Kalaysız Bakır Kupa: CHP’nin Tarihî ve Fikrî Portresi
Merhum Hacı Veyis Efendi’nin, “Oğlum, bu fırka kalaysız bakır kaba benzer; içine ne konulursa zehir olur” sözü, bir mecaz olmanın ötesinde, derin bir tarihî teşhisin ifadesidir. Kalaysız bakır, doğası gereği içine konulan gıdayı bozup zehirler. Siyasî anlamda ise bu benzetme, bir yapının özünde bozuksa, içine giren iyi niyetli kişilerin bile ya bozulacağı ya da etkisizleşeceği anlamına gelir.
Nitekim Yaşar Nuri Öztürk gibi bir adam bile o partide barınamaz ve sabredip kalamadı.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Türkiye’deki tarihî rolü, sadece bir siyasi parti olmanın ötesinde, fikir açısından da ayrıca incelenmelidir. Bu yapı, kurulduğu günden itibaren, kendi ideolojik omurgasını laiklik, heykel kültürü ve içki serbestisi gibi “seküler modernleşme” unsurları üzerine bina etmiştir. Bu durum, hem Allah ile olan irtibatı hem de halk ile olan bağları koparan iki temel “illet”i sürekli beslemiştir.
Tarihî Arka Plan
CHP, 1923’te tek parti olarak Türkiye’nin siyasi hayatına girdiğinde, Osmanlı’nın dinî, kültürel ve sosyal mirasını kesintiye uğratma misyonu ile hareket etti. Harf inkılabı, ezanın Türkçeleştirilmesi, tekkelerin kapatılması, Kur’an eğitiminin yasaklanması gibi icraatlar, İslamî hayat damarlarının kurutulmasına yönelikti.
Bu süreçte “heykel” siyasî bir sembol, “içki” ise Batı’ya öykünmenin bir göstergesi olarak öne çıktı. İki unsur da cahiliye dönemindeki putperestlik ve sefahatin modern tezahürleri olarak okunabilir.
Kur’ânî Perspektif
Kur’ân-ı Kerim, bu tür zihniyet ve uygulamaları iki ayrı kategoride ele alır:
Putlaştırma ve sembolleşmiş şirk unsurları:
> “Siz ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka, sizin taptıklarınız yoktur. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.” (Necm, 53/23)
Aklı ve vicdanı iptal eden, toplum düzenini bozan sarhoşluk:
> “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/90)
Bu iki ayet, CHP’nin tarihî pratiğinde öne çıkan “heykel ve içki” kültürünün, İslâmî ölçülerle taban tabana zıt olduğunu açıkça ortaya koyar.
İlmî ve Mantıkî Tahlil
Kalaysız bakır benzetmesi, bilimsel olarak da isabetlidir. Bakır, koruyucu bir tabaka olmadan (kalay) asidik veya bazik gıdalarla temas ettiğinde, kimyasal tepkimeye girer ve zehirli bakır tuzları ortaya çıkar. Bu, “iyi niyetle gelen her şeyin bozulması”nın bilimsel izahıdır.
Siyasette de benzer şekilde, kuruluş felsefesi bozuk bir yapıya ne kadar iyi niyetli kadro gelirse gelsin, ya o kadrolar yapıyı değiştiremez ya da bizzat yapı onları dönüştürür.
İbretlik Tarihî Vakalar
Tek Parti Dönemi zulümleri: Şapka Kanunu ile darağaçları, İstiklal Mahkemeleri ile infazlar.
Dinî yasaklar: Kur’an kurslarının kapatılması, Arapça ezanın yasaklanması.
Milli kimliğin zedelenmesi: Osmanlıca’nın, geleneklerin, vakıfların ortadan kaldırılması.
Bütün bu icraatlar, Hacı Veyis Efendi’nin teşhisini doğrular niteliktedir.
Hikmetli Ders
Bir milletin kalbini iman besler, ruhunu değerler ayakta tutar. Bu bağlar koptuğunda, heykel ve içki gibi cahiliye kalıntıları, milletin yeni “kutsalı” hâline getirilir. CHP’nin tarihî pratiği, bu değişimin canlı örneğidir. Bu sebeple, kim bu yapıya girerse girsin, eğer kalay (yani sağlam bir iman ve ahlâk) yoksa, zamanla o zihniyetin tesirine girer.
Özet
CHP, kurulduğu günden itibaren İslâmî değerlerle çatışan bir modernleşme projesi yürütmüştür.
Hacı Veyis Efendi’nin “kalaysız bakır” teşbihi, hem ilmî hem siyasî olarak isabetlidir.
Parti tarihinde heykel ve içki, sembolik ve pratik olarak öne çıkmıştır.
Kur’ân, bu iki unsuru “şirk” ve “şeytan işi pislik” olarak nitelendirir.
İzzet ve kurtuluş, bu zihniyetten uzak durmakla mümkündür.
Tarih boyunca ümmetin en zayıf anları, düşmanın silahının en güçlü olduğu anlar değil; ümmetin kendi gönlündeki cesaretin ve iman ateşinin sönmeye yüz tuttuğu anlardır. Bugün Gazze semalarında patlayan bombalar, yalnızca Filistinlilerin evlerini değil, aynı zamanda ümmetin kalplerine yerleşmiş “vehn” illetini de gözler önüne seriyor.
Rasûlullah’ın (asm) “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.” (Ebu Davud, Melahim, 5) uyarısı, asırlar öncesinden bugünün fotoğrafını çekmiş gibi. Müslümanlar olarak bugün sayıca çok, fakat selin önündeki çer-çöp gibi savruluyoruz. Gazze, yalnızca bir şehir değil; ümmetin ahlaki, vicdani ve siyasi nabzının ölçüldüğü mihenk taşıdır.
Gazze: Direnişin ve Zulmün Aynası
Gazze’nin sokaklarında açlıktan çocuklar düşerken, enkazlar arasında babalar bir konserve bulduğunda gözleri yaşarıyorsa, bu sadece oradaki dram değildir; bu bizim sorumluluk terazimizdir. İsrail, yalnızca toprağı değil; suyu, gıdayı, hatta nefesi bile kuşatmıştır. Açlığı silah olarak kullanan bir zihniyetin adı zulümdür.
Kur’ân bu zulme karşı tavrı net bir şekilde ortaya koyar:
> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.”
(Hud, 113)
Gazze’nin etrafını kuşatan abluka, yalnızca fiziksel bir çember değildir; uluslararası siyasetin, çıkar hesaplarının ve korkak diplomasi masalarının ördüğü görünmez zincirlerdir.
Tarih Tekrar Ediyor
Tarih boyunca zalimler hep aynı yöntemi kullandı: Halkı aç bırakmak, korkutmak ve direncini kırmak. Moğollar, Haçlılar, sömürgeci Batı güçleri… Hepsi önce ümmetin moralini hedef aldı. Ancak her defasında, bu ümmet içinden bir avuç adam çıktı, imanla dolu yürekleriyle devlere meydan okudu.
Bugün de Gazze’nin çocukları, açlığın ve bombardımanın ortasında, ümmete “Biz buradayız, siz neredesiniz?” diye soruyor.
Bilimsel ve Aklî Yön
Sosyoloji bize şunu öğretir: Bir millet, ortak acı etrafında birleşmezse, içten çözülmeye başlar. Bu çözülme, düşmanın saldırısından daha yıkıcıdır. İslam dünyasında “Vehn” dediğimiz illet, modern psikolojide konfor bağımlılığı ve ölüm korkusunun aşırı hazmedilmesi olarak açıklanabilir. Bu da ümmetin tepkisizliğinin bilimsel izahıdır.
Ne Yapmalı?
Ahlaki Uyanış: Müslüman fert, dünyanın faniliğini yeniden idrak etmeli.
Siyasi Bilinç: Diplomasi masalarında ümmetin onurunu pazarlık konusu etmeyecek liderler yetişmeli.
Ekonomik Dayanışma: Abluka altındaki halklara sadece sözle değil, fiili yardımlarla destek olunmalı.
Kültürel Diriliş: Genç nesiller, Batı’nın hedonist kültüründen değil, ümmetin izzetli tarihinden beslenmeli.
Kur’ân buyuruyor:
> “Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerindekini değiştirmedikçe değiştirmez.”
(Ra’d, 11)
Sonuç: İzzetle Yaşamak, İzzetle Ölmek
Gazze bize şunu haykırıyor: Ölümden korkarak yaşayanlar, aslında hayatta olduklarını zanneden ölülerdir. Dünyayı çok seven ve ölümü kötü gören toplumlar, tarihten silinmeye mahkûmdur. İzzet ise, bedeli ne olursa olsun hak üzere yaşamaktan ve hakkı savunmaktan geçer.
Özet
Gazze’de yaşananlar, ümmetin ahlaki ve manevi zayıflığını gözler önüne seriyor.
“Vehn” yani dünyayı aşırı sevme ve ölümü kötü görme, İslam toplumlarını savunmasız hale getiriyor.
Tarih, zalimlerin her zaman aynı yöntemleri kullandığını; fakat imanlı azınlıkların zafer kazandığını gösteriyor.
Çözüm; ahlaki uyanış, siyasi bilinç, ekonomik dayanışma ve kültürel dirilişten geçiyor.
İzzetle yaşamak ve izzetle ölmek, Müslüman’ın asli hedefidir.
> “Bu kâinat, Allah’ın varlığına ve birliğine bir kitap gibi şehadet eder.”
🌿 Giriş:
İnsan Rabbini görmek ister. Oysa o, görünmeyen ama her şeyi gösteren bir Nur’dur. Allah’ı doğrudan göremeyen insan için kâinat, bir tefsir kitabı, bir ayna, bir deliller yığınıdır. Bu delillerin en dikkat çekici olanları; nizam, hikmet ve hayattır.
🪐 1. Nizam (Düzen) Delili: Kâinatta Tesadüfe Yer Yoktur
Güneş sisteminden hücre içi faaliyetlere kadar her yerde bir plan, ölçü ve denge vardır.
Bu düzen, “kendi kendine olmuş” olamaz. Çünkü düzensizlik doğuran sebeplerin oluşturduğu düzene sebep denemez, ancak ilâhî irade açıklayabilir.
> “Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve en güzel şekilde yapan Allah’tır.”
(Secde, 32/7)
Bir binayı görünce ustasını sorarız. Kâinat gibi harika bir yapıyı görünce neden dururuz?
🧠 2. Hikmet Delili: Her Şeyde Bir Amaç Var
Risale-i Nur’da sıkça geçen “hikmet” kavramı, eşyanın gayesini ifade eder.
Bir sineğin kanadından, insanın göz bebeğine kadar her şey yerli yerindedir. Bu, bilinçli bir takdiri gösterir. Hikmetsiz hiçbir şey yaratılmamıştır.
> “İnsanın her uzvu, her duygusu bir hikmete binaen verilmiştir.”
İşte bu hikmet, yaratıcının hem ilmini, hem rahmetini, hem de iradesini gösterir.
🌱 3. Hayat Delili: Cansızdan Canlı Çıkmaz
Hayat, fizik ve kimya kurallarıyla açıklanamaz.
Çünkü hayat bir emirdir – Kur’ân’ın ifadesiyle:
> “Sonra ona ruh üfledik.”
(Secde, 32/9)
Hayatın kaynağı, İlâhî bir emirdir. Ne enerji ne atom, hayat veremez.
Hayatın her anı, yaratılış mucizesidir. Her can, Allah’ın varlığına bir delildir.
📖 Kâinat bir kitaptır.
> “Şu kâinat bir kitaptır; her harfi çok manalar ifade eden, bir mektub-u Rabbânîdir.”
Her şey ya bir isimdir, ya bir fiildir, ya da bir delildir.
Gören göz için her şey “اَللّٰهُ” der.
🧘 Kapanış ve Teemmül:
İnkar, körlük değil; görüp de anlamamaktır.
Bugün gözün açık olabilir ama gönlün kapalıysa hiçbir delil seni ikna etmez.
> “Her şey O’nu gösterirken, sen hâlâ kime bakıyorsun?”
“Kezâlik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.” sözü, insanın kainata bakış açısının önemini anlatır. İlim, sadece nesnelerin ve olayların yüzeyini gözlemlemek değil, aynı zamanda onların arkasındaki ilahi kudreti ve hikmeti görmektir.
Bu, bir kelebeğin kanadındaki desenlerin estetiğinden, bir kuşun uçuşundaki aerodinamiğe kadar her şeyde Allah’ın sanatını ve kudretini okumaktır. Eğer bu bakış açısıyla kainata bakmazsak, her şeyi sadece tesadüflerin bir sonucu olarak görürüz. Bu ise, cehaletin en derinidir. Bu bakış açısı, insanoğlunun bilimle dini bir çatışma içinde değil, tam aksine, birbirini tamamlayan iki yol olduğunu idrak etmesini sağlar. Tarih boyunca, İbn-i Sina, Farabi gibi ilim ve irfanı birleştiren büyük düşünürler, bu hakikati yaşamış ve eserleriyle insanlığa yol göstermiştir.
*********
Gönül Sultanlığından İnsanlığın Mesuliyetine
“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevab versin.” bu vecize, modern insana yöneltilmiş sarsıcı bir sorudur. İnsanın varoluş krizini ve sorumluluklarını hatırlatır. Kim olduğumuzu, neden var olduğumuzu ve nereye gittiğimizi sorgulamak, manevi uyanışın ilk adımıdır.
Bediüzzaman, bu soruyu sorarak, insanı kendini bilmeye ve yaratanını tanımaya davet eder. “Sultanınız” sorusu, kimin otoritesine itaat ettiğimizi, kimin sözünü dinlediğimizi sorgulamamızı sağlar. Bu, dünya hayatında edindiğimiz makamların, zenginliklerin veya bilginin bir Sultanlık olamayacağını, gerçek Sultanın ve otoritenin ancak Allah olabileceğini hatırlatır.
*********
Gençliğin Fani Heveslerden İhlâsa Uzanan Yolu
“Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez.” sözü, gençliğin tehlikeli ve bir o kadar da kıymetli dönemine işaret eder. Gençlik, enerjinin ve duyguların coşkulu olduğu, ancak akıl ve tecrübenin henüz tam olgunlaşmadığı bir dönemdir. Bu dönemde hislerin ve heveslerin peşinden gitmek, çoğu zaman sonu pişmanlıkla biten yollara sürükler.
“Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün.” sözü ise, bu karmaşık dönemin pusulasını sunar. İhlâs, yani samimiyet, tüm amellerin, niyetlerin ve çabaların sadece Allah’ın rızası için yapılmasıdır. Bu, gençliğin coşkulu enerjisini doğru bir kanala yönlendirerek, fani heveslerden ebedi bir kazanca dönüştürmenin yoludur.
**********
Hakikat ve Tevazu
“Dindar bir adam din muhabbeti için ‘Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir.’ der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.”
Bu vecize, dini söylemin en hassas noktasını aydınlatır. Gerçek dindar, kendi düşüncelerini veya keyfi yorumlarını Allah’ın emri gibi sunmaktan kaçınır. O, tevazu ve edep ile sadece Hakikat’i ve Allah’ın emrini tebliğ eder. Kendi düşüncelerini, kendi zevk ve heveslerini Allah’a isnat etmek, haddini aşmak ve ilahi taklidin tehlikeli bir oyunudur. Bu söz, dini söylemin sorumluluğunu ve ciddiyetini anlatarak, her türlü fanatizm ve bağnazlığa karşı bir uyarı niteliği taşır.
*********
Fani Hayatın Ebedi Hikayesi
“Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir.”
Fani olan bu dünya hayatını, ebedi olan ahiret hayatının önüne koyanların düşeceği manevi boşluğu ifade eder. Dışarıdan bakıldığında her şeye sahip gibi görünen, cenneti andıran bir hayat yaşasa bile, manevi olarak bir cehennem azabı içindedir. Bu söz, maddi ve manevi tatmin arasındaki derin uçurumu gösterir. Gerçek tatmin, sadece Allah’a yakınlık ve O’nun rızasını kazanmaktır.
Özet
Bediüzzaman Said Nursi’nin vecizeleri, insanın kainatla, kendi nefsiyle ve Allah’la olan ilişkisini yeniden tanımlar. Bu makalede ele aldığımız konular, bir bütün içinde ele alındığında, bizi şu sonuçlara ulaştırır:
* İrfan ve İlim: Kainata Allah’ın hesabına bakmak, her zerreden ilim damıtmak ve cehaletten kurtulmaktır.
* Varlık ve Sorumluluk: Varoluş soruları cesurca sormak, gerçek otoriteyi tanımak ve sorumluluklarımızı idrak etmektir.
* Gençlik ve İhlâs: Gençliğin enerjisini his ve hevesten arındırıp, ihlâs ve rıza-yı İlâhî ile yoğurmaktır.
* Hakikat ve Tevazu: Dini sözlerde haddi aşmaktan sakınmak, Hakikat’i olduğu gibi tebliğ etmek ve tevazu sahibi olmaktır.
* Ebediyet ve Faniyat: Fani hayatı bir amaç değil, ebedi hayatın bir vesilesi olarak görmek ve manevi huzuru bulmaktır.
Bu vecizeler, bizlere hayatın her alanında doğru bir pusula sunarak, imanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda hayatın bütününe yayılan bir irfan ve şuur hali olduğunu hatırlatır.
GAZZE: AÇLIĞIN SİLAHA DÖNÜŞTÜĞÜ COĞRAFYA
(Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli, İlmi ve Mantıki Bir Tahlil)
Giriş: Açlığın En Eski Yüzü, En Yeni Yarası
Tarih boyunca savaşlar yalnızca kılıçla, tüfekle, füzeyle yapılmadı. Açlık da insanlık tarihinin en eski savaş silahlarından biri oldu. Orta Çağ kuşatmalarında şehirler surlar ardında ekmek bitince teslim bayrağı çekmek zorunda kalırdı. Ama bugün, 21. yüzyılın gökyüzüne uzanan teknolojik kuleleri, yapay zekâ sistemleri, hızlı internet ağları arasında hâlâ bir insan, üstelik bir çocuk, bir lokma ekmek bulamadığı için ölüyorsa; medeniyetin dili susmuş, vicdanı kurumuş demektir.
Gazze, tam da bu sessizliğin ve vicdansızlığın ortasında kanayan bir yaradır. İsrail’in uyguladığı tam abluka, gıdayı bir savaş aracına, ekmeği bir pazarlık unsuruna, açlığı ise sistematik bir soykırım metoduna dönüştürdü.
Tarihi Boyut: Kuşatma ile Açlık Arasındaki Eski İttifak
Tarih kitapları bize açlığın bir savaş stratejisi olarak kullanıldığı sayısız örnek sunar.
Hz. Peygamber döneminde Taif kuşatması, kervan yollarının engellenmesiyle açlığa karşı bir direniş örneğidir.
Roma İmparatorluğu düşman şehirleri aylarca abluka altına alır, önce ekinleri yakar, sonra su yollarını keserdi.
Dünya Savaşı’nda Leningrad Kuşatması, 900 gün boyunca milyonlarca insanın açlık ve soğukla sınandığı bir insanlık trajedisi olarak hafızalara kazındı.
Gazze’de bugün yaşanan ise bu tarihi uygulamaların modern bir versiyonu. Fark şu ki; bu kez dünyaya bilgi anında ulaşıyor, herkes görüyor… ama çoğu yine susuyor.
İlmi ve Bilimsel Boyut: Açlığın Bedeni ve Toplumu Çökerten Gücü
Biyoloji bize, insanın su olmadan ortalama 3 gün, yemek olmadan 30-40 gün yaşayabileceğini öğretir. Ancak özellikle çocuklar, hamile kadınlar ve yaşlılar için bu süre çok daha kısadır.
Protein eksikliği bağışıklık sistemini çökertir, hastalıklara açık hale getirir.
Kalori yetersizliği kas erimesi, organ yetmezliği ve beyin fonksiyonlarının durmasıyla sonuçlanır.
Açlığın uzun süreli etkileri, bir toplumun gelecek nesillerini hem fiziken hem zihnen sakat bırakır.
Gazze’de 94’ü çocuk 200’e yakın insanın açlıktan ölmesi, sadece bugünün kaybı değil; yarının zihinsel ve bedensel olarak zayıflatılmış bir toplumunun inşa edilmesi anlamına geliyor. Bu da açlığın sadece biyolojik değil, stratejik bir yıkım olduğunu gösteriyor.
Hikmet ve Edebiyatın Gözüyle Açlık
Açlık yalnızca mideyi değil, kalbi de sızlatır. Lübnanlı yaşlı bir kadının “Onlar açken ben tıka basa yiyemem” sözü, insanlığın hâlâ tükenmediğini gösteren küçük ama büyük bir ahlaki duruştur. Kur’ân’da buyurulur:
> “Onlar, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.” (Haşr, 9)
Bu, açlık karşısında gösterilen en yüksek ahlaki mertebedir: İsar. Yani kendin açken başkasını doyurmak…
Akli ve Mantıki Değerlendirme: Sessizlik Suça Ortaklıktır
Mantık bize şunu söyler: Eğer bir topluluk, bir zulmü durdurma gücüne sahip olduğu halde susarsa, o zulmün ortağı olur. Gazze’de açlığın silah olarak kullanılması, yalnızca İsrail’in değil, buna sessiz kalan küresel sistemin de insanlık suçudur.
İbretler ve Sonuç
Açlık, sadece bir biyolojik eksiklik değil; insanlık imtihanıdır.
Kuşatma altındaki toplumlar yalnızca askeri değil, psikolojik olarak da teslim alınmak istenir.
Tarih, bu dönemi utanç sayfalarına yazacaktır. Ancak o sayfaların bir köşesinde, yardım edenlerin, yürüyüşe katılanların, ekmeğini paylaşanların adları da yazılacaktır.
Kapanış: Hanzala’nın Sırtı
Filistin’in simgesi Hanzala, yüzünü dönmediği için hâlâ masumiyetin sessiz çığlığıdır. Belki de onun yüzünü görmek, Gazze’nin açlıktan ölen son çocuğunun ardından mümkün olacaktır. Ama o gün gelene kadar, biz ya Hanzala’nın arkasında duran onurlu insanlar olacağız ya da sırtını döndüğü vicdansız kalabalığın bir parçası…
Özet
Bu makale, Gazze’deki açlık krizini tarihi, biyolojik, ahlaki ve mantıki boyutlarıyla ele almıştır. Açlığın bir savaş silahı olarak kullanılması, modern çağın en büyük insanlık suçlarından biridir. Tarihteki kuşatmalarla benzerlik gösteren bu strateji, çocuklar başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerini hedef almakta, hem bugünü hem geleceği yok etmektedir. Lübnanlı yaşlı kadının örneği, insanlığın hâlâ ayakta kalabileceğini gösterirken; küresel sessizlik ise zulme ortak olunduğunun isbatıdır. Hanzala’nın sırtı, dünya vicdanının hâlâ dönük olduğunu, ama dönebileceği bir günün umudunu simgeler.
Evet gerçekten Hukuk komada.
Hakim ve savcılar neye, nasıl karar veriyorlar?
Efendim, falan maddeye göre.
Yani eskiden kırk yamalı olan hukuk,bugün dört yüz yamalı.
Delil mi istersin?
İşlenen suçlara ve suçlulara bakıp, aklı ve vicdan gözlüğünü de gözüne takan herkes görür.
Suç dosyaları odalara sığmıyor.
Suçlunun işlediği suç sayıları yaşından daha çok.
Suçluya cezası gerçek manada verilmediği gibi, mağdurun hakkı da gerçek manada korunmuyor.
Kaç kere yazdım, kaç kere TV, radyo gibi platformlarda ve hukukçu arkadaşlarla dile getirdik, şu son ve özet cümleyi;
Türkiyenin birinci problemi, hukuk problemidir.
Polisleri bir dinlesenize ya hu.
Hayatını ortaya koyuyor,suçluyla karşı karşıya kalıyor, sonu fiyasko.
Geriye polise işin sitresi kalıyor, suçlunun hayreti ve yaptığı yanına kar olarak kalıyor.
Hukuk artık yama da tutmuyor.
Daha önce bir buçuk yıl hapishaneye derse gittiğimde bir daha hırsızlık yapmayacaklarını söyleyip, suç işlemeyeceklerine dair söz veren hırsızlar, bir hafta sonra gittiğimde Kırıkkale’de soyacakları bir marketin planını yapıp, bunu açıkça da dile getirdiler.
Bir yalan daha söyleyip, bunun da son olacağını söylediler.
Bu konuyu uzunca kendisiyle konuştuğum bir emniyet amiride benden daha dertli olup derdini şöyle dile getirdi.
Hocam, bende sabah Emniyete gelirken karşı kaldırımda giden ve bildiğim, tanıdığım, bir çok defa içeriye girmiş çıkmış hırsız karşıdan bana seslenerek;
Amirim, siz işe gidiyorsunuz, bizde gidiyoruz, diyerek rahatça ve dalga geçerek konuşabiliyorlar.
Hani nerede hukuk?
Hukukun çivisi mi çıkmış yoksa çivisi mi yok?
Peki, bu gibi insanları dinleyen bir kişi bunalıp da şöyle demez mi;
Batsın böyle hukuk!!!
Devletlerin batısı ve yıkılışı, hukukun çöküşüyledir.
Adalet ölünce, devlette ölür.
***********
Hukuk derken bu durum daha önceleri de dile getirdim, Milli Eğitimde de var.
O da az değil.
Nitekim Milli Eğitim Bakanlığına Cimerden yazdım.
Okullardaki Disiplin kurullarının ciddiyetle uygulanması ve gerçek öğrencilerin ve gerçek öğretmenlerin korunması için.
O ciddiyeti onlarda da görmedim.
Basit bir iki maddede belirtilmiş olduğu gibi, geçiştirme laflarının dışında.
Çünkü yaşananlarla yazılanlar arasında dağlar var.
Vakıaya bakılmayıp, üç maymuna oynanıyor.
Sanki, biz bir kere yazmışız, bana ne gerçeklerden ve uygulamalardan!!!
Der gibi.
Ne yaparsanız yapın, mı?
Bir çok disiplin suçu olan öğrenci, öğretmeni rencide etmiş,huzursuz etmiş, uykularını kaçırmış, sene sonu kurula geliyor,kalitesi ancak o kadar olan bazi öğretmenler tarafından affediliyor ve bu çocuk okulu temiz, yaptığı ve çektirdikleri yanına kar kalarak cehennem olup gidiyor.
Ciddi ve sorumlu öğretmenlere de sıkıntısı ve zamanla nefreti kalıyor.
Ondan sonra sen gel, o öğretmenden eğitim ve disiplin bekle.
Adalet Bakanlığının da, Milli Eğitimin de temel problemi; hukuk problemidir.
Ne suçluya hak ettiği ceza veriliyor, ne de her öğrenci hak ettiğini alıyor.
Sahte diploma vakası ve bazen kasıtlı da olsa çalıntı soru iddiaları; patlayıp taşan kanalizasyonun daha devede kulak bile olmayan kısmı.
Bu hamur daha çok su götürür.
Onun için sizlerin daha fazla midenizi bulandırmayıp, sizlerin insafınıza, basiretinize, bilgi ve görgünüze havale ediyorum.
HUKUK KOMADA: Çivisi Çıkmış Adaletin Sessiz Çığlığı
Giriş: Hukukun Nefesi Kesiliyor
Tarihin her döneminde devletlerin temel taşı adalet olmuştur. Adaletin sağlandığı yerlerde huzur, güven ve medeniyet filizlenmiş; adaletin yok sayıldığı toplumlar ise çürüme, çözülme ve çöküşle yüzleşmiştir. Bugün Türkiye’de sadece suçun kendisi değil, suçun karşılıksız kalması, cezasızlık duygusunun toplumu sarması, vicdanları susturmuş, akılları dumura uğratmıştır. Hukuk sadece kanun maddeleriyle değil, aynı zamanda adaletin toplumsal karşılığıyla da ölçülür. İşte bu yüzden deniliyor ki: Hukuk komada…
Çivisi Çıkmış Hukuk: Suçlunun Cesareti, Mağdurun Sessizliği
Adalet sistemimizdeki temel problemlerden biri, suçun sıradanlaşmasıdır.
Suç işleyen kişi, cezasızlık duygusuyla “işine devam ederken”; mağdur olan vatandaş, hukuktan beklediği teselliyi bulamadan bir kenarda unutulmaktadır.
Polisler, suçluyu yakalamak için hayatını tehlikeye atarken, o suçlu kısa sürede özgürlüğüne kavuşup dalga geçerek tekrar suça dönmektedir. Bu durum, yalnızca emniyet mensuplarını değil; hukuk camiasını, mağdurları ve toplumu bir bütün olarak yıpratmakta, “adalet duygusunu” çürütmektedir.
Eğitimde De Yara Büyük: Disiplinsizlik, Adalet Açığı ve Kuralsızlık
Benzer bir adalet problemi Milli Eğitim sisteminde de gözlenmektedir. Eğitimde disiplin; yalnızca sınıf düzenini değil, genç nesillerin karakter inşasını da belirler. Ancak bugün, öğretmene saygısızlık eden, sınıfı bozan, okul huzurunu dinamitleyen öğrenciler; yıl sonu disiplin kurullarında “affedilmekte”, yaşattığı sıkıntılar görmezden gelinmektedir. Bu, sadece öğretmeni değil, çalışkan ve ahlaklı öğrencileri de mağdur etmektedir. Neticede okullar, hakkın değil “hoşgörü kisvesi altında dayatılan zayıflığın” egemen olduğu kurumlara dönüşmektedir.
III. Sahte Diplomalar, Çalıntı Sorular ve Dökülen Sınav Sistemi
Adaletin sadece mahkemelerde değil; eğitim sisteminde, liyakatte, sınavlarda ve kariyer planlamasında da olması gerekir. Ancak sahte diplomalarla makamlara gelenler, çalıntı sorularla kariyer sahibi olanlar; sadece hakkı gasp etmiyor, aynı zamanda sistemin temelini kemiriyorlar. Bu durum, sadece kişisel bir ahlak sorunu değil; sistemik bir çöküş alametidir. Adaletin sadece adliyede değil; okulda, işyerinde, sokakta ve sınav kağıdında da olması gerekir.
Tarihî Perspektif: Adaletin Çöküşü, Devletin Yıkılışı
Tarih şunu defalarca yazmıştır: Adalet ölürse, devlet de ölür. Roma’nın çöküşü, Abbasi’nin sönüşü, Osmanlı’nın gerileyişi hep adaletin zayıfladığı, yöneticilerin zulme sessiz kaldığı, hukuk düzeninin bozulduğu dönemlere denk gelir.
Hz. Ömer (r.a) bir koyunun Dicle kenarında aç kalmasından bile mesul olacağını söylerken; bugün insanların can, mal, onur güvenliği tehdit altındadır ve hukuk buna seyirci kalmaktadır.
Mevlâna’nın dediği gibi: “Adalet; bir şeyi yerli yerine koymaktır.” Bugün adaletin yerinden oynatıldığı, değerlerin altüst edildiği bir çağda yaşıyoruz. Suçun ödüllendirildiği, erdemin cezalandırıldığı bir düzende hukuk, sadece kanun kitaplarındaki metinlerden ibaret hale gelir. Oysa hakikat şudur: Kanunlar, adaletin ruhunu taşımıyorsa; sadece mürekkep yığınından ibarettir.
Bilimsel ve Mantıkî Boyut: Hukuk Neden Çöküyor?
Modern hukuk sosyolojisi, cezasızlığın suç oranlarını artırdığını defalarca ortaya koymuştur. “Suçun karşılıksız kalması”, suçluda pişmanlık değil, cesaret üretir. Hukukun ciddiyeti sarsıldıkça, hem bireylerin devlete olan güveni azalır, hem de toplumda anarşi eğilimleri artar. Devletin güvenlik güçleri, yargı organları ve eğitim sistemi bu güveni inşa edemezse, çöküş kaçınılmaz olur.
VII. Çıkış Yolu: Yeniden Diriliş İçin Hukuku Diriltmek
Hukukun merkezine adalet ve vicdan yerleştirilmelidir.
Polis ve yargı arasında bağ kopmamalı, suçlu gerçekten cezalandırılmalı.
Eğitimde disiplin kurulları sembolik değil, adil ve kararlı işlemeli.
Sahtecilikle mücadele, sistemsel ve köklü yapılmalı.
Hukuk, sadece “şeklen” değil, şuurla uygulanmalı.
Sonuç: Hukuk Ölürse Devlet De Ölür
Hukuk, bir milletin ruhudur. Hukuk çürürse, devlet sadece beden olarak yaşar; ruhunu kaybeder. Bugün yapılması gereken, yamalı bohçaya bir yama daha dikmek değil; bütün sistemi yeniden adalet ekseninde inşa etmektir. “Batsın böyle hukuk!” dedirtmeyecek bir adalet düzeni; milletin vicdanını, umudunu ve geleceğini ayağa kaldıracaktır.
ÖZET
Bu makalede, Türkiye’deki hukuk sisteminin ciddi şekilde yara aldığı, suçlunun cezalandırılmadığı, mağdurun korunmadığı bir düzenin sürdürülemez olduğu anlatılmıştır.
Eğitim sistemi dâhil olmak üzere, sahte diploma ve disiplin zaaflarıyla da beslenen bu hukuk açığı, toplumun her alanında hissedilmekte; adalet duygusunun zedelenmesine yol açmaktadır. Tarihî, ilmî ve ahlâkî çerçevede gösterildiği gibi, hukuk bir toplumun yaşama sebebidir. Hukukun ölmesi, devletin çöküşünü getirir. Çözüm, adaletin yeniden vicdanla tesis edilmesiyle mümkündür.
İnsan, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren, “kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularıyla kuşatılmıştır. Bu sorular, kalbin derinliklerinde bir yankı uyandırır ve ruhun sükûnetini arayışının bir tezahürüdür. Tıpkı bir fırtınada savrulan geminin liman arayışı gibi, insan kalbi de daimi bir huzur ve istikrar noktasına ihtiyaç duyar.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in “Ey kalpleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabbim! Benim kalbimi dinin üzere sâbit kıl.” duası, bu arayışın en veciz ifadesidir.
Bu dua, sadece bir yakarış değil, aynı zamanda kalbin değişkenliğine karşı bir sığınma, imanın gelgitlerinden emin olma isteğidir.
Bu sükûnetin ve imanın temelinde, varlığın yaratılış sırlarını idrak etmek yatar. İnsan, kendi acziyetini ve kâinatın sonsuz ihtişamını gördükçe, Yüce Yaratıcı’nın varlığına ve kudretine daha yakından şahit olur. Öyle ki, bazı insanlar, ölüm ve ahiret hakkında şüpheye düşerek, çürümüş kemikleri kimin dirilteceğini sorarlar.
Bu, insan aklının sınırlarını gösteren bir soru olmakla birlikte, Kur’an-ı Kerim bu soruya en hikmetli cevabı verir:
“Sen de de ki: ‘Onları ilk defa kim inşa edip hayat vermiş ise, O diriltecektir.'” ve
“Sizin hazırdaki yaratılışınız, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.” (Yâsîn, 78-79).
İlk defa yoktan var eden, en ince ayrıntısına kadar hikmetle donatan, elbette ki ikinci defa yaratmaya da kadirdir. Bu ayetler, aklı ve kalbi, başlangıca ve sona dair şüphelerden arındırır. İnsan, kendi bedeninin karmaşık yapısına, beyninin muazzam işleyişine baktığında, bu kusursuz sanatın bir rastlantı eseri olamayacağını anlar.
Bu idrak, aynı zamanda kâinatın Hâkimsiz ve Sânisiz olamayacağı gerçeğine ulaştırır. Tıpkı bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız, bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi, bu nihayet derecede muntazam memleket de Hâkimsiz olamaz. Her mevsim, her tabiat hadisesi, her bir canlı, bir kitap misali, Yüce Hâkim’in fiillerinden, mânidar mektuplarından ve sanatlı nakışlarından bahseder. Bu muazzam intizam, sadece bir gözlemcinin değil, aynı zamanda bir Sâni’in varlığını haykırır. Bir sineğin kanadından, semavât kandillerine kadar her şey mükemmel bir düzen içinde yaratılmıştır. Bu düzen, birbiriyle çatışmayan, aksamayan, tam tersine birbiriyle ahenk içinde çalışan bir bütündür. Bu bütünlük, ancak tek bir Hâkim’in varlığıyla açıklanabilir.
İşte kalbin sükûnu, imanın istikrarı, bu mutlak hakikatleri idrak etmeye bağlıdır. Kâinatı dolduran bu harika sanatları, mânidar mektupları ve hikmetli fiilleri okuyabilen bir kalp, şüphelerden arınır. Kendini yalnız ve başıboş hissetmez. Çünkü o bilir ki, kendisi ve tüm varlık, nihayetsiz bir kudret ve ilim sahibi tarafından idare edilmektedir. Bu idrakle birlikte, kalplerin değişen hallerine karşı, Yüce Hâkim’e sığınmak ve O’nun dininde sabit kalmak için dua etmek, insanı manevi bir limana ulaştırır.
Özet
Makale, insanın kalbi sükûnete ve imanın istikrarına olan derin ihtiyacını ele alarak başlar. Peygamberimizin “Ey kalpleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabbim! Benim kalbimi dinin üzere sâbit kıl.” duası, bu arayışın veciz bir ifadesi olarak sunulur.
Makale, ahiret inancına dair şüpheleri, “çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusu üzerinden ele alır ve Kur’an’ın bu soruya verdiği cevabı açıklar. İlk yaratılışı gerçekleştiren Yüce Kudretin, ikinci yaratılışı da rahatlıkla yapabileceği anlatılır. Bu düşünce, kâinatın muntazam düzeninin bir Hâkimsiz olamayacağı gerçeğine bağlanır. Bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız olamayacağı gibi, bu muazzam kâinatın da bir idarecisi olması gerektiği mantığıyla tek bir Hâkim’in varlığına işaret edilir. Sonuç olarak makale, kalbin huzur bulmasının, varlıktaki hikmetleri ve sanatı idrak etmekle, Allah’a imanla ve O’nun dininde sabit kalmak için dua etmekle mümkün olduğunu özetlemektedir.
Ey aziz insan! Her birimiz, içinde yaşadığımız bu âlemi, kendimize has bir pencereden seyrederiz. Tıpkı Kur’an-ı Kerim’in her bir insana, onun meşrebine göre ayrı bir fehm ve iktibas sunduğu gibi. Varlığın bu ummânında, her birimiz, o engin denizde yüzen bir gemiyiz. Kimi zaman medler ve cezirler, kimi zaman fırtınalar ve sükûnetler içinde yol alırız. Bu seyahatte, gözümüzle gördüğümüz, aklımızla kavradığımız her şey, birer mektuptur aslında. Tıpkı bir üzüm salkımı, bir gül goncası veya rengarenk bir kuş gibi…
Bunların her biri, kâinatın Yüce Sâni’sinin esmâsını, sonsuz kudretini ve sanatını fısıldar bize.
Peki, bu muazzam mektupların sahibini tanımayan bir kalp, bu fısıltıları nasıl duyabilir? Onu unutan bir ruh, içinde bulunduğu saraylarda dahi zindanda olmaz mı? Oysaki onu tanıyan, ona itaat eden bir kalp, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Çünkü o bilir ki, dünya hayatının geçici dostlukları ve rütbeleri, ancak kabir kapısına kadardır. Gerçek saadet, bu fani âlemde değil, onun ardında bizi bekleyendir.
Bizler, bu nazik, sanatlı ve mizanlı âlemde başıboş bırakılmış değiliz. Her şeyin bir kanunu, bir nizamı olduğu gibi, insan hayatının da bir maksadı vardır.
Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olamazken, bu kâinat nasıl olur da Hâkimsiz olur?
Bizler, bu soruların cevaplarını Kur’an’da buluruz. O Kur’an ki, ruhumuzu terbiye eden ve kalbimizi tedavi eden bir şifadır. Kalbinin tedavisi, onun kudsî dairesine girmek ve Kur’an’ın mübelliği olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetine tâbi olmaktır.
Böylece, kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden ve mevcutâtın öfkesinden kurtulmanın çaresini buluruz. Bu yolculukta, maruz kalabileceğimiz her türlü kötülüğe karşı da bir sığınağımız vardır. Peygamberimiz (s.a.s)’in nazara ve her türlü şerden korunmak için okuduğu dua, bizi Allah’ın sonsuz iradesine ve hükmüne sığınmaya davet eder.
Oysa, insaniyet-perver maskesi altında vicdansız ve gaddar olanların, savaşın ve yıkımın kol gezdiği bu asırda, “Yaşasın cehennem!” dercesine fütursuzca medeniyet-perestlik yapanların akıbeti, dehşet verici bir cezayla sonuçlanacaktır.
Öyleyse, hakiki saadetin anahtarı, bu fani dünya hayatını bir ibret nazarıyla seyretmek, her eserde o Yüce Sâni’nin sanatını görmek, Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde bir hayat sürmek ve her an Allah’a sığınmaktır.
Özet
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden ve hadislerden alıntılarla, varlığın amacını ve insan hayatının anlamını sorgulamaktadır. Her şeyin bir yaratıcısı olduğunu, kâinatın sanatlı ve mizanlı bir düzen içinde olduğunu anlatır. İnsanın bu düzende başıboş olmadığını, Kur’an-ı Kerim’in ruhu terbiye eden ve kalbi tedavi eden bir rehber olduğunu belirtir. Makale, dünya hayatının geçiciliğini ve asıl saadetin Allah’ı tanımakta ve ona itaat etmekte yattığını anlatır. Ayrıca, her türlü kötülükten korunmak için Allah’a sığınmanın önemine değinir ve vicdansız medeniyet-perestliğin sonuçlarının dehşetli olacağını ifade eder.
Sonuç olarak, makale, Allah’a iman ve Kur’an-Sünnet rehberliğinde bir hayatın, gerçek mutluluğun ve kurtuluşun anahtarı olduğunu özetlemektedir.
Sahte Diplomalar, Sahte Adamlar ve Kaybolan Hakikat
Sahte diplomalılar türedi.
O da her alanda.
Lise mezunluğundan üniversite mezunluğuna, akademisyenden prof, dekan ve rektörüne kadar.
Doktorundan avukatına her birimde sahte diplomalı oldukları ortaya çıktı.
Tıpkı 16 milyonluk İstanbulu yöneten belediye başkanının diplomasından yolsuzluğunu kadar ortaya çıkmasıyla hapiste yatmasına kadar.
Ve bu adam dokunulmaz olsun diye CHP içinde Cumhurbaşkanı adayı gösterildi.
Allah korusun ya birde Cumhurbaşkanı olsaydı?
Sadece İstanbul ve İstanbullu kaybetmez, Türkiye kaybederdi.
Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belli olurmuş misali,
İnsan sahte olursa diplomasının sahte olması niye garipsensin ki?
Tıpkı, “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok; nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” Hz.Mevlânânın sözünde olduğu gibi.
Yürüyen ve insan görünen sahte insanlar.
Kendisi sahte olan bir insanın diplomasının sahte olmaması bir garip olur.
Eğitimde de görmüyor muyuz?
Adam 4, 5 sene gelip gidiyor. Dikiş tutturamıyor, bir vesile ile geçip diplomasını alıyor.
Milli eğitimden üniversiteye kadar kaçta kaçı hakkıyla diploma alıyor ve ehliyet kazanıyor?
Sahte diploma, sahte adamın sahte ürünüdür.
Ürünlerde de öyle değil mi?
Herşeyin sahtesi üretildi, sahte insanlar tarafından.
********
Bir Zihniyetin Çürümüşlüğü Üzerine Derinlemesine Bir Tahlil
> “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok; nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” – Hz. Mevlânâ
“Kişi sahte olursa, diplomasının sahte olması artık sadece bir ayrıntıdır.”
Giriş: Sahtekârlığın Kurumsallaşması
Günümüz dünyasında sahtelik yalnızca ürünlerde değil, artık karakterlerde, unvanlarda, belgelerde ve yönetimlerde de kol gezmektedir. Eğitimde sahte diplomalılar, siyasette sahte vaatler, medyada sahte haberler, yargıda sahte kararlar ve toplumda sahte değerler baş göstermektedir. Bu, sadece bir insan tipi değil, bir zihniyet türüdür: sahte insan zihniyeti.
Diploması olmayanın doktor, hukukçu, profesör, dekan hatta rektör olarak ortaya çıkması; sadece kişisel bir dolandırıcılık değil, sistematik bir hastalığın belirtisidir. Tıpkı çürük bir dişin ağızda irin yayması gibi, sahte bir zihniyet de tüm topluma yayılır.
Edebi ve Hikmetli Boyutu: Kıyafet ve Kıyafet-i İnsaniye
İnsanın kıymeti ilim ve hikmetle, sadakat ve samimiyetle ölçülür. Bugün ise bu kıymet, sahte belgelerle, torpille, ekran şovlarıyla oluşturuluyor. Elbise, kişiyi örtmek içindir; ama içi boşsa, örtü neyi örtsün?
Tıpkı Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Elbisesi olan ama içi boş” insanlar, toplumun yönetimine geçerse; o toplumun da içi boşalır. Sahte diplomalı adam, bir yere yönetici olduğunda sahte uygulamalar, sahte kadrolar, sahte değerlerle birlikte adalet de, liyakat de zayi olur.
> “Sahte adamdan sadır olan her şey sahtedir; ister diploma olsun, ister politika.”
Tarihi Derinlik: Ehliyetin Yerine Sadakat
Tarih boyunca milletlerin yükseliş ve çöküş sebeplerine baktığımızda, temel ayrım hep aynı kalmıştır: Ehliyet ve liyakat varsa, yükselmişlerdir; adam kayırma, torpil, sahtecilik varsa, yıkılmışlardır.
İslam tarihinde Hz. Ömer (ra), valileri tayin ederken ilk kriteri “güvenilirlik” ve “ehliyet” idi. Bugün ise “bizden mi?” sorusu her şeyin önüne geçiyor.
Osmanlı’nın gerileme dönemine girdiği 17. ve 18. yüzyıllarda da benzer bir tablo vardı: Medreseye ilim yerine para girince, müderrislik “makam”, diploma “rüşvet”, kadılık “torpil” ile elde edilir olmuştu. Sonuç: Adaletin çöktüğü, ilmin itibarsızlaştığı, devletin zaafa uğradığı bir çöküş süreci…
İlmi ve Sosyolojik Yönü: Kurumsal Sahtekârlığın Üretimi
Sahte diplomalar, sadece tek tek bireylerin değil, kurumların da iflasıdır. Çünkü bu sahtekârlık, tek başına yapılmaz; bir düzen kurulur, bir zemin hazırlanır, birileri göz yumar, birileri menfaat sağlar. Bu da bir “organize yalancılık ağı” oluşturur.
Üniversitelerin artık bilim üretim merkezi değil, kağıt dağıtım kurumu hâline gelmesi; eğitim kurumlarının “mezun verirken” bile sorgulamadığı kalite eksikliği; sahtecilik kültürünün resmîleştirilmesine neden olur.
Bugün bir kişi, 4 yıl boyunca hiçbir derse girmeden mezun olabiliyor; sınavlarda kopya, tezlerde intihal, diplomalarda sahte imza sıradanlaştı. Yani “sahte diploma, sahte sistemin ürünü” hâline geldi.
Mantıki ve Akli Yönü: Değerin Ölçüsü Değişti
Bir toplumu ayakta tutan ölçüler bellidir: Doğruluk, adalet, liyakat, ehliyet, hikmet. Ancak bu ölçüler yerini sahte kavramlara bıraktığında, toplum içten içe çürür.
Bugün biri size “diplomalıyım” dediğinde, “nereden aldın?” diye sorma ihtiyacı hissediyorsanız; orada güven bitmiş, sistem iflas etmiştir.
> Gerçekten de: “İnsan sahte olduktan sonra, diplomasının sahte olması detaydır.”
Yalanla hayatını kuran birinin, bir belgeyi de yalanla almasına şaşırmamak gerekir.
İbret: Eğer Cumhurbaşkanı Olsaydı?
Toplumun bir kısmı, İstanbul gibi bir şehri sahte diplomalı birine emanet etti. Dahası bu kişiyi, Cumhurbaşkanlığına layık gördü. Şayet bu gerçekleşseydi, yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye bir sahtekârlığın eline geçecekti. Allah korudu.
Burada mesele bir kişi değil, bir anlayıştır. Bu anlayış “görüntüye aldanan”, popülerliği liyakatin önüne koyan, sahteyi gerçeğin yerine tercih eden bir zihniyettir. Ve bu zihniyet değişmeden, kişi değişse de sonuç değişmez.
Çözüm: Ölçüleri Gerçeğe Döndürmek
Diplomayı değil, ehliyeti sorgulayalım.
Unvanı değil, liyakati arayalım.
Görüntüyü değil, kişiliği ölçü alalım.
“Sahte adamlar” değil, sadık ve sadık olanlar kıymetlensin.
Eğitim kurumları gerçek bilgi üretmeli; toplum, ahlaki çıtasını yükseltmeli; her makam liyakatle doldurulmalıdır.
Evet gerçekten, Dinime dahleden bari müsülman olsa.
Adamın camiyle cemaatle, cuma ile hutbeyle, dinle kuranla, namazla ezanla, tesettürle hayayla hiç mi hiç ilgisi yok, derdi yok ama kalkmış Müslümanın hutbesiyle cumasıyla, camisine cemaatine uğraşmakta, cami ve cemaati de kendisine benzetmeye çalışmaktadır.
Tam bir munafikane, hainane, sinsice bir hareket.
Bu insanların hristiyan ve yahudilikle hiç problemi olmazken, islamiyetle problem yaşamaktadırlar.
Bunlar din düşmanı değil, İslamiyet düşmanıdırlar.
Maalesef yüz yıldır hep aynı hal.
İlk yıllarda dışarıdan kaldıramadıkları islamiyeti, sonradan bizde Müslümanız sahte maske ve görüntüsüyle kaldırmaya ve en azından sulandırmaya çalışmaktadırlar.
Allah bunların şerlerinden bu milleti korusun.
Bunlar Agop misali hiç bir dine yar olamamaktadırlar
Türkiye’nin her alanda olduğu gibi dini alanda da en büyük tehlikesi harici değil, dahilidir, dahildedir.
**********
Sinsi Müdahaleler, Maskeli Yüzler ve Dahili Tehlike
“Dinime dahleden bari Müslüman olsa…” Bu ifade, sadece bir serzeniş değil; bir çağın, bir milletin, bir inancın maruz kaldığı en tehlikeli sabotajın özetidir. Zira bir dine karşı olan düşmanlık, aleni ve dışarıdan geldiğinde savunma kolaydır. Asıl yıkıcı olan, içten gelen, dost görünüp düşmanca davranan, maskeli ve sinsi bir muarızdır.
Hikmet Cephesi: Din Düşmanlığı Değil, İslam Düşmanlığı
Yüce Allah, Kur’an’da münafıklardan bahsederken onları, “kalplerinde hastalık olanlar” (Bakara, 10) olarak tanımlar. Bu hastalık, imanla bağdaşmayan bir sinsi niyettir. Münafık, düşmanını dıştan değil içten vurur. Bugün camiye, ezana, tesettüre, namaza dil uzatan ama kendisini “dindar Müslüman” gibi gösteren güruh, tam da bu tanıma uyar.
Bu kişiler Hristiyanlığa veya Yahudiliğe hakaret etmez; onlara dair hoşgörü ve saygıdan dem vurur. Ancak aynı kişiler, İslam’a, Kur’an’a ve Müslümanların mukaddesatına dil uzatmaktan çekinmezler. Bu da gösterir ki, hedef din değil, bizzat İslam’dır.
Edebi Yüzü: Maskelerle Yaşamak
Tarihte de bugün de bu maskeli karakterlerin çokluğu, edebî ve temsilî anlatımlarda yer bulmuştur. Meşhur hikâyedir:
> “Bir adam elinde zehirle suyu sulandırır ve halkın içmesine sunar. Zehir doğrudan verilse halk içer mi? Ama su kılığına büründürülünce, şifa diye içirilir.”
Bugün, “Biz de Müslümanız ama…” diye başlayan cümlelerin büyük kısmı, bu zehirli sulardandır. Sözde dinî kaygılarla, özde ise seküler ve inkarcı bir niyetle hareket eden bu kimseler, dine müdahale hakkını kendilerinde görmektedir.
Tarihi Derinlik: İçerden Yıkımın Kronolojisi
Osmanlı’nın son döneminden bugüne kadar, İslam’a dış müdahale, çoğu zaman iç destekle mümkün olmuştur. II. Abdülhamid’in hal edilmesinde rol oynayanlardan bazıları, Müslüman ismi taşıyan ama Batı’nın fikir işçiliğini yapan adamlardı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, dış güçler hilafeti kaldırtamamışken, içerideki Batıcı elit, bu misyonu seve seve üstlendi. Camilere zincir vuruldu, Kur’an yasaklandı, ezan susturuldu. Tüm bunlar, dışarıdan gelen bir haçlı ordusuyla değil, içeriden gelen gömlekli, kravatlı ve Batı’nın kopyası zihinlerle yapıldı.
İlmi ve Sosyolojik Tahlil: Dönüştürülen Dindarlık
Bugün yaşanan hadise, “din karşıtlığı”ndan ziyade “dinin dönüşümü” projesidir. Sosyoloji bilimi açısından bu, bir “soft ideolojik hegemonya”dır. Dine doğrudan savaş açılmaz, ama dinin içeriği boşaltılır.
Dindar görünümde olan bazı medya yüzleri veya akademik figürler, “akılcı din”, “çağdaş Kur’an yorumu”, “yenilikçi İslam” gibi süslü ama içi boş kavramlarla İslam’ı sekülerleştirme çabasındadır.
Bu tarz yaklaşımların temelinde, dini asli hüviyetinden koparıp devlete, modernizme veya bireyin keyfine hizmet eden bir sistem hâline getirme arzusu vardır.
Mantık ve Akıl Yönü: Çelişkiler Yumağı
Bir insan, ilgilenmediği bir konu hakkında konuşmaz. Sporla ilgisi olmayan, futbol maçını yorumlamaz. Edebiyatla ilgilenmeyen, şiiri tahlil etmez. Ancak dinle ilgisi olmayan, namaz kılmayan, camiye uğramayan adam, hutbeyi eleştirir, cemaate karışır, ezana ayar vermek ister. Bu aklen ve mantıken izah edilemez bir çelişkidir.
Çünkü mesele sadece “eleştirmek” değil, “dönüştürmek”, “kendi hevasına uydurmak”tır.
İbret: Aynı Oyun, Yeni Perde
Tarihte firavunlar, İslam peygamberlerini tanımamış; Roma İmparatorluğu, Hz. İsa’yı reddetmiş; Emevîler ve Abbâsîler döneminde ise zındıklar “dine zarar verme” işini içeriden yürütmüştür.
Bugün de benzer bir manzara vardır: Agop misali, hiçbir dine yar olamayanlar, İslam’ı da içten vurmak isterler. Ne kiliseye giderler, ne havraya… ama camiye müdahale ederler. Ne İncil’le dertleri vardır, ne Tevrat’la… ama Kur’an’a dil uzatmaktan çekinmezler.
Tehlike: Harici Değil, Dahili
Türkiye’nin İslamî geleceği için en büyük tehlike, dışardan gelen değil, içerideki kimliksizliktir. Bu tehlike, tanınamaz hâle getirilmiş bir İslam, sulandırılmış bir Kur’an anlayışı ve içi boşaltılmış bir ümmet şuurudur.
Sözde Müslüman ama özde dine karşı olan bu zihniyet, eğitimden sanata, medyadan siyasete kadar her yerde etkilidir. O yüzden tehlike cephenin önünde değil, karargâhın içindedir.
ÖZET:
Bu makalede, “Dinime dahleden bari Müslüman olsa” sözü çerçevesinde, İslam’a karşı içerden yapılan müdahaleler analiz edilmiştir. Bu müdahaleler;
Hikmet yönüyle sinsi ve münafıkça,
Edebi yönüyle maskeli ve çift yüzlü,
Tarihi yönüyle Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanan derin bir proje,
İlmi ve sosyolojik yönden dini dönüştürme operasyonu,
Akli ve mantıki olarak ise çelişkili ve samimiyetsizdir.
En büyük tehlikenin dışardan değil, içeriden geldiği bu açıdan anlatılmıştır. Müslümanların bu sinsi saldırılara karşı uyanık olması, İslam’ı asli hüviyetiyle koruması ve dinin kendi öz kaynaklarından (Kur’an ve Sünnet) beslenmeye devam etmesi gerekmektedir.
> “Allah’ım! Bu milleti maskeli münafıkların şerrinden muhafaza eyle.”
> “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. İbadet ise o imanın fiilî bir tezahürüdür.”
(Sözler, s. 328 – RNK)
🌿 Giriş:
İnsan; sadece et, kemik ve sinir yığını değildir. Onu hayvandan ayıran şey, ne yemek yemesi ne yürümesidir. Onu insan yapan, onun imanla tanışmış, ibadetle yücelmiş bir ruh taşımasıdır. Çünkü iman, insanın kalbine anlam; ibadet ise hayatına istikamet verir.
🧭 İman Ne Kazandırır?
Varlığa bir anlam: İnsan neden yaratıldı, nereye gidiyor? Bu sorulara imanla cevap bulunur.
Kâinata karşı dayanak: Ölümden korkmamak, yalnızlığa düşmemek imanın eseridir.
Ahlakî derinlik: Gerçek ahlâk, Allah’a imanla beslenir.
Bediüzzaman der ki:
> “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.”
(Sözler, s. 328)
Bu söz, insanın ancak imanla gerçek değerine ulaştığını ifade eder. İman olmayınca insan, sadece sevklerin ve arzuların esiridir.
🙏 İbadet Ne Sağlar?
İbadet, imanın görünür hâlidir. Allah’a karşı secde eden bir kul, hem kendi benliğini ezmekte hem de Rabb’ine teslim olmaktadır.
İbadet:
Ruhun gıdası,
Kalbin huzuru,
Aklın istikameti,
Nefsin terbiyesidir.
İbadet etmeyen insan, nefsini ilahlaştırır. Vahiyden değil, hevadan hüküm çıkarır.
> “İbadet, insanı mahlûkatın en aşağı derecesinden alıp, en yüksek makama çıkarır.”
🧠 Akılla İmanın Uyumu
Bediüzzaman, akılla imanı asla karşı karşıya getirmez. Bilakis iman, aklı aydınlatır. Aklın nuru fünun-u medeniyedir; kalbin nuru iman. İkisinin birleşmesiyle hakikat doğar.
İnsanlığın Sınavı: Gazze’de Açlık, Zulüm ve Sessiz Çığlık
Vicdanın Felci: Açlığın Ölçülemez Vahşeti
Dünya gözlerini kapatıyor, kulaklarını tıkıyor. Ama Gazze’de çocukların karınları guruldamıyor artık; çünkü açlığın sesinin susturduğu bedenler konuşmaz. İsrailli haham Ronen Shaulov’un “Gazze’deki çocuklar açlıktan ölmeli” çağrısı sadece bir nefret değil, medeniyetin ölüm fermanıdır.
Bir çocuk açken, insanlık tok olamaz. Ama bugün bir kuşağın gözleri önünde, ahlaki çöküntü televizyonlardan naklen yayınlanıyor.
Tarih Tekerrür Etmiyor, Tecessüm Ediyor
Yahudilerin tarihi, soykırımlarla, sürgünlerle dolu. Auschwitz’in karanlık hatırası hâlâ canlı. Ancak ne acıdır ki o acıyı taşıyan millet, şimdi aynı karanlığı başkalarına yaşatıyor. İsrailli yazar David Grossman bile dayanamayarak “Ben artık Gazze’de bir soykırım görüyorum” diyorsa, bu söz tarihi bir belgedir.
Firavunlaşan yönetimlerin ortak özelliği, başkasını insandan saymamaktır. İsrail devleti, politikalarıyla kendisini ahlakın, hukukun, insanlığın dışına itmiştir.
III. Bilimin Sessiz Çığlığı: Guillain-Barre Sendromu ve Açlık Felci
Açlık yalnızca mideyi değil, sinir sistemini de çökertiyor. Gazze’de yayılmaya başlayan Guillain-Barre sendromu, açlığın bilimsel bir tezahürü olarak karşımızda. Yetersiz beslenme, temiz suya ulaşamama ve kronik stres, bu nadir sendromu bir salgına dönüştürdü. Yani açlık, sadece öldürmüyor; felç ediyor, çaresizleştiriyor, susturuyor.
Bilim diyor ki: “Bir toplumun sağlığı, en zayıf halkasının sağlığı kadardır.” Peki Gazze’deki halkaya bakınca hangi uygarlık kendine hâlâ “ileri” diyebilir?
ABD ve Batı’nın “Yalancı Tarafsızlığı”
Trump’ın “Gazze’nin işgali İsrail’e kalmış bir iş” açıklaması, ahlaki tarafsızlığın nasıl cinayete ortaklık ettiğinin ifadesidir. Amerikan subayı Anthony Aguilar’ın görevinden istifa ederek Gazze’deki yardım dağıtımını “Açlık Oyunları”na benzetmesi, bir Hollywood senaryosunun değil, gerçek bir vahşetin belgelenmesidir.
Amerika susuyor, çünkü zaten konuşması gereken yerde silah satıyor.
Bugün savaş yalnızca topla tüfekle değil, algılarla ve sermayeyle yapılıyor. İsrail destekçisi Sequoia Capital’in sahibi olduğu MUBI’ye karşı başlatılan boykot, halkların bilinç düzeyinin yükseldiğini gösteriyor. Sanatın ve ekonominin, zalimin ortağı olmasına halk razı değil artık.
Grafiti sanatçılarının, sokaklara Gazze’nin acısını işlemesi; Filistin’in yalnız olmadığının, hâlâ umut olduğunun işaretidir.
Tarihî İbret: Bir Delinin Dünya’yı Yakması
Tarihte Nemrutlar, Firavunlar, Hitlerler çıktı. Hepsi de bir kişiydi. Ama arkalarında ya susanlar vardı ya da sessizce destekleyenler.
Bugün Netanyahu, Gazze’ye zulmediyor. Arkasında Trump gibi, Mossad gibi, ABD gibi yapılar var. Jeffrey Epstein dosyalarında dolaşan şantaj iddiaları, işin ahlakî ve karanlık yüzünü de gözler önüne seriyor. Bir manyağın peşine takılanlar sadece masumları değil, insanlığı da kurban ediyor.
VII. Hikmetli Bir Bakış: Zulüm Devam Etmez, Etmeyecek
Kur’an, zulmün baki olmadığını haber verir:
> “Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını göreceklerdir.” (A’râf, 7/183)
Evet,
> “Zulüm devam etmez. Bir cemaatin ekserisi bir cemaatin ekserisine zulmetse, cezası bu dünyada verilir.”
Bugün Gazze zulüm altındadır, ama mazlumun duası semayı delmiştir. Her gecenin sabahı vardır. Her zalimin sonu vardır. Her insanlık suçunun ilâhî mahkemesi kurulacaktır.
ÖZET:
Bu makalede, Gazze’deki açlık dramı ve İsrail’in uyguladığı soykırım politikası çok boyutlu olarak ele alınmıştır:
Hikmetli açıdan, zulmün sonsuz olamayacağı ve mazlumun duasının makbuliyeti anlatılmıştır.
Edebi açıdan, çocukların açlıktan ölmesi, insanlığın vicdanını felç eden bir trajedi olarak işlenmiştir.
Tarihi açıdan, İsrail’in soykırıma uğrayan bir toplumken, bugün aynı zulmü işlemesi ironik ve ibretlik olarak gösterilmiştir.
İlmi açıdan, Guillain-Barre sendromu gibi açlıkla tetiklenen sağlık krizlerine yer verilmiştir.
Aklî ve mantıkî açıdan, Batı’nın ikiyüzlü politikalarının, suça nasıl ortaklık ettiği belgelerle ortaya konmuştur.
Düşündürücü olarak, bir kişinin ya da yapının, dünya düzenini nasıl felakete sürükleyebileceği analiz edilmiştir.
Sonuç olarak, Gazze sadece coğrafi değil, ahlaki bir sınavdır. Bu sınavda insanlığın notu henüz kırık. Ama mücadele eden vicdanlar hâlâ var.
“Gönül aynan saf olmadıkça, çirkini güzelden ayıramazsın.” (Hz. Mevlana)
“Evet, her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Risale-i Nur)
Bu iki hikmetli söz, insan olmanın ve varlığı anlamlandırmanın temel meselelerinden ikisini ele alır:
Kalbin saflığı ve güzelliğin hakikati.
Mevlana Hazretleri’nin buyurduğu gibi, insanın iç dünyası, yani gönül aynası temizlenmedikçe, dış dünyadaki güzellik ve çirkinliği doğru bir şekilde ayırt etmesi mümkün değildir. Kirli bir aynada yansıyan her şey bulanık ve çarpık görüneceği gibi, dünyevi hırs, kibir, haset ve kinle kararmış bir gönül de hakikati göremez, çirkini güzel, güzeli ise çirkin zannedebilir.
Bu durum, bizleri hak ve hakikat kavramına götürür. Hak, küçüğe, büyüğe, aza ya da çoğa bakılmaksızın her zaman haktır. Kalabalıkların tercihi, bir şeyin doğruluğunun veya yanlışlığının ölçüsü olamaz. Hak, değişmez ve ebedidir. Tıpkı Kur’an’ın düsturları gibi, ezelden gelip ebede gidecek olan hakikatler, medeniyetin kanunları gibi ölüme mahkûm değildir. Onlar daima gençtir ve kuvvetlidir. Bu da bize gösterir ki, gönül aynamızı Kur’an’ın ve sünnetin nuruyla temizlemek, hakikati görmenin en emin yoludur.
Bir diğer önemli nokta ise, varlıktaki güzelliğin çok yönlü olmasıdır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ifade ettiği gibi, her şeyin bir güzelliği vardır. Kimisi bizzat güzeldir, kimisi de sonuçları itibarıyla güzeldir. Mesela, bir deprem veya hastalık, ilk bakışta çirkin ve yıkıcı görünebilir. Ancak, bu musibetler neticesinde insanların birbirine yardım etmesi, manevi yönlerini güçlendirmesi ve Allah’a daha fazla yönelmesi gibi güzel sonuçlar doğurabilir. Bu durum, bize evrendeki her olayın bir hikmetinin ve bir güzelliğinin olduğunu hatırlatır. Yeter ki biz, olaylara sadece yüzeyinden değil, derinliğinden ve sonuçları itibarıyla bakmayı becerebilelim.
Ancak, bu hikmetli bakış açısına ulaşmak kolay değildir. Bu, nefsimizle olan mücadelemizin bir sonucudur. Nefs-i emmare, yani sürekli kötülüğü emreden nefis, bizi kendi isteklerimize kul etmeye çalışır. “Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş” diye fısıldar. Oysa bir Müslüman, yaratılış gayesini bilir ve kendisini yaratan, güneşi ve ayı emrine veren Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâl’e kul olur. Gönül aynası, ancak bu kulluk bilinciyle, nefsin isteklerinden arındırılarak saflaşır.
Sonuç olarak, gönül aynasını saf tutmak, hayatın karmaşık labirentinde doğru yolu bulmanın temel şartıdır. Bu aynayı, Kur’an’ın ebedi ve daima genç olan hakikatleriyle, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetiyle ve tefekkürle temizlemeliyiz. Böylelikle, her olayın içindeki gizli güzelliği görebilir, Hakk’ı batıldan ayırabilir ve nefsimizin esiri olmaktan kurtularak Rabb’imize sadık bir kul olabiliriz.
Özet
Bu makale, Mevlana ve Said Nursi’nin hikmetli sözlerinden yola çıkarak, gönül aynasının saflığının ve hakikatin doğru idrak edilmesinin önemini anlatmaktadır.
Gönül aynası, dünyevi kirlerden arındırılmadıkça, çirkin ile güzelin ayırt edilemeyeceğini belirtir. Hak, sayıya veya büyüklüğe bakılmaksızın daima haktır ve Kur’an’ın düsturları gibi ebedidir. Ayrıca, her şeyin ya bizzat ya da sonuçları itibarıyla bir güzelliği vardır ve bu güzellik, olayların ardındaki hikmeti görme yeteneğiyle anlaşılabilir. Bu idrake ulaşmak için nefsin isteklerine boyun eğmek yerine, Allah’a kul olmak gerekir.
Sonuç olarak, gönül aynasını temizlemek, doğru yolu bulmak ve hakikati görmek için hayati bir öneme sahiptir.
“Misafir olan kimse beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.” (Mesnevi-i Nuriye, Risale-i Nur)
Bu hikmetli söz, bize varoluşumuzun en temel gerçeğini hatırlatır: Hayat bir yolculuktur ve bizler bu yolculukta sadece birer misafiriz. Geçici bir durak olan bu dünyada, beraberimizde götüremeyeceğimiz şeylere, yani mal, mülk, makam gibi dünyevi hedeflere bağlanmak, misafirlik ahlakına aykırıdır. Tıpkı bir şehirde konaklayan yolcunun, ayrılacağı vakit o şehre ait eşyalara gönül bağlamaması gibi, bu fani dünyadan da ebedi âleme göç edeceğimiz gerçeği, kalplerimizi dünyalıklarla doldurmamamız gerektiğini öğütler.
Tarih, bu gerçeği göz ardı edenlerin ibretlik hikâyeleriyle doludur. Büyük imparatorluklar kuran, sayısız zenginlikler edinen, gücün ve ihtişamın zirvesine çıkan nice hükümdar, en sonunda her şeyi geride bırakarak toprağa dönmüştür. Mezarlar, hem toprak alma derdinde olan insanı hem de insanı alma derdinde olan toprağı bir araya getiren sessiz şahitlerdir. Hikayenin sonunda, herkes toprak sahibi olacak ve sadece amelleriyle baş başa kalacaktır.
İşte bu, fani olanın nihai sonudur.
İnsanlık tarihi boyunca, kalplerini dünyevi hırslarla dolduranlar, hırsın getirdiği mahrumiyetin acı tadıyla yüzleşmişlerdir. Hırs, rızıkları gayrimeşru yollarla elde etmeye sevk eder ve nihayetinde doyulmaz bir boşluk bırakır. Oysa tevekkül ve kanaat, Allah’a güvenmenin ve O’nun takdir ettiğine razı olmanın bir nişanesi olarak insana huzur ve bereket getirir. Tıpkı bir bal arısının küçücük kafasıyla kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyıp, onlardan bal gibi bir rahmet hediyesi getirmesi gibi, iman dairesinde yaşayan insan da bu dünyada Rabb’inin takdirine güvenerek yaşar ve ahirete hazırlanır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in terbiyesi, dünya ve ahirette ebedi ve daimi mutluluğu arayanlar için en büyük rehberdir. O’nun gösterdiği yol, bizi fani dünyanın tuzaklarından korur ve ahiret yurdu için azık biriktirmeye yöneltir.
Bu açıdan, şükredenlerin nimetlerinin artacağı ve nankörlük edenlerin ise şiddetli bir azapla karşılaşacağı hakikati (İbrâhim Sûresi, 7. Ayet), bize hayatın temel bir prensibini sunar:
Dünyalıkların peşinde koşmak yerine, Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek ve O’nun rızasını kazanmak, gerçek zenginliğin kaynağıdır.
İnsan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever. Bu sevgi, bizi dünyalık heveslerden arındırır ve bizi ebedi olana yönlendirir. Çünkü bir musibetle karşılaştığımızda bile, bunun kendi yaptıklarımız yüzünden olduğunu idrak edip tövbe etmemiz ve Allah’ın affına sığınmamız (Şûrâ Sûresi, 30. Ayet), iman dairesinde bir yaşamın getirdiği bir bilgeliktir.
Nihayetinde, ömür-ü bakide görülecek rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarımıza bağlıdır. Yani, ahiret yurdundaki ebedi mutluluk, bu dünyada sergilediğimiz gayretin, Allah’a olan bağlılığımızın ve O’nun rızası için yaptığımız amellerin bir sonucudur. Bu dünya, bir misafirlik yeridir ve misafirliğin en güzel ahlakı, ev sahibine hürmet etmek ve O’nun buyruklarına uymaktır. Dolayısıyla, aziz olarak bu dünyadan ayrılmak, Allah’a olan imanımızı güçlendirmek, O’nun rızasını kazanmak için çalışmak ve kalbimizi dünyalık hırslardan temizlemekle mümkündür.
Özet
Hayat, fani bir misafirliktir ve bizler bu dünyadan ebedi ahiret yurduna göç edecek yolcularız. Bu nedenle, kalbimizi beraberimizde götüremeyeceğimiz mal, mülk ve makam gibi dünyevi hedeflere bağlamamalıyız. Tarih boyunca bu gerçeği göz ardı edenler, hırslarının ve dünyalık sevgilerinin getirdiği mahrumiyetle yüzleşmiştir. Gerçek huzur, tevekkül, kanaat ve Allah’a olan şükürde bulunur. Ebedi mutluluğun anahtarı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in terbiyesini rehber edinmek, Allah’a olan muhabbetimizi artırmak ve bu fani ömrü ahiret için çalışarak değerlendirmektir. Bu dünyadan aziz olarak ayrılmak, dünyalıkların peşinden koşmak yerine, Allah’ın rızasını kazanmaya odaklanmakla mümkündür.
İnsanlığın Yüce Vazifesi: İlim, Dua ve Sünnet-i Seniyye Rehberliğinde Tekâmül
İnsan, bu kâinat sahnesine yüce bir vazife için gönderilmiştir. Bu vazife, Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, “ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek”tir. Hayatın gayesi sadece yemek, içmek ve dünya lezzetlerini tatmaktan ibaret değildir. İnsan, kendi mahiyetini keşfetmek, yaratıcısını tanımak ve O’na karşı kulluk vazifesini yerine getirmekle yükümlüdür. Bu makalede, ana temalar doğrultusunda, insanın tekâmül yolculuğunda ilmin, duanın, Sünnet-i Seniyye’nin ve ilahi adaletin önemini tarihi ve edebi bir bakış açısıyla ele alacağız.
İlim ve Dua: Tekâmülün İki Kanadı
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri akıl ve idrakidir. İlim, bu akıl sayesinde kâinatın sırlarını çözme, Allah’ın yarattığı düzeni anlama ve O’nun isimlerini okuma sanatıdır. Her bir ağaç, her bir çiçekli ot, her bir meyve, ilahi isimlerin bir tecellisidir. Onların varlığı, görevleri ve amelleri, yaratıcının Esma-i İlahiyesini bize gösterir. Bu yüzden, ilim sadece fen bilimlerini öğrenmekle sınırlı değildir. Asıl ilim, kâinat kitabını okuyarak Allah’ın kudret ve hikmetini anlamaktır.
Dua ise bu ilmin neticesidir. Kâinatın işleyişini anlayan ve aczini fark eden insan, ihtiyaçlarını gidermek için Yaratıcısına yönelir. Dua, sadece bir istek listesi değil, aynı zamanda insanın acizliğini, fakirliğini ve kulluğunu itiraf etmesidir. İlim ve dua, bir kuşun iki kanadı gibi, insanı maddî ve manevî olarak yücelten iki temel unsurdur. Biri olmadan diğeri eksik kalır.
Sünnet-i Seniyye: Edeb ve Nur Kaynağı
Tekemmül yolculuğunda insanın en güvenilir rehberi, Allah Resulü’nün (sav) Sünnet-i Seniyye’sidir. “Sünnet-i Seniyye, edeptir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur; bir edep bulunmasın!” sözü, bu gerçeği çok güzel özetler. Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatı, sözleri ve davranışları, her alanda insanlığa rehberlik eder. Sünnet, sadece ibadetlerden ibaret değildir; aynı zamanda bir yaşam tarzı, bir ahlak, bir edep ve nur kaynağıdır. Sünnete uymak, en zor anlarda bile doğru yolu bulmak için bir pusuladır. Tarih boyunca, Sünnet-i Seniyye’ye sarılan toplumlar yükselmiş, ondan uzaklaşanlar ise düşüşe geçmiştir.
İlahi Adalet ve Kıyamet
İnsanın tekâmül yolculuğunda karşılaştığı en büyük sınavlardan biri, dünyadaki zulümler karşısında sabır ve imanını korumaktır. “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!” ayeti, bu konuda müminlere büyük bir teselli ve uyarı sunar. Allah’ın adaleti şaşmaz ve O, hiçbir zulmü karşılıksız bırakmaz. Kâinatın mükemmel düzeni, adaletin de mutlak olduğunu gösterir. Zalimlerin cezalandırılması, ahirete ertelenmiştir ve o gün, herkesin dehşetle şahit olacağı bir gündür. “Kıyamet saati muhakkak gelecektir, bunda insanların çoğunun şüphesi yoktur.” ayeti de, bu hesap gününün kaçınılmazlığını anlatır. İnsan, bu bilinci taşıdığı sürece, dünyevi sıkıntı ve zulümler karşısında sarsılmaz bir imana sahip olur.
Kâinatın Sonsuz İlim Kaynağı
İlahi ilmin ve sözlerin sonsuzluğu, “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa…” ayetiyle etkileyici bir şekilde ifade edilmiştir. Bu ayet, Allah’ın ilminin ve hikmetinin sınırsızlığını gösterir. İnsanlık, çağlar boyunca bilim ve teknoloji ile ilerlese de, kâinatın sırlarını tamamen çözemez. Her yeni keşif, sadece ilahi hikmetin büyüklüğünü bir kez daha gösterir.
Sonuç
İnsanın tekâmül yolculuğu, ilimle kâinatı tanıma, duayla acizliğini itiraf etme ve Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğinde ahlakını güzelleştirme sürecidir. Bu süreçte karşılaşılan her türlü zorluk ve zulüm karşısında ilahi adalete olan iman, müminlere güç ve teselli verir. Unutmamak gerekir ki, insan bu dünyaya sadece geçici bir yolcu olarak gelmiştir ve asıl vazifesi, bu yolculuğu en güzel şekilde tamamlayarak ebedi âleme hazırlanmaktır.
Özet
Bu makale, Risale-i Nur ve Kur’an alıntılarından yola çıkarak, insanın bu dünyaya geliş gayesini ele almaktadır. Makale, insanın ilim ve dua aracılığıyla manevi tekâmülünü tamamlaması gerektiğini anlatır. Sünnet-i Seniyye’nin, bu yolda bir edep ve nur kaynağı olarak rehberliğine dikkat çeker. Ayrıca, ilahi adaletin mutlaklığına ve kıyametin kaçınılmaz olduğuna değinir. Kâinattaki her şeyin Allah’ın isimlerinin bir tecellisi olduğu ve ilahi ilmin sonsuzluğu ifade edilerek, insanın bu dünyadaki asıl görevinin bu hakikatleri anlamak ve onlara göre yaşamak olduğu belirtilir.