Farz-ı Kifaye” hükmünde olan fünun (fenler) ve sanayiin (sanatların) eda edilmesi için “Emr-i Manevî” vermiştir.
• İsyan ve Ceza: Bizler, bu fıtrî emre “sû’-i istimal” (kötüye kullanma) ile mukabele ettik. Fıtrî istidadımızı, “hırs-ı kâzib” (yalancı hırs, her şeyi isteme) ve “re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk” (riyânın başı olan üstün gelme meyli) ile zayi ettik.
• Netice: Bu “Şeriat-ı Fıtriye”ye isyan ettiğimiz için, “cehennem-i cehl” (cehalet cehennemi) ile muazzeb (azap içinde) olduk. Kurtuluş, bu İlahî kanuna, yani taksim-ül a’mal’e (ihtisasa) dönmektir.
• Ayet ile İzah: Bu fıtrî iş bölümü ve insanların birbirine muhtaç kılınması, İlahî bir taksimdir:
“Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)
( Meali)
Bu ayet, İlahî hikmetin, hayatın devamı için insanları farklı kabiliyet ve derecelerde yaratarak birbirlerine hizmet ettirdiğini, böylece medeniyetin ve ilimlerin (Farz-ı Kifayelerin) vücut bulduğunu gösterir.

4. Asıl Mesele: “Tefsir” Başka, “Tefsir Kitabı” Başkadır

Mukaddemenin asıl hedefi, önceki noktaları kullanarak, tefsir ve şeriat ilimlerine yapılan haksız tenkitleri kırmaktır.
• Zahirperestin (Yüzeyselin) Hatası: Bir “Şeriat” veya “Tefsir” kitabında, istitraden (konu dışı olarak, yeri gelmişken) derc olunmuş (eklenmiş) bir meseleyi (mesela coğrafya, tarih veya kozmolojiye dair bir notu) gören “zahirperest” (yüzeysel bakan) veya “mugalatacı” (safsata yapan) adam, hemen “Şeriat ve Tefsir böyledir!” der.
• Hâşâ, Yanlış: Eğer düşman ise, o zayıf veya o fenne ait olmayan noktayı bahane ederek “Şeriat veya Tefsir (hâşâ) yanlıştır” der.
• Üstad’ın Cevabı: “Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve Şeriat başkadır, Tefsir ve Şeriatta te’lif olunan Kitab yine başkadır. Zira Kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur.”
• Hâtime (Sonuç) ile Pekiştirme:
• Bir gayr-ı müslim mescide girmekle Müslüman olmaz. Aynı şekilde, bir tefsir kitabına coğrafya veya tarih meselesi girmekle o mesele “tefsir” veya “şeriat” olmaz.
• Bir müfessir veya fakîhin sözü, ancak “mütehassıs olduğu” sahada, yani “Nefs-i Şeriat ve Tefsirde” hüccettir (delildir).
• Onların, kitaplarına “tufeylî” (izinsiz, amatörce) olarak aldığı başka fenlere (tarih, coğrafya, tıp) dair sözleri hüccet değildir.

5. Misal: İmam Beyzavî ve (بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) Ayeti

Üstad, bu büyük hatayı İmam Beyzavî (Rh.A) tefsirinden bir misal ile izah eder:
• Mesele: Beyzavî Tefsiri’nde, Kehf Suresi’ndeki Zülkarneyn kıssasında geçen (بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) “iki dağ arası” ifadesi tefsir edilirken, bunun “Ermeniyye ve Azerbaycan dağlarının mabeyni (arası)” olduğuna dair bir tevil (yorum/uygulama) nakledilir.
• Hata: Bu tevili gören birinin, buna “nazar-ı kat’î ile bakmak” (kesin delilmiş gibi bakmak) en büyük mantıksızlıktır.
• Neden Hata?
• Esasen Nakildir: Bu, bir coğrafî tespittir, bir nakildir; ayetin zarurî manası değildir.
• Kur’an’ın Medlûlü Değildir: Kur’an’ın asıl maksadı (medlûlü) o yerin “ismini” tayin etmek değildir. Kur’an coğrafya kitabı değildir, hidayet kitabıdır.
• Tefsirden Sayılmaz: Bu, “Âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir” (açıklamasıdır).
• Netice: Müfessir-i celil olan İmam Beyzavî’nin tefsirdeki “meleke-i rasihasına” (derin uzmanlığına) hürmet etmek gerekir. Onun uzmanlık alanı olmayan coğrafyadaki böyle “zayıf noktaları” bahane ederek şüphe îras etmek (şüphe sokmak) insafsızlıktır.
Mukaddemenin Günümüzdeki Ehemmiyeti
Bu “Altıncı Mukaddeme”, günümüzde bilhassa “Kur’an ve Bilim” veya “Hadis ve Bilim” tartışmalarında hayati bir usûl dersidir. Bir tefsir veya hadis kitabında, o günün tıp, astronomi veya coğrafya anlayışına göre istitraden (konu dışı) zikredilmiş bir bilgiyi esas alıp, o bilginin günümüz bilimiyle zıt düşmesini bahane ederek “İslam bilimle çelişiyor” demek, tam da Üstad’ın tenkit ettiği “mugalata” ve “zahirperestlik”tir.
İslam’ın “Hakaik-i Esasiyesi” (Temel Hakikatleri) yıldızlar gibi parlaktır ve bunlar hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır (dönüktür). Şüpheler ise, o hakaike sonradan karışmış veya “cerbezeli zihinlerden çıkmış” ârızî durumlardır.

 

===============•-•===============

 

Yedinci Mukaddeme
Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali Hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ِ( مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُ) ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit Hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek Hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve Haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu Sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok Hakaik-i Neyyire-i Diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan Mu’cize-i Mütevatire-i Bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal Mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan Bürhan-ı Nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.
Hasıl-ı Kelâm: Her Muhibb-i Dine ve Âşık-ı Hakikata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe Kudrete iftiradır ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü, İmam-ı Gazalî’ye dediren Hilkatteki Kemal ve Hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir.
Ey muhatab efendi! Bazan bürhanın hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse bak nasıl elmas, altun, gümüş, rasas, hadîd ilh… herbirinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir. Öyle de: Dinin makasıdı, kıymet ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa, ötekinin Vicdandır. Beriki, Sırrın Sırrındadır. Evet ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altunu verse, nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziyye ile olsa, pek yerinde yuha işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maskara olduğu gibi. Kezalik Hakaik-i Diniyeyi temyiz etmeyen ve herbirisine müstehak olduğu Hak ve itibarı vermeyen ve her Hükümde Şeriatın Sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, herbiri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, herbiri bir acemî adama benzer ki; gayet muntazam ve cesîm bir makina içinde küçük ve latif bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasib görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber, gurur-u nefs nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz’-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer…
Elhasıl: Şeriatın herbir Hükmünde Şâri’in bir Sikke-i İtibarı vardır. O Sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o Hüküm herşeyden müstağnidir. Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte Nazar-ı Hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma’-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda Zecr-i Şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinle Şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.
H â t i m e
Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyeti tenkid etmeye çalışan insafsızlar!.. Aldanmayın.. muhakeme edin.. nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz… Zira şu sizin bahanelerinize sebeb olanlar, Lisan-ı Şeriatte ülema-i sû’ ile müsemmadırlar. Onların müvazenesizlik, zahirperestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki: Herbir Hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi Bürhan-ı Neyyirdir. Nakş-ı Ezel ve Ebed üzerinde görünüyor. Evet Kelâm-ı Ezelîden gelen Ebede gidecektir. Fakat esefa! Hubb-u nefis ve tarafdar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neş’et eden teberri-i nefis ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hataya kabil olan fiilini, bir büyük zâta veyahut muteber bir Kitaba, hattâ bazan Dine, çok defa Hadîse, en nihayet Kadere isnad etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Hâşâ sümme hâşâ… Nurdan zulmet gelmez. Kendi âyinesinde görülen yıldızları setretse de, Semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez.
Ey mu’teriz ağa!.. Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane aramakla hilaf-ı şeriatla vücuda gelen ahvali ve sû’-i tefehhümden neş’et eden şübehatı sened tutmak, İslâmiyete leke getirmek pek büyük insafsızlıktır. Zira bir Müslimin herbir sıfatı İslâmiyetten neş’et etmek lâzım gelmez.
Sekizinci Mukaddime
T e m h i d : Şu gelen uzun Mukaddimeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen Mukaddime, her Kemali mahveden ye’si öldürür. Ve herbir Saadetin mayesi olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu: Ebna-yı maziyle ebna-yı müstakbeli müvazene etmektir. Hem de mekatib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i İlim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen Medrese-i Efkâr bir tarzda değildir. Evvelâ: Ebna-yı maziden muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vustâ ve ûlâdır. Amma Millet-i İslâm, üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan onikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim. Bundan sonra malûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galib, ya Akıl veya Basardır. Tabir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya Haktır veya kuvvettir. Veyahut ya Hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya Müyulat-ı Kalbiyedir veya Temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya Hüdadır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan Ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebna-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine müsahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti. Beşaret veriyor ki: Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet, Sema-i Müstakbelde ve Asya’nın Cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya Kuvve-i Belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vakta ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren Hakaik-i Hikmetin maden-i tebahhuratı Efkâr ve Akıl ve Hak ve Hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan Meyl-i Taharri-i Hakikat ve Aşk-ı Hak ve menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz… Biz Ehl-i Haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin Hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümferma, kuvvet ve heva ve tabiat ve müyulat ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde, -velev filcümle olsun- istibdad ve tahakküm var idi. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de Keşf-i Hakikata mani olan iltizam ve taassub ve tarafdarlığın müdahaleleri idi. Hasıl-ı kelâm: Müyulat muhtelife olduklarından tarafdarlık hissi, herşeye parmak vurmak ile ihtilafatla ihtilâl çıkarıldığından, Hakikat ise kaçıp gizlenirdi. Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de Nazar-ı Şeriatta mezmum ve Uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafîdir. Hattâ o derece oluyor; bunlardan biri taassub ve safsatasını terkederek nâsın icma’ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezheb ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki taassub yerinde Hak ve safsata yerinde Bürhan ve tadlil-i gayr yerinde Tevfik ve Tatbik ve İstişare ederse, dünya birleşse Hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasılki Zaman-ı Saadette ve Selef-i Sâlihîn zamanlarında hükümferma Hak ve Bürhan ve Akıl ve Meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, ( İnşaallah )هistikbalde bitamamihi hükümferma kuvvete bedel Hak ve safsataya bedel Bürhan ve tab’a bedel Akıl ve hevaya bedel Hüda ve taassuba bedel Metanet ve garaza bedel Hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel Temayülat-ı Ukûl ve hissiyata bedel Efkâr olacaklardır; karn-ı evvel ve sâni ve sâlis’teki gibi ve beşinci karn’a kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet Hakkı mağlub eylemiş idi.
Saltanat-ı efkârın icra-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi O Ziya ile istifadeye başlamıştırlar. Hem de Meşveret-i Efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı katı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan Hakk-ı Sabit ile Hakaiki rabteylemesidir. Bunun neticesi; bâtıl, Hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.
Ey İhvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı hal ile bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı َ ( قَدْ جَاءَ الْحَقُّ وَ زَهَقَ الْبَاطِلُ )boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip, yüksek ses ile ilân ediyor ki: Dehre ve tabayi’-i beşere, Damen-i Kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız Âlem-i Kevnde Adalet-i Ezeliyenin Tecelli ve Timsali olan Hakikat- ı İslâmiyettir ki, asıl İnsaniyet-i Kübra denilen şey odur.
İnsaniyet-i Suğra denilen Mehasin-i Medeniyet, Onun mukaddimesidir. Görülmüyor mu ki: Telahuktan neş’et eden Tenevvür-ü Efkâr ile toprağa benzeyen evham ve hayalâtı Hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki: Nücum-u Sema-yı Hidayet olan o Hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır. ِ( عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ )
Eğer istersen istikbal içine gir, bak! Hakikatlerin meydanında Hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde teslis içinde Tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl Tevhid-i Mahz ve İtikad-ı Kâmil ve Akl-ı Selim kabul ettiği Akide-i Hak ile mücehhez ve seyf-i bürhan ile mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse; nasıl birden mağlub ve münhezim oluyor…
Kur’an’ın Üslûb-u Hakîmanesine yemin ederim ki: nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız Aklı azl ve Bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde Hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin Hakikat üzerinde olan teessüs ve Bürhan ile takallüdü ve Akıl ile meşvereti ve Taht-ı Hakikat üstünde bulunması ve Ezelden Ebede müteselsil olan Hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’-i beşeri Vicdana havale ve Aklın istişaresine hamlettiriyor.

Diyor:

اَفَلَا يَنْظُرُونَ

ve

فَانْظُرُوا

ve

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ

ve

اَفَلَا يَتَذَكَّرُونَ

ve

تَفَكَّرُوا

ve

مَا يَشْعُرُونَ

ve

يَعْقِلُونَ

ve

مَايَعْقِلُونَ

ve

يَعْلَمُونَ

ve

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ

Ben dahi derim:

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ

Hâtime

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ

Zahirden ubûr ediniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esah ve lâzım…

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserde yer alan “Yedinci Mukaddeme” ve “Sekizinci Mukaddeme” başlıklı metinlerin tafsilatlı bir izahını, mevzuyla alakalı ayetler ve temel kavramların (müradiflerinin) tahliliyle birlikte takdim ediyorum.
Bu iki mukaddeme, birbirini tamamlayan iki mühim hakikati ders vermektedir:
• Yedinci Mukaddeme: Dinin tebliğinde ve anlaşılmasında mübalağa (abartı) ve ifratın (aşırılığın) ne kadar zararlı olduğunu, hakikatin güzelliğinin müvazene (denge) ile kaim olduğunu izah eder.
• Sekizinci Mukaddeme: İnsanlık tarihini mazi (geçmiş) ve istikbal (gelecek) olarak iki devreye ayırır. Mazide hissiyat ve kuvvetin hâkim olduğunu, istikbalde ise akıl, ilim ve bürhanın (delilin) hâkim olacağını; İslamiyet’in de tam olarak aklın ve bürhanın dini olması cihetiyle istikbalin dini olacağını isbat eder.

BİRİNCİ BÖLÜM: YEDİNCİ MUKADDEME (MÜBALAĞA VE MÜVAZENESİZLİĞİN TEHLİKESİ)

Bu mukaddeme, din namına yapılan tebliğ ve nasihatlerdeki en mühim hastalıklardan birine, yani mübalağaya (abartıya) ve mücazefeye (ölçüsüzlüğe) dikkat çeker.

1. Mübalağanın Yapısı: Hakikati Tahriptir

Metin, mübalağayı “ihtilâlcidir” (yıkıcı, düzen bozucu) olarak tasvir eder. İnsanın yapısında, lezzet aldığı veya anlattığı bir şeyi abartma meyli (meyl-ül mücazefe) olduğunu belirtir. Fakat bu “seciye-i seyyie” (kötü haslet) dine tatbik edildiğinde, “iyilik etmek, fenalık etmek demektir.”
• Temel Kavramlar:
• Mübalağa / Mücazefe / İfrat: Bir şeyi haddinden fazla göstermek, ölçüyü kaçırmak, tefritin (azımsamanın) zıddı.
• Müvazene / Tenasüb: Denge, itidal, ölçü. Hakikatin güzelliği (hüsnü) ancak müvazene ile ortaya çıkar.
• Hakikat: Dinin özü, gerçeğin ta kendisi. Kendi güzelliği için mübalağaya ihtiyacı yoktur.
Bediüzzaman, bu durumu bir ilacın dozunu artırarak onu zehre çevirmeye benzetir (“devayı dâ’e inkılab etmektir”).
• Misal: Metinde zikredildiği gibi, “gıybeti katle müsavi” (gıybeti adam öldürmekle bir tutmak) veya “bir dirhemi tasadduk etmek Hacca mukabil tutmak” gibi müvazenesiz sözler;
• Ters Etki Yapar: Hakikatte daha büyük günah olan katil ve zinayı tahfif (hafifletir) eder.
• Kıymeti Düşürür: Haccın azametli kıymetini tenzil (aşağı çeker) eder.
Bu sebeple vaiz, “hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.” Zira müvazenesiz sözler, “çok Hakaik-i Neyyire-i Diniyenin husufuna (parlak dinî hakikatlerin sönükleşmesine) sebeb olmuşlardır.”

2. Mübalağanın Mu’cizeye Zararı: İnşikak-ı Kamer Misali

Metin, bu mübalağa hastalığının en bariz misallerinden birini zikreder: İnşikak-ı Kamer (Ay’ın yarılması) mu’cizesi. Bu, “Mu’cize-i Mütevatire-i Bahire” (tevâtürle sabit, parlak bir mu’cize) olduğu halde, bazı mübalağacıların “arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve”si, yani Ay’ın yeryüzüne inip Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) cebine girdiği şeklindeki asılsız ilaveler, bu güneş gibi parlak mu’cizeyi sönük bir yıldız (Süha yıldızı) gibi “mahfî” (gizli) bırakmış ve “münkirlerinin bahanelerine kapılar açmıştır.”

3. Netice: “Mücazefe Kudrete İftiradır”
Hakikate âşık olan kişi, mücazefeden (ölçüsüzlükten) kaçınmalıdır. Zira her şeyin bir kıymeti vardır ve onu aşmak, Allah’ın kudretine ve hilkatteki (yaratılıştaki) kemal ve hüsne (güzelliğe) karşı bir adem-i kanaat (kanaatsizlik) ve istihfaf (hafife alma) demektir.
Bu bölüm, “ulema-i sû'” (kötü alimler) olarak isimlendirilen, dini zahirperestlik (yüzeysellik) ve müvazenesizlik ile anlatanların, İslamiyet’e perde olduğunu ve insafsız tenkitçilerin de bu perdeye bakarak aldandığını belirtir. Hâlbuki o hicabın (perdenin) arkasına bakılsa, “herbir Hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi Bürhan-ı Neyyirdir.”

4. Mevzu ile Alakalı Ayet-i Kerimeler

Yedinci Mukaddeme’nin tenkit ettiği ifrat, mübalağa ve haddi aşma, Kur’an-ı Kerim’in şiddetle nehyettiği bir durumdur. Kur’an daima mizan (denge) ve vasatı (orta yolu) emreder.
• Dinde Haddi Aşmanın (İfratın) Yasaklanması:
• $${قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُوا أَهْوَاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَأَضَلُّوا كَثِيرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ}$$
• Meal : “De ki: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan çıkan bir kavmin heva ve heveslerine uymayın.”” (Mâide Sûresi, 5:77)
• $${يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ…}$$
• Meal : “Ey Ehl-i kitap! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyin…” (Nisâ Sûresi, 4:171’den bir bölüm)
• Mizan (Denge) ve Vasat (Orta Yol) Emri:
• $${وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ ﴿٧﴾ أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ ﴿٨﴾ وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ}$$
• Meal : “Göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. (7) Sakın dengeyi bozmayın. (8) Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın. (9)” (Rahmân Sûresi, 55:7-9)
• $${وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا…}$$
• Meal : “Böylece, sizler insanlara birer şahit olasınız ve Peygamber de size bir şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık…” (Bakara Sûresi, 2:143’ten bir bölüm)

İKİNCİ BÖLÜM: SEKİZİNCİ MUKADDEME (MAZİ VE İSTİKBAL MÜVAZENESİ)

Bu uzun ve son derece mühim mukaddeme, ümitsizliği (ye’si) öldüren ve ümidi (recayı) hayatlandıran bir beşaret (müjde) verir. İnsanlık tarihini iki ana eksende tahlil eder.

1. Mazi ve İstikbalin Tahlili
Metin, maziyi ve istikbali (geleceği) şu şekilde ayırır:
• Ebna-yı Mazi (Geçmişin Evlatları): (İslam’ın ilk asırları hariç, takriben 5. asırdan 12. asra kadar olan devre).
• Hâkim Unsur: Hissiyat (duygular), Kuvvet, Heva (nefsanî arzular), Tab’ (mizaç) ve Garaz (kin).
• Neticesi: İstibdad (baskı), Tahakküm (zorbalık), Husumet (düşmanlık), Taassub (körü körüne bağlılık) ve İhtilafat (anlaşmazlıklar).
• İkna Yöntemi: O devirde hissiyat hâkim olduğundan, iknaiyat-ı hitabiye (hitabete dayalı ikna) kâfi idi. Müddeayı (iddia) süslemek, hayale hoş göstermek bürhanın yerini tutardı.
• Ebna-yı Müstakbel (Geleceğin Evlatları): (Günümüz ve sonrası).
• Hâkim Unsur: Efkâr (düşünceler), Akıl, Hak (gerçek), Hikmet, Bürhan (delil) ve Hüda (doğru yol).
• Neticesi: Hukuk-u Umumiye (kamu hakları), Meşveret-i Efkâr (fikir danışması), Hakk-ı Sabit (değişmez gerçek).
• İkna Yöntemi: “Biz Ehl-i Haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.”
Bu müvazeneye (karşılaştırmaya) göre, istikbalde kuvvete bedel Hak, safsataya bedel Bürhan, heva ve tab’a bedel Akıl ve Hüda hâkim olacaktır.

2. İstikbal Neden İslamiyet’in Olacaktır?

Metin, bu tahlilden yola çıkarak “Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet”in, “Sema-i Müstakbelde… bulutsuz güneş gibi pertev-efşan (ışık saçan) olacağını” müjdeler. Bunun sebeplerini şöyle sıralar:
• İslamiyet Akıl ve Bürhan Üzere Teessüs Etmiştir: Diğer dinlerin (misal olarak nasara – Hristiyanlık zikredilir) “Aklı azl ve Bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmek” ile (aklı devreden çıkarıp, delili kovup, din adamlarını körü körüne taklit etmekle) dalalete düştüğünü belirtir. Hâlbuki İslamiyet’i daima parlatan şey, “Hakikat üzerinde olan teessüs ve Bürhan ile takallüdü (delil kılıcını kuşanması) ve Akıl ile meşvereti”dir.
• İslamiyet Hikmet-i Ezeliyeye Mutabıktır: İslamiyet, Ezel’den Ebed’e uzanan kâinattaki hikmetin düsturlarına (prensiplerine) mutabıktır.
• Kur’an’ın Metodu Akla Hitaptır: Metin, Kur’an ayetlerinin sonlarının (havatim) sürekli olarak insanı vicdana havale ettiğini ve aklın istişaresine (akla danışmaya) sevk ettiğini vurgular.

3. Mevzu ile Alakalı Ayet-i Kerimeler

Sekizinci Mukaddeme’nin tamamı, Kur’an’ın akla, tefekküre ve bürhana verdiği ehemmiyet üzerine kuruludur. Metnin kendisi de bu ayetlere işaret eder:
• Kur’an’ın Akla ve Tefekküre Daveti:
• Metnin zikrettiği أَفَلَا يَنْظُرُونَ (Bakmıyorlar mı?), أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ (Hâlâ düşünmüyorlar mı?) ve فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَلْبَابِ (İbret alın ey akıl sahipleri!) gibi ifadeler, Kur’an’ın temel metodudur.
• $${إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ ﴿١٩٠﴾ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُobihimْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُbuhâneke فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ}$$
• Meal : “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. (190) Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler. (1191)” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:190-191)
• $${…كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ}$$
• Meal : “…Allah, size ayetlerini böyle açıklar ki akıl erdiresiniz.” (Bakara Sûresi, 2:242’den bir bölüm)
• Hakkın Hâkimiyeti ve Delil (Bürhan) Talebi:
• Metnin müjdelediği istikbal, Hakk’ın bâtıla galebesidir.
• $$\{وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا}$$
• Meal : “De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.”” (İsrâ Sûresi, 17:81)
• Din, iddia değil, isbat ve bürhan ister.
• $${…قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ}$$
• Meal : “…De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı isbat edecek) delilinizi getirin.”” (Bakara Sûresi, 2:111’den bir bölüm)
• $${أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ آلِهَةً قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ…}$$
• Meal : “Yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “Delilinizi getirin!…”” (Enbiyâ Sûresi, 21:24’ten bir bölüm)

HÂSIL-I KELÂM (NETİCE)

Bu iki mukaddeme, İslamiyet’in özünün Hakikat olduğunu ve hakikatin iki düşmanı olduğunu gösterir:
• Dahilî Düşman (Yedinci Mukaddeme): Mübalağa, ifrat, taassub ve müvazenesizliktir. Bunlar, hissiyatın akla galebe çalmasıyla olur ve dini çirkin gösteren “ulema-i sû'” tavrıdır.
• Zahirî Düşman (Sekizinci Mukaddeme): Aklı ve bürhanı reddeden safsata, heva ve kuvvettir.
Sekizinci Mukaddeme müjdeler ki, istikbal aklın ve bürhanın devri olacaktır. Bu devir, fıtraten, Yedinci Mukaddeme’de tenkit edilen mübalağayı ve hissî taşkınlığı reddedecektir.

Netice olarak, istikbalde Hak (İslamiyet) hâkim olacak ve bu hâkimiyet, Hakk’ın kendi bürhanlarına ve aklî temellerine dayanacaktır; hissî mübalağalara değil.
Metnin sonundaki şu cümle, her iki mukaddemenin de özeti mahiyetindedir:
“Zahirden ubûr ediniz! (Yüzeysellikten geçiniz!) Hakikat sizi bekliyor.”
$${…فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَلْبَابِ}$$
“…Ey akıl sahipleri! İbret alın.” (Haşr Sûresi, 59:2’den bir bölüm)

 

===============•-•===============

 

Dokuzuncu Mukaddeme

Ukûl-ü Selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte Hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev’de olan Hüsn-ü İntizamına keşşaftır. Demek cemi’ fünun, Hüsn-ü İntizama birer şahid-i sadıktır. Evet külliyet İntizama delildir. Zira birşeyde İntizam olmazsa, Hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahidleri tezkiye eden, Nazar-ı Hikmetle İstikra-i Tâmmdır. Fakat bazan İntizam görülmüyor. Çünki dairesi, ufk-u nazardan daha geniş, tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, Nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve Nazar-ı Hikmetten neş’et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-ı Âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız Hüsün ve Hayr ve Hak ve Kemaldir. Amma şer ve kubuh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır. Hem de sabittir ki: Ekrem-i Halk Benî-Âdemdir. İstidadı ve san’atı buna şahiddir. Hem de Benî-Âdemin en Eşrefi, Ehl-i Hak ve Hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet buna şehadet ettiği gibi istikbalin vukuatı da tasdik edecektir. Hem de sabittir ki: Ekmel-i Küll Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Mu’cizatı ve Ahlâk-ı Kâmilesi şehadet ettiği gibi, Muhakkikîn-i Nev’-i Beşer de tasdik ederler. Hattâ a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.
Vakta ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev’-i beşer şekavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tâmmı nakz ve ibtal ve Meşiet-i İlahiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlak’ın Rahman ve Rahîm İsmine kasem ederim: Nev’-i beşer, şer ve kubuh ve bâtılı, zahmetsiz yani (biselâmet-il Emr) ile hazmedemeyecektir. Hem de Hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.
Evet Hukuk-u Umumiye-i Kâinata cinayet eden afvolunmaz, râh-ı adem verilmez. Evet binler sene şerrin galebesi yalnız bu dünyada en ekall bin sene mağlubiyet-i mutlaka ile netice verecektir. Âlem-i Uhrada Hayır, şerri i’dam-ı ebedî ile mahkûm edecektir. Yoksa Âlemin muntazama ve mükemmele ve Evamir-i İlahiyeye mutia olan sair enva’ ve ecnas; bu perişan ve şekavetçi olan nev’-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuddan iskat ve zulmethane-i ademe nefiy ve Vazife-i Hilkatten tardetmek, iktiza ve arz-ı hal edeceklerdir. Bu ise bütün istidadat-ı beşeriyeyi ve Âlemde saltanat sürmek ve Âhirette Saadet-i Ebediyeye mazhar olmak için mücehhez edilen kabiliyatı ve müyulatı abes ve beyhude olmaklığı istilzam eder. Abes ise İstikra-i Tâmma münakız olduğu gibi Sâni’-i Hakîm’in Hikmetine dahi muarız ve Nebiyy-i Sadık’ın Hükmüne de muhaliftir. Evet istikbal bu Davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise Âhirette görülecektir. Şöyle: Eşhastan kat’- ı nazar, nev’î ve umumî Hüsün ve Hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Lâkin hem şahsî, hem umumî, hem cüz’î, hem küllî olan Hüsün, Hak ve Hayır ve Kemalin Meydan- ı Galebesi ve Mahkeme-i Kübrası; ve beşeri, sair İhvanı olan Kâinat-ı Muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasib tecziye ve mükâfat veren, yalnız Dâr-ı Âhirettir. Zira onda Hak ve Adalet-i Mahza tecelli edecektir. Evet bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç olan İstidadat-ı Gayr-ı Mahdude ve Ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sünbüllenmesine müsaid değildir. Beslemek ve terbiye için başka Âleme gönderilecektir. İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair Kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet Ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i Sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi ağuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.
H â t i m e
İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünü- yor. Çünki Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler.
Birinci Kuvvet: Maarif ve medeniyet ile mücehhez olan İslâmiyetin Kuvvet-i Hakikiyesidir.
İkincisi: Tekemmül-ü mebadi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir.
Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş’et eden tenebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmil ile mücehhez olan gıbta ve rekabet ve kin-i muzmerdir.
Dördüncüsü: Ehl-i Tevhidin Düsturu olan Tevhid-i Kelime ve zeminin hasiyeti olan itidal ve ta’dil-i mizac ve zamanın ziyası olan Tenevvür-ü Ezhan ve medeniyetin kanunu olan Telahuk-u Efkâr ve bedeviyetin lâzımı olan Selâmet-i Fıtrat ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cür’et-i teşebbüs ile mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir.
Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan İ’la-yı Kelimetullah; İslâmiyetin Emriyle ve zamanın ilcaatıyla ve fakr-ı şedidin icbarı ile ve her arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle Hayat bulan ümid ile mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüddür. Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilâl veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran mesavi-i medeniyetin mehasinine galebesidir. Ve sa’yin sefahete adem-i kifayetidir. Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Din ve Fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.
İkincisi: Hubb-üş şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müdhiş müsavatsızlıktır. Evet şu diyanetsizlik avrupa medeniyetinin iç yüzünü öyle karıştırmış ki; o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilâliyeyi tevlid etmiş. Faraza Habl-ül Metin-i İslâmiye ve Sedd-i Zülkarneyn gibi Şeriat-ı Garranın Hakikatına iltica ve tahassun edilmezse, bu fırak-ı fesadiye, onların Âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasılki şimdiden tehdid ediyorlar.
Acaba Hakikat-ı İslâmiyenin binler mesailinden yalnız Zekat mes’elesi, düstur-u medeniyet ve muavenet olursa, bu belaya ve yılanın yuvası olan maişetteki müdhiş müsavatsızlığa deva-i şâfî olmayacak mıdır? Evet en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.
Eğer denilse: Şimdiye kadar avrupa’yı galib ettiren sebeb, bundan sonra neden etmesin?
Cevab: Bu Kitabın Mukaddimesini mütalaa et. Sonra buna da dikkat et. Sebeb-i terakkisi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan bürudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı ve sâkinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i marifet ve arzu-yu san’at ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teavün ve telahuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile Âlem bir şehr-i vâhid hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya bir meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer Tevfik refik ola…
Hâtimenin Hâtimesi
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…
Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir.
Onuncu Mukaddeme
Bir Kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aid’dir. Fakat Kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aid’dir. Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh’a aid’dir. Evet mütekellim suver ve müstetbeatta muahaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola.. Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî Sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru Müellif ve en muhakkik Hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir. Eğer bu Sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikayetin köşelerine git. Zira cüz’de cari olan, bazan küllde dahi cari olabilir.
Tenbih: Üçüncü Makale’de müşkülât ve Müteşabihat-ı Kur’aniyeye dair bir Kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle: Vakta ki, Kitab-ı Hakîm’den maksudu ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun İrşadı idi. Çünki Havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise, Havassa hitab olunan Kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise ekseri avam ve avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip Hakikat-ı Mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek yalnız zihinlerinin te’nisi için, me’luf olan ziyy ve libas ile mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise Hakikat-ı Mahza, me’luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu Sırra binaendir: Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan Tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan Müraat-ı Efham ve Mümaşat-ı Ezhan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da cereyan etti. Ezcümle:

فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ

ve

يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ

ve

جَاءَ رَبُّكَ

ve emsali… Hem de

تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

ve eşbahı… Hem de

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

ve nezairi bu üslûba birer mecradır.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ

Hâtime
H â t i m e
Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkali, ya lafız ve üslûbun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ul Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; Müşkilât-ı Kur’aniye bu kısımdandır.
T e n b i h : Hadîs-i Şerifte vârid olduğu gibi her Âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer hadd ve muttala’ı ve her hadd ve muttala’ın çok şücun ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahiddir. Bu meratibin herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa; ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir itizali intac eder. Öyle de devair ve meratib tefrik olunmaz ise, böyle neticeleri verir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserde yer alan “Dokuzuncu Mukaddeme” ve “Onuncu Mukaddeme” metinleri, iki mühim ve temel mevzuyu tafsilatlı bir surette ele almaktadır.

• Dokuzuncu Mukaddeme: Kâinattaki hayır ve şer muvazenesini, hilkatin gayesini, insanın mevkisini ve Dâr-ı Ahiretin lüzum ve zaruretini felsefî ve hikmetli bir nazarla isbat eder.
• Onuncu Mukaddeme: Kelâmın (sözün) ve bilhassa Kur’an-ı Hakîm’in nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir tefsir usûlü kaidesini vaz’ eder; müteşâbihat (manası kapalı, teşbihli) ayetlerin hikmetini “Tenezzülât-ı İlahiye” (Allah’ın, kullarının anlayış seviyesine tenezzül buyurması) prensibiyle izah eder.
Bu iki mühim mevzunun, metnin kendi tasviri ve ayetlerin ışığı altında geniş bir izahı aşağıda takdim edilmiştir:

BÖLÜM 1: DOKUZUNCU MUKADDEME’NİN İZAHI
(Kâinatta Hayrın Hâkimiyeti ve Ahiretin Zarureti)

Bu mukaddemenin temel davası, “Ukûl-ü Selime” (sağduyu sahibi akıllar) nezdinde, kâinatın yaratılışında (hilkatte) hayrın asıl ve küllî (temel ve genel), şerrin ise tebeî ve cüz’î (ikincil ve kısmî) olduğudur.

1. Hayrın Asıl Olduğunun İsbatı: Fünun (Bilimler)

Metin, bu davayı isbat için ilk olarak “fünun”u, yani bilimleri şahit gösterir:
• Esas: Âlemin her bir nev’ine (türüne) dair bir fen (bilim) teşekkül etmektedir.
• Fennin Yapısı: Her fen, “kavaid-i külliyeden ibarettir” (evrensel kaidelerden oluşur).
• Şehadet: Bir kaidenin “küllî” (genel, istisnasız) olabilmesi, o türün tamamında bir “Hüsn-ü İntizam” (mükemmel bir nizam) olduğuna “keşşaftır” (açığa çıkarıcıdır). Eğer bir şeyde intizam olmasaydı, hüküm külliyetiyle cereyan edemez, çok istisnalarla perişan olurdu.
• Netice: Demek ki, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi “cemi’ fünun” (bütün bilimler), kâinattaki bu mükemmel nizam ve hayra birer “şahid-i sadıktır.”
Bu intizamı teyit eden ise, hikmet nazarıyla yapılan “İstikra-i Tâmm”dır (bütün parçalara bakarak bütüne dair hüküm verme, tam tümevarım).

2. Şer ve İntizamsızlık Neden Görünür?

Metin, “Fakat bazan İntizam görülmüyor” itirazına şu cevabı verir:
İntizamsızlık zannı, bizim “ufk-u nazar”ımızın (bakış ufkumuzun) darlığındandır. O nizamın dairesi bizim nazarımızdan daha geniştir; biz onu “tamamen tasavvur ve ihata” edemediğimiz için, o “Nizamın tasvir-i bîmisali” (emsalsiz tasviri) kendini bize gösteremez.

Hülâsa: Kâinatın yaratılışındaki asıl maksat (maksud-u bizzât) ve mutlak galip olan; Hüsün (Güzellik), Hayır, Hak ve Kemaldir. Şer, kubuh (çirkinlik) ve bâtıl ise; bunlara tâbidir (tebaiye), mağlup (mağlube) ve gömülüdür (mağmuredir). Görünürdeki savletleri (saldırıları) ise muvakkattır (geçicidir).

3. İnsanın Mevkii ve Ahiretin Lüzumu

Bu kâinat nizamı içinde insanın (Benî-Âdem’in) yeri “Ekrem-i Halk” (yaratılmışların en keremi) ve “en Eşrefi” (en şereflisi) olmaktır. İnsanın bu âlî (yüce) mahiyetine rağmen, dünyada işlediği şerler ve yaptığı zulümler ne olacaktır?
Metin, insanın bu zulmü “hazmedemeyeceğini” ve “Hikmet-i İlahiye”nin de buna müsaade etmeyeceğini belirtir.

Ahiretin Zarureti:
Eğer şerri işleyen ve “Hukuk-u Umumiye-i Kâinata” (Kâinatın genel hukukuna) cinayet eden insan, cezasını tam çekmeden ademe (yokluğa) gitseydi, bu iki büyük zıddiyeti (paradoksu) doğururdu:
• Kâinatın İtirazı: Âlemin diğer “muntazama ve mükemmele ve Evamir-i İlahiyeye mutia” (nizamlı, mükemmel ve İlahi emirlere itaatkâr) olan varlıkları (enva’ ve ecnas), bu “perişan ve şekavetçi” insan nev’ini içlerinde kabul etmeyerek, onun yokluğa atılmasını (adem-i nefiy) ve varlık hakkından düşürülmesini (hukuk-u vücuddan iskat) talep edeceklerdi.
• Abesiyet (Saçmalık): İnsanın bu şekilde yok olması, onun “İstidadat-ı Gayr-ı Mahdude” (sınırsız kabiliyetlerini) ve “Ebed için mahluk olan müyulat ve arzularını” abes ve beyhude (boş ve manasız) kılardı.
Halbuki kâinattaki bu intizam, abesiyete (abes) zıttır. Allahu Teâlâ’nın “Sâni’-i Hakîm” (Her şeyi hikmetle yapan Sanatkâr) ismi, abesiyete müsaade etmez.
Cenâb-ı Hak bu hakikati şöyle tasvir eder:
أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 23/115 – Meali)

Netice: Bu “dar dünya”, insanın o büyük cevherinin ve sonsuz istidatlarının “sünbüllenmesine” (filizlenip açılmasına) müsait değildir. Beslenmesi ve terbiye edilmesi için “başka Âleme” (Ahirete) gönderilecektir. İnsanın “cevheri büyüktür… cinayeti dahi azîmdir.” Bu sebeple “mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz.”
Mutlaka hayrın hayır, şerrin şer olarak tam karşılığını bulacağı bir “Mahkeme-i Kübra” ve “Dâr-ı Âhiret” zaruridir. Zira orada “Hak ve Adalet-i Mahza” (sırf ve mutlak adalet) tecelli edecektir.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿٧﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿٨﴾
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.”
(Zilzâl, 99/7-8 – Meali)

4. Hatime (İslâm ve Asya’nın İstikbali)

Mukaddeme, bu küllî hayır kaidesini hususi bir alana, yani “İslâm’ın ve Asya’nın istikbali”ne tatbik eder. “Uzaktan gayet parlak görünüyor” hükmünü verdikten sonra, bu galebeyi hazırlayan beş “mukavemet-sûz” (direnç kırıcı) kuvveti zikreder. Bunların özeti şudur:
• Marifet ve medeniyetle donanmış İslâm’ın hakiki kuvveti.
• Tekâmül etmiş vesait (araçlar) ile donanmış şiddetli ihtiyaç.
• Başkalarının refahını görüp uyanmaktan (tenebbüh-ü tâm) doğan gıpta ve rekabet.
• Tevhid-i kelime, itidal, tenevvür-ü ezhan (zihinlerin aydınlanması) ve selâmet-i fıtrat (bozulmamış yapı) ile donanmış fıtrî istidat.
• Maddî terakkiye muhtaç olan İ’la-yı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) gayesi, zamanın icbarı ve ye’sin (ümitsizliğin) ölmesiyle hayat bulan medeniyet arzusu.
Buna mukabil, Batı medeniyetinin “diyanetsizlik” ve “maişetteki müdhiş müsavatsızlık” (gelir dağılımındaki dehşetli eşitsizlik) sebebiyle kendi içinde ihtilâl ve fesat fırkalarını (anarşist grupları) doğurduğunu belirtir. Bu müsavatsızlığa karşı İslâm’ın “Zekât mes’elesi”nin tek başına “deva-i şâfî” (tam şifa) olacağını vurgular.
Asya ve İslâm’ın bahtını açacak anahtarın ise “meşrutiyet ve hürriyet” olduğunu, ancak bunun mutlak bir şartı olduğunu belirtir: “Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…”

BÖLÜM 2: ONUNCU MUKADDEME’NİN İZAHI
(Kelâmın Anlaşılması ve Müteşâbihat Usûlü)

Bu mukaddeme, kelâmın (sözün) nasıl anlaşılması gerektiğine dair çok mühim bir belâgat ve tefsir kaidesini vaz’ eder.

1. Kelâmda Sorumluluk: Maksad ve Üslûb
• Ana Fikir: Bir mütekellim (konuşan), sözünden (kelâmından) “her fehme gelen şeylerde” (anlaşılabilecek her manada) sorumlu (muahaze olunmaz) tutulamaz.
• Sorumluluk Alanı: Mütekellim, sadece “irade” ettiği ve “mesûk-u lehülkelâm” (sözün asıl sevk edildiği, ana gaye) olan manadan ve “garaz ve maksad”ından sorumludur.
• Sorumluluk Dışı Alan: Fakat bu maksada ulaşmak için kullanılan “vesail” (vasıtalar), “üslûb”, “telvihat ve telmihat” (imâlar, atıflar) ve “suver-i maânî” (manaların büründüğü suretler, biçimler) mütekellimin zimmetinde değildir. Bunlar, manayı “tefhim” (anlatabilmek) için kullanılan ve “örf ve âdete” ve “kabul-ü umumîye” (genel kabule) ait olan araçlardır.

Mühim Misal (Kinaye):
Metin, bu kaideyi “kinaî” (üstü kapalı) sözle izah eder:
“Filanın kılıncının bendi uzundur” (Kılıcının bağı uzundur) = O adam uzundur.
“Ramadı çoktur” (Külü çoktur) = O adam “sahî”dir (cömerttir, çok misafir ağırlar, çok ateş yakar).
Bu sözler, o adamın “kılıcı” veya “ramadı (külü) hiç olmazsa da” sadıktır (doğrudur). Çünkü maksat kılınç değil boy, kül değil cömertliktir.

2. Kur’an-ı Kerim ve “Tenezzülât-ı İlahiye”

Bu kaidenin en mühim tatbik alanı “Müşkilât ve Müteşabihat-ı Kur’aniyeye” (Kur’an’ın anlaşılması zor ve müteşâbih ayetleri) dairdir.
• Kur’an’ın Gayesi: Kitab-ı Hakîm’in “maksudu ehemm” (en mühim maksadı), ekseriyeti teşkil eden “cumhurun İrşadı”dır (halkın çoğunluğunun, yani avamın irşadıdır).
• Avamın İdrak Sınırı: “Avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip” (alıştığı ve hayal ettiği şeylerden sıyrılıp) “Hakikat-ı Mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler.” (Yani soyut, saf hakikatleri doğrudan idrak edemezler).
• İlahi Usûl: Avamın bu hakikatleri görebilmesi için, “zihinlerinin te’nisi” (zihinlerinin yatışması, alışması) gayesiyle, o “mücerredat” (soyut hakikatler) onlara “me’luf olan ziyy ve libas ile” (alıştıkları kılık ve elbise ile) arz-ı endam eder.
• Kural: Bu durumda “surete hasr-ı nazar etmemek gerektir.” (Bakışı surette, yani o elbisede dondurup kalmamak gerekir).
İşte belâgatta “Tenezzülât-ı İlahiye” (İlahi tenezzüller), “Müraat-ı Efham” (Anlayış seviyelerini gözetme) ve “Mümaşat-ı Ezhan” (Zihinlere uygun hareket etme) tabir edilen sır budur.
Bu usûle binaen, Cenâb-ı Hak, avamın zihnine çok âlî (yüce) ve mücerred (soyut) hakikatleri, onların alıştığı suretler ve teşbihler libasında (elbisesinde) göstermiştir.

3. Metinde Zikredilen Müteşâbih Ayet Misalleri ve İzahları

Metin, bu Tenezzülât-ı İlahiye kaidesine Kur’an’dan şu misalleri verir:
• İstivâ (Hâkimiyetin Tasviri):
…ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ…
“…sonra Arş’a istivâ edendir…” (A’râf, 7/54 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Cenâb-ı Hakk’ın kâinat üzerindeki mutlak hâkimiyeti, rububiyeti ve saltanatı; mücerred (soyut) bir manadır. Avamın zihni bunu idrak edemez. Bu soyut mana, avamın “me’luf” olduğu (alıştığı) bir suret olan “padişahın tahtına oturup (istivâ edip) memleketini idare etmesi” suretinde (libasında) ifade edilmiştir. Maksat, suret (oturmak) değil, manadır (mutlak hâkimiyet).
• Yed (Kudretin Tasviri):
…يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ…
“…Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir…” (Fetih, 48/10 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Sahabelerin Peygamber Efendimiz (A.S.M.) ile yaptığı bîatı tasdik etmek, İlahi kudretin ve teyidin onlarla olduğunu bildirmek; soyut bir manadır. Bu mana, onların alıştığı “el sıkışma” ve “üstteki elin gücünü ve onayını” temsil etme suretinde ifade edilmiştir. Maksat, zahirî bir “el” değil, İlahi “kudret, ahd ve teyid”dir.
• Câe (Tecellinin Tasviri):
وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا
“Rabbinin emri gelip de melekler saf saf dizildiği zaman…” (Fecr, 89/22 – Meali)
• İzah: Cenâb-ı Hakk’ın bir yerden bir yere intikal etmesi (gelmesi) muhaldir. Burada “gelmek” (câe) suretiyle, Ahirette Allah’ın kahrının, celâlinin ve adaletinin “tecelli etmesi”, yani emrinin ve hükmünün zahir olması (ortaya çıkması) tasvir edilmiştir. Meal de bu tenezzül sırrına işaretle, manayı “Rabbinin emri gelip…” şeklinde vermiştir.
• Aynin Hamie (Görüş Ufkunun Tasviri):
…حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُbُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ…
“…Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu…” (Kehf, 18/86 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Bu ayet, Güneş’in hakikatte nerede battığını değil, Zülkarneyn’in (A.S.) “ufk-u nazar”ına (onun bakış açısına) göre hadisenin nasıl göründüğünü “hikâye” etmektedir. Bu, tam bir “Mümaşat-ı Ezhan”dır (Zihne uygun konuşmadır). Maksat kozmoloji dersi vermek değil, Zülkarneyn’in seyahatinin ulaştığı noktayı, onun gördüğü “suret” ile tasvir etmektir.
• Tecrî (Görünen Hareketin Tasviri):
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.” (Yâsîn, 36/38 – Meali)
• İzah: Bu ayet, “avamın” zihnine hitap ederek, gözle gördükleri “cereyanı” (akışı) esas alarak konuşur. Maksat, Güneş’in hareketinin hakikat-i ilmiyesinden (bilimsel gerçeğinden) ziyade, bu hareketin bir “Takdir-i Aziz-i Alîm” (Kudretli ve Bilen Allah’ın takdiri) olduğunu, yani bir nizam içinde bulunduğunu (intizamı) ders vermektir.

4. Hatime ve Tenbih (Zahir ve Bâtın Mertebeleri)
• Müşkilât-ı Kur’aniye: Metin, Kur’an’daki zorluğun (işkal), lafız perişanlığından (bu Kur’an’a yanaşamaz) değil, mananın “dakik, derin, kıymetdar ve gayr-ı me’luf” (çok ince, derin, kıymetli ve alışılmamış) olmasından kaynaklandığını belirtir. Bu kıymetli manalar, şevki artırmak için “fehme karşı nazlanmak” isterler.
• Meratib (Mertebeler): En mühim tenbih şudur: Her ayetin “zahir, bâtın, hadd, muttala'” gibi pek çok mertebesi ve bu mertebelerin de “şücun ve gusûnu” (dalları ve budakları) vardır.
• Tehlike (İştibak): Tehlike, bu mertebeleri “iştibak” (birbirine karıştırmak) etmekten doğan “iştibah”tır (şüphe, bulanıklık).
• Misal: “Daire-i esbab” (sebepler dairesi) ile “daire-i akaid” (inançlar dairesi) karıştırılırsa ne olur?
• Ya sebepleri tamamen inkâr edip “tevekkül namıyla bir betalet” (tembellik) ortaya çıkar.
• Ya da sebeplere hakiki tesir verip “müraat-ı esbab namıyla bir itizal” (Mu’tezile mezhebi gibi sebeplere yaratıcılık atfetme) ortaya çıkar.
İşte Kur’an’ın müteşâbih ayetlerindeki zahirî suret (elbise) ile bâtınî manayı (hakikat) ayırt edememek (tefrik edememek) de böyle hatalı neticeler verir.
Nitekim Âl-i İmrân Suresi, bu müteşâbih ayetlerin varlığını ve onlara nasıl yaklaşılması gerektiğini şöyle beyan eder:
هُوَ الَّذ۪ىٓ اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ…
“Sana kitabı indiren O’dur. Ondan, kitabın anası olan bir kısım âyetler muhkem (açık ve kesin)dir; diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler…”
(Âl-i İmrân, 3/7 – Meali’nden bir kısım)

Hülâsa: Onuncu Mukaddeme, Kur’an’ın zahirî lafzına (suretine) takılıp kalanları tenkit ederek; avamın zihnini okşayan o suretlerin (elbiselerin) altında yatan âlî (yüce) ve mücerred (soyut) maksatlara (manalara) ulaşmak için bir usûl dersi vermektedir.

 

===============•-•===============

 

Onbirinci Mukaddeme
Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir. Zevil’elbabca mukarrerdir: Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder. O kaziyelerin herbiri ayrı birer madenden çıktığı gibi, ayrı ayrı birer semere de verir. Biri birinden fark etmeyen Haktan bîgane kalır. Meselâ: Hadîste denilmiş: ( اَنَا وَ السَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ) Yani: Ben ve Kıyamet bu iki parmak gibiyiz. Mabeynimizde tavassut edecek Peygamber yoktur. Veya Hadîsin muradı ne ise Haktır. Şimdi bu Hadîs üç kaziyeyi mutazammındır:
Birincisi: Bu Kelâm Peygamberin Kelâmıdır. Bu kaziye ise, tevatürün -eğer olsa- neticesidir.
İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı Hak ve Sadıktır. Bu kaziye ise, Mu’cizelerden tevellüd eden Bürhanın neticesidir.
Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, kâzib olur. İkincisini inkâr eden adam dalalete gider, zulmete düşer.
Üçüncü kaziye: Bu Kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum. Bu kaziye ise teşehhi ile değil, İctihadın neticesidir. Zâten Müctehid olan başka Müctehidin taklidine mükellef değildir. Bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran ederler. Kal u kîl buna şahiddir. Bunu inkâr eden adam eğer İctihad ile olsa, ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir. Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır.
H â t i m e
Bu üç kaziye Hadîste cereyanı gibi Âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda bir fark-ı dakik vardır. Ve bundan başka bir Kelâmda çok Ahkâm-ı Zımniye bulunur. Fakat hususîdir. Herbiri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi olabilir.
T e n b i h : İltizam-ı hilaf ve taassub-u bârid ve meyl-üt tefevvuk ve hiss-i tarafdarlık ve vehmini bir asla irca’ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzib veya tadlil etmekle kendi Sıdk ve İstikametini ilân etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir.

وَ اِلَى اللّٰهِ الْمُشْتَكٰى

Onikinci Mukaddeme
Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalâta sapar. Sırat-ı Müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.
Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.
Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilafatı îka’ eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, Hilkatte olan Hüsün ve Azamet ve Ulviyete adem-i kanaattır. Hâşâ zevk-i fasidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki Akıl ve Hikmet nazarlarında herbiri Kudretin en bahir Mu’cizelerinden olan Hakaik-i Âlemde olan Hüsn-ü İntizam ve Kemal ve Ulviyet, o derece Dest-i Hikmet ile nakşolmuş ki: Bütün hayalperestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde Hüsün ve Kemale nisbet olunsa; o hârikulâde hayaller gayet âdi ve o Âdâtullah gayet hârikulâde bir Hüsün ve Haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’luf olan âfâk ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder. Evet gözleri açan yalnız Nücum-u Kur’aniyedir. Öyle Nücum-u Sâkıbedirler ki: Cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; Âyât-ı Beyyinat, Yed-i Beyza ile, ülfet ve sathiyetin hicablarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, Ukûlü âfâk ve enfüsün Hakaikine tevcih edip İrşad etmişlerdir.
Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile Kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan Gıda-yı Ruhanîyi zevkedemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsızlık ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder. O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi Hakikatının çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür. Hattâ Kalbe değil, belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor. Sonra bir Nazar-ı Hak gelir, onu tecrid etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına irca’ eder. “Hak gelir, bâtıl ölür” Sırrı da zahir olur.
Ezcümle: Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı mesleğim; ifrat ve tefrit ile Hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve O Elmas gibi Hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes’eleyi zikrettim. O mes’eleye temas eden Mesail-i Diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve Muhibb-i Dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, Dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; Ehl-i Diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve Ehl-i Hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir Derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki Elmas Kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, O Kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; Medreseler hayatlanacaktır vesselâm…
Hem de zahiriyyunun efkârını teşviş eden ve hayalâtını intizamdan çıkaran Sıdk-ı Enbiyanın delaili yalnız hârikulâdelerde münhasır olduklarını itikad etmeleridir. Hem de Peygamberimizin cümle Hali veya ekseriyeti, Hârika olmak itibar etmeleridir. Bu ise, vücud müsaade etmediği için mütehayyelâtları intizam bulamıyor.
Halbuki böyle itikad; Sırr-ı Hikmet-i İlahiyeden ve Hilkat-ı Âlemde cârî olan Kavanin-i İlahiyeye Peygamberlerin teslim ve ittibalarından gaflet, pek büyük bir gafletin neticesidir. Evet Peygamberimizin herbir Hal ve Hareketi, Sıdkına delalet ve Hakka temessüküne şehadet etmekle beraber, Peygamber de Âdâtullaha ittiba’ ve inkıyad ediyor. Makale-i Sâlise’de bu Sırra tenbih edilecektir.
Hem de Hârikulâdenin izharı Tasdik-ı Nübüvvet içindir. Tasdik ise, zahir olan Mu’cizatıyla, ekmel-i vech ile hasıl olabilir. Eğer hacetten fazla hârika olsa, ya abestir veya Sırr-ı Teklife münafîdir. Zira Teklif, nazarî olan şeyde bir imtihandır. Bedihiyat veya bedahete yakın olan şeylerde edna, a’lâ ile müsavi olabilir. Veyahut Cereyan-ı Hikmetin Sırrına Teslim ve İtaate muhaliftir. Halbuki Peygamberler herkesten ziyade Ubudiyet ve Teslime mükelleftirler.
Ey şu perişan Sözlerime nazar eden Talib-i Hak! Senin mahiyetinde ekilmiş olan müyulat, şu Oniki Mukaddime’de sükû- nuyla beraber cereyan eden Şems-i Hakikatın ziyasıyla, neşv ü nema bulup çiçekler açacaktır…
H â t i m e
Seyyid olmayan Seyyidim ve Seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruc haram oldukları gibi.. Hadîs ve Kur’an’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur. Fakat ziyade etmek, Nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, İlim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik Dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir.
Belki hikâyatın bakırları ve israiliyatın müzahrefatı ve teşbihatın mümevvehatı Elmas-ı Akidede, Cevher-i Şeriatta, Dürer-i Ahkâmda idhal etmek; kıymetini daha ziyade tenzil ve Müteharri-i Hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.
Hâtimenin Hâtimesi
Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, Şeriat-ı Hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san’atta intişar ve tedahül ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal… Elhasıl, fena fi-s san’at olmaktır. Vazife-i Hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. Bu Sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, İlmin şanında olan Teşvik ve İrşad ve Nasihat ve Lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebir ve ta’nif eder. İlme Hizmete bedel, İlmi istihdam eder. Buna binaen Vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, dâr-ül fünun gibi çok devaire tebdil ve tertib etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, Hikmet-i Ezeliyenin Emr-i Manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksim-ül a’male tatbik edilsin.
Tenbih: Ulûm-u Medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u Âliye (آلِيَه ) maksudu bizzât sırasına geçtiğinden, Ulûm-u Âliye ( عَالِيَه ) mühmel kaldığı
gibi, libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli ezhanı zabtederek, asıl maksud olan İlim ise, tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen Kitablar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.
Ey Birader-i Vicdan!.. Zannediyorum: Şimdi şu Mukaddimat üzerine terettüb edecek olan Kütüb-ü Selâseyi, ne mahiyette olduklarını görmek istiyorsun, fakat daha sabret. Şimdilik sana bir mevzu söyleyeceğim ki; o Kütübün bir zemin-i icmalîsini, tabir-i diğer ile küçük bir fotoğrafını veya icmalî bir haritasını teşkil eder. Hem de o Kütübde sekiz-dokuz mes’eleyi, acele edip sana takdim edeceğim. Üçüncü Makale’den sonra eğer Meşiet-i İlahiye taalluk etse ve Tevfik-i Rabbanî refik olsa, tafsilatını zikretmek fikrindeyim. İşte mevzu ve zemin budur:
Kur’an’ın gösterdiği vesail ile, doğru Hikmetin kuvvetiyle, bir Seyr-i Ruhanî olarak Semavatın Ulûmlarına çıkacağım. Tâ oradan temaşa edip göreceğiz ki: Küre-i Arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi Sâni’-i Hakîm Dest-i Kudretle döndürüp, atmakla çeviriyor. Tâ parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine Nazar-ı Hikmetle göreceğiz. Sonra da Semavattan asılıp, cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahman, sathını serip müheyya ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz. Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi beşiğini atıp harab etmekle beşeri Saadet-Saray-ı Ebediyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz. Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân ile mukayyed olmayan Seyr-i Ruhanî ile zaman-ı mazi kıt’asına girip ebna-yı cinsimiz olan ebna-yı mazi ile seyyale-i berkıye-i tarihiye ile muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifanın köşesinde vukua gelen hâdisatı öğrenip, ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız. Sonra dönüp gelmek üzere olan ebna-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için Saadetin Fecr-i Sadıkını uzaktan görmek ve göstermek ile maşrık-ı istikbale müteveccih olarak şimendifer-i terakkiye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimiz ile beraber ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen fakat arkası gayet parlak olan zamana dâhil olacağız. Tâ ebna-yı müstakbel ile musafaha edip Saadetlerini tebrik edeceğiz.
İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir ki, ileride tahrir ile sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.
Ey Birader!.. Senin elini tutup Hazine-i Hakaike götürmekten evvel va’d ettiğim birkaç mes’ele ile acele edip basar-ı basiretinize gışavet ve perde olan hayalâtı def’ edeceğim. Öyle hayalât, gulyabanî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de Nuru nar, Dürrü mederr gibi gösterir. O hayalâttan sakın! Senin vesveselerinin en büyük menşei, küreviyete taalluk eden birkaç mes’eledir. Ezcümle: Sevr ve Hut ve Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn ve cibalin evtadiyetleri ve yer altında Cehennem’in yerini tayin etmek ve

دَحٰيهَا

ve

سُطِحَتْ

ve

اَلشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

ve

يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ

gibi mesaildir. Hakikatlerini beyan edeceğim; tâ, dinin düşmanlarının gözleri kapatılsın ve dostlarının gözleri dahi açılsın.

​— · ⁖ · —

Muhakemat’tan (RNK, s. 16-20 aralığından) Onbirinci ve Onikinci Mukaddemeler, hakikate vukufiyetin usûlünü (metodolojisini) ve bu yoldaki engelleri tasvir eden son derece mühim iki bahistir. Bu iki mukaddemenin temel meselesi; hakikatin özü (lübb) ile kabuğu (kışır) arasındaki farkı idrak etmek, zahirî (dış) manalara takılıp kalmanın (zahirperestlik), alışkanlık perdesinin (ülfet) ve ifrat-tefrit (aşırılık ve eksiklik) bataklıklarının, kâinatı ve Kelâm-ı İlahî’yi doğru anlamaya nasıl mâni olduğunu ortaya koymaktır.
Bu iki mukaddemenin geniş ve detaylı izahını, ayetler ve müradif (alakalı) mefhumlar ile birlikte şu şekilde tafsil edebiliriz:

1. KELÂM-I VÂHİD’DEKİ ÇOK CEVHER: USÛLÜ’D-DİN VE İCTİHAD (Onbirinci Mukaddeme)

Bu mukaddeme, bir sözün (kelâm) veya bir metnin (ayet/hadis) nasıl anlaşılması gerektiğine dair temel bir usûl dersidir.

a. Bir Sadef, Çok Cevahir (Tek Söz, Çok Hüküm)

Üstad Bediüzzaman, “Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir” buyurarak, tek bir ifadenin bir “sadef” gibi olduğunu, içinde ise birden çok “cevher” (hüküm, mana, hakikat) barındırabileceğini belirtir. Bu, özellikle icaz (az sözle çok mana ifade etme) sıfatına sahip olan Kur’an ve Hadisler için geçerlidir.

b. Üç Kaziye (Önerme) ile Hakikati Ayrıştırmak

Bir kelâmın anlaşılmasında üç temel katman (kaziye) vardır. Bu, verilen hadis misali üzerinden (اَنَا وَ السَّاعَۃُ کَھٰذَیْنِ – “Ben ve Kıyamet şu iki parmak gibiyiz.”) şöyle izah edilir:
• Birinci Kaziye (Sıhhat/Menşe): “Bu Kelâm Peygamberin Kelâmıdır.” Bu, o sözün kaynağının (menşeinin) sabit olmasıdır. Hadis için bu tevatür veya sahih senet ile bilinir. Kur’an için bu, zaten kat’îdir. Bunu inkâr, mükâbire (inatçılık) ve tekzib (yalanlama) olur.
• İkinci Kaziye (Sıdk/Doğruluk): “Kelâmın mana-yı muradı Hak ve Sadıktır.” Yani, bu sözün taşıdığı temel mesaj doğrudur. Bu, Peygamberin (a.s.m.) nübüvvetine delâlet eden mucizelerin ve bürhanların neticesidir. Bunu inkâr, dalâlettir, zulmettir.
• Üçüncü Kaziye (Murad/İctihad): “Bu Kelâmda murad budur.” Yani, o sadefteki cevherin tam olarak ne olduğunu tayin etmektir. “Ben ve Kıyamet yakınız” sözünden murad, “arada başka peygamber yoktur” manası mıdır, yoksa başka bir incelik mi vardır? İşte bu üçüncü kaziye, ictihadın ve tefekkürün sahasıdır.

c. İhtilafın ve Taassubun Menşei

Mukaddeme, ilk iki kaziyede (sıhhat ve sıdk) “ittifak etmek gerektir” derken, asıl ihtilafların ve “kal u kîl”in (dedikodunun) üçüncü kaziyede, yani muradın ne olduğunda (ictihad sahasında) feveran ettiğini belirtir.
Buradaki en mühim tehlike, Tenbih kısmında zikredilen hubb-u nefis (ene sevgisi) hastalığıdır. Kişinin kendi ictihadını veya anlayışını mutlak hakikat zannedip, başka bir müctehidin anlayışını inkâr etmesi; taassub-u bârid (soğuk/yersiz bağnazlık), meyl-üt tefevvuk (üstün gelme meyli) ve hiss-i tarafdarlık gibi süflî hislerle hareket etmesidir.
Bu, bir kapısı olan eve başka yoldan girmeye çalışmaktır. Hakikate ancak kendi usûl kapısından girilir.

Konuyla Alakalı Ayetler (İctihad ve Taassub):

İctihadın ve anlayış farkının meşruiyetine, ancak körü körüne taassubun reddine dair:
• Meali: “Sana da, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye kitabı hak olarak indirdik; sakın hainlerin savunucusu olma!” (Nisâ 4/105)
• İzah: “Allah’ın sana gösterdiği gibi” tabiri, vahyin ışığında akıl ve ictihad ile hakikati bulma vazifesine işaret eder.
• Meali: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğru yolu da bulamamışlarsa?” (Bakara 2/170)
• İzah: Bu ayet, taassub-u bâridi ve ictihad yerine kör taklidi tenkit eder; Onbirinci Mukaddeme’deki “Müctehid olan başka Müctehidin taklidine mükellef değildir” düsturunun zeminini gösterir.

2. LÜBB VE KIŞIR MÜCADELESİ: ZAHİRPERESTLİK VE ÜLFETİN REDDİ (Onikinci Mukaddeme)

Bu mukaddeme, hakikati anlamadaki en büyük iki manevî ve zihnî engele odaklanır: Zahirperestlik (sathîlik/literalizm) ve Ülfet (alışkanlık).

a. Lübbü Bulmayan Kışır ile Meşgul Olur

Mukaddemenin esası budur:
• Lübb (öz, çekirdek) yerine Kışır (kabuk) ile,
• Hakikat yerine Hayalât (kuruntular, fanteziler) ile,
• Sırat-ı Müstakim (denge yolu) yerine İfrat ve Tefrit (aşırılıklar) ile meşgul olmak.
Zahirperestler (sadece dış yüze bakanlar), kıssanın hissesiyle olan zihnî alakasını, haricî bir vücud zannetmekle aldanırlar. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın azametini anlatan bir teşbihi, hakikatin kendisi zannederler.

b. Hurafâtın Kaynağı: Hilkatteki Güzelliğe Kanaatsizlik

İnsanların mübalağaya, hurafata ve hayalâta sapmasının mühim bir sebebi, “Hilkatte olan Hüsün ve Azamete adem-i kanaattır.” Yani, kâinattaki mevcut nizamı ve sanatı (Âdâtullah’ı) zevk-i fasidesiyle (bozuk zevkiyle) istihfaf (hafife almak) etmektir.
Halbuki hakikat şudur: Kâinattaki âdi görünen nizam (Âdâtullah), hayalperestlerin en hârikulâde hayallerinden daha hârikulâde, daha yüksek ve daha güzeldir.

c. En Büyük Perde: Ülfet

Peki, insan bu âşikâr güzelliği neden göremez? Cevap: Ülfet.
Ülfet, yani alışkanlık, “cehl-i mürekkebin hemşiresi (kız kardeşi)” ve “nazar-ı sathînin annesi” olarak tasvir edilir. Her gün güneşi görmeye alışan göz, onun ne büyük bir mucize olduğunu idrak edemez.

d. Ülfetin İlacı: Nazar-ı Kur’anî (Âfâk ve Enfüs)

Bu ülfet perdesini yırtan ve gözleri açan tek şey “Nücum-u Kur’aniyedir” (Kur’an’ın yıldızları/ayetleri). Kur’an, ısrarla insanı me’luf (alışılmış) olan âfâk (dış âlem) ve enfüse (iç âlem) dikkat-i nazara davet eder.

Konuyla Alakalı Ayetler (Ülfeti Kıran Nazar):
• Meali: “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi nefislerinizde (Allah’ın varlığına) deliller vardır. Hâla görmüyor musunuz?” (Zâriyât 51/20-21)
• İzah: Bu ayetler, tam da mukaddemede belirtilen âfâk (“yeryüzünde”) ve enfüs (“kendi nefislerinizde”) delillerine bakmayı emrederek ülfeti kırar.
• Meali: “Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne, nasıl yayılmış?” (Gâşiye 88/17-20)
• İzah: Her gün görülen, alışılmış (me’luf) varlıklara “Bakmıyorlar mı?” diyerek nazarı çevirmek, ülfet perdesini yırtmaktır.

e. Mübalağa Meyli ve “Kartopu” Misali

İnsan, ülfet sebebiyle kâinat kabındaki “Gıda-yı Ruhanîyi” zevk edemeyince, bu manevî açlığını mübalağa ile doyurmaya çalışır. Bu mübalağa, “dağ tepesinde bir kartopu gibi” başlar; hayalden lisana, lisandan lisana gezdikçe devasa bir hayalât yığınına dönüşür. Sonra “Nazar-ı Hak” (hakikatin bakışı) gelir, onu çıplak bırakır. Zira:
• Meali: “De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.'” (İsrâ 17/81)

f. İfrat (Cahil Dost) ve Tefrit (Düşman) Arasında Hakikat

Üstad, bu mübalağa ve zahirperestliğe şahsî bir misal verir: Küreviyet-i Arz (Dünya’nın yuvarlaklığı). Bu bedihî (apaçık) ilmî hakikati zikrettiğinde, zahirperestler (literalistler) ve avamperestler (avamın hoşuna gidecek şekilde konuşanlar), “göz yummakla gündüzü gece yapmak” gibi bir hamakatle, bunun dine muhalif olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu, şu dersi vermiştir: “Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir.”
• Düşman: Hakikatleri tefrit (eksiltme, inkâr) yoluyla tenkit eder.
• Cahil Dost: Hakikatleri ifrat (aşırılık, mübalağa) ve avamperestane safsatalar (hurafe) ile savunur görünerek hakikate zarar verir.
Bu sebeple, eldeki “Elmas Kılınç” (Kur’anî bürhanlar), sadece düşmanın tefritine karşı değil, o cahil dostların ifratkârane hayalâtına karşı da kullanılmak mecburiyetindedir.

g. Nübüvvet ve Âdâtullah

Zahirperestlerin bir diğer hatası, nübüvvet delillerini yalnız hârikulâde mucizelere hasretmektir. Onlar, Peygamberin (a.s.m.) her halinin hârika olmasını beklerler.
Halbuki bu, “Sırr-ı Hikmet-i İlahiyeden” gaflettir. Peygamberler de Âdâtullah’a (tabiat kanunlarına) ittiba ederler. Mucizelerin gayesi, tasdik-ı nübüvvettir ve bu, zahir olan mucizelerle zaten hasıl olmuştur. Hacetten fazla hârika göstermek, Sırr-ı Teklife (imtihan sırrına) münafîdir. Zira teklif, nazarî (tefekkür gerektiren) bir imtihandır; bedihî (apaçık) olursa imtihan sırrı kalmaz.
• Meali: “De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!'” (Fussilet 41/6)
• İzah: Bu ayet, Peygamberin (a.s.m.) beşerî yönünü ve Âdâtullah’a tabi olduğunu, farkın ise vahiy olduğunu vurgular.
h. Usûlün Gayeye Kurban Edilmesi (Medreselerin Tedennisi)
Hâtimenin Hâtimesi, bu zahirperestliğin ve usûlsüzlüğün içtimaî bir neticesini gösterir: İlimde gaye ve vasıtanın karıştırılması.
• Ulûm-u Âliye (عَالِيَه): Gayedir (Tefsir, Hadis, Kelâm gibi yüksek ilimler).
• Ulûm-u Âliye (آلِيَه): Vasıtadır (Sarf, Nahiv, Mantık gibi alet ilimleri).
Medreselerin tedennisinin (gerilemesinin) sebebi, vasıta olan alet ilimlerinin (bilhassa ibare-i Arabiyenin halli) gaye yerine geçmesi, asıl maksud olan yüksek ilimlerin ise tebeî (ikincil) kalmasıdır.

Netice ve Seyr-i Ruhanî

Bu iki mukaddeme, bir “Seyr-i Ruhanî” için zemin hazırlar. Bu seyrin gayesi, Kur’an’ın gösterdiği vesileler ve doğru hikmetin kuvvetiyle, zahirperestlerin ve cahil dostların ürettiği hayalâtı (gulyabanîleri) def etmektir.
Bu hayalâtın en büyük menşei ise, kâinatın yapısına dair yanlış telakkilerdir: Sevr ve Hut (Dünya’yı taşıdığı zannedilen öküz ve balık), Kaf Dağı, Sedd-i Zülkarneyn ve bilhassa bazı ayetlerin (دَحٰيهَا – yaydı, سُطِحَتْ – yayıldı, اَلشَّمْسُ تَجْر۪ى – güneş akar gider) sathî tefsirleridir.
Müteakip bahislerde (ki metinde zikredilen Kütüb-ü Selâse – Üç Kitap), bu meselelerin hakikatleri, lübbü kışırdan, hakikati hayalâttan ayırarak izah edilecektir.

Özetle, bu iki mukaddeme; taassubu, sathîliği, ülfeti ve mübalağayı reddeden; ictihada, tefekküre, bürhana ve Sırat-ı Müstakim olan hakikatin lübbüne (özüne) çağıran bir usûl beyanıdır.

 

===============•-•===============

 

Birinci Mes’ele

Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına; muhakkikîn-i İslâm -eğerçi ittifak-ı sükûtîyle olsa- ittifak etmişlerdir. Eğer bir şübhen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git; maksada vukuf ve ıttıla’ peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.

Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatîh-ül Gayb” olan İmam-ı Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccet-ül İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste… De ki: “Küreviyette müşahhat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahhat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”

Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle!.. Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdid ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.”

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatın uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahr-ül İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî’ye git, istifta et, de ki:

“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır: Güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû’ etmez; nasıl oruç tutacaklar? Hem de istifsar et ki: Şartın tarif-i şer’îsi olan sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder. Halbuki yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır?”

Emin ol, İmam-ı Şafiî mes’ele-i ûlâyı şarktan ve garbdan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü mes’eleyi dahi, cenubdan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Bürhan-ı aklî gibi cevab verecektir. Hem de kıble mes’elesinde diyecek: “Kıble ve Kâ’be öyle bir amud-u nuranîdir ki; semavatı arşa kadar takmış ve nazmedip Küre-i Arz’ın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nuranîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şakuliyle senin gözünün şuaı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıble ile temas ve musafaha edecektir.

Ey birader!.. Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acib hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından bir kıymeti yoktur tâ kalbe girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. Eğer o hayalâta açık ve hakikata kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmez ise tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sâkinlerini gör, sual et. Zira ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatür ile bir lisanla sana söyleyecekler: “Yahu!.. Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede cari olan kaide ve kanun-u İlahîden şüzuz ve serkeşlik etsin.” Hem de delail-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir.

İşaret:

Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlahiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczub ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vâcib kılmıştır. Zira zemin, sema ile beraber

اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ

demişlerdir. Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.

Elhasıl:

Sâni’-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin -ey ehl-i hayal!..- teşehhi ile istediğiniz gibi yaratmamıştır; akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.
Tenbih:

Za’f-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umûrun biri de; “Bu hakikat, dine münafîdir” olan kelime-i hamkadır. Zira bürhan-ı kat’î ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havfeden adam, hâlî değil; ya dimağında bir sofestaî gizlenmiş karıştırıyor veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilâl ediyor veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkid ile almak istiyor…

​— · ⁖ · —

İkinci Mes’ele

Pûşide olmasın, Sevr ve Hut’un kıssa-i meşhuresi İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber müslüman olmuştur. İstersen Mukaddeme-i Sâliseye git, göreceksin; hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dâhil olmuştur. Amma İbn-i Abbas’a olan nisbetin ittisali ise, Dördüncü Mukaddeme’nin âyinesine bak, o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: “Arz, sevr ve hut üzerindedir.” Hadîs olarak rivayet ediliyor.

Evvelâ:

Teslim etmiyoruz ki, hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır.

Sâniyen:

Hadîs olsa da za’f-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz, zira yakîn şarttır.

Sâlisen:

Mütevatir ve kat’iyy-ül metin olsa da kat’iyy-üd delalet değildir. Eğer istersen Beşinci Mukaddeme’ye müracaatla, Onbirinci Mukaddeme ile müşavere et!
Göreceksin nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış. Bu hadîsi mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür:

Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemma olan hamele-i arş, melaikedir. Bu sevr ve hut dahi, öyle iki melaikedir. Yoksa arş-ı a’zamı melaikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafîdir. Hem de lisan-ı şeriattan işitiliyor: Herbir nev’e mahsus ve o nev’e münasib bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle müsemma, belki âlem-i melaikede onun suretiyle mütemessil oluyor… Hadîs olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet şemse müekkel olan melek; ismi şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir. Hem de hükema-i İlahiyyun nezdinde herbir nev’ için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melek-ül cibal ve melek-ül bihar ve melek-ül emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i hakikî yalnız Zât-ı Akdes’tir.

اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ

Esbab-ı zahiriyenin vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umûr-u hasise ile mübaşeret ve mülabeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette herşey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasibdir.

ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
İkinci mahmil:

Sevr, imaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hut ise, ehl-i sevahilin belki pek çok nev’-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır. Nasıl biri sual ederse: “Devlet ne şey üstündedir?” Cevab verilir: “Kılınçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” “Marifet ve san’at ve ticaret ile” cevab verilir. Veyahut “Nev’-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?” Cevab ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.” Kezalik vallahu a’lem Fahr-i Kâinat buna binaen cevab vermiş. Şöyle sual eden zât -İkinci Mukaddeme’nin sırrıyla- böyle hakaika zihni istidad kesbetmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevab buyurdu ki: “Yer, sevr üstündedir.” Zira yerin imareti nev’-i beşer iledir. Nev’-i beşerden olan ehl-i kura’nın menba-i hayatları ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin a’zam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri balığın cevfinde ve hutun üstündedir.

كُلُّ الصَّيْدِ ف۪ى جَوْفِ الْفَرٰى

mes’elesine mâsadaktır. Bu latif bir cevabdır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Farazâ sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse; fenn-i beyanda olan

تَلَقَّى السَّامِعُ بِغَيْرِ الْمُتَرَقَّبِ

kaidesinin üslûb-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa hasta olan sâil, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir.
يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاق۪يتُ لِلنَّاسِ

bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir.

Üçüncü Mahmil:

Sevr ve Hut, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazm ve rabt ile yüklenmiş olan âlemde cari ve lafzen ve ıstılahen cazibe-i umumiye ile müsemma olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassül ettiğinden, “Arz burçlar üstündedir” olan tabir-i hakîmane caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira hikmet-i atîka burçları semada, hikmet-i cedide ise medar-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder.

Hem de mervidir: Sual taaddüd etmiş. Bir kerre “Hut üstündedir.” Demek bir aydan sonra “Sevr üstündedir” denilmiştir. Yani feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi’alarının nokta-i mihrakıyesi olan Hut Burcu’nda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv Burcu’ndan koşup Hut’taki tedelli eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını Burc-u Sevr üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra insafla dikkat et! Beşinci Mukaddeme’nin sırrıyla ehl-i hayalin ihtira-kerdesi olan kıssa-i acibe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve san’at-ı İlahiyede isbat-ı israf ve bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka ne ile tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Unsur-u Akîde” bahsinde yer alan “Birinci Mes’ele” ve “İkinci Mes’ele”dir. Bu bahisler, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, İslam akidesini hurafelerden, İsrailiyat’tan ve zahirperest (literalist) anlayışlardan ayıklama gayretinin en mühim numunelerinden biridir.

Metnin gayesi, iki temel hakikati isbat etmektir:
• Birinci Mes’ele: Din (İslam) ile bürhan-ı kat’î (kesin delil) ile isbat edilmiş ilmi hakikatler (o günün meselesi olarak arzın küreviyeti/yuvarlaklığı) arasında hiçbir zıtlık (aykırılık) yoktur. Bilakis, din bu hakikatleri teyid eder.
• İkinci Mes’ele: İslam akidesine sonradan dahil olmuş, “İsrailiyat” menşeli veya mecazî ifadelerin zahirî (dış) manaya hamledilmesiyle ortaya çıkan hurafelerin (arzın öküz ve balık üzerinde durması gibi) tenkit edilmesi ve akidenin bunlardan tasfiye edilmesinin (arınmasının) lüzumu.
Aşağıda bu iki meselenin, talep buyurduğunuz vechile, ayetler ve müradifleri (ilişkili kavramlar) ile birlikte tafsilatlı bir izahı sunulmuştur:

BİRİNCİ MES’ELE: ARZIN KÜREVİYETİ VE DİN İLE İLİM MUTABAKATI

Bu mesele, ilim ile dinin çatıştığını zannedenlere veya ilmi bir hakikati (arzın yuvarlaklığı) “dine himayet bahanesiyle” inkâr edenlere karşı kaleme alınmıştır. Üstad Bediüzzaman, bu tavrın dine sadakat değil, “cinayet-i azîm” (büyük bir cürüm) ve “hıyanet” olduğunu İmam-ı Gazalî’den iktibasla beyan eder.

1. İslam Âlimlerinin İttifakı (İcma-ı Sükûtî)
Metin, arzın kürevî olduğunun yeni bir keşif olmadığını, “muhakkikîn-i İslâm” (İslam hakikatlerini araştıran büyük âlimler) nezdinde bu meselenin en azından “ittifak-ı sükûtî” (sükût ile onaylanmış bir ittifak) ile kabul gördüğünü belirtir.
• Deliller: Kelâm ilminin zirveleri olan “Makasıd” (Taftazanî) ve “Mevakıf” (Cürcânî) müelliflerinin (Sa’d ve Seyyid) bu konuyu tartıştığını, İmam-ı Râzî’nin “Mefatîh-ül Gayb” (Tefsir-i Kebir) isimli devasa tefsirinde buna dair bahisler açtığını zikreder. Bu, meselenin İslam düşünce geleneğinde bir “hakikat” olarak yerleştiğinin isbatıdır.

2. İmam-ı Gazalî’nin Fetvası: “Ahmak Dost” Tenkidi

Metnin can damarı, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî’nin şu tespiti üzerine kuruludur:
“Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle (kesin delille) sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur.”
• Müradif Kavram: Bu tavır, metinde zikredilen Hüseyn-i Cisrî’nin tabiriyle “sadîk-ı ahmak” (ahmak dost) olmaktır. Ahmak dostun dine verdiği zarar, “adüvv-ü şedid”den (şiddetli düşmandan) daha ziyadedir.
• Sebebi: Çünkü din, hak ve hakikattir. Bir ilmi hakikati “dine aykırı” zannedip inkâr etmek, zımnen (dolaylı olarak) “din hakikate aykırıdır” demek olur. Bu, metnin “Tenbih” kısmında belirtildiği gibi “za’f-ı akide”ye (inanç zayıflığına) veya aklı her şeyin ölçüsü zanneden “sofestaî” (safsatacı) mezhebine olan meyle işarettir.

3. Fıkhî ve Zihnî Deliller (İmam-ı Şafiî)

Bediüzzaman, arzın kürevî olmasının sadece bir astronomi bilgisi değil, aynı zamanda bazı fıkhî (İslam hukuku) meselelerin anlaşılabilmesi için “şart” olduğunu İmam-ı Şafiî üzerinden delillendirir:
• Kutuplarda Namaz ve Oruç: “Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır” (güneşin batmadığı veya doğmadığı kutup noktaları), “yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur” (bazı kuzey enlemleri) veya “güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû’ etmez” (kutuplarda altı ay gece/gündüz). Bu fıkhî istisnalar, ancak arzın kürevî yapısı ve eksen eğikliği ile izah edilebilir.
• İstikbal-i Kıble (Kıbleye Yönelme): Düz bir dünyada herkesin tek bir noktaya yönelmesi fiziksel olarak farklı açılar gerektirirken, kürevî bir dünyada Kâbe, arzın merkezinden geçen “amud-u nuranî” (nuranî bir sütun) olarak tasvir edilir. Arzın neresinde olursanız olun, kâinata uzanan o nuranî sütuna yönelmiş olursunuz.

4. Ayetler Işığında Kainatın Nizamı

Metin, arzın bu kürevî yapısı ve hareketiyle, Allah’ın “nizam-ı hilkat-i âlem” (âlemin yaratılış nizamı) dediği “şeriat-ı fıtriye-i İlahiye”ye (Allah’ın fıtrî/tabii kanunlarına) itaat ettiğini belirtir. Arz, diğer “ecram-ı ulviye” (yüce gök cisimleri) gibi bu kanundan “şüzuz ve serkeşlik” (aykırı hareket ve başkaldırı) etmez.
Metnin iktibas ettiği ayet:
$$”…Gök ve yer: «İsteyerek veya istemeyerek gelin!» dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.” $$(Fussilet 41/11 – Meali) Bu ayet, arzın da semavat gibi İlahi emre ve fıtrî kanunlara tam bir teslimiyet içinde olduğunu gösterir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de arzın kürevî yapısına ve hareketine işaret eden başka ayetler de müfessirlerce (tefsir edenlerce) zikredilmiştir: * **Tekvir (Yuvarlama/Sarma):** $$
$$”Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”

$$
$$(Zümer 39/5 – Meali)
Ayette geçen “yükevviru” (يُكَوِّرُ) fiili, Arapçada bir şeyi bir küre üzerine sarmak (örneğin sarığı başa sarmak) manasında kullanılır. Gecenin gündüz üzerine ve gündüzün gece üzerine bu şekilde “sarılması”, ancak kürevî bir cisimde mümkündür.
• Dahv (Yayma ve Yuvarlatma):
$$ “Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.” $$(Nâziât 79/30 – Meali)
Burada “serip döşedi” olarak çevrilen “dahv” (دَحٰيهَا) kelimesi, aynı kökten gelen “duhye” (devekuşu yumurtası) kelimesiyle de bağlantılıdır. Bu, arzın sadece düz bir “döşek” olmadığını, aynı zamanda geo-it (elips/yumurta şeklinde) bir kürevîliğe sahip olduğunu tasvir eder.
• Yörüngede Yüzme:
$$ “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” $$
$$(Yâsîn 36/40 – Meali)
Arzın da dahil olduğu bütün gök cisimlerinin bir “felek” (yörünge) içinde “yüzmesi” (hareket etmesi), sabit ve düz bir dünya anlayışıyla değil, dinamik ve hareketli bir kâinat tasviriyle uyumludur.

Birinci Meselenin Neticesi: “Sâni’-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır… Akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.”

İKİNCİ MES’ELE: “SEVR U HUT” KISSASI VE AKİDENİN TASFİYESİ

Bu mesele, İslam akidesine nasıl zarar verildiğini gösteren bariz bir misal olan “Arz, bir öküz (Sevr) ve bir balık (Hut) üzerindedir” şeklindeki meşhur rivayeti tenkit eder.

1. Usûl Tenkidi: Rivayetin Senedi ve Metni
Bediüzzaman, bu rivayeti hadis usûlü ve akide metodolojisi açısından şiddetle tenkit eder:
• Menşei (Kaynak): Bu kıssa, “İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir” (İslam’a dışarıdan girmiş bir asalak, bir eklentidir). “İsrailiyatın nişanı vardır.” Yani Yahudi-Hristiyan kültüründen veya eski mitolojilerden sızmıştır.
• Sıhhati (Sağlamlığı): “Hadîs olsa da” (ki teslim etmiyor), “âhâddendir” (tek bir koldan gelmiştir). Âhâd haberler “zannı” ifade eder, “yakîn” (kesin bilgi) ifade etmez. Akide ise yakîn ister; zannî meseleler akideye temel olamaz.
• Delaleti (Manası): Faraza “mütevatir ve kat’iyy-ül metin” (çok sağlam bir senetle gelmiş) olsa bile, “kat’iyy-üd delalet değildir” (manası kesin ve tek değildir). Yani, zahirî (dış) manasına alınamaz. “Zahirperestleri” (yüzeysel bakanları) havalandırmıştır.

2. Sahih Teviller (Mahamil-i Sahiha): Mecaz ve Hikmet

Üstad, bu rivayetin eğer bir aslı varsa, bunun ancak şu üç hikmetli manadan biri olabileceğini beyan eder:
• Melekî Tevil: “Sevr” ve “Hut”, “hamele-i arş” (Arş’ı taşıyan melekler) gibi, arz ile “müekkel” (vazifeli) olan iki meleğin ismi veya suretidir. Nasıl ki her bir nev’in (yağmur, dağ, deniz vb.) o nev’in ismiyle anılan bir müekkel meleği (Melek-ül Emtar, Melek-ül Cibal…) varsa, arzın idaresinde vazifeli melekler de bu isimlerle anılmıştır.
• Bu tevil, kâinattaki düzeni (nizam-ı âlemi) korur ve Allah’ın kudretini (اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْNِ اِلَّا اللّٰهُ – “Kâinatta Allah’tan başka hakiki müessir yoktur”) prensibiyle çelişmez. Melekler, kudretin icraatçısı değil, o icraatın perdeleridir.
• Mecazî (İktisadî) Tevil: Bu, en latif ve hikmetli tevilidir. “Arz (yani arz üzerindeki hayat) neyin üzerinde durur?” sorusuna verilmiş mecazî bir cevaptır.
• Sevr (Öküz): “İmaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası”dır. İnsanlığın (ehl-i kura/köy ahalisi) hayatı ziraate, ziraat ise öküzün omuzlarına bağlıdır.
• Hut (Balık): “Ehl-i sevahilin” (kıyı ehli) ve “ehl-i medeniyetin” (şehirli insanların) “medar-ı maişeti” ve “maden-i ticareti”dir.
• Bu cevap, “Devlet ne üstündedir?” sorusuna “Kılınçla kalem üstündedir” demek gibidir.
• Astronomik Tevil: “Sevr” (Taurus/Boğa) ve “Hut” (Pisces/Balık), arzın senelik yörüngesinde (medar-ı arz) bulunduğu iki “burç”tur. Arzın hareketini tanzim eden “cazibe-i umumiye” (kütle çekim) kanunu bu burçlarda (yani o yörünge noktalarında) “temerküz” (yoğunlaşma) eder. Yani arz, bu kanunlar üzerinde durur. Bu tevil, “hikmet-i cedide” (modern bilim) nazarıyla da uyumludur.

3. Üslûb-u Hakîmane (Hikmetli Cevap Üslûbu)

Peygamberimiz (s.a.v.) neden böyle mecazî bir cevap vermiştir? Metin, bunu “Üslûb-u Hakîmane” kaidesiyle izah eder. Bu, muhatabın sorduğu lüzumsuz veya anlayamayacağı bir sual yerine, ona asıl lazım olan ve fayda verecek cevabı verme sanatıdır.
Metnin iktibas ettiği ayet, bu üslûbun Kur’an’daki delilidir:
$$”Sana, hilâlleri soruyorlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir…»” $$(Bakara 2/189 – Meali) Onlar Ay’ın *şeklini* (keyfiyetini) sordular; Allah ise onlara Ay’ın *faydasını ve hikmetini* (vakit ölçüsü olmasını) haber verdi. Zira onlara lazım olan buydu. Aynı şekilde, “Arz neyin üzerinde?” diye (o günkü zihniyetle) abes bir sual sorana, Peygamberimiz (s.a.v.) arzın *nasıl* yaratıldığını değil, arz üzerindeki *hayatın* neye dayandığını (ziraat ve balıkçılık) hikmetle beyan etmiştir. **İkinci Meselenin Neticesi:** Bu “kıssa-i acibe-i meşhure”yi (meşhur acayip hikayeyi) zahirî manasıyla dine mal etmek, “hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet” (Ezeli Hikmete lüzumsuzluk isnat etmek), “san’at-ı İlahiyede isbat-ı israf” (Allah’ın sanatında israf olduğunu iddia etmek) ve “bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl” (Yaratıcının delili olan eşsiz düzeni bozmak) anlamına gelir. Metin, bu cehalete “Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…” (Lanet, binlerce lanet, cehaletin yüzüne…) diyerek son bulur.

### ELHASIL (GENEL NETİCE)
Bu iki mesele, Risale-i Nur’un temel bir düsturunu ortaya koyar: İslamiyet, hakikat üzerine kuruludur. İlim (bilim) Allah’ın “tekvinî” (varlıksal) ayetlerini okurken, Kur’an “kelâmî” (sözlü) ayetlerini beyan eder. Bu ikisi arasında zıtlık olamaz. Eğer bir zıtlık görünüyorsa, ya ilim henüz “bürhan-ı kat’î” seviyesine gelmemiştir (zandır) ya da dini anlayışta bir “hata” (İsrailiyat, mecazı hakikat sanma, zahirperestlik) vardır. Müslümanın vazifesi, ilim namına dini veya din namına ilmi inkâr etmek değil; bilakis, *Muhakemat* metninde yapıldığı gibi, akli ve naklî delillerle tefekkür ederek akideyi hurafelerden ve cehaletten arındırmak ve kâinattaki İlahi nizamı (Furkan 2) okumaktır.

 

===============•-•===============

 

Üçüncü Mes’ele

Kaf Dağı’dır.

İşaret:

Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır, o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek tâ imkândan imtina’ derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddeme’den sual et; sana “neam” cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri kat’î iken delaletlerinde zunûn tezahüm eylemişlerdir. Belki “Murad nedir” olan sualinin cevabında efhâm, mütehayyir olmuşlardır. İstersen Onbirinci Mukaddeme’nin sadefini aç. Bu cevheri bulacaksın.

Tenbih:

Vaktaki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız

قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ

dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin

لَا اَصْلَ لَهُ

demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü  olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.

Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesedlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa -çekirdek gibi- âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir.. her ikisinin ortasında beş yüz senedir.. ve zirvesi semanın ketfine mümastır.. ilâ âhiri hayalâtihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.

Eğer bizim bu mes’elede olan itikadımızı anlamak istersen; bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim. Eğer bir hadîs-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki; murad-ı Nebi sadık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine… Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazan fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu mes’elede malûmumuz budur:
Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevi ve medenîlerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserîsi teşa’ub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşa’ubdan neş’et etmiş olmak gerektir.

Ve sâniyen:

Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dûrbîniyle ve hiç olmazsa hayalin vera’-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maanînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf”, o âlemde zül-acaib olan “Kaf”ın çekirdeği olabilir. Hem de Sâni’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi’, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zül-acaib olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beşyüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir.

Ve râbian:

Neden caiz olmasın ki “Kaf”, daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola… Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedâhile gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise selasil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki, semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.

— · ⁖ · —

Dördüncü Mes’ele

Sedd-i Zülkarneyn’dir.

Nasıl bildin ki: Birşeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve “muhtelefün fîha”dır. Hem de malûmdur: Müteannid ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitabda gördüğü bir mes’eleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa, bir adamdan sual etse.. tâ, gaybda olan malûmuna cevab verse, o cevab iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevab verse veyahut sâil-i müteannidin malûmuna ya bizzât veya tevil ile cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur. Demek bir cevab, hem vaki’i razı eder, zira haktır. Hem sâili ikna eder; zira eğerçi murad değilse, malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor; zira cevabda ukde-i hayatiyeyi derceder ki: Makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder.

İşte cevab-ı Kur’an dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zarurî hükümler ki; inkârı kabul etmez. Şudur: Zülkarneyn “müeyyed min indillah” bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevilerin def’-i fesadları için… Ve Ye’cüc Me’cüc iki müfsid kabîledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit sed harab olacaktır. İlââhirihî. Bu kıyas ile, ona Kur’an delalet eden hükümler, Kur’anın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.

Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise; Kur’an onlara kat’iyy-üd delalet değildir. Belki “Âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki, Kur’an onlara delalet etmez fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.

Fakat vâ esefâ… Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden me’haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil, yok belki mâsadakı mana yerine mana gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler.

Halbuki Üçüncü Mukaddeme’nin sırrıyla zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahiddir. Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı câzim Huda ve Peygamberimizin muradlarına kat’iyyen vâcibdir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhdir. Şöyle:

Zülkarneyn, İskender demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik “lâm’ın kesriyle”, bazı melek “lâm’ın fethiyle”, bazı nebi, bazı veli, ilââhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, “müeyyed min indillah” ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise: Bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir sedd-i mahfîdir, inkılab ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı.. demişlerdir, demişlerdir… Her halde müfsidlerin def’-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.

Amma Ye’cüc Me’cüc, bazı müfessir “Veled-i Yafes’ten iki kabîle” ve bazı diğer “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi “akvam-ı şarkıye-i şimalî” ve bazı dahi “Benî-Âdemden bir cem’iyet-i azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife” ve bazı dahi “Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev’-i beşerin herc ü mercine sebeb olacaktır.” Bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler… Nokta-i kat’iyye ve cihet-i ittifakî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.

Amma harabiyet-i sed; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harab olmuştur fakat dekk olmamış. “Kîle”ler çok. Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev’-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir. Eğer bu müzakeratı müvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin: Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir ki: Çok fersahlar ile uzun ve acaib-i seb’a-i meşhureden bir “müeyyed min indillah”ın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet o vahşilerden Hun Kabîlesi Avrupa’yı herc ü merc ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya’yı zîr ü zeber eylemiştir. Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: “Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz.” dese neden istiğrab olunsun ki, harabiyet-i sed zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun… Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfırar gibidir. Eğerçi binler sene de fâsıl olsa… Kezalik Ye’cüc ve Me’cüc’ün ihtilâlleri, nev’-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir. Bundan sonra Onikinci Mukaddeme’nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bâb eder. Şöyle: Kur’an hısası için kısası zikrettiği gibi ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’aniyeden bir maksadına münasib noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihninde ve üslûbda teanuk ve musahabet edebilirler. Hîna ki, kıssa hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı.. nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddeme’den istizhar et. Göreceksin: Mecaz mecaza kapı açar..

وَ تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

zahirperestleri dışarıya sürüyor.

Malûm olsun ki: Esalîb-i Arab’da tecelli eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i’caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdaf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddeme’nin Hâtimesini istişmamla zevk et. Zira hitamı misktir ve içinde baldır. Hem de caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur ve kıyamete kadar bâki ve bazı inkılabatıyla meçhul kalarak kıyamette harab olacaktır.

İşaret:

Malûmdur: Mesken, sâkinlerinden daha ziyade yaşar. Kal’a, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Birşeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmışken hâvi ve hâlî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.

Tenbih:

Şu tafsilden maksad; tefsiri tevilden, kat’îyi zannîden, vücudu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, manayı mâsadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.

​— · ⁖ · —

Bu iki mühim mes’elenin (Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn) izahı, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsuru’l-Akîde” bahsinde yer almaktadır. Bu metinlerde müellif, sadece bu iki hususi konuyu izah etmekle kalmaz, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’deki müteşabih (manası kapalı, birden fazla manaya gelebilen) ve anlaşılması zor meselelere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair derûnî bir usûl ve metodoloji ortaya koyar.
İzahı, metinde ortaya konulan bu temel usûl üzerine bina edeceğiz.
Temel Metodoloji: Vücud, Keyfiyet, Mana ve Mâsadak Tefriki
Müellif, bu iki mes’elenin tahliline geçmeden evvel ve tahlil esnasında, hakikati vehimden, kat’î olanı zannî olandan ayırmak için şu mühim düsturları tesbit eder:
• Vücudu Bilmek, Keyfiyeti Bilmekten Başkadır: Bir şeyin varlığını (vücudunu) tasdik etmek ile o şeyin mahiyetini, nasıl olduğunu (keyfiyetini) bilmek tamamen ayrı şeylerdir. (Üçüncü Mes’ele, İşaret). Vücudu kat’î olan bir şeyin keyfiyeti zannî veya meçhul olabilir.
• Kat’î (Zarurî) ve Zannî (Nazarî) Hükümleri Ayırmak: Bir nassın (ayet veya hadîsin) ihtiva ettiği hükümlerin tamamı aynı derecede kat’î değildir. Bazı hükümleri zarurî (inkârı mümkün olmayan) iken, o hükümlerin etrafındaki teşrihat (detaylar, tasvirler) nazarî (yoruma, içtihada açık) olabilir. (Dördüncü Mes’ele).
• Mana ve Mâsadak Farkı: Bir kelamın manası (ifade ettiği küllî hakikat) ile o mananın mâsadakı (dış dünyadaki muhtemel bir örneği, tatbik edildiği yer) farklıdır. Müfessirlerin bir kısmı, bazen muhtemel bir mâsadakı, kelamın yegâne ve kat’î manası zannederek hataya düşmüşlerdir. (Dördüncü Mes’ele, Tenbih).
Bu usûl ışığında, metindeki iki mes’eleyi tahlil edelim:

1. ÜçÜncÜ Mes’ele: Kaf Dağı’nın İzahı
Bu mes’elede müellif, $ق$ (Kaf) harfi etrafında teşekkül eden ve İsrailiyat’tan tefsirlere giren rivayetleri tenkit eder ve hakikatin ne olabileceğine dair aklî ve naklî ihtimalleri sıralar.

A. Ayet ve Müradifleri

Metnin işaret ettiği kat’î nass, Kaf Suresi’nin başlangıcıdır:
$$قٓ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ ﴿١﴾$$
Meali: “Kâf. Şerefli Kur’an’a andolsun.” (Kâf 50/1)
Burada $ق$ (Kaf) harfi, hurûf-u mukattaa (manası Allah’a malum olan mukattaa harfleri) olarak zikredilmiştir. Müfessirler bu harfin manası hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir; kimisi “Allah’ın bir ismi”, kimisi “Kur’an’ın bir ismi” demiş, kimisi de (metinde zikredildiği gibi) “dünyayı ihata eden bir dağın adı” olduğunu söylemiştir.

B. Metodolojik Tahlil (Vücud ve Keyfiyet)

• Kat’î Olan (Vücud): Kur’an’da $ق$ harfi vardır. Bu, “kat’iyy-ül metin”dir.
• Zannî Olan (Keyfiyet): Bu harfin muradı nedir?
• Müellif, bu harfin $ص$ (Sad) gibi bir harf-i mukattaa olmasının “caiz” olduğunu belirtir. Bu ihtimal, onun delaletini zannîleştirir.
• Ayrıca, Karafî gibi bir müçtehidin, meşhur Kaf Dağı rivayeti için “لَا اَصْلَ لَهُ” (Aslı yoktur) demesini, bu rivayetin kat’î bir delile dayanmadığının isbatı olarak sunar.

C. Rivayetlerin Tenkidi (Alem-i Misal ve Alem-i Şehadet)

Müellif, İbn-i Abbas’a (r.a.) isnad edilen ve avam arasında meşhur olan “Kaf yere muhittir… zirvesi semaya değer…” gibi tasvirleri tahlil eder:
• İbn-i Abbas Mes’elesi: İbn-i Abbas’ın her söylediğinin hadîs olmadığını, her naklettiğinin onun makbulü olmadığını, bilhassa gençliğinde bazı hakikatlerin tezahürü için İsrailiyat’a hikâye tarîkıyla nazar ettiğini belirtir.
• Muhakkikîn-i Sofiye (Sufi Hakikat Araştırıcıları): Sofiyenin “Kaf” tasvirlerinin, bu âlem-i şehadete (gördüğümüz maddi âlem) ait olmadığını, onların seyr-i ruhanî ile gezdikleri âlem-i misale (manaların ve suretlerin tecessüm ettiği, rüya âlemi gibi bir ara âlem) ait olduğunu söyler.
• Hata Noktası: Avamın (veya avam gibi düşünenlerin), âlem-i misalde mütemessil olan o “zül-acaib” (acayip) Kaf’ı, bu dünyada (âlem-i şehadette) aramasının ve bu iki âlemin ahkâmını birbirine karıştırmasının bir “hayalât” olduğunu ifade eder.

D. Müellifin İtikadı ve Muhtemel Mâsadaklar

Müellif kendi itikadını şöyle özetler: “Ben ‘Kaf’ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim.” Yani, Kur’an’ın işaret ettiği bir “Kaf” hakikati vardır, ama onun ne olduğu (keyfiyeti) hususunda kesin konuşmaz, Allah’a havale eder. Ancak, bu âlemde o hakikatin mâsadakı (örneği/yansıması) olabilecek muhtemel izahları sıralar:
• Coğrafî Mâsadak: “Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden… Himalaya silsilesidir.” Bu silsile, dünyanın en azamî dağı olup, bedevî ve medenîleri ayıran bir fasıldır. Dünyayı “ihata etme” fikri, bu azametli silsileden neş’et etmiş olabilir.
• Berzahî Mâsadak (Alem-i Misal): Bu dünyadaki Himalaya silsilesi, o âlem-i misalde görünen “zül-acaib olan ‘Kaf’ın çekirdeği olabilir.”
• Kevnî Mâsadak (Kozmolojik): Allah’ın mülkü geniştir. Bu sefil küreye (dünyaya) münhasır değildir. Uzaklarda, belki şeffaf ve görünmez (gayr-ı mer’î) yapıda, semaya temas eden azîm bir “Kaf” hakikati bulunabilir.
• Ufukî Mâsadak (Algısal): “Kaf”, “daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola…” Nereye bakılırsa bakılsın, ufuk daima bir daire şeklinde dağ silsilesi gibi görünür. Hayal, bu silsilenin semanın etrafına temas ettiğini tahayyül eder.

2. DÖrdÜncÜ Mes’ele: Sedd-i ZÜlkarneyn’in İzahı

Bu mes’elede müellif, aynı metodolojiyi Zülkarneyn kıssasına tatbik ederek, kıssanın zarurî (kat’î) hükümlerini, nazarî (içtihada açık) teferruatından ayırır.

A. Ayetler ve Müradifleri

Mesele, Kehf Suresi’ndeki Zülkarneyn kıssasıyla ilgilidir (Kehf 18/83-98). Metnin odaklandığı ayetler:
$$قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَاْجُوجَ وَمَاْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا ﴿٩٤﴾$$
Meali: “Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?'” (Kehf 18/94)
$$فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّا ﴿٩٨﴾$$
Meali: “Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin va’di (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin va’di gerçektir’ dedi.” (Kehf 18/98)
Ayrıca müellif, mecaz ve istiarenin ehemmiyetini vurgulamak için aynı kıssadaki şu ayete de atıf yapar:
$$…وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ…$$
Meali: “…Güneşi kara balçıklı bir gözede batar (gibi) buldu…” (Kehf 18/86)

B. Metodolojik Tahlil (Zarurî ve Nazarî)

• Zarurî Hükümler (Kat’î Olanlar): Kur’an’ın açıkça bildirdiği, inkârı kabil olmayan hükümler:
• Zülkarneyn, Allah tarafından te’yid edilmiş (“müeyyed min indillah”) bir şahıstır.
• Onun irşadıyla iki dağ arasında bir “sed” (duvar/engel) bina edilmiştir.
• Bu sed, zalimlerin ve bedevilerin (Ye’cüc ve Me’cüc) fesadını def etmek içindir.
• Emr-i İlahî geldiği vakit (Rabbimin va’di gelince) o sed harab olacaktır.
• Nazarî Hükümler (Zannî ve İçtihada Açık Olanlar): Bu temel hükümlerin “keyfiyatlarının teşrihatları” (niteliklerinin detaylı açıklamaları) ve “mahiyetlerinin hududu” (ne olduklarının sınırları) Kur’an’da kat’î olarak belirtilmemiştir. Bunlar içtihadın ve tevilin alanıdır:
• Zülkarneyn kimdir? (İskender mi? Bir nebi mi? Veli mi? Melek mi?)
• Sed nerededir? (Sedd-i Çin mi? Başka bir yerde mi? Gizli (mahfî) bir sed mi?)
• Ye’cüc ve Me’cüc kimdir? (Yafes’in evladı mı? Moğol ve Mançur mu? Şark kavimleri mi? Medeniyeti herc ü merc eden herhangi bir taife mi? Âdemî mi, gayr-ı âdemî mi?)
• Sed ne zaman harap olacak? (Kıyamette mi? Kıyamete yakın mı? Harap olmuş da “dekk” (yerle bir) mi olmamış?)

C. Müfessirlerin Hatası ve Mecazın Ehemmiyeti

Müellif, bazı müfessirlerin, sual ve cevap arasında tam bir mutabakat olması gerektiği zannıyla, Kur’an’ın zarurî hükümleri ile nazarî teferruatı birleştirip, muhtemel bir mâsadakı (örneğin Sedd-i Çin) alıp, onu Kur’an’ın yegâne manası gibi sunduklarını belirterek tenkit eder.
$ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ$ (kara balçıklı göze) ayetinin, “zahirperestleri” (lafzın zahirine takılanları) dışarı sürdüğünü söyler. Zira güneşin hakikatte bir gözede batması muhaldir. Bu, Zülkarneyn’in nazarındaki (bakışındaki) bir tasvirdir ve Kur’an’ın belâgatının mecaz ve istiare üzerine kurulu olduğunun delilidir.

D. Müellifin İtikadı ve Muhtemel Mâsadak (Sedd-i Çin)

Müellif, “itikad-ı câzim” (kesin inancın) Allah ve Peygamber’in muradına vacib olduğunu, fakat o muradın hangisi olduğunun “muhtelefün fîh” (ihtilaflı) olduğunu belirtir.
Bu noktada kendisi bir tevil (içtihad) ortaya koyar ve “Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir” demenin “caiz” olduğunu söyler:
• Mâsadak: Sedd-i Çin (Çin Seddi).
• Muvafakat (Uygunluk):
• Çok uzundur ve “acaib-i seb’a-i meşhureden” (dünyanın yedi harikasından) biridir.
• “Müeyyed min indillah” birinin irşadıyla yapılmış olması mümkündür.
• O zamanın “ehl-i medeniyeti”ni (Çinlileri), “ehl-i bedeviyetin” (barbar kavimlerin) şerlerinden temin eylemiştir.
• Ye’cüc ve Me’cüc’e Mâsadak: Bu seddin engellediği “vahşilerden” olan “Hun Kabîlesi” (Avrupa’yı herc ü merc etti) ve “Moğol taifesi” (Asya’yı zîr ü zeber etti).
• Harabiyet ve Kıyamet: Seddin harabiyeti (aşılması, fonksiyonunu yitirmesi) kıyamete bir alâmettir. Peygamberimiz (a.s.m.) “Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz” buyurmuştur. Seddin harabiyetinin (mesela Moğol istilası) Saadet Asrı’ndan sonra olması, “ömr-ü arza” (dünyanın ömrü) nisbeten kıyamete yakınlıktır; “ihtiyarlıktan bir buruşukluktur.”

E. Alternatif İhtimal

Müellif, bu tevilin (Sedd-i Çin) caiz olduğunu söylemekle beraber, kapıyı kapatmaz. “Caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur (örtülü) ve kıyamete kadar bâki… kalarak kıyamette harab olacaktır” diyerek, seddin keyfiyetinin bizce bilinmeyen bir halde varlığını sürdürmesinin de mümkün olduğunu belirtir.

Netice ve Maksad

Metnin sonundaki “Tenbih” kısmında müellif, bu uzun tafsilattan maksadının şu olduğunu açıkça beyan eder:
Maksad; tefsiri (nassın açık manası) tevilden (içtihadî yorum), kat’îyi (kesin) zannîden (yoruma dayalı), vücudu (varlığı) keyfiyetten (nitelikten), hükmü (ana kararı) etrafın teşrihatlarından (yan detaylardan), manayı (küllî hakikati) mâsadaktan (tekil örnekten) ve vukuu (olmuş olanı) imkândan (olabilir olandan) “temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.”

Hülasa, bu iki mesele üzerinden, Kur’an’ın temel ve zarurî hakikatlerine iman ederken, keyfiyeti ve teferruatı meçhul olan kısımlarda aklı zorlayan İsrailiyat rivayetlerine veya zahirî manalara takılıp kalmamak; bunun yerine o hakikatlerin bu âlemdeki muhtemel mâsadaklarını (Himalaya veya Çin Seddi gibi) düşünmenin veya o manaların Alem-i Misal’deki tecellilerini kabul etmenin yahut keyfiyetini tamamen Allah’a havale etmenin en selâmetli yol olduğunu isbat etmektir.

 

===============•-•===============

 

Beşinci Mes’ele

Meşhurdur: “Cehennem yer altındadır.” Fakat biz ehl-i sünnet ve cemaat kat’an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zahir olan tahtiyettir ve yer altında olmasıdır. Buna binaen derim: Şecere-i Tûbâ gibi olan hilkat-i âlemin sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen Cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hal arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev’-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim…

Sâniyen:

Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennem’in çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayaran eden Arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki, o yumurtada Cehennem tamamıyla olunmaz ise.. başı veya diğer bir a’zâsı matvî olarak tazammun etmiş ki; yevm-i kıyamette derekât ve a’zâ-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acib-i Cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir. Yâhu!.. Kendin Cehennem’e gitmezsen hesab ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuzüç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor. Bu nar-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye baliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu gibi meşhur hadîsteki: “Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şediddir” olan nisbetin aynını isbat eder. Hem de Cehennem’in bir kısmı zemherirdir. Zemherir ise bürudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için, bürudetle ihrak eder. Demek umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.
Tenbih:

Malûm olsun ki: Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. Muntazır ol. Üçüncü Makale’nin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı didar edecektir…

İşaret:

Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikra-i tâmmının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin tenahîsizliğinin îmasıyla yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delaletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpâyan-ı İlahiyenin işaretiyle ve Nebiyy-i Sadık’ın lisan-ı tasrihiyle ve Kur’an-ı Mu’ciz’in hidayetiyle, Cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.

​— · ⁖ · —

Altıncı Mes’ele

Muhakkaktır ki: Tenzil’in hâssa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise, belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezaya, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dûrbîniyle temaşa etmezse, mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalîb-i Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır. Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’anın hakkını bahş ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an’ı tevil etmesinler. Zira her hakikattan daha zahir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki; Kur’an’ın manaları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade ve suret-i manası dahi beligane ve ulvîdir. Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın îfa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir-iki misal göstereceğiz. Zira nazarı celbeder.

Birinci Misal:

وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا

(Allahu a’lemu bimuradihi). Caizdir: İşaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru îma eder ki: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde taht-el bahr bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden müvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Sâniyen:

İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Sâlisen:

İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi’-i hayat olan mâ’ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ’ olduğu gibi, cezb-i rutubet hâsiyetiyle havaya meşşata oluyor… Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi, havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebeb olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Râbian:

Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Farazâ bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa; dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeler gibi tahayyül ederse ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse, acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu? Farazâ sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevi Arabın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen, şöyle: Bu silsileler A’rab-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen… Arabların hayalî olan üslûblarından uzak düşmüyorsun… Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dûrbîniyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temaşa edersen.. sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden daire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mes’ele’nin Tenbih’inde bir-iki misal daha gelecektir.

​— · ⁖ · —

Bu iki metin, birbirini tamamlayan iki ulvî hakikati tasvir etmektedir:
• Beşinci Mes’ele: Gaybî hakikatlerin (Cehennem gibi) bu dünyadaki akıl ve fen (bilim) lisanıyla nasıl anlaşılabileceğini, ancak bu anlayışın bu âlemin ölçüleri (mekayis) ile sınırlı olduğunu ve hakiki mahiyetlerinin âlem-i uhrevîye (ahiret âlemine) ait olduğunu beyan eder.
• Altıncı Mes’ele: Kur’an-ı Kerim’in gaybî veya dünyevî hakikatleri ifade ederken kullandığı üslûbun temelini teşkil eden belâgat, mecaz (metafor) ve istiarenin ehemmiyetini vurgular. Kur’an’ı tefsir ederken bu edebî ve manevî derinliği göz ardı etmenin, manayı noksan bırakacağını (mutaffifîn) tenbih eder.
Bu iki meseleyi birleştirdiğimizde, “Kur’an’ın hem bu dünyaya bakan (dağlar gibi) hem de ahirete bakan (Cehennem gibi) hakikatleri ifade ederken kullandığı mu’cizevî belâgatı ve mecazî üslûbu nasıl anlamalıyız?” sualinin cevabını buluruz.
Birinci Başlık: Gaybî Hakikatlerin Aklî Deliller ve Dünyevî Ölçülerle İzahı (Beşinci Mes’ele Tahlili)
Beşinci Mes’ele, ehl-i Sünnet akidesine göre yeri tam olarak tayin edilemeyen, ancak “yerin altında” (tahtiyet) olduğu rivayet edilen Cehennem’in varlığını ve dehşetini aklî delillerle ve “hikmet-i cedide” (modern bilim) verileriyle isbat etmeye çalışır.

1. Tahtiyet (Yer Altında Olma) ve Merkezî Ateş:
Metin, “Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir” diyerek, yerin altındaki Cehennem tasavvuru ile yerkürenin merkezindeki (çekirdeğindeki) muazzam ateşi birbirine bir delil ve emare olarak yaklaştırır.
• Bilimsel Veri (Hikmet-i Cedide): Metnin “Her otuzüç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor” tesbiti, o günün jeolojik malûmatıdır. Günümüzde bu ölçüm farklılaşsa da (ortalama 25-30 metrede 1°C artış, merkezde 6000°C civarı), ana fikir değişmez: Yerkürenin merkezi (çekirdeği) muazzam bir ateş ve basınç kütlesidir.
• Hadîs ile Tevafuk: Bu merkezî ateşin, bizim yüzeyde bildiğimiz ateşten katbekat şiddetli olması, şu meşhur Hadîs-i Şerif’teki nisbete işaret eder: “Sizin şu yaktığınız ateş, Cehennem ateşinin yetmiş cüz’ünden bir cüz’üdür.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 10; Müslim, Cennet 30). Metindeki “iki yüz defa” ifadesi, muhtemelen o günkü hesaplamaya veya farklı bir rivayete dayanmaktadır, ancak manadaki nisbet aynıdır.

2. Arz’ın “Yumurtlaması” ve Şecere-i Zakkum:
Metin, “küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennem’in çekirdeğiyle hamiledir” şeklinde son derece beliğ (edebî) bir mecaz kullanır.
• Mana: Nasıl ki bir çekirdek (mesela bir hurma çekirdeği) bir ağacın (şecere) bütün programını ve fihristesini ihtiva eder ve şartlar oluşunca o ağacı netice verirse; aynı şekilde, bu fani dünyanın merkezine yerleştirilen o merkezî ateş ve jeolojik yapı, ebedî âlemdeki Cehennem’in bir “çekirdeği” veya “yumurtası” hükmündedir. Kıyametle birlikte bu âlem değişime uğradığında (tebeddül ettiğinde), o çekirdek açılacak ve kendi âlemine münasip devasa bir Cehennem olarak tezahür edecektir.
• Müradif Kavram: Buna “potansiyelden fiile çıkma” (kuvveden fiile) veya “çekirdekten ağaca” (nüveden şecereye) geçiş nazarıyla bakılabilir.
• Destekleyici Ayet (Zakkum): Metnin “Şecere-i Zakkum” (Zakkum Ağacı) tabirini kullanması tesadüfî değildir. Bu, Cehennem’in tam merkezinde (aslında) biten bir ağaçtır:
$\ اِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ ف۪ٓي اَصْلِ الْجَح۪يمِ$$
Meali: “O, cehennemin tâ dibinde bitip çıkan bir ağaçtır.” (Sâffât, 37/64)

3. Zemherir (Şiddetli Soğuk) Boyutu:
Metin, Cehennem’in sadece ateş olmadığını, “bir kısmı zemherirdir” diyerek soğuk ile azabın da bulunduğunu belirtir. Bu, Hadîs-i Şerif’e dayanır (Buhârî, Mevâkît 9). Metin, bunu “Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için, bürudetle ihrak eder (yakma)” şeklinde izah eder. Bu, mutlak sıfır noktasına yakın aşırı soğuğun da ateş gibi yakıcı olması hakikatine bir işarettir.

4. En Mühim İhtar (Tenbih): Âhiret Ölçüleri:
Metin, tüm bu aklî ve bilimsel yaklaştırmalardan (takrib) sonra en mühim kaideyi koyar:
“Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle (ölçüleriyle) mesaha (ölçümleme) ve muamele olunmaz.”
• İzahı: Yani, Cehennem’in hakiki mahiyeti, bu dünyadaki 6000 derecelik çekirdek sıcaklığı veya mutlak sıfır soğukluğu ile aynı şey değildir. Bunlar sadece, aklımızın idrak ufkuna o dehşetli hakikati yaklaştırmak için kullanılan birer “dürbün” veya “misal”dir. Ahiret âlemi (Cennet ve Cehennem) bu fani âlemin maddesinden değil, farklı ve ebedî bir “esir”den veya “nur”dan yaratılmıştır. Oradaki ateş bu dünyadaki ateşe, oradaki soğuk bu dünyadaki soğuğa benzese de, mahiyetleri ve tesirleri ebedîdir.
İkinci Başlık: Kur’an Tefsirinde Belâgat ve Mecazın Zarureti (Altıncı Mes’ele Tahlili)
Altıncı Mes’ele, Kur’an-ı Kerim’in en büyük mu’cizesinin (i’caz) onun benzersiz belâgatı (edebî üstünlüğü ve yerli yerindeliği) olduğunu belirtir. Bu belâgat ise büyük ölçüde istiare (bir kelimeyi, aralarındaki benzerlik ilgisiyle geçici olarak başka bir manada kullanma sanatı) ve mecaz (sözü hakiki manasının dışında kullanma) üzerine kuruludur.

1. Tenezzülât-ı İlahiye (İlahî Tenezzüller):
Metin, Allahu Teâlâ’nın, insanların anlayış seviyesine (efhâm), his dünyasına (hissiyat) ve zihin yapılarına (ezhan) göre konuşmasını “Tenezzülât-ı İlahiye” olarak tabir eder. Yani, sonsuz ve mücerred (soyut) hakikatleri, insanların dünyasından alınmış somut misallerle (teşbih ve mecazlarla) anlatmasıdır.
• Zarureti: Eğer Allah, dağların jeolojik fonksiyonunu, levha tektoniğini veya su döngüsünü 21. yüzyıl bilim diliyle anlatsaydı, 1400 yıl evvelki insanlar hiçbir şey anlamayacaktı. Eğer sadece onlara hitap etseydi, bu asrın insanları Kur’an’ı basit bulacaktı.
• Kur’an’ın Mu’cizesi: Kur’an öyle bir belâgat kullanır ki, her asrın insanı, kendi idrak seviyesine göre o ayetten hissesini alır. 7. yüzyıldaki bir bedevi “evtad” (kazık) kelimesinden çadırının direğini anlar, 21. yüzyıldaki bir jeolog ise “izostatik dengeyi” anlar. İşte bu, mecazın gücüdür.

2. Misal Tahlili: “Dağları Kazık Yaptık” (Nebe’ Suresi)
Metnin “Birinci Misal” olarak verdiği ayet, bu metodolojinin zirvesidir:
$$وَجَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا $$Meali: “Dağları da birer kazık yapmadık mı?” (Nebe’, 78/7) Metin, bu beliğ mecazın altında yatan dört katmanlı manayı açar: * **Birinci Mana (Sefine/Gemi Mecazı):** Arz (yeryüzü) bir gemi (sefine) gibidir. Hava denizinde (bahr-i muhit-i havaî) veya feza okyanusunda (umman) yüzer. Dağlar ise, bu geminin müvazenetini (dengesini) koruyan “demir” (çapa) veya “direk” hükmündedir. * **İkinci Mana (Sükûnet ve Teneffüs):** Dağlar, yerkürenin “mesamatı” (gözenekleri) gibidir. Yerin “dâhilî inkılabat” (iç patlamalar, volkanik hareketler) ve “ihtizazat” (sarsıntılar, depremler) ile oluşan gazabını ve hiddetini, dağlar vasıtasıyla “teneffüs” ederek (dışarı atarak) sükûnet bulur. * **Destekleyici Ayet (Sarsılma):** Bu mana, Kur’an’daki diğer ayetlerle tam bir uyum içindedir. Dağların vazifesi “sarsıntıyı önlemek” olarak belirtilir:$
$$وَجَعَلْنَا فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَم۪يدَ بِهِمْ
Meali: “Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yerleştirdik…” (Enbiyâ, 21/31)
• Üçüncü Mana (Hayatın Direği): Dağlar, hayatın üç temel şartı olan “mâ’ (su), türab (toprak) ve hava”nın kefilidir:
• Mehazin-i Mâ’: Suların hazineleridir (rezervuarlarıdır). Karları tutar, bulutları çeker, pınarların ve nehirlerin kaynağıdır.
• Havanın Tasfiyesi: Havanın süzgecidir. Rutubeti çeker, hararet ve bürudeti (sıcaklık ve soğukluğu) ta’dil eder (dengeler), muzır (zararlı) gazların teressübüne (çökmesine) sebep olur.
• Toprağın Muhafazası: Toprağı korur. Erozyonu, çamurluğu, bataklığı ve denizin istilasını (tasallutunu) önler.
• Dördüncü Mana (Belâgat ve Çadır İstiaresi): Bu, en edebî yöndür. Metin, “Farazâ bir adam hayal balonuyla… uçarsa” der. Yüksekten bakıldığında, sıradağlar (silsile-i cibal), “direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeleri (çadırları) gibi” görünür. Semanın (gökyüzünün) bir çadır kubbesi (fustat) gibi arzın üzerine kurulduğu ve dağların bu çadırı yere sabitleyen “evtad” (kazıklar) olduğu tasavvur edilir. Bu, Arap belâgatına ve hayal dünyasına en uygun, en muhteşem tasvirdir.
Netice ve İki Meselenin Birleşimi
• Beşinci Mes’ele bize gösterdi ki; Cehennem gibi aklın ve hislerin idrak etmekte zorlandığı gaybî bir hakikati anlamak için, bu dünyadan misallere (merkezî ateş gibi) ihtiyaç vardır.
• Altıncı Mes’ele ise bize gösterdi ki; Kur’an, hem dünyevî (dağlar) hem de uhrevî (Cennet, Cehennem) hakikatleri anlatırken, bu misalleri en yüksek belâgat ve mecaz üslûbuyla kullanır.
Eğer bir müfessir (tefsirci), Altıncı Mes’ele’deki “mecaz ve belâgat” dürbününü kullanmazsa, Beşinci Mes’ele’deki “Cehennem yerin merkezindedir” veya Nebe Suresi’ndeki “Dağlar kazıktır” ifadelerini literal (birebir) ve basit anlar.
• O zaman ya ayeti inkâr eder (Bilim, dağların kazık olmadığını, mantonun üzerindeki levhalar olduğunu söylüyor, der)
• Ya da ayetin mu’cizevî manasını noksan bırakır (Sadece çadır kazığına benzetmiş, der).
Halbuki bu metinlerin ışığında anlıyoruz ki:
Kur’an, “Dağları kazık yaptık” (evtad) derken;
• Bedeviye çadırını,
• Jeoloğa izostatik dengeyi ve sarsıntıyı önlemeyi (Enbiya, 31),
• Meteoroloğa su döngüsünü ve hava tasfiyesini,
• Gemi kaptanına geminin demirini (çapasını)
tek bir kelime ile (evtad) anlatarak “İ’caz” (mu’cizelik) göstermiştir. Aynı şekilde, Cehennem’in merkezî ateş ile olan nisbeti de, o gaybî hakikati bu dünyevî akla kabul ettirmek için kullanılan beliğ bir mecaz ve aklî bir isbattır.

 

===============•-•===============

 

Yedinci Mes’ele

Kur’an’da zikrolunan:

دَحٰيهَا

ve

سُطِحَتْ

ve

فُرِّشَتْ

ve

تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

ve emsalleri gibi; bazı ehl-i zahir tağlit-ı ezhan için, onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.

وَلٰكِنْ بَكَوْا قَبْل۪ى فَهَيَّجُوا لِىَ الْبُكَاءَ وَ هَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبُكَائ۪ى

Malûmdur: Malûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın. Eğer denilse: Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş. Veyahut nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor. Veyahut nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurub ediyor. Maânî-i âyât kinayetten sarahate çıkmış oluyor… Evet şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.

​— · ⁖ · —

Sekizinci Mes’ele

İşaret:

Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delalet eder. Öyle ise bu vaki’ olmak gerektir…” Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir. Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel ta’ziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.

Dördüncü bela ki,

ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za’f-ı a’sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’iyye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir. Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Farazâ tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz.

Tenbih:

Ben zahirperest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat bazan, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır.

Beşinci Bela:

Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir…

Altıncı Bela:

Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatın imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennet-ül Firdevs gibi olan Delail-ül İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir.
Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.

Yedinci Bela:

Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cariyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu.. ilh… “Miftah-ı Sekkakî”de beyan olunduğu gibi; pek çok yerlerde san’at-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:

وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ ٭ وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

Şu iki âyet gayet şâyan-ı dikkattirler. Zira zahire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zira birinci âyette olan istiare-i bedîa, o derece hararetlidir ki; buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstekar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur. Evvelki âyet,

قَوَار۪يرَ مِنْ فِضَّةٍ

naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bedîayı tazammun eylemiştir. Şöyle ki: Cennet’in evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir.
Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedîanın karinesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennet’in kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki Sâni’-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla Cennet’e müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.

Aynen bunun gibi,

مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ

bir istiare-i bedîa ondan takattur ediyor. O istiarenin zemini ise, zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki; zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatîniyle süslendiği gibi, güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatîni andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar; sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse, teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi, berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O müsahhar sabihalar ise, o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını ra’d ile silâh başına davet ettiği gibi.. “Rahat olun” emriyle herkes yerine gider, gizlenir. Evet çok defa bulut dağın libasını giydiği gibi, heykeli ile teşekkül etmekle beraber bered ve karın beyazıyla televvün ve rutubet ve bürudetiyle tekeyyüf eder. Öyle ise bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti Kur’an’ın çok yerleri gösterir. Zira bazan onu, onun libasında ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de Tenzil’in pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin bir sahifesi olan zeminde muanaka ve musafahaları şahiddir. Zira umman-ı havada iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger-endaz olduklarını görüyoruz…

İkinci âyet:

تَجْر۪ى

Evet

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

bir üslûba işaret ettiği gibi,

لِمُسْتَقَرٍّ

dahi bir hakikatı telvih eder. Demek caizdir ki,

تَجْر۪ى

lafzıyla şöyle bir üslûba işaret olsun. Şöyle: Şems, demiri altundan yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi esîrden olan ve mevc-i mekfuf tabir olunan umman-ı semada seyahat ve yüzüyor. Eğer çendan müstekarrında lenger-endazdır. Lâkin o bahr-i semada o “zeheb-i zâib” cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî ve tebaî ve tefhim için müraat ve ihtiram olunan nazar-ı hissiyledir. Fakat hakikî iki cereyanı vardır. Olmaz ise de olur. Zira maksad, beyan-ı intizamdır. Esalîb-i Arab’da olduğu gibi tebaî ise veya zâtî ise, nizamın nokta-i nazarında birdir.

Sâniyen:

Şems müstekarrında, mihveri üzerinde müteharrik olduğundan o erimiş altun gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zenbereğidir.
Sâlisen:

Şemsin müstekarrı denilen taht-ı revanıyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahra-yı âlemde seyr ü seferi, mukteza-yı hikmet görünüyor. Zira kudret-i İlahiye herşeyi hayy ve müteharrik kılmıştır ve sükûn-u mutlak ile hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atalet-i mutlak ile, rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyle ise Şems de hürdür. Kanun-u İlahiye itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve herbir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır. Evet cereyan hakikî ve zâtî olduğu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasıl hakikîdir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı,

تَجْر۪ى

dir. Üslûbun ukde-i hayatiyesine telvih eden lafız,

لِمُسْتَقَرٍّ

dir.

Elhasıl:

Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise şems gibi parlıyor.

كُلِ الْعَسَلْ وَلَا تَسَلْ

kaidesine binaen, nizamı intac eden hareket-i şems veyahut deveran-ı arz, hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için sebeb-i aslînin taharrisine mecbur değiliz. Meselâ:

قَالَ

nin elifiyle hıffet hasıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.
İşaret:

Bu tasviratla beraber hiss-i zahire istinaden; zahir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasılki belâgatın hararet ve letafetine münafîdir. Öyle de: Delil-i Sâni’ olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şahidi olan istihsan-ı aklîye carih ve muhaliftir. Şöyle meselâ: Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki: Sübhan senin cihat-ı erbaana mukabil gelse veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün, bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete acib bir misali, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir. Şimdi insafla nazar-ı hakikatla bu taassub-u bârideye bak: Nasıl istikra-i tâmmın şehadetiyle sabit olan bir hakikat-ı bahireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur: Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terketmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise; acaba istikra-i tâmmın mecaza karine olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?..

Tenbih:

Eğer istersen Mukaddemata gir. Birinci Mukaddeme’yi suğra ve Üçüncü Mukaddeme’yi kübra yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zâtın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikattan temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zât-ı nekkad, Kürdçe demiş ki:

عَنَاصِرْ چِهَارِنْ ژِوَانِنْ مَلَكْ

Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.” Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları, İslâmiyet’tendir. Acaba.. dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anasırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet’in hâsiyetini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve icma’ ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.

Elhasıl:

Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, “dörttür” dediklerinden murad, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon.. yine dörttür.

Eğer hür-fikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki: Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.

Ey birader!

Vakta ki keşf-i esrar merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsur-ul Belâgat ve i’cazın miftahı olan İkinci Makale’nin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakın o makalenin iğlak-ı üslûbu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve zînet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zâtiyesidir.

Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürd mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım…

تَمَّ تَمَّ

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Unsur-ul Belâgat” bahsinde yer alan “Yedinci Mes’ele” ve “Sekizinci Mes’ele”dir. Bu bahisler, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizevî belâgatını (ifade harikalığını) tenkit etmeye veya yanlış anlamaya cüret eden “ehl-i zahir” (sadece dış manaya takılanlar) ve sathî (yüzeysel) nazara sahip kimselerin düştükleri vartaları (tehlikeli hataları) izah eden hikmetli bir usûl (metodoloji) dersidir.
Bu mes’elelerin gayesi, Kur’an’ın kâinat nizamı ve modern ilimlerin keşifleri ile zıt gibi görünen bazı ifadelerinin, aslında ne kadar derin bir belâgat, hikmet ve irşad (yol gösterme) maksadı taşıdığını isbat etmektir.

Bölüm 1: Yedinci Mes’ele – Zahiri Mananın İrşad Hikmeti
Bu mes’ele, Kur’an’ın bazı ayetlerini (örneğin Arz’ın “yayılması” veya Güneş’in “balçıklı bir gözede batması”) ele alarak, ehl-i zahirin bu ifadeleri nasıl yanlış anladığını ve hakikatin ne olduğunu tasvir eder.

1. Mesele: Malûmu İ’lam Abestir (Bilineni Bildirmek Gereksizdir)
Metinde, “Malûmdur: Malûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir” buyrulur. Yani, insanların zaten gözleriyle müşahede ettiği (gördüğü) bir şeyi Kur’an’ın tekrar “haber” olarak vermesi, hikmete ve belâgata aykırıdır.
• İnsanlar, yaşadıkları coğrafyada yeryüzünü zaten “yayılmış” ve “düz” olarak görüyorlardı. Eğer Kur’an, sadece bu görüneni tasdik etseydi, bu bir “malûmu i’lam” olurdu ve içinde bir hikmet veya i’caz (mucizelik) bulunmazdı.
• Hakikat: Kur’an, bu ifadelerle bir nokta-i garabet (hayret verici bir ince nokta) dersini verir.

2. Nokta-i Garabet: Küreviyetle Beraber Musattah Olması
Metnin işaret ettiği o ince nokta şudur: “Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha (düzleştirilmiş) ve size mehd (beşik) olmuştur.”
• Hakikat: Dünya, $kürevî$ (küre şeklinde) bir $cirm-i azîm$ (büyük cisim) olmasına rağmen, hayat sürmemiz için bir beşik (mehd) ve bir sergi (musattaha) gibi yayılmıştır. Asıl mucize budur; küreviyetin, bizim hayatımıza engel olmaması, bilakis en mükemmel $nizam$ ile bize hizmetkâr edilmesidir.
• Kur’an, kozmografya dersi vermez; Allah’ın $nimet$ ve $kudretini$ gösterir. Maksat, Arz’ın geometrik şeklini bildirmek değil, onu insana nasıl $müsahhar$ (boyun eğdirilmiş) kıldığını göstermektir.

3. İlgili Ayetler ve İzahları
Metnin atıfta bulunduğu ayetler ve hikmetleri şunlardır:
• $سُطِحَتْ$ (Sutihat – Yayıldı):
أَفَلَا يَنْظُرُونَ إِلَى الْإِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ ﴿١٧﴾ وَإِلَى السَّمَاءِ كَيْفَ رُفِعَتْ ﴿١٨﴾ وَإِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ ﴿١٩﴾ وَإِلَى الْأَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ ﴿٢٠﴾
( Meali): “Onlar deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiştir! Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne bakmazlar mı, nasıl yayılmıştır!” (Gāşiye 88:17-20)
• İzah: Burada nazar (bakış), devenin acayip yaratılışına, göğün direksiz yükselişine, dağların direk gibi dikilmesine çevrildikten sonra, Arz’a çevrilir. Arz’ın $küre$ olmasına rağmen, üzerinde dağların dikilip hayatın kurulabileceği şekilde “yayılması” ($sutihat$), kudretin azametini gösteren bir $garabet$ noktasıdır.
• $دَحٰيهَا$ (Dahâ-hâ – Döşedi/Yaydı):
وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحٰيهَا ﴿٣٠﴾
( Meali): “Ardından da yeryüzünü döşedi.” (Nâziât 79:30)
• İzah: Bu kelime, devekuşu yumurtası veya yumurtanın konulduğu yer manasına gelen köklerden de gelir ki, Arz’ın $elipsoid$ (geoid) şekline de ince bir işarettir. Aynı zamanda, o kürevî cismin içinden su ve rızık çıkararak hayat için “döşemesi” manasındadır.
• $تَغْرُبُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ$ (Aynin Hami’etin – Balçıklı bir su gözesinde batması):
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا ﴿٨٦﴾
( Meali): “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik.” (Kehf 18:86)
• İzah: Metninizin vurguladığı gibi, “binler sene ile uzak olan şems”in (Güneş’in) hakikatte bir gözede batması $muhal$ (imkânsız) ve abestir. Ayet, Zülkarneyn’in (a.s.) $nazarındaki$ (bakışındaki) $tasviri$ beyan eder. O, ufukta bir okyanus veya büyük bir bataklığın kenarına varmış ve Güneş’i o ufuk çizgisinde, $sanki$ o çamurlu suyun içine batıyormuş gibi görmüştür. Bu, $hissî$ (duyusal) bir müşahedenin $naklidir$, yoksa kozmik bir hakikatin ilanı değildir.

Bölüm 2: Sekizinci Mes’ele – Aklı Teşviş Eden (Karıştıran) Fikrî Belalar
Bu mes’ele, ehl-i zahirin sadece ayetleri değil, kâinat nizamını anlamakta da nasıl hatalara düştüğünü izah eder. Bu hatalar, metinde “Bela” olarak tabir edilen fikrî hastalıklardır.

1. Bela: İmkân-ı Zâtî ile Vukuatı Karıştırmak
• Hata: Ehl-i zahir der ki: “Allah’ın kudretine göre böyle olması $mümkündür$ (imkân-ı zâtî). Hem böyle olması (mesela Güneş’in dönmesi) daha azametli görünür. Öyle ise $vaki’$ (gerçekleşmiş olan) budur.”
• İzah: Metin, “Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir?” diyerek bu fikri tenkit eder. Bir şeyin Allah’ın kudreti dâhilinde $mümkün$ olması, onun $vaki’$ olduğu manasına gelmez. Allah, $hikmet$ ve $iktisat$ ile iş yapar, en $kısa$ ve en $kolay$ yolu tercih eder. (Bu, Sübhan Dağı misaliyle izah edilecektir).
• Bu hata, “imkân-ı zâtî”nin, “yakîn-i ilmî”ye (ilimle sabit olan gerçeğe) zıt olduğunu zannetmektir. Van Denizi’nin bal olması $zâtında$ mümkündür, ama bu $imkân$, onun şu anda $su$ olduğu yolundaki $ilmî$ ve $bedihî$ (apaçık) bilgimizi çürütmez.

2. Bela (Dördüncü Bela): İmkân-ı Vehmi ile İmkân-ı Aklî’yi İltibas Etmek
• İmkân-ı Aklî (Aklî Mümkünlük): Varlığına veya yokluğuna dair kat’i bir delil olmayan bir şey hakkında tereddüt etmektir. Bu, ilmî bir tavırdır.
• İmkân-ı Vehmeî (Vehme Dayalı Mümkünlük): Delilsiz, esassız, “belki”, “ihtimal”, “şekk” (şüphe) gibi vesveselerden doğan $safsata$dır. Metin bunu, “muhakemesizlikten”, “kalbin za’f-ı a’sabından” ve “aklın sinir hastalığından” ileri gelen bir maraz (hastalık) olarak tasvir eder.
• Bu vehme düşenler, $bürhan$ (kat’i delil) ile isbat edilmiş hakikatlere bile “Belki öyle değildir, akıl her şeyi idrak edemez” diye şüphe atarlar.

3. Bela (Beşinci ve Altıncı): Mecazı Hakikat Zannetmek (Kasr-ı Nazar)
• Hata: Her $mecaz$ (metafor) ifadede $hakikat-ı zâtiye$ (bizzat gerçeğin kendisini) aramaktır. Bu kimseler (ehl-i zahir), mecaza ancak hakikatin aklen imkânsız ($imtina$) olduğu yerde mecbur kalırlar.
• İzah: Metin, “Muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir” der. Mecaz, hakikatin ışığını parlatan bir “şişe” gibidir. Bir ifadenin mecaz olduğunu anlamak için $karine$ (ipucu) lazımdır. Bu karine, metnin de dediği gibi, sadece $aklî$ imkânsızlık değil, aynı zamanda $hissî$, $âdî$ (geleneksel) ve $makamî$ (konunun bağlamı) olabilir.

4. Bela (Yedinci): Belâgat-ı Arabiyeyi Bilmemek ve Nizam-ı Kâinatı İnkâr Etmek
Bu, önceki hataların neticesidir ve metin bunu iki mühim ayetle zirveye taşır:
• Misal 1: $وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ$ (Gökten, içinde dolu bulunan dağlardan indirmesi)
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْج۪ي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ۚ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَٓاءُۜ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِۜ﴿٤٣﴾
( Meali): “Görmedin mi ki, Allah bulutları sürer, sonra onları bir araya getirip üst üste yığar. Artık sen onların arasından yağmurun çıktığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ (gibi bulut)lardan dolu indirir. Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar. Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır.” (Nûr 24:43)
• İzah: Metin, buradaki $cibal$ (dağlar) ifadesinin “istiare-i bedîa” (harika bir metafor) olduğunu söyler. Gökyüzü ($âsuman$), yeryüzünün karla kaplı dağlarına $rekabeten$, bulutlardan müteşekkil kendi “dağlarını” gösterir. Bu, zahiri “cümud”u (donukluğu) eriten $hararetli$ bir belâgattır. Yoksa gökte hakikî, taştan dağlar olduğunu iddia etmek $belâgatı cühud$ (inkâr) etmektir.
• Misal 2: وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ﴿٣٨
( Meali): “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın (kader) takdiridir.” (Yâsîn 36:38)
• İzah: Metin, bu ayeti iki katmanlı izah eder:
• Zahiri Mana (Nazar-ı Hissî): $تَجْر۪ى$ (cereyan ediyor/akıyor) lafzı, $üslûba$ (ifade tarzına) işaret eder. Bizim $nazar-ı hissiyemize$ (duyusal bakışımıza) göre Güneş hareket eder ve bu hareket, bizim hayatımızı $tanzim$ eder. Kur’an, bu $görünen$ hareketi esas alarak $intizamı$ (düzeni) ders verir.
• Hakikî Mana (İlmî): $لِمُسْتَقَرٍّ$ (bir karargâh/yörünge için) lafzı ise $hakikate$ telvih (işaret) eder. Metin, bu hakikatin iki yönlü olabileceğini söyler:
• Birincisi (Sâniyen): Güneş’in $mihveri üzerinde$ (kendi ekseninde) dönmesi ($hareke-i hakikiye$).
• İkincisi (Sâlisen): Güneş’in $taht-ı revanıyla$ (tüm sistemiyle, yani seyyaratı/gezegenleri ile) birlikte “sahra-yı âlemde seyr ü seferi” (galaksi içindeki hareketi).
• Elhasıl (Netice): Metin, “Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir” der. Nizamı netice veren şey ister Arz’ın $deveranı$ (dönüşü) olsun, ister (görünen) Güneş’in $hareketi$ olsun, asıl maksat olan $nizamın$ ders verilmesini ihlâl etmez.
Sübhan Dağı Misali:
Metin, bu noktada akla $istihsan$ (güzel bulma) ve $hikmete$ müracaat eder:
“Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan… senin cihat-ı erbaana mukabil gelse… en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi… bir daire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek… bence nizama cinayet etmektir.”
• İzah: Bir dağı dört yönden görmek için, sizin birkaç adım atarak etrafında dönmeniz $en kısa$ ve $hikmetli$ yoldur. Dağın sizin etrafınızda dönmesini beklemek ise $abesiyet$ (saçmalık) ve $israftır$. Hilkatte (yaratılışta) israf ve abes yoktur. Aynen öyle de, gece ve gündüzün oluşumu için, küçücük Arz’ın $devasa$ Güneş’in etrafında (ve kendi ekseninde) dönmesi $hikmet-i ezeliyeye$ uygundur; kâinatın azîm cirmi olan Güneş’in küçük Arz’ın etrafında döndürülmesi ise bu $iktisat$ ve $hikmet$ kanununa aykırıdır.

Bölüm 3: Tenbih – Hatânın Menbaı (Kaynağı): Felsefe-i Yunaniye
Metin, bu zahirperestliğin ve taassubun kaynağını, $felsefe-i Yunaniye$nin (Yunan Felsefesi) hükümlerini, $usûl-ü İslâmiye$ (İslam’ın temel prensipleri) zannetmek olarak teşhis eder.
• Özellikle “anasır-ı erbaa” (dört unsur: hava, su, ateş, toprak) meselesini misal verir. Bazı müfessirler, bu felsefî nazariyeyi İslami bir hakikat zannetmişlerdir.
• Halbuki İslâmiyet’in “anasır-ı erbaası” (Dört Esası) $Kitab$, $Sünnet$, $İcma’$ ve $Kıyas$’tır.
• Metin, felsefenin “anasır-ı erbaa”sının, sonradan “müvellidülma (Hidrojen), müvellidülhumuza (Oksijen), azot ve karbon” olarak bulunsa bile, bunun felsefenin değil, ilmin bir keşfi olduğunu ve Kur’an’ın bu $değişken$ nazariyelere bağlanamayacağını vurgular.

Hulâsa (Genel Netice)
İktibas edilen bu mes’eleler, Kur’an-ı Kerim’in;
• Zahirî (görünen) müşahedelerimizi $kullanarak$ bizi $derûnî$ bir $nizam$ ve $hikmet$ tefekkürüne (düşüncesine) sevk ettiğini,
• Maksadının kozmografya veya jeoloji dersi vermek değil, her seviyeden akla $San’atkârı$ (Yaratıcıyı) ve O’nun $nimet$ ve $intizamını$ göstermek olduğunu,
• Bunu yaparken $belâgat-ı Arabiyenin$ en yüksek $istiare$ (metafor) ve $temsillerini$ kullandığını,
• Kur’an’ı anlamanın anahtarının (miftahının) Yunan felsefesinin donuk kaideleri değil, Arap belâgatının canlı ve hikmetli üslûbu olduğunu kat’i bir surette isbat eder.

 

 

===============•-•===============

 

Unsur-ul Belâgat
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ وَ الصَّلَوَاتُ عَلٰى نَبِيِّهِ

İkinci Makale

Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır.

Birinci Mes’ele

Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa… Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.

Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.

Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…

Tenbih:

Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.

​— · ⁖ · —

İkinci Mes’ele

Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle: Deveran ile tabir olunan vücudda ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe’ zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de manaları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.

Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:

يُنَاج۪ينِىَ اْلاِخْلَافُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ وَ تَخْتَصِمُ اْلاٰمَالُ وَ الْيَاْسُ ف۪ى صَدْر۪ى

Yani: “Mumatala-i hak perdesi altında hulf-ül va’d benimle konuşuyor. Der: Aldanma!.. Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar.” Göreceksin nasıl şâir-i sahir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rü’ya görünüyor. Evet bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.

Veyahut yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte:

تَشَكَّى الْاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ وَ تَرْشَفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ

Yani: Yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla haletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?

Tenbih:

Bu şiiri güzel gösteren içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. Zira yağmur gecikse sonra gelse toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muaşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder.

İşaret:

Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır…

​— · ⁖ · —

Üçüncü Mes’ele

Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemali ve sureti, üslûb iledir. Yani kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki: Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın telakkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülatın hususiyatından teşekkül eden suretlerden terekküb eden istiare-i temsiliyenin parçaları telahuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûb, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemalin madeni ve hulel-i fahirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şâyan olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan manalar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından mahall-i suver olan hayale girerler.

O hazinet-ül hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer, lâakal bir nişan ile çıkar. Hiç olmazsa bir düğme ile veya bir kelime ile kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.

Eğer bir kelâmın -fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın- üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden; mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizac ve san’atını kelâmıyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun. Eğer tereddüd ile senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bür’iyye’den olan

وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ اْمَتَلَاتْ مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ

olan bîmarhaneye git, gör! Nasıl hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakikatın şişesindeki zülal-i mana nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizac etmesini seyretmek ve o zülali içmeye iştihan var ise meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı belig nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:

Kelâm-ı belig, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.

Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle!.. Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda’-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsifini etmiştir.
Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar…” Bak evsaf-ı kemaliye içinde Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.

İşaret:

Üslûbdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka diyorlar. Ve belâgatça faidesi, kıssatın tefarıkını ve perişan olan parçalarını iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssatın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatab kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.

Bak nerede olursa olsun “mübareze” lafzı pencere gibi meydan-ı harbi, içinde harb olarak sana gösterir. Evet çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematoğrafisi denilse caizdir.

Tenbih:

Üslûb meratibi pek mütefavittir. Bazan o kadar latif ve rakiktir ki, nesim-i seherden daha âheste eser. Bazan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desais-i harbiyelerinden daha mesturdur. Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi lâzımdır, tâ istişmam edebilsin.

Ezcümle:

يٰسٓ

suresinde

مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَم۪يمٌ

şive-i ifadeden, Zemahşerî

مَنْ يَبْرُزُ اِلَى الْمَيْدَانِ

üslûbunu istişmam etmiştir. Evet insan isyanla Hâlıkın emrine karşı manen müdafaa ve mübareze eder…

​— · ⁖ · —

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsur-ul Belâgat” bölümünde yer alan “İkinci Makale”dir. Bu makale, belâgatın (söz sanatının, edebiyatın) ruhuna ve hakikatine dair üç mühim mes’eleyi tahlil ve tenkit eder.
Metnin ana gayesi, hakikî belâgatın “lafız” merkezli değil, “mana” merkezli olması gerektiğini isbat etmektir. Belâgatın, zahirî süslemelerden ziyade, derûnî bir hakikatin ve mananın nizamından (düzeninden) kaynaklandığını ortaya koyar.

Makalenin Umumî Tasviri
Bu makale, belâgat sahasında vukû bulan bir “inhirafı (sapmayı) tenkit eder. Bu inhiraf, manayı lafza feda etmektir. Üstad Hazretleri, belâgatın ruhunun şu üç temel üzerine kurulu olduğunu beyan eder:
• Birinci Mes’ele: Belâgatın aslı Nazm-ı Maânî’dir (Manaların Nizamı), Nazm-ı Lafz (Lafızların Nizamı) değil.
• İkinci Mes’ele: Belâgatın hayatı Tecessüm-ü Maânî’dir (Manaların Cisimleşmesi) ve cansızlara ruh üflenmesidir.
• Üçüncü Mes’ele: Belâgatın sureti ve elbisesi Üslûbdur ve bu, mütekellimin (konuşmacının) şahsiyetini aksettiren bir âyinedir.
Şimdi bu mes’eleleri sırasıyla tahlil edelim:
Birinci Mes’ele: Nazm-ı Maânî ve Lafızperestliğin Tenkidi
Bu mes’ele, belâgatın temelindeki tabiî mecranın ne olduğunu ve nasıl bozulduğunu izah eder.
1. Hakikî Belâgat (Nazm-ı Maânî):
• İzahı: Bediüzzaman’a göre, fikirlerin ve hissiyatın tabiî akışı, “manaların nizamı” (Nazm-ı Maânî) iledir. Bu nizam, mantık ile güçlendirilmiştir ve hakikatlere yöneliktir. Hakikatlere giren fikirler, varlıkların mahiyetindeki inceliklere nüfuz eder. Bu incelikler kâinattaki mükemmel nizama (Nizam-ı Ekmel) dayanır. Bu nizamda ise “hüsn-ü mücerred” (soyut güzellik) gizlidir ki, belâgatın bütün çiçekleri bu bostandan neş’et eder.
• Müradifleri:
• Nazm-ı Maânî: Manaların tertibi, derûnî ahenk, fikrî silsile, manevî yapı, muhtevanın önceliği.
• Hüsn-ü Mücerred: Soyut güzellik, manevî güzellik, suretten münezzeh kemâl.
2. Belâgattaki Teşevvüş (Bozulma):
• İzahı: Arap olmayan (a’cam) ve Arapçaya sonradan dâhil olan (dahîl) edipler, bu sahaya girdiklerinde, işin kolayına kaçmışlardır. Mananın derinliklerine dalmak yerine, nazar-ı sathîye (yüzeysel bakışa) daha hoş gelen, avamın nazarını daha çok çeken “lafız” (söz) ile meşgul olmuşlardır.
• Böylece, “lafız manaya hizmet etmek” olan tabiî kaide, “mana lafza hizmet etmek” şekline çevrilmiştir. Bu durum “lafızperestlik” (kelimeye tapma) hastalığını doğurmuştur. Üstad, bu hastalığa misal olarak Harîrî’nin Makamat isimli eserini zikreder; dâhiyane bir edebî eser olmasına rağmen, lafız sevgisi ve sanat gösterme hevesiyle mananın lekedar edildiğini belirtir.
• Tenbih (Uyarı): Bu hastalık sadece lafızperestlik değildir; suretperestlik (şekilcilik), üslûbperestlik, teşbihperestlik (benzetme düşkünlüğü), hayalperestlik ve kafiyeperestlik olarak da tezahür eder. Bunlar, manayı surete feda eden marazlardır.
• Küllî Kaide: “Lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla… suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla…”

3. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an-ı Kerim, daima zahirî şekilcilikten ziyade, derûnî hakikate ve manaya ehemmiyet verir.
• Rûm Suresi, 30:7:
$$يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ$$
• Meali: “Onlar, dünya hayatının sadece görünen (zâhirî) tarafını bilirler. Ahiretten ise gaflet içindedirler.”
• İrtibatı: Lafızperestler, belâgatın “zâhirî” tarafı olan lafızlarla meşgul olup, onun “ahireti” mesabesinde olan hakikî manasından gafil olurlar.
• Bakara Suresi, 2:177:
$لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
• Meali: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren; antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getiren; sıkıntıda, hastalıkta ve savaş zamanlarında sabredenlerin davranışlarıdır. İşte doğru olanlar bunlardır; müttakîler de bunlardır.”
• İrtibatı: Ayet, hakikî faziletin zahirî bir “suret” (yönelme) olmadığını, bilakis derûnî bir “mana” (iman ve amel) olduğunu ders verir. Bu, belâgatta da geçerlidir; asıl olan lafzın süsü değil, imanın ve hikmetin muhtevasıdır.
İkinci Mes’ele: Kelâmın Hayatlanması (Tecessüm-ü Maânî)
Bu mes’ele, sözün nasıl canlı ve tesirli hale getirileceğini izah eder.
1. Sihr-i Beyan (Beyanın Sihri):
• İzahı: Kelâmın (sözün) hayatlanması ve gelişmesi, “manaların tecessüm etmesi” (soyut anlamların cisimleşmesi, somutlaşması) ve “cemadata nefh-i ruh” (cansız varlıklara ruh üflenmesi) ile mümkündür.
• Bu, “sihr-i beyan” (ifadenin sihri) olarak adlandırılır. Edib veya şair, hayal gücünü kullanarak cansız varlıkları (cemadatı) canlandırır, onları konuşturur (intak), aralarına sevgi veya düşmanlık atar. Soyut manalara birer cisim giydirir.
• Misaller: Metinde iki beyit (mısra çifti) zikredilir:
• Ümid (emel) ile ye’sin (ye’s) (iki soyut mana) birbiriyle kavga etmesi (tecessüm).
• Yerin (arz) yağmura (sehab) olan aşkı ve şikâyeti (cemadata nefh-i ruh).
• Müradifleri:
• Tecessüm-ü Maânî: Manayı cisimleştirme, teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), mücerredi müşahhas kılma.
• Nefh-i Ruh: Ruh üfleme, canlandırma, hayat verme.
2. Hayaldeki Hakikat Danesi:
• Tenbih (Uyarı): Bu hayalî tasvirlerin güzel ve tesirli olmasının şartı, içinde “bir dane-i hakikat” (bir hakikat çekirdeği) bulunmasıdır. Tamamen hayalî ve hakikatten kopuk olmamalıdır.
• Misal: Yağmurun gecikip sonra yağdığında topraktan çıkan “vız vız” sesi, toprağın şiddetli ihtiyacını ve iştiyakını gösteren bir “hakikat danesi”dir. Şair, bu hakikat çekirdeğini alır, hayal gücüyle işler ve onu bir “muaşaka” (aşk hikâyesi) suretine ifrağ eder (döker).

3. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an-ı Kerim, bu sanatın zirvesidir. Muhatabın zihninde manayı tecessüm ettirmek için cemadatı ve manaları mütemadiyen konuşturur.
• Haşr Suresi, 59:21:
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
• Meali: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, sen onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
• İrtibatı: Bu ayet, “cemadata nefh-i ruh” sanatının en âlâ misalidir. Cansız ve sert olan “dağ”a (cemadat), “huşû” (derin saygı), “korku” (haşyet) ve “parçalanma” (tefekkürün tesiri) gibi en derin hayatî sıfatlar verilerek Kur’an’ın azameti tecessüm ettirilmiştir.
• İsrâ Suresi, 17:44:
$$تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا$$
• Meali: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”
• İrtibatı: Kâinattaki bütün varlıklara (cemadat dâhil) “tesbih” (bilinçli bir zikir) fiili isnad edilerek, bütün mevcudat canlı ve şuurlu birer zâkir suretine sokulmuştur. Bu, belâgatın en yüksek mertebesidir.
Üçüncü Mes’ele: Üslûb (Kelâmın Kalıbı ve Sureti)
Bu mes’ele, belâgatın zahirî yönü olan üslûbun, manayla olan münasebetini izah eder.
1. Üslûb Nedir?
• İzahı: Üslûb, kelâmın “elbise-i fahiresi” (kıymetli elbisesi), “sureti” ve “kalıbı”dır. Manalar, kalbin derinliklerinde “çıplak” bir haldeyken, “irade”nin sesiyle çağrılırlar. “Hazinet-ül Hayal”e (Hayal Hazinesi) girerler ve orada buldukları suretleri giyerler.
• Üslûb, basit bir lafız yığını değil, mütekellimin (konuşmacının) ruhundan, mizacından ve san’atından süzülen bir surettir. “Bir kelâmın üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin.”
• Müradifleri:
• Üslûb: İfade tarzı, beyan kalıbı, mütekellimin şahsiyetinin âyinesi, mananın büründüğü suret.
• Hazinet-ül Hayal: Hayal hazinesi, suretlerin menbaı, tasavvur deposu.

2. Üslûbun Faidesi ve Misalleri:
• Faidesi: Üslûbun en mühim faydası, dağınık parçaları birleştirmesidir (iltiham). Mütekellim, üslûbun bir köşesini göstererek, muhatabın kıssanın tamamını görmesini sağlar (“Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” kaidesince).
• Misaller:
• Kaside-i Bür’iyye misali: İmam Busayrî, günahlardan tevbe etmeyi, bir “bîmarhane” (hastane) üslûbu içinde tasvir eder; gözyaşını “istifrağ” (kusma), pişmanlığı da “perhiz” (diyet) olarak sunar.
• Hüdhüd misali: Süleyman (a.s) Peygamberin Hüdhüd’ü, Sebe’ melikesinden bahsederken, Allah’ı tavsif ederken kendi “hendese”sine (mühendislik/yer bulma sanatı) münasip bir üslûb kullanır: “…göklerde ve yerde olanı ortaya çıkaran…” (Neml, 25).
• Mübareze misali: “Mübareze” (çarpışma) lafzı, tek bir kelime olmasına rağmen, bir “sinematoğraf” gibi bütün bir savaş meydanını hayale gösterir.
3. Üslûb-u Mübareze (Tenbih):
• İzahı: Üslûbların çok farklı mertebeleri vardır. Bazen çok gizli olabilir. Zemahşerî’nin, Yâsîn Suresi’ndeki “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn, 78) ayetindeki sual üslûbundan “Meydana kim çıkacak!” şeklinde bir “mübareze” (meydan okuma) manasını istişmam etmesi (koklayıp çıkarması) buna misaldir. Çünkü bu sual, bilmek için değil, (haşa) Allah’ın kudretine karşı isyan ve meydan okuma makamında sorulmuştur.

4. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an’ın üslûbu, Allah’ın isimlerine ve konuşmanın makamına göre mucizevî bir surette tecelli eder.
• Neml Suresi, 27:24-25: (Hüdhüd misali)
$$وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ ﴿24﴾ اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ﴿25﴾$$
• Meali (24-25): “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları doğru yoldan çıkarmış. Bu yüzden de doğru yolu bulamıyorlar. (Şeytan) göklerde ve yerde olanı ortaya çıkaran, gizlediğinizi ve açığa vurduğunuzu bilen Allah’a secde etmesinler diye (onları saptırmış).”
• İrtibatı: Metinde işaret edildiği gibi, Hüdhüd’ün mesleği yerin altındaki gizli suları (mahfiyatı) çıkarmaktır. Allah’ı tavsif ederken, tam da kendi san’atına (hendesesine) muvafık bir üslûb ile “göklerde ve yerdeki gizli olanı (el-hab’e) ortaya çıkaran” vasfını zikretmesi, üslûbun mütekellimin mahiyetini nasıl aksettirdiğine dair harika bir misaldir.
• Yâsîn Suresi, 36:78: (Üslûb-u Mübareze misali)
$$وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ$$
• Meali: “Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?»”
• İrtibatı: İşte bu ayetteki “Kim diriltecek?” suali, cehaletten kaynaklanan bir sual değil, kudret-i İlahiyeye karşı bir istib’ad (akıldan uzak görme) ve isyan üslûbudur. Bu üslûb, manen bir müdafaa ve mübarezedir (meydan okumadır). Cevabı da aynı derecede susturucu ve kudreti isbat edici bir üslûbla gelir (Bkz: Yâsîn, 79).

Hülâsa (Özet)
Bediüzzaman Hazretleri bu “İkinci Makale”de, hakikî belâgatın;
• Lafız ve suret esaretinden kurtulup, mananın nizamına tâbi olması gerektiğini,
• Soyut manalara ve cansız varlıklara hayat vererek tesirini artırması gerektiğini (ancak bunun bir hakikat çekirdeğine dayanması şartıyla),
• Mananın şahsiyetine ve mütekellimin maksadına uygun bir üslûb elbisesi giymesi gerektiğini ders vermektedir.

===============•-•===============

 

Dördüncü Mes’ele

Kelâmın kuvvet ve kudreti ise; kelâmın kuyudatı birbirine cevab vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen karınca kaderince, asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksad üzerine bırakmak ile

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُش۪يرُ

düsturuna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi.. maksad ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir.

Elhasıl:

Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.

İşaret:

Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsn ü cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et… Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azabdan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen

وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ

olan âyete bak. Nasılki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kaide-i beyaniyeye binaen tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor.

Şöyle:

اِنْ

lafzındaki teşkik ile tahfif ve

مَسَّتْ

deki yalnız temas ve

نَفْحَةٌ

maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir.. ve

مِنْ

deki teb’iz ve nekale bedel

عَذَابِ

zikrindeki tehvin ve

رَبِّكَ

deki îma-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zim ve tehvil eder.

Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin…

Tenbih:

Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’aniye bu intizam ve tenasüb ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder.

​— · ⁖ · —

Beşinci Mes’ele

Kelâmın servet ve vüs’ati ise; -nasıl suret-i terkib, nefs-i maksadı gösterir. Öyle de- müstetbeatının telmihatıyla ve esalîbin işaratıyla garazın levazım ve tevabiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zira telmih ve işaret ise, sâkin olan hayalâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyic etmeye büyük bir esastır. Evet telmih ve işaret ise yolun etrafını temaşa ile tenezzüh etmek içindir. Kasd ve taleb ve tasarruf için değildir. Demek mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şâyan noktalar vardır:
İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al kapıları aç, işte:

قَالَتْ كَبِرْتَ وَ شِبْتَ قُلْتُ لَهَا هٰذَا غُبَارُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ

Yani: Dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.”

Hem de:

وَلَا يُرَوِّعْكِ ا۪يمَاضُ الْقَت۪يرِ بِهِ فَاِنَّ ذَاكَ ابْتِسَامُ الرَّاْىِ وَالْاَدَبِ

Yani: Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.

Hem de:

وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَب۪يبَةٍ فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلَّا بِصُبْحِ مَش۪يبٍ

Yani: Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi.

Hem de:

وَكَاَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَب۪ينَهُ فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ ف۪ى اَحْشَائِهِ

Yani: Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzasıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısâsını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.

Hem de:

كَاَنَّ قَلْب۪ى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ
Yani: Kalbim maşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi; kalbim müştak, onun kalbi müstağnidir. Demek hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taş ile vurmuştur.

Hem de:

وَاَلْقٰى بِصَحْرَاءِ الْغَب۪يطِ بَعَاعَهُ نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ

Yani: Tacir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrasına attı. Nasılki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renk ile süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de, sel sahraya yükünü attığı gibi ticaret-i hafiyeye benzer imtizacat-ı kimyeviye ile çiçeklerin nazeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hattâ çiçeklerin çobanı ıtlakına şâyan olan kefne

{1: Dikenli, ihrak edilir bir dağ mahsulüdür.}

başını kırmızılaştırıyor.

Hem de:

غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ

Yani: “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı…”

Uzağa gitmek istemiyorsan bu makalenin bir parça mâkabline nazar et, bu mes’eleye nümune olmak için çok parçaları bulacaksın. Ezcümle: “Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşafı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”>Veyahut makale-i ûlâda olan mes’ele-i ûlânın hâtimesindeki işarete bak. İşte “Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber

اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ

demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”

Şimdi teemmül et! Bu misaller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat hayal-meyal gibi başını çıkarıyor.

​— · ⁖ · —

Bu bahis, kelâmın, yani sözün ve ifadenin tesirini, güzelliğini ve kuvvetini tahlil eden belâgat ilminin derûnî esaslarını izah eder.

Mevzu: Kelâmda Kuvvet ve Servet
İktibas edilen metin, belâgatli bir sözün iki temel rüknünü (direğini) tasvir etmektedir:
• Dördüncü Mes’ele: Kelâmın Kuvvet ve Kudreti (Sözün Dahilî Gücü ve Sağlamlığı).
• Beşinci Mes’ele: Kelâmın Servet ve Vüs’ati (Sözün Haricî Zenginliği ve Genişliği).
Birinci mesele, kelâmın derûnî intizamına (iç düzenine) ve parçalarının tek bir maksada kilitlenmesine bakarken; ikinci mesele, kelâmın zahirî telmihatına (dışa dönük göndermelerine) ve dinleyicinin hayal dünyasını harekete geçirme kabiliyetine nazar vermektedir.

DÖRDÜNCÜ MES’ELE: KELÂMIN KUVVET VE KUDRETİ
Bu mesele, bir sözü “kuvvetli” yapan şeyin, o sözü oluşturan bütün unsurların (kuyudat – kayıtlar, kelimeler, cümleler) birbiriyle tam bir uyum içinde olması olduğunu beyan eder.
1. İzahı (Tecavüb, Teavün ve İstimdad)
Kelâmın kuvveti, tek tek parlak kelimeler seçmekten ziyade, o kelimelerin ve kayıtların bir orkestra gibi ahenk içinde olmasına bağlıdır. Metin, bunu üç mühim düstur ile açıklar:
• Tecavüb (Karşılıklı Cevap Verme): Kelâmın her bir parçası, diğer parçaların ortaya koyduğu manaya veya ihtiyaca cevap vermelidir. Bir kelime, öteki kelimenin manasını teyit etmeli veya tamamlamalıdır.
• Teavün (Karşılıklı Yardımlaşma): Bütün unsurlar, “asıl garaz” yani “temel maksat” için birbirine yardım etmelidir. Hiçbir kelime veya ifade, asıl maksadın haricinde, kendi başına bir mana sergilemek için orada bulunmamalıdır.
• İstimdad (Yardım Alma): Metnin teşbihinde olduğu gibi, bütün unsurlar (dereler veya zenavlar – oluklar) ana maksat olan havuzdan yardım almalı, yani manalarını o ana maksattan çekip çıkarmalı ve yine o havuzu beslemelidir.
Bu üç unsur tesis edildiğinde, kelâmda müşevveş (karmaşık, dağınık) bir suret değil, intizam (düzen) ve tenasüb (oran, uyum) tecelli eder. Bu intizam ve tenasüpten ise hüsn ü cemal (güzellik ve mükemmellik) parlar.
2. Müradif Kelimeler
• Kuvvet-i Kelâm: Sözün sağlamlığı, mantıkî tutarlılığı, tesir gücü.
• Kuyudat: Kayıtlar, şartlar, kelâmı oluşturan unsurlar (sıfatlar, zarflar, harf-i cerler vb.).
• Garaz/Maksad: Hedef, asıl gaye, verilmek istenen temel mesaj.
• İntizam: Düzen, nizam, tertip.
• Tenasüb: Uyum, ahenk, parçalar arası muvazene.
3. Âyet-i Kerime Tahlili (Enbiyâ, 21/46)
Bu mesele, tezi isbat için Kur’an-ı Kerim’den harika bir misal iktibas eder. Maksat, cehennem azabının dehşetini ve büyüklüğünü (tahvif ve tehvil) göstermektir. Fakat Kur’an, bunu azabın büyüklüğünü doğrudan tasvir ederek değil, “azının” dahi ne kadar tesirli olduğunu göstererek, yani zıddıyla ve taklil (azaltma) sanatı ile yapar.
Mealinden ayetin tamamı şöyledir:
وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَٓا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ
“Andolsun, onlara Rabbinin azabından hafif bir esinti dokunsa, muhakkak “Eyvah bize! Gerçekten biz zalimlerdik” diyeceklerdir.” (Enbiyâ 21/46)
Metnin tahlil ettiği üzere, ayetteki “azabın azlığını” göstermek için bütün kuyudat (kayıtlar) nasıl teavün (yardımlaşma) ediyor:
• اِنْ (Eğer): Lafzı, teşkik (şüphe) bildirir. “Mutlaka dokunacak” değil, “eğer dokunursa” diyerek manayı hafifletir (tahfif).
• مَسَّتْ (Dokundu): Lafzı, sadece temas manasındadır. “İsabet etti”, “kuşattı” veya “yaktı” değil, sadece “değdi”.
• نَفْحَةٌ (Bir esinti): Bu kelime hem sîga (kalıp) itibarıyla “bir defacık esinti”, hem de tenkir (belirsizlik) itibarıyla “ehemmiyetsiz, tahkir edilen bir esinti” manasını taşır. Taklil (azaltma) ve tahkir (küçümseme) vardır.
• مِنْ (den): Harfi, teb’iz (parça, bazısı) ifade eder. Azabın tamamı değil, ondan bir parça.
• عَذَابِ (Azab): Kelimesi, nekâl (ibretlik ve şiddetli ceza) veya ikab (cezalandırma) gibi daha şiddetli kelimeler yerine kullanılarak bir tehvin (hafif gösterme) iması taşır.
• رَبِّكَ (Rabbinin): Azabı Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi celalî isimlere değil de, terbiye edici ve şefkat manasını da ihtiva eden “Rab” ismine izafe etmesi, bir îma-i rahmet (rahmet iması) taşır ve azabın şiddetini (görünüşte) hafifletir.
Elhasıl: Ayetteki altı adet kayıt (kelime ve ek), hep birlikte azabın “en azını, en hafifini” göstermek için tecavüb ve teavün etmişlerdir. Neticede mana şu olur: Azabın bu kadar küçültülmüş, hafifletilmiş, ehemmiyetsiz bir parçacığının, şefkatli Rab’den gelen bir dokunuşu bile o mücrimlere “Eyvah bize!” dedirtip feryat ettiriyorsa; o azabın bütününün, Kahhar isminden gelen tecellisinin dehşetini ve azametini (ta’zim ve tehvil) akıl tasavvur edemez. İşte kelâmın kuvveti budur.

BEŞİNCİ MES’ELE: KELÂMIN SERVET VE VÜS’ATİ
Bu mesele, kelâmın zenginliğinin, sadece söylediği sarih (açık) manadan ibaret olmadığını, bilakis zımnî (örtülü) manalarla, işaret ve telmihlerle (göndermelerle) ne kadar geniş bir ufuk açtığıyla ölçüldüğünü beyan eder.
1. İzahı (Telmih, İşaret ve Müstetbeat)
Bir sözün serveti (zenginliği), asıl maksadın (nefs-i maksad) yanı sıra, o maksadın levazımını (gereklerini) ve tevabiini (ona bağlı diğer manaları) da hissettirmesidir.
• Müstetbeatının Telmihatı: Bir söz söylendiğinde, o sözün peşinden tabiî olarak gelen, hatırlattığı başka manalar.
• Esalîbin İşaratı: Kullanılan uslûbun (ifade tarzının) işaret ettiği dolaylı manalar.
Bu telmih ve işaretler, dinleyicinin zihnindeki sâkin hayalâtı (durgun hayalleri) ihtizaza (titreşime, harekete) getirir ve sâkit cevanibini (suskun olan diğer yönlerini) söyletir. Bu, kalbin en uzak köşelerinden bile istihsan (beğeni) ve takdir toplar.
Metnin tabiriyle bu işaretler, yolun aslı değil, yolun etrafını temaşa (seyretme) ve tenezzüh (gezinme) içindir. Mütekellim (konuşan) bu dolaylı manalardan doğrudan mesul değildir, ancak belâgatin serveti bu yan manalarda gizlidir.
2. Müradif Kelimeler
• Servet-i Kelâm: Sözün zenginliği, muhteva derinliği, çok boyutluluğu.
• Vüs’at: Genişlik, kapsam.
• Telmih: Gönderme, hatırlatma, ima etme (meşhur bir kıssaya, ayete, hadise vb.).
• İşaret: Dolaylı olarak gösterme, delâlet etme.
• Levazım ve Tevabi: Bir şeyin gerekleri ve ona bağlı olan neticeler/unsurlar.
3. Âyet-i Kerime Tahlili (Fussilet, 41/11)
Bu mesele, kendi zenginliğini göstermek için evvela Arap şiirinden misaller verir (ihtiyarın sakalını “cihad tozu” olarak tasvir etmesi, sevgilinin kalbini “bilezik” gibi sâkin, kendi kalbini “kemer” gibi hareketli tasvir etmesi vb.).
Ardından, metnin kendi içinden, yani Muhakemat’tan bir misal verir:
“Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”
Buradaki nefs-i maksad (asıl maksat), arzın (dünyanın) nizam-ı kevnîye (evrensel düzene) uyduğunu, güneşin etrafındaki seyrine devam ettiğini bildirmektir.
Fakat cümlenin sonundaki اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ (Biz isteyerek, itaat ederek geldik) ifadesi bir telmihtir. Bu ifade, Fussilet Suresi’ndeki şu ayet-i kerimeye işaret eder:
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًاۜ قَالَتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
“Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, “İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!” buyurdu. “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet 41/11)
Bu telmih ile kelâmın serveti ve vüs’ati şöyle genişler:
• Hayalâtı İhtizaza Getirmek: Arzın hareketi, basit, mekanik bir hadise olmaktan çıkar. Dinleyicinin hayali, kâinatın yaratılış anına, Allah’ın sema ve arza “Gelin!” şeklindeki Emr-i Tekvinîsine (Yaratma Emrine) gider.
• Tevabi ve Levazımı Göstermek:
• Bu itaatin şuurkârane (bilinçli) bir itaat olduğu hissettirilir (“İsteyerek geldik”).
• Arzın bu itaatte yalnız olmadığı, “zevci” (eşi) olan sema (gökler) ile birlikte bir cemaat halinde bu itaati sunduğu manası (ki ayette “ikisi dediler” buyrulur) ortaya çıkar.
• “Taat ise cemaatle daha ahsendir” hükmü, bu kozmik hadiseye bağlanarak hem bir istinbat (çıkarım) yapılır hem de kelâma ayrı bir hüsn (güzellik) katılır.
Basitçe “Dünya döner” demek yerine, bu telmih kullanılarak; yaratılış, emr-i İlahî, şuurkârane itaat, cemaat sırrı gibi birçok başka makam (farklı mana boyutları) hayal-meyal (belli belirsiz) gösterilmiş olur. Bu da kelâmın servetini teşkil eder.

HÜLASA (ÖZET)
• Dördüncü Mes’ele (Kuvvet): Kelâmın dahilî intizamıdır. Bütün parçaların tek bir maksada (havuza) hizmet etmesiyle (tecavüb ve teavün) elde edilen sağlamlıktır. Misali, Enbiyâ 46’da taklil (azaltma) unsurlarının tehvil (dehşet) maksadına yardım etmesidir.
• Beşinci Mes’ele (Servet): Kelâmın haricî zenginliğidir. Asıl maksadın etrafında, telmih ve işaretler yoluyla dinleyicinin hayalini harekete geçirerek başka manalara da kapı açan genişliktir. Misali, Fussilet 11’e yapılan telmih ile arzın hareketine kozmik bir şuur ve cemaat manası katmaktır.
Her iki mesele de Kur’an-ı Kerim’in belâgat ve i’cazının (mucizeliğinin) anlaşılmasında temel birer düsturdur.

===============•-•===============

 

Altıncı Mes’ele

Kelâmın semeratı ise; tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle: Kimya’ya aşina olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altun gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrika ile müteaddid borular ile muhtelif teressübatıyla, mütenevvi’ teşekkülat ile tabakat-ı mütefavitede geçer. En nihayet ondan bir kısım tahassül eder. Kelâm denilen maânî-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi.

Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki, tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulat tevellüd eder. Ondan hevaî manalar bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mana bir kısmı tekasüf etmekle temayülat ve tasavvuratın bir kısmı muallak kalıp bir kısım dahi takattur ettiğinden akıl ona rağbet gösterir. Sonra mayi halindeki kısımdan bir kısım tasallüb ve tahassül ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibden bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir. Demek müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallüb etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassül etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeatına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâm ile refakat eden mütekellimin etvarıyla rabteder.

İşte bu silsilenin borularından ismin müsemması ve fiilin manası ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarünileyhleri ve hitabı teşyi’ eden etvarın muharrikleri, hem de “Dâllün bil-ibare”nin maksudu ve “Dâllün bil-işaret”in medlûlü ve “Dâllün bil-fehva”nın mefhum-u kıyasîsi ve “Dâllün bil-iktiza”nın mana-yı zarurîsi ve daha başka mefahim umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar.

Eğer seyretmek istersen kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun vakta gözünüzün penceresinden şua ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse, o aşk denilen nâr-ı mukade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyulat dahi heyecana gelip birden o âmâller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdad istediklerinden o hazinet-ül hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba’ olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve ta’zim ve te’dib ve iştiyakı sola ve terahhum ve lütfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürrlerini ellerine almakla beraber o

اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ

ıtlakına şâyan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celbeden tavsif-i bil-fezail ile arz-ı hacet ederler.

İşte bak kaç tabakatta bildiğin manadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müdhiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan

غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا حَقٌّ لِطَرْفِى اَنْ يَجْنِىَ الَّذ۪ى غَرَسَا

Hem de

فَلِلْعَيْنِ وَالْاَحْشَاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى تَلَاعَائِدِىَ اْلاٰسِى وَ ثَالِثَ تَبَّتِ

Hem de

صَدٌّ حَمَا ظَمَائ۪ى لُمَاكَ لِمَاذَا وَ هَوَاكَ قَلْب۪ى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا

Hem de

حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا وَ عَيْنَاىَ ف۪ى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ

gör ve dinle ki, çendan gözleri Cennet’te tenezzüh eder, fakat vicdanlarındaki Cehennem tazib eder. Öyle de mehasinine işaret ve istiğnasına remz ve teellüm-ü firaka îma ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celbeden hüsnüne tansis etmekle beraber hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla çok hayalât-ı rakikayı göstermişlerdir.

İşaret:

Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı nisbetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle meratib-i mütefaviteden ihtilat eden manalar ise, garaz-ı küllî olan mesûk-u lehül-kelâmın merkezine kurbiyet nisbetinde ve maksuda hizmet derecesinde herbirine inayet ve ihtimamda hisse ve nasîblerini taksim-i âdil ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki, o muadeletle intizam ve o intizamdan tenasüb ve o tenasübden hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muaşeret ve o hüsn-ü muaşeretten kelâmın kemaline bir mizan-üt ta’dil çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder. Demek kuyudat-ı kelâmın istidadlarını nazara almak gerektir. Evet herşeyi istidadı nisbetinde terfi’ etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki göz, burun gibi bir a’zâ ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.

Tenbih:

Nasıl bazan en küçük bir nefer bir hizmete meselâ düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünki büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik o maânî-i mütezahime içinde bazan bir küçük mana riyaset eder. O kıymetdar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab ile ehemmiyetlidir. Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı karibinin adem-i salahiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lafz ve sevk-i hitab edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî ve malûmdur.. görünüyor veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telakki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatab yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâî olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizac, istimzac edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebi görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid değildir. Demek her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.

Hâtime

Bazı maânî-i muallaka vardır ki, bir şekl-i muayyenesi ve bir vatan-ı hususiyesi yoktur. Müfettiş gibi herbir daireye girer. Bazı kendine hususî bir lafız takıyor. Bu muallakatın bir kısmı ise harfiye ve hevaiye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker. Bazan bir cümleye belki bir kıssate nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirsen ruh gibi o mana takattur eder. Meselâ hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf ilâ âhir.. gibi manalardır…

​— · ⁖ · —

Bu mes’ele, bir mananın kalbde teşekkül etmesinden lisanda zahir olmasına kadar geçtiği mertebeleri ve kelâmın bu manaları nasıl katman katman (tabaka tabaka) ihtiva ettiğini tasvir eder.

Altıncı Mes’ele: Kelâmın Meyveleri ve Mananın Teşekkül Mertebeleri
Bu mes’ele, “Kelâmın semeratı…” yani sözün meyve ve neticelerinin, “tabakat-ı muhtelifede” (farklı katmanlarda) ve “suver-i müteaddidede” (çeşitli suretlerde) teşekkül eden, yani biçimlenen manalar olduğunu beyan ile başlar.

1. Kimya Teşbihi (Benzetmesi): Mananın Damıtılması
Metin, bu karmaşık süreci anlamak için bir kimya fabrikası veya bir altun (altın) imalathanesi teşbihini kullanır. Nasıl ki ham madde (mesela altın cevheri) fabrikada müteaddid (birçok) borudan geçer, muhtelif (çeşitli) teressübat (çökeltiler) bırakır, mütenevvi (türlü türlü) teşekkülâttan (oluşumlardan) süzülür ve farklı tabakalardan geçerek en nihayet saf bir hasıla (ürün) elde edilirse; aynı şekilde mana da, kelâm (söz) haline gelene kadar derûnî bir âlemde benzer bir tasfiye (arıtma, damıtma) sürecinden geçer.
Kelâm, bu sürecin tamamının “fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritası” gibidir. Yani biz sadece son ürünü (sözü) duyarız, fakat o söz, arkasında muazzam bir manevî ve aklî imalat sürecinin bütün izlerini taşır.
• Müradifler:
• Kelâm: Söz, nutuk, beyan, ifade, lafız.
• Semerat: Meyveler, neticeler, hasılalar.
• Tabakat-ı Mütefavite: Farklı katmanlar, değişik mertebeler, dereceler.
• Teşekkül: Biçimlenme, suret alma, oluşum.
• Teressübat: Çökeltiler, posalar, tortular.

2. Mananın Teşekkül Süreci: Kalbden Lisana Yolculuk
Metnin kalbi (merkezi), “Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki…” cümlesiyle başlayan bölümdür. Burada mana, bir buhardan (hevaî) başlayıp katı (mütesallib) bir hale gelene kadar altı mertebede tasvir edilir:
• İhtisas (Hissetme): Tesirat-ı hariciye (dış tesirler, hadiseler) kalbdeki ihtisasatı (hisleri, duyguları) ihtizaza (titreşime) getirir.
• Müyulat (Eğilimler): Bu titreşimden müyulat (meyiller, eğilimler, arzular) doğar (tevellüd eder).
• Hevaî Manalar (Buhar Hali): Bu meyllerden hevaî manalar (havada uçuşan, henüz şekillenmemiş buhar halindeki manalar) tevellüd eder. Bunlar aklın nazarına (bakışına) hafifçe ilişir ve aklı kendine müteveccih eder (yönlendirir).
• Tekasüf (Yoğunlaşma): O buhar halindeki mananın bir kısmı tekasüf eder (yoğunlaşır). Bazı tasavvurat (konseptler) ve temayülat (eğilimler) muallak (askıda) kalır.
• Takattur (Damıtılma – Sıvı Hali): Yoğunlaşan buhar takattur eder (damlar, damıtılır). Mana, buhar halinden mayi (sıvı) haline geçer. Akıl, bu damıtılmış manaya rağbet (ilgi) gösterir.
• Tasallüb ve Tahassül (Katılaşma ve Ürün Olma): O mayi halindeki mananın bir kısmı tasallüb eder (katılaşır, sertleşir) ve tahassül eder (hasıl olur, netice verir, ürün haline gelir).
• Kelâma Bürünme: Akıl, işte bu mütesallib (katılaşmış) ve müteşahhıs (belirginleşmiş, şahıslaşmış) manayı alır, onun kametine (boyuna, yapısına) uygun bir kelâm-ı mahsus (özel bir söz) ile onu gösterir.

3. Kelâmın Manayı Taşıma Seviyeleri
Bu süreç bize, kelâmın manayı sadece tek bir seviyede taşımadığını gösterir. Mananın her bir hali (buhar, sıvı, katı) kelâmın farklı bir unsuru tarafından yüklenilir:
• Katılaşan (Müteşahhıs) Mana: Kelâmın suret-i mahsusası (açık lafzı, net ifadesi) içine alınır. Buna Dâllün bil-ibare (İbare ile delâlet) denir.
• Katılaşmayan (Tasallüb Etmeyen) Mana: Fehva’nın (sözün gelişinden, siyak-sibaktan anlaşılan mana) eline verilir. Buna Dâllün bil-fehva (Fehva ile delâlet) denir.
• Oluşmayan (Tahassül Etmeyen) Mana: İşaret’e ve keyfiyet-i kelâma (sözün söyleniş tarzına, tonlamasına, niteliğine) yüklenir. Buna Dâllün bil-işaret (İşaret ile delâlet) denir.
• Damıtılmayan (Takattur Etmeyen) Mana: Kelâmın müstetbeatına (sözün zihinde bıraktığı takipçi tesirlere, hatırlatmalara) havale edilir.
• Buharlaşmayan (Tebahhur Etmeyen – Kaynaktaki) Mana: Üslûbun ihtizazatına (ifade tarzının titreşimlerine) ve mütekellimin (konuşmacının) etvarına (hal ve tavırlarına) bağlanır. Buna Delâlet-i Hâliye (Hal ile delâlet) de denilebilir.
Metin, bu silsileden ismin müsemması (ismin işaret ettiği varlık), fiilin manası, harfin medlûlü (harfin/edatın delaleti), nazmın mazrufu (dizilişin ihtiva ettiği mana) gibi dil unsurlarının ve Dâllün bil-iktiza (sözün doğruluğu için zarurî olan gizli mana) gibi diğer delâlet seviyelerinin de bu madenden çıktığını belirtir.

4. Vicdanî Tecrübe ve Sevgi Teşbihi
Üstad Hazretleri, bu soyut tahlilin isbatı için “kendi vicdanına bak” der. Bunu izah için sevgi teşbihini kullanır:
• Mahbubun (sevilen varlığın) berk-i hüsnü (güzellik şimşeği) göz penceresinden vicdana girer.
• Aşk denilen nâr-ı mukade (tutuşturulmuş ateş) yanmaya başlar.
• Bu ateş hissiyatı iltihaba (iltihaplandırmaya), âmâl (emeller) ve müyulatı (meyilleri) heyecana getirir.
• Bu emeller, hayal hazinesinden imdad ister.
• Hayaller (mahbubun güzelliklerini tasvir eden suretler) imdada koşar, hayalden lisana kadar inerler.
• Bu iniş esnasında, lisan (söz); zülâl-i visale (kavuşma suyuna) olan meyli, firaktan (ayrılıktan) gelen teellümü (elemi), ta’zim (hürmet) ve iştiyakı (özlemi) hep beraber taşır.
*söz, bu vicdanî cehennemi (aşk ateşini) söndürmek için tavsif-i bil-fezail (faziletleri sayarak) arz-ı hacet (ihtiyacını sunar).
Burada zikredilen “vicdandaki ateş” için kullanılan اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ (Kalbilerin üstüne tırmanan tutuşturulmuş ateş) tabiri, Kur’an-ı Kerim’den bir iktibastır. Bu, Cehennem ateşinin bir vasfıdır; fakat burada müthiş bir belâgatla, aşk ve iştiyak ateşinin de kalbleri nasıl yaktığını tasvir için kullanılmıştır.
• Ayet İktibası ( Meali):
Cenâb-ı Hak, Hümeze Suresi’nde şöyle buyurur:
$$ “O, Allah’ın, (tutuşturulup) kalplerin ta üstüne çıkan (6) tutuşturulmuş ateşidir (7).” (Hümeze, 104/6-7)$$
Bu iktibas, o derûnî tecrübenin şiddetini gösterir.
Metin, İbn-i Fârid veya Ebu Tayyib (Mütenebbî) gibi büyük şairlerin beyitlerine atıf yaparak, onların gözleri zahirî güzellikler cennetinde gezerken, vicdanlarındaki cehennemin (ayrılık acısı, iştiyak) onları nasıl tazib ettiğini ve sözlerinin bu çok katmanlı manaları (işaret, remz, îma, tasrih, telvih) nasıl taşıdığını gösterir.

5. İşaret: Manalar Arasındaki Nizam ve Muadelet (Adalet)
Bu bölümde, kelâmı teşkil eden manalara nasıl muamele edilmesi gerektiği anlatılır. Bir hükûmetin her memura istidadı (kabiliyeti), vazifesi ve hizmeti nisbetinde ücret vermesi gibi; kelâmın garaz-ı küllî’sine (ana gayesine) hizmetleri nisbetinde her manaya inayet (önem) ve ihtimam (özen) hissesi verilmelidir.
• Müradifler:
• Garaz-ı Küllî: Ana gaye, temel maksat.
• Kurbiyet: Yakınlık.
• Taksim-i Âdil: Adaletli bölüştürme, paylaştırma.
Bu muadelet (denklik, adalet) sağlanırsa, kelâmda şu silsile elde edilir:
İntizam (Düzen) → Tenasüb (Orantı, uyum) → Hüsn-ü Vifak (Güzel uyum) → Hüsn-ü Muaşeret (Güzel geçim) → Mizan-üt Ta’dil (Ayarlama/Denge ölçüsü) → Kelâmın Kemali (Sözün mükemmelliği).
Eğer bu denge bozulursa, vazifesi hizmetkârlık (mesela bir edatın manası) olan bir mana, büyük rütbeye (cümlenin asıl gayesiymiş gibi) girerse, tekebbür eder (kibirlenir) ve kelâmın tenasübünü (orantısını) bozar.
Teşbih çok manidardır: “Göz, burun gibi bir a’zâ ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.” Kelâmda da her unsur (mana, lafız) kendi haddini ve makamını bilmelidir.
Bu nizam ve denge, kâinattaki ilahî nizamın bir yansımasıdır. Cenâb-ı Hak her şeyi bir ölçü ile yaratmıştır.
• Ayet İktibası ( Meali):
$$ “…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân, 25/2)$$
$$ “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)$$
Kelâmın belâgati de, bu cihan şümul (evrensel) “ölçü” ve “kader” kanununa riayet etmekle kemal bulur.

6. Tenbih (İkaz): Küçük Mananın Riyaseti (Liderliği)
Belâgatte çok mühim bir sırdır: Bazen en küçük bir nefer, bir müşir’in (mareşalin) yapamadığı bir işi (mesela keşif) yapar. Bazen küçük bir talebe, bir büyük âlim’in yapamadığı bir işi başarır. Zira “Herkes kendi san’atında büyüktür.”
Aynen öyle de, maânî-i mütezahime (birbiriyle itişen, kalabalık manalar) içinde bazen bir küçük mana (açıkça söylenmeyen, işaretle, ima ile verilen bir nüans) riyaset eder (lider olur). Asıl maksat o olur.
Peki, neden sarih hüküm (açık mana) yerine bu küçük mana esas alınır? Metin, bunun sebeplerini (esbabını) sayar:
• Çünkü açık mana zaten bedihî (apaçık) ve malûm’dur (bilinmektedir).
• Veya açık mana hafif ve zayıf’tır, asıl gayede ehemmiyeti yoktur.
• Veya o açık manayı hüsn-ü telakki (güzel karşılayacak) bir muhatab yoktur.
• Veya o açık mana, mütekellimin (konuşmacının) haline muvafık değildir.
• Veya muhatabın şe’n ve haysiyetine (konumuna ve itibarına) uymaz.
• Veya kelâmın makamında ecnebi (yabancı) görünür.
• Veya asıl garazın muhafazasına (gayenin korunmasına) müstaid (kabiliyetli) değildir.
Bu sebeplerden biri veya birkaçı mevcut olduğunda, kelâmın asıl yükü, açıkça söylenen sarih manada değil, gizlenen veya işaret edilen zımnî (örtülü) manadadır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in icazında (mucizevî belâgatinde) da sıkça görülen bir üslûptur.

7. Hâtime (Sonuç): Muallak (Askıdaki) Manalar
Metin, “mananın ruhu” diyebileceğimiz bir kavramla sona erer: Maânî-i muallaka (askıdaki, bir lafza tam bağlanmamış manalar).
• Bunların şekl-i muayyenesi (belirli bir şekli) ve vatan-ı hususiyesi (özel bir yurdu, yani ait olduğu tek bir kelimesi) yoktur.
• Bir müfettiş gibi her daireye (her cümleye, her kelimeye) girerler.
• Bazen bir cümleye, hatta bir kıssaya bütünüyle nüfuz ederler (işlerler).
• O cümleyi veya kıssayı (manen) ezdirirsen (sıkarsan, damıtırsan), bir ruh gibi o mana takattur eder (damlar).
• Misal: Hasret, iştiyak (özlem), temeddüh (övünme), teessüf (üzüntü) gibi manalardır.
Mesela bir şiirin tamamına hasret ruhu sinmiştir; o hasreti tek bir kelimede bulamazsınız, o, beyitlerin tamamından damlayan muallak bir manadır.

Netice
Altıncı Mes’ele, kelâmın sadece lafızlardan ibaret olmadığını; mananın kalbdeki his titreşiminden başlayarak aklın damıtma ve yoğunlaştırma süreçlerinden geçip, en son katılaşarak lafız elbisesini giydiğini gösteren bir derûnî tahlil (iç analiz) haritasıdır. Belâgatli bir söz, bu sürecin bütün tabakalarını (ibareyi, işareti, fehvayı, iktizayı, üslûbu ve hali) bir nizam ve tenasüb içinde taşıyan mükemmel bir yapıdır.

===============•-•===============

 

Yedinci Mes’ele

Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in’ikas eden hakikatın şualarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder. Evet kelâmda hakikat olmaz ise de, en ekall şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sünbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.

İşaret:

Felsefe-i beyaniyeye müşabih, Nahv’in dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü Nahiv’de mezkûr olan, münasebat-ı meşhure üzerine müessestir. Meselâ bir mamule iki âmil dâhil olmaz. Ve “hel” lafzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder. Meselâ, hariç ve kâinatta cari olan kanunların birer aks-i misalîsidir.

Tenbih:

Bu münasebat-ı Nahviye ve Sarfiye olan hikmet-i vâzı’ ise; felsefe-i beyan derecesinde olmaz ise de, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi, ulûm-u akliyenin suretlerine çeviriyor.

— · ⁖ · —

Sekizinci Mes’ele

Maânî-i beyaniyenin aşılaması ve telkîhi ve manaların becayiş ve inkılabları kelimenin mana-yı hakikîsi, ya garaz veyahut mana-yı muallakadan birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zira içine girdiği vakit sahib-ül beyt olan hakikata ve esasa dönüyor. Ve asıl lafzın sahibi olan mana ise bir suret-i hayatiyeye dönüyor. Ona meded verir. Ve müstetbeattan istimdad eder. Bu sırdandır ki kelime-i vâhidenin maânî-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve telkîhat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder…

İşaret:

Bir şey merkeb ve binilmiş ise

عَلٰى

lafzına müstehak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından

فِى

lafzını ister.

تَجْر۪ى فِى الْبَحْرِ

gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan

بَاء

lafzını ister.

سَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ

gibi. Ve mekân ve merkeb olduğundan

فِى

ve

عَلٰى

lafızlarını dahi ister. Hem de gaye olduğundan

اِلٰى

ve

حَتّٰى

lafızlarını ister. İllet ve zarf olduğundan

لَامْ

ve

فِى

lafızlarını dahi ister.

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

gibi. İşte sermeşk; sen de kıyas edebilirsen et!..
Tenbih:

Bu mütedâhil manaların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder ve maksada sıla-i rahm vardır, ileriye sür ve izhar et. Bâkileri ona teşyi’ edici yaptır. Yoksa senin tarz-ı ifaden haşmet ve zînet-i beyaniyeden çıplak olacaktır.

​— · ⁖ · —

Muhakemat’ın “Unsur-u Belâgat” bahsindeki “Yedinci Mes’ele” ve “Sekizinci Mes’ele,” lisanın (dilin) ve beyanın (ifadenin) derûnî yapısını ve gücünü izah eden fevkalâde mühim iki esastır. Bu iki mes’ele, belâgatın sadece süslü söz söylemek olmadığını, bilakis onun köklerinin kâinattaki haricî hakikatlerde ve tabiatın nizamında olduğunu ispat eder.
Mevzuun Taksimi ve Ana Fikri
Bu iki mes’ele birbiriyle tam bir bağlantı (rabıta) içindedir:
• Yedinci Mes’ele: Belâgatın “kaynağını” ve “hikmetini” izah eder. Buna göre belâgat, haricî âlemdeki (kâinattaki) kanunları ve nizamları “temessül etmek” (yansıtmak, temsil etmek) ve “taklit etmektir.”
• Sekizinci Mes’ele: Belâgatın “mekanizmasını” ve “işleyişini” izah eder. Buna göre kelimeler ve manalar, bu haricî kanunlar vasıtasıyla birbirine “aşılanır” (telkîh edilir), birbirinin yerini alır (becayiş) ve böylece bir kelime pek çok manayı ihtiva eden zengin bir yapıya kavuşur.

BİRİNCİ KISIM: YEDİNCİ MES’ELE’NİN İZAHI
(Belâgatın Felsefesi ve Hikmeti: Hakikati Taklit)
Bu mes’ele, belâgatın, yani sözün yerinde, hikmetli ve tesirli olmasının “hayat düğümünün” (ukde-i hayatiyesinin), haricî âlemdeki hakikatlerin kanunlarını (nevamis) ve ölçülerini (mekayis) lisan yoluyla yansıtmak olduğunu beyan eder.
Mühim Mefhumların Müradifleriyle İzahı
• Belâgat: Sözün, halin ve makamın icabına (iktiza-yı hale) tam mutabık olması; en az kelimeyle en derin manayı, en güzel surette ifade etme sanatı.
• Beyanın Felsefesi (Hikmeti): İfade etme sanatının ardındaki temel düşünce, nizam ve kanun.
• Hariciyatın Nevamisi: Dış âlemde, yani tabiatta ve hilkatte (yaratılışta) cari olan kanunlar (namuslar). (Misal: Güneşin çekim kanunu, suyun akış kanunu, tohumun sümbüllenme kanunu).
• Mekayis: Ölçüler, standartlar, kıstaslar.
• Temessül Etmek: Bir şeyi yansıtmak, onun suretini ve mahiyetini kendi içinde göstermek (âyine gibi); temsil etmek.
• Kıyas-ı Temsilî: İki ayrı şey arasındaki benzerlik (vech-i şebih) üzerinden bir hakikati izah etme yolu. (Misal: Kâinatı bir saraya benzetmek).
• Muhakât: Taklit etme, benzerini yapma.
Mes’elenin İzahı: Belâgat Neden Hakikati Taklit Eder?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, belâgatın gücünün “hayalî” veya “uydurma” olgulara değil, “hakikî” olgulara dayanması gerektiğini ifade eder. Bir söz, ne kadar süslü olursa olsun, eğer kâinattaki bir kanuna, bir hakikate dayanmıyorsa, dinleyene “hayretten başka bir faide vermez,” “hurafat” (boş inanç) ve “gul” (efsanevi canavar) gibi tesirsiz kalır.
Belâgat, kâinat kitabını okur ve oradaki kanunları ödünç alır (istimdad eder). Bu kanunları, manevî ve aklî meseleleri (maneviyat ve ahval) izah etmek için bir “dane” (tohum) olarak kullanır ve o tohum üzerinde manayı “sünbüllendirir.”
• Misal: Kâinattaki haricî bir kanun, “bütünlük” kanunudur. Bir ağacın bütün azaları (kök, gövde, dal, yaprak) birbiriyle yardımlaşır ve tek bir gayeye hizmet eder.
• Belâgattaki Temessülü: Bu kanunu alırız ve “İslâm ümmeti, bir vücudun azaları gibidir” deriz. Burada, ağaçtaki veya vücuttaki hakikî nizamı ve kanunu, manevî bir hakikat olan ümmetin vahdetini izah etmek için “kıyas-ı temsilî” yoluyla kullandık. Bu söz, haricî bir hakikate dayandığı için belâgatlı ve tesirlidir.
İşaretin İzahı: Nahvin (Gramerin) Felsefesi
Üstad, bu “hakikati taklit etme” prensibinin sadece belâgatta değil, lisanın iskeleti olan “Nahv”de (gramer) dahi olduğunu söyler. Arapça gramerinin (Kütüb-ü Nahiv) kuralları keyfî değildir; onlar da kâinattaki nizamın birer “aks-i misalîsidir” (yansıyan örnekleridir).
• Misal 1: “Bir mamule iki âmil dâhil olmaz.” Bu bir Nahv kaidesidir. Yani bir kelimeyi (mamul) aynı anda iki farklı âmil (etken) etkileyemez.
• Haricî Hakikati (Taklidi): Tevhid kanunudur. Bir mahlûkun (mamul) iki Hâlıkı (âmil) olamaz. Bir anda iki farklı iradenin tesiri altında bulunamaz. Lisan, bu haricî hakikati taklit eder.
• Misal 2: “Fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder.”
• Haricî Hakikati (Taklidi): Kâinatta fiilin (eylemin) asıl kaynağı fâildir (yapandır). Fâil, fiilin menbaıdır, asıldır ve kuvvetlidir. Mef’ul (etkilenen) ise pasiftir, tesir altında kalandır. Bu sebeple lisan, bu hakikati taklit ederek en kuvvetli hareke olan “zamme”yi (ötre – ُ ) fâile, daha zayıf olan “fetha”yı (üstün – َ ) mef’ule verir.
Tenbihin İzahı: Naklî İlimlerin Aklîleşmesi
Lisanın bu gramer (Nahv ve Sarf) kaideleri, kâinattaki aklî kanunlara dayandığı için, bu lisanla bize ulaşan “naklî ilimler” (Kur’an, Hadis, Tefsir gibi istikra/rivayet ile sabit olan ilimler) de sadece naklî olmakla kalmaz, aynı zamanda “aklî ilimlerin suretlerine” bürünür. Yani lisanın mantıkî yapısı, o lisanla nakledilen ilimlere de mantıkî ve aklî bir temel kazandırır.

İKİNCİ KISIM: SEKİZİNCİ MES’ELE’NİN İZAHI
(Manaların Telkîhi ve Becayişi: Kelimelerin Zenginleşmesi)
Bu mes’ele, Yedinci Mes’ele’de kurulan temelin üzerine bina edilir. Mademki lisan, haricî hakikatleri yansıtır, öyleyse bir kelime, birden fazla hakikatle bağlantı kurarak nasıl zenginleşir? Cevap: “Manaların aşılanması (telkîh)” ve “değiş tokuşu (becayiş)” ile.
Mühim Mefhumların Müradifleriyle İzahı
• Maânî-i Beyaniye: Belâgatlı, ifadeli manalar.
• Telkîh: Aşılama, dölleme. Tıpkı bir ağaca başka bir meyvenin aşılanması gibi, bir kelimenin asıl manasına (sahib-ül beyt) başka bir mananın aşılanması.
• Becayiş: Karşılıklı yer değiştirme, değiş tokuş.
• Mana-yı Hakikî (veya Sahib-ül Beyt): Bir kelimenin asıl, temel, ilk akla gelen “ev sahibi” manası.
• Garaz: Maksat, gaye, konuşmacının (mütekellim) niyeti.
• Mana-yı Muallaka: Asıl manaya bağlı, onunla ilgili “askıdaki” ikinci mana.
• Teşerrüb: İçmek, emmek, massetmek, bünyesine almak.
• Müstetbeat: Bir sözün doğrudan değil, dolaylı olarak ifade ettiği, peşinden sürüklediği manalar; lazımı olan mana, imalar.
Mes’elenin İzahı: Bir Kelime Nasıl Bin Mana Taşır?
Bir kelimenin bir “mana-yı hakikîsi” (ev sahibi) vardır. Fakat mütekellim (konuşan), bir “garaz” (maksat) ile o kelimeyi kullandığında, o maksat veya o maksatla ilgili “mana-yı muallaka” (askıdaki mana), asıl mananın içine girer ve onu “teşerrüb eder” (emer).
Bu durumda “ev sahibi” olan asıl mana, yeni giren manaya hizmet eden, onu destekleyen bir “hayat suretine” dönüşür. Asıl mana ölmez, lakin yeni manaya meded verir, ona kuvvet katar.
• Misal: “Aslan” kelimesi.
• Mana-yı Hakikî (Sahib-ül Beyt): Malum yırtıcı hayvan.
• Garaz (Maksat): Bir askerin cesaretini övmek.
• Mana-yı Muallaka (Aşılanan Mana): Şecaat (cesaret).
• Becayiş/Telkîh: “Asker” kelimesine “şecaat” manasını aşılamak için, o mananın haricî âlemdeki en bariz temsilcisi (temessülü) olan “Aslan”ı kullanırız. “Asker kükredi” dediğimizde, “Aslan” manası (hayvan) “Asker” manasına (insan) aşılanmıştır. Askerin hakikî manası (insan) kaybolmaz, lakin “şecaat” manası için bir suret (kabuk) vazifesi görür.
Bu sır sebebiyledir ki “kelime-i vâhide” (tek bir kelime) “maânî-i müteaddide” (çoklu manalar) kazanır.
İşaretin İzahı: Harf-i Cerler ve Aşılanan Manalar
Üstad, bu “mana aşılama” ve “becayiş”in en bariz misallerinin Arapçadaki harf-i cerlerde (edatlarda) görüldüğünü beyan eder. Bir harf-i cer, bağlandığı fiil veya isimle birlikte, haricî hakikatlerden ödünç aldığı pek çok manayı aynı anda ihtiva eder.
Metindeki misaller ve ayetlerle izahı:
• Harf: فِى (fî)
• Mana-yı Hakikî (Sahib-ül Beyt): Zarfiyet (içindelik, mekânsal kapsama).
• Metindeki Misal: تَجْر۪ى فِى الْبَحْرِ (Denizde akıp gider). Gemi denizin içindedir.
• Aşılanan Mana (Garaz): Bazen “illet” (sebebiyet) manası aşılanır.
• Ayetten Misal: Peygamber Efendimiz (sav) buyurur: “Bir kadın, hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme girdi.” (Hadis metninde: …دَخَلَتِ النَّارَ ف۪ى هِرَّةٍ – … fî hirretin). Buradaki “fî”, “kedi içinde” değil, “kedi sebebiyle” manasındadır. “Zarfiyet” manası, “sebebiyet” manasını teşerrüb etmiştir.
• Harf: عَلٰى (‘alâ)
• Mana-yı Hakikî: İsti’lâ (üstünlük, fiziksel olarak üzerinde olma).
• Aşılanan Mana: Bu fizikî “üstünlük” hakikati, manevî “üstünlük” veya “sorumluluk yüklenme” manasını aşılamak için kullanılır.
• Ayetten Misal: Sûre-i Bakara, 286.
• Meali: “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir…” (Bakara 2:286)
• İzah: Ayetin devamında “…لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ…” (…lehâ mâ kesebet ve ‘aleyhâ mektesebet) buyrulur. İyilik için “lehâ” (onun lehine), kötülük için “‘aleyhâ” (onun aleyhine) kullanılır. Neden? Çünkü “‘alâ” harfi, “üstünlük” ve “baskı” manası taşır. Kötülük (şer), nefsin üzerinde bir yüktür, onu ezen bir baskıdır. Lisan, bu haricî hakikati (yükün ağırlık yapması) taklit ederek, manevî bir yük olan günahı ifade etmek için “‘alâ” harfini kullanır. Bu, Sekizinci Mes’ele’nin mükemmel bir misalidir.
• Harf: لَامْ (lâm)
• Mana-yı Hakikî: Tahsis (özelleme, aitlik).
• Metindeki Misal: وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ (Güneş, onun için belirlenen bir müstakarra (durağa) doğru akar).
• Ayetten Misal: Sûre-i Yâsîn, 38.
• Meali: “Güneş de kendisi için belirlenen bir akışta yoluna devam eder. Bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn 36:38)
• İzah: Buradaki “lâm” ( لِ ), hem “gaye” (ona doğru) hem de “illet” (o durağın gerektirdiği nizam için) manalarını aşılamıştır. Güneş sadece bir yere doğru (اِلٰى – ilâ) gitmez, o yerin gerektirdiği ve kendisine tahsis edilen bir kanun için ( لِ – lâm) akar.
• Harf: بَاء (bâ)
• Mana-yı Hakikî: İlsak (bitişme, yapışma).
• Metindeki Misal: سَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ (Dama merdiven ile çıktım). Çıkma fiili, “merdiven” aleti ile bitişerek gerçekleşti.
• Aşılanan Mana (Garaz): İstiâne (yardım dileme), Musâhabe (beraberlik), Teberrük (bereket umma).
• Ayetten Misal: Sûre-i Fâtiha, 1.
• Meali: “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla.” (Fâtiha 1:1)
• İzah: “Bismillâh” ( بِسْمِ اللّٰهِ ) kelimesindeki “bâ” ( بِ ) harfi, bu telkîh ve becayişin zirvesidir. Asıl manası “bitişme” iken, mütekellimin (bizim) garazına (niyetine) göre pek çok manayı teşerrüb eder:
• “Allah’ın adıyla yardım dileyerek (istiâne) başlarım.”
• “Allah’ın adıyla birlikte (musâhabe) başlarım.”
• “Allah’ın adıyla bereketlenerek (teberrük) başlarım.”
Bu tek harf, bu “mütedâhil manaların” (iç içe geçmiş manaların) tamamını ihtiva eder.
Tenbihin İzahı: Beyanın Haşmet ve Zîneti
Son Tenbih, bu ilmi bilmenin “faidesini” gösterir: Eğer bu iç içe geçmiş manalardan hangisinin senin “garazına” (maksadına) daha çok temas ettiğini bilirsen, o manayı “ileri sürer ve izhar edersin.” Diğer manalar (bâkileri) ise o asıl maksadı “teşyi’ edici” (uğurlayıcı, destekleyici) olarak geri planda kalır.
Eğer Bismillâh derken maksadımız (garazımız) acziyetimizi izhar edip yardım dilemek ise, “istiâne” manası öne çıkar; diğer manalar onu destekler. Bu şuurla yapılan ifade, “haşmet ve zînet-i beyaniyeden” nasibini alır. Bu sırdan gafil olanın ifadesi ise “çıplak” kalır.

Hülasa (Netice)
Bu iki mes’ele, Kur’an-ı Kerim’in neden mu’cizü’l-beyan olduğunun felsefî ve lisanî temelini kurar:
• Yedinci Mes’ele ispat eder ki: Kur’an’ın belâgatı, haricî âlemdeki hakikatleri ve kâinat kanunlarını (tevhid, nizam, kuvvet, vb.) lisan suretinde “temessül” ettiği için kuvvetlidir. O, hurafat değil, hakikatin ta kendisidir.
• Sekizinci Mes’ele ispat eder ki: Kur’an’ın kelimeleri (ve hatta harfleri), bu temessül yoluyla, birbiri içine aşılanmış (telkîh edilmiş) sonsuz manaları ihtiva eder.
Bu sebeple Kur’an lisanı, kâinattaki nizam gibi hem sağlam bir mantığa (Nahvin felsefesi) hem de sonsuz bir zenginliğe (manaların telkîhi) maliktir.

 

Dokuzuncu Mes’ele

İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki: Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vâhideyi tevlid eden asılların içtimaı ve her biri ayrı ayrı semere veren füru’-u kesîrenin istinbatına istidad veya tazammunu iledir. Şöyle ki:

Maksad-ül makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksadlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda herbir maksad, tesavir-i mütedâhileden müşterek-ün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa; o nokta birinin gözü ötekisinin yüzünün hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.
İkinci Nokta:

Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim o metalibin beka ve tenasülünün bir tarih-i tabiîsine işaret eder. Meselâ âlem güzeldir. Demek sâni’i, hakîmdir. Abes yaratmaz, israf etmez, istidadatı mühmel bırakmaz. Demek intizamı daima tekmil edecek. Ciğerşikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü bütün kemalâtı zîr ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek saadet-i ebediye olacaktır. Üçüncü Makale’nin ikinci şehadetinin mukaddemesinde nübüvvet-i mutlakanın mebhasinde insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir misaldir.

Üçüncü Nokta:

Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir. Zira herbir aslın yüksek netice ile kasden ve bizzât irtibatı olmaz ise, lâakal bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir. Güya usûl denilen mezahir ve âyinelerin ihtilafıyla ve netice ve mütecellinin vahdetiyle maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umumî tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yâd edilen hakikatıyla kelâmın kuvve-i hayatiyesinin ittisaline işarettir. Üçüncü Makale’nin âhirindeki üçüncü maksadda olan birinci maksad buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makale’de Dördüncü Mes’ele ve meslekten olan işaret ve irşad ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

Evet Rabb-i İzzet’in kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında içtima edip zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zahirperestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar.

Dördüncü Nokta:

Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delalet etmektir. Güya bu istidadı tazammun ile kelâmın kuvve-i nâmiyesinin kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini gösterir. Sanki o füru’ ve vücuhların mahşeri olan mes’elede cem’eder, tâ ki mezaya ve mehasinini müvazenet edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir vechi bir vazifeye tayin eder.

فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهَا الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ

Evet kıssa-i Musa meşhur darb-ı meseldeki tefarik-ul asâdan daha nâfi’dir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Musa dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur’an yed-i beyza-i mu’ciz-ül beyaniyle o kıssayı aldı. Ve suver-i müteaddidede gösterdi. Herbir ciheti hüsn-ü istimal etti. Fenn-i beyanın seharesi, belâgatına secde ber zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.

Ey birader! Bu mes’elede olan hayal-meyal belâgat, bu esalîb ile sana öyle bir şecereyi tersim eder ki; cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları mütenasika ve müteşaib dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakikat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Mes’ele’ye temaşa et. Zira çendan müşevveş ise bir derece bu mes’elenin bir parçasına misal olabilir.

Tenbih ve İtizar:

Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlak görünüyor. Fakat ne çare mukaddemenin şe’ni icmal ve îcazdır. Kütüb-ü Sâlise’de sana tecelli edecektir.

​— · ⁖ · —

Bu meselenin ana gayesi, “kelâmın yüksek tabakası” olarak tabir edilen ve hususiyetle Kur’an-ı Kerim’in i’câzını (mu’cizeliğini) ve belâgatını (üstün fesahatini) teşkil eden derûnî yapısını izah etmektir. Bu yüksek kelâmın, “irade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti” yani insanın sınırlı anlama kabiliyetini ve sathî (yüzeysel) bakışını nasıl âciz bıraktığını dört temel “Nokta” üzerinden tasvir etmektedir.
Mes’elenin İzahı: Kelâm-ı Âlînin Dört Esası
Metnin izah ettiği bu yüksek kelâm, Kur’an-ı Kerim’dir. Onun her bir cümlesi ve kıssası, basit bir bakışla anlaşılamayacak kadar çok katmanlı gayeler, mantıkî silsileler, tevhîdî neticeler ve fıkhî/hükmî tohumlar ihtiva eder.
Birinci Nokta: Mütedâhil (İç İçe Geçmiş) ve Müteselsil (Zincirleme) Gayelerin Çokluğu
Metin, yüksek kelâmın birinci hususiyetini şöyle tasvir eder: “Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü…”

İzahı:
Kelâm-ı âlî (Yüce Söz), tek bir gayeye matuf değildir. Bir cümle veya bir ifade, aynı anda pek çok gayeyi (maksadı) takip eder. Bu gayeler birbiri içine girmiş (mütedâhil) ve birbiri ardına sıralanarak bir zincir (müteselsil) oluşturmuştur. En uzaktaki asıl hedef (Maksad-ül Makasıd) ile en yakındaki hedef birbirine bağlıdır. Bir gayeyi ifade ederken, o gayenin komşusu olan diğer gayelerin de hakkını verir, onları tekmil eder.
Bu yapı, kelâma muazzam bir vüs’at (genişlik) ve azamet (büyüklük) verir. Metnin tabiriyle, mütekellim (sözü söyleyen) sanki pek çok aklı kendi aklına yardımcı kılmış gibidir.
Verilen “mütedâhil tasvirler” (iç içe geçmiş resimler) misali çok mühimdir: Bir ressamın koyduğu tek bir “siyah nokta”, bir tasvirde “göz” olurken, bir diğerinde “ben”, bir başkasında “burun deliği”, ötekinde “ağız” olabilir. Tıpkı bunun gibi, Kur’an-ı Kerim’deki bir lafız veya cümle, bulunduğu siyak ve sibak (sözün öncesi ve sonrası) içinde bir manaya gelirken, başka bir açıdan (bağlantıdan) bakıldığında farklı bir hakikate, bir hükme veya bir hikmete işaret eder.
Müradifler (Eş Anlamlı/Yakın Anlamlı Kelimeler):
• Mütedâhil: İç içe geçmiş, birbirine girmiş.
• Müteselsil: Zincirleme, ardı ardına gelen, teselsül eden.
• Makasıd: (Maksad’ın çoğulu) Gayeler, hedefler, niyetler.
• Taaddüd: Çokluk, birden fazla olma.
• Vüs’at: Genişlik, kapsamlılık.
• Kasr-ı müşeyyede: Yüksek ve sanatkârane inşa edilmiş köşk, saray.
• Müşterek-ün fîh: Kendisinde ortak olunan (cüz, parça).
Ayet İktibası:
Bu çok katmanlı mana yapısına, Kur’an’ın verdiği misaller en güzel numunedir. Basit görünen bir misal, sayısız hakikati ihtiva eder:
“Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğruya iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.”
(Bakara 2/26 )
Bu ayetteki “sivrisinek” misali, zahirî bakışta basit bir mahluktur. Fakat bu tek “nokta”;
• Allah’ın en küçük mahluktaki sanatını (Maksad-ı Sanat),
• Kâfirlerin itirazını (Maksad-ı İmtihan),
• Mü’minlerin imanının artmasını (Maksad-ı Hidayet),
• Fasıkların sapkınlığını (Maksad-ı Dalalet)
aynı anda bünyesinde barındıran mütedâhil makasıda misaldir.
İkinci Nokta: Kıyas-ı Mürekkeb (Bileşik Çıkarım) ile Hakikatlerin Birbirini Doğurması
Metin, ikinci hususiyeti şöyle tasvir eder: “Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir.”

İzahı:
Kelâm-ı âlîde, bir hakikat (matlab) diğer bir hakikati mantıkî bir silsile ile doğurur (tenasül). Bu, basit bir kıyas (A=B, B=C ise A=C) değil, “kıyas-ı mürekkeb” (bileşik, katmanlı kıyas) ve “müteşaab” (dallanıp budaklanan) bir yapı arz eder. Bir hakikati kabul ettiğinizde, o hakikat sizi mantıken ikinci bir hakikati kabule, o da üçüncüsünü kabule mecbur eder.
Metnin verdiği misal bu silsileyi mükemmel tasvir eder:
• Öncül: Âlem güzeldir (sanatlıdır).
• Netice 1 : Demek Sâni’i (Sanatkârı) Hakîm’dir.
• Netice 2 : (Madem Hakîm’dir) Abes (manasız) iş yapmaz, israf etmez.
• Netice 3 : (Madem israf etmez) İnsandaki kabiliyetleri (istidadatı) ihmal etmez, mühmel bırakmaz.
• Netice 4 : (Madem ihmal etmez) Dünyadaki nizamı daima tekmil edecektir.
• Netice 5 : (Madem tekmil edecektir) Bütün kemalâtı ve emelleri yıkan ebedî ayrılığı (hicran-ı ebedî) ve yokluğu (adem) insana musallat etmez.
• Nihâî Netice : Demek, saadet-i ebediye (Ahiret hayatı) olacaktır.
Görüldüğü üzere, kâinatın güzelliğinden yola çıkarak saadet-i ebediyeye kadar uzanan müteselsil (zincirleme) bir mantıkî isbat yapılmıştır.
Müradifler:
• Kıyas-ı mürekkeb: Bileşik kıyas, birden fazla mantıksal önermeye dayanan katmanlı çıkarım.
• Müteşaab: Şubelere ayrılan, dallanıp budaklanan.
• Metalib: (Matlab’ın çoğulu) Talepler, gayeler, isbatı istenen hakikatler.
• Tenasül: Üreme, çoğalma, nesil verme, doğurma.
• Teselsül: Zincirleme devam etme.
• İstidadat: Kabiliyetler, potansiyeller.
• Mühmel: İhmal edilmiş, başıboş bırakılmış.
Ayet İktibası:
Kur’an-ı Kerim, bilhassa haşri (yeniden dirilişi) isbat ederken bu “kıyas-ı mürekkeb” silsilesini sıkça kullanır. İlk yaratılışı, ikinci yaratılışa delil getirir:
“O, ilkin yaratmayı başlatan, sonra onu tekrar edecek olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Rum 30/27 )
Buradaki kıyas silsilesi şöyledir:
• Öncül: Allah ilk yaratmayı (insanı ve kâinatı) başlatandır (Matlab 1).
• Netice 1: Onu tekrar edecektir (Matlab 2 – Tenasül).
• Netice 2: Bu (tekrar yaratma), O’na göre ilkten daha kolaydır (Matlab 3 – Kıyas-ı evleviyet).
• Nihâî Netice: O, en yüce sıfatlara sahiptir, Azîz’dir, Hakîm’dir (Matlab 4).

Üçüncü Nokta: Tek Bir Neticeye Götüren Çok Sayıda Usûlün Toplanması
Metin, üçüncü hususiyeti şöyle tasvir eder: “Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir.”

İzahı:
Bu nokta, İkinci Nokta’nın bir nevi zıddı veya tamamlayıcısıdır. İkincisi “birden çoka” (bir delilden çok neticeye) giderken, bu nokta “çoktan bire” (birçok delilden tek bir neticeye) gitmeyi ifade eder.
Kelâm-ı âlî, tek bir büyük hakikati (netice-i vâhide), mesela Tevhîd’i veya Haşr’i isbat etmek için, birbirinden farklı pek çok yolu, delili, esası (usûl-ü müteaddide) bir araya getirir. Bu delillerin her biri, o yüce netice ile doğrudan bağlantılı olmasa bile, o hakikati “ihtizaza ve inkişafa getirir” (titretir ve açığa çıkmasına yardımcı olur).
Metnin tabiriyle, bu farklı deliller (usûl), farklı “mezahir” (tecelli yerleri) ve “âyineler” (aynalar) gibidir. Aynaların farklı renk ve şekillerde olması (delillerin çeşitliliği), onlarda tecelli edenin (mütecelli) tek olduğunu (vahdet) ve o aynalara muhtaç olmadığını (tecerrüd ve ulviyet) gösterir. Kâinattaki her bir mahluk, ayrı bir delil (usûl) olarak, tek bir neticeye (Vahdaniyet’e) işaret eder.
Müradifler:
• Netice-i vâhide: Tek bir netice, bir olan sonuç.
• Tenatüc etmek: Netice vermek, sonuçlanmak.
• Usûl-ü müteaddide: Birden çok usûl, çeşitli yollar, farklı esaslar.
• Mezahir: (Mazhar’ın çoğulu) Görünüm yerleri, tecelli noktaları.
• Âyineler: Aynalar, yansıtıcılar.
• Mütecelli: Tecelli eden, görünen (Allah’ın sıfatları veya isimleri).
• Tecerrüd: Soyutlanmışlık, maddeden ve kayıtlardan münezzeh olma, aşkınlık.
• Deveran-ı umumî: Umumî dönüş, kâinatın döngüsü (Hayat-ı külliye).
Ayet İktibası:
Tevhîd delillerinin toplandığı ayetler bu noktaya tam misaldir. Pek çok farklı “usûl” (gök, yer, içindekiler) tek bir “netice-i vâhide”ye (Allah’ı tesbih etmeye) hizmet eder:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
(İsra 17/44 )
Burada “yedi gök”, “yer” ve “bunların içinde bulunanlar”ın tamamı “usûl-ü müteaddide”dir (farklı yollar/delillerdir). Hepsinin vardığı “netice-i vâhide” (tek sonuç) ise Allah’ı “tesbih” etmektir.
Dördüncü Nokta: Pek Çok Dala (Hükme) Tohumluk Eden İstidat (Potansiyel)
Metin, dördüncü hususiyeti şöyle tasvir eder: “Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz…”

İzahı:
Kelâm-ı âlî, bir tohum gibidir. Zahirde küçüktür (icmalî, özet), fakat derûnunda (dahilinde) koca bir ağacın programını taşır. O kelâm, “kuvve-i nâmiye” (büyüme ve gelişme kuvveti) sahibidir.
Bir ayet veya bir cümle, aynı anda;
• Pek çok “füru'” (dallar, teferruatlar, detaylar) için bir “tohum”dur.
• Pek çok “ahkâm” (hükümler, şer’î kurallar) için bir “me’haz” (kaynak) olur.
• Pek çok “maânî” (manalar) ve “vücuh-u muhtelife” (farklı vecihler, yönler) barındırır.
Metin, buna Kur’an-ı Kerim’deki “Kıssa-i Musa (a.s.)” misalini verir. Bu kıssa, meşhur “tefarik-ul asâ” (Hz. Musa’nın asâsının parçaları) gibidir; nasıl ki o asânın her bir parçası bir işe yaramaya devam ediyorsa, Kıssa-i Musa da öyledir. Kur’an, bu tek kıssayı alır, “yed-i beyza-i mu’ciz-ül beyaniyle” (beyan mu’cizesinin parlak eliyle) farklı surelerde, farklı siyaklarda (bağlantılarda) tekrar eder. Her tekrarda, kıssanın farklı bir cihetini öne çıkarır ve o makama münasip bir hisse, hüküm veya hikmet istinbat eder (çıkarır).
Bu durum, zahirperestlerin (yüzeysel bakanların) zannettiği gibi bir “tekrar” değil, tam aksine belâgatın zirvesi ve kelâmın ne kadar bereketli bir “tohum” olduğunun isbatıdır.
Müradifler:
• İfrağ etmek: (Kalıba) dökmek, şekil vermek, biçimlendirmek.
• İstidad: Kabiliyet, potansiyel.
• Füru’: (Fer’in çoğulu) Dallar, kollar, teferruatlar, asıldan neş’et eden ikincil meseleler.
• Mutazammın: İçeren, kapsayan, ihtiva eden.
• Ahkâm: (Hükm’ün çoğulu) Hükümler.
• Me’haz: Kaynak, alındığı yer.
• Kuvve-i nâmiye: Büyüme, gelişme kuvveti, artma potansiyeli.
• Tefarik-ul asâ: Asânın parçaları, kısımları.
• Yed-i beyza: Parlak, beyaz el (Hz. Musa’nın bir mu’cizesi).
• Sehare-i beyan: Beyan (hitabet, belâgat) sihirbazları.
Ayet İktibası:
Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin bu “tohum” ve “me’haz” (kaynak) olma vasfı, şu ayetle en güzel şekilde ifade edilir:
“…O gün her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğiz. Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şey için bir açıklama, bir hidayet rehberi, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
(Nahl 16/89 )
“Her şey için bir açıklama (tibyanen li-külli şey’)” ifadesi, Kur’an’ın nasıl bir “me’haz” olduğunu ve hidayet, rahmet, müjde gibi sayısız “füru'” (dal) için nasıl bir “tohum” vazifesi gördüğünü gösterir.

Netice ve Tenbih
“Dokuzuncu Mes’ele”, bu dört nokta ile Kur’an-ı Kerim’in neden sathî bir nazarla (yüzeysel bir bakışla) anlaşılamayacağını, onun yüzeysel bakanların zannettiği gibi “tekrar”larla dolu olmadığını, bilakis her bir ifadesinin ne kadar derin, katmanlı, mantıkî ve bereketli olduğunu isbat eder.
Metnin sonundaki “Nefrin o zahirperestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar” cümlesi, bu dört noktadan gafil olanların, Kur’an’ın bu mu’cizevî üslubunu anlayamayıp onu “tekrar” zannetmelerine şiddetli bir tenkittir.


Onuncu Mes’ele

Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek ve tabiatı taklid ve harice temessül ve mesîl-i garazda sedad ve maksad ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki: Kelâmda hissiyatta tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezcetmek, selasetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maânî-i müteselsileden tederrüc lâzımdır.

Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirdlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini onun san’atında in’ikas edebilsin.

Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak ve neseblerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar benim” veyahut keennehu veyahut benim veledimdir…

Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe {1: Bu kelime Kürdçedir.} temayül etmemektir. Tâ canibler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdad ve kuvvet vermek gerektir.

Hem de kasdın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek, selasetin selâmetine lâzımdır.

​— · ⁖ · —

Onbirinci Mes’ele

Beyanın selâmet ve sıhhatı ise; hükmü, levazım ve mebadisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla isbat etmektir. Şöyle ki: Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadisinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevab olan kuyudatıyla tekallüd etmek gerektir. Demek kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pekçok muhakematın zübdesi olduğundan, gayet ulvî olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler; eğri nazar ile bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp, etrafına bir sur çekmiştir. Yani mevzu veyahut mahmulü takyid ile.. veyahut tavsif ile.. veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsaid noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevab hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir. Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.

* * *

Bu mes’eleler, belâgat ilminin, yani sözün hem güzel, hem doğru, hem de tesirli olmasının kaidelerini tesbit etmektedir. Hususan Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzının (mucizeliğinin) ve Risale-i Nur’un ifade tarzının daha iyi anlaşılması için temel düsturlardır.
Bu iki mes’elenin, (eş anlamlıları), tafsilatlı izahı ve Kur’ân-ı Kerîm’den ayetlerle bağlantıları aşağıda takdim edilmiştir:

Onuncu Mes’ele: Kelâmın Selâseti (İfadenin Akıcılığı)
Bu mes’ele, bir sözün veya yazının “selîs” olmasının, yani pürüzsüz, kolay anlaşılır ve su gibi akıcı olmasının şartlarını tasvir eder.
Müradifleri:
• Selâset: Akıcılık, pürüzsüzlük, ifadenin kolay ve takılmadan akması, üslupta tutarlılık.
• Tafralık: (Konu dışına) atlamak, sıçramak.
• İştibak: (Fikirlerin) iç içe geçmesi, karmaşıklık, düzensizlik.
• Temessül: Benzemek, bir surete bürünmek.
• Mesîl-i Garaz: Gayenin aktığı yol, maksadın mecrası.
• Sedad: Doğruluk, hedeften şaşmamak, istikamet.
• Müstekar: Karar kılınan yer, ana hedef, sonuç.
• Temeyyüz: Seçilmek, belirginleşmek.

Tafsilatlı İzahı:
Metne göre, bir kelâmın (ifadenin) selîs ve akıcı olabilmesi için beş temel şarta riayet etmesi lazımdır:
• Hissiyattan Tafralık ve İştibak Etmemek (Duygusal Tutarlılık):
İfade, hisleri ve duyguları tasvir ederken, bir his tam olgunlaşmadan başka bir hisse ani bir sıçrama (tafralık) yapmamalıdır. Fikirler ve hisler birbirine nizamsızca (düzensizce) dolaşmamalı (iştibak), aksine birbiriyle alakalı manalar arasında tertipli bir geçiş (tederrüc) olmalıdır. Aksi halde, mananın akıcılığı kaybolur.
• Tabiatı Taklid (Tabiata ve Fıtrata Uygunluk):
Kelâmın hayal gücü unsuru (san’at-ı hayaliye), tabiata bir talebe (şakird) olmalıdır. Yani ifade, tabiatta câri olan nizam, intizam ve mantık kanunlarına aykırı olmamalıdır. İfadenin kurgusu, tabiat kanunları gibi mantıklı ve fıtrî olmalıdır ki, dinleyenin veya okuyanın aklı ve kalbi onu kabulde zorlanmasın.
• Harice Temessül (Gerçeklikle Uyumluluk):
İfadede kullanılan tasavvurlar (düşünceler, hayaller), dış dünyaya (hariciyata) o kadar uygun ve benzer (muhâkî ve müşakil) olmalıdır ki, şayet o düşünceler dimağdan çıkıp dışarıda bir cisim kazansaydı (tecessüm etse), dış dünya (yani hakikat) onları yadırgamamalı, “Bunlar bendendir, benim fıtratıma uygundur” diyerek kabul etmeli, nesebini inkâr etmemelidir. Bu, ifadenin gerçekçi ve hayatla barışık olması demektir.
• Mesîl-i Garazda Sedad (Maksattan Sapmamak):
Her kelâmın bir ana gayesi (garaz) ve maksadı vardır. İfade, bu ana gayenin mecrasında istikametle (sedad) ilerlemeli, dağılmamalı (teferruk etmemek), lüzumsuz tafsilata veya konu dışı yerlere sapmamalıdır (çeleçepe temayül etmemek). Eğer yan fikirler (canibler) ana gayenin kuvvetini emerse (teşerrüb), ana maksat ehemmiyetsizleşir. Bilakis, köşelerdeki (yan unsurlardaki) güzellikler (taravet ve letafet), ana gayeye kuvvet ve yardım (imdad) vermelidir.
• Müstekarrın Temeyyüzü (Ana Hedefin Netliği):
Maksadın nihai olarak varacağı yer (müstekar) ve gayelerin buluştuğu nokta (mülteka) net ve belirgin (temeyyüz ve taayyün) olmalıdır. Dinleyici veya okuyucu, ifadenin sonunda “Peki, ne denmek istendi?” diye bir şüpheye düşmemeli, ana fikir açıkça ortaya çıkmalıdır.
Onbirinci Mes’ele: Beyanın Selâmet ve Sıhhatı (İfadenin Sağlamlığı ve Doğruluğu)
Bu mes’ele, bir ifadenin (beyanın) sadece akıcı değil, aynı zamanda selîm (sağlam, kusursuz) ve sahih (doğru, çürüksüz) olmasının şartlarını beyan eder. Bu, ifadenin mantıksal ve delilsel gücüdür.
Müradifleri:
• Beyan: Açıklama, ifade etme, meramı ortaya koyma.
• Selâmet: Sağlamlık, kusursuzluk, çürüklükten emin olma.
• Sıhhat: Doğruluk, hastalıksız (delil yönüyle zayıf) olmama.
• Levazım: Gerekler, bir şeyin olmazsa olmazları, zorunlu sonuçları.
• Mebadi: Başlangıçlar, temeller, dayanak noktaları, prensipler.
• Âlât-ı Müdafaa: Savunma aletleri, deliller, muhtemel itirazları def edici unsurlar.
• Kuyudat: Kayıtlar, şartlar, sınırlamalar (bir manayı netleştiren veya yanlış anlaşılmasını engelleyen ekler).
• Tekallüd: Kuşanmak, takınmak (zırh gibi).
• İctina: Meyve toplama, (burada) manayı izinsiz alma veya bozma.

Tafsilatlı İzahı:
Bir beyanın sağlam ve sıhhatli olması, bir hükmün (ana iddianın) üç unsurla birlikte ispat edilmesine bağlıdır:
• Levazımı ile İspat (Gerekleriyle Sunmak):
Bir hükmü ortaya koyarken, o hükmün zorunlu gereklerini (levazım) ihmal etmemek, onları dikkate (nazar) almak lazımdır. Bir iddia, kendisini zorunlu kılan sebeplerle birlikte sunulmalıdır.
• Mebadisi ile İspat (Temelleriyle Sunmak):
Hüküm, havada kalmamalı; hayat ve kuvvet aldığı temellere (mebadi) dayanmalıdır. İfade, o temellere müracaat ederek gücünü oradan almalıdır.
• Âlât-ı Müdafaasıyla İspat (Savunma Araçlarıyla Sunmak):
Bu, beyan sıhhatinin en mühim noktasıdır. İfade, dışarıdan hücum edebilecek şüphelere, vehimlere ve itirazlara karşı savunma mekanizmalarıyla donatılmalıdır. Bu savunma, “mukadder sualler” (yani, dinleyicinin aklına gelmesi muhtemel sorular) için peşin cevaplar hükmünde olan “kayıtlar” (kuyudat) ile yapılır.

Teşbih ve Netice:
Üstad Hazretleri, böyle sağlam bir kelâmı “meyvedar bir ağaca” benzetir.
• Meyve: Kelâmın taşıdığı ana mana ve hükümdür.
• Dikenler ve Süngüler: O manayı, yanlış anlamadan, tahrifattan veya hırsızlıktan (cinayet ve ictina) koruyan (himayet) o kayıtlardır (kuyudat).
Böyle bir kelâm, sanki birçok ilmî tartışmanın (münazarat) ve aklî muhakemenin (muhakemat) özeti (zübdesi) gibidir. O kadar yüce (ulvî) ve sağlamdır ki, vehim şeytanları (evhamın şeyatîni) ona kulak hırsızlığı (istirak-ı sem’) yapamaz, eğri bir nazarla bakıp kusur bulamaz.
Bunu yapan mütekellim (konuşmacı), sanki altı cihetini (ön, arka, sağ, sol, alt, üst; yani her yönü) nazara alarak ifadesinin etrafına sağlam bir sur çekmiştir. Bunu da ya konuyu (mevzu) veya hükmü (mahmul) bazı kayıtlarla (takyid) veya vasıflarla (tavsif) sınırlayarak, vehmin hücum edebileceği zayıf noktalara birer savunmacı (müdafi) yerleştirerek yapar.
Nitekim metnin sonunda, “Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, Unsuru’l-Belâgat, Onbirinci Mes’ele) denilerek, Muhakemat eserinin ve bilhassa oradaki Üçüncü Makale’nin, bu mukadder suallere cevap veren ve vehimleri defeden kayıtlarla (kuyudat) nasıl donatıldığını misal vermiştir.

Âyetler ile İzahı
Bu iki mes’ele, Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatindeki i’câzın (mucizelik) iki mühim cihetini izah eder. Kur’ân-ı Kerîm, hem “selâset” (Onuncu Mes’ele) sahibidir; yani fıtrata uygun, akıcı ve kolaydır. Hem de “selâmet ve sıhhat” (Onbirinci Mes’ele) sahibidir; yani her türlü zıtlıktan, aykırılıktan, çelişkiden ve vehimlerin hücumundan korunmuş, sağlam ve sıhhatli bir beyana sahiptir.

1. Selâset (Akıcılık, Fıtrata Uygunluk ve Kolaylık) Açısından:
Onuncu Mes’ele’de zikredilen “tabiatı taklid” ve “harice temessül” (fıtrata ve gerçekliğe uygunluk) ile ifadenin akıcılığı, Kur’ân’ın defaatle vurguladığı “kolaylaştırılma” vasfına ve “fıtrat” ile olan mutabakatına işaret eder.
• TDV Meali (Kamer Suresi, 17. Ayet):
$ {وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ}$
“Andolsun biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mudur?”
• TDV Meali (Rum Suresi, 30. Ayet):
$$ {فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ}$$
“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak dine çevir; Allah’ın fıtratına, ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratışı değiştirilemez. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Kur’an’ın beyanı, bu fıtrata tam muvafık olduğu için selîstir.)

2. Selâmet ve Sıhhat (Sağlamlık, Çelişkisizlik ve Korunmuşluk) Açısından:
Onbirinci Mes’ele’de bahsedilen “levazım”, “mebadi” ve “âlât-ı müdafaa” (kuyudat) ile kelâmın korunması, Kur’ân-ı Kerîm’in hiçbir aykırılık (ihtilaf) ve eğrilik (ivec) taşımamasına tam olarak mutabıktır. Kur’an, gelebilecek her türlü mukadder suale ve vehme karşı en sağlam delillerle ve kayıtlarla mücehhezdir.
• Meali (Nisa Suresi, 82. Ayet):
$$ {اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافاً كَث۪يراً}$$
“Onlar hâlâ Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”
• Meali (Zümer Suresi, 28. Ayet):
$$ {قُرْاٰناً عَرَبِياًّ غَيْرَ ذ۪ي عِوَجٍ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ}$$
“Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, hiçbir eğriliği (çelişkisi) bulunmayan Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”
(İşte bu “eğriliği bulunmayan” vasfı, beyanın tam sıhhat ve selâmetine işarettir.)
• Meali (Hicr Suresi, 9. Ayet):
$$ {اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ}$$
“Şüphe yok ki o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da elbette biziz.”
(Bu koruma, sadece lafızda değil, aynı zamanda mananın her türlü tahrifattan, vehimlerin hücumundan ve bâtıl itirazlardan korunmasını da ihtiva eder ki, bu da Onbirinci Mes’ele’nin tam bir misalidir.)

Onikinci Mes’ele

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi:

Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…

İkincisi:

Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sındaki müşa’şa’ ve parlak kelâmı gibi…

Üçüncüsü:

Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lâsiyyema Makale-i Sâlise’deki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın tesiri cüz’îdir.

Elhasıl:

Eğer İlahiyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zînet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.

Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemal-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.

Bu mes’elenin hâtimesi:

Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise makamın haricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki: Mananın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından lâakal kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya san’atın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tabir hata olmasa, harice boykotaj etmek ile elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek mana ve makam ve san’at ise, kelâmın delalet-i vaz’iyesine yardım edebilir. Nasıl kelâm, delalet-i vaz’iye ile manayı gösterir, öyle de böyle üslûb ise tabiatıyla manaya işaret eder. Eğer bir nümune istersen Dokuzuncu Mes’eledeki Arabî parçalarına bak. İşte:

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

فَاِنْ شِئْتَ فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِالْيَدِ الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ مَحَبَّةً وَحَيْرَةً سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ

Eğer istersen ulûm-u âliyenin

آلِيَه

kitablarının dibacelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu san’at-ı belâgat çok dakik ve latif olmazsa da; fakat ondaki beraat-ül istihlal, bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu’cizata işaret yolunda Peygamberimizin zâtı, nübüvvetine mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makale’nin dibacesinde kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirine şahid gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddeme’de, inşikak-ı Kamer’e yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini münhasif ve Şems gibi bürhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebeb oldunuz. Buna kıyasen şu hakikate, şu kitabda birçok nümune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice boykotajdır. Hattâ zaruret olmazsa, efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalîbde harice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır olabilir. Zira hakikat birdir. Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.

Hâtime

Söylenene bak, söyleyene bakma; söylenilmiştir… Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.
İşaret:

Malûm olsun ki; fenn-i maânî ve beyanın mezayasının belâgatça mühim bir şartı, kasden ve amden garazın cihetine emarat ile işaret ve alâmatın nasbıyla kasd ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez.

Fenn-i bedîin ve tezyinat-ı lafziyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesadüfî gibi tabiat-ı manaya yakın olmaktır.

Telvih: Pûşide olmasın ki tabiata ve hakikat-ı hariciyeye delalet eden ve hükm-ü zihnîyi kanun-u haricî ile rabteden; tabir caiz ise perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkabı

اِنَّ

-i tahkikiyedir. Evet şu

اِنَّ

nin şu hâsiyetine binaendir ki Kur’anda kesretle istimal olunmuştur.

Tenbih:

Ey birader! Bu makaledeki kavanin-i latife şu perişan esalîbden teberri ve nefret etmesi seni tağlit etmesin. Meselâ: Eğer bu kanunlar iyi olsaydılar, onları vaz’ edene iyi bir ders-i belâgatı verecekler idi. Hem de güzel bir üslûbu giyecekler idi. Halbuki onları vaz’ eden ise ümmidir. Üslûbları dahi perişandır, gibi bir vehme zâhib olma. Yahu! Bu vehme ehemmiyet verme. Zira bir fende herbir ilim sahibi onda san’atkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye olan kuvve-i cazibe, an-il merkeziye olan kuvve-i dafiaya galibdir. Çünki kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır. Halbuki maden-i kelâm olan kalb ise, lisandan uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok defa lisan, kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lâsiyyema kalb bazan mes’elenin derin yerlerinden -kuyu dibinde gibi- bir tıntın eder ise lisan işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?..

Elhasıl:

Fehim ifhamdan daha esheldir vesselâm!..

İtizar:

Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benim ile arkadaşlık eden sabırlı ve metanetli zât! Zannediyorum bu İkinci Makale’de yalnız hayretle seyirci oldun, müstemi’ olmadın. Çünki anlamadın. Hakkınız var, zira mesail gayet derin ve ırkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş ve vaktim dahi dar.. ben de acele.. sıhhatım muhtel.. başım nezlelidir. Şu karışık zeminde ancak şöyle bir varakpare çıkabilir.

وَالْعُذْرُ عِنْدَ كِرَامِ النَّاسِ مَقْبُولٌ

Ey birader! “Unsur-u Hakikat”ı kübra gibi ve “Unsur-u Belâgat”ı suğra gibi mezcet. Elektrik şuaı gibi olan hads-i sadıkı geçir. Tâ gayet hararetli ve parlak ziyalı olan “Unsur-u Akide”yi netice vermek için senin zihnine istidadat verebilsin.

İşte “Unsur-u Akide”yi Üçüncü Makale’de arayacağız.

İşte başlıyorum: “Nahu”… {1: Kürdçedir.}

​— · ⁖ · —

Muhakemat eserinin “Unsur-ul Belâgat” bahsinin “Onikinci Mes’elesi,” belâgatin ruhunu ve kelâmın (sözün) kıymetini tayin eden temel düsturları ihtiva eden son derece mühim bir metindir. Bu mesele, “sözün kıymeti, üslûbundadır” hakikatini izah ederken, üslûbun nasıl olması gerektiğini üç esas ve bir hâtime ile tasvir etmektedir.
İşte bu derin meselenin, talep ettiğiniz veçhile geniş, tafsilatlı ve ayetler ışığında izahı:
Giriş: Kelâmın Selâmeti ve İtidal-i Mizaç
Metnin hemen başında, bir kelâmın (sözün veya metnin) selâmeti (kâmil manada sağlamlığı, hatadan âri olması) ve rendeçlenmesi (pürüzlerinin giderilip cilalanması) için temel şartın itidal-i mizaç (dengeli bir yapı/karakter) olduğu belirtilir.
Bu itidal (denge) nedir? Üstad Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle izah eder: Kelâmın muhtevasındaki her bir unsura, her bir kayda (istihkak ve istidadına göre) gereken ehemmiyeti vermek ve her manaya münasip üslûp hil’atini (üslûp elbisesini) giydirmektir.
Bu, belâgatte adalet demektir. Mananın hakkını vermeyen bir üslûp, ne kadar parlak olursa olsun, selâmetli (sağlam) addedilmez.
Metin, bu adaleti iki sahada tasvir eder:
• Hikâye (Başkalarını Tasvir) Hâlinde: Eğer mütekellim (konuşan), başkasının hissiyatını veya fikirlerini naklediyorsa, kendini o mahkiyyun anh (hakkında konuşulan kişi) yerine koymalı, adeta onun kalbine hulûl etmeli (nüfuz etmeli) ve onun lisanıyla konuşmalıdır. Bu, kelâmda empati ve sadakatin zirvesidir.
• Kendi Malında Tasarruf (Kendi Fikirlerini Beyan) Hâlinde: Eğer kendi manalarını ifade ediyorsa, itibar (kıymet verme) ve ihtimamı (özeni) taksim ederken, her bir mananın istihkak (hak ettiği değer), istidat (taşıyabildiği kabiliyet) ve rütbesini (ehemmiyet sırasını) nazara almalıdır.
Netice şudur: Üslûp, mananın kametine (boyuna) göre kesilmelidir ki, her maksat (gayet), o manaya en münasip üslûptan cilveger olabilsin (parlayabilsin).
Bu girizgâhtan sonra, Üstad Hazretleri üslûbun üç temel esasını beyan eder:

Birinci Bölüm: Üslûbun Üç Esası ve Kur’ân-ı Kerim’deki Tecellîleri
Metin, üslûbu üç ana kategoriye ayırır ve her birinin nerede kullanılması gerektiğini belirtir. Kur’ân-ı Kerim, bu üç üslûbu da i’caz (mucizelik) derecesinde, tam makamında kullanarak belâgatin zirvesini temsil eder.
1. Üslûb-u Mücerred (Yalın ve Sade Üslûp)
• İzahı: Sade, san’at ve tezyinattan (süslemeden) ziyade, manayı en selis (akıcı) ve ihtisarlı (kısa) yoldan ifade etmeye odaklanan üslûptur. Metinde Seyyid Şerif ve Nasıruddin-i Tûsî’nin metinleri misal verilir.
• Kullanım Yeri: Muamelât (insanlar arası hukukî/ticârî ilişkiler), muhaverat (günlük konuşmalar, diyaloglar) ve âlet olan ilimler (nahiv, mantık gibi gayeye vasıta olan ilimler).
• Gayesi: Vefa (manaya sadakat), ihtisar (kısalık), selâmet (sağlamlık), selaset (akıcılık) ve tabiîliği (yapmacıksızlığı) temin etmektir.
• Müradifleri: Sadelik, vuzuh (açıklık), beyan-ı tabiî, îcaz (vecizlik).
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, bilhassa hukukî ahkâmı ve muamelâtı beyan ederken bu üslûbu kullanır. Zira burada maksat, edebî san’at göstermek değil, hükmü en açık ve hatasız şekilde tebliğ etmektir. Medine’de nâzil olan ve ahkâm ihtiva eden ayetlerde bu üslûp hâkimdir.
• Ayet ( Meali): Bakara Sûresi, 2:282 (Müdayene Ayeti)
$$ {يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِۖ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْۚ وَلْيُمْلِلِ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـًٔاۜ فَاِنْ كَانَ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَف۪يهًا اَوْ ضَع۪يفًا اَوْ لَا يَسْتَط۪يعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِۜ. …}$$
“Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip doğru bir şekilde yazsın. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan da yazdırsın, rabbi olan Allah’tan korksun ve borcunu asla eksik ödemesin. Eğer borçlu, aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise yahut yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın…”
• Bu ayet-i kerime, borçlanma hukukunu hiçbir teşbihe, istiareye veya edebî süse yer vermeden, tam bir selâmet ve vuzuh ile beyan eden üslûb-u mücerredin şâhikasıdır.

2. Üslûb-u Müzeyyen (Süslü ve Parlak Üslûp)
• İzahı: Müşa’şa’ (parlak, ışıklı) ve zînetli olan üslûptur. Manayı daha tesirli kılmak, kalbi ve hisleri harekete geçirmek için kullanılır. Abdülkahir-i Cürcanî’nin eserleri misal verilir.
• Kullanım Yeri: Hitabiyat (hitabet, etkili konuşma) ve iknaiyat (ikna etme gayesi güden bahisler).
• Gayesi: Zînet (süs), parlaklık (celbedicilik), tergib (teşvik etme, rağbet uyandırma) ve terhibi (sakındırma, korkutma) ihtiva eder.
• Müradifleri: Tezyin-i kelâm, beyan-ı hissî, parlaklık, teşvik, tenkit (sakındırma).
• Mühim Tenkit: Metin, bu üslûpta gösteriş, tasannu’ (yapmacıklık) ve avamperestane nümayiş (halkın hoşuna gitmek için yapılan sunî gösteri) olmaması gerektiğini şiddetle tenbih eder.
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, cennet nimetlerini tasvir ederek tergib (teşvik) ettiğinde veya cehennem azabını tasvir ederek terhib (sakındırma) yaptığında, hislere hitap eden bu parlak üslûbu kullanır.
• Ayet ( Meali) – Tergib: Rahman Sûresi, 55:46-48
$$ {وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ جَنَّتَانِۚ ﴿٤٦﴾ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ ﴿٤٧﴾ ذَوَاتَٓا اَفْنَانٍۚ ﴿٤٨﴾}$$
“Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır. (46) O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? (47) O iki cennet, çeşitli ağaçlar ve meyvelerle doludur. (48)”
• Ayet ( Meali) – Terhib: Kâria Sûresi, 101:8-11
$$ {وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُۙ ﴿٨﴾ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌۜ ﴿٩﴾ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْۜ ﴿١٠﴾ نَارٌ حَامِيَةٌ ﴿١١﴾}$$
“Kimin de tartıları hafif gelirse, (8) işte onun anası (varacağı yer) Hâviye’dir. (9) Nedir o (Hâviye) bilir misin? (10) O, kızgın bir ateştir! (11)”
• Her iki misalde de mana, müzeyyen ve parlak bir üslûpla, hisleri derinden sarsacak şekilde ifade edilmiştir.
3. Üslûb-u Âlî (Yüce ve Haşmetli Üslûp)
• İzahı: Muhteşem, ulvî (yüce) ve heybetli üslûptur. Mananın azametini ve yüksekliğini aksettirir. Sekkâkî, Zemahşerî ve İbn-i Sina misal verilir. Üstad, bu Muhakemat eserinin de konusunun ulviyeti (yüceliği) sebebiyle bu üslûba ifrağ edildiğini (döküldüğünü) belirtir.
• Kullanım Yeri: İlahiyat (Allah’ı, sıfatlarını ve zatını anlatan bahisler) ve usûl (dinin ve ilimlerin temellerini anlatan metodolojik bahisler).
• Gayesi: Şiddet (etkideki yoğunluk), kuvvet (metanet) ve heybeti (azamet ve haşyeti) tazammun etmektir (içermektir).
• Müradifleri: Üslûb-u celâlî, ulviyet, haşmet-i beyan, heybet-i kelâm.
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı Akdes’ini, Vahdaniyetini, Rubûbiyetinin azametini ve kâinattaki mutlak hâkimiyetini beyan ederken bu üslûb-u âlîyi kullanır.
• Ayet ( Meali): Haşr Sûresi, 59:22-24
$$ {هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ﴿٢٢﴾ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٢٣﴾ هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٤﴾}$$
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. (22) O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten uzaktır, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır. (23) O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (24)”
• Bu ayetler, İlahiyat bahsinde üslûb-u âlînin; heybet, kuvvet ve ulviyetin zirvesidir. Kelimeler, mananın azameti altında adeta secde etmektedir.

İkinci Bölüm: Kelâmın Kanaati ve “Harice Boykotaj” Hakikati
Bu meselenin belki de en orijinal ve en mühim tespiti burasıdır. Üstad, kelâmın kanaat ve istiğnası (tokgözlülüğü, başkasına muhtaç olmaması) ve asabiyeti (kendi köklerine bağlılığı) olduğunu belirtir.
Bu nedir? Makamın (kontekstin) haricinde üslûbu aramamak.
• İzahı: Bir manaya üslûp elbisesi dikmek istediğin vakit, o üslûbun kumaşını dışarıdan (başka metinlerden, sunî san’atlardan) getirmemelisin. Bilakis, dâhil-i makamda (konunun kendi içinde) olan menbadan, mevzuun fabrikasından almalısın.
• Harice Boykotaj: Üslûp, o konunun levazımının (gereklerinin) parçalarından, tevabiinin (bağlı unsurlarının) kıt’alarından dikilmelidir. Zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek (dışarıya gözünü çevirmemek), tabiri câizse “harice boykotaj etmek” gerekir.
• Neticesi: Kelâmın kuvveti artar ve serveti (manevî zenginliği) dağılmaz.
• Mühim Tespit: Nasıl ki kelâm (sözcükler), delalet-i vaz’iye (konvansiyonel/sözlük anlamı) ile manayı gösterir; işte mevzuun kendi içinden doğan böyle bir üslûp da tabiatıyla manaya işaret eder.
• Misal: Üstad, Dokuzuncu Mesele’deki Arabî parçalara (Hz. Musa (as) kıssasının belâgati) ve bu kitabın (Muhakemat) kendi dibacesindeki (önsöz) beraat-ül istihlal (konuyu özetleyen parlak başlangıç) san’atına atıf yapar. Ve Risale-i Nur mesleğinin de bu olduğunu, zaruret olmadıkça fikirlerde, misallerde ve üslûplarda “harice boykotaj” ettiğini belirtir.
Bu prensip, Kur’ân-ı Kerim’in i’cazının da (mucizeliğinin) bir sırrıdır. Kur’ân, bir manayı ifade ederken, kullandığı kelimeler, ses âhengi ve cümle yapısı (yani üslûbu), bizzat o mananın bir parçası hâline gelir.

Üçüncü Bölüm: Hâtime ve Tenbihler
1. Hâtime: Belâgatin Şartı (Kim? Kime? Niçin? Nerede?)
Üstad, “Söylenene bak, söyleyene bakma” sözünü belâgat açısından nâkıs (eksik) bulur ve şöyle bir tashih yapar:
“Ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”
Bu, belâgatin “mutabakat-ı mukteza-yı hâl” (sözün, hâlin gerektirdiği duruma uygun olması) tarifinin ta kendisidir. Sözün değeri, sadece lügat manasında değil, kimin (Mütekellim), kime (Muhatap), niçin (Garaz) ve hangi bağlamda (Makam/Siyak) söylediğinde gizlidir.
2. İşaret, Telvih ve Tenbihler
• Fenn-i Maânî ve Beyan (Mana ve İfade Sanatları): Bu sanatlarda (teşbih, istiare, mecaz) kıymet, kasden ve amden (kasıtlı olarak) gayeye işaret edilmesindedir. Tesadüf burada bir para etmez.
• Fenn-i Bedî’ (Sözü Süsleme Sanatı): Cinas, seci gibi tezyinat-ı lafziye (lafzî süsler) ise, tesadüfî gibi durmalı, adem-i kasd (kasıtsızlık) hissi vermelidir. Yani san’at, tasannu’ (yapmacıklık) derecesine varmamalı, tabiî olmalıdır.
• اِنَّ (İnne) Harfinin Sırrı: Bu harfin “perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren” en keskin âlet olduğunu belirtir. Zihnî bir hükmü, hâricî bir kanun (gerçeklik) ile rabteder (bağlar). Kur’ân’da bu kadar çok “Şüphesiz ki…” diye başlamasının hikmeti, zihindeki şüpheyi izale edip, hakikati tahkik ederek kalbe ve akla perçinlemektir.
• Tenbih ve İtizar (Uyarı ve Özür): Üstad, bu yüksek belâgat kaidelerini anlatırken, kendi üslûbunun perişan görünmesinin kimseyi tağlit etmemesini (yanıltmamasını) söyler.
• Bir fende âlim olmak, o fende san’atkâr olmayı gerektirmez.
• Asıl mühim olan: Kalb (mananın madeni) ile lisan (ifade âleti) arasındaki mesafedir. Bazen kalb, “kuyu dibinde gibi bir tıntın eder ise lisan işitemez.”
• Bunun neticesinde: “Fehim ifhamdan daha esheldir” (Anlamak, anlatmaktan daha kolaydır).
• Ve bir itizar (özür beyanı): Meselenin derinliği, ibarenin muğlaklığı (kapalı), Türkçesinin noksanlığı, vaktin darlığı ve sıhhatinin bozukluğu gibi sebeplerle bu “karışık zeminde” ancak böyle bir “varakpare” (kâğıt parçası) çıkabildiğini tevazu ile beyan eder.

Netice
“Onikinci Mes’ele,” belâgatin sadece lafzî bir süsleme değil, manevî bir adalet olduğunu ders verir. Üslûp; mücerred (yalın), müzeyyen (süslü) veya âlî (yüce) olabilir. Mühim olan, bu üslûplardan hangisinin, hangi makamda, hangi muhataba ve hangi gayeyle kullanılacağını bilmektir.
En kâmil üslûp ise, mananın dışından ithal edilen değil, mevzuun fabrikasından ve mananın dâhilî yapısından neş’et eden (kaynaklanan) üslûptur. Kur’ân-ı Kerim, bu üç üslûbu ve “harice boykotaj” prensibini en mükemmel surette cem ederek, belâgatte kıyamete kadar bir mu’cize olarak kalmıştır.

 

 

Unsur-ul Akide

Üçüncü Makale
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

Bu kelime-i âliye, üss-ül esas-ı İslâmiyet olduğu gibi kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyetin en nuranî ve en ulvî bayrağıdır. Evet misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu kelimenin ayn-ül hayatından nebean eder. Evet ebede namzed olan nev’-i beşer içinde saadet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir. Evet kalb denilen avalim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latife-i Rabbaniyenin fotoğrafıyla alınan timsal-i nuranîyle Sultan-ı Ezel’i ilân eden harita-i nuraniyesidir ve tercüman-ı beligidir. Evet vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliganesini cem’iyet-i kâinata karşı vekaleten inşad eden hatib-i fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezel’i ilân eden imanın mübelliğ-i beligi olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.

İşaret:

Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet uluhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni’-i Zülcelal’e zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir…

Tenbih:

Hakaik-i akaid-i İslâmiye, bütün teferruatıyla kütüb-ü İslâmiyede mufassalan müberhene ve musarrahadır, görünebilir. Ve görülen şeyi göstermek, zahirin hafasına veya muhatabın gabavetine işaret ve techil olduğundan, akidenin yalnız üç-dört unsurunu beyan edeceğim. Diğer hakaikini fuhûl-ü ülemanın kitablarına havale ederim. Zira bana hacet bırakmamışlar.

Mukaddeme

Ehl-i dikkatin malûmudur ki: Makasıd-ı Kur’aniyenin fezlekesi dörttür: Sâni’-i Vâhid’in isbatı ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adldir.

Birinci Maksad:

Delail-i Sâni’ beyanındadır. Bir bürhanı da Muhammed’dir (Aleyhisselâm). Sâni’in vücud ve vahdeti, isbata ihtiyaçtan müstağnidir. Lâsiyyema Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. Binaenaleyh hitabımı ecanibe, bahusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zira onlar eskide bazı sualler etmiştiler, ben de cevab vermiştim. Şimdi ihtisar ile yalnız bir-iki suallerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim. Onlardan bir sual:

مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذ۪ى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ وَالْخَلْقُ مِنْ اَىِّ شَيْءٍ اَمِنَ الْعَدَمِ اَوِ الْمَادَّةِ اَوْ ذَاتِهِ اِلٰى اٰخِرِ سُؤَالَاتِهِمُ الْمُرَدَّدَةِ

Yani: Vücud-u Sâni’e delil-i vâzıh nedir?
İşaret:

Gayr-ı mütenahî olan marifetullah, böyle mahdud olan kelâma sığışmaz. Binaenaleyh kelâmımdaki iğlakın mazur tutulması mercûdur.

Tenbih:

Bervech-i âti kelâmdan maksad: Muhakeme ve müvazenenin tarîkını göstermektir. Tâ ki, mecmuunda hakikat tecelli etsin. Yoksa zihnin cüz’iyeti sebebiyle o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharri etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikatı evham içinde setretmektir.

Mukaddeme

Hakikatın keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca’ etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecrid ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalb ile dinle:

Birinci Maksad

Cemi’ zerrat-ı kâinat, birer birer zât ve sıfât ve sair vücuh ile gayr-ı mahdude olan imkânat mabeyninde mütereddid iken, bir ciheti takib, hayretbahşa mesalihi intac etmekle Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbaniyeden ilân-ı Sâni’ eden itikadın misbahını ışıklandırıyorlar. Evet herbir zerre kendi başıyla Sâni’i ilân ettiği gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kâinatın herbir makam ve herbir nisbetinde herbir zerre müvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhar ve kıraat ettikleri için Sâni’in delaili, zerrattan kat kat ziyadedir.

Eğer desen:

Neden herkes aklıyla görmüyor?

Elcevab:

Kemal-i zuhurundan… Evet şiddet-i zuhurdan görünmemek derecesine gelenler vardır. Cirm-i şems gibi.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ الْمََ۫لاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَٓائِلُ

Yani: Eb’ad-ı vasia-i âlemin sahifesinde Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatla sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan gelen selasil-i resail seni a’lâ-yı illiyyîn-i yakîne çıkarsın.

İşaret:

Kalbinde nokta-i istimdad, nokta-i istinad ile vicdan-ı beşer Sâni’i unutmamaktadır. Eğer çendan dimağ ta’til-i eşgal etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mühimme ile meşguldür. Şöyle ki: Vicdana müracaat olunsa, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi.. kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’ dahi; cesed gibi istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad…

Hem de bununla beraber kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinad marifet-i Sâni’dir…
Evet herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve alel-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğerşikâfta kaldığından eşref ve ahsen-i mahluk olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatına muhalif oluyor. İşte nokta-i istinad… Evet melce’ yalnız marifet-i Sâni’dir.

Demek şu iki nokta ile bu derece nizam-ı âlemde hükümfermalık, hakikat-ı nefs-ül emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni’ tecelli ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor… Vicdan nezzardır, kalb penceresidir.

Tenbih:

Arş-ı kemalât olan marifet-i Sâni’in mi’raclarının usûlü dörttür:

Birincisi:

Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi:

İmkân ve hudûsa mebni olan mütekellimînin tarîkidir. Bu iki asıl, filvaki’ Kur’an’dan teşa’ub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, tavîl-üz zeyl ve müşkilleşmiştir.

Üçüncüsü:

Hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masun değildirler…

Dördüncüsü ki,

belâgat-ı Kur’aniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anî’dir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:
Birincisi:

“Delil-i inayet”tir ki; menafi’-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’aniye bu delile îma ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise: Sâni’in kasd ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.

Mukaddeme:

Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikra-i tâm edemez ve ihata edemez. Fakat nev’-i beşerdeki telahuk-u efkâr sayesinde, kâinatın herbir nev’ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.

Bununla beraber bir emirde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için, kaidenin külliyeti nev’in hüsn-ü intizamına delildir. Demek cemi’-i fünun-u ekvan kaidelerin külliyetlerine binaen, istikra-i tâmla nizam-ı ekmeli intac eden birer bürhandırlar. Evet fünun-u kâinat bitamamiha mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermek ile Sâni’in kasd ve hikmetine parmak ile şehadet ve işaret ettikleri gibi şeyatîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıbdır.

İşaret:

Cehl-i mürekkebi intac eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyanı olan mümaresat-ı elzemiyattan nefsini tahliye etsen; hurdebînî bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlahiyenin şuursuz, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatında evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husul-pezir ve o destgâhın masnuu olduğunu kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemiyorsun. Meğer herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat ettikten sonra zerrat-ı saire ile vasıtasız muhabereyi itikad ve esbab-ı tabiiyenin üss-ül esası hükmünde olan cüz’-i lâ-yetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen…

Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir. Fakat caizdir ki: Herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikata ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.

Tenbih:

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ… Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola. İstersen Kur’an’a müracaat et. Delil-i inayeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zira Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri ta’dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inayete mezahirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlahiye taalluk ederse âyât-ı âfâkıye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nın mühim eserlerinden olan Muhakemat’ın “Unsur-ul Akide” bölümündeki “Üçüncü Makale”dir. Bu makale, İslâm akaidinin (inanç esaslarının) temel rüknü olan Kelime-i Şehadet’i merkezine alarak, Kur’an-ı Kerim’in Sâni’-i Vâhid’in (Bir olan Sanatkâr’ın) varlığını ve birliğini isbat etme metodunu, hususan “Delil-i İnayet”i tafsilatlı bir surette izah etmektedir.

Giriş: Akaidin Üss-ül Esası
Metin, İslâm’ın temeli olan şu mübarek kelime ile başlamaktadır:
$اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ$
“Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed (Aleyhisselâm) O’nun Resûlüdür.”
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu kelimenin sadece bir söz olmadığını, belki “üss-ül esas-ı İslâmiyet” (İslâmiyet’in temelinin temeli) ve “en nuranî ve en ulvî bayrağı” olduğunu beyan eder. Bu kelime, ezelî misakta verdiğimiz sözümüzün ve imanımızın mukaddes bir menşurudur (ilanıdır). Bütün bir İslâmî hayat, bu kelimenin “ayn-ül hayatından” (hayat pınarından) fışkırmaktadır.

1. Uluhiyet ve Nübüvvet Arasındaki Tevafuk (Bürhan-ı Limmî ve İnnî)
Metin, Kelime-i Şehadet’in iki rüknü (Tevhid ve Risalet) arasındaki kuvvetli münasebeti “birbirine şahid-i sadıktır” diyerek tasvir eder:
• Uluhiyet, Nübüvvete Bürhan-ı Limmîdir: “Bürhan-ı limmî,” felsefî bir ıstılahtır; “illetten (sebepten) ma’lûle (sonuca)” giden delil demektir. Yani, “Madem ki böyle bir Sâni’-i Zülcelâl vardır; elbette Kendi san’atının güzelliğini ve iradesinin maksadlarını göstermek, kullarıyla konuşmak isteyecektir.” Allah’ın varlığı ve kemâl-i mutlak (mutlak mükemmellik) sahibi oluşu, peygamber göndermesini (nübüvveti) zarurî kılar.
• Muhammed (A.S.), Sâni’e Bürhan-ı İnnîdir: “Bürhan-ı innî” ise, “ma’lûlden (sonuçtan) illete (sebebe)” giden delildir. Yani, “Kâinatta böyle müstesna bir zât (Hz. Muhammed A.S.), böyle bir hakikat (Kur’an) ve böyle bir mu’cizevî tebliğ vardır. Bu zâtın gösterdiği Sâni’den başka bu işi yapacak kimse olamaz.” O Zât’ın (A.S.) varlığı, sıfatları, ahlâkı ve getirdiği nur, Sâni’-i Zülcelâl’in varlığına ve birliğine en parlak delildir.

2. Makasıd-ı Kur’aniye (Kur’an’ın Dört Temel Maksadı)
Müellif, bütün İslâmî kitapların bu hakaiki (hakikatleri) isbat ettiğini, kendisinin ise sadece “üç-dört unsurunu” beyan edeceğini belirttikten sonra, Kur’an-ı Kerim’in dört temel maksadını şöyle sıralar:
• Sâni’-i Vâhid’in İsbatı (Tevhid): Bir olan Sanatkâr’ın varlığını ve birliğini isbat etmek.
• Nübüvvet: Peygamberliğin hakikatini ve lüzumunu isbat etmek.
• Haşr-i Cismanî: İnsanın cismiyle birlikte yeniden diriltileceğini isbat etmek.
• Adl: İbadet ve adaleti tesis etmek.
Bu makalenin “Birinci Maksad”ı, bu dördünden birincisi olan “Delail-i Sâni’ beyanındadır.”

3. Sâni’in Varlığına Dair Deliller ve “Japonya Suali”
Müellif, bu delillerin Müslümanlar için “eclâ ve azhar” (çok açık ve parlak) olduğunu, lâkin kendisinin hitabını “ecanibe, bahusus Japonya’ya” tevcih ettiğini (yönelttiğini) söyler. Onların sorduğu sual şudur: “Bizi davet ettiğiniz Allah’ın varlığına dair açık delil nedir? Ve mahlûkat neden yaratılmıştır; ademden (yokluktan) mı, maddeden mi, yoksa O’nun zâtından mı?”
Müellif, bu suale cevap olarak kâinatın ve vicdanın şehadetini sunar:

A. Zerratın Şehadeti (Atomların Tanıklığı)
Bu, “hudûs” (sonradan olma) ve “imkân” (olup olmamasının eşit olması) delillerinin hassas bir tasviridir. İzahı şöyledir:
• Kâinattaki her bir zerre (atom), var olmadan evvel “gayr-ı mahdude olan imkânat” (sınırsız ihtimaller) karşısındadır. Varlığa çıkmak, belirli bir şekil almak, belirli bir yerde durmak, belirli bir vazifeyi görmek gibi sonsuz yoldan sadece birini seçmiştir.
• Bu seçimin neticesinde “hayretbahşa mesalihi intac etmekle” (hayret verici faydalar ve gayeler üretmekle), mesela bir göz hücresi olmakla veya bir su molekülü olarak hayatı taşımakla, kör bir tesadüfün değil, sonsuz bir ilim ve iradenin eseri olduğunu ilan eder.
• Her bir zerre, hem kendi başına hem de kâinatın umumî nizamı (“müvazene-i cereyan-ı umumî”) içindeki vazifesiyle, Sâni’in “kasd ve hikmetini izhar” eder.
Bu delile rağmen neden herkesin görmediği sualine verilen cevap ise manidardır: “Kemal-i zuhurundan…” Yani, Allah’ın varlığı o kadar aşikârdır ki, şiddetli görünmekten dolayı gizlenmiştir; “Cirm-i şems gibi” (güneşin parlaklığından dolayı diskinin görülememesi gibi).

B. Vicdanın Şehadeti (İnsanın Fıtratının Tanıklığı)
Müellif, “Akıl görmezse de fıtrat görüyor” der. İnsan vicdanında (fıtratında) Sâni’i gösteren iki “pencere” veya “nokta” olduğunu belirtir:
• Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan, “dağdağa-i hayat” (hayatın keşmekeşi) içinde binler “musibet ve mezahimlere” (musibetlere ve zorluklara) maruzdur. Kendi kudreti ise bunlara karşı “adem-i kifayet” (yetersiz) içindedir. Eğer her şeyi hikmetle gören bir Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse, her şeyi “alel-amyâ tesadüfe” (körü körüne tesadüfe) havale ederse; “tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun” (vahşet, dehşet, telaş ve korkudan müteşekkil cehennemvârî bir halet) içine düşer. İnsanı bu perişanlıktan kurtaran yegâne “melce'” (sığınak) ve dayanak noktası, Allah’a imandır.
• Nokta-i İstidat (Yardım İsteme Noktası): İnsan, fıtraten “istidadat-ı gayr-ı mahdude” (sınırsız kabiliyetler) ve “âmâl ve müyul-ü müteşaibe” (iç içe geçmiş emeller ve meyller) sahibidir. Ebediyeti arzular, sonsuz nimeti ister, sonsuz kemâlâtı arzular. Bu sonsuz arzulara “neşr-i hayat eden”, onlara “lezzet” ve “kıymet” veren, onları “bast ve temdid” eden (açan ve uzatan) tek şey “marifet-i Sâni'”dir (Allah’ı tanımaktır).
Bu iki nokta, Fâtiha Suresi’nde mükemmel bir surette ifade edilir:
$”Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz…”$
Bu, mahlûkata karşı bir istiğna ve Sâni’e karşı bir teslimiyet olup, Nokta-i İstinad’a işaret eder.
$”…ve yalnız senden yardım dileriz.”$
Bu ise, insanın sonsuz ihtiyaçları için yegâne merci olarak O’nu bilmek olup, Nokta-i İstidat’a bakar. (Fâtiha 1:5)

4. Marifet Yolları ve “Mi’rac-ı Kur’anî”
Müellif, Allah’ı tanımanın (marifet-i Sâni’) dört temel yolu (usûlü) olduğunu söyler:
• Sofiyenin Minhacı (Tasfiye): Kalbi temizleyerek işrak (aydınlanma) ve keşfe mazhar olma yolu.
• Mütekellimînin Tarîki (İmkân ve Hudûs): Âlemin “mümkin” (olup olmamasının eşit) ve “hâdis” (sonradan yaratılmış) olmasından yola çıkarak bir Yaratıcı’yı (Vâcib-ül Vücud’u) isbat etme yolu.
• Hükemanın (Feylesofların) Mesleği: Maddeden veya akıldan yola çıkan düşünce sistemleri.
• Mi’rac-ı Kur’anî: Kur’an’ın belâgatinden çıkan, en kısa, en açık, en selâmetli ve “beşerin umumuna en eşmel” (tüm insanları en çok kapsayan) yol.
Müellif, bu dördüncü yolu ihtiyar ettiğini (seçtiğini) beyan eder. Bu Kur’anî yolun da iki esası vardır. Metin, bunlardan en mühimi olan birincisini izah eder:

5. Delil-i İnayet (İnayet ve Hikmet Delili)
Bu, makalenin zirve noktasıdır. “Delil-i İnayet,” kâinattaki faydaları, hikmetleri ve nizamı esas alan bir isbat metodudur.
• Zübdesi (Özü): “Kâinatın nizam-ı ekmelinde (en mükemmel düzeninde) riayet-i mesalih ve hikemdir.” Yani, kâinatta var olan mükemmel düzende, her şeyin belirli faydalara (mesalih) ve hikmetlere (hikem) riayet ederek yerleştirilmiş olmasıdır.
• Neticesi: Bu durum, “Sâni’in kasd ve hikmetini isbat” eder ve “tesadüf vehmini ortadan nefyeder.”
Müellif, bir insanın tek başına bütün kâinattaki bu faydaları “istikra-i tâm” (tümden tarama) edemeyeceğini, fakat “fünun-u ekvan”ın (kâinat ilimlerinin, yani bugünkü fen bilimlerinin) bu işi yaptığını söyler. Her bir fen (ilim), kâinattaki varlıkların “kavaid-i külliye-i muntazama”sını (düzenli küllî kaidelerini/kanunlarını) keşfeder. Bir şeyde “kaidenin külliyeti” (kanunun genelliği) varsa, orada “hüsn-ü intizam” (güzel bir düzen) var demektir.
Demek ki, bütün fen ilimleri (fizik, kimya, biyoloji, astronomi vs.) bu kâinattaki “mesalih ve semeratı” (faydaları ve neticeleri) ve “hikem ve fevaidi” (hikmetleri ve yararları) göstermekle, Sâni’-i Zülcelâl’in “kasd ve hikmetine parmak ile şehadet” ederler.
Delil-i İnayet’e Kur’an’dan Misaller
Metnin kendisi, Kur’an’ın bu delile nasıl işaret ettiğini şu ayetle gösterir:
$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?”$
(Mülk 67:3)
Kur’an-ı Kerim, baştan sona bu “Delil-i İnayet” ile doludur. İnsanları, nimetleri saymaya (ta’dad) ve faydaları düşünmeye (tezkâr) davet eder. Mesela Nahl Suresi bunun parlak bir misalidir:
$”Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Hem onlardan yersiniz. Akşamleyin getirir, sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik (ve zevk) vardır. Onlar ağırlıklarınızı, sizin ancak zorlukla varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Atları, katırları ve merkepleri binmeniz ve süs için (yarattı). Allah, (daha) nice bilmediğiniz şeyleri de yaratır. O, gökten su indirendir. Ondan hem içecek suyunuz vardır, hem de (hayvanlarınızı) otlattığınız bitkiler.”$
(Nahl 16:5-8, 10)
Bu ayetler, varlıkların sadece “olmasını” değil, aynı zamanda insanın “faydasına” ve “hikmetlere” uygun olmasını vurgulayarak Delil-i İnayet’i ders verir.

6. Esbab-ı Tabiiyenin Reddi (Tabii Sebeplerin İnkârı)
Makale, bu mükemmel inayet ve nizamı gördükten sonra, bunu kör, sağır, şuursuz “esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden” (basit, cansız, tabii sebeplerden) bilmenin “muhaliyetini” (imkânsızlığını) kuvvetle vurgular:
• Bir “hurdebînî hayvanın” (mikroskobik bir canlının) bedeni, “makine-i dakika-i bedîa-i İlahiye”dir (Allah’ın harika ve ince san’atlı makinesidir).
• Bunu, şuursuz sebeplere ve tabiata havale etmek; “herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat etmekle” ancak mümkün olabilir ki, bu da binlerce defa imkânsızdır.
Müellif, tabiat kanunları denilen “cezb” (çekim), “def'” (itim) ve “hareket” gibi şeylerin “âdâtullahın kanunlarına birer isim” olmasını kabul eder. Ancak şu şartla: Bu kanunlar “âletiyetten müessiriyete” (araç olmaktan çıkıp gerçek etki sahibi olmaya) ve “zihnîlikten haricîliğe” (zihinsel bir kavram olmaktan çıkıp dışarıda bağımsız bir varlık olmaya) geçmemelidir. Yani, “yerçekimi kanunu” çeker demez, “Allah, yerçekimi kanunu ile çeker” denilmelidir.

Netice
“Üçüncü Makale,” Kelime-i Şehadet’in hakikatini, kâinatın her bir zerresinden en mükemmel nizamına kadar, insanın vicdanındaki en derin ihtiyaçlara kadar her şeyin Sâni’-i Vâhid’e, O’nun kasd, hikmet ve inayetine şehadet ettiğini isbat eden Kur’anî bir tefekkür dersidir.

 

İkinci Delil-i Kur’anî:

“Delil-i ihtira'”dır. Bunun hülâsası: Mahlukatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesidir. Zira hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir. İmkân bırakmaz. Hem de bizzarure bazının “hudûs”u nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.

Vehim ve tenbih:

İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev’-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakaikin gayrısıdır.

İşaret:

Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet hikmet, fenn-i tabakat-ül arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva’ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin tasni’ ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi’, müstakillen Sâni’-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet Sâni’-i Zülcelal herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.

Tenbih:

Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva’ gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fasidesini tebaî nazarıyla adem-i derkinden neş’et eder. Evet nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa, muhaliyet ve adem-i makuliyetine hükmedecektir. Farazâ kabul etse de “tegafül-ü ani’s-Sâni'” sebebiyle hasıl olan ızdırar ile kabul edebilir.

Tenbih:

Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri itibariyle daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikatı arıyor ve daima maksadı saadettir. Fakat bâtıl ve dalal ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatın madenini kazarken ihtiyarsız bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikatı bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri; muhal ve gayr-ı makul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebaî ile kabulüne mecbur oluyor.

İşte bu hakikatı pîş-i nazara al! Göreceksin ki: Bütün nizam-ı âlemden eser-i gaflet olarak tevehhüm ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakş ve san’at-ı bedîada tahayyül ettikleri tesadüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehadatına rağmen esbab-ı camideden itikad ettikleri tesir-i hakikî ve nefislerine mugalata edip vehmin -istimrara istinaden- iğvasıyla tecessüm ve tahayyül olunan tabiat-ı mevhumeyi merci’ yapmakla teselli ettikleri; elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakka teveccüh ve hakikata kasd ettikleri için şu evham-ı bâtıla davetsiz olarak yolun canibinden taarruz ettikleri için, elbette hedef-i garazına nazarını dikmiş olan adam o evhama tebaî ve sathî bir nazar ile bakıyor. Onun için, müzahref olan içine nüfuz edemez… Fakat ne vakit rağbet ve kasd ve satın almak nazarıyla baksa; almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez!..
Evet şu kadar çirkin bir şeyi vicdan ve akıl muhal görüyor. Kalb dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip herbir zerreye hükemanın akıllarını ve hükkamın siyasetlerini verip, tâ herbir zerre ehavatıyla ittifak ve intizam mes’elesinde müşavere ve muhabere etsinler. Evet bu surette bir mesleği, insan değil hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise, bu suretten başka birşey ile tasvir edilmez. Evet bâtılın şe’ni şöyledir: Ne vakit tebaî bir nazar ile bakılırsa, sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im’an-ı nazar eyledikçe, ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.

İşaret:

Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır. Feya acaba! Sâni’-i Vâcib-ül Vücud’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten cây-ı taaccübdür… Evet insan düşündükçe, cemi’ sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olan Sâni’den istiğrab ve istinkâr ettikleri şu hayret-efza masnuatı tesadüf-ü amyâya ve hareket-i zerrata isnad ettikleri için, insanı insaniyetten pişman eder.

Telvih:

Harekât-ı zerrattan husulü dava olunan kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle enva’daki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek bütün enva’ın fasılları ve umum a’razın havass-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhtera’dırlar. Tenasül, teselsülde şerait-i âdiye-i itibariyedendir.
İşte delil-i ihtiraînin icmali… Eğer açık olarak mufassalan istersen Kur’anın firdevsine gir. Zira hiçbir ratb ve yabis yoktur ki; o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsaid ve meşiet taalluk ve tevfik refik olursa, elfaz-ı Kur’aniyenin esdafında şu bürhanı tezyin eden cevherleri, gelecek kütübde tafsil edilecektir.

Vehim ve Tenbih:

Eğer sual etsen: “Nedir şu tabiat ki daima onun ile tın tın ediyorlar? Nedir şu kavanin ve kuva ki daima onlar ile mütedemdimdirler?” Cevab vereceğiz ki: Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve a’zâsının ef’allerini intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, “Tabiat” veya “Matbaa-i İlahiye” ile müsemmadır. Evet tabiat, hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu’ ve muhassalasından ibarettir. İşte kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes’elesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın istimrarına istinaden… Hem de hayali hakikat suretinde gören ve gösteren nüfusun istidadları bir zemin-i şûre müheyya etmesiyle vehim ve hayal tasallut ederek tazyik edip şu tabiat-ı hevaiye tavazzu’ ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden misal suretine girmiştir. Evet şunun gibi, vehmin çok hileleri vardır.

İşaret:

Şu tabiat ve kuva-yı umumiye tesmiye ettikleri emirler, kat’iyyen aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve şu kâinata illet ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, mahza Sâni’den tegafül ve intizamın ilcaından tevellüd eden yalnız ızdırar ile veleh-resan-ı ukûl olan kudretin âsârını şu matbaa-misal olan tabiatın san’atından görmek, tabiatı mistar iken masdar tahayyül etmek; lâzım-ı eammın vücuduyla, melzum-u ehassın vücudunu intaca çalışan akîm bir kıyasın neticesidir. Evet şu kıyas-ı akîm, dalalet ve hayret vâdilerine çok yolları açmıştır.

Tenvir:

Ef’al-i ihtiyariyenin nazzamı olan şeriat ve kanun şu kadar hark ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye; âdeta şeriatı bir hâkim-i ruhanî ve nizamı bir sultan-ı manevî tevehhüm edip, bir tesiri tahayyül eder. Evet bir taburun veya askerin muttarid olan harekâtını ve yeknesak olan etvarlarını ve birbiriyle rabtolunan ahvallerini müşahede eden vahşi bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut heyet-i askeriyeyi, manevî bir iple merbut zannederse; acaba garib görünecek midir? Veyahut bir bedevi veya bir şâir-üt tab’, nâsı bir vaz’-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini te’lif eden nizamı bir mevcud-u manevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül ederse, çok görünecek midir? Öyle ise kâinatın ahvaline taalluk eden ve tabiat tesmiye olunan ve tasdik-i enbiya veya tekrim-i evliyadan başka hark olunmayan ve müstemirre olan şu şeriat-ı fıtriye-i İlahiye, evhamda tecessüm etsin, neden taaccüb olunsun?

Vehim ve Tenbih:

İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i; cüz’î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise, maksad ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya “fena fi-l maksad” oluyor. İşte şu noktaya binaen hasis bir emir veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya müvazenet bozulur. Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vâcib-ül Vücud’u tefekkür etse; yine kuvve-i vâhimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dûrbîn yapmak istiyor. Halbuki Sâni’-i Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhisar yoktur. Ziya-yı şems gibi, kudret ve ilim ve iradesi şamile ve âmmedir, münhasır olmaz, müvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır. Herbir cüz’ü mikyas olamaz. İşte Vâcib-ül Vücud’u mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hata-yı mahzdır.

İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakikî olduklarına; ve Mu’tezile hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlahînin nefyine; ve Mecusiler, halk-ı şerr başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader! Şu vehim itikad tarîkıyla olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.
İşaret:

Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’ta-i vücuddur. İ’ta-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis’âbınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibda-i İlahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.

Elhasıl:

İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsâr-ı İlahiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umûr-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sâni’i farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.

İşaret:

Birinin âsârı muhakeme olunursa, onun hâssasını nazara almak lâzımdır. İşte şu mes’elede, edilmemiştir. Zira bu mes’eleye, acz-i abdin arkasında kudret-i mümkinatın tarafında kıyas-ı temsilînin perdesi altında temaşa ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde bir kısmını maddesiz ibda’ ve bir kısmı dahi maddeden inşa ile şu kadar hayret-feza âsâr-ı mu’cize ile kudret-i kâmile-i İlahiyeyi göstermekle beraber ondan sarf-ı nazar etmek, gaibi şahid suretinde görmek olan kıyas-ı hâdi’ ile ve ebna-yı cinsini muhakeme ettiği gibi; bir kaide-i mahdude ile Vâcib-ül Vücud’a nazar ederler. Hattâ çok mes’eleyi akl-ı selim makul gördüğü halde, onlar gayr-ı makul tevehhüm ederler.

Tenbih:

Muhtereattan kat’-ı nazar; masnuatın en zahir ve münevver ve “ziya” dedikleri olan nur-u ayn-ı âlemin kavanin-i acibesi ve onun semeresi ve misal-i musaggarı olan nur-u basarın nevamis-i bedîasıyla münevver ve musavver olan kemal-i kudret-i İlahiyenin canibinden; müvazene nokta-i nazarında gayr-ı makul ve uzak tevehhüm olunan mesaile temaşa edilirse, me’nus ve ayn-ı aklın kirpikleri ortasında görülecektir.

Tenbih:

Nasılki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni’in zaruriyatı, mahfiyat-ı san’atına bürhandır. İkisi beraber bu mes’eleyi isbat eder.

Telvih:

Acaba nizam-ı âlemdeki san’attan daha dakik, daha acib, daha garib, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zira fünun; gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni’in kasd ve san’at ve hikmetine şehadet ettiklerinden ukûlü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakikatı, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.

Evet zemin ve âsumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecram-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zât-ı Akdes’ten neden istiğrab olunsun ki; ondan derecatla eshel ve ehaff olanı hamletsin. Evet bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi, bazı sutûru arkalarındaki san’at ve hikmeti tefsir eder.

İşaret:

Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki: Bazı maddiyyunun mesleği olan vahdet-ül vücuda bir münasebet gösterir.

Elcevab:

Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki: Vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani âlemden Sâni’i müşahede etmek tarîkıyla takib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfâtı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettikleri hakaikı başkalar anlamadılar… Sû’-i tefehhüm ile kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına!.. Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, sera derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin dûçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki; insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla

كَلَّا وَاللّٰهِ اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ

demeye mecbur oluyor.

​— · ⁖ · —

Bu metin, Sâni’-i Hakîm’in (Her şeyi hikmetle yapan Sanatkâr’ın) varlığını ve birliğini “ihtira” yani “yoktan, bir örneği olmaksızın icad etme” delili üzerinden isbat etmeye çalışmaktadır.
Aynı zamanda bu delil, materyalist (maddiyyun) düşüncenin ve tabiatperestliğin (natüralizm) temellerini teşkil eden “ezeliyet-i madde” (maddenin ezelî olması), “hareket-i zerrat” (zerrelerin tesadüfî hareketiyle varlıkların oluşması) ve “tabiat”ın yaratıcı bir kuvvet olarak kabul edilmesi gibi batıl nazariyeleri aklî delillerle çürütmektedir.

İkinci Delil-i Kur’anî: “Delil-i İhtira”nın Tahlil ve İzahı
Metnin ana fikri, kâinattaki hiçbir varlığın (nevin veya ferdin) ezelî olmadığını, her birinin sonradan (hâdis) ve muayyen bir gaye (kemal) için hususi bir vücud ile icad edildiğini (ihtira edildiğini) isbat etmektir.

1. Delil-i İhtira’nın Tarifi ve Esası
Metnin hülasası şudur: Her mahlûka, kendisine terettüp eden hususi neticeleri (âsâr-ı mahsusa) verebilecek ve kendi kemal istidadına (potansiyeline) münasip bir vücud verilmiştir.
• İhtira (Müradifleri: İbda’, Tekvin, İnşa): Bir şeyi örneksiz, modelsiz, yoktan ve sanatkârane bir surette var etme. Bu, basit bir birleştirme (terkib) değil, bir “vücud verme” fiilidir.
• Hudûs (Müradifleri: Sonradan Olma, Yaratılmışlık): Varlığının bir başlangıcı olma hali. Ezelî olmama. Metin, “hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir” diyerek, ne türlerin ne de fertlerin sonsuzdan beri var olmadığını, hepsinin bir “mebde-i evvel” (ilk başlangıç) noktasının bulunduğunu vurgular.
Bu delil, her bir varlığın yapısının (fıtratının), o varlığın hayat gayesiyle tam bir uyum içinde olmasının, kör bir tesadüf veya şuursuz bir tabiat ile izah edilemeyeceğini, ancak Alîm ve Hakîm bir Sâni’in (Yaratıcı’nın) kasıtlı bir “ihtira” fiili ile mümkün olabileceğini savunur.

Kur’anî Dayanakları:
Allah-u Teâlâ’nın bu “ihtira” ve “ibda'” sıfatı, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
• Meali (Bakara 2:117): “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.”
• İzah: Ayette geçen “Bedî'” (eşsiz yaratıcı) sıfatı, “ihtira” ve “ibda'” manasını tam olarak karşılar. Kâinatı, bir örneği (misli) olmadan, yoktan var etmiştir.
• Meali (Secde 32:7): “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”
• İzah: “Yarattığı her şeyi güzel yaptı” (ahsene külle şey’in halakahu) ifadesi, metindeki “istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesi” fikrine tam mutabıktır. Her varlık, en güzel, en münasip ve en hikmetli surette icad edilmiştir.

2. Materyalist Nazariyelerin Reddi (Vehim ve Tenbihler)
Metin, Delil-i İhtira’yı kuvvetlendirmek için, bu delilin zıddı olan ve Sâni’i inkâr etmek için öne sürülen üç temel batıl fikri tenkit ve reddeder:

A. “Ezeliyet-i Madde” Vehminin Reddi:
Metin, maddenin ezelî olduğu fikrini “umûr-u bâtıla” (batıl işler) olarak niteler. Madde ezelî olamaz, zira kendisi “suret-i mütegayyire” (sürekli değişen suretler) ve “hareket-i zâile-i hâdise” (sonradan olan ve geçici hareket) halindedir. Değişime ve harekete (yani hudûsa) tabi olan bir şey, ezelî (kıdem) olamaz.
Metin, şu hayret verici zıtlığa işaret eder: “Sâni’-i Vâcib-ül Vücud’un… ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?”

Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Hadîd 57:3): “O, ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
• İzah: “el-Evvel” (İlk) O’dur. O’ndan evvel hiçbir şey yoktur. Madde dahil, var olan her şeyin mebdei (başlangıcı) O’dur.

B. “Tesadüf” ve “Esbab” (Sebepler) Vehminin Reddi:
Metin, “tesadüf-ü amyâ” (kör tesadüf) ve “esbab-ı camide” (cansız sebepler) gibi “şuursuz” unsurların, kâinattaki “dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin” (Allah’ın hayret verici, sınırsız ve acib makineleri olan varlıkların) yaratıcısı olamayacağını belirtir. Bu kadar hassas nizam ve san’at, ancak ilim, irade ve kudret sahibi bir Sâni’-i Hakîm’i gösterir.

Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Ahkâf 46:4): “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenler iseniz, bundan önceki bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin bana.'”
• İzah: Bu ayet, Allah’tan başka (ister put, ister tabiat, ister sebepler olsun) hiçbir şeyin “yaratma” fiiline kabiliyeti olmadığına dair meydan okur.

C. “Tabiat” Yanılmasının Hakikati (En Mühim Tenbih):
Metin, inkârcıların sığındığı “tabiat” kavramının hakikatini çok net bir şekilde izah eder:
• Tabiat Nedir? Tabiat, yaratıcı bir kuvvet değildir. O, “cesed-i hilkatin” (yaratılış bedeninin) ef’allerini (fiillerini) intizam altına alan “Şeriat-ı Fıtriye-i İlahiye”dir (Allah’ın fıtrî kanunlar bütünüdür).
• Müradifleri: Metin onu “Matbaa-i İlahiye” (İlahi Matbaa) olarak da isimlendirir.
• Kuva (Kuvvetler) Nedir? “Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür.”
• Kavanin (Kanunlar) Nedir? “Kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes’elesidir.”
Hata şuradadır: İnsanlar, bu kanunların sürekli (istimrar) devam ettiğini görerek, bu soyut (itibarî) kanunlar mecmuasına “vehim ve hayal” ile haricî bir vücud (tecessüm) verirler. Onu “mistar” (ölçü cetveli, şablon) iken “masdar” (kaynak, yaratıcı) zannederler. Bu, “akîm bir kıyas” (sonuçsuz, verimsiz bir kıyas) olarak nitelenir.

Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Furkân 25:2): “Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’nundur. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.”
• İzah: Ayetteki “bir ölçüye göre takdir etmiştir” (fe kadderahu takdîran) ifadesi, “tabiat” denilen o “Şeriat-ı Fıtriye”yi, yani her şeye konulan nizam ve ölçüyü tasvir eder. Bu ölçü (kanun), yaratıcının kendisi değil, O’nun icraatının tasviridir.

3. Aklî Hatalar ve Kıyas-ı Maalfârık (Hatalı Kıyas)
Metin, Sâni’in icadını anlamaktaki zorluğun iki temel aklî hatadan kaynaklandığını belirtir:

A. İcad-ı Sırf (Yoktan Yaratma) Meselesi:
İnsan aklı, “adem-i sırf”tan (mutlak yokluktan) “vücud”u ve “vücud-u mahz”dan (mutlak varlıktan) “adem-i sırf”a (mutlak yokluğa) gidişi tasavvur etmekte zorlanır.
Metin bunun sebebini “kıyas-ı hâdi'” (aldatıcı kıyas) olarak açıklar:
• İnsan, “icad ve ibda-i İlahîyi, abdin (kulun) san’at ve kesbine kıyas eder.”
• Hâlbuki kulun (abd) elinden “bir zerreyi imate (öldürmek) veyahut icad etmek gelmez.” Kulun fiili, sadece “umûr-u itibariye ve terkibiyede”dir (mevcut maddeleri birleştirmek ve itibari işler yapmaktır).
• Çözüm: Bu meseleye “acz-i abdin arkasında” (kulun acizliği noktasından) değil, “Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından” bakmak gerekir. “Bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir.”

B. “Umûr-u Hasise” (Bayağı ve Cüz’î İşler) Vehmi:
İkinci aklî hata, bazı felsefecilerin (Mu’tezile, Hükema, Mecusiler) düştüğü hatadır. Onlar, “Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye (basit, değersiz işlere) ve cüz’iyeye (küçük teferruata) tenezzül edip iştigal etsin?” demişlerdir.
Metin, bunun “hata-i bîedebane” (edepsizce bir hata) ve “vehm-i bâtıl” olduğunu söyler. Zira:
• Bu, Sâni’i insana kıyas etmektir. İnsanın “himmeti” (gayreti) cüz’îdir, aynı anda ancak bir şeye teveccüh eder.
• Hâlbuki Sâni’-i Zülcelal’in kudretine “inhisar yoktur” (sınırlama yoktur).
• O’nun kudreti, ilmi ve iradesi “ziya-yı şems gibi” (güneş ışığı gibi) “şamile ve âmmedir” (her şeyi kaplar). En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük şeye de taalluk eder.

Kur’anî Dayanakları:
• Meali (Bakara 2:26): “Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.”
• İzah: Bu ayet, “umûr-u hasise” vehmine (sivrisinek gibi küçük bir şeyi yaratmaya tenezzül etmez) doğrudan ve net bir cevaptır.
• Meali (Sebe’ 34:3): “İnkâr edenler, ‘Kıyamet bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır! Gaybı bilen Rabbime andolsun ki, o, size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey, O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.'”
• İzah: Allah’ın ilmi ve kudreti, “zerre”den daha küçük olanı dahi ihata eder. “Cüz’iyat” O’nun nazarından kaçamaz.

4. “Vahdet-ül Vücud” Meselesine İşaret
Metin, son kısmında mühim bir tefrike (ayrıma) gider. Bazı mutasavvıfların (muhakkikîn-i sofiye) kelamındaki “ittisal, ittihad, hulûl” gibi görünen “şatahat” (manevî istiğrak halinde söylenen sözler) ile maddiyyunun (materyalistlerin) “vahdet-ül vücud” (varlığın birliği) mesleğini karıştıranlara cevap verir:
• Sofiyenin Mesleği: Onlar, “vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar” (nazarlarını sadece Allah’ın Kutsal Varlığına odaklama) ve “istiğrak” (manevî sarhoşluk, derin tefekkür) halinde, “âlemden Sâni’i müşahede etmek” yolundadırlar. Gördükleri şey, eşyanın melekûtiyetinde (iç yüzünde) gezen tecelliyat ve feyizdir. Buna “dîk-ul elfaz” (ifade darlığı) sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye” (her şeye sirayet etmiş bir ilahlık) gibi tabirler kullanmışlardır.
• Maddiyyunun Mesleği: Onlar ise, Sâni’i inkâr edip, maddeye ve tabiata yaratıcılık atfederler.
Metin, bu ikisinin arasının “Süreyya derecesinde” (Ülker yıldızı kadar yüksek) olan muhakkikînin fikri ile “sera derekesinde” (yer, toprak kadar alçak) olan maddiyyunun fikri kadar uzak olduğunu belirterek, bu ikisini karıştırmanın büyük bir cehalet olduğunu ifade eder.

Hülâsa (Netice)
“Delil-i İhtira”, her bir varlığın, kasıtlı bir san’atla ve hikmetli bir gayeye münasip olarak, örneksiz bir surette icad edilmesinin, ancak ve ancak “Sâni’-i Hakîm” olan Vâcib-ül Vücud’un varlığı ile izah edilebileceğini ortaya koyan bir bürhandır (delildir). Bu delil, maddenin ezelîliğini, sebeplerin yaratıcılığını, tesadüfün müessiriyetini ve tabiatın kaynak (masdar) oluşunu kat’î bir surette reddeder.

 

İşaret:

Şunlar, ehl-i vahdet-üş şuhuddurlar. Fakat vahdet-ül vücud ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.

Tenbih:

Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder.

İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; herşeyi maddede görmek, hattâ uluhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdet-üş şuhud olan muhakkikîn-i sofiye o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. “Bir vardır” derler… El’insaf… Sera Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ enva’ ve eşkâliyle halkeden Hâlık-ı Zülcelal’e kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re’y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re’y yoktur.

Tenvir:

Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa herbiri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelirse, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.

آنْ خَيَالَات۪ى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت

Fakat ehl-i vahdet-üş şuhudun meşrebi, ehl-i mahv ve sekrin meşrebidir. Safi meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

حَق۪يقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ هُوَ الَّذ۪ى اَبْدَعَ الْاَشْيَٓاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ

Tenbih:

İşte vücud-u Sâni’in delail-i icmalîsi… Tafsili ise kütüb-ü selâsede gelecektir. Eğer desen: “Delail-i tevhidin burada velev icmalen olsun beyanını isterim.” Derim ki: Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler. İşte

لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin sadefinde meknûn olan bürhan-üt temanü’, bu minhaca bir menar-ı neyyirdir. Evet istiklal, uluhiyetin hâssa-i zâtiyesidir ve lâzıme-i zaruriyesidir.
Tenvir:

Kâinattaki teşabüh-ü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savab ve birbirinin nida-yı ihtiyacına lebbeyk cevabı vermek ve bir nokta-i vâhideye temaşa etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor. Evet, bir makinenin sâni’i ve muhterii bir olur.

وَ ف۪ى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

Sutur-u kâinat-ı dehrdir a’sar-ı nâma’dud

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta

Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.

Hoca Tahsin’in nâma’dud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakikî lâ-yetenahîlik değildir.

İşaret:

Sâni’-i Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnu’da olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni’ muttasıftır. Evet ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir. Hem de Sâni’-i Zülcelal, cemi’ nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.

لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ

​— · ⁖ · —

Bu metin, Vâcib-ül Vücud (Allah Teâlâ) ile mümkünat (yaratılmışlar) arasındaki münasebeti, ehl-i tasavvufun iki mühim meşrebi olan Vahdet-ül Vücud ve Vahdet-üş Şuhud zaviyesinden ve aynı zamanda maddiyyunun (materyalistlerin) sapkın mesleğiyle mukayese ederek tenkit ve izah etmektedir.

1. Vahdet-üş Şuhud ve Vahdet-ül Vücud Mesleklerinin Tasviri
Metnin “İşaret” ve “Tenbih” kısımları, tasavvuftaki iki meşrebi birbirinden ayırır:

a. Vahdet-ül Vücud (Varlığın Birliği):
Bu meşrep, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka mevcut yoktur) esasına dayanır. Bu meşrepte olanlar, Allah’ın varlığında o derece istiğrak ederler ki, kâinatın ve eşyanın (mümkünatın) varlığını O’nun varlığı yanında bir “gölge” veya “vehmi” bir varlık olarak görürler.
Metin, bu meşrebin iki cihetine dikkat çeker:
• Mecazî Tabir: Ehl-i tasavvufun istiğrak halinde söylediği “Vahdet-ül Vücud”, mecazidir. Onlar, Kâinatın Hâlık’ına olan derin muhabbet ve istiğrakları sebebiyle, masivayı (Allah dışındaki her şeyi) unutma, yok sayma makamındadırlar. Bu, bir haldir, hakikat-i mutlaka değildir.
• Batıl Meslek: “Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.” Burada tenkit edilen, Panteizm (Kamuilahcılık) veya Monizm (Tekçilik)dir. Bu felsefî görüş, Hâlık ile mahlûku bir sayar, kâinatın kendisinin (hâşâ) ilah olduğunu veya ilahın kâinattan ibaret olduğunu iddia eder. Bu, İslâm akidesine tamamen zıttır.

b. Vahdet-üş Şuhud (Şahitliğin Birliği):
Bu meşrep ise “Lâ meşhûde illâ Hû” (O’ndan başka şahit olunan yoktur) esasına dayanır. Bu meşreptekiler (metinde “ehl-i vahdet-üş şuhud” ve “muhakkikîn-i sofiye” olarak anılır), kâinata baktıklarında eşyayı kendi namına değil, doğrudan Allah’ın isimlerinin tecellileri ve sanat eserleri olarak müşahede ederler. Onlar için kâinat, varlığı kendinden olan bir mevcud değil, varlığı Vâcib-ül Vücud’a delalet eden bir “delil”, bir “ayna”dır.
Metin, “o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır” derken, onların nazarında eşyanın “zatî” bir kıymetinin kalmadığını, tüm kıymetin Sâni’den (Sanatkâr’dan) geldiğini ifade eder.

2. İttisal, İttihad ve Hulûl İddialarının Reddi
Metnin “Tenbih” kısmı, İslâm akidesinin en mühim bir esasını, yani Allah’ın “Tenezzüh”ünü (her türlü noksanlıktan, mahlûkata benzemekten münezzeh ve mukaddes oluşunu) müdafaa eder:
• İttisal (Bitişme): Mümkünün (yaratılmışın) Vâcib (Allah) ile bitişmesi.
• İttihad (Birleşme): İkisinin tek bir varlık haline gelmesi.
• Hulûl (İçine Girme): Vâcib’in, mümkünün içine girmesi (Hristiyanlıktaki “enkarnasyon” veya batınî fırkalardaki “hulûl” inancı gibi).
Metin, bu iddiaları “Kellâ!” (Asla!) diyerek şiddetle reddeder. Zira “mümkün” (varlığı ve yokluğu eşit olan, var olmak için bir sebebe muhtaç olan) ile “Vâcib” (varlığı zorunlu olan, varlığı kendinden olan, ezelî ve ebedî olan) arasında zatî bir “tenasüp” (denklik) yoktur. Mümkünün Vâcib ile birleşmesi veya Vâcib’in mümküne hulûl etmesi aklen ve naklen muhaldir.
Bunun yerine metin, doğru münasebeti “füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder” cümlesiyle kurar. Yani, Allah mahlûkatıyla “tecelli” yoluyla münasebet kurar. İsim ve sıfatlarının feyizlerini, yansımalarını eşyada gösterir.

3. Tenvir: Güneş ve Renkli Cam Parçaları Misali (Tecelli ve Tenezzüh)
Metin, bu girift meseleyi “Tenvir” başlığı altında harika bir misal ile izah eder:
Kâinat ve eşya (küçük, parça parça, rengârenk cam parçaları) farz edilirse; Güneş (Allah’ın Zâtı değil, isimlerinin nuru) bu camlara vurur.
• Tecelli: Her cam parçası, kendi “levnine (rengine), cirmine (büyüklüğüne) ve şekline nisbetle” Güneş’ten bir feyz (ışık, yansıma) alır. Bu feyz, Güneş’in Zâtı değildir, “ayn-ı ziyası” (ışığının aynısı) da değildir. Sadece bir “temasül” (yansıma), bir “tecelli”dir.
• Tenezzüh: O yansıma, Güneş değildir. Aynadaki güneşin, hakiki güneş olmaması gibi.
• İddianın Hatası: O küçük cam parçaları (“rengârenk çiçeklerin elvanı”) dile gelse, kabiliyetlerinin darlığından dolayı aldıkları cüz’î yansımayı Güneş zannederek “Güneş benim” veya “Güneş benim gibidir” diyeceklerdir. İşte Vahdet-ül Vücud mesleğindeki bazı hatalı iddialar veya maddiyyunun yanılgıları bu misaldeki cam parçasının iddiasına benzer.
Bu misal, Farsça beyit ile de desteklenir: “Evliyaların tuzağı olan o hayaller (görüntüler), Allah’ın (kudret) bahçesindeki ay yüzlü (güzellik) tecellilerinin yansımasından ibarettir.”

4. İki Zıt Uç: Maddiyyun ve Ehl-i Şuhud
Metin, iki ifrat ve tefrit (aşırı) ucu karşılaştırır:
• Maddiyyun (Materyalistler): Bunlar, nazarlarını tamamen maddeye hasretmişlerdir. O kadar maddeye gömülmüşlerdir ki (“istiğrak ettiklerinden”), ulûhiyeti idrakten uzaklaşmışlar (“efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip”). Hatta işi, maddeye kıymet verip “uluhiyeti onda mezcetmek” (Allah’ı maddede eritmek, maddeye dahil etmek) gibi “müteassife” (kokuşmuş, bozulmuş) bir yola girmişlerdir. Bu, batıl Vahdet-ül Vücud’un (Panteizmin) bir nevidir.
• Ehl-i Vahdet-üş Şuhud: Bunlar ise tam zıt kutuptadır. Nazarlarını o kadar Vâcib’e hasretmişlerdir ki, mümkünatın varlığını (kendi hesabına olan varlığını) inkâr edecek bir noktaya gelmişlerdir. Bu, “mahv” (kendinden geçme) ve “sekr” (manevî sarhoşluk) halidir.
Safi Meşrep (Ehl-i Sahv ve Fark):
Metin, bu iki ucun dışında, en salim ve safi yolu “ehl-i fark ve sahv” (ayıklık ve fark gözetme) meşrebi olarak tasvir eder. Bu, Kur’an’ın ve Sahabe-i Kiram’ın meşrebidir. Bu meşrepte:
• Ne maddeye dalıp Hâlık unutulur (Maddiyyun gibi).
• Ne de Hâlık’a dalıp (istiğrak halinde) mahlûkatın haricî varlığı inkâr edilir (Ehl-i Sekr gibi).
Bilakis, Hâlık (Vâcib-ül Vücud) ve mahlûk (mümkün-ül vücud) “fark” edilir. Mahlûkatın, Hâlık’ın eseri, sanatı ve O’nun isimlerinin tecelligâhı olduğu “sahv” (ayıklık) halinde idrak edilir.

5. Tevhidin Delilleri: Bürhan-üt Temanü’ ve Kâinatın Nizamı
Metin, Allah’ın varlığının (“vücud-u Sâni'”) delillerinin icmalinden sonra, Tevhidin (birliğinin) delillerine geçer:

a. Bürhan-üt Temanü’ (İki İlahın İmkânsızlığı Delili):
Metin, “Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler” dedikten sonra, en mühim delile işaret eder ve şu ayeti iktibas eder:
﴿لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾
Meali : “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ Sûresi, 21/22)

İzahı: Metnin dediği gibi, “istiklal (bağımsızlık), uluhiyetin hâssa-i zâtiyesidir”. Eğer birden fazla ilah olsaydı, her biri bağımsız olmak isteyecekti. Kâinattaki bir işe dair iradeleri ya aynı olacaktı (o zaman biri atıl kalır, ilah olamaz) ya da farklı olacaktı (o zaman çekişme çıkar, nizam “fesada” uğrar). Kâinattaki bu muazzam nizam ve intizam, Hâkim’in tek (“Vâhid”) olduğunun isbatıdır.

b. Kâinatın Nizam ve İntizamı (İkinci Tenvir):
Metin, kâinattaki Tevhidi gösteren diğer delilleri şöyle sıralar:
• Teşabüh-ü âsâr: Eserlerin (sanatların) birbirine benzemesi (aynı kalemin, aynı ilmin eseri olduğunu göstermesi).
• Muanaka ve el ele tutmuş: Kâinattaki unsurların birbiriyle kucaklaşması, dayanışma içinde olması (Tesanüd).
• Birbirinin sualine karşı cevab-ı savab: Birbirlerinin ihtiyacına tam cevap verilmesi (bulutun bitkilerin imdadına yetişmesi gibi).
• Bir nokta-i vâhideye temaşa etmek: Her şeyin, tek bir Sâni’in isimlerine bakması.
• Bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek: Bütün kâinatın tek bir nizam ekseninde dönmesi.
Bütün bu noktalar, “Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor.” (Yani Allah’ın birliğine işaret, hatta açıkça beyan ediyor).

6. Allah’ın Sıfatları: Mutlak Kemal ve Mutlak Tenezzüh
Metnin sonundaki “İşaret” bölümü, Allah’ın sıfatlarının iki temel esasını özetler:

a. Evsaf-ı Kemaliye (Kemal Sıfatları ile Mutlak Sıfatlanma):
Allah, “ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır.” Delili nedir? Delil, “masnu”dur (sanat eseridir).
• “Masnu’da olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir.” Yani, bu kâinatta gördüğümüz güzellik (hüsün), mükemmellik (kemal), cömertlik (ihsan), yaratıcılık (icad) gibi bütün kemaller, onların Yaratıcısının sonsuz kemalinden süzülmüş “çok zayıf bir gölgedir.”
• Metnin getirdiği kaide: “Evet ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir.”
• Yani: İkram etmek, bir servetin varlığını gösterir.
• Yaratmak (icad), bir Vücud’un (varlığın) varlığını gösterir.
• Gereklilik (îcab), bir Vâcib-ül Vücud’un (Zorunlu Varlık) varlığını gösterir.
• Güzelleştirmek (tahsin), bir Hüsn’ün (Güzellik sahibinin) varlığını gösterir.
• Madem gölgede bu kadar kemal var, o halde Zât’ta “lâyuhad derecede yüksek tabakada” kemal sıfatları vardır.

b. Nekaisten Tenezzüh ve Münezzehiyet (Noksan Sıfatlardan Uzak Olma):
Allah, “cemi’ nekaisten münezzehtir.” O’nun Zâtı ve sıfatları, mahlûkatın noksanlıklarından mukaddestir.
• Noksanlıklar nereden kaynaklanır? Metin, “Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından” ve “Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından” kaynaklandığını belirtir.
• Yani: Noksanlık, acizlik, fakirlik, fanilik, değişmek, hastalanmak, mekâna muhtaç olmak gibi vasıflar; “mümkün” (yaratılmış) ve “maddî” olmanın gereğidir. Allah ise Vâcib’dir, maddeden münezzehtir. Dolayısıyla O, mahlûkata ait bu noksan vasıflardan da mukaddestir.
Bu iki esası (Mutlak Kemal ve Mutlak Tenezzüh) cem eden, Kur’an’ın Tevhid akidesinin özeti olan şu ayetle metin tamamlanır:
﴿…لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ﴾
Meali : “…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/11 ‘in bir kısmı)
Bu ayetin;
• لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) kısmı, Allah’ın Tenezzühünü (münezzehiyetini) ve mahlûkata benzemediğini (muhalefetün li’l-havâdis) ifade eder.
• وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ (O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir) kısmı ise, O’nun Kemal Sıfatlarını (işitme, görme, ilim, kudret vb.) isbat eder.

Hülâsa (Netice):
İktibas ettiğiniz bu metin, İslâm akidesinin merkezinde yer alan “Tevhid”i; yani Allah’ın hem Zâtında (Vahdet-ül Vücud’un batıl manasını reddederek) hem de Rububiyetinde (Bürhan-üt Temanü’ ile) tek olduğunu isbat eder. Aynı zamanda, O’nun mahlûkatla olan münasebetinin “hulûl” veya “ittihad” değil, “tecelli” ve “feyz” suretinde olduğunu; Zât’ının ise her türlü kemal ile muttasıf, her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ayetler ve aklî delillerle ortaya koyan veciz ve derin bir tahlildir.

 

 

İkinci Maksad

Mukaddeme

Eğer desen:

Dibacede demiş idin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı birincisine şahid ve meşhuddur.

Elcevab:

Neam, evet. Marifetullah denilen kâ’be-i kemalâta giden minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere Aleyhisselâm’ın yaptığı tarîk-i hadîd-i beyzasıdır ki; ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed Aleyhisselâm, avalim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin ma’kes ve tercümanı makamında olan lisan-ı sadıkı, berahin-i Sâni’in en sadık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir. Evet hem zâtı, hem lisanı birer bürhan-ı neyyirdir. Neam, hilkat tarafından Zât-ı Muhammed bürhan-ı bahirdir. Hakikat canibinden lisanı, şahid-i sadıktır. Evet Muhammed Aleyhisselâm hem Sâni’e, hem nübüvvete, hem haşre, hem hakka, hem hakikata bir hüccet-i katıadır. Tafsili gelecektir.

Tenbih:

Devir lâzım gelmez. Zira sıdkının delaili, Sâni’in delailine tevakkuf etmez.

Temhid:

Peygamberimiz (A.M.) Sâni’in bir bürhanıdır. Öyleyse şu bürhanın isbat-ı sıdkını ve intacını ve sureten ve maddeten sıhhatini isbat etmek gerektir… Nahu:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ ßالَّذ۪ى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ

Emma ba’dü:

Ey hakikatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca’ etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za’fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir.

{1: Dikkat lâzımdır.}

Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’atı taskil ve tasfiye et, müvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezahür eden hakikatın şu’le-i cevvalesini karine-i münevvire et; tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def’ edebilesin… Hem de munsıfane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle…

Tenbih:

Şu bürhanın suğrası, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İşte başlıyoruz:
İşaret:

Sâni’in hikmeti ve ef’alindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev’-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev’-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat’an istilzam ederler…

Eğer desen:

Bu icmaldeki manayı anlamadım, tafsil et…

Derim: İşte dinle, görüyorsun ki; maddiye ve maneviye olan nev’-i beşerdeki nizamatın, hem de hâsiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok enva’ın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir:

Birincisi:

“Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle: Nur-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve irca’ etmekle hasıl olan kabiliyet-i ilim ve terkib dedikleri kavanin-i cariyeyi istimal edip, san’atıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i san’attan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin müvazenesi muhafaza olunsun.

İkincisi:

Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir…

İşaret:

Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye ve her cihetten tasallut-u tâm verildiği halde.. istidadındaki lâ-yetenahîliğin hükmünce bir “âh.. âh.. leyte”yi çekecektir. Güya o adem-i rıza ile remz ve işaret ediyor ki: İnsan ebede namzeddir ve saadet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.

Tenbih:

Adem-i abesiyet ve hakaik-i eşyanın sübutiyetleri îma ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve herbir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle keşmekeş ve tehasüdden hâlî olmayan şu dünya-yı deniye içinde kemalât-ı insaniye yerleşmez. Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sünbüllensin ve ahval ve kemalâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hemdest-i vifak olabilsin.

Tenbih ve İşaret:

İstitradî olarak haşre îma olundu. İleride zâten bürhan-ı kat’îyle isbat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidad ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve nâtıkıyetin kıymetine ve istidadın muktezasına teemmül ve tedkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör… Yanına git ve de: “Ey hayal ağa!.. Beşaret sana!. Dünya ve mâfîhanın saltanatı milyonlar sene ömür ile beraber sana verilecektir, fakat akibetin dönmemeksizin fena ve ademdir.” Acaba hayal sana nasıl mukabele edecek? Âyâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevab verecektir? Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a’mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ.. saadet-i ebediyenin fıkdanına!..” diyecektir. Hayale zecr ve ta’nif ederek: “Yahu! Bu dünya-yı fâniye ile razı olma!” İşte ey birader, hîna bu saltanat-ı fâniye, sultan-ı insaniyetin en hakir hizmetkârı veyahut şâiri veyahut san’atkâr ve tasvircisini işba’ ve razı edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti işba’ edebilir? Kellâ!.. Neam.. onu işba’ edecek yalnız haşr-i cismanînin sadefinde meknun olan saadet-i ebediyedir.

Üçüncüsü:

İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab’ı ve zînete olan meylidir. Yani: İnsanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir. Neam, insan hayvan gibi yaşamamalıdır ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münasib bir kemal ile yaşamak gerektir. Binaenaleyh beşere mesken ve melbes ve me’keli, sanayi-i kesîre ile taltif etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebna-yı cinsiyle imtizac etmek.. o da, iştirak etmek.. o da, teavün etmek.. o da, sa’yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber kuva-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç.. o da, her aklın adalete adem-i kifayetine binaen onu muhafaza edecek kavanin-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç.. o da, tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine.. o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve manen tefevvuka.. hem de Sâni’-i Âlem’in tarafından bazı umûr ile muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nisbete, hem de evamirine olan itaatı temin ve tesis eden azamet-i Sâni’in tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâni’in canibine efkârı tevcih eder.
O teveccüh ise inkıyadı tesis, o inkıyad dahi, nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi adem-ül abesiyeti ve Sâni’in hikmeti, masnu’daki teennuku kendine şahid gösterir.

İşte eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâse ile olan temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev’-i beşerde kutub, belki merkez ve bir mihverdir ki; ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:

Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevk-ül insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarîk-ı akıldaki evhamın ihtilatı, nasıl nev’-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid Peygamberdir.

İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâ-yetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü’ edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir. İşte şeriatı getiren Peygamberdir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nın derin ve hikmetli bahislerinden birini teşkil etmekte ve “İkinci Maksad” başlığı altında, Nübüvvet-i Mutlaka’nın (peygamberliğin bir müessese olarak zaruretinin) ve hususan Nübüvvet-i Ahmediye’nin (Aleyhissalâtü Vesselâm) kâinatın ve Sâni’-i Zülcelal’in en büyük bir bürhanı (delili) olduğunu aklî ve mantıkî delillerle isbat etmektedir.
Metnin ruhu, Kelime-i Şehadet’in ikinci rüknü olan “Muhammedün Resûlullah” hakikatinin, birinci rüknü olan “Lâ ilâhe illâllah” hakikatinin en parlak şahidi ve delili olduğunu izah etmektir.

İkinci Maksad’ın İzahı: Nübüvvetin Lüzumu ve Hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
Metniniz, Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğinin (Vücub-u Vücud) isbatında en metin, en müstakim yolun, Medine-i Münevvere Sahibi’nin (A.S.M.) yolu olduğunu beyan ile başlar. O Zât (A.S.M.), bizzat kendi zâtı (şahsiyeti, hilkati) ve lisanı (tebliği, Kur’an’ı) ile Sâni’in (Yaradan’ın) varlığına iki parlak bürhandır.
Metin, bu davanın isbatını iki mertebede ele alır:
• Suğra (Küçük Önerme): Nübüvvet-i Mutlaka’nın, yani peygamberlik müessesesinin, nev-i beşer için zarurî bir ihtiyaç olduğunun isbatı.
• Kübra (Büyük Önerme): Nübüvvet-i Muhammed’in (A.S.M.), bu zarurî ihtiyaca en mükemmel ve cihan şümul cevap olduğunun isbatı.
Metin, Nübüvvet-i Mutlaka’nın lüzumunu, insanın hayvandan ayrıldığı üç temel terakki (yükseliş, farklılaşma) noktası üzerinden izah eder.
Birinci Nokta: İnsanın Fikrî Yapısı ve Mürşide Olan Zarurî İhtiyacı
Metnin, insanın ilk terakkisini, “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” kaidesiyle izah eder.

İzahı:
İnsan, hayvandan farklı olarak, nazar (bakış, tefekkür) nuruyla hadiselerin ardındaki ilel-i müterettibe-i müteselsileyi (birbirine bağlı ve zincirleme sebepleri) keşfeder. Kâinattaki mürekkebatı (bileşikleri) besaite (basit unsurlara) tahlil (analiz) eder ve bu unsurları terkib (sentez) ederek ilim ve san’atı ortaya koyar. İnsan, san’atıyla tabiatı muhakât (taklit) etmeye çalışır.
Fakat metin, bu kabiliyete rağmen insanın dört mühim zaafına işaret eder:
• Nazarının kusuru: Aklın her hakikati tek başına ihata edememesi.
• Evhamın müzahameti: Vehimlerin, şüphelerin hakikati bulandırması.
• Sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti: İnsanı idare eden derûnî sevklerin ve hislerin, hakikate vasıl olmakta yetersiz kalışı.
Bu zaaflar sebebiyle insan, kâinattaki nizam-ı ekmelin (en mükemmel düzenin) müvazenesini (dengesini) tek başına anlayamaz ve koruyamaz. İşte bu noktada, aklı ve nazarı kusursuz, vehimlerden arınmış, doğrudan doğruya Sâni’-i Âlem’den ders alan bir Mürşid-i Nebi’ye (Peygamber olan yol göstericiye) şiddetle ve zaruretle muhtaçtır.
Müradifler:
• Mürşid: Doğru yolu gösteren, irşad eden, rehber.
• Muallim: Talim eden, öğreten.
• Nizam-ı Ekmel: En mükemmel düzen, kusursuz intizam.
• Tahlil ve Terkib: Analiz ve sentez.
Ayet-i Kerime ( Meali):
Peygamberlerin gönderiliş hikmeti, insanların ihtilaflarını çözmek ve onlara yolu göstermektir:
${كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ ف۪يمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ …}$
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. Onlarla birlikte, insanların aralarında ayrılığa düştükleri konularda hüküm vermeleri için gerçeği içeren kitabı indirdi. …” (Bakara, 2/213)

İkinci Nokta: İnsanın Gayr-ı Mütenahî İstidadı ve Ebede Olan İhtiyacı
Metin, insanın ikinci farkını, gayr-ı mütenahî (sonsuz) olan istidadı, emelleri, tasavvurları ve kuvveleri (şehvet ve gazap) olarak tasvir eder.

İzahı:
İnsanın yapısına (doğasına) dercedilen kabiliyetler, arzular, emeller ve duygular sonsuz bir açlık içindedir. Metnin bu hakikati, “Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye… verildiği halde.. bir ‘âh.. âh.. leyte’yi çekecektir” cümlesiyle tasvir eder.
Bu adem-i rıza (kanaat etmeme, tatmin olmama) hali, insanın bu fâni dünyaya sığmadığının ve ebede namzed (sonsuzluğa aday) olduğunun en büyük delilidir. İnsan, saadet-i ebediye (sonsuz mutluluk) için halk olunmuştur.
Metin, bu noktada haşre (yeniden dirilişe) dair istitrâdî (konu dışı gibi görünen ama bağlantılı) bir îma yapar: İnsanın en hakir hizmetkârı olan hayal dahi, sonu adem (yokluk) olan fâni bir saltanata razı olmazken, nasıl olur da bütün bu duyguların ve kabiliyetlerin sultanı olan cevher-i insaniyet (insanlık cevheri) yoklukla tatmin olabilir? Kellâ! (Asla!)
İnsanı ancak haşr-i cismanînin (bedensel dirilişin) sadefinde saklı olan saadet-i ebediye tatmin edebilir. İşte nev-i beşeri bu ebedî hayata hazırlayacak ve o hayatın varlığını ders verecek bir Muallim-i Ebedî olan peygambere ihtiyaç zarurîdir.
Müradifler:
• Gayr-ı Mütenahî: Sonsuz, nihayetsiz, bitimsiz.
• İstidat: Kabiliyet, potansiyel, yatkınlık.
• Âmâl: Emeller, uzun vadeli arzular.
• Adem-i Rıza: Razı olmama, tatminsizlik.
Ayet-i Kerime ( Meali):
İnsanın yaratılışının bir gayesi olduğunu ve başıboş bırakılmadığını (yani ebedî bir hayata namzed olduğunu) belirten şu ayet, metnin ruhuna tam mutabıktır:
${اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ}$
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115)

Üçüncü Nokta: İnsanın Medenî Tabiatı ve Nizam-ı Adalete Olan İhtiyacı
Metin, insanın üçüncü farkını, itidal-i mizacı (dengeli yaratılışı), letafe-i tab’ı (ince yapısı) ve zînete olan meyli olarak belirtir. Bu, insanın medenî bir hayata olan fıtrî meylidir.

İzahı:
İnsan, hayvan gibi tek başına yaşayamaz. İnsaniyete layık bir suret-i taayyüş (hayat sürme biçimi) için medeniyete muhtaçtır. Bu medeniyet; mesken (barınak), melbes (giyim) ve me’kel (yiyecek) gibi ihtiyaçların sanayi-i kesîre (pek çok sanat ve endüstri) ile karşılanmasını gerektirir.
Metin, burada bir zaruretler zinciri kurar:
• San’at için insanın gücü yetmez; ebna-yı cinsiyle (insan türünün diğer fertleriyle) imtizac (birlikte yaşamaya) muhtaçtır.
• Bu birliktelik iştirak (ortaklık) ve teavün (yardımlaşma) gerektirir.
• Teavün, sa’yin semeratını (emeğin ürünlerini) mübadele etmeyi (değiş tokuş) iktiza eder.
• Ancak insandaki inhimak ve tecavüz (aşırı hırs ve başkasının hakkına tecavüz etme) meyli sebebiyle adalete ihtiyaç vardır.
• Her aklın adalet anlayışı farklı olduğundan, kavanin-i külliyeye (herkesi bağlayan küllî kanunlara) ihtiyaç duyulur.
• Bu kanunların tesirini muhafaza etmek için bir mukannine (kanun koyucuya) ihtiyaç vardır.
• Bu mukanninin (kanun koyucunun) Sâni’-i Âlem tarafından imtiyaz (üstünlük) ve kuvvet-i nisbet (Allah’a dayanan bir güç) ile muhassas (özelleştirilmiş) olması gerekir ki, insanlar ona itaat etsin.
• Bu itaati temin etmek için, Sâni’in azametini kalplerde idame edecek (canlı tutacak) mükerrer bir müzekkire (tekrarlanan bir hatırlatıcı) olan ibadete muhtaçtır.
• İbadet, fikirleri Allah’a yöneltir (teveccüh), bu da inkıyadı (boyun eğmeyi) tesis eder ve bu da nizam-ı ekmele (mükemmel düzene) ulaştırır.
Bu zincirin tamamı, ancak ve ancak Sâni’-i Âlem tarafından gönderilen, O’nun namına konuşan ve O’nun şeriatını getiren bir Peygamber ile mümkündür.
Müradifler:
• Taayyüş: Birlikte yaşama, geçinme.
• Teavün: Yardımlaşma.
• Kavanin-i Külliye: Genel/tümel kanunlar.
• Mukannin: Kanun koyucu, yasa yapıcı.
• İnkıyad: İtaat etme, boyun eğme.
Ayet-i Kerime ( Meali):
Peygamberlerin adalet (mizan) ve kitap ile gönderilmesi, tam da metnin bu üçüncü noktasını isbat eder:
$\text{لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ …}$
“Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. …” (Hadîd, 57/25)

Netice ve Hâtime
Metnin, bu üç cihet (fikrî yapı, ebedî istidat, medenî tabiat) ile Nübüvvet-i Mutlaka’nın, nev-i beşerin kutbu ve merkezi olduğunu, bütün insanlık tarihinin bu mihver üzerinde döndüğünü isbat eder.
• Birinci cihet, bir Muallim ve Mürşid’i (Hz. Muhammed A.S.M.)
• İkinci cihet, ebedî istidatlara cevap verecek zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeyi (Kur’an-ı Kerim’i)
• Üçüncü cihet, adaleti tesis edecek bir Sahib-i Şeriat’ı (Hz. Muhammed A.S.M.)
Zarurî kılar.
İşte bu zarurî olan Nübüvvet-i Mutlaka (Suğra/küçük önerme), en kâmil mertebede Nübüvvet-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) (Kübra/büyük önerme) suretinde tezahür etmiştir. O Zât (A.S.M.), hem Sâni’in varlığına, hem kendi nübüvvetine, hem haşre, hem de bütün hakikatlere en kat’î hüccettir.
Metindeki “Devir lâzım gelmez” tenbihi ise; “Allah’ı isbat için Peygamber’i (A.S.M.) delil getiriyorsun, Peygamber’i (A.S.M.) isbat için de Allah’ı delil getiriyorsun” şeklindeki muhtemel bir itiraza cevaptır. Cevabı şudur: Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sıdkının (doğruluğunun) delilleri (ahlâkı, mucizeleri, getirdiği nizam vs.) Allah’ın varlığının delillerine tevakkuf etmez (ona bağlı değildir). Bilakis, O Zât (A.S.M.), kendi doğruluğu ve mükemmelliği ile Sâni’in varlığına ayrıca ve müstakil bir delildir.

 

Eğer desen:

“Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzamadırlar.”
Elcevab:

O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani: Ne kadar sureten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve maneviyaten ve manen faside ve muhtelledir.

Ey birader!.. İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise; kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır.

Vehim ve Tenbih:

“Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.

İşaret:

Binlerce enbiya, nev’-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mu’cizatla müddeayı isbat etmişlerdir. İşte o enbiyanın cemi’ mu’cizatları lisan-ı vâhid ile nübüvvet-i mutlakayı ilân eder. Bizim şu suğramıza dahi bir bürhan-ı katı’dır. Buna tevatür-ü bilmana veya ne tabir ile diyorsanız deyiniz, metin bir delildir.

Tenbih:

Şu muhakematın cihet-ül vahdeti budur ki: Eğer cemi’ fünun ele alınırsa ve fünunların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve intizama temaşa edilirse, hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın mayesi ve ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âheri içine atılmakla -ekl ve nikâhtaki gibi- perişan olan umûr ve ef’al o maye ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inayet-i İlahiye nokta-i nazarında nazar-ı dikkate alınırsa; hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet ve adem-i ihmali mütalaaya alınırsa, istikra-i tâmla netice veriyor ki: Mesalih-i külliyenin kutub ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev’-i beşerde zarurîdir… Farazâ olmazsa, perişan olan nev’-i beşer; güya muhtel bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa, biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?..

Tenbih:

Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâni’in suğrası senin sahife-i zihninde intikaş etmiş ise, hazır ol!. Kübrası olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine geçiyoruz:
İşaret ve İrşad:

Kübra sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyayı mütalaa etsen ve lisan-ı tarihte cereyan eden ahvallerini dinlersen ve hakikatı, yani cihet-ül vahdeti tesir-i zaman ve mekân ile girdiği suretlerden tecrid edebilirsen göreceksin ki: İnayet-i İlahiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin şu’lesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı; enbiya, düstur-u hareket ettiklerini ve nev’-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telakkileri ve ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi’-i şahsiye ve sair umûrlar ki onlara nebi dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise; evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziret-ül Arab’da menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan Zât-ı Muhammed’de daha ekmel ve daha azhar bulunur.

Demek oluyor ki: İstikra-i tâm ile, hususan nev’-i vâhidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin ianesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i netice vermekle beraber, tenkih-ül menat denilen hususiyattan tecrid nokta-i nazardan cemi’ enbiya lisan-ı mu’cizatlarıyla vücud-u Sâni’in bir bürhan-ı bahiresi olan Muhammed’in sıdkına şehadet ederler.

İtizar:

Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlakça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mes’ele uzunlaşıyor. Suret-i mes’eleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikatı incitmek istemiyorum. Hem de hakikatın etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız, febiha… Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. Keyfinize…

​— · ⁖ · —

Bu metin, Nübüvvetin (Peygamberliğin) insan hayatı ve kâinat nizamı için aklî ve mantıkî bir zaruret olduğunu isbat etmeye matuf derûnî bir muhakemedir.

Giriş: Davanın Esası
Metnin temel davası şudur: İnsan nev’inin hakiki saadeti, ahlâkî tekâmülü ve içtimaî nizamı, ancak ve ancak Nübüvvetin tesis ettiği esaslara (Şeriat-ı İlahiye) ittiba ile mümkündür. Felsefenin veya beşerî tecrübelerin ürettiği “ahlâk nazariyeleri” bu gayeyi teminde kâfi değildir.

1. Zahirî Nizamın Aldatıcılığı ve Nübüvvetin Tesisi
Metin, muhtemel bir itirazı (“desen”) cevaplayarak başlar: “Dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri (halleri, durumları) muaddele (âdil) ve munazzamadırlar (düzenlidirler).”
Elcevab (Cevap):
Metin bu iddiayı temelden tenkit eder:
• Menşe (Kaynak) Meselesi: O toplumlarda görülen zahirî adalet ve intizam, aslında ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır (uyarı ve doğru yolu göstermeleriyledir). Yani, o medeniyetin temelindeki ahlâkî kodlar ve fazilet esasları, tarih boyunca enbiyanın (nebilerin, peygamberlerin) tesisleriyledir. Beşeriyet, bu ilahî menşeli esasları (maddeyi) almış, kendi hayatlarına tatbik etmişlerdir. Onların nizamı, aslî değil, iktibasîdir (alıntıdır).
• Mahiyet (Nitelik) Meselesi: Bu nizam ve saadet muvakkattır (geçicidir). Bir cihetten kaime (ayakta) ise, çok cihattan mâile (eğri) ve münhaniyedir (bükülmüştür).
• Müradif İzahı: Yani, zahiren (dışsal olarak), maddeten (materyal olarak) ve lafzen (sözde) muntazam görünse de; hakikatte sîreten (ahlâken), maneviyaten ve manen faside (bozuk) ve muhtelledir (düzensiz, karmaşıktır). Derûnî bir çürümüşlük söz konusudur.

2. Ahlâkî İfsad ve Kâinatın Hikmetine Zıddiyeti
Metin, Nübüvvet rehberliği olmadığında ahlâkın nasıl ifsad olduğunu izah eder:
• İfrat ve Tefrit: Rehbersiz kalan ahlâk, ifrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) arasında savrulur. Bu savrulma, insanın istidadatını (kabiliyetlerini) ifsad ediyor (bozuyor).
• Abesiyet (Anlamsızlık): Bozulan bu kabiliyetler, hayatı abesiyeti intac eder (netice verir). İnsan, gayesiz ve manasız bir varlık haline gelir.
• Hikmet-i İlahiyeye Münakızlık (Aykırılık): Bu abesiyet (anlamsızlık) ise, kâinatın en küçük… şeylerinde… riayetiyle, âlemde hükümferma… olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır (zıttır). Zira tabiat, zerrelerden güneşlere kadar, bir gaye ve intizam ile hareket ederken, en şerefli mahlûk olan insanın gayesiz kalması, bu cihan şümul hikmete aykırı düşer.
Cenâb-ı Hak, bu hikmeti ve abesiyetin reddini şöyle beyan eder:
$”Biz, göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$
(Sâd Suresi, 38/27 )

3. “Meleke-i Hukuk” Yanılması ve Şeriatın Lüzumu
Metin, (“Vehim ve Tenbih” başlığı altında) modern felsefenin “Şeriata ihtiyaç yoktur, insanlar zamanla ‘hukuk melekesi’ kazanarak kendi nizamlarını kurarlar” şeklindeki iddiasını çürütür:
• Teşhis: Bu iddia, yani “meleke-i marifet-i hukuk” (hukuk bilgisi yetisi) veya “meleke-i riayet-i hukuk” (hukuka uyma yeteneği) denilen emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak görmek, bir tevehhüm-ü bâtıldır (asılsız bir kuruntudur).
• Deliller:
• Tarihî Delil: Dünya ihtiyarlamış (insanlık tarihi çok ilerlemiş) olmasına rağmen, böyle bir melekenin (Şeriattan müstağni) mukaddematı (gerekli ön koşulları) dahi zahir olmadı.
• Vakıa Delili: Mehasinin (iyiliklerin) terakkisiyle (ilerlemesiyle) beraber mesavi (kötülükler) dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Teknoloji ilerlerken, zulmün ve aldatmanın da şekil değiştirmesi gibi.
• Kıyas Delili: Nasıl ki nevamis-i hikmet (kâinattaki hikmet kanunları, yani fizik/kimya kanunları), desatir-i hükûmetten (devletin idarî kanunlarından) müstağni (bağımsız) değilse; öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat (ilahi kanunlar) ve fazilete eşedd-i ihtiyaç (en şiddetli ihtiyaç) vardır. Yani, tabiat kanunları nasıl bir nizamı gösteriyorsa, insan vicdanı da o nizamın tamamlayıcısı olan ilahî kanunlara muhtaçtır.
• Netice: Beşerin kendi kendine oluşturduğu bu mevhume (vehmedilen, hayalî) ahlâk melekesi, insanın kuva-yı selâsesini (üç temel gücünü: akıl, gazap, şehvet) itidalde, yani hikmet, şecaat ve iffette muhafaza etmeye kâfi değildir.
• Zaruret: Binaenaleyh (bundan dolayı) insan bizzarure… mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.
Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bu “mizanı” (ölçüyü, adaleti) getirme vazifesine şöyle işaret eder:
$”Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar…”$
(Hadîd Suresi, 57/25 )

4. Nübüvvet-i Mutlaka’nın (Genel Peygamberliğin) İsbatı
Metin, Nübüvvetin lüzumunu isbat ettikten sonra, “Nübüvvet-i Mutlaka”nın (peygamberlik mefhumunun) kendisinin hakikat olduğunu isbat eder:
• Delil (İşaret): Binlerce enbiya, Nübüvveti iddia etmiş ve bunu binlerce mu’cizatla (mucizelerle) isbat etmişlerdir.
• Hüküm: Bütün bu enbiyanın bütün mucizeleri, lisan-ı vâhid ile (tek bir dille) “Nübüvvet” mefhumunun hakkaniyetini ilan eder.
• İstidlâl (Delil Çıkarma): Buna tevatür-ü bilmana (manevî tevatür) denir. Yani, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan binlerce sadık zatın (enbiyanın) aynı davada (tevhid ve nübüvvet) ittifak etmeleri, bu davanın hakkaniyetine metin bir delildir.
Metnin “Tenbih” başlığı altındaki muhakemesi ise, Nübüvvetin kâinat nizamı içindeki yerini gösteren bir istikra-i tâm (tam tümevarım) delilidir:
• Cemi’ fünun (bütün fenler, bilimler) kavaidinin (kurallarının) gösterdiği ittisak ve intizam (uyum ve düzen),
• Mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın (dağınık cüz’î faydaların), ekl ve nikâh (yeme ve evlenme) misalindeki gibi bir lezzet veya muhabbet mayesiyle büyük bir gayeye bağlandığını gösteren inayet-i İlahiye nazarı,
• Hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet (abesiyetsizlik, anlamsızlığın olmaması),
Bütün bu deliller birlikte mütalaa edilirse şu netice çıkar:
Nübüvvet, mesalih-i külliyenin (bütün insanlığın ortak faydalarının) kutub ve mihveri (kutbu ve ekseni) ve maden-i hayatı hükmündedir. Nübüvvet, insan nev’i için zarurîdir.
Farazâ olmazsa, insan nev’i, bu muntazam âleme düşmüş muhtel (bozuk) bir âlem gibi olur ve kâinatın umumî ahengini bozar.

5. Nübüvvet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) Hususî İsbatı
Metin, “Nübüvvet lazımdır” olan suğrayı (küçük öncül) isbat ettikten sonra, “Muhammed (A.S.M.) Nebidir” olan kübraya (büyük öncül) geçer:
• Delil (İşaret ve İrşad): Tarih boyunca âsâr-ı enbiyayı (peygamberlerin eserlerini) mütalaa edip, tesir-i zaman ve mekândan tecrid ederek (soyutlayarak) hakikate bakarsan, şunu görürsün:
• Enbiyanın düstur-u hareket ettiği mehasin-i mücerrede (soyut iyilikler), hukukullah (Allah’ın hakları) ve hukuk-u ibâd (kulların hakları)…
• Ve onları “nebi” yapan terk-i menafi’-i şahsiye (şahsî menfaatleri terk etme) gibi esaslar…
• Bütün bu esaslar, Zât-ı Muhammed’de (A.S.M.) daha ekmel (daha mükemmel) ve daha azhar (daha açık, parlak) bulunur.
Kur’an-ı Kerim, O Zât’ın (A.S.M.) bu cihan şümul ve ekmel vazifesini şöyle tasvir eder:
$”Biz seni, bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”$
(Sebe’ Suresi, 34/28 )
• Netice:
• İstikra-i tâm (tam tümevarım) ve kıyas-ı evlevî (evleviyet yoluyla yapılan kıyas), Nübüvvet-i Muhammed’i (A.S.M.) netice verir. (Yani: Madem ki o esaslara sahip olanlar Nebi oldular; o esasların en mükemmeline sahip olan O Zât (A.S.M.), evleviyetle Nebidir.)
• Tenkih-ül menat (hükmün gerekçesini netleştirme) yoluyla bakıldığında, cemi’ enbiya (bütün peygamberler), lisan-ı mu’cizatlarıyla… Muhammed’in (A.S.M.) sıdkına (doğruluğuna) şehadet ederler.
Hulasâ ve İtizar (Özet ve Özür)
Metnin hülasası şudur: İnsan hayatı ve medeniyeti için ahlâk, adalet ve nizam elzemdir. Bu nizamı, beşerin kendi aklı veya tecrübesi (meleke-i hukuk) tam ve kâfi seviyede tesis edemez; zira bu, ya ifrat ve tefrite düşer ya da zahirde kalır, derûnî fesadı tedavi edemez. Bu durum, kâinattaki cihan şümul hikmete zıttır.
O halde, bu nizamı ve ahlâkî mizanı tesis edecek ilahî bir rehber (Nübüvvet) zarurîdir. Bütün peygamberlerin mucizeleriyle isbat ettiği bu Nübüvvet müessesesi, en kâmil, en parlak ve cihan şümul suretini, kendisinden evvelki bütün peygamberlerin de bir nevi tasdik ettiği Zât-ı Muhammed’de (A.S.M.) bulmuştur.
Metnin sonundaki “İtizar” (özür) bahsi ise, bu hakaikin (hakikatlerin) her tarafa derin köklerini attıklarından dolayı, meselelerin kısa cümlelerle ifade edilmesinin zorluğunu, hakikati incitmemek ve tam manasıyla mahsur kalıp kaçmaması için meseleyi bütüncül bir daire içinde izah etme mecburiyetini beyan etmektedir.

 

Mukaddeme

Peygamberin delil-i sıdkı; herbir hareket, herbir halidir… Evet herbir hareketinde adem-i tereddüd ve mu’terizlere adem-i iltifat ve muarızlara adem-i mübalât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatın ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir.

Elhasıl:

Tahavvüf ve tereddüd ve telaş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı îma eden umûrlardan müberra iken, bilâ-perva ve kuvvet-i itminanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat kaideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan yani bidayet ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. Bahusus mecmu’-u harekâtının imtizacından ciddiyet ve hakkıyet şu’le-i cevvale gibi ve in’ikasatından ve müvazenatından sıdk ve isabet, berk-i lâmi’ gibi tezahür ve tecelli ediyor.

İşaret:

Zaman-ı mazi ve zaman-ı hal, yani Asr-ı Saadet ve zaman-ı istikbal tazammun ettikleri berahin-i nübüvvet lisan-ı vâhid ile maden-i ahlâk-ı âliye olan Zât-ı Muhammed’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâî-yi sıdkı ve dellâl-ı nübüvveti olan bürhan-ı zâtînin nidasına cevab ve hemdest-i vifak olarak nübüvvetini i’lâ ve ilân ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu halde kitab-ı âlemden olan fasl-ı zamanın sahife-i selâsesini mütalaa edeceğiz. Hem de o kitabdan mes’ele-i uzma ve münevvere olan Zât-ı Muhammed’i (A.M.) temaşa ve ziyaret edeceğiz. Müddeamız olan bürhanın kübrasını onun ile isbat edeceğiz.

İşte bu noktaya binaen mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur.

Birinci Meslek

Yani, mes’ele-i âliye-i zâtiyeyi temaşa etmekte dört nükteyi bilmek lâzımdır:

Birincisi:

لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ

kaidesine binaen sun’î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından heyetinin feletatı, müzahrefiyeti îma edecektir.

İkincisi:

Ahlâk-ı âliyenin, hakikatın zeminiyle olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idame eden ve imtizaclarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren, heyet-i mecmuasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.

Üçüncüsü:

Umûr-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezâdde olan eşyalarda tenafür ve tedafü’ kaide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; maneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.
Dördüncüsü:

لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ

Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr ve siyer ve tarih-i hayatı… Hattâ a’danın şehadetleriyle, Zât-ı Peygamber’de vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihata ve tecemmu’ ve imtizacından tevellüd eden izzet ve haysiyetten neş’et eden şeref ve vakar ve izzet-i nefs ile ferişteler, devlerin ihtilat ve istiraklarından tenezzühleri gibi sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu’ ve tenezzüh ve teberri ederler. Hem de hayat ve mayeleri makamında olan sıdk ve hakkıyeti tazammun ettiklerinden, şu’le-i cevvale gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.

Tenbih:

Ey birader! Görüyorsun ki: Bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa, o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemi’ ahlâk-ı âliye birden tecemmu’ ede…

Evet mecmu’da bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.

İşaret ve Tenbih:

Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat herbir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda asr-ı saadet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki: Sıdk kendi hüsn-ü hakikîsini kemal-i haşmetle izhar ve onun ile temessük eden Muhammed’i (A.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe i’lâ ve âlemde inkılab-ı azîmi îka ettiğinde şarktan garba kadar kizbden bu’d derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini i’lâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gayet nâfık ve râic etmiştir.

{1: Şimdiki hürriyet gibi.}

Ve kizb ise: Teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhar ve onun ile temessük eden Müseylime ve emsali, esfel-i safilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesad etmiştir.

{2: Menfur casusluk gibi.}

İşte ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arab’ın tabiatlarındaki meyl-ür râic saikasıyla müsabaka ederek o kâsid kizbi terkedip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte sahabelerin aklen olan adaletleri bu sırdan neş’et eder.

İrşad ve İşaret:

Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe’ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat ve müvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve hiçbir hali mesturiyeti muhafaza etmeyen -lâsiyyema öyle ehl-i inada karşı- bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılab-ı azîm nazara alınırsa; haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levmetsin… Zira zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır. Hem de en hatarlı makamlarda -gar’da gibi- tarîk-i halâsı mefkud iken ve hayt-ul emel bihasebi’l-âde kesilirken, gayet metanet ve kemal-i vüsuk ve nihayet-i itminan ile olan hareket ve hal ve tavrı, nübüvvet ve ciddiyetine şahid-i kâfidir ve hak ile temessük ettiğine delildir.

İkinci Meslek

Yani: Sahife-i ûlâ, zaman-ı mazidir. İşte şu sahifede dört nükteyi nazar-ı dikkate almak lâzımdır:

Birincisi:

Bir fende veyahut kısasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse, o fende hazakat ve meharetini gösterir.

İkincisi:

Ey birader!.. Eğer tabiat-ı beşere ârif isen; küçük bir haysiyetle, küçük bir davada, küçük bir kavimde, küçük bir hilafın serbestiyetle irtikâb olunmadığına nazar edersen; gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesîm bir davada, hasra gelmeyen bir kavimde, hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmiliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil olmayan mes’elelerde, tam serbestiyetle bilâ-perva ve kemal-i vüsuk ile alâ ruûs-il eşhad zikir ve nakilden güneş gibi sıdkın tulû’ edeceğini göreceksin.

Üçüncüsü:

Bedevilere nisbet çok ulûm-u nazariye vardır; medenîlere nisbeten lisan-ı âdât ve ef’alin telkinatıyla, ulûm-u mütearifenin hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye binaen bedevilerin hallerini muhakeme etmek için, kendini o bâdiyede farzetmek gerektir. Eğer istersen İkinci Mukaddeme’ye müracaat et, zira şu nükteyi izah etmiştir.

Dördüncüsü:

Bir ümmi, ülema meyanında mütedavil bir fende beyan-ı fikir ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefün-fîha olan noktalarda muhalefet edip, musahhihane olan söylemesi, onun tefevvukunu ve kesbî olmadığını isbat eder.
Şu nüktelere binaen deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.

Teznib:

Cemi’ enbiyanın delail-i nübüvvetleri, sıdk-ı Muhammed’e (A.M.) delildir ve cemi’ mu’cizatları, Muhammed’in bir mu’cize-i maneviyesidir (Aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.

İşaret:

Ey birader!.. Bazan kasem, bürhanın yerini tutar. Zira bürhanı tazammun eder. Öyle ise:

وَالَّذ۪ى قَصَّ عَلَيْهِ الْقِصَصَ لِلْحِصَصِ وَسَيَّرَ رُوحَهُ ف۪ى اَعْمَاقِ الْمَاض۪ى وَ ف۪ى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ الْاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَيْهِ وَ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ
Evet, neam. Onun nur-u nazarına hayal, kendini hakikat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten müstağnidir.

​— · ⁖ · —

Bu metin, Peygamber Efendimiz’in (A.M.) nübüvvet davasındaki sıdkını (doğruluğunu) ve hakkıyetini (haklılığını), O’nun (A.M.) zâtına, ahlâkına ve ahvaline (hallerine) bakarak nasıl isbat edileceğini aklî ve mantıkî burhanlar (deliller) ile tasvir etmektedir.

Metnin Umumî Maksadı: Bürhan-ı Zâtî
Metnin tamamı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peygamberliğinin en büyük delilinin, O’nun (A.M.) bizzat kendi zâtı, şahsiyet-i maneviyesi ve ahlâk-ı âliyesi olduğunu isbat etmeye odaklanır. Haricî mucizelerden ziyade, O’nun (A.M.) her halinin bir “mucize” hükmünde olduğunu beyan eder.
Mukaddemenin İzahı: Tereddütsüz İtminan
Metin Özeti: Peygamberin (A.M.) her hareketi, O’nun (A.M.) sıdkının delilidir. Zira en tehlikeli anlarda dahi tereddüt etmemesi, muarızlarına iltifat etmemesi ve muhaliflerinden korkmaması (adem-i tahavvüf), O’nun (A.M.) davasındaki ciddiyetini ve Allah’a olan kâmil itminanını (tam güvenini) gösterir.

İzah:
Bir davanın hak olup olmadığını anlamanın en mühim ölçülerinden biri, o davayı süren şahsın halleridir.
• Adem-i Tereddüd ve Adem-i Tahavvüf (Tereddütsüzlük ve Korkusuzluk): Bir insan, eğer bir hile veya şahsî bir menfaat üzerine bir iddiada bulunuyorsa, en küçük bir tehlike veya muhalefet karşısında tereddüt eder, telaşlanır ve korkuya kapılır. Zira dayandığı nokta çürüktür.
• Resul-i Ekrem’in (A.M.) Hali: O (A.M.) ise, davasının ilk gününden itibaren en hatarlı (tehlikeli) makamlarda bulunmuştur.
• Mekke’de tek başına bütün dünyaya meydan okumuştur.
• Hicret esnasında Sevr Mağarası’nda (Gar’da), düşmanları tam mağaranın ağzındayken, arkadaşı Hz. Ebubekir’e (R.A.) gösterdiği kemal-i vüsuk (tam güven) ve nihayet-i itminan (sonsuz huzur), O’nun (A.M.) beşerî bir korkunun fevkinde (üstünde), ilahî bir muhafazaya dayandığını isbat eder.

Ayet Desteği ( Meali):
O’nun (A.M.) bu kâmil itminanını Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir eder:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu Mekke’den çıkardıklarında, mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimledir’ diyordu. Allah da onun üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusunu) indirmiş, sizin görmediğiniz ordularla onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/40)
Bu ayet, metindeki “en hatarlı makamlarda” ve “adem-i tahavvüf” (korkmama) haline en parlak misaldir.
Birinci Meslek: Ahlâk-ı Âliyenin Şehadeti
Metin Özeti: Bu meslek, O’nun (A.M.) zâtında toplanan yüce ahlâkın (ahlâk-ı âliye), O’nun (A.M.) sıdkına nasıl delil olduğunu dört nükte ile izah eder.
Nüktelerin İzahı:
• Birinci Nükte (Tabiîlik): لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ (Sürme çekmek, sürmelenmek gibi değildir). Yani, tasannu (yapmacıklık) ile elde edilen bir vasıf, tabiî (doğal) olanın yerini tutmaz. Bir insan, cesur olmadığı halde cesur görünmeye (tasannu) çalışsa, en kritik anda korkaklığı (feletatı) ortaya çıkar. Peygamber Efendimiz’in (A.M.) ahlâkı ise 40 sene boyunca (nübüvvet öncesi) ve 23 sene (nübüvvet sonrası) hiçbir zıtlık göstermeden devam etmiştir. Bu, O’nun (A.M.) ahlâkının sonradan kazanılmış bir yapmacıklık değil, fıtrî (tabiî) ve Allah vergisi olduğunun isbatıdır.
• İkinci Nükte (Sıdk ve Ciddiyet): Yüce ahlâkın (iffet, şecaat, hikmet, adalet) hayat damarı sıdk (doğruluk) ve ciddiyettir. Eğer bir şahısta kizb (yalan) bulunursa, o yalan, o şahsın bütün ahlâkî faziletlerini kurutur ve “hebaen” (boşa gitmiş) hale getirir. Bir insanın hem “son derece güvenilir” (Muhammedü’l-Emîn) hem de (haşa) Allah adına “yalancı” olması aklen ve mantıken mümkün değildir. Bu ikisi zıttır.
• Üçüncü Nükte (Tecazüb ve Tenafür): Maneviyatta da maddiyattaki gibi bir kanun vardır. Mütenasip (uygun) olanlar birbirini çeker (tecazüb), mütezâd (zıt) olanlar birbirini iter (tenafür). Sıdk ile kizb (yalan) birbirine zıttır. Ahlâk-ı âliye ile hile birbirine zıttır.
• Dördüncü Nükte (Küll’ün Hükmü): لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ (Bütünün, parçada olmayan bir hükmü vardır). Metnin verdiği misal (Tenbih) çok manidardır: Sadece şecaat (cesaret) ile meşhur bir adam, bu şöhretin ona verdiği haysiyeti ( itibarı) korumak için yalandan çekinir. Nerede kaldı ki, bir zâtta sadece şecaat değil; iffet, emanet, adalet, hikmet, merhamet gibi bütün ahlâk-ı âliye (cemi’ ahlâk-ı âliye) toplansın!
• Netice: İşte bu bütün (mecmu) ahlâkın birleşimi (imtizacı), o zâtta öyle bir izzet-i nefs ve vakar meydana getirir ki, bu yüce ahlâk, sırr-ı tezat (zıtlık sırrı) ile hileden ve yalandan tenezzüh eder (uzak durur, kendini arındırır).
Ayet Desteği:
Allah-u Teâlâ, O’nun (A.M.) bu zâtî ahlâkını en büyük delil olarak sunar:
“Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
“Müminler, Ahzâb (düşman birlikleri)ni görünce, ‘İşte bu, Allah’ın ve resulünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve resulü doğru söylemişlerdir’ dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22) (Bu ayet, müminlerin dahi O’nun sıdkına nasıl kâmil bir imanla bağlandıklarını gösterir.)
Tenbih’in İzahı (Sıdk ve Kizbin Mesafesi):
Asr-ı Saadet, sıdk ile kizbin arasının en fazla açıldığı bir zamandır.
• Sıdk (Doğruluk): Peygamber Efendimiz’i (A.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe (şereflilerin en yükseğine) çıkardı ve O’nun (A.M.) eliyle cihan şümul bir inkılab (dönüşüm) yaptı.
• Kizb (Yalan): Müseylime-i Kezzab gibi yalancı peygamberleri esfel-i safilîn-i hıssete (alçakların en aşağısına) düşürdü.
Bu durum, izzet ve şeref ehli olan Arap kavmini, kıymeti düşen (kâsid) yalanı terk edip, kıymeti yükselen (râic) doğruluğa (sıdk) sevk etmiştir. Sahabelerin adaletinin (doğruluk ve güvenilirliklerinin) sırrı da budur.
İkinci Meslek: Zaman-ı Mazinin ve Ümmiyetin Şehadeti
Metin Özeti: Bu meslek, O’nun (A.M.) ümmî (okuma-yazma bilmeyen) olmasına rağmen, geçmiş zamanlara (zaman-ı mazi) ve peygamberlerin (enbiya-yı salife) ahvaline dair verdiği haberlerin, O’nun (A.M.) sıdkının delili olduğunu dört nükte ile izah eder.
Nüktelerin İzahı:
• Birinci ve Dördüncü Nükte (Ümmîlik ve Musahhihlik): Bir ümmî (okuma-yazma bilmeyen), alimlerin (ulema) tartıştığı derin bir fende (ilimde) fikir beyan etse; o ilmin ittifak edilen (üzerinde anlaşılan) noktalarını tasdik etse (muvafık) ve ihtilaflı (muhtelefün-fîh) noktalarında ise düzeltici (musahhih) bir tavırla konuşsa, bu durum o şahsın tefevvukunu (üstünlüğünü) ve bu ilminin kesbî (çalışarak kazanılmış) olmadığını, vehbî (Allah vergisi) olduğunu isbat eder.
• Netice: Resul-i Ekrem (A.M.), ümmiyetiyle beraber, sanki zamanı aşarak (tayy-ı zaman) geçmişin derinliklerine (a’mak-ı hafa) girmiş ve hadiseleri hazır ve müşahid gibi (görerek) anlatmıştır.
• O (A.M.), geçmiş peygamberlerin kıssalarını (kısas) anlatırken, Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hristiyanların) tahrif ettiği kütüb-ü salifenin (eski kitapların) ihtilaf noktalarını düzeltmiş (musahhih) ve doğru olan kısımlarını tasdik etmiştir (musaddık).
• Bunu, akıl ile müstakil olarak bilinemeyecek konularda, bütün dünyanın enzarı (nazarları) önünde, bilâ-perva (pervasızca) ve nihayet vüsuk (tam bir güven) ile yapmıştır.

Ayet Desteği:
Kur’an-ı Kerim, O’nun (A.S.M.) bu halini açıkça beyan eder:
“(Ey Muhammed!) Bunlar, bizim sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Hûd, 11/49)
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya)…” (A’râf, 7/157’den bir bölüm) (Ümmî olduğunu tasdik eder.)
“(Ey Muhammed!) İşte bu, (Meryem’in) gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Meryem’i kim himayesine alacak diye kur’a çekerlerken sen onların yanında değildin; onlar (bu konuda) çekişirlerken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 3/44)
Mühim Istılahlar ve Müradifleri (Anahtar Kelimeler)
Metinde geçen ve izahı kuvvetlendiren bazı mühim tabirler:
• Delil-i Sıdk: Doğruluğun delili, isbatı.
• Adem-i Tereddüd: Tereddütsüzlük, şüphesizlik.
• Adem-i Mübalât: Aldırış etmeme, ehemmiyet vermeme.
• Adem-i Tahavvüf: Korkusuzluk, havf (korku) duymama.
• Vüsuk: Kuvvetli güven, itimat.
• İtminan: Kalbî huzur, tam kanaat.
• Tasannuî: Yapmacık, sun’î, sonradan yapılma.
• Tabiî: Fıtrî, doğal, yapısı gereği olan.
• Feletat: Sürçmeler, hatalar, yapmacıklığın kendini ele vermesi.
• Müzahrefiyet: Sahtelik, yaldızlı aldatmaca.
• Ahlâk-ı Âliye: Yüce ahlâk, faziletler.
• Rabıta-i İttisal: Bağlantı noktası, bir arada tutan bağ.
• Tecazüb: Birbirini çekme, cezb etme.
• Tenafür / Tedafü’: Birbirini itme, defetme.
• Kizb: Yalan, sıdkın zıddı.
• Tereffu’ / Tenezzüh / Teberri: Yücelme, uzak durma, arınma, beri olma.
• Şu’le-i Cevvale: Sürekli hareket eden, yerinde durmayan parlak alev.
• Berk-i Lâmi’: Parlayan, çakan şimşek.
• A’lâ-yı İlliyyîn: Yücelerin en yücesi.
• Esfel-i Sâfilîn: Alçakların en alçağı.
• Râic / Nâfık: Geçerli, revaçta olan (meta, mal).
• Kâsid / Muattal: Geçersiz, kıymetsiz, işlemiyor olan.
• Ümmî: Okuma yazma bilmeyen (ancak bu, cehalet manasında değil, ilmini doğrudan Allah’tan (C.C.) alan, beşerî bir hocadan ders almayan manasındadır).
• Ukde: Düğüm noktası, işin esası.
• Musaddık: Tasdik edici, doğrulayıcı.
• Musahhih: Tashih edici, düzeltici.

Netice
İktibas edilen metin, Nübüvvet-i Ahmediye’nin (A.M.) isbatında iki temel direk ortaya koymaktadır:
• Zâtî Burhan (Birinci Meslek): O’nun (A.M.) zâtında cemedilen (toplanan) bütün yüce ahlâkın birleşimi (imtizacı), mantıken yalan ve hileyi (kizb ve hile) dışarı atar. Sıdk, O’nun (A.M.) ahlâkının ayrılmaz bir vasfı ve hayatıdır.
• Haberî Burhan (İkinci Meslek): O’nun (A.M.) ümmî olmasına rağmen, geçmişin gaybî (gizli) sırlarını, kâmil bir vüsuk ve itminan ile, üstelik önceki kitapları düzelterek (musahhih) haber vermesi, O’nun (A.M.) kaynağının Vahiy olduğunu aklen isbat eder.
Her iki meslek de, O Zât’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm) sıdkına ve nübüvvetine şahid-i kâfi (yeterli şahit) ve delil-i kat’îdir (kesin delildir).

 

Üçüncü Meslek

Yani: Zaman-ı halin, yani asr-ı saadetin sahifesinde dört nükte, bir noktayı nazar-ı dikkate almak gerektir:

Birincisi:

Küçük bir âdet, küçük bir kavimde veya zayıf bir haslet, kalil bir taifede; büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan; acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’luf ve çok da mütenevvia, tamamen rasiha olan âdât ve ahlâk, nihayet kesîr ve me’lufatına gayet mutaassıb ve şedid-üş şekîme olan bir kavmin a’mak-ı ervahından az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal’ u ref’ ettiğini ve o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi ve def’aten nihayet derecede tekemmül ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, hârikulâde olduğunu tasdik etmezsen; seni sofestaî defterinde yazacağım.

İkincisi:

Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümuvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi -ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için- tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def’î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.
Üçüncüsü:

Tahakküm-ü zahirî, kahr ve cebr ile mümkündür. Fakat efkâra galebe etmek, hem de ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek; hakikatın hâssa-i farikasıdır. Bu hâssayı bilmezsen, hakikattan bîganesin.

Dördüncüsü:

Tergib veya terhib hilesiyle ancak yalnız bir tesir-i sathî edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu halde a’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şua-ı hakikatın hâssasıdır. Evet kasavet-i mücessemenin misal-i müşahhası olan “ve’d-i benat” gibi umûrlardan kalblerini taskil etmesi ve rikkat-i letafetin lem’ası olan hayvanata merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyin etmesi; öyle bir inkılab-ı azîmdir -hususan öyle akvam-ı bedevide- ki, hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmadığından, hârikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basirettir. Basiretin varsa tasdik edeceksin.

Şimdi Nokta’yı dinle: İşte tarih-i âlem şehadet eder ki: En büyük dâhî odur ki; bir veya iki hissin ve seciyenin ve istidadın inkişafına ve ikazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim ikaz edilmezse, sa’y hebaen gider ve muvakkat olur. İşte en büyük dâhî ancak bir veya iki hissin ikazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve hamiyet ve muhabbet…

Bu noktaya binaen Ceziret-ül Arab sahra-i vesiasında olan akvam-ı bedevide kâmine ve nâime ve mesture olan hissiyat-ı âliye -ki, binlere baliğdir- birden inkişaf, birden ikaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatın, ziya-i şu’lefeşanın hâssasıdır. Bu noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziret-ül Arab’ı gözüne sokacağız. İşte Ceziret-ül Arab… Onüç asır beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?..

İşaret:

Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavanin-i amîka-i dakika -ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez- hakaik-i şeriat ne derecede müraat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin müvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu a’sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakaikını muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.

Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm ümmiyeti ve adem-i kuvvet-i zahiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyl-i saltanat ile beraber, gayet hatarlı mevâki’de kemal-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, gayet kesîre ve müstemirre ve râsiha ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi gayet metin bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zaviye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic… Evet, hissiyat-ı âliyeyi ikaz ve cevher-i insaniyetlerini izhar etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasirde is’ad ederek, şark ve garbda oturmuş bir devlet-i cesîmeyi bir zaman-ı kalilde teşkil edip, ateş-i cevval gibi belki nur-u nevvar gibi veyahut asâ-yı Musa gibi sair devletleri bel’ ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hakk ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanların defterinden sildirecektir.

Dördüncü Meslek

Sahife-i müstakbelden, lâsiyyema mes’ele-i şeriattır. İşte dört nükteyi nazar-ı dikkatten dûr etmemelisin.

Birincisi:

Bir şahıs dört veya beş fende meleke sahibi ve mütehassıs olmaz. Meğer hârika ola…

İkincisi:

Mes’ele-i vâhide, iki mütekellimden sudûr eder. Birisi, mebde’ ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nisbetini ve mevzi-i münasibde istimalini, yani münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için o fende olan meharetine ve melekesine ve ilmine delalet ettiği halde; öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delalet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu farketmezse, ruhun hisseder.

Üçüncüsü:

İkinci Mukaddeme’de geçtiği gibi bir-iki asır evvel hârika sayılan keşif bu zamana kadar mestur kalsaydı, tekemmül-ü mebadi cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al. Onüç asır geri git, o zamanların tesiratından kendini tecrid et, dehşet-engiz olan Ceziret-ül Arab’da otur, dikkatle temaşa et, görürsün ki: Ümmi, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki; yalnız zekâya değil, belki gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun kavaniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki: İstidad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şeriat dahi tevessü’ ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelî’den geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev’-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarf’ını

{1: Dikkat lâzımdır.}

çürütmüş ola…

Dördüncüsü:

Onuncu Mukaddeme’de geçtiği gibi, hem de ikinci nokta-i itirazın cevabında da geleceği gibi şudur ki: Cumhurun istidad-ı efkârı derecesinde şeriatın irşad etmesidir. Şöyle ki: Cumhurun âmiliği için, hakaik-i mücerredeyi; me’lufları vasıta olmaksızın adem-i telakkileri sebebiyle, müteşabihat ve teşbihat ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda cumhurun, hiss-i zahir sebebiyle hilaf-ı vaki’i zarurî telakki etmekle beraber, mebadi basamakları adem-i in’ikad ve tekemmülünden, mağlataların vartalarına düşmemek için, şeriat öyle mesailde ibham etti ve mutlak bıraktı; lâkin hakikatı îmadan hâlî bırakmadı.

​— · ⁖ · —

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsur-u Akîde” bölümünde yer alan “Üçüncü Meslek” ve “Dördüncü Meslek” başlıklarını ihtiva etmektedir. Bu bahisler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (ASM) nübüvvetinin hakkaniyetini ve getirdiği Şeriat-ı Garrâ’nın semavî olduğunu, akla ve tarihe dayanarak isbat eden son derece mühim ve derinlikli bir tahlildir.

Konunun Hülâsası: İnkılab-ı Azîm ile İsbat-ı Nübüvvet
Bu metnin ana gayesi, Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (ASM) zâtında ve getirdiği dinde (İslâmiyet’te) tezahür eden hârikulâde inkılabı (olağanüstü devrimi) bir isbat vasıtası olarak kullanmaktır.
Üstad Bediüzzaman, kâinatta cari olan fıtrat kanunlarını (âdetullah) ve içtimaî hayatın (sosyolojinin) tabiî seyrini nazar-ı dikkate alarak, Resul-i Ekrem’in (ASM) yaptıklarının bu tabiî kanunların ve beşerî dehanın çok fevkinde (üstünde) olduğunu, dolayısıyla bunun ancak Hâlık-ı Kâinat’ın (Kâinat’ın Yaratıcısı’nın) bir mucizesi olabileceğini aklî delillerle ortaya koyar.
Metin, bu isbatı iki ana sahife üzerinden yapar:
• Üçüncü Meslek: Zaman-ı Hâl (Asr-ı Saadet) Sahifesi. Peygamber Efendimiz’in (ASM) bizzat kendi asrında, o vahşî ve bedevî kavim üzerinde gerçekleştirdiği sosyal, ahlâkî ve siyasî inkılabın beşer takatinin haricinde olduğunu gösterir.
• Dördüncü Meslek: Sahife-i Müstakbel (Gelecek Sayfası). Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği Şeriat’ın, asırlar sonrasını dahi kucaklayan, fıtrata mutabık, ebedî ve cihan şümul yapısının, O’nun (ASM) ilminin Ezelî bir ilimden geldiğini isbat ettiğini gösterir.

ÜÇÜNCÜ MESLEK: Asr-ı Saadet’teki Hârikulâde İnkılabın Tahlili
Bu meslek, o zamanki Arap Yarımadası’nın (Ceziret-ül Arab) içtimaî ve ahlâkî yapısını nazar-ı dikkate alarak, yapılan değişimin bir mucize olduğunu dört nükte ile tasvir eder:
Birinci Nükte: Ahlâkî İnkılab (Ahlâkî Devrim)
• Mesele: Küçük bir âdetin (örneğin sigara içmek gibi) zayıf bir kavimden bile, büyük bir hâkimin himmetiyle zorla kaldırılabildiği (veya kaldırılamadığı) bir vakıadır.
• Hârika: Resul-i Ekrem (ASM) ise, gayet çok (nihayet kesîr), tamamen yerleşmiş (müstemirre, râsiha), çeşitli (mütenevvia) ve kendisine şiddetle taassup gösterilen (gayet mutaassıb) âdetleri (kan davası, kabilecilik, içki, kumar, zina, vahşet vb.) o vahşî kavmin ruhunun derinliklerinden (a’mak-ı ervahından) kısa bir zamanda ve az bir fedakârlıkla söküp atmıştır (kal’ u ref’ etmiştir).
• Daha da Ötesi: Sadece kötü ahlâkı sökmekle kalmamış, onların yerine en yüksek ahlâk fidanlarını (ahlâk-ı âliye) dikmiş (gars etmiş) ve anında mükemmel (tekemmül) hale getirmiştir.
• Netice: Bu, âdetullahın ve içtimaî kanunların tamamen fevkinde, hârikulâde bir hadisedir. Bunu tasdik etmeyen, hakikatleri inkâr eden bir “sofestaî” (sofist) olur.
• Müradifler:
• Müstemirre: Sürekli, devamlı.
• Me’luf: Alışılmış, ülfet edilmiş.
• Râsiha: Kökleşmiş, sağlamca yerleşmiş.
• Şedid-üş şekîme: Hiddetli, asabî, inadına bağlı.
• Kal’ u ref’: Söküp kaldırma, temelden yok etme.
• Gars etmek: Dikmek (fidan dikmek).
İkinci Nükte: Siyasî ve İdarî İnkılab
• Mesele: Bir devletin tabiî şekilde büyümesi (nümuvv-ü tabiî) yavaş (mütemehhil) olur. Köklü bir devlete (devlet-i atîka) galebe etmek ise ancak tedricî (yavaş yavaş) mümkündür.
• Hârika: Resul-i Ekrem (ASM) ise, hem maddeten hem de manen hâkim olan çok büyük bir devleti (devlet-i cesîm) kısa bir zamanda teşkil etmiştir. Dahası, o zamanın süper güçleri olan Sasani ve Bizans gibi köklü devletlere (düvel-i râsiha) ânî bir şekilde (def’î gibi) galebe çalmıştır.
• Netice: Bu durum, tarihin ve siyasetin bilinen kanunlarına aykırıdır (âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen). Bunu göremeyen, manen kördür.
• Müradifler:
• Nümuvv-ü tabiî: Doğal büyüme, gelişme.
• Mütemehhil: Yavaş ilerleyen, zaman isteyen.
• Tedricî: Aşamalı, peyderpey.
• Düvel-i râsiha: Köklü, yerleşik devletler (imparatorluklar).
Üçüncü Nükte: Derûnî Hâkimiyet (Kalpler ve Akıllar Üzerindeki Otorite)
• Mesele: Dışsal baskı (tahakküm-ü zahirî), zorbalık (kahr) ve cebir ile mümkündür. Lâkin bu, geçicidir ve sadece bedene hükmeder.
• Hârika: Peygamber Efendimiz’in (ASM) hâkimiyeti ise;
• Efkâra galebe etmek: Düşünceleri ikna ederek onlara üstün gelmek.
• Ervaha tahabbüb: Kendini ruhlara sevdirmek.
• Tabayia tasallut: İnsanların tabiatlarına (huylarına) hükmetmek.
• Vicdanlar üzerine hâkimiyet: Otoritesini insanların vicdanları üzerine kurup orada daima muhafaza etmek.
• Netice: Bu dört özellik, kaba kuvvetin değil, ancak ve ancak Hakikat’ın (Hakk’ın) ayırt edici bir hassasıdır (hâssa-i farikasıdır).
• Müradifler:
• Tahakküm-ü zahirî: Dış, görünürdeki baskı ve hükmetme.
• Kahr ve cebr: Zorbalık ve zor kullanma.
• Tahabbüb: Sevdirme, muhabbet kazanma.
• Tasallut: Musallat olma, hükmü altına alma.
• Hâssa-i farika: Ayırt edici temel özellik.
Dördüncü Nükte: Terbiyevî İnkılab (Eğitimsel Devrim) ve İstidatların İnkişafı
• Mesele: Korkutma (terhib) veya menfaat vaadi (tergib) gibi hileler ile ancak yüzeysel bir tesir (tesir-i sathî) bırakılır ve aklın yolunu kapatır.
• Hârika: Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği hakikat ışığı (şua-ı hakikat) ise;
• A’mak-ı kulûbe nüfuz: Kalplerin en derinliklerine işler.
• Erakk-ı hissiyatı tehyic: En ince, en hassas duyguları harekete geçirir.
• İstidadatı inkişaf ettirmek: İnsanlardaki çiçek misali gizli kabiliyetleri açtırır.
• Seciyeleri ikaz: Uyuyan (nâime) ve gizli (kâmine) olan güzel karakterleri, faziletleri uyandırır.
• Cevher-i insaniyeti feverana getirmek: İnsanlık cevherini fışkırtır.
• Misal: Cisimleşmiş katılık (kasavet-i mücesseme) olan “kız çocuklarını diri diri gömme” (ve’d-i benat) vahşetinden, karıncaya dahi şefkat (hayvanata merhamet) gibi en ince bir letâfet ve rikkat seviyesine çıkarması.
• Netice: Bu, hiçbir tabiî kanunla izahı mümkün olmayan (hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmayan) büyük bir inkılaptır (inkılab-ı azîmdir).
• Müradifler:
• Tesir-i sathî: Yüzeysel etki.
• A’mak-ı kulûb: Kalplerin derinlikleri.
• Erakk-ı hissiyat: En ince duygular.
• Tehyic: Heyecana getirme, harekete geçirme.
• Şükûfe-misal: Çiçek misali.
• Kâmine / Nâime: Gizli / Uyuyan.
• Ve’d-i benat: Kız çocuklarını diri diri gömme âdeti.
• Kasavet-i mücesseme: Cisimleşmiş kalp katılığı.
Nokta (Üçüncü Mesleğin Neticesi)
En büyük dâhî bile, bir millette ancak bir veya iki hissi (hürriyet, hamiyet gibi) uyandırabilir. Peygamber Efendimiz (ASM) ise, o bedevî kavimdeki binlerce (binlere baliğ) yüksek hissiyatı (hissiyat-ı âliye) birden uyandırmış, inkişaf ettirmiş ve feverana getirmiştir. Bu, dehanın değil, ancak Şems-i Hakikat’in (Hakikat Güneşi’nin) bir hassasıdır.

DÖRDÜNCÜ MESLEK: Şeriat’ın Hârikulâde Yapısı ve İstikbali Kuşatması
Bu meslek, Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği nizamın (Şeriat’ın), O’nun (ASM) Ezelî bir Kaynaktan haber verdiğinin isbatı olduğunu dört nükte ile açıklar.
Birinci Nükte: İlimde Hârikulâdelik
• Mesele: Bir şahıs, dört veya beş farklı ilim dalında (fende) aynı anda uzman (mütehassıs) ve tam yetkin (meleke sahibi) olamaz. Olursa, o bir hârika (olağanüstü) sayılır.
• İşaret: Peygamber Efendimiz (ASM), bir ümmî (okuma yazma bilmeyen) olduğu halde; hukuk, içtimaiyat (sosyoloji), ahlâk, siyaset, iktisat, ibadet, maneviyat gibi hayatın tüm şubelerinde en mükemmel kanunları ve esasları vaz’ etmiştir. Bu durum, O’nun (ASM) hârika olduğunun ve ilminin kendinden olmadığının delilidir.
İkinci Nükte: İlimdeki Derinlik (Sathî Olmayış)
• Mesele: İki kişi aynı sözü söyler. Biri, sözün başını (mebde’), sonunu (münteha), içinde bulunduğu bağlamı (siyak ve sibak), diğer meselelerle ilişkisini (ehavatıyla nisbet) ve doğru yerde (münbit bir zeminde) kullanımını bilir. Bu, onun ilmine ve uzmanlığına (melekesine) delâlet eder. Diğeri ise bunları bilmez; bu da onun yüzeyselliğine (sathiyetine) ve taklitçiliğine (taklidiyetine) delâlet eder.
• İşaret: Kur’ân’ın ve Şeriat’ın her bir hükmü, kâinatla, fıtratla, diğer hükümlerle, meselenin evveli ve ahiri ile tam bir uyum (mülâyemet) içindedir. Bu, o kelâmın sathî bir taklit değil, her şeyi ihata eden bir İlm-i Ezelî’den geldiğini gösterir.
Üçüncü Nükte: Beşer Üstü Nizam ve Ebedîlik
• Mesele: Yüz yıl önce hârika sayılan bir keşif, eğer ilkeleri (mebadi) bugün olgunlaşmış olsaydı, bir çocuk tarafından bile keşfedilebilirdi.
• Hârika: Şimdi on üç asır geriye, o dehşet verici Arap Yarımadası’na gidilsin. Okuma yazması olmayan (ümmî), tecrübesi olmayan (tecrübe görmemiş), zaman ve zeminin yardım etmediği tek bir Zât (ASM); sadece zekâya değil, ancak pek çok tecrübenin ve ilmin (gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun) kanunlarıyla kurulabilecek bir nizam ve adaleti tesis ediyor.
• Daha da Ötesi: Bu Şeriat, öyle bir yapıdadır ki, beşeriyetin düşüncesi (efkârı) ve istidadı (kabiliyeti) ne kadar ilerlerse ilerlesin, o Şeriat da genişleyerek (tevessü’ ederek) ebediyete yönelir (ebede teveccüh eder).
• Netice: Bu, insan türünün kapasitesinin dışındadır (nev’-i beşerin tavkı haricindedir).
Dördüncü Nükte: İrşadda (Yol Göstermede) Muvazene ve Metod
• Mesele: Şeriat, avam halkın (cumhur) anlayış seviyesine (istidad-ı efkârı) göre irşad eder.
• Metod 1 (Maneviyat): Avam, soyut hakikatleri (hakaik-i mücerrede) doğrudan kavrayamaz. Bu sebeple Şeriat, onlara bu hakikatleri müteşabihat (manası kapalı, benzetmeli ayetler), teşbihat (benzetmeler) ve istiarat (eğretilemeler) yoluyla, onların alışık olduğu (me’lufları) tasvirler içinde anlatır.
• Metod 2 (Kevnî Meseleler): Kâinat ilimlerinde (fünun-u ekvan), avamın dış duyusu (hiss-i zahir) (mesela Güneş’in “doğduğunu” görmesi gibi) hakikatin hilafına olan şeyi zarurî zannettiği yerlerde, Şeriat o meseleyi kapalı bırakmış (ibham etti) ve mutlak (detay vermeden) ifade etmiştir.
• Gayesi: İlimlerin temellerinin (mebadi) henüz gelişmediği o çağda, insanları felsefî safsataların (mağlataların) çukurlarına düşürmemektir.
• Netice: Lâkin bunu yaparken, hakikate ima etmekten (îmadan) de geri durmamıştır. Bu dengeli irşad metodu, O’nun (ASM) rehberliğinin İlâhî olduğunu gösterir.

Konuyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm Ayetleri ( Meali)
Metinde bahsedilen bu hârikulâde inkılabın ve Peygamber Efendimiz’in (ASM) vazifesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı yansımaları şöyledir:
• Ahlâkî İnkılab ve Ümmî Oluşu (Üçüncü Meslek 1, 4 ve Dördüncü Meslek 3):
“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
(Âl-i İmrân, 3/164)
“Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor, onu sağ elinle de yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) bâtıla sapanlar şüpheye düşerlerdi.”
(Ankebût, 29/48)
• Kalplerin Birleşmesi ve Vahşetten Medeniyete Geçiş (Üçüncü Meslek 2, 4):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/103)
• Hâkimiyetin Vicdanlara ve Kalplere Olması (Üçüncü Meslek 3):
“(Ey Muhammed!) Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…”
(Âl-i İmrân, 3/159)
• Şeriat’ın Mükemmelliği ve Cihan Şümul Olması (Dördüncü Meslek 3):
“…Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…”
(Mâide, 5/3)

Hulâsa (Netice)
Bu iki “Meslek”, Peygamber Efendimiz’in (ASM) nübüvvetinin, tarihin ve içtimaiyatın (sosyolojinin) şaşmaz kanunlarını dahi kendisine musahhar kılan (boyun eğdiren) bir mucize-i kübrâ olduğunu aklî bir surette isbat etmektedir. O’nun (ASM) yaptığı iş, beşerî bir dehanın veya zamanın şartlarının bir neticesi değil, ancak Ezelî bir Kudret’in ve Sonsuz bir Hikmet’in eseri olabilir.

 

 

Vehim ve Tenbih:

Resul-i Ekrem’in herbir fiil ve herbir halinde sıdk lemaan eder. Fakat her fiili ve her hali hârika olmak lâzım değildir. Zira izhar-ı hârika tasdik-i müddea içindir. Hacet olmadığı veya münasib olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye mutâbaatla, kavanin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.

Ey birader!.. Şu Tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddemesi’nin taifesindendir. Nisyanın hatasıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri tut. İşte neticeye giriyoruz:

Bak ey birader! Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir. Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazet-ül kalb ve terbiyet-ül vicdan ve tedbir-ül cesed ve tedvir-ül menzil ve siyaset-ül medeniye ve nizamat-ül âlem ve fenn-ül hukuk ve saire… Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz’ ederek tenmiye ve tefri’ini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki; bu fünunun mecmuuna değil, belki ekalline onüç asır terakkiden sonra en medenî yerlerde en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde -bahusus o zamanda- olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni menedemiyor.

İşte fazl odur ki; a’da ona şehadet ede. Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî…

Evet onüç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakaikını muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş; hakikat-ı İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafayı terkik ve tahfif ediyor. Neam, vücud ve hal-i âlem buna şahiddir. Makale-i ûlâdaki mukaddematı nazara almak gerektir.

Vehim ve Tenbih:

Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür…

Elcevab:

Neam, lâ!.. Zira öyle bir fezleke ki: Hüsn-ü isabet ve mevki-i münasibde ve münbit bir zeminde istimal gibi.. sâbıkan mezkûr sair noktalar ile cam gibi mâverasından ıttıla-ı tâm ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden çıkarsa; birinin cehline ve ötekisinin ilmine bazı umûr-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delalet eder.

İşaret ve irşad ve tenbih:

Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve müvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da “Mukaddemat-ı isna aşer”den müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et! İşte:
Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünun, mürur-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mazide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin malûmu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de maziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta’ eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül etmişler… Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?

İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zamanın olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saadet olan adaya çık. İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki: Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev’-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: O şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümuvvü derecesinde tevessü’ edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev’-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.

Hâtime

Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri’den ve efkârın istidadları nisbetinde olan irşaddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur’anda üç nokta vardır:

Birincisi:

Kur’an’ın mâbih-il imtiyazı ve vuzuh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafîdir ki, vücud-u müteşabihat ve müşkilâttır.

İkincisi:

Şeriatın maksud-u hakikîsi olan irşad ve talime münafîdir ki, fünun-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.

Üçüncüsü:

Tarîk-ı Kur’an olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına imale edip, hilaf-ı vakıa ihtimalidir.

Ey birader!.. Tevfik Allah’tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta, tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’caz-ı Kur’an’ın en sadık şahidleridir. İşte:
Birinci noktaya cevab:

Zâten iki defa şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı Şâri’de ekall, eksere tâbidir. Zira avama müvecceh olan hitabı, havass fehm ve istifade ediyorlar. Bilakis olursa olamaz. İşte cumhur-u avam ise, me’luf ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve makulat-ı sırfeyi temaşa edemezler. Meğer mütehayyelatlarını dûrbîn gibi tevsit etseler… Fakat mütehayyelatın suretlerine hasr ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaikı görüyor. Meselâ: Kâinattaki tasarruf-u İlahîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler.

اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى

gibi… İşte hissiyat-ı cumhur şu merkezde olduklarından, elbette irşad ve belâgat iktiza eder ki: Onların hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşat ve ihtiram edilsin. İşte riayet ve ihtiram; ukûl-ü beşere karşı olan tenezzülat-ı İlahiye ile tesmiye olunur. Evet o tenezzülat, te’nis-i ezhan içindir. Onuncu Mukaddeme’ye müracaat et.

İşte bunun içindir ki: Hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dûrbîn vaz’ edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maânî-i amîka veya müteferrikayı bir suret-i sehl ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında istiarat-ı kesîreyi îrad ederler. Demek müteşabihat dahi, istiaratın en ağmaz olan kısmıdır. Zira en hafî hakaikın suver-i misaliyesidir.
Demek işkal ise mananın dikkatindendir, lafzın iğlakından değildir.

Ey mu’teriz! İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin bahusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakaikı, şöyle bir tarîk ile takrib etmek, acaba tarîk-i belâgat olan mukteza-yı halin mutabakatına muvafık ve makamın nisbetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol…

İkinci noktaya cevab:

İkinci Mukaddeme’de mufassalan geçmiştir. Âlemde meyl-ül istikmalin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin semeratı ve tecarüb-ü kesîre ile ve netaic-i efkârın telahukuyla teşekkül eden ve merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise; müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet müteahhirin in’ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vâbestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddeme olabilir.

Bu sırra binaendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin farazâ on asır evvel bir adam tefhim ve talimine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Meselâ, denilse idi: “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâni’in azametini bilesiniz.” Cumhur-u avam ise; hiss-i zahir veya galat-ı hissin sebebiyle hilaflarını zarurî bildikleri için ya tekzib veya nefislerine mugalata veya mahsûs olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. Teşviş ise; bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle; sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.

Tenbih:

Şu gibi mes’eleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zahir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi tasrih etmektir. Lâkin hîna ki hissin galatı bizim “mâ nahnü fih”imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise; ibham ve ıtlaktır. Tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikata telvih ve remz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasılki Şeriat-ı Garra öyle yapmıştır.

Yahu.. ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakikat böyle midir ki: Sen irşad-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi, irşada münafî ve mübayin tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemal olan şeyi noksan tahayyül edesin? Ya eyyühel hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki, ezhanı tağlit ve efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i’dadından ezhan müstaid olmadıkları için ukûle tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ.

كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ

bir düstur-u hikmettir. İstersen mukaddemata müracaat et… Bahusus Birinci Mukaddeme’de iyi tefekkür et!..

İşte bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına göstermek olan Üçüncü Nokta’ya cevab:
Birinci Mukaddeme’de tedebbür et, sonra bunu da dinle ki; Şâri’in irşad-ı cumhurdan maksud-u aslîsi: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyle ise: Kur’an’daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlal içindir. Cumhurun efhâmına göre san’atta zahir olan nizam-ı bedî’ ile nazzam-ı hakikî olan Sâni’-i Zülcelal’e istidlal etmek içindir. Halbuki san’atın eseri ve nizamı herşeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taalluk etmez.

Tenbih:

Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki; bazı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve istînas-ı efkâr için cumhurun mu’tekadat-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delalet etmek için değildir. Zira Kur’an, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki; o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatları ehl-i tahkika parmakla gösterir ve işaret eder. Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübin’in bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. Yani bazı âyâtı, ehavatının mâ-fiz-zamirlerini izhar eder. Öyle ise bazıları diğer bir ba’za karine olabilir ki; mana-yı zahirî murad değildir.

Vehim ve Tenbih:

Eğer istidlalin makamında denilse idi ki: Elektriğin acaibi ve cazibe-i umumiyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anasırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber suriye olan hareketini nazara alınız, tâ Sâni’i bilesiniz! İşte o vakit delil olan san’at, marifet-i Sâni’ olan neticeden daha hafî ve daha gamız ve kaide-i istidlale münafî olduğundan bazı zevahiri, efkâra göre imale olunmuştur. Bu ise: Ya müstetbe-üt terakib kabîlesinden veya kinaî nev’inden olduğu için medar-ı sıdk ve kizb olmaz. Meselâ:

قَالَ

lafzındaki elif eliftir. Aslı vav olsa, kâf olsa, ne olursa olsun tesir etmez.

Ey birader! İnsaf et… Acaba şu üç nokta-i itiraz cemi’ a’sarda cemi’ insanların irşadları için inzal olunan Kur’an’ın i’cazına en zahir delil değil midir? Evet..

وَالَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَش۪يرِ النَّذ۪يرِ وَ بَص۪يرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَ اَجَلُّ وَ اَجْلٰى وَ اَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَق۪يقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَ اَعْلٰى وَ اَنْزَهُ وَ اَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ

{1: Şu Arabiyy-ül ibare iki mezheb-i bâtılın reddine işarettir.}

Neam.. hayalin ne haddi vardır ki; nurefşan olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin. Evet, mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdktır. Hak ise, tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir.

​— · ⁖ · —

Kur’an-ı Kerim’in i’câzını (mu’cizeliğini) inkâr veya tenkit niyetiyle ortaya atılan üç esaslı şüpheye (şübehat ve şükûk) karşı verilen son derece hikmetli ve derûnî cevapları ihtiva etmektedir.
Bu metin, mezkûr üç tenkit noktasının, zannedildiği gibi bir noksanlık veya zâfiyet değil, bilakis Kur’an’ın i’câzının (beşer takatinin fevkinde olmasının) ve belâgatının (yerine, muhatabına ve maksada en uygun sözü söyleme sanatının) en parlak isbatları olduğunu tafsilatlı bir surette ortaya koymaktadır.

Konunun İzahı: Üç Şüphe ve İ’câz Delillerine Dönüşmesi
Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul (evrensel) irşadına karşı yöneltilen üç temel tenkit ve bu tenkitlerin nasıl birer mu’cize nişanı olduğuna dair izahat şöyledir:
Birinci Nokta: Müteşâbihat ve Belâgat
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın en mühim vasfı, beyanındaki vuzuh (açıklık) ve belâgattır. Hal böyleyken, içinde müteşâbihat (manası kapalı, birden çok manaya gelebilen, teşbihli ve temsili) ayetlerin bulunması, iddia edilen bu vuzuh ve belâgata aykırı (münafî) değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu bir noksanlık değil, ayn-ı belâgattır.
• Belâgatın Tarifi: Belâgat, “mukteza-yı hale mutabakat”tır. Yani, sözü, muhatabın durumuna, seviyesine ve maksadın icabına tam uygun olarak söylemektir.
• Muhatap Kitle: Kur’an, sadece yüksek seviyeli âlimlere (havass) değil, aynı zamanda beşeriyetin ekseriyetini teşkil eden cumhur-u avama (genel halk tabakasına) da hitap eder.
• Avamın İdrak Seviyesi: Avam tabakası, hakaik-i mücerredeyi (soyut, manevî hakikatleri) doğrudan idrak edemez. Onların zihinleri, alıştıkları ve gördükleri mütehayyelat (hayalî, somut tasvirler) ve me’lufat (alışılmış şeyler) ile çalışır.
• Tenezzülât-ı İlahiye: İşte Cenâb-ı Hak, bu kullarına olan sonsuz rahmet ve hikmetiyle, onların zihinlerini ürkütmemek (te’nis-i ezhan) için “tenezzülât-ı İlahiye” ile muamele eder. Yani, o pek yüce ve mücerred hakikatleri, avamın anlayabileceği somut misaller, teşbihler ve temsiller (metaforlar) suretinde onlara takdim eder.
• Misal: Metinde zikredildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki sonsuz tasarrufunu (hâkimiyetini) idrak edemeyen birine, bu hakikati, bir sultanın tahtındaki (serir-i saltanatındaki) tasarrufu suretinde göstermek bir takrib (yaklaştırma) sanatıdır. “اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى” (Allah Arş’a istivâ etti) ayeti bu kabildendir.
• Netice: Müteşâbihat, avamın nazarında bir dürbîn (dürbün) vazifesi görür; o somut suretten geçerek asıl mücerred hakikati görmelerini temin eder. En derin hakikatleri, en basit bir zihne dahi hissettirebilmek, belâgatın noksanı değil, tam aksine kemâlidir.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Müteşâbihatın Varlığı ve Hikmeti:
“Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun (âyetlerinin) bir kısmı muhkemlerdir ki; bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kendilerine göre) yorumlamak için müteşâbih olanlara uyarlar. Oysa onun yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)
• İzah: Bu ayet, müteşâbihatın varlığını ve buna karşı iki farklı tavrı (fitne arayanlar ve ilimde derinleşenler) açıkça belirtir.
• Misal Getirme Sanatı (Temsil):
“Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisineği ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirlere gelince, ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğru yola iletir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara, 2/26)
• İzah: Bu ayet, Allah Teâlâ’nın, hakikati vazıh kılmak için en basit varlıkları dahi misal (temsil) olarak kullanmaktan çekinmediğini, bunun da hikmet gereği olduğunu gösterir.
İkinci Nokta: Kevnî İlimler (Fünun) ve İrşad
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın asıl maksadı irşad (doğru yolu gösterme) ve talim (öğretme) ise, neden fünun-u ekvanda (kâinat ilimlerinde, tabiat bilimlerinde) tafsilata girmemiş, bu konularda ibham (kapalılık, müphemlik) ve ıtlakat (genel ifadeler) kullanmıştır? Bu durum, irşad maksadına aykırı değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu durum noksanlık değil, ayn-ı irşad ve hikmettir.
• Kur’an’ın Aslî Maksadı: Kur’an bir fen (bilim) kitabı değil, bir hidayet kitabıdır. Onun gayesi, insanlara fizik, kimya veya astronomi dersi vermek değil, onlara Hâlık’larını (Yaratıcılarını) ve ubûdiyet (kulluk) vazifelerini talim etmektir.
• İlimlerin Yapısı (Doğası): Fünun (ilimler), terakki (ilerleme), tedric (derece derece gelişme) ve telahuk-u efkâr (fikirlerin birikimli olarak birbirini takip etmesi) ile teşekkül eder. Bugünkü bir ilmî hakikat (mesela arzın hareketi, mikropların varlığı), asırlar önce bedihiyat-ı hissiyenin (duyularla elde edilen ve doğruluğu apaçık kabul edilen bilgilerin) tam zıddı idi.
• Hikmet-i İrşad: Eğer Kur’an, 14 asır önce, insanların “gözleriyle gördükleri” hakikatlerin (güneşin döndüğü, arzın sabit olduğu) zıddını sarahaten (açıkça) söyleseydi; bu durum teşviş-i ezhan (zihinleri karıştırmak) ve safsata (mugalata) olarak algılanırdı. İnsanlar, asıl olan hidayet mesajını (Tevhid, Nübüvvet, Haşir) kabul etmeden önce, o gün isbatı mümkün olmayan bu ilmî detaylarda boğulur ve inkâra saparlardı.
• Düstur: Hikmetli irşadın düsturu şudur: “كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ” (İnsanlara akıllarının seviyesine/kapasitesine göre konuşunuz).
• Netice: Kur’an, bu ilmî hakikatleri inkâr etmemiş; fakat ibham (kapalılık) perdesiyle örtmüş, ıtlak (genel) ifadeler kullanmış ve o ifadelerin derûnuna (içine) remz (işaret) ve îma ile ehl-i tahkik için kapılar açmıştır. Bu, hem avamı teşvişten korumuş hem de havassı (âlimleri) o remizlerden istifadeye davet etmiştir. Bu da belâgatın ve irşadın zirvesidir.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Kur’an’ın Aslî Gayesi (Hidayet):
“Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet rehberidir.” (Bakara, 2/2)
“(Bu,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrâhîm, 14/1)
• İzah: Ayetler, Kur’an’ın bir fen kitabı değil, bir “hidayet rehberi” (hüden) olduğunu net olarak ortaya koyar.
• İlmî Hakikatlere Remz (İşaret):
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47)
• İzah: “Genişletmekteyiz” (lâ mûsiûn) tabiri, 14 asır sonra keşfedilen evrenin genişlemesi hakikatine açık bir remizdir.
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir hâlde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ, 21/30)
• İzah: Göklerin ve yerin “bitişik” (ratkan) olup “ayrılması” (fetkanâ), modern kozmolojinin “Büyük Patlama” (Big Bang) nazariyesine kuvvetle işaret eder.
Üçüncü Nokta: Zâhirî İfadeler ve Aklî Delil
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın yolu tahkik (hakikati araştırma) ve hidayet iken, neden bazı zâhirî (dış, lafzî) ifadeleri, delil-i aklînin (aklî isbatın) veya vakıanın (gerçeğin) hilafına (zıddına) imale (meylettirilmiş) görünmektedir? (Mesela Güneş’in “akıp gitmesinden” bahsetmesi gibi). Bu durum, hakikate aykırı değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu durum, hakikate aykırı olmak şöyle dursun, istidlal (delil getirme) metodunun ve mantık kaidesinin tam gereğidir.
• İstidlal Kaidesi: Mantıkta “delil, müddeadan (iddia edilen şeyden) daha açık (evzah) ve daha malûm (bilinir) olmalıdır.”
• Kur’an’ın Maksadı: Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi (zikr-i ekvan), istitradîdir (asıl konu arasında yeri gelmişken bahsedilen ikincil konudur). Asıl maksat, kâinattaki san’atı ve nizamı (düzeni) gösterip, o nizamdan Nazzâm-ı Hakikî olan Sâni’-i Zülcelal’e (Yaratıcı’ya) istidlal etmek, yani O’nun varlığını ve birliğini isbat etmektir.
• Muhatabın Durumu: O günün insanı için “Sâni’in (Yaratıcının) varlığı” müddea (isbatlanacak iddia) idi, yani meçhul (bilinmeyen) veya şüpheli idi. Arzın döndüğü, güneşin sabit olduğu ise bütün bütün meçhul ve hissin hilafına (duyunun zıddına) bir iddia idi.
• Batıl İstidlal: Eğer Kur’an deseydi ki: “Ey insanlar! Bakın, arz dönüyor ve güneş sabittir (o gün için en hafî/gizli mesele); öyleyse (bu bilinmeyen şeye dayanarak) bilin ki, Allah vardır (diğer bilinmeyen).” Bu, delili müddeadan daha hafî (gizli) kılmak olurdu ki, bu bâtıl bir istidlal yoludur.
• Doğru İstidlal: Kur’an ise şöyle der: “Ey insanlar! Gözünüzle gördüğünüze bakın: Güneş (size göre) akıp gidiyor, gece gündüz peş peşe geliyor. Bu gördüğünüz nizam ve san’at, bir Nazzâm’ı (Düzenleyici’yi) gösterir.”
• Netice: Kur’an, maksad-ı aslî olan Sâni’in isbatı için, delil olan nizamı, cumhurun hissine ve hissî telakkilerine (duyusal kabullerine) göre imale ederek (o yöne meylettirerek) ifade etmiştir. Bu, o ifadenin hakikatinin o olduğunu tasdik etmek değil, o görünen nizamı delil olarak kullanmaktır. Bu, müstetbe-üt terakib (cümlenin yapısından anlaşılan dolaylı mana) veya kinaî (üstü kapalı söz) kabîlindendir; sıdk (doğruluk) ve kizb (yalan) ile vasıflanamaz. Tıpkı “Güneş doğdu” demek gibi.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler (TDV Meali):
• Görünen Nizamı Delil Getirme:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
• İzah: Ayet, Sâni’in varlığına delil olarak, o günkü insanların gözlemledikleri (nazar ettikleri) ve malûmları olan nizamı (gece-gündüz, gemi, yağmur, rüzgâr) delil getirir.
• Görünüşe Göre İfade (İmale):
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn, 36/38)
• İzah: Burada insanların gözlemlediği (Güneş’in akışı) zikredilerek, bu görünen düzenin bir “Takdir-i Aziz-i Alîm” (Allah’ın takdiri) olduğu belirtilir. Maksat astronomi dersi değil, bu nizamdan Sâni’e intikaldir.
• Hakikate İşaret (Remz):
“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 36/40)
• İzah: İki ayet sonra, “her biri” (küllün fî felekin) diyerek, sadece Güneş’in değil, Ay’ın ve (zımnen) Arz’ın da bir “felek”te (yörüngede) “yüzdüğüne” (yesbehûn) işaret ederek, ehl-i tahkike hakikatin kapısını açar.

Netice-i Kelâm
İktibas edilen metnin tamamı, bu üç noktanın (Müteşâbihat, Fünundaki İbham, Zâhirî İfadeler) Kur’an-ı Kerim için bir noksanlık değil, bilakis onun ayn-ı i’câzı (mu’cizeliğinin ta kendisi), ayn-ı belâgatı (fesahatin zirvesi) ve ayn-ı hikmeti (hikmetin ta kendisi) olduğunu isbat etmektedir.
Zira Kur’an, beşerî bir kelâm gibi sadece bir asra veya bir zümreye değil; bütün asırlara ve bütün insan tabakalarına (avamdan havassa) aynı anda hitap eden, cihan şümul ve ebedî bir Kelâm-ı Ezelî’dir. Bu üç nokta, bu cihan şümul irşadın nasıl mu’cizâne bir surette yapıldığının en parlak delilleridir.

 

Beşinci Meslek

Marufe ve meşhure olan havarik-ı zahire ve mu’cizat-ı mahsusedir. Siyer ve tarihin kitabları onlar ile meşhundur. Ülema-yı kiram (Cezahümüllahu hayran) hakkıyla tefsir ve tedvin etmişlerdir. Malûmun talimi lâzım gelmemek için biz tafsilinden kat’-ı nazar ettik.

İşaret:

Şu havarık-ı zahirenin herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir, mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır. O havarık birkaç nev’ üzerindedir. İşte:

Bir nev’i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır Peygamber’den (A.M.) istifade ve istifaza ederek, keramet sahibi olduğundan, kalb-i hassasından hiss-i kabl-el vukua binaen irhasatla Fahr-i Âlem’in geleceğini ihbar etmiştir.

Bir nev’i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıdlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.

Bir kısmı dahi: Tahaddi vaktinde izhar olunan havarik-ı hissiyedir. Bine karib ta’dad olunmuştur. Demek söylediğimiz gibi herbir ferdi, âhâdî de olursa mecmuu mütevatir-i bilmanadır.

Birisi: Mübarek olan parmaklarından suyun nebeanıdır. Güya maden-i sehavet olan yed-i mübarekesinden maye-i hayat olan suyun nebeanıyla menba-ı hidayet olan lisanından, maye-i ervah olan zülâl-i hidayetin feveranını hissen tasvir ediyor.

Biri de: Tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvandır. Güya hidayetindeki hayat-ı maneviye, cemadat ve hayvanata dahi sirayet ederek nutka getirmiştir.

Biri de: İnşikak-ı Kamer’dir. Güya kalb-i sema hükmünde olan Kamer, mübarek olan kalbiyle inşikakta bir münasebet peyda etmek için sine-i saf ve berrakını mübarek parmağın işaretiyle iştiyakan şakk u çâk etmiştir.

Tenbih:

İnşikak-ı Kamer mütevatir-i bilmanadır.

وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ

olan âyet-i kerime ile sabittir. Zira hattâ Kur’an’ı inkâr eden dahi, bu âyetin manasına ilişmemiştir. Hem de ihtimal vermeye şâyan olmayan bir tevil-i zaîften başka tevil ve tahvil edilmemiştir.

Vehim ve Tenbih:

İnşikak, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem şu zaman gibi âsumana adem-i tarassud, hem vücud-u sehab, hem ihtilaf-ı metali’ cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir. Hem de hem-matla’ olanlarda sabittir ki, görülmüştür. Birisi ve en birincisi ve en kübrası olan Kur’an-ı Mübin’dir. İşte sâbıkan bir nebzesine îma olunan yedi cihetle i’cazı müberhendir. İlââhirihî… Sair mu’cizatı kütüb-ü mutebereye havale ediyorum.
Hâtime

Ey benim kelâmımı mütalaa eden zevat! Geniş bir fikir ile ve müteyakkız bir nazar ile ve müvazeneli bir basiretle mecmu-u kelâmımı yani mesalik-i hamseyi muhit bir daire veya müstedir bir sur gibi nazara alınız, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetine merkez gibi temaşa ediniz. Veyahut sultanın etrafına halka tutmuş olan asakir-i müteavinenin nazarıyla bakınız! Tâ ki bir taraftan hücum eden evhamı, mütecavibe ve müteavine olan cevanib-i saire def’ edebilsin. İşte şu halde Japonların suali olan

مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذ۪ى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ

ye karşı derim: İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…

İşaret ve irşad ve tenbih:

Vakta kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat canibinden müstantık ve sâil sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, istikbale teveccüh eden nev’-i beşerin talîalarına rastgelmiş; birden fenn-i hikmet şöyle bir takım sualleri îrad etmiş ki: “Ey insan evlâdları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle? Ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz nereden? Ve müntehanız nereyedir?” O vakit nev’-i beşerin hatib ve mürşid ve reisi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat canibinden gelen fenn-i hikmete şöyle cevab vermiştir ki: “Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i mevcudat, Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu hulle-i vücudu bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet olan istidadatı veren, cemi’-i evsaf-ı kemaliye ile muttasıf ve Vâcib-ül Vücud olan Hâkim-i Ezel’dir. Biz maaşir-i beşer dahi, şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra birden ebede müteveccihen şehristan-ı ebed-ül âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.

İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!..”

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nda Peygamber Efendimiz’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) nübüvvetinin isbatına dair “Beşinci Meslek” olarak zikredilen Mucizat-ı Mahsuse ve Havarık-ı Zahire bahsidir. Bu bölümde, Efendimiz’in (A.S.M.) peygamberliğini tasdik eden harikulâde haller ve hissi mucizeler tafsilatlı bir nazarla ele alınmaktadır.

Giriş: Beşinci Meslek’in Mahiyeti
Metnin başında ifade edildiği gibi, nübüvvetin isbatında “Beşinci Meslek”, bizzat Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) zâtında ve elinde zahir olan, siyer ve tarih kitaplarının teferruatıyla kaydettiği harikulâde haller, yani mucizelerdir.
Bu mucizeler, O’nun (A.S.M.) davasında sadık olduğunun ve doğrudan doğruya Kâinatın Hâlıkı (C.C.) tarafından vazifelendirildiğinin en zahirî ve en kat’î delilleridir. Bir padişahın elçisinin, o padişahın hususi mührünü veya alametini taşıması gibi, Peygamber Efendimiz (A.S.M.) de Hâlık-ı Kâinat’ın “tasdik mührünü”, yani O’nun (C.C.) kudretine mahsus olan harikulâde fiilleri göstermiştir.

1. Mucizelerin İsbat Kuvveti: Tevatür-ü Manevî
Metninizde zikredilen en mühim noktalardan biri, bu mucizelerin isbat kuvvetidir.
• Tasnif: Metin, “herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir” buyurur. Yani, tek tek her bir mucize hadisesi (mesela bir hurma kütüğünün inlemesi veya bir avuç yemeğin yüzlerce kişiyi doyurması), rivayet ilmi açısından âhadî (tekil raviler zinciriyle gelen) olabilir.
• Katiyet: Lakin, “mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır.”
• Müradifi (İzahı): Tevatür-ü bilmana (manevî tevatür), bir hadisenin lafzen birebir aynı olmasa da, manasının ve vuku bulduğunun yalan üzerine ittifak etmesi aklen imkânsız olan bir cemaat tarafından kat’î surette nakledilmesidir.
Misal olarak: “Peygamberimiz (A.S.M.) az yemeği bereketlendirerek çok kişiyi doyurmuştur.” haberi, belki yirmi farklı ve zayıf hadisle gelmiştir. Ancak bu yirmi rivayetin hepsi birden aynı manayı (bereket mucizesini) teyit ediyorsa, bu rivayetler birbirini kuvvetlendirir ve hadisenin cinsi (bereket mucizesi) mütevatir-i bilmana derecesine çıkar. Tek tek iplikler zayıf olsa da, bir araya geldiklerinde kopmaz bir halat teşkil ederler.
Metniniz, bu mucizelerin bine karib (bine yakın) olduğunu zikrederek, bu mucize “halatının” ne kadar kuvvetli olduğunu ifade eder.

2. Mucizatın Nevileri (Çeşitleri)
Metin, bu bin’e yakın mucizeyi üç ana başlıkta tasnif etmektedir:

A. İrhasat-ı Mütenevvia (Çeşitli İrhasat)
• Müradifi (İzahı): İrhasat, peygamberlik vazifesi verilmeden evvel zuhur eden harikulâde hallerdir. Bunlar, o zâtın gelecekteki büyük vazifesine bir “hazırlık” ve “işaret” mahiyetindedir.
• Metnin Yorumu: Metin, bu hadiseleri sadece Efendimiz’in (A.S.M.) şahsıyla sınırlı tutmaz. Güya bütün bir asrın, O’nun (A.S.M.) gelişini “hiss-i kabl-el vuku” (olaydan önce hissetme) ile haber verdiğini, o asrın O’ndan (A.S.M.) istifade ederek keramet sahibi olduğunu beyan eder. Bu, O’nun (A.S.M.) nurunun, daha dünyaya teşrifinden evvel kâinata tesir ettiğini gösterir.

B. İhbarat-ı Gaybiye (Gaybdan Haber Vermeler)
• Müradifi (İzahı): Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) ne maziden (geçmişten) ne de istikbalden (gelecekten) haberi olmadığı halde, Vahy-i İlahî ile bildirmesi neticesinde verdiği haberlerdir.
• Metnin Yorumu: Metin, bu durumu O’nun (A.S.M.) “tayyar olan ruh-u mücerredi”nin (uçucu, maddeden mücerred ruhunun) zaman ve mekân kayıtlarını kırıp mazi ve müstakbeli temaşa etmesi şeklinde tasvir eder. Bu, O’nun (A.S.M.) ruhunun, vazifesi icabı, madde âleminin kayıtlarından âzâde kılındığını gösterir.
• Ayet ile Misal (İstikbal): Kur’an-ı Kerim, O’nun (A.S.M.) lisanıyla Rumların (Bizans) yakın bir zamanda Farslara (Sasaniler) galip geleceğini, Müslümanların da o gün sevineceğini haber vermiştir:
$ {غُلِبَتِ الرُّومُ ﴿٢﴾ ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ ﴿٣﴾ ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ ﴿٤﴾}$
Meali: “Romalılar (Rumlar) yenilgiye uğradı. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir (mutlak hükümranlık) Allah’ındır. O gün mü’minler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.” (Rum, 30/2-4)

C. Havarık-ı Hissiye (Hissî Mucizeler)
• Müradifi (İzahı): Tahaddi (meydan okuma) vaktinde, inkârcıların talebi veya bir ihtiyaca binaen, insanların hisleriyle (göz, kulak vb.) müşahede ettikleri harikulâde hallerdir. Metin, bu neviden üç mühim misal zikreder:
• Parmaklarından Suyun Nebeanı (Akması): Metin, bu hadiseyi sadece fizikî bir mucize olarak değil, manevî bir tasvir olarak da izah eder:
• O’nun (A.S.M.) mübarek eli, “maden-i sehavet” (cömertlik kaynağı)dır.
• O elden maye-i hayat (hayat mayası) olan suyun akması; O’nun (A.S.M.) mübarek lisanının “menba-ı hidayet” (hidayet pınarı) olduğunu ve o lisandan maye-i ervah (ruhların mayası/hayatı) olan “zülâl-i hidayet”in (saf hidayet suyunun) aktığını hissen tasvir eder. Yani maddi mucize, manevî hakikate işaret eder.
• Tekellüm-ü Şecer ve Hacer (Ağaç ve Taşın Konuşması):
• Metnin Yorumu: O’nun (A.S.M.) getirdiği hidayetin verdiği “hayat-ı maneviye” (manevî hayat), sadece insanlara ve cinlere değil, cemadat (cansız varlıklar) ve hayvanata dahi sirayet etmiş, onları nutka getirmiştir. Bu, O’nun (A.S.M.) risaletinin ne kadar cihan şümul (evrensel) olduğunu gösterir.
• İnşikak-ı Kamer (Ay’ın Yarılması): Metnin üzerinde en çok durduğu hissî mucizedir.

3. İnşikak-ı Kamer ve Ayet Delili
Metin, bu mucizenin mütevatir-i bilmana olduğunu ve Kur’an ayetiyle sabit olduğunu vurgular.
• Ayet: Metnin zikrettiği (وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ) ifadesinin geçtiği ayet-i kerime şöyledir:
$ {اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ﴿١﴾}$
Meali: “Saat yaklaştı, ay yarıldı.” (Kamer, 54/1)
• Metnin Yorumu (Tasvir): Bu hadise, sadece Kureyş’e bir delil değil, kâinat çapında bir tasdiktir. Metin bunu şöyle tasvir eder: “Kalb-i sema hükmünde olan Kamer” (Göğün kalbi hükmündeki Ay), Efendimiz’in (A.S.M.) “mübarek olan kalbiyle” bir münasebet peyda ederek, O’nun (A.S.M.) parmağının işaretiyle “sine-i saf ve berrakını” (saf ve berrak göğsünü) iştiyakla (özlemle) “şakk u çâk etmiştir” (yarıp parçalamıştır).
• Vehim ve Tenbih (Şüpheye Cevap): Metin, “Neden bütün dünya bu hadiseyi görmedi?” şeklindeki felsefî bir tenkide (eleştiriye) cevap verir. Görmenin lazım gelmemesinin sebepleri:
• Âni olması (çok kısa bir sürede gerçekleşmesi).
• Gece ve vakt-i gaflet olması (insanların uykuda veya meşgul olması).
• Adem-i tarassud (O zamanlar astronomik gözlem alışkanlığının yaygın olmaması).
• Vücud-u sehab (Bulutların varlığı, manî olması).
• İhtilaf-ı metali’ (Ay’ın doğuş vakitlerinin ve saat dilimlerinin farklı olması. Bir yerde gece iken, diğer yerde gündüz olması).

4. Mucizelerin En Kübrası: Kur’an-ı Mübin
Metin, hissî mucizeleri saydıktan sonra “en birincisi ve en kübrası” (en büyüğü) olan Kur’an-ı Mübin’e (Apaçık Kur’an) işaret eder.
Diğer mucizeler, o asırda yaşayanlara hitap eden hissî ve muvakkat (geçici) delillerdi. Kur’an ise, akla hitap eden, manevî ve ebedî bir mucizedir. Onun mucizeliği (i’cazı) metinde “yedi cihetle müberhendir (isbatlıdır)” şeklinde ifade edilir. Bu yedi cihet, Risale-i Nur’un başka bahislerinde (bilhassa 25. Söz’de) tafsil edilir (Lafzındaki belagatı, manasındaki derinliği, gaybî ihbaratı, ilmî hakikatleri, içtimaî ve hukukî nizamı vb.).
• Ayet ile Tahaddi (Meydan Okuma): Kur’an’ın mucizeliğinin delili, tahaddi etmesi, yani inkârcılara “Eğer şüpheniz varsa, haydi bir benzerini getirin” diye meydan okumasıdır:
$ {وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٢٣﴾}$
Meali: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (Bakara, 2/23)
Hâtime ve İşaret: Nübüvvetin Küllî Manası
Metnin sonundaki “Hâtime” ve “İşaret” kısımları, bu Beşinci Meslek’in ve diğer dört mesleğin (Peygamberlik delillerinin) gayesini ortaya koyar:
• Müdafaa Metodu (Hâtime): Tüm bu deliller (mesalik-i hamse), tek başlarına değil, “mecmu-u kelâmı” yani bir bütün olarak ele alınmalıdır. Bir “daire” veya “sur” gibi, Hz. Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetini merkeze alıp O’nu (A.S.M.) müdafaa ederler. “Asakir-i müteavine” (birbirine yardım eden askerler) gibi, bir taraftan hücum eden şüpheleri (evhamı), diğer cephedeki deliller def’ eder.
• Allah’ın Varlığına Delil Olması (Hâtime): Japonların suali (مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ… “Sizin bizi davet ettiğiniz İlah’ın varlığına dair açık delil nedir?”) sorusuna verilen cevap, felsefî bir isbat değil, canlı bir bürhandır: “İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…”
• Çünkü böyle bir zât (A.S.M.), ancak böyle bir Allah’ın (C.C.) Resûlü olabilir. O’nun (A.S.M.) ahlakı, getirdiği nizam, gösterdiği mucizeler ve O’nu (A.S.M.) tasdik eden Kur’an, kendisini gönderen Sâni’in (C.C.) varlığına ve kemal sıfatlarına en büyük delildir.
• Beşeriyetin Suallerine Cevap Olması (İşaret): Metnin sonundaki temsilde:
• Fenn-i Hikmet (Bilim ve Felsefe): Kâinat namına insana en temel sualleri sorar: “Nereden geliyorsunuz? (Mebdeiniz neresi?)”, “Ne edeceksiniz? (Vazifeniz nedir?)”, “Nereye gideceksiniz? (Müntehanız neresidir?)”.
• Muhammed (A.S.M.): Beşeriyetin hatibi olarak, Hükûmet-i Hilkat (Yaratılış Hükümeti) namına bu felsefî suallere yegâne kat’î cevabı verir:
• Nereden? “Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz.” (Biz tesadüfen gelmedik, memuruz).
• Ne Edeceksiniz? “Şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz.” (Hayatın gayesi, ebedî saadeti kazanmaktır).
• Nereye? “Ebede müteveccihen şehristan-ı ebed-ül âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.” (Yolculuk, cismanî dirilişe doğrudur).
Sonuç olarak bu “Beşinci Meslek”, sadece hissî mucizeleri saymakla kalmaz; bu mucizelerin manevî tevatür kuvvetini, sembolik manalarını ve en nihayetinde bu mucizelerin sahibi olan Zât’ın (A.S.M.), kâinatın en büyük suallerine cevap veren yegâne mürşid ve Allah’ın (C.C.) varlığına en parlak delil olduğunu isbat eder.

 

Üçüncü Maksad

Haşr-i cismanîdir. Evet, hilkat onsuz olmaz ve abestir. Neam, haşir haktır ve doğrudur. Bürhanın en vâzıhı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Mukaddeme

Kur’an-ı Mübin, haşr-i cismanîyi o derece izah etmiştir ki; edna bir şübheyi bırakmamış. İşte biz de kuvvetimize göre onun berahinini bir derece tefsir için birkaç makasıd ve mevakıfına işaret edeceğiz.

Birinci Maksad:

Evet kâinattaki nizam-ı ekmel, hem de hilkatteki hikmet-i tâmme, hem de âlemdeki adem-i abesiyet, hem de fıtrattaki adem-i israf, hem de cemi’ fünun ile sabit olan istikra-i tâmm, hem de yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere, hem de istidad-ı beşerin cevheri, hem de insanın lâ-yetenahî olan âmâli, hem de Sâni’-i Hakîm’in rahmeti, hem de Resul-i Sadık’ın lisanı, hem de Kur’an-ı Mu’ciz’in beyanı; haşr-i cismanîye sadık şahidler ve hak ve hakikî bürhanlardır.
Mevkıf ve İşaret:

1- Evet saadet-i ebediye olmazsa nizam, bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Cemi’ maneviyat ve revabıt ve niseb, hebaen gider. Demek nazzamı, saadet-i ebediyedir.

2- Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinattaki riayet-i mesalih ve hikem ile mücehhez olduğundan, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Zira saadet-i ebediye olmazsa, kâinatta bilbedahe sabit olan hikem ve fevaide karşı mükâbere edilecektir.

3- Neam, akıl ve hikmet ve istikra’ın şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeye işaret, belki delalet eder. Zira adem-i sırf, herşeyi abes eder.

4- Evet fıtratta, ezcümle âlem-i suğra olan insanda, fenn-i menafi’-ül a’zânın şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösterir ki: İnsanda olan istidadat-ı maneviye ve âmâl ve efkâr ve müyulatının adem-i israfını isbat eder. O ise, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu ilân eder.

5- Evet öyle olmazsa umumen kurur, hebaen gider. Feya lil’aceb!. Bir cevher-i cihanbahanın kılıfına nihayet derece dikkat ve itina edilirse, hattâ gubarın konmasından muhafaza edilirse, nasıl ve ne suretle o cevher-i yegâneyi kırarak mahvedecektir? Kellâ!.. Ona itina, onun hatırası içindir.

6- Evet sâbıkan beyan olunduğu gibi cemi’ fünunla hasıl olan, istikra-i tâmla sabit olan intizam-ı kâmil, o intizamı ihtilâlden halâs eyleyen ve tekemmül ve ömr-ü ebedîye mazhar eden haşr-i cismanînin sadefinde olan saadet-i ebediyeyi bizzarure iktiza eder.
7- Evet, saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra kıyamet dahi o destgâhtan çıkacağını haber veriyorlar. Evet insanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; bütün ezmanı yutsa tok olmaz. Sair enva’ın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir. Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i nev’iye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye remz ve işaret, belki şehadet eder.

8- Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur istidadatında mündemiç olan gayr-ı mahdud olan kabiliyattan neş’et eden müyulattan hasıl olan lâ-yetenahî âmâlinden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvuratı; mâvera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış ve medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur.

9- Neam, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmeti ise; cemi’ niamı nimet eden ve nıkmetlikten halâs eden ve kâinatı firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan halâs eyleyen saadet-i ebediyeyi nev’-i beşere verecektir. Zira şu herbir nimetin reisi olan saadet-i ebediyeyi vermezse, cemi’ nimetler nıkmete tahavvül ederek, bizzarure ve bilbedahe ve umum kâinatın şehadetiyle sabit olan rahmeti inkâr etmek lâzım gelir.

İşte ey birader!.. Mütenevvi olan nimetlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîyi nazara al! Nasıl o muhabbet, en büyük musibet olur! Demek hicran-ı ebedî, muhabbete karşı çıkamaz. İşte saadet-i ebediye, o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.

10- Neam, sâbık olan beş mesleği ile sıdk ve hakkaniyeti müberhen olan Peygamberimizin lisanı, haşr-i cismanînin definesindeki saadet-i ebediyenin anahtarıdır.

11- Neam, yedi cihetle onüç asırda i’cazı musaddak olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve fettahıdır ve besmelekeşidir.

İkinci Maksad:

Kur’an’da işaret olunan haşre dair iki delilin beyanındadır. İşte, Nahu Bismillahirrahmanirrahîm

* * *

Bu risalenin müellifi Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu risalenin te’lifinden 30 sene sonra te’lif ettiği Risale-i Nur Külliyatından “Dokuzuncu Şua”ın başında diyor ki:

“Latif bir inayet-i Rabbaniyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said yazdığı tefsir mukaddemesi “Muhakemat” namındaki eserin âhirinde, “İkinci Maksad: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. Nahu Bismillahirrahmanirrahîm” deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîmime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.”

​— · ⁖ · —

Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin “Eski Said” devresi eserlerinden olan Muhakemat’ın “Unsuru’l-Akîde” bölümünde yer alan “Üçüncü Maksad”dır. Bu metin, haşr-i cismanî (cesetlerin diriltilmesi) akidesinin zaruretini ve hakkaniyetini on bir esas üzerinden isbat etmeye çalışan bir “icmal” yani hülasa mahiyetindedir.

Giriş: Haşr-i Cismanînin Hilkatteki Yeri
Üstad Hazretleri, haşr-i cismanîyi “hilkat onsuz olmaz ve abestir” diyerek, onu kâinatın varlık sebebinin merkezine yerleştirir. Eğer haşir, yani ahiret hayatı olmasa, bütün bu muazzam kâinat nizamı manasız, gayesiz ve abes (boş, lüzumsuz) bir hale düşer. Bu davanın en vâzıh (açık) bürhanının (delilinin) ise Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu beyan eder. Zira O’nun (SAS) getirdiği din ve haber verdiği hakikatler, kâinatın manasını izah eden yegâne nurdur.
Metinde zikredilen on bir “sadık şahidler ve hak ve hakikî bürhanlar”ı, kâinatın nizamından, insanın fıtratından, İlahî sıfatlardan ve naklî delillerden hareketle şu ana başlıklar altında tahlil edebiliriz:

1. Kâinattaki Nizam, Hikmet ve Gayelilik (İşaret: 1, 2, 3, 6)
Metin, kâinattaki nizam-ı ekmel (en mükemmel düzen), hikmet-i tâmme (tam ve eksiksiz hikmet) ve adem-i abesiyet (abesiyete, manasızlığa yer olmaması) üzerine bina edilmiştir.

İzahı:
Kâinata nazar ettiğimizde (baktığımızda), atomlardan galaksilere kadar her şeyin hassas bir Mîzan (ölçü) ve intizam içinde hareket ettiğini görürüz. Bu nizam, varlıkların bir gayeye hizmet ettiğini gösteren bir hikmeti ihtiva eder. Metnin ifadesiyle, eğer bu muazzam nizamın neticesi bir saadet-i ebediye (ebedî mutluluk) olmazsa, bütün bu düzen “bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır.” Yani, geçici, çürük ve aldatıcı bir görüntüden ibaret olur. Bütün manevî bağlar (revabıt) ve nisbetler “hebaen gider” (boşa gider).
Zira kâinatta varlığı bilbedahe sabit (apaçık ortada) olan hikmet ve faydalar, ancak ebedî bir hayata namzet (aday) olduklarında gerçek kıymetini bulur. Aksi takdirde, en kıymetli varlık olan insanın, en aşağı bir varlıktan daha bedbaht bir akıbete uğraması, kâinattaki bu şaşmaz hikmete ve adalete aykırı düşer.
Müradifler (Alakalı Kavramlar):
Gaye-i Hilkat (Yaratılışın Gayesi), Sırr-ı Tenzim (Düzenin Sırrı), Mîzan (Denge), Adalet-i Mutlaka (Mutlak Adalet), Sünnetullah (Allah’ın tabiatta işleyen kanunları).

Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Adem-i Abesiyet:
“Biz, göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!” (Sâd 38/27)
• Hikmet ve Gaye:
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115)
• Adalet ve Haşrin Bağlantısı:
“Yoksa biz, iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?” (Sâd 38/28)

2. Fıtrattaki İktisat ve İnsanın Cevheri (İşaret: 4, 5)
Metin, fıtrattaki adem-i israf (tabiattaki israfsızlık) prensibini delil getirir.

İzahı:
Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyi israf etmez. Metnin “fenn-i menafi’-ül a’zânın şehadetiyle” (organların faydaları ilminin/fizyolojinin şahitliğiyle) dediği gibi, bedendeki her azanın, her hücrenin bir vazifesi vardır; lüzumsuz hiçbir şey yaratılmamıştır.
Bu prensip, âlem-i suğra (küçük âlem) olan insana tatbik edildiğinde: İnsana verilen istidadat-ı maneviye (manevî kabiliyetler), âmâl (emeller), efkâr (fikirler) ve müyulat (meyiller) eğer sadece bu kısa ve fani hayat için verilmişse, bu, en büyük israf olur. Üstad’ın 5. İşaret’teki “cevher-i cihanbaha” (dünya değerinde kıymetli mücevher) teşbihi (benzetmesi) harikadır: Değersiz bir kılıfa (insanın bedeni veya dünya hayatı) bu kadar itina gösterilip gubarın (tozun) konmasından muhafaza edilirken, onun içindeki cevher-i yegâne (insanın ruhu, kalbi, istidadı) nasıl olur da kırılarak mahvedilebilir? Bu, Sâni’-i Hakîm’in hikmetine ve iktisadına zıttır.
Müradifler:
İktisat, Ahsen-i Takvim (En güzel suret), Zübde-i Kâinat (Kâinatın özü), Ehemmiyet-i İnsaniye.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
• İnsanın Kıymeti:
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)
3. Haşr-i Baharî ve Kıyamet Nümuneleri (İşaret: 7)
Metin, haşrin isbatı için “yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere”yi (gün ve yıl gibi türlerde tekrarlanan küçük kıyametleri) delil gösterir.

İzahı:
Kâinat, bir saat fabrikası gibi işler. “Saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene…” teşbihi, bu düzenin bir gayeye doğru aktığını gösterir. Geceden sonra sabahın gelmesi, kıştan sonra baharın gelmesi, ölmüş yeryüzünün yeniden diriltilmesi; bütün bunlar “o destgâhtan” (o fabrikadan) mevtten sonra kıyametin de çıkacağını haber veren misallerdir.
Bahar mevsiminde yüz binlerce nevi bitki ve hayvanatın yeniden yaratılması, tek bir insanın yaratılmasından daha zor değildir. Bunu her sene yapan Kudret-i Ezeliye, elbette insanın “kıyamet-i şahsiye-i umumiyesine” (şahsî ve umumî kıyametine) de muktedirdir.
Müradifler:
Haşr-i Baharî (Bahar dirilişi), Teceddüd-i mahlûkat (Varlıkların yenilenmesi), Devridaim, Kudret-i Ezeliye.

Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Baharın Dirilişi:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30/50)
• İlk Yaratılışın Delil Olması:
“İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratılış konusunda şüphe içindedirler.” (Kâf 50/15)

4. İnsanın Derûnî Yapısı ve Ebediyet Arzusu (İşaret: 7, 8)
Metin, insanın fıtratına dercedilen (yerleştirilen) “lâ-yetenahî olan âmâli” (sonsuz emelleri) ve “gayr-ı mahsur istidadatı” (sınırsız kabiliyetleri) delil gösterir.

İzahı:
Diğer canlıların nazarı (bakışı), lezzeti ve elemi cüz’î (parçaya ait) ve ânî (o ana ait) iken; insanın fıtratına “nur-u fikir” (düşünce nuru) verilmiştir. Bu nur, onun emellerine öyle bir vüs’at (genişlik) vermiştir ki, “bütün ezmanı yutsa tok olmaz.” İnsan, fıtraten ebediyeti ister. Sadece bu dünya ile tatmin olmaz.
Bu gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat (sonsuz fikirler ve tasavvurlar), elini “mâvera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış”tır. Eğer bu ebedî saadet yoksa, insanın bu sonsuz istidadı ve arzusu bir abesiyet ve en büyük israf olur.
Müradifler:
Ebed Arzusu, Câmiiyyet-i İnsaniye (İnsanın toplayıcılığı), Fıtrat-ı Beşer.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
• İnsanın Rabbine Olan Yolculuğu:
“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O’na varacaksın.” (İnşikâk 84/6)

5. İlahî Sıfatların Tecellisi: Rahmet (İşaret: 9)
Metin, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmetini en kuvvetli delillerden biri olarak sunar.

İzahı:
Haşir, her şeyden evvel Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin bir gereğidir. Eğer saadet-i ebediye olmazsa, dünyadaki cemi’ nimetler nıkmete tahavvül eder (bütün nimetler azaba dönüşür). Metnin vurguladığı gibi, muhabbet (sevgi) ve şefkat dahi, firak-ı ebedî (sonsuz ayrılık) ve hicran-ı lâyezalî (bitimsiz ayrılık acısı) nazara alındığında, “en büyük musibet olur.”
Sevdiklerimizden ebediyen ayrılacaksak, onlara duyduğumuz sevgi ve şefkat, daimi bir azap kaynağına dönüşür. Kâinatın şahitliğiyle sabit olan bu sonsuz İlahî rahmet, bu azaba müsaade etmez. Rahmet, hicran-ı ebedîye “öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.”
Müradifler:
Rahmet-i Vâsia (Geniş rahmet), Vedûd (Çok seven), Adalet-i İlahiye, Hikmet-i Rabbaniye.
Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Rahmetin Kuşatıcılığı:
“O da, ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım’ dedi.” (A’râf 7/156)
• Rahmetin Eseri:
“Kendi rahmetinden olmak üzere, içinde dinlenesiniz ve lutfundan isteyesiniz diye sizin için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.” (Kasas 28/73)

6. Naklî ve Nübüvvet Delilleri (İşaret: 10, 11)
Metin, aklî delillerden sonra en kuvvetli bürhanlar olan Nübüvvet ve Kur’an’ı zikreder.

İzahı:
10. İşaret, Resul-i Sadık’ın (SAS) lisanıdır. O’nun (SAS) sıdkı ve hakkaniyeti, beş mesleği (Üstad’ın başka eserlerinde izah ettiği gibi peygamberliğinin delilleri) ile müberhen (ispatlanmış) olan bir Zat, hayatı boyunca en çok haşirden bahsetmiştir. O’nun lisanı, “saadet-i ebediyenin anahtarıdır.”
• İşaret, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. “Yedi cihetle” (veya RNK’da zikredildiği gibi kırk vecihle) i’cazı (mucizeliği) musaddak (tasdik edilmiş) olan Kur’an’ın beyanlarının üçte birinden fazlası doğrudan veya dolaylı olarak ahiret ve haşir hakkındadır. Kur’an, bu hakikatin “keşşafıdır ve fettahıdır.”
Müradifler:
Vahiy, Nübüvvet, İcma-ı Enbiya (Peygamberlerin ittifakı), İ’caz-ı Kur’an.

Konuyla Alakalı Ayetler (TDV Meali):
• Kur’an’ın Hakkaniyeti:
“Elif Lâm Mîm. İşte bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/1-2)
• Peygamberin Sıdkı:
“O, nefis arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (Necm 53/3-4)
• Haşrin Kesinliği:
“Allah, O’ndan başka ilah yoktur. Andolsun sizi, hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisâ 4/87)

Netice: “İkinci Maksad” ve “Dokuzuncu Şua” Bağlantısı
Metnin sonundaki dipnot, bu tahlilin en mühim noktalarından biridir. Bu dipnot, Muhakemat’ı (Eski Said dönemi) doğrudan Risale-i Nur Külliyatı’na (Yeni Said dönemi) bağlayan bir köprüdür.
• Üstad Hazretleri, bu metni yazdığı “Eski Said” devrinde, “İkinci Maksad” başlığı altında Kur’an’dan haşre dair iki ayeti tefsir etmeyi murad etmiş, “Nahu Bismillahirrahmanirrahîm” diyerek başlamış, fakat (muhtemelen o dönemin şartları veya başka bir İlahî hikmetle) daha yazamamış.
• Bu dipnotta, bundan tam “otuz sene sonra” Hâlık-ı Rahîm’in kendisine tevfik ihsan eylediğini ve o İkinci Maksad’ın tefsirini “Dokuzuncu Şua” olarak telif ettiğini beyan eder.
• Dokuzuncu Şua, metinde sadece başlanıp bırakılan o İkinci Maksad’ın tam ve mükemmel bir tefsiridir. Hususan, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn 36/78) sualine cevap veren ayetleri ve “İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik?” (Kâf 50/15) ayetini esas alarak, haşrin Dokuz Âlî Makam’da isbatını yapar.
• Ayrıca, Risale-i Nur’un temel esaslarından olan Onuncu Söz (Haşir Risalesi), bu Muhakemat’taki 11 bürhanın çok daha geniş, detaylı ve temsilî bir surette izahıdır.

Hülasa, elinizdeki metin, haşr-i cismanî davasının hem kâinat (nizam, hikmet, israfsızlık, bahar) hem insan (istidat, ebed arzusu) hem de İlahî sıfatlar (rahmet, adalet) ve nakil (Peygamber, Kitap) cihetlerinden isbatının çekirdek bir programıdır ki, bu program 30 sene sonra Risale-i Nur suretinde tam bir ağaç olarak tezahür etmiştir.

 

(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى آله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ

وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج الى سماء الحقائق، ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق، ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق، ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق، وجنة يروض فيها جياد الأفكار، وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار، ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار: فعليه يتدرس وتدريس هذا الكتاب.. لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب، وأصلى تصقيل الاسلامية عن الوهميات التى بها تعاب، وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب.. كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات، وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات. فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه

و ان شككت فيما أقول فيه، انظر الى الفرائد الساقطة من فيه

ويحق أن يقال في تأليفه

بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا

كتابًا باللآلي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا

مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين

ولذي الدين والأحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين

يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا

محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول

جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور

خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق

على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور

على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا

صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال

كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق

هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود

و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا

وقد أنشاه رازيّ الأوان ٭ مجيد للبديع في الزمان

وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام

Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır

Hakikat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur

Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir

Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır

Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir

Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır

Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikattan

Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır

Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta

Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.

Abdülmecid

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nın mühim eserlerinden olan İşaratü’l-İ’caz’ın başında yer alan, müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin küçük biraderi Abdülmecid Nursi (Ünlükul) tarafından kaleme alınmış meşhur takrizdir (övgü, sunuş yazısı).
Bu metin, hem Arapça belağatının yüksek bir numunesini hem de eserin (İşaratü’l-İ’caz’ın) kıymetini ve muhtevasını ortaya koyan edebî bir tahlildir.
Aşağıda metnin tercümesi ve izahı tafsilatlı olarak sunulmuştur:
Metnin Tercümesi
(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla)
أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى آله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ
(Cenab-ı Hakk’a hadsiz (sınırsız) hamd ederim. Ve O’nun Resulü, Efendimiz Muhammed’e (sav) ve O’nun Âline ve en doğru yolu (tarik-i esedd) takip eden Ashabına salât ederim.)
وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج الى سماء الحقائق،
(İmdi (bundan sonra): Bil ki, her kim hakikatlerin semasına yükselmeyi murad ederse,)
ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق،
(Ve fikrini, (en derin) inceliklerin bahçelerinde gezdirmeyi dilerse,)
ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق،
(Ve yalancıyı (kâzib) doğrudan (sâdık) ayırmak için bir ölçü (mizan) ararsa,)
ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق،
(Ve hakikatlerin (şakâiklerin) yüzünden vehimlerin tozunu süpürecek bir süpürge (miknese) ararsa,)
وجنة يروض فيها جياد الأفكار،
(Ve fikirlerin asil atlarını (ciyad-ı efkâr) terbiye edeceği bir bahçe (cennet) ararsa,)
وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار،
(Ve hayırlı kimselerden (gelen) hastalıklı (sapkın) fikirlerin oklarına (nidal) karşı müdafaa edeceği bir kalkan (cünne) ararsa,)
ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار:
(Ve zorba (cebbar) kahramanlarla (ebtal) mücadele edeceği (onlara meydan okuyacağı) bir meydan (mıdmar) ararsa:)
فعليه يتدرس وتدريس هذا الكتاب..
(İşte bu kitabı ders alması (tetebbü etmesi) ve ders vermesi (tedris etmesi) gerekir..)
لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب،
(Çünkü bu kitap, hatayı yıkmak (tehdim-i hata) ve doğruyu inşa etmek (tamir-i sevab) olmak üzere iki esas üzerine bina edilmiştir.)
وأصلى تصقيل الاسلامية عن الوهميات التى بها تعاب،
(Ve İslamiyet’i, kendisiyle ayıplandığı vehimlerden (asılsız düşüncelerden) parlatmayı (tasfiyeyi) esas almıştır,)
وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب..
(Ve (İslam) akidelerini, içine karışmış olan hurafelerden süzmeyi (tasfiyeyi) gaye edinmiştir..)
كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات،
(Nasıl böyle olmasın ki? Bu kitap, (fikrî) bozuklukların (habalat) açtığı çukurlara diri diri gömülmüş (mev’ûde) olan o hakikatleri çıkarmıştır.)
وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات.
(Ve o (derin) nüktelerin (nükât) hazineleri (meknûnât) üzerindeki vehimlerin ağızlarını (kapaklarını) parçalayıp açmıştır.)
فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول
(Böylece zihinleri çözmüş (anlayışlı kılmış), en yetkin âlimleri (fuhûl) dahi hayrete düşürmüş (zihinlerini açmış), keskin fikirlerin (sâkıb efkâr) önünü açmış ve akılları tefekküre sevk etmiştir.)
وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه
(Hasılı, o (kitap) hakkında söylenecek her türlü vasfın fevkindedir (üstündedir); vasfeden (övmek isteyen) kişi onu övmek (itrasında bulunmak) için tüm takatini (tavkını) harcasa bile!)
و ان شككت فيما أقول فيه، انظر الى الفرائد الساقطة من فيه
(Eğer onun hakkındaki bu sözlerimden şüphe edersen, onun ağzından (ifadelerinden) dökülen eşsiz incilere (ferâid) bak!)
ويحق أن يقال في تأليfe
(Onun telifi (bu eserin yazılışı) hakkında şöyle denilmesi haktır:)
بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا
(Dokuması ve örgüsü eşsiz (bedî) bir şekilde inşa edilmiştir. ٭ Ayıplanmaktan ve (asılsız) değiştirmeden münezzehtir (uzaktır).)
كتابًا باللآلي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا
(İncilerle (leâlî) süslenmiş bir kitaptır. ٭ Nasların (ayet ve hadislerin) özüyle (insan gözbebeği gibi değerli muhtevasıyla) dolmuştur.)
مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين
(Apaçık hakkın ve sıdkın (doğruluğun) aynasıdır (mir’at). ٭ Ve (bilinmezlik) bulutunun (ğayn) altındaki hazinelere işaret eder (îmâ eder).)
ولذي الدين والأحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين
(Din sahibi ve dostlar (ahbab) için bir ziynettir. ٭ Düşmanlık eden (kâlî) ve hasetçiler için ise (bir utanç vesilesi) bir ayıptır (şeyn).)
يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا
(Hakkın yüzündeki yalan (meyn) perdesini yırtar atar. ٭ Mülhidlerin (ilhad ehlinin) gözünü kör eder.)
محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول
(Nakillerden (aktarılanlardan) sızan (asılsız) iddialar (nihûl) için bir mihenk taşıdır (mahekk). ٭ Ve (en büyük) âlimlerin (fuhûl) akılları için bir bağ (kayd) (yani onları hayrette bırakan bir seviyededir).)
جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور
(Sınırları ve gedikleri (suğûr) muhafaza etmek için ٭ (Mücahidlerin) göğüslerine (boyunlarına) takılmaya (bir nişan gibi) layıktır (cedîr).)
خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق
(Nifakın başındaki ayrılığı (farkı) vurmak (yok etmek) için ٭ Boyunlara (gönüllere) takılmaya (sarılmaya) müstahaktır (halîk).)
على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور
(Onun satırları ne zaman göze (taraf) yazılsa (bakılsa), ٭ Uzun zaman (dehr) boyunca o göze körlük (avar) ârız olmaz.)
على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا
(Onun (satırlarının) kalbe yazılması daha evlâdır. ٭ Ve mürekkep yerine eritilmiş saf altının (tibr) kullanılması (daha layıktır).)
صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال
(Cismi (hacmi) küçük, fakat (tesirde) benzeri olmayan (tebrâ el-misal) (altın gibi kıymetli) ٭ Kemâlin (mükemmelliğin) zirvesine (evc) yükselten bir merdiven (mirkât) gibidir.)
كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق
(İşaretleri (rumûz) çok, manası derindir (dakik). ٭ Onu tenkit eden (ta’n eden), onu idrak etmekten çok uzaktır (sahîk).)
هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود
(Onun manası (hakikatleri) şek (şüphe) hilâlini kararttı (sona erdirdi). ٭ Sen de (şüpheyi gideren) zıddının sürmesiyle gözünü sürmele ve onu (hakikati) ara.)
و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا
(O nasıl böyle (yüce) olmasın ki? ٭ Oysa Süreyya yıldızı (Simâk) onun omuzlarıyla (ulaştığı mertebeyle) iftihar eder (çekişir).)
وقد أنشاه رازيّ الأوان ٭ مجيد للبديع في الزمان
(Onu, devrin Râzî’si (Fahreddin er-Râzî’ye benzeyen, tefsir âlimi) inşa etmiştir. ٭ O, bu zamanda (emsalsiz) eşsiz (bedî’) olanı ortaya koyan (Mücîd) zattır.)
وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام
(Ve bu asır, onunla (bu eserle) bir şeref nişanı (visâm) olarak yücelir. ٭ (Şu mısra:) “لذا التأليف تاريخ تمام” (Bu telifin tam tarihidir) (Ebced hesabıyla H. 1334).)
(Osmanlıca Nazım / Manzum Parça)
Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır
(Manası: (Bu eser) Şüphesiz bilginin (yakîn) kaşifidir (açığa çıkarıcısıdır) ve bu vasfıyla belağatın (söz sanatının) anahtarıdır. – Ebced değeri: Hicri 1331)
Hakikat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur
(Manası: Hakikatin ne olduğunu gösteren, hidayete (doğru yola) eriştiren bir nur menfezidir (menâr-ı ihtida).)
Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir
(Manası: Hakk’ı (hakikati) keşfeden (açan) olmasıyla beraber, belağat (ifade güzelliği) cihetinde de eşsizdir (misalsizdir). – Ebced değeri: Hicri 1332)
Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır
(Manası: Belağat ilmindeki (gizli) sırlara (esrar) ışık tutan, çok parlak (vehhâc) bir lambadır.)
Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir
(Manası: Meselelerden (konulardan) hangisi müşkil (zor, anlaşılmaz) ise, bu eserde o (açıkça) görünür (zahir olur).)
Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır
(Manası: Bütün lafız sedeflerinin (kelimelerin) içinde (gizlenmiş olan), belağat sırları (bu eserde) mevcuttur.)
Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikattan
(Manası: Hakk’ın yüce cevherinden ve hakikat elmasından…)
Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır
(Manası: (Bu eser) Şüphelere (şükûk) karşı (çekilmiş) keskin bir kılıçtır (seyf-i katı’).)
Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta
(Manası: Yaldızlı (müzehheb) basamakları olan şu kemâlat (mükemmellik) semalarına…)
Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.
(Manası: Yükselmek (urûc) için hakkıyla (layıkıyla) nuranî bir merdivendir (mirkât). – Ebced değeri: Hicri 1334)
Abdülmecid

Tahlil ve İzah
Bu takriz, hem edebî kıymeti hem de muhtevası itibarıyla derin manalar taşımaktadır.
• Takrizin Mahiyeti:
“Takriz”, genellikle bir eserin başına konulan, eseri ve müellifini (yazarını) öven, onun kıymetini takdir eden yazılardır. Abdülmecid Nursi’nin bu takrizi, ağabeyi olan müellifin (Bediüzzaman Said Nursi) şahsından ziyade, doğrudan doğruya eserin (İşaratü’l-İ’caz’ın) ilmî ve imânî cephesine odaklanır.
• Eserin (İşaratü’l-İ’caz) Vasfedilmesi:
Abdülmecid Nursi, bu eserin hangi ihtiyaçlara cevap verdiğini (izah bölümünün başında) maddeler halinde sıralar:
• Hakikat semasına yükselmek (manevî terakki) isteyenler,
• Fikrini derin (dakik) meselelerde gezdirmek (tefekkür) isteyenler,
• Doğruyu yanlıştan ayıracak bir mizan (ölçü) arayanlar,
• Akla gelen vehimlerin tozunu temizleyecek bir miknese (süpürge) arayanlar,
• Fikirlerini terbiye edecek bir cennet (bahçe) arayanlar,
• Sapkın fikirlere karşı bir cünne (kalkan) arayanlar,
• İnkârcı (cebbar) fikir sahipleriyle mücadele edecek bir mıdmar (meydan) arayanlar…
…işte bu eseri okumalıdır.
• Eserin Temel Gayesi:
Takrize göre eser iki temel üzerine kuruludur:
• Tehdim-i Hata (Hatayı Yıkmak): İslam’a yöneltilen tenkitleri, vehimleri, şüpheleri ve hurafeleri (Arapça metinde “el-vehmiyyât” ve “el-hurâfât”) temelinden çürütmek.
• Tamir-i Sevab (Doğruyu İnşa Etmek): Yıkılan yanlışların yerine, sarsılmaz ve safi (arı-duru) iman hakikatlerini ve Kur’an’ın icazını (mucizeliğini) koymak.
• Müellife İşaret (Devrin Râzî’si):
Arapça şiirin sonlarına doğru yer alan “وقد أنشاه رازيّ الأوان” (Onu, devrin Râzî’si inşa etmiştir) ifadesi çok mühimdir. Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb) adlı eseriyle tanınan, aklî ve ilmî delillere ağırlık veren büyük bir müfessirdir. Abdülmecid Nursi, bu benzetmeyle, ağabeyi Bediüzzaman Hazretleri’nin de İşaratü’l-İ’caz eseriyle, bu asrın şüphelerine ve felsefî akımlarına karşı aynı kuvvette aklî ve ilmî bir tefsir ortaya koyduğunu belirtmektedir.
• Tarih Düşürme (Ebced Hesabı):
Bu takrizin en mühim hususiyetlerinden biri, eserin telif (yazılış) tarihini ebced hesabıyla kaydetmesidir.
• Hicri 1331 (Miladi 1913): Osmanlıca nazmın ilk mısraı olan “Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır” cümlesi, ebced hesabıyla 1331 tarihini verir. Bu, eserin yazılmaya başlandığı tarihtir.
• Hicri 1332 (Miladi 1914): Üçüncü mısra olan “Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir” cümlesi 1332 tarihini verir. Bu, eserin Birinci Dünya Harbi esnasında, cephede yazılmaya devam ettiğini gösterir.
• Hicri 1334 (Miladi 1916): Son beyit olan “Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta / Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.” cümlesi ve Arapça nazmın son mısraı olan “لذا التأليف تاريخ تمام” (Bu telifin tam tarihidir) cümlesi, ayrı ayrı ebced hesabıyla 1334 tarihini verir. Bu da eserin tamamlandığı tarihtir.
Bu takriz, İşaratü’l-İ’caz gibi belağat ve icaz ağırlıklı bir esere, yine o derece yüksek bir belağatla ve ilmî bir vukufiyetle (ebced hesabını da ihtiva ederek) yazılmış, eserin kıymetini en başta teslim eden bir anahtar metin hükmündedir.
(İktibas için kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, İşaratü’l-İ’caz, RNK Neşriyat, Takriz Bölümü)

 

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
08/11/2025




İlahî Kudretin Tecellisi Olarak “Berzah”: İki Denizin Arasındaki Sır

İlahî Kudretin Tecellisi Olarak “Berzah”: İki Denizin Arasındaki Sır

“O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salı­vermiştir.
Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbirine karış­mazlar.
Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kud­retini yalanlayabilirsiniz?” Rahman.19-21

Rahman Suresi’nin 19-21. ayet-i kerimeleri, Allah Teâlâ’nın tabiatta yarattığı muazzam dengeyi ve kudretini tasvir eden en mühim delillerden biridir. Bu ayetlerde geçen “Berzah” (بَرْزَخ) ifadesi, tefsir ilminin farklı disiplinleri açısından zengin manalar ihtiva etmektedir.
“Berzah” kelimesi, lügatte “iki şey arasındaki engel, perde, ayırıcı sınır veya geçit” manalarına gelir. Ayette, birbirine kavuşan ancak ilahî bir kanunla birbirine “tecavüz etmeyen” (lâ yebgiyân) acı ve tatlı sular arasındaki bu gizemli sınırı ifade eder.
Ayet-i kerimedeki “Berzah” ifadesinin çeşitli tefsir disiplinleri açısından izahı aşağıdadır:

1. Gramer (Nahiv ve Sarf) Açısından Tahlili
Ayetin ilgili kısmı “بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ” (Beynehumâ Berzahun) şeklindedir.
* Kelime Yapısı (Sarf): “Berzah” (بَرْزَخ), “fa’lel” vezninde, dört harfli mücerred (kök harflerinden oluşan) bir isimdir. Aslı itibarıyla “engel” ve “set” manasındadır.
* Cümle Yapısı (Nahiv):
* “Beynehumâ” (İkisinin arasında), zarf olup, öne alınmış (mukaddem) haberdir.
* “Berzahun” (Bir engel), sona bırakılmış (muahhar) mübtedadır.
* Nekrelik (Tenvin): “Berzah” kelimesinin belirli (marife) olarak “el-Berzah” şeklinde değil de, belirsiz (nekre) olarak “Berzahun” şeklinde gelmesi, gramer açısından “tazîm” (yüceltme, büyültme) ifade eder. Manası şudur: “O ikisi arasında sıradan bir engel değil, mahiyeti tam olarak idrak edilemeyen, pek mühim, pek büyük ve ilahî bir kudret engeli vardır.”

2. Belâgat (Edebî Sanatlar) Açısından Tahlili
Bu ayetler, belâgat açısından Kur’an-ı Kerim’in icâzını (az sözle çok mana ifade etme) gösteren parlak misallerdendir.
* Tıbâk (Tezat Sanatı): Ayetin muradiflerinde (Furkan 53) belirtildiği gibi, “azbun furât” (tatlı, içimi kolay) ile “milhun ucâc” (tuzlu ve acı) su arasında bir zıtlık vardır. Bu zıtların bir arada bulunup birbirine karışmaması, kudretin azametini gösterir.
* Tasvir (Canlandırma): “Merace’l-bahreyn” (İki denizi salıverdi) ifadesi, suların başıboş değil, ilahî bir iradeyle ve bir kanun dairesinde hareket ettiğini dinamik bir şekilde tasvir eder.
* Kinaye: “Berzah” kelimesi, Allah’ın koyduğu fizikî kanunlardan (yoğunluk farkı, yüzey gerilimi vb.) kinayedir. Gözle görülmeyen ancak faaliyeti ve neticesi görülen bir “kanun”un “engel” olarak isimlendirilmesi yüksek bir belâgattır.
* İstifhâm-ı Takrîrî: Ayetlerin hemen ardından gelen “Fe bi eyyi âlâi Rabbikumâ tukezzibân?” (Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?) sorusu, cevap bekleyen bir soru (istifhâm-ı hakikî) değil, muhatabı ikrara ve tasdike mecbur bırakan bir edebî sanattır.

3. Rivayet Tefsiri Açısından İzahı
Rivayet tefsirleri, ayetlerin manasını başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere Sahabe ve Tabiin sözleriyle açıklar.
* Başta İbn Abbas (r.a.) olmak üzere Mücâhid, Katâde ve Dahhâk gibi ilk müfessirler, bu “iki deniz”i, Fırat ve Dicle gibi büyük tatlı su nehirlerinin denize (tuzlu suya) döküldüğü yerler olarak tefsir etmişlerdir. Özellikle Basra Körfezi’nde bu durumun gözle görülebildiğini belirtmişlerdir.
* “Berzah”ı ise, “Allah’ın kudretinden bir perde”, “gözle görülmeyen bir sınır” veya “O’nun iki suyun birbirine galebe çalmasını engelleyen emri” olarak yorumlamışlardır.
* Bazı rivayetlerde ise bu iki denizden birinin “sema denizi” (yağmur, tatlı su) diğeri “arz denizi” (tuzlu su) olduğu veya yer altındaki tatlı su kaynakları ile denizler arasındaki perde olduğu şeklinde yorumlar mevcuttur.

4. Dirayet Tefsiri Açısından İzahı
Dirayet (veya Re’y) tefsirleri, ayetleri dil, mantık, hikmet ve aklî deliller ışığında yorumlar.
* Fahreddîn er-Râzî gibi müfessirler, “Berzah”ın fiziki bir kara parçası (kıstak) olmasının şart olmadığını belirtir. Allah’ın kudretinin, bu iki farklı yapıdaki sıvının arasına, kendi özelliklerini korumalarını sağlayan bir “kanun” koyduğunu ifade ederler.
* Bu tefsirlere göre “berzah”, ilahî bir nizamdır (Sünnetullah). Eğer bu nizam olmasaydı, tuzlu sular tatlı suları istila eder, nehirler ve pınarlar kurur, yeryüzündeki hayat nizamı bozulurdu.
* Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde, bu berzahın “iki suyun hacimleri, ağırlıkları (yoğunlukları), hareketleri ve kimyevî bileşimleri arasındaki farklardan kaynaklanan ve birbirlerine tecavüz etmelerini önleyen ilahî bir kanun” olduğunu vurgular. Bu, dirayet ile bilimsel tefsirin kesiştiği bir noktadır.

5. Bilimsel (Kevnî) Tefsir Açısından İzahı
Bilimsel tefsir, Kur’an’ın kevnî (tabiatla ilgili) ayetlerini modern bilimin verileriyle ilişkilendirir.
* Modern Oşinografi (Deniz Bilimi), tatlı ve tuzlu suların karşılaştığı bölgelerde (haliçler veya Cebelitarık Boğazı gibi farklı denizlerin birleştiği yerler) suların hemen birbirine karışmadığını isbat etmiştir.
* Bunun sebebi, iki su kütlesi arasındaki “yoğunluk (dansite) farkı” ve buna bağlı olarak gelişen **”yüzey gerilimi”**dir.
* Daha az yoğun olan tatlı su, daha yoğun olan tuzlu suyun üzerinde bir müddet ayrı bir tabaka halinde akar. Bu fizikî sınıra bilimsel literatürde “haloklin” (tuzluluk sınırı) denir.
* Kur’an-ı Kerim’in 14 asır evvel, deniz biliminin bilinmediği bir dönemde, bu hassas fizikî hadiseyi “Berzah” (engel) ve “lâ yebgiyân” (birbirine tecavüz etmezler) şeklinde tasvir etmesi, onun ilahî aslına dair bir delil olarak kabul edilir.

6. Tasavvufi (İşârî) Tefsir Açısından İzahı
Tasavvuf ehli müfessirler, ayetlerin zahirî manalarının yanı sıra, insanın derûnî (bâtınî) âlemine bakan işârî manaları üzerinde durmuşlardır.
* İki Deniz: Bu yorumda “iki deniz”, insanın derûnî yapısındaki iki zıt kuvveti temsil eder:
* Tatlı Deniz (Azbun Furât): Kalp, ruh ve akıldır. Burası ilim, iman, marifetullah ve ilahî feyizlerin tecelli ettiği yerdir.
* Tuzlu ve Acı Deniz (Milhun Ucâc): Nefs-i emmâredir. Şehvet, gazap, cehalet, kibr, enaniyet ve dünyevi arzuların kaynağıdır.
* Berzah: Bu iki denizin arasındaki “engel”dir. Bu engel:
* Şeriat: Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Şeriat, nefsin (tuzlu su) kalbi (tatlı su) istila etmesine, imanı ve marifeti bozmasına engel olan ilahî bir sınırdır.
* Akl-ı Selim ve Vicdan: İnsanı kötülükten alıkoyan, kalbin nurunu koruyan derûnî kuvvettir.
* “Lâ Yebğiyân” (Karışmazlar): Müminin kalbinde iman ve küfür bir arada bulunmaz. Allah’ın lütfuyla, şeriat berzahı sayesinde, kalp iman üzere sabit kalır ve nefsin tuzlu suları ona galebe çalamaz.
Konunun Muradifi (Benzer Manadaki) Ayetler
“Berzah” ve “iki denizin ayrılması” konusunun Kur’an-ı Kerim’deki en yakın muradifleri (benzerleri) şunlardır:
* Furkan Suresi, 53. Ayet:
> “O, iki denizi birbirine salıverendir; Biri tatlı, susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına bir berzah (engel) ve (karışmalarını önleyen) hicran mehcûrâ (aşılmaz bir perde) koymuştur.” (Furkan 25/53 )
> * Bu ayet, Rahman Suresi’ndeki manayı “Hicran Mehcûrâ” (kesin olarak yasaklanmış, aşılmaz bir engel) ifadesiyle daha da kuvvetlendirir.
>
* Neml Suresi, 61. Ayet:
> “Yahut yeryüzünü bir karar yeri kılan, arasında ırmaklar akıtan, onun için sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel (Hâciz) koyan kim? Allah ile birlikte başka bir ilah mı? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” (Neml 27/61)
> * Burada “Berzah” yerine, yakın manalı olan “Hâciz” (حَاجِزًا) kelimesi kullanılmıştır, bu da “ayırıcı, engel” demektir.
>
📖 Özet
Rahman Suresi’nde geçen “Berzah” kelimesi, Allah’ın kudretinin ve nizamının hem zahirî (fizikî) hem de derûnî (bâtınî) âlemdeki bir tecellisidir.
* Lügat Manası: Engel, perde, sınır.
* Gramer ve Belâgat: İlahî kudretin büyüklüğünü (tazîm) ve zıtları bir arada tutma sanatını gösterir.
* Rivayet Tefsiri: İlk müfessirlerce, nehirlerin denize döküldüğü yerlerdeki ilahî perde olarak anlaşılmıştır.
* Dirayet Tefsiri: Suların birbirine karışmasını önleyen “ilahî kanun” ve “nizam” (Sünnetullah) olarak yorumlanmıştır.
* Bilimsel Tefsir: Modern oşinografinin “yoğunluk farkı” ve “yüzey gerilimi” (Haloklin) olarak isimlendirdiği fizikî hadisenin 14 asır evvelki tasviridir.
* Tasavvufi Tefsir: İnsanın iç âleminde, kalp (iman) ile nefs (şehvet) arasındaki “şeriat” veya “akıl” engelini temsil eder.
Netice olarak “Berzah”, Allah’ın mülkünde hiçbir şeyin başıboş ve tesadüfî olmadığını, her şeyin hassas bir ölçü ve ilahî bir kanunla idare edildiğini gösteren muazzam bir kudret nişanıdır.

Daha detaylı izah için bakınız:
https://tesbitler.com/index.php?s=Berzah+

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025