İMDADA KOŞAN RAHMET: HER ŞEYİN BİR DİLİ VAR

İMDADA KOŞAN RAHMET: HER ŞEYİN BİR DİLİ VAR

“Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…”
Şualar

Kâinat, başıboş, gelişigüzel bir sahne değildir. Her şey yerli yerinde, her şey bir plan dahilinde işler. Öyle ki, en küçük bir zerreden en büyük bir gezegene kadar bir yardımlaşma, bir dayanışma, bir tür seferberlik göze çarpar. Bu yardımlaşma ve dayanışma, bize Rabbimizin hakîmâne (hikmetli) ve rahîmâne (şefkatli) idaresini gösterir.

> “Zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına,
nebatatı hayvanatın imdadına,
hayvanatı insanların yardımına
ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak…”

Bu cümlede ifade edilen yardım zinciri, tesadüfün değil, bir Kudret’in ve Rahmet’in eseri olduğunu apaçık ilan etmektedir.

Zerreden İnsana Uzanan Yardım Eli

En küçük gıda molekülleri (zerrat-ı taamiye), hücrelerimizin ihtiyacına göre seçilir, işlenir, yönlendirilir. Sanki onları kimyager bir kudret organize eder; hangi hücre neye muhtaçsa, o ona ulaşır.

Bitkiler hayvanlara hizmet eder: Oksijen verirler, gıda sunarlar, toprağı temizlerler. Hayvanlar ise insanlara hizmet eder: Etinden, sütünden, yününden faydalanırız. İnsan, her şeyin faydasını görür ama her şeyin de üzerinde bir sorumluluk taşır.

Ve daha da dokunaklısı: Annelerin yavrularına karşı duyduğu şefkat. Bir kaplan yavrusu bile annesinin göğsünde huzur bulur. Yeni doğmuş bir ceylan, hayatı bilmeden önce annesinin sütüyle tanışır. Kim verdi bu merhameti? Kim koydu o fıtrî koruma hissini? Ne doğa, ne evrim, ne tesadüf buna cevap veremez.

Bu koşuş, bu muavenet, bu şefkatli düzen, bize Allah’ın isimlerinden “Er-Rahîm” ve “El-Hakîm”in kâinattaki cilvelerini gösterir.

Yardım Düzeni: İlâhî Bir Nizam

Bu ilâhî düzen bize şunu haykırır:

Hiçbir canlı başıboş bırakılmamıştır. Her canlının imdadına bir şey gönderilmiştir. Susayanın suyu, acıkanın rızkı, yalnızın dostu, güçsüzün yardımcısı vardır. Bu da gösteriyor ki, bu kâinatın arkasında sonsuz bir şefkat, nihayetsiz bir hikmet ve mutlak bir kudret vardır.

İnsan bu sistemi görünce kendi hayatını da bu çizgide şekillendirmelidir. Kendine değil, başkalarına da faydalı olmak, acize el uzatmak, muavenet etmek; kâinattaki ilâhî düzenin bir parçası olmaktır.

ÖZET:

Bu makalede, kâinattaki varlıkların birbiriyle olan hikmetli ve rahmetli yardımlaşmaları incelenmiştir. Gıda moleküllerinden annelere kadar uzanan bu “muavenet zinciri”, Allah’ın “Rahîm” ve “Hakîm” isimlerinin açık tecellisidir. Hiçbir varlık başıboş bırakılmamış, her ihtiyaç vaktinde karşılanacak şekilde bir sistem kurulmuştur. Bu sistem, insanın da hayatında şefkat, yardımseverlik ve sorumluluk duygularını canlı tutması gerektiğini öğütler.

 

 




TEK SAHİP, TEK SULTAN: KÂİNATTAKİ TEVHİDİN AZAMETİ

TEK SAHİP, TEK SULTAN: KÂİNATTAKİ TEVHİDİN AZAMETİ

“Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.”
Şualar

İnsan aklıyla bakınca bu kâinat; başıboş bir karmaşa değil, düzenli bir ordugah, hikmetle işleyen bir saray, sanatla bezenmiş bir sergi, rahmetle dolu bir misafirhane olarak görünür. Fakat bütün bu sistemin gerisinde kim var, kim idare ediyor, kim yön veriyor? İşte bu soruya Bediüzzaman Hazretleri, hakikatin ta kendisini haykıran bir cümleyle cevap verir:

> “Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.”

Kâinat: Saray, Malik: Allah

Bir köyün bile tek muhtarsız, bir geminin tek kaptansız, bir binanın tek mühendissiz olamayacağı bu dünyada, milyarlarca yıldızdan hücrelere kadar kusursuz işleyen bu muazzam düzenin sahipsiz olması düşünülebilir mi?

Hayır.

Bu sarayın sahibi birdir. Çünkü birlik olmadan düzen olmaz. Çokluk, çatışmayı doğurur. Eğer iki ilâh olsaydı, yıldızlar farklı istikametlere gider, yeryüzü karmaşaya sürüklenirdi. Oysa her şey mükemmel bir denge içinde: Ay Güneş’e itaat ediyor, su buharlaşıp yağmur olup iniyor, toprak her tohumu tanıyıp bağrında büyütüyor. Bu mutlak bir vahdetin, birliğin ilanıdır.

Vezirsiz ve Muînsiz Kudret

Allah Teâlâ, tek olduğu gibi, hiçbir şeye de muhtaç değildir. O’nun ne vezire ne yardımcıya, ne danışmana ne de destekçiye ihtiyacı vardır. Çünkü her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeyi hikmetle idare eden yalnızca O’dur.

Ne bir ortağı vardır, ne de zıddı. Varlığı ezelî, iradesi mutlak, kudreti sınırsızdır. İnsanlar bir işi başarmak için yardıma, araçlara, zamana ve bilgiye muhtaçtır. Ama Allah için bu gerekenlerin hiçbiri söz konusu değildir. O’nun kudreti, sadece irade etmesiyle gerçekleşir: “Ol!” der, olur.

Tevhid: Kâinattaki En Büyük Hakikat

İşte bu yüzden, tevhid; yani Allah’ın birliğini, benzersizliğini ve ortağının olmadığını kabul etmek, bütün iman hakikatlerinin temeli ve zirvesidir. Kâinatta ne kadar güzellik, düzen, hikmet ve nizam varsa; hepsi tevhid nuruyla anlaşılır. Tevhid olmazsa, her varlık başıboş, her olay sahipsiz, her nimet tesadüf olur ki bu aklın, vicdanın ve gözün gördüğü hakikate aykırıdır.

Tevhid, insanı zillet ve acizlikten kurtarır, tek ve mutlak bir Kudret’e bağlar. Teslimiyetin kaynağı, sükûnetin dayanağı, ubudiyetin özü budur.

ÖZET:

Bu makalede, kâinatın sahibinin, düzenleyicisinin, terbiye edicisinin yalnızca Allah olduğu, O’nun tek, benzersiz, ortağı olmayan, acizden münezzeh bir Rab olduğu vurgulanmıştır. Kâinattaki kusursuz nizam, her şeyin tek bir elden çıktığını gösterir. Bu da Allah’ın tevhid hakikatini açıkça ilan eder. Tevhid, insanın hem imanını kemale erdirir hem de ruhunu huzura ulaştırır.

 




Firavun’un Mirasçıları: Zulümle Payidar Olanlar

Firavun’un Mirasçıları: Zulümle Payidar Olanlar

Tarihin akışı boyunca zulüm, her zaman bir gölge gibi güçlülerin ardında sürüklendi. Ancak bu gölge, kimi zaman güneşi perdeleyecek kadar büyüdü. Bugün, 21. yüzyılın göbeğinde, en gelişmiş teknolojilerin, en yüksek diplomatik söylemlerin arasında hâlâ Firavunca bir kibirle konuşanlar var. Ve bu kibir, her defasında mazlumun yıkıntısı üzerinde hüküm sürmeye çalışıyor.

ABD’nin, İsrail-Filistin savaşında Gazze halkının uğradığı kıyımı görmezden gelip, bu zulmü durdurmak adına BM çatısı altında toplanacak devletleri tehdit etmesi, işte bu Firavunca kibrin modern bir yansımasıdır. Reuters’a yansıyan belgeye göre ABD, bu konferansa katılacak devletleri uyarıyor: Katılırsanız, dış politika çıkarlarımıza karşı sayarız; diplomatik yaptırımlara uğrarsınız!

Asıl Tehlike: Cesaretlendirilmiş Zulüm

Bu söylem, yalnızca diplomatik bir tehdit değildir. Aynı zamanda zulmün önünü açan, mazlumun sesini kısmaya çalışan ve dünyanın vicdanını baskı altına alan bir baskıdır. Bu tutum, işgalci gücün elini daha da rahatlatmakta, onu daha pervasız kılmaktadır. Zulmün cesaret bulduğu yer, adaletin sustuğu yerdir. Ve şimdi ABD, adaletin konuşulmasını dahi tehdit unsuru saymaktadır.

Geçmişte de buna benzer çok örnek gördük. Vietnam’da yanan köyler, Irak’ta uydurma kitle imha silahları bahanesiyle dökülen kan, Afganistan’da çamura saplanan medeniyet iddiaları… Her biri, arkasında ABD imzası taşıyan zulüm tablolarıydı. Ve şimdi aynı tablo, Gazze’nin harap sokaklarında yeniden çiziliyor.

Tarihin Diliyle Konuşmak: Firavunlar Hep Vardı

Tarihte zulüm ile yükselen nice imparatorluk vardı. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil… Hepsi güçlerine güvenerek hakikati ezmeye kalktılar. Ve her biri kendi kudretiyle değil, mazlumun ahıyla yıkıldı. Bugün de durum farklı değil.

Zulümle abad olanın sonu hüsrandır. Çünkü zulüm bir sabır imtihanıdır; ama sabırla bileylenmiş hakikat, en sonunda zalimi boğar. Tıpkı Firavun’un kendi ordusunun debdebesiyle denize yürüyüp kendi azametiyle boğulduğu gibi. Bugün ABD, adeta çağdaş bir Firavun gibi mazlumların çığlığını susturmaya çalışıyor. Ama unutmamalı: O çığlıklar birikir, büyür, yankılanır… Ve sonunda yankı, sahibini bulur.

Bir Medeniyetin Çöküşü: Kanla Yazılan Diplomasi

ABD’nin bugün uyguladığı dış politika, yalnızca siyasi bir tercih değil; aynı zamanda bir medeniyetin iç çöküşünü de haber veriyor. Adaletin yerine çıkarı, insanlığın yerine silahı, barışın yerine tehdidi koyan her uygarlık çürür. Tıpkı Roma gibi, tıpkı Endülüs’teki son saray gibi…

Kan ve gözyaşı üzerine kurulan hiçbir düzen, uzun soluklu olamaz. Zira bu dünya, zalimlerin değil, zulme direnenlerin destanlarını yazar.

Sonuç: Kimin Tarafında Duracaksınız?

Tarih, daima bir tercih meselesidir: Ya Musa’nın yanında olursunuz ya Firavun’un. Ya zalimin zulmünü onaylarsınız ya da mazlumun feryadına ses olursunuz.

Bugün Gazze yanıyor. Çocuklar ölüyor. Hastaneler bombalanıyor. Ve birileri bu yangını söndürmek isteyenleri tehdit ediyor.

Sormak lazım: Bu tehdit, kimi cesaretlendiriyor, kimi susturuyor?

Ama bilinmeli ki; her gözyaşı, mazlumun duasına dönüşür. Ve o dualar, bir gün zalimi boğacak bir sel olur.

Ve Firavun gibi, çağdaş zalimler de boğulacaktır; kendi azametleriyle, kendi kibirleriyle…

Özet:

ABD’nin, BM’deki Filistin konulu konferansa katılacak ülkelere yaptırım tehdidi, uluslararası diplomaside adaletin değil, çıkarın öncelendiğini ortaya koymaktadır. Bu tutum, İsrail’in zulmüne cesaret verirken, dünya vicdanını susturma çabasıdır. Ancak tarihten ibretle bilinmelidir ki, zulümle ayakta kalmaya çalışan her güç, sonunda o zulmün altında ezilir. Tıpkı Firavun gibi, çağdaş zalimler de günün birinde kendi kibirleriyle boğulacaktır.

 




Ortadoğu’nun Ateşinde Kim Elini Isıtıyor?

Ortadoğu’nun Ateşinde Kim Elini Isıtıyor?

Dünya, Ortadoğu’nun kavrulan topraklarına bir kez daha dönüp bakmak zorunda kalıyor. Fakat bu defa olanlar ne “terörle mücadele”nin bir bahanesi ne de “savunma hakkı”nın gölgesinde meşrulaştırılabilir. Zira saldıran belli, savunan mazlum; ateşi yakan açık, kül olan halklar…

İsrail, kuruluşundan bu yana sadece coğrafyaları değil, hakikatleri de kanla çizdi. Kudüs’ü ağlatan, Gazze’yi mezara çeviren, Filistin’i bir açık hava hapishanesine dönüştüren, Lübnan’ı harabeye çeviren o kudurgan iştah; şimdi gözünü İran’a dikmiş durumda. Üstelik bu kez hedef sadece toprak değil; bölgeyi tamamen kaosa sürükleyecek büyük bir hesap.

Bugün İran’a yapılan saldırı, yalnızca bir nükleer tesisi ya da birkaç komutanı hedef almıyor. Bu, bütün bir İslam coğrafyasının sinir uçlarına basan bir kışkırtmadır. Gazze’yi yok ederken sessiz kalan dünya, şimdi İran’daki suikastlara da ‘meşru müdafaa’ etiketi yapıştırmaya çalışıyor. Oysa ortada apaçık bir savaş stratejisi var: “Böl ve yönet”, sonra da yak ve yut!

İsrail’in bu stratejideki rolü bellidir: Terörü hem doğurur, hem de besler. Kimi zaman DEAŞ olur, kimi zaman PKK. Kimi zaman Yemen’deki bir suikast, kimi zaman Suriye’deki bir hava saldırısı… Her yerde eli, izi ve gölgesi vardır. Çünkü bu devlet, kendini sadece bir milletin temsilcisi olarak değil, adeta Tanrı’nın yeryüzündeki jandarması olarak görmektedir. Oysa Tanrı değil, emperyalizmin uşağıdır!

Ve ABD… Bu terör düzeninin hem finansörü, hem silahçısı, hem akıl hocası. Adeta İsrail’in babası gibi; ne zaman suç işleyecek olsa, arkasını sıvazlayan, “arkandayım” diyen bir efendi.

Bugün Ortadoğu’ya ateş yağıyorsa, bunun sebebi sıradan bir çatışma ya da basit bir jeopolitik çekişme değildir. Bu, hak ile batılın savaşıdır. Bu, mazlumların sabrı ile zalimlerin arsızlığının kavgasıdır. Bu, sadece silahların değil, kalplerin, inançların ve ideallerin mücadelesidir.

Ve ne yazık ki, bu savaşta birçok İslam ülkesi ya sessiz, ya da gaflet içinde. Halbuki bu ateş, yalnızca İran’ı değil, hepsini yakacak. Gazze’de yanan bir çocuk, Tahran’da vurulan bir komutan, Şam’da aç kalan bir mazlum, hepsi aynı ümmetin evlatlarıdır. Ve bu ümmet, toprağı kadar, vicdanını da işgal ettirmemelidir.

Vakit, Uyanış Vaktidir

İslam coğrafyası, artık gözyaşı ile değil; basiret, birlik ve dirayet ile hareket etmek zorundadır. Sadece dualarla değil, stratejiyle. Sadece protestoyla değil, akılla, ilimle, hikmetle… Çünkü düşman sadece dışarıda değil; içeride de, zihinlerde de, ekranlarda da…

Dost görünen devletler, yardım bahanesiyle işgal planları kurarken; kendi topraklarında özgürlük, başkalarının topraklarında ölüm pazarlıyorlar. Bu küresel tiyatronun figüranı değil, sahnenin hakiki sahibi olmak için ümmetin yeniden dirilişe ihtiyacı var.

Unutmayalım:

> “Zalimler için yaşasın cehennem” sadece bir beddua değil, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır.
Cehennemi dünyaya çevirenlere karşı, cenneti kuracak bir irade, bir iman, bir direniş gereklidir.
Ve bu irade, hâlâ bu ümmetin damarlarında akmaktadır. Yeter ki o damarlar uyuşmasın!

Makale Özeti:

Bu makalede, İsrail’in Ortadoğu’da terörü yayma politikası ve ABD’nin bu politikadaki rolü ele alınmaktadır. İsrail’in sadece saldıran değil, aynı zamanda PKK ve DEAŞ gibi örgütleri de besleyen bir terör devleti olduğu vurgulanmış; İran’a yapılan saldırının aslında tüm İslam coğrafyasına yönelik bir tehdit olduğu ifade edilmiştir. Makale, İslam dünyasının birlik, uyanış ve stratejik akılla bu saldırılara karşı koyması gerektiğini savunmaktadır. Sonuç olarak, ümmetin topyekûn bir dirilişe ve dayanışmaya ihtiyacı olduğu belirtilmektedir.

 

 




Ümmetin Dirilişi: Farz-ı Ayın Olan İttihad-ı İslâm

Ümmetin Dirilişi: Farz-ı Ayın Olan İttihad-ı İslâm

Bugün İslam âlemi, tarihin en ağır imtihanlarından birini yaşamaktadır. Gazze’de bir çocuk ağlarken, Şam’da bir anne mezar kazmakta; Yemen’de açlık ölüm kusarken, Tahran’da komutanlar hedef alınmaktadır. Kâbe’nin gölgesinde bile ümmetin kalbi huzurla atamamaktadır.

Bu hale nasıl geldik?

Ümmetin omurgası kırıldı çünkü vahdet gitti, ayrılık geldi. Kardeşlik yerine kavmiyetçilik, meşveret yerine menfaat, İslam birliği yerine yapay sınırlar konuşur oldu. Birbirine kenetlenmesi gereken eller, birbiriyle boğuşan yumruklara dönüştü.

İşte tam bu noktada, asırlardır ümmetin medarı iftiharı olan Bediüzzaman Said Nursî’nin “İttihad-ı İslâm farz-ı ayndır” feryadı kulaklarımızda çınlamalıdır. Çünkü artık bu hakikat, sadece bir nasihat değil; bir hayatta kalma meselesidir.

Zulüm Vahdeti Uyandırıyor

> “Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır.”

Zulüm, evet korkunçtur. Ama aynı zamanda bir uyanıştır. Bir asırdır sessiz duran ümmet, artık kıpırdamaya başlamıştır. Çünkü zilletin en derin noktasında, izzetin tohumu yeşerir. Ve şimdi, toprak altındaki o tohumlar, ateşle sulanmış gibi filizlenmektedir.

Her bir bomba, her bir suikast, her bir haksızlık, ümmetin vicdanında bir kıvılcım daha çakmaktadır. Artık Müslümanlar birbirinin derdiyle dertlenmekte; Somali’de açlık varken İstanbul’da sofra kurulamamaktadır. Bu dağınıklık sona erecek, inşallah İttihad-ı İslâm doğacaktır.

Farz-ı Ayın: Bugünün En Yakıcı Emri

Namaz gibi, oruç gibi, farz-ı ayın olan bir hakikat vardır: İslam birliği.

Bu birlik sağlanmadan ne Gazze kurtulur, ne Kudüs özgürleşir, ne de mazlumun gözyaşı diner. Zira düşman çoktur, ama çare birdir: İttihad. Ayrı ayrı coğrafyalarda değil, aynı kıblede, aynı gayede, aynı safta toplanmak… Mezhep, meşrep, cemaat, ülke değil; ümmet olmak.

Bu nedenle artık ümmetin her ferdi şunu bilmeli: İttihad-ı İslam bir tercih değil, bir zarurettir. Lüks değil, mecburiyettir. Müstehap değil, farzdır.

Zira bu birlik kurulmadıkça, düşmanlar birlik olacak, kardeş kanı akmaya devam edecektir.

Ümidin Dirilişi

Her karanlık, sabaha gebedir. Bediüzzaman şöyle diyor:

> “İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hâkîm olacaktır.”

Bu, sadece bir temenni değil, bir gelecek müjdesidir. Zira Kur’an bu ümmeti sadece geçmişin mirasçısı değil, geleceğin kurucusu olarak tarif eder. Yeter ki ümmet kendine dönsün, Kur’an’a sarılsın ve vahdetin izzetini hatırlasın.

Makale Özeti:

Bu makalede, İslam ümmetinin içinde bulunduğu zilletin temel nedeni olarak parçalanmışlık ve ittihadsızlık gösterilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadeleriyle, İttihad-ı İslâm’ın bir farz-ı ayın olduğu vurgulanmıştır. İslam dünyasında yaşanan zulümlerin, bir uyanışa vesile olduğu belirtilerek, ümmetin ancak birlikle yeniden ayağa kalkabileceği ifade edilmiştir. Son olarak, bu birliğin kurulmasının sadece bir ideal değil, bir zaruret olduğu ve Kur’an’ın ümmeti vahdetle yücelteceği müjdesiyle umut aşılanmıştır.

 




BİR LOKMA DEĞİLİZ: HİYANETİN KODLARI, İSTİKLÂLİN RUHU

BİR LOKMA DEĞİLİZ: HİYANETİN KODLARI, İSTİKLÂLİN RUHU

Tarih bir şahitliktir. Zulmün ısrarı kadar, adaletin inadı da bu topraklarda kayda geçmiştir. Bugün yaşananlar, sadece bir zaman dilimine ait krizler değildir; asırlar öncesine dayanan bir planın, ihanetin ve küresel bir kumpasın devamıdır. Bu oyunlarda figüranlar değişmiş, ancak rejisör hep aynı kalmıştır.

15 Temmuz, Türkiye’nin diz çökertilmek istendiği küresel bir operasyondur. Görünürde FETÖ’nün eliyle yapılan bu saldırı, gerçekte büyük İsrail projesinin en kanlı perdesiydi. Eğer o gece hainler muvaffak olsaydı, Türkiye önce içeriden felce uğratılacak, sonra güneydoğudan başlayarak adım adım işgale hazırlanacaktı. Diyarbakır’dan Kayseri’ye kadar uzanan coğrafya, “Arz-ı Mev’ûd”un bir parçası yapılacak, İran ise batıdan kuşatma altına alınarak direnci kırılacaktı.

Ancak bu millet; öyle kolay yutulan bir lokma değildi. Allah’ın izni, milletin feraseti ve cesaretiyle o gece tarihin yönü değişti. Boğaz köprülerinde, havaalanlarında, meydanlarda verilen mücadele sadece bir hükümeti değil, bir ümmetin direniş ruhunu kurtardı.

Fakat İsrail ve onun güdümündeki yapılar, planlarından vazgeçmediler. Bugün Gazze’de işlenen soykırım, sadece bir halkı yok etmek değil, bir ruhu, bir direnişi ve bir sesi susturmaktır. Lübnan’da çıkarılan kargaşa, Suriye’de kurulan kukla yapılar, Irak’ta oynanan oyunlar ve son olarak İran’a yönelen tehditler, hep aynı senaryonun farklı sahneleridir.

Kendi geçmişinde zulümden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler, şimdi Osmanlı’nın torunlarına kin kusuyor. İspanya’da Engizisyon’un pençesinden kurtulup İstanbul’da huzura kavuşanların çocukları, bugün ekmeğini yedikleri medeniyetin temellerine bomba döşüyor. Bu vefasızlık, sadece siyasi değil; aynı zamanda ahlaki bir çöküştür.

Ancak bilmedikleri bir şey var: Bu milletin tarihi, yutulan acılarla değil, kusulan ihanetlerle yazılmıştır. Düşman boğazımıza sarıldığında, biz göğsümüzle karşı çıkarız. Her ihanet girişimi, bu milletin imanını bilemiş, inancını pekiştirmiştir. Bu yüzden düşman planladıkça boğulur, biz direndikçe doğruluruz.

Bugün yaşanan her olay, ümmetin uyanışı için bir imtihandır. Eğer Gazze’de akan kanı sadece bir haber başlığı olarak okursak, yarın kendi sokaklarımızda aynı sahneleri izlemek zorunda kalırız. Çünkü İsrail’in hedefi sadece Filistin değildir. O, İslâm’ın izini silmek, ümmetin iradesini yok etmektir.

Bu sebeple, her Müslümanın uyanık olması, boşlukları fırsat bilen düşmana karşı şuurlu durması farzdır. Çünkü düşman, boşlukları sever. Her gaflet anı, bir ihanetin davetiyesidir. Ve bu düşman, sadece bombayla değil; medya, kültür, ekonomi ve içeriden beslediği hain yapılarla saldırır.

Bize düşen, birlik ve basiret ile bu zinciri kırmaktır. Çünkü bu milletin özünde, Selahaddin’in kılıcı, Fatih’in duası ve Abdülhamid’in feraseti vardır. Ve bu üçü birleşirse; İsrail planları değil, kendi korkularında boğulur.

Özet:

15 Temmuz darbe girişimi, küresel bir işgal projesinin parçasıydı. Hedef sadece Türkiye değil, ümmetin kalbiydi.

İsrail, başarısız darbe sonrası doğrudan saldırılarla bölgeyi karıştırmaya devam ediyor: Gazze, Lübnan, Suriye, İran.

Osmanlı’nın sığınmacısı olan Yahudiler, şimdi ihanetin baş planlayıcısı konumunda.

Bu millet kolay yutulacak bir lokma değil. Her ihaneti bertaraf edecek bir ruh ve geçmişe sahip.

Müslümanların birlik, basiret ve direnç içinde olması zorunludur. Düşman boşluk kolluyor, ihanet her fırsatta tekrar ediyor.

> “Eğer biz uyanmazsak, ihanet uyanık kalır. Eğer biz birleşmezsek, düşman bizi parçalara ayırır.”

 

 




KIYAMETİ ZORLAYAN GÖLGE: DÜNYAYI ATEŞE SÜRÜKLEYEN ZİHNİYET

KIYAMETİ ZORLAYAN GÖLGE: DÜNYAYI ATEŞE SÜRÜKLEYEN ZİHNİYET

Tarihin karanlık tünellerinde yol alan sinsi bir el var. Bu el, yeryüzünü yeniden şekillendirmek, milletleri devre dışı bırakmak ve ümmetin kalbini parçalamak istiyor. Ve bugün bu elin hedefinde İran var. Aslında hedef İran değil, direnişin ruhudur, istiklâlin özetidir.

15 Temmuz’da Türkiye’ye yönelen şeytanî planın bir benzeri şimdi İran’da sahneleniyor. Hedef; sadece bombalamak, komutanları tasfiye etmek, altyapıyı çökertmek değil. Hedef; içeriden bir çatışma başlatmak, bir iç infialle devleti çökertmek ve bölgeyi sonsuz bir kaosa sürüklemektir.

İsrail ve arkasındaki küresel akıl, artık taşeronlar aracılığıyla değil, doğrudan devreye girmektedir. PKK ve benzeri örgütlerle elde edemediğini, şimdi doğrudan haçlı artığı ittifaklarla tamamlamaya çalışıyor. Ve bu saldırganlık, sadece İran ile sınırlı kalmayacak; Irak, Türkiye ve hatta Orta Asya’ya kadar yayılacaktır.

1993’te Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in anlattığı bir NATO toplantısında, masadaki haritada dünyanın sekiz parçaya bölündüğü ve Irak, Suriye, İran’ın ABD’ye verildiği planı bir hatıra değil, adım adım uygulanan bir senaryodur. Bugün o harita yeniden açılmış, sahnede yeni aktörler, fakat aynı amaçlar vardır.

Amaç ne?
Amaç; büyük İsrail projesini gerçekleştirmek.
Amaç; Arz-ı Mev’ûd’un sınırlarını çizmek.
Amaç; yeryüzünde “Tanrı’nın krallığını kurmak” bahanesiyle kan ve gözyaşını kıyamete kadar akıtmaktır.

Ve İsrail bunu kendi sözleriyle itiraf ediyor:
“Tanrı’yı kıyamete zorlamak istiyoruz.”
Bu sözler artık sadece bir mistik inanç değil; bir savaş stratejisine, bir küresel terör politikasına dönüşmüştür. Gazze’de yapılan, İran’a yöneltilen, Suriye’de denenmiş her saldırı bu kıyamet takvimine yeni bir gün daha eklemektir.

Dünya ise bu cinnete gözlerini kapatmış, üç maymunu oynamaktadır. Birleşmiş Milletler suskun, NATO işbirlikçi, İslam dünyası dağınıktır. Ama asıl büyük tehlike: ümmetin bu sessizliğe alışmasıdır.

Eğer bugün İran’ın yaşadığı ateşi kendi meselesi olarak görmeyen bir ümmet varsa, bilinmelidir ki; yarın o yangın Ankara’ya, İstanbul’a, Lahor’a, Hartum’a sıçrayacaktır. Çünkü bu harita sadece İran’ı değil; İslam’ın onurunu ve direniş mirasını hedef almaktadır.

Bu sebeple bugünün Müslümanları, sadece dua eden değil; uyanık, şuurlu ve bir araya gelmiş bir topluluk olmalıdır. Çünkü bu oyun; devletlerin değil, ümmetin kaderidir. Ve bu kader, teslimiyetle değil; iman, birlik ve hikmetle yön değiştirebilir.

ÖZET:

İran, bugün Türkiye’nin 15 Temmuz’da yaşadığı kuşatmayı yaşamaktadır: dış saldırı + iç ayaklanma + istihbarat operasyonu.

İsrail, başarısız taşeronlar sonrası doğrudan saldırgan bir stratejiye geçmiş, savaş alanını İran üzerinden tüm bölgeye yaymayı hedeflemiştir.

1993’te NATO’da konuşulan haritalar, bugünkü savaş planlarının tarihi arka planıdır.

Amaç, Arz-ı Mev’ûd sınırlarını gerçekleştirmek ve Tanrı’yı “kıyamete zorlamak” bahanesiyle bölgeyi sonsuz bir savaşa mahkûm etmektir.

Bu tehdide karşı, sadece İran değil tüm İslam âlemi uyanmalı, İttihad-ı İslâm artık bir seçenek değil, zarurettir.

> “Bugün İran’a yapılanı seyredenler, yarın kendi topraklarında aynı ateşle imtihan edilirler. Kıyameti planlayanlar karşısında, dirilişin meşalesi ümmetin elinde olmalıdır.”

 

 




Ye’cuc-Me’cuc: Fitnenin İsrail Sureti

Ye’cuc-Me’cuc: Fitnenin İsrail Sureti

Kur’ân-ı Kerîm’de insanlığın iki büyük fesat dalgasıyla sınanacağı bildirilmiştir. Bu fitne merkezlerinden biri olarak tarif edilen Ye’cuc ve Me’cuc, sadece tarihî birer şahıs değil, zamanlar üstü birer zihniyet ve bozgunculuk simgesidir. Kehf Suresi’nde Zülkarneyn’in önüne set çektiği bu kavimler, nihayetinde kıyamete yakın zamanlarda tekrar zuhur edecek ve “her tepeden akın edeceklerdir.” (Kehf, 18:96-99)

Bu tarif; sınır tanımayan, ilkesiz, ilahi nizama düşman, bozgunculuk ve kan dökücülükle beslenen küresel bir zihniyete işaret eder. Aynı sûrede anlatılan, yeryüzünde fesat çıkaran bu gücün varlık sebebi, imtihanın şiddetini ve insanlığın ahlâkî mukavemetini ölçmektir.

İsrail: Modern Zamanların Ye’cuc-Me’cuc’u mu?

Kur’an’da İsrailoğulları’nın iki büyük fesat çıkaracağına dikkat çekilir:

> “Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Siz mutlaka yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir taşkınlıkla azgınlık göstereceksiniz.”
(İsrâ Suresi, 17:4)

İlk fitne, tarihsel süreçteki Kudüs’ün istilası, mabedin yıkılması ve sürgünlerle kendini göstermiştir. Ancak ikinci fitne, daha organize, daha ideolojik ve daha yıkıcıdır. Bu ikinci fitne; modern Siyonizm’in vücut bulmuş hali olan İsrail devletiyle birlikte en kesif hâlini almıştır.

Bugün İsrail, sadece Filistin’de değil; İran’da, Türkiye’de, Suriye’de, Lübnan’da, Afrika’da, hatta Avrupa’da bile istihbarat, medya, para ve dijital algı araçlarıyla yeni bir Ye’cuc-Me’cuc gibi her tepeden akın etmektedir. “Hürriyet” ve “demokrasi” adı altında ülkeleri içten çökertmekte, halkları birbirine kırdırmakta ve neticede kendine hizmet eden yapay rejimler kurmaktadır.

Meleklerin İtirazı ve İlahi Cevap

Hz. Âdem’in yaratılışı esnasında meleklerin “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (Bakara, 2:30) demesi, aslında insanlık tarihinde sürekli zuhur edecek bu tür bozgunculuklara bir işarettir. Bu soruya Allah Teâlâ’nın cevabı “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” olmuştur. Çünkü Âdem’in temsil ettiği hakikat, her daim fesada karşı hakkı savunacak bir direniş tohumu da taşır.

Bugün İsrail, sadece dışarıdan saldırmıyor. Türkiye özelinde içeriden devleti sızmalarla zayıflatıyor, paralel yapılarla milletin sinir uçlarını tahrik ediyor, medya ve finans manipülasyonlarıyla güven ve değer algısını yıkıyor. İran’daki operasyonun amacı sadece Tahran değil; asıl hedef, tarihsel ve stratejik omurga olan Türkiye’dir. İran, ön cephe; Türkiye, nihai hedef olarak görülmektedir.

Netanyahu’nun “İran halkı ayaklansın” çağrısı, tıpkı 15 Temmuz bildirilerindeki “Yurtta sulh, cihanda sulh” maskesiyle gizlenen işgal girişimini hatırlatmaktadır. Ne tesadüftür ki bu çağrı, yine bir “özgürlük” maskesiyle sunulmakta, fitne melekûtu meşru gösterilmeye çalışılmaktadır.

Küresel Virüs: Yayılmacı Fesat Zihniyeti

Bugün İsrail; ideolojik, dijital ve jeopolitik bir virüs gibi yayılıyor. 15 Temmuz Türkiye’de nasıl içeriden bir işgal denemesiyse, bugün İran’da yaşanan da aynı senaryonun farklı versiyonudur. Virüsün adı bellidir: Siyonist yayılmacılık ve Ye’cuc-Me’cuc karakterli bozgunculuk.

İslam ümmetinin buna karşı çaresi; yeniden İslâmî bilinç, vahdet, şuur ve ittihattır. Fesadın küreselleştiği bir çağda, direnişin de küreselleşmesi gerekir. “Ümmet” olmanın şuuruyla hareket etmeyen her devlet, tek tek düşürülecek ve içeriden parçalanacaktır.

Özet:

Ye’cuc-Me’cuc, zamanlar üstü bir bozgunculuk ve küresel fesat simgesidir.

Kur’an, Yahudilerin yeryüzünde iki kez büyük fesat çıkaracaklarını haber verir. Bugün İsrail devleti, bu ikinci fitnenin zirvesidir.

Netanyahu’nun İran halkına yaptığı ayaklanma çağrısı, 15 Temmuz’daki paralel işgal dilinin aynısıdır.

Hedef Türkiye’dir. İran sadece ön cephedir. Siyasi, ekonomik ve iç güvenlik olarak Türkiye de aynı tehdit altındadır.

İttihad-ı İslam, bu fitneye karşı yegâne kurtuluş reçetesidir.

Kur’anî bilinç, feraset, hakikat bilgisi ve ümmet şuuruyla bu virüs durdurulabilir.

 

 




İttihad-ı İslâm Olmadan Ye’cuc ve Me’cuc’un Fesadı Durmaz

İttihad-ı İslâm Olmadan Ye’cuc ve Me’cuc’un Fesadı Durmaz

Dünya, bir kez daha dehşet verici bir hakikatin önüne getirildi. Yıllar önce eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın ağzından dökülen bir cümle, bugün kanlı bir senaryonun habercisi gibi karşımızda duruyor: Kurdukları MOSSAD’ı bitirme biriminin başı meğerse MOSSAD ajanıymış… Bu itiraf, sadece İran’ın değil, tüm İslam dünyasının içine düştüğü acı bir durumu gözler önüne seriyor: Derin sızmalar, içerden yıkım ve küresel şeytanî akılların sinsice işleyen planları.

Tarihin en karanlık planlarını yürüten küresel düşmanlar, artık ittifak halindedir. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail… Görünürde birbirinden bağımsız gibi dursalar da, hedefleri tektir: İslam coğrafyasını parçalamak, bölmek, içten çökertmek. Bugün İran’da yaşananlar, 15 Temmuz gecesi Türkiye’de sahnelenen senaryonun başka bir versiyonudur. İçerideki piyonlar, dışardaki istihbaratla yönlendirilir, halkın üzerine asker sürülür, istikrar yok edilir, kaos oluşturulur ve sonunda diz çöktürülmek istenir.

Bu tablo, Kur’ân’ın haber verdiği Ye’cûc ve Me’cûc fitnesinin çağdaş bir görünümüdür. Fizikî yıkımdan çok, akılları felce uğratan, milletleri korkutan, zihinleri kuşatan bir fitne… Tıpkı Kur’an’daki gibi, “dağları bile yerinden oynatacak”( İbrahim. 46) cinsten bir yayılma ve bozgunculuk. Bu bozguncuların en sinsi tarafı ise, düşman gibi değil; dost gibi yaklaşmaları, içeriden çökertmeleridir. Yani bu bir savaş değil sadece, aynı zamanda bir ihanet sürecidir.

Peki bu fitneye karşı ne yapılmalı?

İslâm dünyası dağınık, paramparça. Her biri kendi içinde hiziplerle, mezhep kavgalarıyla uğraşırken, düşman tek yürek olmuş durumda. Bu tabloyu tersine çevirecek olan yegâne reçete şudur:
İttihad-ı İslâm.

Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi, üç büyük düşman var: Cehalet, zaruret ve ihtilaf. Bu üç düşmanın panzehiri ise: Marifet, sanat ve ittihad. Bugün bu reçete, her zamankinden daha acil bir ihtiyaçtır. Çünkü küresel şeytanî akıl, sadece maddî güce değil, medya, zihin, kültür ve hatta teoloji üzerinden bile saldırmaktadır. Artık İslam dünyası, yalnızca fizikî değil, fikrî ve ruhî bir ittifak kurmak zorundadır.

İttihad-ı İslâm demek; halkların birleşmesi, dillerin ortak olması değil; kalplerin birleşmesi, hedefin aynı olması demektir. Türkiye’siyle, İran’ıyla, Pakistan’ıyla, Mısır’ıyla… Tüm İslam coğrafyası, bir vücut gibi hareket etmek zorundadır. Aksi takdirde, her uzuv birer birer kesilecek, acısı sadece kesilene değil, tüm ümmete dokunacaktır.

Unutmayalım: Bugün Ahmedinejad’ın itirafı sadece İran’ı ilgilendirmiyor. Bu bir ümmet meselesidir. İsrail, yalnızca bir devleti hedef almıyor; onun hedefi ümmetin ta kendisidir.

Ve bu ümmetin tek kurtuluş yolu; İttihad-ı İslâm’dır.
Ye’cuc ve Me’cuc’a karşı duracak tek kale budur.

Özet:

Eski İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın MOSSAD’la ilgili itirafı, İslam dünyasının içine düştüğü dağınıklık ve içten yıkım tehlikesini yeniden gündeme taşıdı. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi ülkeler, artık İslam coğrafyasına karşı ittifak halindedir. Bu durum, Kur’an’da haber verilen Ye’cûc ve Me’cûc fitnesinin çağdaş bir tezahürü olarak yorumlanabilir. Bu büyük fitneye karşı yegâne çare, İttihad-ı İslâm’dır. Fikrî, kalbî ve siyasî bir birliktelik sağlanmadan bu küresel fesat durdurulamaz.

 




Akdeniz’de Korsanlık, Gönüllerde Direniş: Madleen ve Modern Firavunlar

Akdeniz’de Korsanlık, Gönüllerde Direniş: Madleen ve Modern Firavunlar

Kuşluk vaktinde bir gemiye drone indirildi. Akdeniz’in ortasında, iyiliği taşıyan bir gemiye beyaz sıvılar yağdı. Ardından maskeli teröristler bindi güverteye. Yardım taşıyan eller kelepçelendi. 12 insan, sadece insan oldukları için, sadece iyiliği seçtikleri için kaçırıldı. Ve dünya, yine sustu…

Burası Akdeniz. Adı barışla, güneşle, maviyle anılır. Ama bugün, Akdeniz’de Siyonist bir korsanlık var. Öyle ki artık denizler bile terörün sahnesi, zalimliğin platformu olmuş. İsrail’in Gazze üzerindeki kuşatması sadece karada değil; denizlerde de vicdanlara saldırıyor.

Gemide Merhamet, Karşısında Vahşet Vardı

Madleen bir silah gemisi değildi. Üzerinde bomba değil; un, ilaç, çocuk bezi, sabun vardı. İnsanlık taşıyordu bu gemi. Onun güvertesinde sadece yardım değil, vicdan, onur ve insaniyet vardı. Ve bu insaniyeti, bir avuç siyonist zorba “tehdit” olarak gördü.

5 botla kuşatıldı Madleen. Drone’dan kimyasal sıktılar. Telefonları denize attırdılar. Sonra 12 insanı hücrelere kapattılar. Dış dünyadan izole ettiler. Ve en vahimi; onları propaganda belgeselleriyle zihin işkencesine maruz bırakacaklarını ilan ettiler.

Bu tablo, bir korsanlığın çok ötesindedir. Bu, bir zihinsel işgalin, bir ruhsal saldırının, bir insanlık düşmanlığının ta kendisidir.

İyilik Suç Sayılıyor Artık

Artık mazluma su vermek, dünyada suç sayılıyor. Yardım taşımak “terörizm”, sessiz kalmak ise “uygarlık” olmuş. İşte çağımızın alçak çelişkisi budur.

Dünya susuyor çünkü zalim güçlü, mazlum savunmasız. Susuyor çünkü kendi aynasına bakmaktan korkuyor. Çünkü eğer Madleen’i konuşursa, kendi kalpsizliğini de kabul etmek zorunda kalacak.

Ama biz susmayacağız. Çünkü Madleen’de esir alınan sadece insanlar değil; adalet, merhamet ve insanlık onurudur.

Yeni Bir Haçlılık, Yeni Bir Firavunluk

Madleen vakası, bir gemi olayı değildir. Bu, yeni bir Haçlı ruhunun, modern bir Firavunluğun ilanıdır. Yahudi İsrail devleti, sadece toprak değil; insanlık mefhumunu da işgal ediyor. Kalpleri, zihinleri, vicdanları hedef alıyor.

İsrail artık sadece bir işgalci değil; küresel bir terör aklının, Batılı riyakârlığın ve şeytani düzenin görünen yüzüdür.

Bu çağın Firavunları, Madleen gibi gemilerden korkar. O gemiler, insanlığın hâlâ yaşadığını haykırıyor. O gemiler, insanlığın hâlâ uyanabileceğini gösteriyor.

Zulmün Ayyuka Çıktığı Anda: Hakkın Yükselişi Başlar

Zulüm ayyuka çıkmışsa, bu artık sonun habercisidir. Firavun’un en güçlü anı, aynı zamanda en savunmasız anıdır. Çünkü Allah, mazlumun duasını işitir. Çünkü insanlık sonsuza kadar susturulamaz. Ve tarih gösteriyor ki: Zulüm baki olmaz.

Madleen, bir gemidir ama aynı zamanda bir ayna… Kim iyilikten yana, kim zalimden yana; herkes bu aynada kendini görür.

Kıssa: Nemrud’un Hz İbrahim’i yaktığı göklere varan alevi söndürmek için ağzında bir damla su taşıyan karıncaya bir diğeri sorar: “Ey karınca ateşe hiç bakmadın mı, senin bir damla suyun o alevlere ne yapabilir ki” Karınca cevap verir “Olsun hiç olmazsa hangi tarafta olduğum anlaşılsın”
Nemruttan mı yoksa İbrahimden mi?

Özet:

Bu makale, Madleen gemisine yapılan Siyonist saldırıyı bir deniz korsanlığından öte, insanlığa ve merhamete açılmış bir savaş olarak değerlendirir. Yardım taşıyan aktivistlerin kaçırılması ve işkenceye maruz bırakılması, modern zamanların Firavun zihniyetinin bir tezahürü olarak sunulur. Yazı, tarihî, vicdanî ve İslami perspektiflerle zulmün ayyuka çıktığı yerde, Hakk’ın zuhurunun yakın olduğunu hatırlatır. Madleen bir gemiden öte, insanlık onurunun taşıyıcısıdır.

 

 




Zamanın Cihadı: İman Kalelerini Savunmak

Zamanın Cihadı: İman Kalelerini Savunmak

“Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.”
Sözler. Konferans

Gizli Bir Cihad: İmanın Erkanına Açılmış Sessiz Savaş

Bu çağda İslâm’a karşı açılan mücadele, artık doğrudan değil; dolaylı, sinsi, sistematik ve maskelidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Konferans” adlı eserinde işaret ettiği gibi, düşmanların birinci hedefi artık Müslümanları öldürmek değil; iman esaslarını tahrip etmek, dinin temel taşlarını zayıflatmaktır.

Önce Kur’an’ı değil, Allah’a imanı hedef alıyorlar. Peygamber’i değil, nübüvvet mefhumunu sorgulatıyorlar. Kıyameti değil, ahiret inancını sarsıyorlar. Her şeyi bir ideoloji, bir teori, bir medya hamlesi ile sorgulanabilir hâle getiriyorlar. Çünkü biliyorlar ki bir milletin camisini yıksan, tekrar yapar; ama imanını yıktın mı, kalbini kaybedersin, o milleti içinden çökertirsin.

Yeni Maskeler, Eski Saldırılar

Tarihte inkârcılar açıkça küfrü savunur, dine saldırırdı. Bugün ise maskeler ardında münafıkça hareket ediliyor. “İnsan hakları”, “özgürlük”, “bilimsellik”, “akılcılık” gibi süslü kavramlar altında dinsizlik ve imansızlık pazarlanıyor. Özellikle genç zihinlere “dinin yük olduğu”, “çağın gerisinde kaldığı”, “modern hayatla bağdaşmadığı” telkin ediliyor.

Bu yöntemler açık savaş değil; düşünce sabotajıdır. Ve bu sabotaj, bazen felsefe diliyle, bazen mizah yoluyla, bazen sanat ve eğlence vasıtasıyla kalplere sızar. Gençlerin gözünden Allah, aklından ahiret, kalbinden peygamber silinmeye çalışılır.

Hedef: İman Kalelerinin İçten Yıkılması

Bu sinsi planların maksadı; küfrü hâkim kılmak değil, önce iman duygusunu belirsizleştirmek, sonra da onu boş bir sembole dönüştürmektir. Bu strateji üç aşamalı işler:

  1. Şüphe tohumları ekmek: İman esasları tartışmalı, sorgulanabilir ve muğlak gösterilir.
  2. Güven zeminini sarsmak: Alimlere, kutsal metinlere ve dinî otoritelere karşı güvensizlik pompalanır.
  3. Boşluğu heva ile doldurmak: Boşalan kalplere nefsî arzular, menfaat hesapları, maddecilik ve hazcılık sunulur.

Sonuçta, bedenen Müslüman ama zihnen ve kalben sekülerleşmiş bir nesil meydana getirilir. İşte bu, en tehlikeli yıkımdır.

İman Cihadı: Savunmadan Taarruza

Bu çağda cihad, sadece fizikî savaş değil; imanı koruma ve tebliğ cihadıdır. Artık mızrak değil, kalem; kalkan değil, hakikat; zırh değil, delil ve tefekkür gereklidir.

Bu mücadelede en güçlü silah: marifetullahtır. Allah’ı tanımak, sıfatlarını, fiillerini, esmasını akıl ve kalp birlikteliğiyle anlamaktır. Risale-i Nur gibi eserler, işte bu çağın manevî savunma sistemleridir. İmanı isbata dayalı şekilde anlatır; gençlere Allah’a akıl ve kalp ile ulaşma yolu açar.

Mü’minin Vazifesi: Kalbini Tahkim Etmek

Böylesi bir asırda mü’minin vazifesi sadece namaz kılmak, oruç tutmak değil; imanını ilimle, şuurla ve tefekkürle tahkim etmektir. Çünkü saldırı kalbe yönelmişse, savunma da kalpten başlamalıdır.

Evlatlarımızın sadece dünya eğitimine değil, imanî eğitimine de ehemmiyet verilmeli. Düşünerek, severek, anlayarak inanmalarını sağlamak gerekiyor. Aksi takdirde, kalbinde iman eksik olan bir gencin, sosyal medya üzerinden bile nasıl maneviyattan koparıldığını seyretmek zorunda kalıyoruz.

Sonuç ve Mesaj

Bu çağda kılıçlar değil, kelimeler savaşıyor. Hedef; topraklar değil, kalpler ve zihinler. Artık mü’minin düşmanı dışarıda değil, içeri sızmış hâlde. Ve münafıkane saldırılar, sadece savunmayı değil; uyanışı ve direnişi gerektiriyor. Herkes kendi kalbine ve çevresine karşı bir nöbetçi olmalı. Zira iman, ihmal kabul etmez; gaflet kaldırmaz.

Özet:

Bu makalede, asrımızda imana yönelik sinsi ve sistematik saldırılar ele alınmıştır. Artık din düşmanlığı açık değil; münafıkane ve maskeli şekilde yürütülmekte, özellikle genç zihinler hedef alınmaktadır. Amaç, iman esaslarını zayıflatmak, kalpleri içten çökertmektir. Bu saldırılar karşısında mü’minin en büyük silahı; tefekkür, marifetullah ve imanî ilimlerle tahkim edilmiş bir kalptir. Zaman, maddî cihad değil; iman cihadı zamanıdır. Risale-i Nur gibi eserler bu çağın siperleridir. En büyük vazife ise, evvela kendi kalbimizi sonra çevremizi imanla ihya etmektir.

 

 




Mazisini Unutan Milletler Mazara Mahkûm Olur

Mazisini Unutan Milletler Mazara Mahkûm Olur

Murat Bardakçı: “Geçmişine bizim kadar küfreden başka millet yoktur. Nefret ediyorlar ya. Ulan senin büyükannen deden Osmanlı’ydı. Soysuz musun sen veya gökten zembille mi indin 1923’ten sonra?”

Ne hazin bir gerçek! Bir millet düşünün ki; kendi dedesine “çağdışı”, kendi ninesine “cahil”, kendi tarihine “geri kalmışlık” yaftası yapıştırıyor. Adeta kendi geçmişiyle savaş halinde, mazisiyle kavgalı bir millet portresi…

Bu nasıl bir yabancılaşmadır? Bu nasıl bir tarih inkârıdır? Bu nasıl bir soysuzlaştırma operasyonudur?

Milletimiz, tarihini kendisi yazmak yerine, başkalarının yazdığı tarih kitaplarından kendine düşmanlık devşirdi. Çocuklarımız ecdadını tanımadan büyüdü. Okullarda, televizyonlarda, romanlarda Osmanlı; “saraya kapanmış, halktan kopuk, bilimden uzak bir saltanat düzeni” olarak anlatıldı. Bin yıllık medeniyet, birkaç padişahın zaafına indirilerek karalandı. Bir asır önce “Ecdadım” denilen zatlara bugün “zulüm simgesi” deniyor.

Oysa biz, Selçuklu’nun adaletini, Osmanlı’nın adabını, Endülüs’ün ilmini, Abbasî’nin hikmetini taşıyan bir medeniyetin varisiyiz. Lakin köklerinden koparılmış, dilinden, tarihinden, kültüründen uzaklaştırılmış bir milletin, bugün geçmişine düşmanlık etmesi şaşırtıcı değildir.

Kökünden Kopan Kurur

Ağaç kökünden kopunca nasıl kurursa, millet de tarihinden kopunca çürür. Çünkü tarih sadece geçmiş değildir; şuurdur, hafızadır, kimliktir, istikamettir. Hafızasını yitiren bir insan nasıl ne yaptığını bilmeden savrulursa, tarihini bilmeyen bir millet de sürüklenir, yönlendirilir, kullanılır.

Bir milletin hafızası, onun pusulasıdır. Tarih, sadece bir bilgi yığını değil; ibret aynası, ders levhası ve istikamet çizgisidir. Bizim tarihimiz de yalnızca savaşlar, padişahlar ve fetihlerden ibaret değildir. Bizim tarihimiz, medrese kürsülerinde yankılanan ilim, tekkelerde pişen nefis, sarayda gösterilen edep, meydanda sergilenen cesarettir.

Neden Tarihimizi Biz Yazmadık?

Çünkü bu topraklarda tarih, 1923’te değil, bin yıl önce başladı. Ama bu hakikat, ideolojik endişelerle görmezden gelindi. Tarih bir inşa değil, yıkım aracı olarak kullanıldı. Cumhuriyet, bir medeniyetin devamı ve zirvesi olacakken; onun inkârı ve reddiyesi hâline getirildi. Oysa gerçek bir cumhuriyet, milletin bütün tarihine sahip çıkar. Zira halkın iradesi, halkın hafızasıyla mümkündür.

Ama biz, “yeni bir insan” inşa edeceğiz diyerek, evvelki insanı yok ettik. Dedesini anlayamayan, mezar taşını okuyamayan, tarihine düşman bir nesil yetiştirdik. Bu nesil ne yazık ki kendi dedesine bakıp utanırken, başkasının kültürüne hayran oldu.

Tarihini Tanımayan, Tekrar Yaşar

İbret alınmayan tarih, tekerrür eder. Biz de tarihimizden utanarak değil; onu anlayarak, yorumlayarak, bugüne taşıyarak yeni bir medeniyet inşa edebiliriz. Çünkü tarih ne bir övünç tablosudur, ne de sadece suç listesi. Tarih, hem güzelliğiyle ilham verir, hem hatasıyla uyarır.

Mazisini bilmeyen, mazluma merhametini unutmuştur. Ecdadını tanımayan, kim olduğunu da bilemez. Zira geçmişini tanımayan, başkasının geleceği olur.

Özet:

Bu makale, milletimizin tarihinden koparılmasının, kendi ecdadına düşman hale getirilmesinin trajik neticelerini ele alır. Murat Bardakçı’nın ifadesiyle başlayan yazı, tarihini bilmeyen milletlerin nasıl kimliksizleştiğini, yönsüz kaldığını ve istikbalsizliğe mahkûm olduğunu ifade eder. Milletin hafızasının yok edilmesinin, kültürel bir intihar olduğunu ortaya koyar. Sonuç olarak, geçmişine sahip çıkan milletlerin geleceğe güvenle yürüyebileceği belirtilir: Çünkü tarih, milletin hem hafızasıdır hem istikameti.

 




Kur’ân’ın Şevki ve Hüzünlü Sesi: Ruhun Terbiyesi ve Lehviyatın Mizanı

Kur’ân’ın Şevki ve Hüzünlü Sesi: Ruhun Terbiyesi ve Lehviyatın Mizanı

“Kur’an’ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-ı Ahmediye (asm) lehviyatı istemez.

   Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip… Demek, hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

   Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse âlet haramdır. Değişir eşhasa göre herkes birbirine benzemez.”
Sözler. Lemaat

Kur’ân: Ruhun Heyecanını Dirilten İlâhî Bir Nefes

Kur’ân-ı Kerîm yalnız bir kitap değildir. O, bir nurdur. Sadece bilgi vermez; ruhu yoğurur, kalbi inşa eder. Okunduğunda sadece anlaşılmaz; hissedilir, yaşanır. Zira Kur’ân, ruhu harekete geçiren, heyecanlandıran, yüce gayelere şevk veren bir “şevk-i maâlî” kaynağıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Kur’ân’ın şevki, ruhu heyecana getirir; yüce gayelere sevk eder.”

Bu heyecan, bir oyun yahut eğlence neşesi değil; ulvî bir gayeye yönelmenin verdiği kalbî bir titreşimdir. Bu nedenle Kur’ân’ın sesiyle heyecanlanan bir kalp, Allah’a daha da yaklaşır. Ruh, o sesle dirilir.

Şeriat Neden Lehviyattan Sakındırır?

Kur’ân’ın bu yüksek sesi ve şevki karşısında, dünya eğlenceleri, nefsânî şarkılar, lüzumsuz oyalanmalar sönük ve değersiz kalır. İşte bunun içindir ki, Şeriat-ı Ahmediye (asm), “lehviyat” yani faydasız, boş, nefsânî eğlenceleri reddeder.

Peki bu reddediş topyekûn bir yasak mı? Hayır. Bazı âlât-ı lehviye (eğlence vasıtaları), tahrim yani haram olarak görülürken; bazılarına izin verilmiştir. Bu fark nereden doğar? Cevap yine Bediüzzaman’ın şu ayrımında yatar:

> “Eğer bir alet hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî verirse, zarar vermez. Ama hüzn-ü yetimî (dünyevî keder) veya şevk-i nefsânî verirse, haramdır.”

Yani mesele, dış kabukta değil, ruha tesirinde ve maksadında gizlidir.

Hüzün Her Zaman Faydalı mıdır?

Hayır. Hüzün bazen ruhu Allah’a yaklaştırır, bazen ise gaflete ve karamsarlığa düşürür. Kur’ân’ın hüznü, “hüzn-ü Kur’anî”; Allah korkusundan gelen, ahireti hatırlatan, kalbi rikkate getiren bir hüzündür. Gözyaşı döktürür ama imanla temizler. Ruhun yükünü hafifletir. Nitekim Efendimiz (asm) Kur’ân’ı okurken ağlamış; gözyaşını bir ibadet gibi yaşamıştır.

Ama “hüzn-ü yetimî”, nefsânîdir. Terk edilmişlik, hayattan şikâyet, kaderden dargınlık duygusudur. Bu, insanı Allah’a değil; isyana, gaflete ve depresyona götürür. Aynı şekilde müzik veya bir sanat eseri, eğer böyle bir hüznü besliyorsa, fayda değil zarar verir.

Şevk Her Zaman Değerli midir?

Hayır. Şevk de ikiye ayrılır: “Şevk-i Tenzilî” yani ilâhî vahyin ruhu coşturmasıyla oluşan bir iştiyak… Bu şevk kişiyi kulluğa, ibadete, ahlâka ve hizmete yönlendirir. Ruh bu şevkle Allah’a uçar.

Ama “şevk-i nefsânî”, cismin hoşuna giden, nefsin isteklerini parlatan, haz peşinde koşan bir coşmadır. Bu, kişiyi ulvî hedeflere değil, nefsin arzularına yönlendirir.

Neye Göre Haram, Neye Göre Helal? Mizan Ruhun Terbiyesidir

Bediüzzaman’ın çok hassas bir noktaya dikkat çektiği şu cümle meseleyi özetler:

> “Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.”

Yani bir müzik aleti, bir şiir, bir sanat eseri… Kimi kişiyi Allah’a yaklaştırabilir, kimi kişiyi gaflete düşürebilir. Bu sebeple haram-helal değerlendirmesi, sadece şekle değil; kişide bıraktığı tesire göre yapılır.

Bu bakış açısı, İslâm’ın şekilciliğe değil, kalp ve niyete verdiği önemin bir göstergesidir. Zira maksat, insanı Allah’a yaklaştırmaksa; her şey bu maksada göre ölçülür.

Sonuç ve Mesaj

Kur’ân bir ses değil, bir nefestir. Kalbe işleyen bir fısıltı, ruhu dirilten bir çağrıdır. Onun hüznü yakar ama yakarak temizler. Onun şevki sarhoş etmez, ayıltır. Ruhun en derin yerlerine dokunur. Bu yüzden onunla gelen hisler kutsaldır.

Ama aynı hisler, başka kaynaklardan geldiğinde zararlı olabilir. Hüzün, Allah’ı hatırlatıyorsa makbul; dünya ve nefs içinse mecazîdir ve zararlıdır. Şevk, ibadete götürüyorsa nur; hevaya götürüyorsa zulmettir. Her şeyin mizanı budur.

Özet:

Bu makalede Kur’ân’ın şevk ve hüzün boyutu ele alınmış, şeriatın lehviyata neden mesafeli durduğu açıklanmıştır. Kur’ân’ın verdiği “şevk-i maâlî” (ulvî gayelere yönelten şevk) ve “hüzn-ü Kur’anî” (kalbi rikkatle temizleyen hüzün), insan ruhunu terbiye eder. Buna karşılık nefsânî şevkler ve dünyevî hüzünler insanı gaflete sürükler. Şeriat bu tesirlere göre bazı eğlence araçlarını yasaklamış, bazılarını ise niyet ve tesire göre mübah kılmıştır. Sonuç olarak, bir şeyin helal veya haram oluşu, kişide bıraktığı etkiye göre değerlendirilir; zira herkes birbirine benzemez, kalplerin terazisi farklı işler.

 




Haçlı Ruhu, Gazze’de Nefes Alıyor: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem

Haçlı Ruhu, Gazze’de Nefes Alıyor: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem

Dünya bir kez daha zulmün gölgesinde suskun… Gazze, bir açık hava mezarlığına dönmüşken; çocuklar toprakla, anneler evlatsızlıkla, hastalar ilacsızlıkla, masumlar çaresizlikle sınanıyor. Bombaların sesini bastıramayan “insanlık”, sözüm ona “Birleşmiş Milletler”in onurunu yitirmiş suskunluğunda boğuluyor. Ve bu suskunlukta, Haçlı zihniyetinin kanlı parmak izleri yeniden beliriyor.

Bugün, yalnızca Gazze’ye değil; İslam’a, Kur’an’a ve ümmetin vicdanına yönelmiş sinsi ve küresel bir saldırı var. Terör devleti İsrail, bu vahşetin tetikçisi; ABD, hem finansörü hem hamisi; Birleşmiş Milletler ise hukukun cenazesini taşıyan bir tabut gibi. ABD’nin Gazze’ye dair kararları defalarca veto etmesi, “uluslararası meşruiyetin” aslında bir tiyatrodan ibaret olduğunu bir kez daha ispatladı.

Zulümde Ortaklık: Çağın Firavunları

Firavun, yalnızca Musa (as)’ın döneminde değildi. Her çağın bir firavunu, her zulmün bir Nemrud’u vardır. Bugünün firavunları; ellerinde nükleer silahlar, dillerinde barış, kalplerinde kin taşıyan sahtekâr süper güçlerdir.

Onlar, silahlarıyla bedenimizi; medyalarıyla aklımızı; kültürleriyle ruhumuzu işgal etmek isterler. Ama unuttukları bir şey var: Mazlumun duası, zalimin füzelerinden daha tesirlidir.

Gazze’de bombalanan sadece evler değil; adaletin onuru, insanlığın vicdanı ve medeniyetin maskesidir.

Tarihin Aynasında Bugün: Haçlı Ruhu Dirildi mi?

Haçlı Seferleri’nin tozlu sayfalarını karıştırdığınızda, bugünle çarpıcı benzerlikler görürsünüz. O gün “kutsal toprakları ele geçirme” bahanesiyle yürüyen ordular vardı, bugün ise “İsrail’in güvenliği” kisvesiyle akıtılan kan var. O gün Kudüs’tü hedef, bugün Gazze. O gün Haç’tı sancak, bugün ise dolar.

Bu savaş, sadece toprak savaşı değildir; bu savaş, imanla küfür, hakla batıl, mazlumla zalim, İslam’la Haçlı zihniyeti arasında devam eden kadim bir savaştır. Ve bu savaşta tarafsız kalmak, zalimin safında yer almaktır.

Hikmetle Bakarak Anlamak: Zafer Sabredenlerindir

Kur’an bize Firavun’un sonunu, Nemrud’un akıbetini, Ebu Leheb’in helakini boşuna anlatmaz. Tarih, zalimin cezasız kalmadığını; sabredenlerin sonunda zafere ulaştığını tekrar tekrar gösterir.

Gazze, yalnızca bir şehir değildir; bir imtihan aynasıdır. Herkes o aynaya bakar ve nerede durduğunu görür.

Kimimiz bombanın düğmesine basar, kimimiz dua eder…
Kimimiz İsrail’e silah satar, kimimiz sofrasından bir lokmayı paylaşır…
Kimimiz ekran başında görmezden gelir, kimimiz sosyal medyada bile susturulur…

Ancak hepsinin karşısında Allah’ın hesabı vardır. Ve zalimler için hazırlanmış bir cehennem, hiç boş kalmaz!

Özet:

Bu makale, Gazze’de yaşanan zulmün arkasında yalnızca İsrail’in değil; onu destekleyen Batılı güçlerin ve özellikle ABD’nin Haçlı zihniyetinden beslenen terör destekçiliğinin olduğunu ortaya koyar. Makale, tarihî ve Kur’ânî perspektiflerle zulmün sürekliliğini ve adaletin kaçınılmaz gelişini vurgular. Gazze, sadece bir coğrafya değil, insanlığın ve İslam ümmetinin vicdan sınavıdır. Tarafsızlık, zalimle aynı safta durmak anlamına gelir. Ve sonunda zalimler için yaşasın cehennem nidaları, birer duadır, birer adalet çağrısıdır.

 




Kur’ân’ın Nüzul Hikmeti: Zamanla Gelen Hakikat

Kur’ân’ın Nüzul Hikmeti: Zamanla Gelen Hakikat

“Sair kitaplara benzemez, onlara makîs olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı’, bir hikmet-i Rabbanî.

   Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es’ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.”
Sözler. Lemaat

“Sair kitaplara benzemez, onlara makîs olmaz…”

Kur’ân-ı Kerîm, şekil ve muhteva bakımından diğer bütün kitaplardan ayrıdır. O, yalnız bir ilim kitabı değildir. Yalnız bir hukuk metni, yalnız bir hikmet mecmuası, yalnız bir ahlâk kılavuzu da değildir. O, bütün bunları içinde barındıran ve fakat hiçbirine tam anlamıyla benzemeyen bir Kelâmullahtır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu ifadeleriyle vurguladığı hakikat, Kur’ân’ın indiriliş şekli ve tarzının da bu eşsizliğe uygun olduğudur. Zira Kur’ân, yirmi üç sene gibi uzun bir zaman zarfında, “müneccemen” yani parça parça; vakalara, ihtiyaçlara, suallere ve toplumsal gelişmelere göre indirilmiştir. Bu usûl, onun benzersizliğinin ve ilahî hikmetle yoğrulmuşluğunun bir işaretidir.

Parça Parça Nüzul: Rabbânî Hikmetin Tecellisi

Kur’ân’ın bir kitap gibi baştan sona yazılarak bir anda değil, “müteferrik” (ayrık), “mütekatı” (parça parça) bir şekilde indirilmesi, beşerî kitaplardan temel farkıdır. Bir hikmet-i Rabbanî olarak, olaylara, ihtiyaçlara, sorulara cevaplar sadedinde indirilen ayetler, sadece bilgi vermekle kalmaz, aynı zamanda zihni hazırlar, kalbi eğitir, toplumu dönüştürür.

Bu yönüyle Kur’ân, sadece bir metin değil, canlı bir muallim, dinamik bir mürşid ve hikmetle konuşan bir Rehberdir. Çünkü her bir ayet, hem indiği zaman dilimindeki hadiseye bir yön verir hem de kıyamete kadar sürecek olan bir hakikati ilan eder.

Nüzul Sebeplerinin Çeşitliliği: Hayatın Ta Kendisi

> “Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin.”

Kur’ân’ın inişine sebep olan olaylar farklı farklıdır; savaşlar, sulhlar, münakaşalar, ahkâm meseleleri, sosyal yaralar, şahsi sorular, müşriklerin tuzakları, mü’minlerin duaları… Bütün bu çeşitli hadiseler karşısında Kur’ân susmaz; hikmetli cevabını verir. Bu cevaplar bazen tekrar eder, bazen aynı meseleye farklı açılardan yaklaşır, bazen bir ayetle hükmü yeniler veya kaldırır.

İşte bu çeşitlilik, Kur’ân’ın bir eğitim metodudur. İnsanların ihtiyacına göre konuşur. Bir defada her şeyi anlatmaz. Zamanla, anlayarak, yaşayarak, sindirerek kavratır. Bu usul, sadece bilgiyi öğretmek değil, terbiye etmektir.

Ahkâmın Değişen Halleri ve Sabit Hükümler

> “Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir.”

Kur’ân’ın hukukî hükümleri, zamanla gelen değişen olaylara göre inmiştir. Ancak burada önemli bir incelik vardır: Ahkâmın bazıları zamana ve duruma bağlı, bazıları ise evrensel ve sabittir. Bu farkı anlamak, Kur’ân’ı doğru anlamanın temelidir.

Zekâtın farziyeti sabittir, ama zekât oranlarının detayı zamanla açıklanmıştır. Namazın vakti sabittir, ama kıyam esnasında nasıl kılınacağı gibi meselelerde esneklik tanınmıştır. Kur’ân’ın bu yönü, onun değişen zamanlara rağmen değişmeyen hakikatleri nasıl taşıdığının göstergesidir.

Kur’ân: Bir Defalık Hitap Değil, Her Asra Seslenen Kelâm

Kur’ân’ın müneccemen nüzulü, sadece indiği dönemi değil, her asrı kuşatmasını sağlar. Zamanı parçalara bölerek inmiş olması, her zaman diliminde yeniden anlaşılmasını ve yaşanmasını mümkün kılar. Bu da onu diğer kitaplardan ayırır. Diğer kitaplar bir devri anlatır; Kur’ân ise bütün devirlere yol gösterir.

Sonuç ve Mesaj

Kur’ân’ı sadece bir ilim, hukuk veya ahlâk kitabı olarak görmek; onu anlayamamak demektir. O, bir anda değil, hayata yayılarak inmiş bir kelâmdır. Bu indiriliş tarzı, onun ruhunu yansıtır: Canlılık, dirilik, tazelik… Her çağa konuşan, her kalbe dokunan, her soruya cevap veren bir ilahî hitap…

Bu nedenle Kur’ân’a yaklaşırken onu bir öğretmenin sesini dinler gibi, bir dostun nasihatini alır gibi, bir mürşidin terbiyesini görür gibi okumak gerekir. Ancak bu şekilde, onun müteferrik nüzulündeki hikmeti anlayabiliriz.

Özet:

Bu makale, Kur’ân’ın yirmi üç yılda parça parça inmesinin ardındaki ilahî hikmeti ele almaktadır. Kur’ân, sair kitaplara benzemez; çünkü o, hayatın bizzat içine doğmuş, olaylara göre inmiş, canlı ve dinamik bir kelâmdır. Nüzul sebeplerinin farklılığı, hükümlerin zamanla beyanı, olaylara göre inmesi; Kur’ân’ı yalnız bir metin olmaktan çıkarıp canlı bir rehber hâline getirir. Bu özellik, onu her çağa hitap eden ilahî bir kitap yapar.