Kaht-ı Ricalden İstikbale: Karanlıktan Aydınlığa – 1 –

Kaht-ı Ricalden İstikbale: Karanlıktan Aydınlığa – 1 –

Millet olarak kaht-ı rical hali yaşıyoruz.
Ayakların baş yapıldığı veya yapılmaya çalışıldığı, ehliyetsiz olanlara ehliyet verilip şoför mahalline geçirilmeye ve getirilmeye ve de kazaların çokça yaşanmaya, gayr-ı meşru Bizans ve ayak oyunlarının oynanmaya başlandığı devreden geçmekteyiz.
Belkide bu suyun bulanma durumu, inşallah durulma durumuna dönüşür.
Belli ki bu birazda hatta daha çok bizden.
Belkide yetersizliğimizden veya günahlarımızdan.

“Kemâ tekûnû yuvella aleyküm” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar).

“A’malüküm ummalükum” (amelleriniz yönetcilerinizdir, onlar sizlerin eseridir) (bk. Acluni, I / 146; II / 127) denilmiştir.

“Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.” (En’am, 6/129)

“Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.” (Rad, 13/11)

“Allah her dönemin hükümdarını halkın kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse salih birini, helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.” (bk. İsra, 17/16)

“Allah’ım merhametsizleri bize musallat etme.” (Tirmizi, Daâvât, 79).[1]

Bu bulanma hali dünyanın genelinde de görülmektedir.
Bu da göstermektedir ki; dünya çok şeylere gebe.
Bizde ve dünyada bunun sancısını yaşıyoruz.
Dünyada okyanusa doğru yol alan bizler; maalesef bu yolculukta damlada çırpınmakta, derede bogulmaktayız.
Gündelik basit meseleler dünyanın en büyük meseleleri haline getirilmektedir.
Allah akibetimizi hayreylesin.

******

Tarih, yalnızca bir vakaların zinciri değildir. Tarih, aynı zamanda milletlerin kalplerinin attığı, ruhlarının iniş ve çıkışlarla yoğrulduğu büyük bir ibret kitabıdır. Bugün yaşadığımız kaht-ı rical hali, yani adam kıtlığı, yalnızca siyasî veya idarî bir mesele değildir; o, ruhlarda yaşanan bir kuraklığın dışa vurumudur. Zira ayakların baş, başların ayak yapıldığı bir dönemin sancısını çekiyoruz.

Bu sancı, sadece bize ait de değildir. Dünya da aynı buhranın içindedir. Ehliyetli olanların kenara itildiği, ehliyetsizlerin şoför mahalline geçirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu sebepledir ki yollar karışıyor, direksiyon titriyor, kazalar artıyor. Bizans oyunları, hileler, gayr-ı meşru hesaplar tarihin her devrinde vardı, fakat bugün küresel bir virüs gibi bütün cihanı sarmıştır.

Lâkin tarihin bize gösterdiği büyük bir hakikat vardır: Karanlık, hiçbir zaman kalıcı değildir. Zulüm, fırtına gibi eser; fakat güneşin doğmasına mâni olamaz.
Nitekim insanlık tarihi, hep böyle dalgalanmalarla ilerlemiştir. Roma’nın çöküşünden sonra yeni bir medeniyetin doğuşu, Moğol istilasının ardından Anadolu’da yeşeren irfan, Osmanlı’nın zayıflamasından sonra yeniden doğacak İslâmî uyanış hep bu kanunun tezahürüdür.

Bugün de yaşadığımız bu bulanıklık, aslında durulmanın habercisidir. Çünkü her bulanıklık, hakikati aramanın sancısıdır. Bu sancı, insanı ya karanlığa mahkûm eder ya da aydınlığa çıkarır.
Tarih bize şunu öğretmiştir: Milletler, günahlarının yüküyle ağırlaştığında, basit meseleleri en büyük meseleler haline getirdiklerinde, okyanusa açılacakken derede boğulduklarında, ya helak olur ya da silkelenip yeniden doğrulurlar.

Bizim için de yol ayrımı budur. Ya bu gafletle oyalanacak, damlada boğulmaya devam edeceğiz; ya da tarihten ibret alıp, iman, ilim, hikmet ve ehliyetle yeniden şahlanacağız. Çünkü hakikat şudur ki: Allah’ın nurunu söndürmek isteyenler çok olmuştur; fakat hiçbir devirde muvaffak olamamışlardır.

Milletlerin kaderinde, bazen kaht-ı rical olur. Lâkin o rical-i gayb, o meçhul kahramanlar, bir gün zuhûr eder. Kararan gecenin sabahı, en parlak bir güneşi doğurur. Bizim de geleceğimiz, bu kanunun müjdesini içinde taşımaktadır.

Bugün sancısını yaşadığımız hâl, belki de yarının doğum sancısıdır. Tarih, böyle sancılarla yeniden yazılır. Yeter ki biz, kendi günahlarımızla yüzleşelim; kendi yetersizliklerimizi fark edip, ilahî rahmete yönelmesini bilelim.

Zira karanlıktan aydınlığa çıkış, yalnızca bir siyasî dönüşüm değil; bir ruhun, bir vicdanın, bir milletin yeniden dirilişidir. Ve bu diriliş, bir gün mutlaka gelecektir.

Allah akıbetimizi hayreylesin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] Bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/nasil-yasiyorsaniz-oyle-yonetilirsiniz-sozunun-kaynagi-nedir%3famp




Dehâ” ve “Hudâ” farkı

  1. “Dehâ” ve “Hudâ” farkı

Hudâ (هُدى): Hidayet, doğru yol, Allah’ın insana verdiği hakikat rehberliği.

Dehâ (ذَكاء/دَهاء): Zekâ, kurnazlık, akıl çevikliği, ince anlayış.

Fark:

Hudâ → İlâhî kaynaklı bir nur, kalbe ve akla gelen doğru yol.

Dehâ → Beşerî aklın parıltısı, kimi zaman hayra kimi zaman şerre hizmet edebilir.

Benzerlik:

İkisi de idrak, kavrayış, yol göstericilik ile ilgilidir.

Lafız olarak da ses benzerliği vardır: De-hâ / Hu-dâ.

İnsan, “hudâ”ya yönelirse dehâsı bereketli olur; hudâdan koparsa dehâ şeytanî kurnazlığa dönüşür.

  1. Benzer lafızlı, yakın veya farklı anlamlı kelimeler

İslâmî literatürde böyle lafız yakınlığı olan fakat anlam farklılığı bulunan kelimeler çoktur. Örnekler:

  1. Hak – Halk

Hak: Gerçek, Allah’ın ismi.

Halk: Yaratma, mahlûkat.
→ Ses yakınlığı, fakat biri Hâlık’a, diğeri mahlûka bakar.

  1. Şer – Şeref

Şer: Kötülük.

Şeref: İzzet, yücelik.
→ Lafız yakın, mânâ zıt.

  1. Rahmet – Rüşvet

Rahmet: Allah’ın merhameti.

Rüşvet: Haram menfaat.
→ Ses uyumu var ama biri ulvî, biri süflî.

  1. Hilm – Zulüm

Hilm: Yumuşak huyluluk.

Zulm: Hakkı yerinden etmek.
→ Arapçada ses ve vezin benzerlikleri dikkat çeker.

  1. İlm – Zulm

İlm: Bilgi.

Zulm: Cehalet ve haksızlık.
→ Ses benzerliği, mânâ zıddiyeti.

  1. Salât – Salâtîn

Salât: Namaz, dua.

Salâtîn: Sultanlar.
→ Aynı kökten değil ama ses uyumu, farklı anlam.

  1. Zekâ – Zekât

Zekâ: Anlayış, kavrayış.

Zekât: Arınma, malın temizlenmesi.
→ Lafız benzerliği, mânâ yönünden uzaklık.

  1. Sonuç ve Hikmet

Lafız benzerliği, insanı düşünmeye sevk eder:

Hudâ doğru rehberliktir, dehâ ise kabiliyetin işlenmiş hâlidir.

Hudâ’ya bağlı dehâ → hikmete dönüşür.

Hudâ’dan kopmuş dehâ → şeytanî zekâya dönüşür.

Bu tarz lafız yakınlıkları, bazen Kur’ân belâgatinde ve Risale-i Nur üslubunda sık sık işlenir; manaları yakınlaştırır, kıyas ve tefekkür ufku açar.

*****

  1. Hudâ’ya bağlı dehâ → Hikmete dönüşür

🔹 Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı

Firavun’un sihirbazları en ileri dehâya (zekâ, maharet) sahipti. Ellerindeki ipleri ve değnekleri insanları büyü ile aldattılar.

Fakat Musa (a.s.)’ın asâsı onların bütün sihirlerini yuttu.

Sihirbazlar hakikati görünce hemen secdeye kapandılar:

> “Biz âlemlerin Rabbine iman ettik; Musa ve Harun’un Rabbine.” (A‘râf, 121-122)

📌 Burada: Hudâ’ya bağlı dehâ → hakikati görür, teslim olur, imanla kemale erer.

🔹 Hz. Yusuf’un (a.s.) siyasî zekâsı

Mısır’da kıtlık yıllarında zekâsını ve tedbirini kullandı.

Ama bu tedbirler, Allah’ın ilhamıyla (hudâ ile) birleşince bir hikmete dönüştü.

Hem Mısır halkını kurtardı hem de kendi ailesini buluşturdu.

📌 Burada: Dehâ + Hudâ = Hikmet + Rahmet.

  1. Hudâ’dan kopmuş dehâ → Şeytanî zekâ olur

🔹 Firavun’un sihirbazları (başlangıçta)

İnsanları kandırmak, hakikati perdelemek için zekâlarını kullandılar.

Bu dehâ, halkı aldattı, ama hakikat karşısında çürüyüp gitti.

🔹 Kârun’un servet ve zekâsı

Kârun, mali zekâya sahipti, servet biriktirmeyi biliyordu.

Fakat hudâ ile bağını kopardığı için, “Bu bana kendi ilmimle verildi.” dedi (Kasas, 78).

Neticede yerin dibine batırıldı.

📌 Burada: Hudâ’dan kopmuş dehâ = Gurur + helâk.

🔹 İblis’in kıyası

İblis, Âdem’e secde emrine karşı dehâsını kullandı, akıl yürüttü:
“Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” (A‘râf, 12)

Kendi kıyas mantığıyla hakikati çarpıttı.

Neticede hudâdan uzaklaşıp lanete uğradı.

📌 Burada: Hudâ’dan kopmuş dehâ → kibir + ebedî hüsran.

  1. Özet

Hudâ ile birleşmiş dehâ: Peygamberlerde, velilerde, hakikat talebelerinde görülür → hikmete, rahmete ve kurtuluşa götürür.

Hudâ’dan kopmuş dehâ: Firavun, Nemrud, Kârun, İblis ve onların yolunda olanlarda görülür → kibre, zulme ve helâke götürür.

👉 Kısaca: Dehâ tek başına bıçak gibidir; Hudâ ile birleşirse şifa olur, Hudâ’dan koparsa yaralar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İman Terbiyesi ile Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark

İman Terbiyesi ile Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark

“Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi.
“Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?”
Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.” Misafir dedi:
“Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”
Hane sahibi demiş: “Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”
Misafir dedi: “Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.”
Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”
Misafir taaccüp etti, dedi ki: “Memleketimizde her g¸n elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.”
Hane sahibi dedi:
“Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur:
“Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden  âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.
Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.
“Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ’yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.
“Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.
“Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin her gün müteaddit hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan-hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki, Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.
“İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.”
Hikâyenin hülâsası bitti.
Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”

******

  1. İman Terbiyesi ile Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark

İman Terbiyesi:
İnsanın kalbinde daimi bir murakabe duygusu uyandırır. Allah’ın emrini hatırlatır. “Görülsem de görülmesem de Allah beni görüyor” şuurunu taşır. Bu, vicdanı uyandırır, nefsi frenler. Yolsuzluğa el uzatacak olan biri, “Allah’ın huzurunda bunun hesabını vereceğim” der, el çekmeye mecbur kalır.

Hukuk Terbiyesi (iman zayıfsa):
Sadece “yakalanırsam cezalandırılırım” korkusuna dayanır. İnsan gizliden hırsızlık yapabilir, makamını kullanarak rüşvet alabilir, “kimse görmezse sorun olmaz” diyebilir. Yani ceza, vicdana değil sadece dış görünüşe tesir eder.
Bu yüzden yolsuzluk, sistemin en üst tabakalarına kadar sirayet eder.

  1. Günümüzde Belediyelerde Görülen Yolsuzluk ve Rüşvet

Vicdanın Çürümesi: İman hakikatiyle beslenmeyen vicdan, menfaat karşısında susar. Bu da toplumsal duygusuzluğa yol açar. Halkın hakkı yenir ama yapan kişi “herkes yapıyor” diyerek kendini teskin eder.

Sorumluluk Duygusunun Ölmesi: Emaneti ehline vermeyen, makamı rant kapısı gören zihniyet, toplumsal güveni yıkar. Böylece devlet-millet bağı çözülür.

Münafıklık ile İlgisi:

İman, “Allah görüyor” inancını diri tutar.

Münafıklık ise “insanlar görüyorsa dikkat et, görmüyorsa serbestsin” mantığını işletir.

Dolayısıyla rüşvet ve yolsuzluk, imanı zayıflamış veya münafıklığa kayan bir ruh halinin göstergesidir.

  1. Yozlaşma ve Duygusuzlaşmanın Kaynağı

İman zayıfladıkça insanın ulvî yasakçısı susar.

Vicdan emir almamaya başlar.

Sadece kanun korkusu kalır. O da hilelerle aşılır.

Böylece toplumda “normalleşmiş günahlar” ortaya çıkar. Rüşvet “hediye”, yolsuzluk “iş bitirme” adı altında meşrulaştırılır.

  1. Çözüm Yolları
  2. İman ve Takvayı Canlandırmak:

Toplumda manevi eğitim, Kur’an terbiyesi, adalet-i şer’iye vurgusu güçlenmeli.

İnsan vicdanına Allah’ın murakabesi yerleştirilmeli.

  1. Emaneti Ehline Vermek:

Peygamberimizin (asm) ikazı: “Emanet ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.”

Belediyelerde, kamu kurumlarında liyakat ve adalet temel ölçü olmalı.

  1. Hukuku İlahiyle Buluşturmak:

Sadece kanun korkusu değil, Allah korkusu hâkim olmalı.

Hukuk, maslahat perdesi altında garaz ve menfaatin oyuncağı olmaktan çıkarılmalı.

  1. Vicdanî Yasakçıyı Harekete Geçirmek:

Toplum, “benim bir hakkım var” bilinciyle yetiştirilmeli.

“Kul hakkı” kavramı güçlü bir şekilde işlenmeli.

  1. Mukayese Sonucu

İmanla beslenen toplumda: Elli senede bir el kesmek kâfi gelir; çünkü vicdan sürekli murakabe altındadır.

İmansız, sadece kanunla yönetilen toplumda: Her gün yüzlerce kişi hapse girse de yolsuzluk bitmez; çünkü kalpte yasakçı yoktur.

📌 Sonuç:
Bugün belediyelerde ve kamu kurumlarında yaşanan rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluklar, iman terbiyesinin zayıfladığını, münafıklık duygularının yayıldığını, adaletin maslahat perdesi altında şahsi menfaatlere kurban edildiğini gösteriyor.
Çözüm, adalet-i İlahiye namına hareket eden bir hukuk sistemi, imanla yoğrulmuş bir vicdan eğitimi ve emaneti ehline vermek ile mümkündür.

Özetleyecek olursak;

*******

İman Terbiyesi ve Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark:

Günümüz Belediyelerindeki Yolsuzluk ve Çözüm Yolları

Bediüzzaman Said Nursî’nin bir kıssasında anlattığı gibi, iman terbiyesinin hâkim olduğu bir toplumda, elli senede bir el kesmek yeterli olurken; imandan uzak bir toplumda, her gün yüzlerce hırsız hapse atılsa bile suç bitmez. Çünkü birinde vicdanî yasakçı iş başındadır, diğerinde ise yalnızca kanun korkusu kalmıştır. Bu hakikat, günümüzde belediyelerde görülen yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık vakalarıyla birebir örtüşmektedir.

  1. İman ve Münafıklık Arasındaki İnce Çizgi

İman, “Allah görüyor” şuurunu diri tutar. Bu şuur, kişinin iç dünyasında sürekli bir murakabe duygusu doğurur.

Münafıklık ise “insan görüyorsa dikkat et, görmüyorsa serbestsin” mantığıyla hareket eder.
Belediyelerde rüşvet alan, yolsuzluğa bulaşan bir memur ya da yönetici, aslında fiilen münafıkça bir tavır sergilemektedir. Çünkü halka karşı dürüst, Allah’a karşı ise kayıtsız davranmaktadır.

  1. Yozlaşmanın Sebepleri

Vicdanın Çürümesi: İman zayıfladığında vicdan menfaat karşısında susar.

Sorumluluk Duygusunun Kaybı: Makamı hizmet değil, ganimet olarak gören zihniyet, emaneti zayi eder.

Adaletin Maskeleşmesi: Adalet, maslahat perdesi altında şahsi çıkarların oyuncağına dönüşür.

  1. Hukuk Terbiyesi vs. İman Terbiyesi

Hukuk Terbiyesi: Cezanın tesiri sadece görünürde kalır. Yakalanma ihtimali varsa kişi çekinir; yoksa suçu işler.

İman Terbiyesi: Vicdana Allah’ın murakabesini yerleştirir. Kişi yalnız kalsa dahi “Allah görüyor” diyerek elini kötülükten çeker.

  1. Çözüm Yolları
  2. İman Terbiyesini Canlandırmak:
    Eğitimde ve toplumda “kul hakkı” bilincini yeniden tesis etmek.
  3. Emaneti Ehline Vermek:
    Liyakat ve adalet esaslı bir yönetim anlayışını hâkim kılmak.
  4. Adalet-i İlahiye Namına Hukuk:
    Hukukun, menfaat ve tarafgirliğin oyuncağı olmaktan çıkarılıp Kur’an’ın ölçülerine dayandırılması.
  5. Vicdanî Yasakçıyı Harekete Geçirmek:
    Toplumsal şuur, bireysel murakabe ve manevî denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi.

Sonuç

Bugün belediyelerde ve kamu kurumlarında görülen rüşvet ve yolsuzluklar, aslında iman terbiyesinden kopuşun ve münafıklık damarının yaygınlaşmasının açık bir göstergesidir.
Gerçek adalet, sadece kanunla değil, imanla desteklenmiş vicdanın kontrolüyle mümkündür.
Yoksa cezalar, abdestsiz namaz gibi boşa gider; toplum yozlaşır, anarşi kapıyı çalar.

Çare: Adalet-i İlahiye namına hukuk, imanla yoğrulmuş vicdan terbiyesi ve emaneti ehline vermektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Vicdanını Sınayan Abluka ve Soykırım

Gazze: İnsanlığın Vicdanını Sınayan Abluka ve Soykırım

Filistin toprakları bir asrı aşkın süredir işgal, zulüm ve gözyaşına şahitlik ediyor. Ancak özellikle 7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze’de yaşananlar, sadece bölgesel bir çatışma değil; insanlığın ortak vicdanını, uluslararası hukuk ve ahlakın sınırlarını test eden bir soykırım gerçeği haline geldi.

  1. Umudun ve Direnişin Adı: Asrın Kervanı

Gazze halkı, yıllardır süren abluka ve saldırılara rağmen umut kapılarını kapatmadı. “Asrın Kervanı” olarak adlandırılan Küresel Direniş Filosu, dünyanın farklı ülkelerinden aktivistleri, kadın-erkek özgürlük savaşçılarını bir araya getirerek Akdeniz’den yola çıktı. Gazze aşiretleri ve halk kesimleri bu kafileyi, evlerini ve gönüllerini açarak karşıladı. Bu tablo, Gazze’nin yalnız olmadığını, insanlığın ortak vicdanının hâlâ diri olduğunu gösteriyor.

  1. Açlık, Ölüm ve Suskun Dünya

İsrail’in ağır ablukası sadece bombalarla değil, açlık ve susuzlukla da Gazze halkını kuşatıyor. Son 24 saatte biri çocuk olmak üzere 6 kişinin açlıktan hayatını kaybetmesi, kıtlığın hangi boyutlara ulaştığını ortaya koydu. Yardım dağıtım bölgelerine yönelik saldırılarda ölenlerin sayısı 2 bini geçti. Bu tablo, İsrail’in savaş stratejisinin, doğrudan sivilleri hedef alan bir kıtlık politikası üzerine kurulu olduğunu gösteriyor.

  1. İletişim Güvenliği Skandalı: Whatsapp ve Meta İhaneti

Savaş sadece fiziki değil, dijital alanda da sürüyor. Meta’ya bağlı Whatsapp uygulamasının Filistinlilerin özel konuşmalarını İsrail ordusuna servis etmesi, işgalin sadece silahlarla değil, teknoloji tekelleri üzerinden de sürdürüldüğünü açığa çıkardı. Fransa, Çin ve İran’ın Whatsapp yasağı, bu işbirliğinin ne denli vahim sonuçlara yol açtığını teyit ediyor. Türkiye’nin de bu konuda hızla adım atması kaçınılmaz görünüyor.

  1. Çocuklardan Öğrenilen Irkçılık: Ramallah’taki Saldırı

Ramallah’ta Yahudi yerleşimci çocukların Filistinli bir aileye saldırması, İsrail toplumunun geleceğe nasıl hazırlandığını gösteren karanlık bir tablo sundu. Çocukların erken yaşta şiddet, ırkçılık ve mesihçilik öğretileriyle yetiştirildiği, devletin de bu nefret kültürünü resmî ideoloji haline getirdiği ortadadır.

  1. Gazze’nin Sessiz Çığlığı: Hastane Önünde İnleyen Otizmli Kız

Şifa Hastanesi önünde kaydedilen bir görüntüde, saldırılardan sağ kurtulan otizmli bir kız çocuğunun acı içinde titreyerek inlemesi, tüm dünyanın gözlerini yaşarttı. Bu sahne, rakamların ötesinde, soykırımın insani boyutunu en çıplak haliyle ortaya koyuyor.

  1. Vahşetin Simgesi: Bombalanan Eşek

İsrail askerlerinin Gazze’de bir eşeği bombalayıp kahkahalarla sevinç çığlıkları atması, işgalci zihniyetin hangi korkunç boyuta ulaştığını gösterdi. Eşekler, abluka altında Gazze halkının son ulaşım araçlarından biriydi. Bu saldırı, sadece bir hayvanı öldürmek değil; Gazzelilerin hayata tutunma araçlarını da yok etmek anlamına geliyor. Askerlerin “Amelekleri öldürün” diyerek tahrif edilmiş kutsal metinlerden alıntı yapması ise vahşeti dini bir kisveye büründürme çabasıdır.

  1. Küresel Ses ve Direniş

Gazze’nin çığlığı sadece Müslümanların değil, insanlığın ortak meselesi haline geldi. Avustralya’dan Norveç’e, Türkiye’den Yunanistan’a kadar dünyanın dört bir yanında sokaklara çıkan binler, yürüyüşler düzenleyen öğretmenler ve sanatçılar, Gazze için ayağa kalktı. Batılı ülkelerde bile İsrail’e yaptırım çağrıları yükseliyor. Bu küresel dayanışma, işgalin meşruiyetini zayıflatıyor.

  1. İslam ve Tarihî Uyarı

Kur’an, zalimlerin dost edinilmemesi gerektiğini açıkça bildiriyor. Tarih de aynı gerçeği fısıldıyor: “İt iti ısırmaz, düşman dost olmaz.” Batı’nın demokrasi ve insan hakları söylemleri, İsrail’e gelince suskun kalıyor. Bu nedenle Gazze sadece bir coğrafya değil; dünya düzeninin ikiyüzlülüğünü ifşa eden bir ayna konumunda.

Sonuç

Gazze bugün sadece bombaların değil, kıtlığın, dijital gözetimin, çocuklara öğretilen nefretin ve küresel sessizliğin hedefi haline gelmiş durumda. Ancak aynı zamanda, “Asrın Kervanı” gibi girişimler, Gazze’nin sadece mazlumların değil, insanlığın ortak davası olduğunu hatırlatıyor.

Zulüm ne kadar büyürse büyüsün, Gazze direnişi bir hakikat olarak ayakta kalacak. Çünkü “Zulüm devam etmez.” İnsanlık, er ya da geç bu kara lekeden arınmak zorunda kalacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kader, gayrete aşıktır

Kader, gayrete aşıktır

  1. Âyetin Hakikati

وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فِي عُنُقِهِ ۖ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا
“Her insanın (amelini, sevabını günahını veya kaderini) kendi boynuna yükledik. Kıyamet günü onun için açılmış olarak bir kitap çıkaracağız.” (İsrâ 17/13)

📌 Bu âyet, insanın kader defterinin kendi gayretiyle şekillendiğini açıklar. İnsan ne niyet eder, ne ister, neye koşarsa; kader onu kendi defterine işler. Yani insanın gayreti kaderinin yazısına dönüşür.

  1. Kader ve Gayret İlişkisi

Kader: Allah’ın ezelî ilminde her şeyi kuşatan takdiridir.

Gayret: İnsanın iradesiyle ortaya koyduğu çaba, azim ve sebatıdır.

Buradaki sır şudur:
Gayret, kaderin açığa çıkmasına vesiledir. Yani kader bir tohum gibidir; gayret ise onu filizlendiren su, ışık ve topraktır.
Allah kullarına “meccanen” verir, fakat ihsanını çalışana yazar. Bu yüzden Yunus Emre “Kader, gayrete âşıktır” der.

  1. Gayretteki Sır

Gayret, iradenin kudretle buluşma noktasıdır. İnsan kendi iradesini ortaya koyar, Allah ise sonucu yaratır.

Gayret, sadece bedensel değil, ruhîdir de. Samimi niyet, ihlâs, azim ve dua, gayretin en derin besleyicileridir.

“Kul çalışır, Allah verir.” (Hadis mânâsı)

Gayret, tevekkülün zıddı değil, şartıdır. Çalışmadan tevekkül, tembelliktir; gayretle tevekkül, teslimiyettir.

  1. Gayretin Kaynağı ve Beslendiği Yer

Kaynağı: İnsanın içine konulan irade-i cüz’iyedir. Allah, her kula “seçme ve çabalama kudreti” vermiştir.

Beslendiği yer:

Niyet: Amellerin ruhudur.

Azim: Kararlılığın sürekliliği.

Sabır: Zorluklarda dayanma gücü.

Dua: Gayreti Allah’ın rahmetine bağlama.

  1. Kur’ân’da Gayretin Muradifleri

Kur’ân’da gayreti karşılayan birçok kavram vardır:

  1. Sa’y (çaba, koşuşturma) – “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39)
  2. Cehd (güç sarf etmek) – Cihad kavramının köküdür.
  3. Azm (kararlılık, sebat) – Peygamberlere atfedilen “ulü’l-azm”.
  4. İstikamet (dosdoğru yürüyüş, sapmamak).
  5. İhtimam / Himmet (yüksek gayret, manevî çaba).
  6. Sabr u sebat (direnmek, pes etmemek).
  7. Muradif Âyetler

“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39)

“Kim ahireti ister ve ona, mümin olarak, gayretiyle yönelirse, işte onların gayreti makbuldür.” (İsrâ, 17/19)

“Allah, bir kavmin durumunu onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)

“Kim benim uğrumda cihad ederse (gayret gösterirse), elbette yollarımızı ona gösteririz.” (Ankebût, 29/69)

  1. Özet

Gayret, kaderin yazısına dönüşen kalemdir.

Gayretin sırrı; niyet, sabır ve azimde gizlidir.

Gayret, kulun cüz’î iradesinden doğar, Allah’ın küllî iradesiyle sonuç bulur.

Kader, gayretsizi değil; samimiyetle çalışanı sever.

Muradifleri: Sa’y, cehd, azm, himmet, sabır, cihad, istikamet.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Osmanlı Arşivlerinin Hazin Serüveni: Satılan, Yakılan ve Saklanan Tarih

Osmanlı Arşivlerinin Hazin Serüveni: Satılan, Yakılan ve Saklanan Tarih

Tarih, sadece yaşanmış olayların toplamı değildir. Tarih, belgelerle, kayıtlarla, hatıralarla ayakta durur. Bir milletin hafızası, onun arşivleridir. İşte bu sebeple Osmanlı arşivlerinin serüveni, yalnızca evrakların değil, bir medeniyetin hafızasının trajedisidir.

Devasa Bir Arşivin Mirası

Osmanlı Devleti, altı asır boyunca üç kıtada hüküm sürmüş, milyonlarca belgenin üretildiği muazzam bir bürokratik yapıya sahipti. Fermanlar, ahidnameler, beratlar, tahrir defterleri, diplomatik yazışmalar… Bunlar sadece devletin idaresini değil, aynı zamanda toplumun hafızasını da kayıt altına alıyordu.

Satılan Belgeler: Kilo Kilo Tarih

Osmanlı’nın yıkılışından sonra arşivlerin başına gelenler ibretliktir. Hicaz’dan Rumeli’ye, Afrika’dan Kafkasya’ya uzanan belgeler, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kilo hesabıyla hurdacılara satıldı. Kimi zaman matbaa kâğıdı olarak kullanıldı. Yabancı elçiler ve araştırmacılar, değerini bilenler olarak bu belgelerin bir kısmını parayla satın aldı. Böylece Osmanlı’nın resmi hafızasının bir bölümü Avrupa ve Amerika kütüphanelerine taşındı.

Yakılan Evraklar: Küller Altında Kalan Hatıralar

Bir kısım belgeler, “yer yok” bahanesiyle depolardan çıkarılıp yakıldı. İstanbul’un çeşitli bölgelerinde, kağıt yığınlarının ateşe verilmesiyle yüzbinlerce vesika kül oldu. Bu yakmaların bir kısmı “tasnif zorluğu” bahanesiyle, bir kısmı da kasıtlı olarak yapıldı. Zira Osmanlı geçmişiyle bağın koparılması, yeni rejim için bir tercihti.

Gömülen Belgeler: Toprağa Saklanan Hafıza

Bazı belgeler ise sahipsiz kaldı. Yağmurdan, rüzgârdan korunamayan evraklar çuvallarla toprak altına gömüldü. Anadolu’nun köylerinde hâlâ zaman zaman eski defterlere rastlanmasının sebebi budur. Toprak, belgelerin mezarı oldu.

İbretlik Vesikalar

Bugün elimizde kalan arşivler, yaşanan bu büyük tahribata rağmen hâlâ milyarlarca belgeden oluşuyor. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki koleksiyonlar, devletin bürokratik ciddiyetinin bir şahidi olarak varlığını sürdürüyor. Ama kaybolan, satılan, yakılan, saklanan belgeler de tarihimize kara bir leke olarak kazındı.

Tarihî İbret

Osmanlı arşivlerinin başına gelenler bize iki büyük ibreti hatırlatıyor:

  1. Geçmişine sahip çıkmayan millet, geleceğini kaybeder. Belgeler sadece kâğıt değil, kimliğin ta kendisidir.
  2. Hafıza yok edilirse, toplumun yönü de yok olur. Geçmişini bilmeyen bir nesil, başkalarının yazdığı tarihle yaşamak zorunda kalır.

Sonuç

Bugün Osmanlı arşivleri hâlâ araştırmacılara eşsiz bir hazine sunuyor. Fakat satılan, yakılan ve gömülen belgeler bize şunu hatırlatıyor:
Tarih, kâğıt üzerinde değil; vicdanlarda korunur.
Arşivler, milletin hafızasıdır; onları kaybetmek, hafızasız kalmaktır.

Bakınız:

https://tesbitler.com/index.php?s=Arsiv

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bu Millet Çok Harpler ve Çok Darpler Gördü

Bu Millet Çok Harpler ve Çok Darpler Gördü

Tarih, milletlerin çektiği acıların ve verdikleri mücadelenin şahididir. Türk milleti, yüzyıllar boyunca dıştan ve içten türlü saldırılarla yüz yüze gelmiş, nice imtihanlardan geçmiştir. Yunan mezaliminden Ermeni kıyımlarına, haçlı seferlerinden sömürgeci işgallere kadar türlü zulümler yaşandı. Her devirde bu topraklara göz dikilmiş, her fırsatta fitne ve fesat tohumları ekilmeye çalışılmıştır.

Yol Yorgunluğu Değil, İmtihan Yorgunluğu

Rahmetli dedemin anlattığı gibi, bir tabur askerin yarısı daha cepheye varmadan soğuktan, açlıktan ve bitten kırılıyordu. Çanakkale’de mermiden çok hastalık ve yokluk askeri tüketti. Sarıkamış’ta kurşun değil, soğuk vurdu. Yollarda düşenler, karargâha varanların imanına güç kattı. Bu milletin evladı, açlığa da, yokluğa da, dara da sabretti; ama asla boyun eğmedi.

Mazlum Milletin Ortak Kaderi

Yunan mezalimiyle köyler yakıldı, kadınlar ve çocuklar zulme uğradı. Ermeni çeteleri Anadolu’nun bağrına hançer sapladı. Fakat bütün bu kara günlere rağmen, milletin iradesi yıkılmadı. Zulme karşı direniş, mazlum milletlerin ortak Kaderidir. Anadolu, işte bu sabır ve imanla ayakta kalmıştır.

Tarihin Tekrar Eden Tehditleri

Bitmedi… Çünkü zulüm ve işgalin farklı versiyonları hep devam etti. Dün topla tüfekle gelenler, bugün ekonomiyle, medya ile, kültür ve inançlara saldırılarla gelmektedir. Dün düşman cepheden yürürdü, bugün içeriden fitne çıkararak yürümektedir. Dün milletin imanına kurşun sıkan vardı, bugün gençliğin aklına ve gönlüne şüphe tohumları serpenler var.

İbret ve Uyanış

Bu tarihî tecrübeler bize şunu öğretiyor: Bu millet ne kadar zor görürse görsün, imanını, vatanını ve hürriyetini korumak için direnir. Ancak zaaf gösterdiğinde, gaflete kapıldığında, tehdit hep kapıdadır. İşte bu yüzden, tarih sadece bir hatıra değil, geleceğe ışık tutan bir ikazdır.

Ecdadımız soğuk, açlık, bit ve kurşunla imtihan oldu. Bugün bizler ise ahlâksızlık, uyuşturucu, fitne ve kültürel yozlaşma ile imtihan oluyoruz. Dün bedenlerimiz yolda kırılıyordu, bugün ruhlarımız yozlaşma ve umursamazlıkla kırılma tehlikesi taşıyor.

Sonuç: İmtihan Bitmedi

Evet, bu millet çok harpler ve çok darpler gördü. Yıkılmadı, ayakta kaldı. Bugün de farklı suretlerde gelen tehditlerle mücadele devam ediyor. Tarihten alınacak en büyük ders şudur: Zafer, sabır ve sebatla kazanılır; yenilgi ise gafletle gelir.

Her nesil kendi imtihanını yaşar. Dedelerimiz soğukta ve yoklukta sınandı, biz ise bollukta ve konforda sınanıyoruz. Her ikisinin de bedeli vardır. Eğer biz bu ibretleri görmezsek, tarih tekerrür eder; ama görürsek, tarih bize yol gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: Bir Damarda Akan Kan, Bir Vicdanda Çarpan Sızı

Gazze: Bir Damarda Akan Kan, Bir Vicdanda Çarpan Sızı

Gazze’de yaşanan katliam her geçen gün yeni bir acıyla derinleşiyor. Filistin Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı son rakamlar yürek dağlıyor: 64 bin 368 şehit, 162 bin 367 yaralı. Bu sayılar, bir istatistiğin ötesinde; her biri bir hayat, bir çocuk gülüşü, bir anne duası, bir baba umudu demektir.

Gazze’nin Çığlığı, Ümmetin Sınavı

Bir yanda Gazze’de göç yollarına düşen, sahil kenarında son sığınağını arayan yüzbinlerce mazlum; diğer yanda İstanbul Üsküdar’da yüz binlerin katıldığı Gazze yürüyüşü… Sumud Filosu’na verilen destek, ümmetin hâlâ vicdanı diri tuttuğunu gösteriyor. Fakat şu da bir hakikat ki: Vicdanı diri tutmak yeterli değildir, adaletin ikamesi ve zulmün durdurulması için fiilî, siyasî ve iktisadî adımlar da gereklidir.

Bir Asır Önce Gelen Uyarı

Bugün yaşanan bu facianın kökleri, bir asır öncesine kadar uzanıyor. Filibeli Ahmed Hilmi 1911’de yazdığı yazılarla Osmanlı’yı ve ümmeti siyonizm tehlikesine karşı uyarmış, Filistin’in hedef alındığını haber vermişti. O gün dinlenmeyen uyarılar, bugün kanlı bir hakikat olarak önümüzde duruyor. Tarih, ibret alınmadığında kendini acı bir şekilde tekrar ediyor.

Tarihin Tekerrürü ve İngiliz İzi

Haydarpaşa Garı’ndaki sabotaj, Filistin-Suriye cephesinin düşmesine sebep olmuştu. Osmanlı, sırtından hançerlenmişti. Bugün de farklı isimlerle, farklı maskelerle fakat aynı zihniyetle benzer planlar yürütülüyor. Bir söz vardır:
“Bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, mutlaka oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”
Bugün Ortadoğu’daki fitnelerin, savaşların, işgallerin arkasında yine aynı elleri görmek şaşırtıcı değildir.

Ayşenur’un Şahitliği

Ayşenur Ezgi Eygi’nin şehadeti, bu davanın bir “Filistin meselesi” değil, bir “insanlık meselesi” olduğunu gösterdi. Filistin’de zulme uğrayan her mazlum, aslında insanlığın onurunu temsil ediyor. Türkiye’nin onu rahmetle anması, bu davanın sınırları aşan bir vicdan mücadelesi olduğunun delilidir.

İbret ve Hikmet

Gazze’nin çığlığı, sadece bir bölgenin dramı değil; insanlığın aynasıdır. Her rakamın arkasında bir yürek vardır. Her yıkılan bina, aslında insanlığın utancına dikilmiş bir anıttır. Bir zamanlar Osmanlı’nın gölgesinde huzur bulan Kudüs, bugün fitnenin, işgalin ve gözyaşının merkezi olmuştur.

Ama unutulmamalıdır: Zulümle abat olunmaz. Tarih boyunca hangi güç zulmünü kalıcı sanmışsa, sonunda enkazı altında kalmıştır. Firavun’dan Nemrut’a, Haçlılardan Moğollara kadar… Bugün de İsrail, zulmünü ebedîleştireceğini sanıyor. Oysa her zulüm, kendi sonunu hazırlar.

Sonuç: Gazze Bir Sınavdır

Gazze bugün, dünyanın vicdanını imtihan ediyor.

Zulmün karşısında susanlar, zulme ortak oluyor.

Mazlumun yanında duranlar, insanlığın şerefini koruyor.

Bir damarda akan kan, bir vicdanda çarpan sızıya dönüşmeli. Çünkü Gazze’deki her çocuk, insanlığın çocuğudur. Ve şehit olan her can, bize şunu haykırıyor:
“Biz kanla yazıyoruz, siz kalemle devam ettirin.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dünya Bir Misafirhane, Eserimiz Ahiretimizdir.

Dünya Bir Misafirhane, Eserimiz Ahiretimizdir.

“Necisin?
Nereden geliyorsun?
Nereye gidiyorsun?”

Bu üç kadim soru, insanlık var olduğundan beri akılları meşgul eden, kalplere huzursuzluk veren ve bireyi sürekli bir arayışa iten temel sorulardır. Bu sorular, fani dünyanın gelgeç telaşları arasında kaybolmamak ve varoluşumuzun gerçek anlamını idrak etmek için bize birer pusula görevi görür. Kendimizi ve evreni sorguladığımız bu anlar, aslında kısa bir misafirliğin bilincine varış anlarıdır.

“Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. Ve vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”
Bu hikmetli söz, dünya hayatının geçiciliğini ve insanın bu dünyadaki rolünü açıkça ortaya koyar. Bizler, dünya sahnesinde sadece birer misafiriz. Misafirliğimizin süresi kısadır ve bu kısa süredeki görevimiz çok büyüktür: Sonsuzluğa uzanan bir yolculuk için gerekli olan azığı hazırlamak. Bu azık, sadece maddi birikimlerden ibaret değildir. Asıl azık, kalpten yapılan dualar, samimiyetle kılınan ibadetler, ahlaklı bir yaşam ve insanlığa bırakılan kalıcı eserlerdir.

İnsanın bu fani hayattaki en büyük yanılması, dünyada bıraktığı maddi eserlere aşırı kıymet vermesidir. Oysa tarih, bu yanılmanın sayısız örneğiyle doludur. Yüzyıllarca hüküm sürmüş imparatorlukların görkemli yapıları, zengin krallıkların hazineleri, bugün sadece birer harabe olarak karşımızda durmaktadır. Bu fani eserler, ne sahiplerini ebedi kılmıştır ne de onlara ahiret yurdunda bir fayda sağlamıştır.

Tam da bu noktada,
“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” sözü, bize bu gerçeği tokat gibi çarpar.
Bu söz, dünyaya sırt çevirmekten ziyade, dünyaya ve eserlerine bakış açımızı değiştirmemiz gerektiğini söyler. Asıl eser, ahiret yurdunu mamur kılacak, sonsuzlukta bize yoldaş olacak ameldir. Bir yetimin başını okşamak, bir ilim talebesine yol göstermek, bir garibanın derdine derman olmak; işte bunlar, baki kalacak eserlerdir. Dünya malıyla yapılan köprüler, camiler ve çeşmeler ancak onları inşa edenlerin niyetleri halis ise ahiret eserine dönüşür.

Her gün, her hafta, her yıl, ahiret yurduna doğru bir adım daha atarız. Önemli olan, bu adımların boşuna atılmaması ve her adımda geride, sonsuzluğa uzanan kalıcı bir eser bırakılmasıdır.

Makale Özeti
Bu makale, insanın varoluş soruları olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” ile başlar ve hayatın amacına odaklanır.
Hayatın, kısa bir misafirlik olduğu ve insanın bu misafirhanede “hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükellef” olduğu anlatılır.
Makale, bu misyonu, fani dünyada bırakılan eserlerin asıl değerinin, “ahirette seni kurtaracak bir eser” olmasında yattığı fikriyle derinleştirir.
İnsanın dünyaya ait maddi eserlere aşırı kıymet vermesinin bir yanılma olduğu, asıl kalıcı ve değerli eserlerin salih ameller ve hayırlı işler olduğu anlatılır.
Son olarak, bu mübarek vakitlerin, bu düşünceleri yeniden gözden geçirmek ve hayatın amacına dönük bir muhasebe yapmak için bir fırsat olduğu belirtilir.
Bu metin, hem dünya hayatının geçiciliğini hem de ahiret yurduna hazırlığın önemini hatırlatarak, kişiyi derin bir tefekküre davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bir Göz Açıp Kapatmalık Hayat

Bir Göz Açıp Kapatmalık Hayat

İnsanın ömrü, hakikatte bir göz açıp kapama kadar kısadır. İnsan dünyaya gözünü açar, “doğdu” derler. Bir gün gözünü kapar, “öldü” derler. Halbuki doğumla ölüm arasındaki o uzun sanılan yolculuk, aslında göz kapağının incecik mesafesi kadardır.

Bir bebek gözünü açtığında bütün âlem ona doğmuş sayılır. Gözünü kapattığında ise bütün dünyası kapanır, âlem onun için yok olur. Uykuda bunu tekrar tekrar yaşarız: Göz kapanır, dünya biter; göz açılır, dünya yeniden başlar. Demek ki hayat, uyanıklıkla uyku arasında gidip gelen bir perde oyunundan ibarettir.

Ömür bir nefesliktir. Nefes aldığında “yaşıyor” denir, nefes verildiğinde “öldü” denebilir. Hayat, nefes ile ölüm arasındaki ince bir çizgidir. Nefesin kesilmesiyle beden, ruhun yuvası olmaktan çıkar. Öyleyse insan, her nefeste aslında ölüme bir adım daha yaklaşmaktadır.

Bir dudak mesafesi kadar da ömür vardır: Dil dua ederse ömür bereketlenir; dil günaha kayarsa ömür ziyan olur. Dudaktan çıkan bir söz, bazen bir ömrün değerini belirler.

Hayat, sonsuzluk denizinde bir damladır. O damla, bazen şükürle bir okyanusa dönüşür; bazen gafletle kaybolur gider. İnsan kendine sorar: Bu damla, gerçekten çok mu? Çok mu uzun? Ne kadar uzun?

Bir asır yaşamış bir ihtiyar ile bir günlük bebek, kabirde aynı hakikatle karşılaşır: “Hayat, göz açıp kapayıncaya kadardı.” Çünkü zaman, insana göre uzun görünse de hakikatte bütün ömür, ebediyet karşısında bir an hükmündedir.

İnsanın ömrü kısadır; fakat o kısa ömrün içine ebediyet tohumu yerleştirilmiştir. Nefeslik hayat, sonsuz cennet veya sonsuz azap doğuracak bir tohum gibidir. İşte asıl ibret burada saklıdır: Bir göz açıp kapama kadar olan ömrünü kim nasıl değerlendirirse, sonsuz hayatını öyle kazanacaktır.

O halde insanın aklına şu gelir:

Ömür kısaysa vakit boşa harcanmamalı.

Nefes azsa her nefeste Rabbini anmalı.

Göz kapağı mesafesi kadar ömürde, gözünü hakikate açmalı.

Çünkü hayat, gerçekten de bir anlık. Ama o bir an, doğru kullanıldığında ebedî bir sermayedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




ABD’nin İşgal Ettiği veya Askerî Müdahalede Bulunduğu Ülkeler ve Sonuçları

ABD’nin İşgal Ettiği veya Askerî Müdahalede Bulunduğu Ülkeler ve Sonuçları

ABD’nin işgal ettiği ülkeler, genellikle “demokrasi götürme, özgürlük sağlama, güvenlik bahanesi” gibi gerekçelerle açıklanır. Fakat tarihî tecrübeler gösteriyor ki, çoğu zaman işgal edilen ülke yıkım, iç savaş, parçalanma ve toplumsal travma ile karşılaşmıştır.

  1. Vietnam (1955–1975)

Amaç: Komünizmin yayılmasını engellemek.

Sonuç: ABD ağır kayıplar verdi (58 bin asker öldü). Vietnam halkından milyonlarca kişi hayatını kaybetti. ABD büyük prestij kaybına uğradı, sonunda çekilmek zorunda kaldı.

  1. Afganistan (2001–2021)

Amaç: 11 Eylül saldırıları sonrası El Kaide’yi ve Taliban’ı bitirmek.

Sonuç:

20 yıl süren işgal sonrası ABD kaçarcasına çekildi.

Taliban yeniden yönetimi ele geçirdi.

ABD 2 trilyon dolara yakın masraf yaptı, 2500 askerini kaybetti.

Afgan halkından 200 binden fazla can kaybı oldu.

Ortada yıkılmış şehirler ve göç eden milyonlar kaldı.

  1. Irak (2003–2011 / sonrası etkiler)

Amaç: Saddam Hüseyin’i devirmek, “kitle imha silahları” bahanesi.

Sonuç:

Saddam devrildi ama Irak kaosa sürüklendi.

Mezhep savaşları başladı, milyonlarca insan öldü veya göç etti.

DEAŞ ortaya çıktı.

ABD yaklaşık 5 bin asker kaybetti, 2 trilyon dolardan fazla harcama yaptı.

Irak, siyasi bağımsızlığını kaybetti; İran etkisi arttı.

  1. Libya (2011, NATO operasyonu)

Amaç: Kaddafi rejimini devirmek.

Sonuç:

Kaddafi linç edilerek öldürüldü.

Ülke iç savaşa sürüklendi, kabileler ve milisler arasında parçalandı.

Devlet düzeni tamamen çöktü.

Bugün hâlâ istikrarsızlık devam ediyor.

  1. Suriye (2011’den itibaren, dolaylı işgal ve müdahaleler)

Amaç: Esad rejimini devirmek, terörle mücadele.

Sonuç:

ABD doğrudan işgal etmedi, ama askerî üsler kurdu.

PKK/YPG’yi destekledi.

DEAŞ’a karşı operasyon bahanesiyle Suriye’nin kuzeyinde fiilî hâkimiyet sağladı.

Sonuç: Suriye parçalandı, 10 milyon göçmen ortaya çıktı, büyük insanî kriz yaşandı.

  1. Diğer Müdahaleler

Kore (1950–53): Yarımada ikiye bölündü (Kuzey–Güney).

Panama (1989): Noriega devrildi, ülke ABD kontrolüne girdi.

Grenada (1983): Küba etkisi kırıldı, ABD üs kurdu.

Somali (1990’lar): Başarısız müdahale, ABD askerleri halk tarafından linç edildi.

Latin Amerika ülkeleri (20. yy boyunca): Darbeler, gizli operasyonlar, ekonomik sömürgecilik.

📌 Genel Sonuçlar

  1. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde demokrasi değil, kaos ve iç savaş çıktı.
  2. ABD trilyonlarca dolar kaybetti, ama silah şirketleri kazandı.
  3. İşgal edilen ülkeler uzun vadede parçalandı, ekonomik olarak çökertildi.
  4. ABD’nin itibarı özellikle Irak ve Afganistan sonrası ciddi şekilde sarsıldı.
  5. Ortadoğu’da ABD’nin açtığı boşlukta yeni aktörler (İran, Rusya, Çin, Türkiye) öne çıktı.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




ABD’nin İşgal Ettiği veya Askerî Müdahalede Bulunduğu Ülkeler ve Sonuçları

ABD’nin İşgal Ettiği veya Askerî Müdahalede Bulunduğu Ülkeler ve Sonuçları

ABD’nin işgal ettiği ülkeler, genellikle “demokrasi götürme, özgürlük sağlama, güvenlik bahanesi” gibi gerekçelerle açıklanır. Fakat tarihî tecrübeler gösteriyor ki, çoğu zaman işgal edilen ülke yıkım, iç savaş, parçalanma ve toplumsal travma ile karşılaşmıştır.

  1. Vietnam (1955–1975)

Amaç: Komünizmin yayılmasını engellemek.

Sonuç: ABD ağır kayıplar verdi (58 bin asker öldü). Vietnam halkından milyonlarca kişi hayatını kaybetti. ABD büyük prestij kaybına uğradı, sonunda çekilmek zorunda kaldı.

  1. Afganistan (2001–2021)

Amaç: 11 Eylül saldırıları sonrası El Kaide’yi ve Taliban’ı bitirmek.

Sonuç:

20 yıl süren işgal sonrası ABD kaçarcasına çekildi.

Taliban yeniden yönetimi ele geçirdi.

ABD 2 trilyon dolara yakın masraf yaptı, 2500 askerini kaybetti.

Afgan halkından 200 binden fazla can kaybı oldu.

Ortada yıkılmış şehirler ve göç eden milyonlar kaldı.

  1. Irak (2003–2011 / sonrası etkiler)

Amaç: Saddam Hüseyin’i devirmek, “kitle imha silahları” bahanesi.

Sonuç:

Saddam devrildi ama Irak kaosa sürüklendi.

Mezhep savaşları başladı, milyonlarca insan öldü veya göç etti.

DEAŞ ortaya çıktı.

ABD yaklaşık 5 bin asker kaybetti, 2 trilyon dolardan fazla harcama yaptı.

Irak, siyasi bağımsızlığını kaybetti; İran etkisi arttı.

  1. Libya (2011, NATO operasyonu)

Amaç: Kaddafi rejimini devirmek.

Sonuç:

Kaddafi linç edilerek öldürüldü.

Ülke iç savaşa sürüklendi, kabileler ve milisler arasında parçalandı.

Devlet düzeni tamamen çöktü.

Bugün hâlâ istikrarsızlık devam ediyor.

  1. Suriye (2011’den itibaren, dolaylı işgal ve müdahaleler)

Amaç: Esad rejimini devirmek, terörle mücadele.

Sonuç:

ABD doğrudan işgal etmedi, ama askerî üsler kurdu.

PKK/YPG’yi destekledi.

DEAŞ’a karşı operasyon bahanesiyle Suriye’nin kuzeyinde fiilî hâkimiyet sağladı.

Sonuç: Suriye parçalandı, 10 milyon göçmen ortaya çıktı, büyük insanî kriz yaşandı.

  1. Diğer Müdahaleler

Kore (1950–53): Yarımada ikiye bölündü (Kuzey–Güney).

Panama (1989): Noriega devrildi, ülke ABD kontrolüne girdi.

Grenada (1983): Küba etkisi kırıldı, ABD üs kurdu.

Somali (1990’lar): Başarısız müdahale, ABD askerleri halk tarafından linç edildi.

Latin Amerika ülkeleri (20. yy boyunca): Darbeler, gizli operasyonlar, ekonomik sömürgecilik.

📌 Genel Sonuçlar

  1. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde demokrasi değil, kaos ve iç savaş çıktı.
  2. ABD trilyonlarca dolar kaybetti, ama silah şirketleri kazandı.
  3. İşgal edilen ülkeler uzun vadede parçalandı, ekonomik olarak çökertildi.
  4. ABD’nin itibarı özellikle Irak ve Afganistan sonrası ciddi şekilde sarsıldı.
  5. Ortadoğu’da ABD’nin açtığı boşlukta yeni aktörler (İran, Rusya, Çin, Türkiye) öne çıktı.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dosdoğru Bir Hayatın Hikmeti: Kâinatın Şifresi ve Eşyanın Hakikati

Dosdoğru Bir Hayatın Hikmeti: Kâinatın Şifresi ve Eşyanın Hakikati

Metinlerin her biri, insanın kâinatla olan ilişkisini, yaratıcısını tanımanın önemini ve dosdoğru bir hayat sürmenin gerekliliğini farklı açılardan ele alıyor.

İnsanoğlu, varoluşundan itibaren sürekli bir arayış içindedir. Bu arayışın temelinde, kâinatın sırlarını ve kendi varlığının anlamını çözme arzusu yatar.

İşte bu arayışın en temel adımı, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd Sûresi 112. Ayet) ilahi emrine uymaktır.
Dosdoğru olmak, sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda kâinatın işleyişine, varlığın hakikatine ve yaratıcının kudretine yönelik doğru bir bakış açısı kazanmaktır. Bu doğruluk, bizi hem deruni bir huzura hem de kâinatla uyumlu bir yaşama götürür.
Bu dosdoğru yolculukta, kâinatın her bir zerresi bize birer ayet (delil) olur.

Tıpkı şu hakikat gibi:
“Bir şeyden her şey yapar, hem her şeyden bir tek şey yapar.”
Bu derin hakikat, bir Kadîr-i Mutlak’ın, yani her şeye gücü yetenin eseri olduğunu gösterir. Örneğin, “nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesapsız a’zâ ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar.”
Sadece bir damla sudan, göz, kulak, kalp, beyin gibi sayısız organ ve sistemden oluşan mükemmel bir canlı yaratılır. Bu durum, basit bir sudan karmaşık bir canlı yaratmanın ancak sonsuz bir kudretin işi olabileceğini isbatlar. Aynı şekilde, bu sonsuz kudret, koca bir kâinattan bir damla gibi insanı yaratır. Bu durum, her şeyden bir tek şey yapma kudretini gösterir ve bizlere yaratıcının benzersiz gücünü haykırır.
Bu yaratılış hikmetine yakından bakmak için en basit örnekler bile yeterlidir.

Şöyle ki, “Pirinç, sulak arazide yetiştiği halde içinde bir gram sıvı bulundurmaz. Su ile irtibat kurmadan da onu yiyemezsiniz! Karpuz, kuru toprakta yetiştiği halde %90’ı sıvıdır ve Onun yanında da asla suya ihtiyaç duymazsınız!” Bu zıtlıklar ve mucizeler, tesadüflerin eseri olamaz.
Pirincin sulakta yetişip kuru kalması ve karpuzun kuraklıkta suya doyması, her bir eşyanın bir hikmetle, bir ölçüyle yaratıldığının isbatıdır.
Bu durum, kâinatın her bir parçasının, bizi yaratıcısını tanımaya davet eden birer tefekkür kapısı olduğunu gösterir.

Bütün bu tefekkürler bizi en önemli sonuca ulaştırır: Bu dünyadaki nimetler ve hikmetler, bize verilmiş birer hediyedir. Ancak bu hediyeleri getirenler, yani zahiri mün’imler (nimet verenler) olan anne babamız, öğretmenlerimiz, rızkımızın vesilesi olanlar, bizi asıl Mün’im-i Hakikî’den (gerçek nimet verenden) uzaklaştırmamalıdır.

“Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.” Bu söz, bize nankörlüğün ve gafletin en tehlikeli halini gösterir. Bir hediyeyi getiren elden ziyade, hediyeyi asıl vereni, yani Allah’ı tanımak ve ona şükretmek gerekir.

Özetle, dosdoğru bir hayat yaşamak, sadece ahlaki bir erdem değil, aynı zamanda kâinatın eşsiz dengesini ve yaratıcının sonsuz kudretini idrak etmektir. Bir damla sudan bir insan yaratılmasını, pirincin ve karpuzun zıtlıklardaki mucizesini gören bir akıl, nimetleri getirene değil, asıl verene yönelmelidir. İşte bu idrak, bizi “belâhet” denilen gafletten kurtarır ve doğru bir yolda yürümemizi sağlar.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı metinden hareketle dosdoğru bir yaşamın hikmetli ve manevi temellerini inceler.

İlk olarak, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini esas alarak, bu emrin sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda kâinatı anlama ve yorumlama biçimi olduğunu belirtir.

Ardından, “Bir şeyden her şey yapar, hem her şeyden bir tek şey yapar” sözüyle, yaratılıştaki kudretin ve hikmetin derinliğini ele alır.

Pirinç ve karpuz örnekleriyle, “sulamada yetişen pirincin kuru kalması ve kuru toprakta yetişen karpuzun sulu olması” mucizesi üzerinden, doğadaki zıtlıkların bile bir Yaratıcı’nın varlığına delil olduğunu anlatır.

Son olarak, “Mün’im-i Hakikî’yi unutmanın belâhet olduğu” sözüyle, nimetleri verenin asıl kaynağını tanımamanın büyük bir gaflet olduğunu ifade eder.

Makale, bu dört ana fikri bir araya getirerek, dosdoğru bir hayatın, kâinatı okuyarak ve nimetlerin asıl sahibini tanıyarak mümkün olabileceğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulmün Karanlığına Karşı Vicdanın Aydınlığı: Gazze ve Sumud Filosunun Mesajı

Zulmün Karanlığına Karşı Vicdanın Aydınlığı: Gazze ve Sumud Filosunun Mesajı

“Şu testisi su yolunda kırılırmış. Belasını arayan da belasını bulurmuş.”
Gazze’de çocukları, kadınları ve sağlık çalışanlarını hedef aldığı bilinen İsrailli keskin nişancı Metan Yanas’ın, bombalı tuzakla öldürülmesi, zulmün kendi tuzağına düşeceğinin çarpıcı bir göstergesidir. Zira tarihin hakikatli şahitliği şudur: Zulüm ile abat olunmaz, zulümde ısrar edenler kendi zulümlerinde boğulurlar.

İsrail’in Bitmeyen Zulmü

Gazze’de binalar bombalanıyor, çocuklar yetim, kadınlar dul, şehirler harabeye dönüyor. Yüksek binaların vurulacağına dair “önceden yapılan tahliye uyarısı” bir insani hassasiyet değil, aksine zulmün bürokratik bir kılıfıdır. İnsanı insan yapan değerler çiğneniyor, mazlumların ahı gök kubbeyi sarsıyor.

Kur’an, “Zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir” (Şuarâ, 227) diyerek tarihin akışında zulmün asla baki kalamayacağını bildiriyor.

Küresel Vicdanın Uyanışı

Tam bu sırada, Barselona’dan yola çıkan Küresel Sumud Filosu, denizlere yeni bir umut ve direniş iradesi taşıyor. “Bu gemiye binenlerin hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyor” diyen gönüllüler, sadece Gazze’ye yardım götürmüyor; insanlığın ortak vicdanını da yeniden harekete geçiriyor.

İtalya liman işçilerinin, “Eğer gemilere dokunulursa limanları kapatırız” çıkışı, zulmün karşısında ekonomik bir silah olarak vicdanın gücünü ortaya koyuyor. İtalya’da Başbakan Giorgia Meloni’nin bile filosuna katılan vatandaşlarının güvenliğini temin için adım atması, 44 ülkeden destek bulması, Filistin meselesinin artık sadece bölgesel değil küresel bir adalet mücadelesine dönüştüğünü gösteriyor.

Roma’dan Pisa’ya, Milano’dan Bari’ye kadar meydanlara taşan kalabalıklar, “Hepimiz Filistinliyiz” sloganıyla zulmün karşısında insanlığın birleşebildiğini ilan ediyor.

Zulmün Maskesizliği ve Çaresizliği

Netanyahu’nun Gazze’deki soykırımın suçlusu olarak Mısır’ı işaret etmesi, zulmün akıl dışı, ahlak dışı ve çaresiz bir noktaya geldiğini gösteriyor. İsrail’in nokta atışı suikastlar için İran’daki güvenlik ağlarına dahi sızarak kullanması, zulmün sadece askeri değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküş yaşadığını gözler önüne seriyor.

Şehitlerin Çığlığı ve Ezanın Vicdana Dokunuşu

İsrail’in katlettiği Amerikalı Türk aktivist Ayşenur’un babasının “Dünya kızım kadar cesur olamadı” sözleri, insanlığın utanç vesikasıdır. Ancak aynı zamanda, bir kişinin cesurca direnişiyle dünyayı sarsabileceğinin de işaretidir.

İtalya’daki Sumud Filosu eğitiminde bir kilise salonunda okunan ezan ise farklı inançlardan insanların gözyaşlarını birleştirdi. Bu an, İslam’ın çağrısının sadece minarelerde değil, kalplerde yankı bulduğunu, zulmün duvarlarını aştığını gösterdi.

Sonuç: Zulmün Sonu, Direnişin Zaferi

Gazze’de yıkılan evlerin, kanlar içindeki çocukların görüntüsü, bize kıyamet sahnelerini hatırlatıyor. Ama aynı zamanda Sumud Filosunun dalgalarla yazdığı mesaj, insanlığa şunu hatırlatıyor:

Zulüm baki değildir.

Mazlumun duası, zalimin planlarını bozar.

Vicdanlar birleşirse, karanlık ne kadar derin olursa olsun bir gün mutlaka dağılır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”

Bugün Gazze’de zulüm devam ediyor olabilir. Fakat her vicdanlı ses, her cesur adım, her dua ve her destek dalgası, zalimin karanlık gemisini batıracak; mazlumun sabır ve direnişini zafer sahiline ulaştıracaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Yolu Ölümden Geçer: Tabiat ve İnsanî Mertebe Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Hayatın Yolu Ölümden Geçer: Tabiat ve İnsanî Mertebe Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Hayat, varoluşun en temel gerçeğidir; ancak hayatın gerçek anlamını kavramak için ölümün kaçınılmazlığını anlamak gerekir. Çünkü hayat, her zaman bir dönüşüm içindedir ve ölüm, bu dönüşümün temel basamağıdır. Tıpkı bir tohumun toprağa gömülüp çürümeden filizlenememesi gibi, yaşam da ancak ölümle bir anlam kazanır.

  1. İlahi Mucize: Ölüm ve Yeniden Doğuş

Hayat bize hayatın ve ölümün birbirine ne kadar bağlı olduğunu öğretir. Kış mevsiminin soğuk ve karlı günlerinde toprağa gömülen bir tohum, soğuk ve karın içinde adeta ölüme terk edilir. Ancak bu ölüm, baharın ilk ışıklarıyla birlikte hayatın kapılarını açar; tohum filizlenir, kök salar, yaprak ve çiçek verir. Aynı şekilde, gübreye karışan bitki artıkları, ölü bedenleriyle toprağa karışarak toprağın verimliliğini artırır ve yeni bir hayatın doğmasına vesile olur.

Burada ortaya çıkan hikmet şudur: Ölüm, yok oluş değil, hayatın daha yüksek bir mertebeye geçişidir. Tohum, karın ve gübrenin ölümüne rağmen baharda hayat bulur; her ölüm, yeni bir hayatın tohumunu taşır.

  1. Hayvan ve İnsan: Mertebeler Arası Bağ

Tabiattaki bitki ve hayvanlar arasındaki ilişki, insanın varoluşuna dair derin bir hikmet taşır. Bitkiler hayvanlar tarafından tüketildiğinde, onların bedeninde bir tür “ölüm süreci” yaşar; bu ölüm, hayvanın yaşamına ve beslenmesine dönüşür. İnsan ise hayvanı tüketerek, onun enerjisini ve hayatını kendi insaniyet mertebesine yükseltir.

Bu ilişki, insanın sorumluluk ve şükran bilincini doğurur. Hayvanın ölümünden ve bitkinin yok oluşundan sağlanan enerji, insanın aklı, ruhu ve vicdanıyla bir anlam kazanır. Hayatın sadece var olmakla değil, yaratılmış olanı doğru değerlendirmek ve ondan hikmet almakla değerli olduğu anlaşılır.

  1. Ölümün Hikmetî ve İbretli Yüzü

Ölüm, hem tabiatta hem de insan hayatında bir geçiştir. Tohum, hayvan ve insan arasındaki bu zincir, ölümün aslında bir mahiyet değiştirme ve olgunlaşma süreci olduğunu gösterir. Kışın soğuk toprağında ölen tohum, baharda çiçek açarak insanlara güzellik ve nimet verir. Hayvanın midesinde ölümle beslenen insan, hem beden hem ruh açısından olgunlaşır.

Bu durum bize şunu öğretir:

Ölüm bir kayıp değildir; hayatın daha yüksek bir mertebeye taşınmasıdır.

Her ölüm, bir hikmet ve ibret taşır.

İnsan, yaratılış zincirinde hem bir tüketici hem de sorumluluk sahibi olarak, ölenin hayatını bilinçle ve şükürle kullanmalıdır.

  1. Sonuç: Hayat ve Ölüm Arasındaki Dengede İnsan

Hayat, ancak ölümle anlam kazanır; varlık, yoklukla bütünleşir. Tohumun toprağa gömülmesi, bitkinin ve hayvanın insan için hayat kaynağı olması, bize şunu hatırlatır: Hayatın yolu ölümden geçer. İnsan, bu farkındalıkla yaşadığında hem tabiatla uyumlu olur hem de ruhî olgunluğa ulaşır.

Öyleyse, her ölümde bir hikmet aramak, her kayıpta bir hayat tohumu görmek ve her hayat anında şükretmek gerekir. Çünkü hayatın kendisi, ölümle yoğrulmuş bir mucizedir; her nefeste, her tohumda ve her canlıda, bize insan olmanın ve hikmetle yaşamanın sırlarını fısıldar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com