Yelken Açmadan Önce: Hazırlık Odası Olarak Dünya

Yelken Açmadan Önce: Hazırlık Odası Olarak Dünya

İnsan, gözlerini bu dünyaya açtığında aslında bir geminin inşa süreci başlamış olur. Her bir insan, farklı zaman ve mekânlarda, ama aynı büyük sefere hazırlık amacıyla gönderilir. O sefer, dünya hayatının dar limanından çıkıp sonsuzluk okyanusuna doğru yapılan yolculuktur.

Sınıf: Zihnin Eğitildiği Dar Liman

Bir çocuk, ilk adımlarını okul denilen yerde atar. Küçük bir masa, dört duvar ve önünde bir tahta. On iki yıl, on yedi yıl; hatta daha fazlası, tek bir amaç için: hayata hazırlanmak. Kimisi doktor, kimisi öğretmen, kimisi mühendis olur. Ama aslında bu yıllar sadece görünür meslekler için değil, aynı zamanda görünmeyen bir hayat gemisinin manevra kabiliyetini artırmak içindir.

Diploma alınır, tören yapılır, alkışlar duyulur… Ama esas hayat kapısı işte ondan sonra aralanır.

Kışla: Ruhun Disipline Edildiği Alan

Asker ocağına giren bir genç, adım adım sabrı, itaati, düzeni öğrenir. Gece nöbeti, sabah talimi, emir-komuta zinciri… Tüm bu düzen, onu bir gün gerçekten zorlu bir görevle karşılaştığında yılmaması için vardır. Kışla, sadece bir eğitim yeri değil; hayatın beklenmedik dalgalarına karşı sağlam bir irade binasıdır.

Medrese-i Yusufiye: Zorunluluk İçinde Hikmeti Aramak

Bazı insanlar için hayat, bir mahkeme kararıyla dört duvar arasına alınır. Fakat orada da bir eğitim başlar. Eğer niyet doğruysa, hapishane bir okul olur, bir dönüşüm alanı. Yusuf Aleyhisselâm gibi… Zindanı, bir eğitim merkezine çevirdi. Hakikati öğrendi, tebliğ etti ve özgürlüğe hazırlandı.

Evlilik ve İş: Hayatın Limanını Kurmak

İnsan evlenir, bir aile kurar. İş kurar, bir düzen kurar. Bütün bu adımlar bir limanın inşası gibidir. Gemisini sağlam demirlerle bağlayabileceği, fırtınalarda sığınabileceği bir liman… Çünkü bu düzen, onu sadece dünyaya değil, ahirete de hazırlayan bir laboratuvardır.

Ve Asıl Yolculuk: Sonsuzluğa Yelken

Her sınıf, her kışla, her mahkûmiyet, her aile ve iş düzeni; hepsi, insanı bir noktaya taşır: Hayat gemisinin büyük okyanusa açılacağı ana. Çünkü bu dünya, esas yurdun bir öncesidir. Sonsuzluğun hemen kıyısında kurulmuş bir hazırlık kampıdır.

Ortalama 70 yıl… Kimine uzun gelen, kimine bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu ömür, ebedî hayatın haritasını çizer. Bu hayatta yapılan her tercih, ahiret yolculuğunda karşımıza bir rota, bir rüzgâr ya da bir fırtına olarak çıkar.

Sonuç: Her Hazırlık, Ebedî Bir Liman İçin

Dünya hayatı, bir okul gibi; ama sonunda mezuniyet diplomamız ya Cennet ya da –Allah korusun– Cehennem olur. Bir kışla gibi; sonunda bir göreve çağrılırız. Bir zindan gibi; ama çıkışta bir yücelik bizi bekler. Bir liman gibi; ama esas yolculuk yeni başlar.

Hazırlıklarımız ne kadar sağlam, niyetlerimiz ne kadar halis ve düzenimiz ne kadar hikmetli olursa, o büyük yolculukta o kadar emniyette oluruz.

Özet:

Bu makale, insanın dünya hayatında çeşitli “hazırlık durakları”ndan geçtiğini (okul, askerlik, hapishane, evlilik, iş) ve bunların hepsinin ahiret yolculuğuna birer hazırlık olduğunu anlatır. Ortalama 70 yıllık bir hayatın, ebedî hayatın kaderini belirlediğini vurgular. İnsan bu dünyada aslında sonsuzluk için hazırlanmakta, bu dünya ise geçici bir liman, bir eğitim sahasıdır. Her adım, ebedî hayatın huzur veya azap limanına yaklaşmak içindir.

 




Kâinatla Kendini Tanıtan, Elbette Kendi Sözleriyle Konuşur

Kâinatla Kendini Tanıtan, Elbette Kendi Sözleriyle Konuşur

“Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.”
Şualar

İnsan bu âleme, bir muhatap olarak gönderildi. Görmesi için göz, duyması için kulak, anlaması için akıl ve sevmesi için kalp verildi. Peki, bu kadar donanımla karşısında bulduğu şey neydi? Bir kitap gibi yazılmış bir kâinat.

Bu kitapta güneş bir satır, ağaç bir kelime, bir çiçek bir nokta gibidir. Her şey bir düzen, bir sanat, bir hikmet ve rahmet ile yaratılmıştır. Bu sanatlı yaratılış, kime işaret eder? Elbette ki onu yapan, düzenleyen, yaşatan ve yöneten bir Zât’a: Hâlık-ı Kâinat’a.

Ve Bediüzzaman der ki:

> “Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.”

Bu söz, bir zorunluluğu, bir hikmeti, bir zarureti ifade eder. Gelin birlikte bu zarureti tefekkür edelim:

  1. Kâinat Bir Kitapsa, Kur’ân O Kitabın Tercümesidir

Kâinat kitabını okurken akıl bazen duraksar, şaşırır, karışır. Güneşin doğuşu onu hayrete düşürür ama amacı nedir, nasıl yorumlanmalıdır? İşte burada, kâinatın Yaratıcısı, kendi kelamıyla devreye girer: Kur’ân.
Kur’ân, “Bu gördüğünüz âlemi ben yaptım. Sebepsiz değil, gelişigüzel değil. Her biri benim ismimi, sıfatımı anlatıyor” der.

Kâinatın dili mecazdır; Kur’ân onun mealidir. Kâinatın yaratılışı Allah’ın kudretinden haber verir; Kur’ân ise onun kelâm sıfatından. İkisi birleşince insan hem kalbiyle sever, hem aklıyla inanır.

  1. Kendini Tanıtmak İsteyen, Bizzat Konuşur

Bir ressam resmini sergileyip ortadan kaybolsa, insanlar yalnızca eserden ressamı tahmin eder. Ama ressam gelse ve dese ki: “Bu tabloyu ben yaptım, bu renkteki derinlik benim şu duygumu yansıtır”, işte o zaman resim anlam kazanır.

Aynen öyle, Allah da kendisini yalnız kâinatla tanıtmadı. Çünkü sadece eseriyle tanınmak, eksik bir tanınmadır. Zatına, sıfatlarına, isimlerine dair bilgiyi en doğru şekilde yalnız kendi verebilir. Bunun için Kur’ân’ı gönderdi, peygamberleri konuşturdu.

  1. Kur’ân: Sanatkârın Kendi Dilinden Bir Tanıtım

Kur’ân, Allah’ın kendisini tanıttığı beyanıdır. Ve her beyanın değeri, sahibine göre olur. Kur’ân’da Rabbimiz sadece “Ben varım” demez; “Benim nasıl bir Zât olduğumu da bilin” der:

Rahmânım, Rezzâkım, Ğafûrum, Alîmim, Hakîmim…

“Her şeyi hikmetle yarattım.”

“Hiçbir şeyi abes yapmadım.”

“İnsanı en güzel surette yarattım.”

“Ve sizi huzuruma alacağım, hesaba çekeceğim.”

Bu ifadeler, yaratıcının sanatkârlığını değil, şahsiyetini ve maksatlarını da öğretir. Yani Kur’ân, sadece emir ve yasak değil; tanıtım, rehberlik ve yönlendirmedir.

  1. Kur’ân Olmasaydı, Kâinat Anlaşılmazdı

Sadece gözle bakan, çiçeğin estetik güzelliğini görür. Ama Kur’ân’la bakan, onun Rahmân isminin tecellisi olduğunu görür. Sadece akılla bakan, yıldızların hareketine hayran kalır. Kur’ân’la bakan ise onun Alîm ve Kadîr olan bir Zât tarafından idare edildiğini bilir.

Yani Kur’ân olmasa, insan kâinatı maddeden ibaret zannederdi. Ama Kur’ân, o maddenin ötesini, gayesini ve sahibini gösterdi.

Özet:

Allah, kendini tanıttırmak için baştan başa harikalarla dolu bir kâinat yaratmıştır. Bu sanatlı yaratılış, onu tanımayı zorunlu kılar. Ancak bu tanıma, en doğru şekilde, sanatkârın kendi kelamıyla olur. Kur’ân, bu anlamda kâinat kitabının tercümesi ve Allah’ın bizzat tanıtımıdır. Kâinatla gösterdiğini, Kur’ân’la konuşturmuştur. Böylece insan aklı ve kalbiyle onu hem tanır, hem sever, hem kulluk eder.

 

 




Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak

Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.”
Şualar

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derin tefekkür dolu cümlesi, bütün kâinatın, en küçük zerreden en büyük semavî varlıklara, velilerden peygamberlere kadar her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ettiğini beyan eden müstesna bir hakikati ifade etmektedir.

İnsan bazen inkâr eder, bazen gaflete düşer, bazen de Rabbini görmüyormuş gibi davranır. Oysa o nereye baksa, kime sorsa, neyi incelese; ister taş, ister yıldız, ister bir kalp, ister bir hayvan… her biri ona aynı şeyi söyler:
“Biz Allah’ın sanatıyız! O var, birdir, ezelîdir, ebedîdir.”

Bediüzzaman bu hakikati veciz bir ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar…”

Bu cümleyle beraber hakikatin üç büyük şahidi ortaya çıkıyor:

  1. Kâinatın Zikri: Zerreden Yıldızlara Şehadet

Bütün varlıklar, ne olduklarını bilmiyor olabilirler ama ne için yaratıldıklarını bilir gibi davranırlar. Güneş doğar, ağaç meyve verir, arı bal yapar, bulut yağmur indirir. Sanki hepsi “Benim sahibim var” dercesine hareket eder. Onlar konuşmaz ama fiilleriyle bağırırlar:
“Biz tesadüfen değil, ilimle, kudretle yaratıldık!”

Bu sessiz şehadet, semâvâtın enginliğinde de, toprağın koynunda yeşeren küçücük bir çiçekte de aynıdır. Atomdan galaksiye kadar her varlık, bir delildir. Zira eseri görüp müessiri inkâr etmek, akla hakarettir.

  1. İnsanlığın Kalbinden Gelen Şehadet

Kâinatın özü hayattır, hayatın özü insandır, insanın özü ise kalbidir. İşte o kalpte yerleşen bir iman nuru vardır ki bütün kâinatı aydınlatır. Ve o nurla insanlar Rabbini bulur. Onların en saf, en temiz, en doğru olanları ise peygamberler, veliler ve ariflerdir.
Bu zatların her biri, Allah’ın varlığına dair mucizelerle, keşiflerle, kerametlerle, ilhamlarla haber verirler. Onların bu haberleri, binlerce kişinin tasdik ettiği icma ve tevatür kuvvetindedir.

Hz. Peygamber (sav) başta olmak üzere, veliler, ârifler ve asfiyalar, hem kalpleriyle hem akıllarıyla Allah’ın varlığını ilan etmişlerdir. Bu da tek bir kişinin şahidinden değil, bütün insanlığın seçilmiş özetlerinin şahadetinden doğan sarsılmaz bir delildir.

  1. Kur’an ve Peygamberin Talimi: Gözlere Gözlük, Kalplere Nur

Bu şehadetleri görmek, anlamak, kalple kavramak kolay bir şey değildir. Gözün göze ihtiyacı olduğu gibi, aklın da bir rehbere ihtiyacı vardır. İşte bu noktada Kur’an-ı Hakîm ve Resûl-i Ekrem (sav) devreye girer.
Onların talimiyle, eğitiminden geçen kalpler artık her şeyi Allah’ın delili olarak görmeye başlar. Çünkü o göz artık nurla bakmaktadır.

Kur’an bir gözlük gibidir; eşyanın hakikatini gösterir. Resûlullah bir öğretmen gibidir; nasıl bakılması gerektiğini öğretir. Onların gösterdiği yolda yürüyen, artık taşın susuşunda da, kuşun uçuşunda da Allah’ı görür.

Özet:

Kâinatın bütün zerreleri, Allah’ın varlığına ve birliğine sessizce ama kesin bir şekilde şehadet eder. Bu şehadeti, Resûlullah’ın talimi ve Kur’an’ın dersiyle anlayan insan; peygamberlerin, velilerin, âriflerin kalp ve akıl yoluyla Allah’a nasıl ulaştığını fark eder. Böylece kâinat kitabı okunur, kalp onu tasdik eder, akıl ise teslim olur.

 

 




Sessiz Şahitler de Dirilecek: Hayvanların Âhiretteki Akıbeti Üzerine

Sessiz Şahitler de Dirilecek: Hayvanların Âhiretteki Akıbeti Üzerine

“Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nev’in ara sıra istimal için bir tek cesedi bulunacağı rivayat-ı sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.”
Şualar

İnsan, akıl ve irade ile donatılmış bir varlık olarak âhirete iman eder ve hesap gününe hazırlanır. Peki ya hayvanlar? Onlar da Allah’ın mahlûku değil midir? Onlar da bir hikmetle yaratılmadılar mı? İşte bu sorular, insanı derin tefekküre götürür. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda kapıyı aralayan şu ifadeyi kullanır:

> “Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği… hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.”

Bu ifade, hayvanların mahiyeti ve ahiretteki yeri hakkında hem Kur’an’a hem de sünnete dayanan sahih rivayetleri işaret eder. Gelin birlikte bu derin hakikate eğilelim:

  1. Hayvanlar da İlâhî Kudretin Tecellîsidir

Her bir hayvan, Allah’ın bir isminin tecellîsidir. Kimisi Rezzâk ismini, kimisi Halîk ismini, kimisi Musavvir ve Mukaddir isimlerini gösterir. Bu yönüyle her biri bir sanat eseridir. Dolayısıyla hakikatsiz, maksatsız yaratılmamışlardır. Mademki bu kadar kıymetli vazifeleri var, onların da bir karşılığı olmalıdır. İşte bu karşılık, bâkî âlemde vücut bulacaktır.

  1. Bâki Kalacak Ruhlar ve Misalî Cesetler

Her hayvan bu dünyada kendi türü adına bir vazife yapar. Bu vazifenin, âhirette karşılıksız kalması hikmetle bağdaşmaz. Bediüzzaman’ın beyanıyla bazı özel hayvanlar —örneğin Hz. Salih’in devesi veya Ashab-ı Kehf’in köpeği— hem ruh hem ceset olarak bâkî âleme geçecektir. Diğer hayvanlar ise ya ruhlarıyla ya da temsilî birer cesetle orada bulunacaklardır.

  1. Hayvanlar Şahitlik Edecek

Kıyamet gününde, zulme uğrayan koyunun boynuzsuz olanı, kendisini vuran boynuzlu koyundan hakkını alacaktır. Bu sahih hadisten anlaşılıyor ki, hayvanlar da adaletin tecellisine şahit olacaklardır. Onların mazlumiyetleri zayi edilmeyecek. Her canlının, kendi cinsine göre bir muhakemesi olacaktır. Böylece adaletin tam tecellisi sağlanacaktır.

  1. Bediüzzaman’ın Vurguladığı “Rahmet ve Rububiyet”

Allah’ın rahmeti, sadece insana mahsus değildir. O, bütün varlıkları kuşatmıştır. Rububiyeti yani terbiyesi de yalnızca insan üzerinde değil, bütün mahlûkat üzerindedir. O halde, hayvanların da yaratılış gayesi ile çektikleri zahmetlerin karşılıksız kalmayacağı; bir nevi karşılıklarının bâkî âlemde verileceği, rahmetin ve rububiyetin bir gereğidir.

Özet:

Hayvanlar da Allah’ın rahmetiyle yaratılmış, vazifeli varlıklardır. Bazı özel hayvanlar hem ruh hem cesetle bâkî âleme geçecek; diğerleri ise ruhlarıyla devam edecektir. Hikmet, adalet, rahmet ve rububiyet; onların da ebedî bir karşılığı olmasını gerektirir. Ahirette onlar da birer şahit ve hak sahibi olarak diriltilecektir.

 




Bâkî’ye Âşık Olanın Kendisinin de Bâkî Olması Gerekir

Bâkî’ye Âşık Olanın Kendisinin de Bâkî Olması Gerekir

“Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.”
Şualar

İnsanoğlu, yaratılış itibariyle ebediyeti arzulayan bir varlıktır. Geçici olanla tatmin olmaz, kalıcı olanın peşine düşer. Fakat bu ebediyet arzusu, eğer doğru yöne yönlendirilmezse, insanı sonsuzluğu dünyada aramaya götürür ki bu, karanlık bir hayaldir. Gerçek ebediyet, ancak Bâkî olan Allah’a dost olmakla mümkündür.

Bediüzzaman’ın şu cümlesi, bu hakikatin özüdür:

> “Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkî’nin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.”

Bu ifadede iki büyük hakikat gizlidir:

  1. Ebedî’nin Dostu da Ebedî Olmalıdır

Ebedî olan yalnızca Allah’tır. O’nun dostluğu da ebedîdir. Kim Allah’a dost olursa, fâniliğin gölgesinden sıyrılır, ebediyete adım atar. O dostluk bir keyfiyet değil, bir hakikattir. Tıpkı karanlıktan çıkıp ışığa yürümek gibi. Çünkü Allah, Bâkî’dir. O’na yönelen, O’nda fani olur, O’nunla ebedi olur.

Dünya dostlukları fânidir. Menfaatle başlar, sıkıntıyla biter. Ama Allah’a dost olmak, insanı zamanın yıpratıcılığından kurtarır, kalbe istikamet verir. Çünkü bu dostlukta vefa sonsuzdur, sadakat ezelîdir.

  1. Bâkî’nin Aynası Olan İnsan da Bâki Kalmalıdır

İnsan, Allah’ın isimlerine ayna olan bir varlıktır. Özellikle şuur sahibi olması, onu diğer tüm mahlûkattan ayırır. O hâlde bu ayna kırılmamalı, kararmamalıdır. Zira Allah’ın esmâsına mazhar olan bir varlık, bâkî olan bir gayeye hizmet etmekle, kendi varlığını da anlamlandırır.

Eğer insan bu misyonunu unutup dünyaya ve fânî lezzetlere dalarsa, o zaman kendisine verilen en büyük kıymeti inkâr etmiş olur. Bâkî’ye değil, fânîye yönelen bir bakış; sonunda yokluğa çarpar. Ama insan, kendini Bâkî’ye yöneltirse, o zaman kendi nefsine bile şahitlik edecek bir değer kazanır.

Bu dünyada kalıcı bir iz bırakmak isteyen insanın yolu, ebedî olanla dost olmak ve ona aynalık yapmaktan geçer. Çünkü fânî olan hiçbir şey, insana sonsuzluk hissi veremez.

> Fânî olan, fânîyi sevdiğiyle yok olur.
Bâkî olanı seven ise sevdiğiyle bâkî kalır.

Özet:

İnsan, ebediyet arzusunu sadece Allah’a dost olarak gerçekleştirebilir. Bâkî olan Allah’a ayna olan insan, ancak bu dostlukla bâkîleşir. Fânî dünya dostlukları gelip geçicidir. Gerçek kalıcılık, Allah’a yönelmekle ve O’nun esmâsına ayna olmakla mümkündür. Bu dostluk, insanı fânilikten ebedî kurtuluşa taşır.

 

 




Toprağın Altında Karanlık Değil, Nurlu Bir Başlangıç Var

Toprağın Altında Karanlık Değil, Nurlu Bir Başlangıç Var

“Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

dedim.”
Şualar

Kabir… İnsanlığın gözünde bir ayrılık, bir son, bir karanlık olarak görünür. Toprağın altında ne olduğunu göremeyen akıl, çoğu zaman orayı yoklukla, hiçlikle, boşlukla eş tutar. Hâlbuki şuur-u imanî yani imanla bakan bir şuur ve kullukla bağlı bir kalp için kabir, sadece bir menzil değişikliğidir.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

> “Şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını… ilmelyakîn ile bildim.”

Yani imanla bakan biri için toprak bir perde değil, bir menfezdir. Dünya hayatının dar koridorlarından sonra, ebedî âleme açılan bir kapıdır. İman gözüyle bakıldığında, toprak karanlık değil, nurla dolu bir rahmet örtüsü gibidir.

Kabir, imanla bakan bir ruh için korkulacak bir boşluk değil, vuslatın eşiğidir. Sevgililer sevgilisine, Rabbe doğru yolculuğun başladığı mukaddes bir geçittir. Eğer bir insanın kalbinde Allah’a iman ve ibadet bağı varsa, ölüm onun için bir yokluk değil; sonsuz bir nurun başlangıcı olur.

İnsan, dünya hayatı boyunca toprakla yoğrulur, ama imanı sayesinde topraktan ayrılır. Çünkü şuur-u imanî, bakışı değiştirir. Ubudiyet yani kulluk, insana bakış açısı kazandırır. Kullukla Allah’a bağlanan bir kalp için kabir, bir zindan değil, rahmetin kucağıdır. Orası cehennem çukuru değil, cennet bahçesinin girişidir.

> “Kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim.”

Bilmek… Hem de ilmelyakîn, yani kesin ilimle, delille, gözle görülmüş gibi güçlü bir kanaatle. Bu imanla bakıldığında ölüm, insanı korkutmaz. Kabir, ürkütücü bir sessizlik değil; Allah’a ulaşmanın bir eşiğidir. İşte bu yüzden, her türlü sıkıntı ve karanlığa karşı gönül şunu haykırabilir:

> حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!”

Çünkü mü’min bilir ki, toprak altında Allah’ın koruması vardır. Ölümde bile O’nun rahmeti tecelli eder. Dünya zindan olsa da, iman sahibi için kabir cennet bahçesidir. Toprak altı, sadece cismin döndüğü yerdir; ruh içinse sonsuzluk ufkudur.

Bu hâl, yalnızca bilgiyle değil, imanla kazanılır. Kişi, kulluğunu derinleştirerek ve Allah’a olan bağını kuvvetlendirerek bu basireti elde eder. O zaman toprak perdesi aralanır, gerisi nurlanır.

Özet:

İman ve kulluk şuuruyla bakıldığında, kabir karanlık değil, nur dolu bir geçittir. Toprak perdesi, bir ayrılık değil, rahmetin örtüsüdür. Kabir, imanlı bir insan için yokluk değil, ebediyetin başlangıcıdır. Bu anlayışla mümin, tüm varlığıyla “Allah bize yeter” diyerek ölümün ötesine güvenle yürür.

 




Tanzimin Diliyle: Kehkeşan’dan Nar’a İlahi Kudretin İzleri

Tanzimin Diliyle: Kehkeşan’dan Nar’a İlahi Kudretin İzleri

“Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim” — Risale-i Nur Külliyatı’ndan

İnsanoğlu, bir nar tanesinin kabuğunu soyarken farkında olmadan bir mucizeye dokunur. Mısır koçanının tane tane dizilişine bakarken, sadece bir besin değil, bir nizamın izini görür. Peki bu nizam nereden başlar? Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, bu düzen Kehkeşan’dan başlar, manzume-i şemsiyeden geçer, tâ mısırın tanelerine, narın çekirdeklerine kadar devam eder.

Kehkeşan — yani Samanyolu galaksisi — trilyonlarca yıldızın bir araya getirildiği devasa bir sistemdir. Bu sistem, başıboş bir patlama sonucu rastgele dağılmak yerine, muazzam bir uyumla döner, durur, birleşir ve ayrılır. Güneş sistemimiz, bu galaksi içinde tıpkı mısır koçanındaki taneler gibi, belli bir intizam ve ölçüyle yerleştirilmiştir.

Risale-i Nur bu düzeni, Allah’ın sonsuz ilim ve iradesine bağlar. Tesadüfün zerresine dahi yer yoktur. Güneşin yörüngesi, dünyanın meyve verecek şekilde eğimi, ayın geceleri düzenli bölmesi, hepsi bir “tanzim”dir. Ve bu tanzim, aynı kudretin, nar tanesinin iç düzenine de nüfuz etmesiyle devam eder.

Dikkat edin: Bir narı ortadan ikiye kestiğinizde, çekirdeklerin yerleşimi matematiksel bir dengeyle dizilmiştir. Aynı şey mısır taneleri için de geçerlidir. Her tanenin yeri bellidir, taşmaz, eksik kalmaz. Bu düzen sadece gıdada değil, her bir nefeste, her bir hücrede, her bir sistemde görünür.

Bediüzzaman’ın “Kehkeşan’dan nar tanesine kadar hükmeden tanzim” ifadesi, sadece bir tabir değil, kâinatın özüdür. Bu ifade; başıboşluk yoktur, kaos görünse de arkasında ince bir denge vardır, der. Allah, en büyük sistemlerde olduğu gibi, en küçük detaylara da aynı ihtimamı göstermiştir.

Modern Bilimle Buluşma Noktası

Bugün bilim insanları DNA’nın çift sarmalındaki dizilişten evrenin genişleme oranına kadar her şeyin ince bir hesapla yaratıldığını söylüyor. Ancak bu hesap, kendi kendine oluşmuş bir sistemin değil, her an varlığı ve devamı için bir “müdebbir”e ihtiyaç duyan yaratılışın delilidir.

Bediüzzaman, nar tanesindeki düzenle galaksilerdeki nizâmı aynı kaynağa bağlar: Allah’ın isimlerinin cilvesi. Rahman ismiyle rızık verir, Hakîm ismiyle düzenler, Halîk ismiyle yaratır.

Ders: Hikmeti Gör, Şükret

Eğer insan, bir nar tanesindeki düzeni fark edip arkasındaki hikmeti anlarsa; bu, onun tüm kâinatı anlamasına vesile olur. Aksi halde, yıldızların ihtişamı da, meyvenin lezzeti de sıradanlaşır, alışkanlık perdesiyle örtülür. Oysa her şey, her şeyin diliyle “Allah var ve birdir” der.

Özet:

Kâinattaki en büyük sistemlerden, en küçük meyve tanelerine kadar hükmeden bir ilahi düzen vardır. Risale-i Nur’un “Kehkeşan’dan nar tanesine kadar tanzim” şeklinde ifade ettiği bu gerçeklik, bize yaratılışta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir ilim, hikmet ve kudretle yaratıldığını gösterir. Bu tanzimi görmek, imanla bakmak ve şükretmek için bir davettir.

 

 




Rahîmiyet ve Rezzâkıyet: Şefkat Eliyle Açılan Rızık Kapısı

Rahîmiyet ve Rezzâkıyet: Şefkat Eliyle Açılan Rızık Kapısı

“Rahîmiyet ve rezzakıyet” hakikatidir. 

   Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.”
Şualar

İnsan, hayat sahnesine gözlerini açtığında ilk olarak bir rahmetle karşılaşır: Annesinin şefkatli kucağı, sütle dolu bir rahmet pınarıdır. Henüz ne çalışabilir, ne kazanabilir, ne de talep edebilirken, bütün ihtiyaçları kendisine sunulmuş, acizliğiyle birlikte rızkı da hazırlanmıştır. Bu manzara sadece insan yavrusu için değil, denizdeki balıktan dağdaki ceylana, gökte uçan kuştan karıncanın yavrusuna kadar bütün mahlûkat için geçerlidir. İşte bu manzara, “rahîmiyet” ve “rezzâkıyet” isimlerinin tecellisidir.

Rahîmiyet: Acz İçinde Merhametin Tecelligâhı

Rahîmiyet, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatına karşı sonsuz merhametinin tezahürüdür. Bilhassa zayıf, güçsüz, masum ve ihtiyaç içindeki canlılara yöneltilmiş özel bir şefkattir. Gözle görünmeyen bir böceğin bile, en zor yerde en uygun rızkı bulması; yavru bir kuşun, uçamazken dahi gagasına kadar rızkın taşınması; bunların hepsi Rahîm isminin birer tecellisidir. Zira şefkatli bir annenin yavrusuna duyduğu merhamet bile, o ilâhî rahmetin cüz’î bir yansımasıdır.

Rezzâkıyet: Kudret Eliyle Dağıtılan Sofralar

Rezzâk ismi, her canlının rızkını üstlenen, onu tam vaktinde ve yerinde ulaştıran bir ilâhî sıfattır. Bediüzzaman Hazretleri’nin işaret ettiği gibi, kuru bir çekirdekten binlerce okka meyve; kemik gibi odun parçasından şekerli tatlar; fışkı ve kan ortasından bembeyaz süt çıkarmak, kuru topraktan rengârenk ve tatlı gıdaları süzmek, ancak Rezzâk-ı Mutlak olan Allah’ın fiilidir. Bu da gösteriyor ki, rızık maddî sebeplere bağlanamayacak kadar mucizevîdir. Sebepler sadece bir perdedir, esas veren Zât, gaybdan ikram etmektedir.

Rızkın Manevî Ciheti: Gönüllere de Azık

Yalnız mide değil, ruh da rızık ister. İnsan sadece yiyecekle değil, sevgiyle, güvenle, anlamla da yaşar. Allah’ın Rahîm ve Rezzâk oluşu, yalnız maddî gıdaları değil, manevî gıdaları da ihtiva eder. Kalbin tesellisi, ruhun huzuru, zihnin tatmini; bunların hepsi de Rezzakiyetin birer dalıdır. Peygamber gönderilmesi, kitap indirilmesi, ibadetlerdeki huzur, dua ile gelen ferahlık… Bunlar hep o ilâhî sofranın manevî nimetleridir.

Bir Çekirdekte Gizlenen Sofra

Bir çekirdeğin içinde gizlenen ağacı, meyveyi ve bütün nimetleri düşünelim. Bu çekirdek, kuru, cansız, basit görünümlüdür. Ama toprağa düştüğünde, içindeki sır açığa çıkar. Nasıl ki o küçük çekirdekten binlerce tatlı meyve çıkar, öyle de insandaki acz ve fakr da rahmet ve rızkın kapısını açar. Yani insanın kudreti değil, aczi; serveti değil, ihtiyacı ona kapılar açar. Çünkü Allah’ın Rahîmiyet ve Rezzâkıyet sıfatları, en çok da bu hal üzere olanlara yönelmiştir.

Sonuç Yerine: Şefkatin ve İhsanın Sahibini Tanımak

Gözümüzün önünde her gün sayısız mucize yaşanıyor: Açılan çiçekler, olgunlaşan meyveler, doyan yavrular, rızıklanan böcekler, sevgiyle bakan gözler, güvenle atan kalpler… Bütün bunlar, Allah’ın görünmeyen ama inkâr edilemez elinin, yani Rahîmiyet ve Rezzâkıyetinin delilleridir. Bu iki sıfat, hem Rabbimizi bize tanıtır, hem de bize güven ve teslimiyet telkin eder. Çünkü aç kalma korkusunu yenen bir kalp, dünya imtihanında büyük bir mertebeye ulaşır.

Özet:

Bu makalede, Rahîmiyet ve Rezzâkiyet hakikati ele alınmıştır. Rahîmiyet; aciz ve muhtaç varlıklara yönelik ilâhî şefkatin tecellisi iken, Rezzâkiyet; tüm canlılara vakti vaktine ulaşan rızkın ilâhî kudretle takdimidir. Hem maddî hem manevî rızıkların kaynağı olan bu iki isim, insanın acziyetini rahmet kapısına çevirir ve Allah’a teslimiyeti öğretir. Bu hakikatler, hem imanımızı kuvvetlendirir hem de her gün gördüğümüz nimetleri arkasındaki İhsan Sahibi’ni tanımaya bir davettir.

 

 




Müdebbiriyet ve İdare: Kudretin Sessiz Musika-i İlahisi

Müdebbiriyet ve İdare: Kudretin Sessiz Musika-i İlahisi

“Müdebbiriyet ve idare” hakikatidir. 

   Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.”
Şualar

Varlık âlemi, ilk bakışta karmaşık, başıboş ve gelişigüzel bir hareketliliğe sahne gibi görünse de dikkatli bir nazarla bakıldığında, her şeyin derin bir plan, hassas bir hesap ve eşsiz bir idare ile yürüdüğü ortaya çıkar. Yıldızlardan hücrelere, galaksilerden su damlalarına kadar her şey, bir Müdebbirin yani her işi tedbirle yöneten bir Zât’ın idaresindedir. Bu hakikat, Kur’an’ın pek çok ayetinde vurgulanan “Yudebbirus-semevât ve’l-ard – Gökleri ve yeri tedbir eden O’dur” sırrıdır.

Kâinat: Bir Memleket, Bir Şehir, Bir Saray

İnsanlık tarihinin en büyük idarecileri bile, en fazla bir şehir veya bir imparatorluğu belli ölçüde düzenleyebilmişlerdir. Oysa şu muazzam kâinatta; hiçbir anarşi, başıbozukluk, rastgelelik veya israf yoktur. Güneş sistemindeki gezegenlerin her biri, belli bir yörüngede saniye şaşmadan dönerken; yeryüzünde dört unsur (hava, su, toprak, ateş) farklılıklarına rağmen bir bütünlük içinde çalışır. Rüzgârlar bir yerde zararlı gibi görünürken, başka yerde hayat taşır. Yağmur, kimi zaman rahmet olurken, başka bir yanda temizlik yapar.

Bu koca âlem, âdeta bir şehir gibi sokak sokak planlıdır. Bir memleket gibi her bölgeye göre ayrı kaynaklar ve ihtiyaçlar karşılanır. Ve bir saray gibi her köşesi sanatla, düzenle ve anlamla bezelidir.

Zıtlar Arasında İntizam: Tedbirin Mühürleri

Kâinattaki unsurlar birbirinin zıddıdır: Ateşle su, ışıkla karanlık, soğukla sıcak… Ama bu zıtlıklar savaşmaz, çatışmaz; aksine birbirine yardımcı olur. Isı, hayatın temelidir ama fazlası yok edici olur; soğuk, durağanlık getirir ama fazla ısıyı dengeler. Bu muazzam denge, tevâzün ve tedbir sıfatlarının açık bir tecellisidir. Zıt unsurların bu denli ahenk içinde işlemesi, bilinçsiz sebeplerin işi olamaz.

Görünürde kaotik gibi görünen fırtınalar, seller, depremler bile aslında büyük dengeyi korumaya yönelik bir düzeltme hareketidir. Bu, ilâhî bir müdebbiriyetin en ince ayarlarla işlediğinin göstergesidir.

Zayıfların Korunması: Kudretle Şefkatin Buluşması

Yeryüzünde güçsüz, savunmasız ve zayıf mahlûkat çoktur: Yeni doğmuş yavrular, kanatsız böcekler, kök salmış bitkiler… Onlar, güçlülerden korunmaya, beslenmeye, barınmaya muhtaçtır. İşte kâinatın idaresinde sadece güç değil, aynı zamanda şefkat de vardır. Güneşin ısı dağıtımı, suyun döngüsü, toprağın bereketi; hepsi bu zayıfları gözeten bir ilâhî rahmet planıdır.

Kudret, kontrolsüz kullanıldığında tahrip eder; ama ilâhî müdebbiriyet, kudreti rahmetle dengeler. Bu da gösteriyor ki bu kâinatı yöneten sadece bir güç sahibi değil, aynı zamanda sonsuz hikmet ve şefkat sahibidir.

Bir Şehir Gibi Yaşayan Kâinat

Her mahlûk bir görevli gibidir: Arılar bal yapar, rüzgârlar polen taşır, bulutlar yağmur getirir. Her biri kendi sahasında vazifedardır ve birbirine engel değil, yardımcıdır. İnsan ise bu şehirde akıl sahibi bir misafir ve seyircidir. Bu düzeni görmek, takdir etmek ve idarecinin hikmetini tanımakla yükümlüdür.

Kâinatı düzen içinde idare eden Zât’ın, insan hayatını başıboş bırakması mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, hem içimizdeki vicdanda hem gökyüzündeki yıldızlarda mevcuttur.

Özet:

Bu makale, müdebbiriyet ve idare hakikatini ele almaktadır. Kâinatta görülen muazzam düzen, zıt unsurlar arasındaki denge, zayıf varlıkların korunması ve her şeyin bir plan içinde yürümesi; her işi tedbirle yöneten ilâhî bir Zât’ın varlığına delildir. Bu hakikat, insanı rastgeleliğin değil, hikmetle dolu bir idarenin hüküm sürdüğü bir âlemde yaşadığını fark etmeye davet eder. Kudret, hikmet ve rahmetle işleyen bu idare, insana teslimiyet, hayret ve iman kazandırır.

 

 




Sahipsiz Değilsin: Seni Kim Yapmışsa, Kâinatın Sahibidir

Sahipsiz Değilsin: Seni Kim Yapmışsa, Kâinatın Sahibidir

“BENİ KİM YAPMIŞ İSE,
MEMLEKETTE İNTİŞAR EDEN BÜTÜN EMSALİMİ DE O YAPIYOR
VE BÜTÜN MEMLEKETİN HER TARAFINDA BİZİ YETİŞTİREN,
O’DUR.
DEMEK MEMLEKETİN MÂLİKİ DE O’DUR.
ÖYLE İSE, BÜTÜN BU MEMLEKETE, BU SARAYA MÂLİK KİM İSE,
O BİZE MÂLİK OLABİLİR.”
Risale-i Nur Külliyatından.

İnsan, bir anlık tefekkürle başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, içinde yaşadığı dünyanın bir parçası olmadığını; aksine o âlemin merkezine alınmış, nazlı bir misafir gibi ağırlandığını hisseder. “Ben kimim, nereden geldim, beni kim yarattı?” sorusu ise her aklın en eski, en derin sorusudur. Risale-i Nur’da geçen bu ifadeyle bu soru, hem cevaplanır hem de muazzam bir hakikate işaret edilir:

> “Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de O yapıyor…”

Ben Kimim? Bir Ferdi Yapan, Türü Yaratan Zâttır

Bir çiçek düşünelim… Onu meydana getiren sanatkâr, yalnız o çiçeği değil; dağın yamacında, ovanın ortasında, karanlık bir ormanın içinde açan binlerce benzerini de aynı anda, aynı sistemle yaratmaktadır. Bir arı, yalnızca bir petekte değil, dünyanın dört bir yanında aynı sistemle yaratılmakta ve rızıklandırılmaktadır. Demek ki bir ferdin yaratıcısı, o türün de hâlıkıdır.

Bu durum insan için de böyledir. “Ben kimim?” sorusuna verilecek cevap, sadece bireysel yaratılışı değil; tüm insanlığın, hatta tüm canlıların yaratılışına açılan bir kapıdır. Çünkü insan, yaratılışta yalnız değildir. Her yönüyle benzerlerine bağlıdır. O hâlde kendisini kim yapmışsa, tüm benzerlerini de O yapmaktadır.

Her Yerde Aynı Kudret, Aynı Nizam

Dünyanın neresine giderseniz gidin, suyun kaldırma kuvveti değişmez; elmanın tadı temelde aynıdır; gökteki yıldızlar aynı sistemle döner. Demek ki bu memleketin her köşesinde, aynı kanunlar işliyor; aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanat kendini gösteriyor. Bu da gösteriyor ki bu muhteşem sarayda tek bir Sahip, tek bir Malik, tek bir Hâkim vardır.

Her yerde, her şeyde aynı mühür var: Aynı hayat verme; aynı hikmetle yaratma; aynı rızıklandırma; aynı sanat ve aynı şefkatle donatma… Bu mühürler, bu memleketin birliği kadar, onun sahibinin birliğini de gösterir.

Malik Kim ise, Benim de Sahibim O’dur

İnsan, bu memlekette sadece bir yolcu değil, aynı zamanda bir emaneti taşıyan, bir sorumlulukla yaşayan bir misafirdir. Kim ki bu sarayı yapmış, düzenlemiş, rızık sofralarını kurmuş, o hâlde bizi de O yapmış ve bize malik olmuştur. Bizim üzerimizde başkalarının hiçbir gerçek mülkiyeti olamaz. İnsan, ne nefsiyle ne de başka bir varlıkla kayıtsız bir başıboş değildir.

Bu ise bize büyük bir güven ve huzur verir: Sahipsiz değiliz. Bizi bilen, gören, idare eden ve rızıklandıran bir Rabbimiz var. Hem de sadece bizimle değil, tüm kâinatla ilgilenen, her şeyi görüp gözeten bir Rab.

Teslimiyetin Kapısı: Malikimizi Tanımak

İşte bu büyük hakikat, bize sadece bir bilgi değil; aynı zamanda bir kulluk şuurudur. Biz kimin eseriysek, kime aitsek, O’na teslim olmamız gerekir. Kalbimiz de, ruhumuz da, bedenimiz de O’na emanettir. Bu hakikat idrak edildiğinde, insan kendisini büyük bir sarayda, huzurla ağırlanan bir misafir gibi hisseder.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’daki şu cümle üzerine yazılmıştır:
“Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de O yapıyor.”
Bir insanı yaratan Zât’ın, onun tüm benzerlerini ve içinde bulunduğu memleketi de yaratmış olduğu anlatılmıştır. Bu hakikat, Allah’ın birliğine, mülkün tamamına sahip olduğuna ve insanın da O’na ait olduğuna delildir. Bu şuur, insana yalnız olmadığını, sahipsiz kalmadığını ve gerçek huzurun Malik’ini tanımakta olduğunu öğretir.

 

 




Kabir: Seni Bekleyen Kapı, Dünyaya Sırtını Döndüren Gerçek

Kabir: Seni Bekleyen Kapı, Dünyaya Sırtını Döndüren Gerçek

“Seni intizar etmekte
ve senin de
sür’atle ona doğru
gitmekte olduğun
kabir,
dünyanın ziynetlı,
lezzetli şeylerini
hediye olarak
kabul etmez.
—-Risale-i Nur Külliyatı’ndan—-

Dünyanın en çarpıcı hakikati: Her doğan ölür, her gelen gider…
İnsanoğlu, ne kadar kendini eğlenceye, kazanca, makama kaptırsa da bir gerçek daima sessizce yaklaşır: Kabir.
Ve bu gerçek, öyle bir gerçektir ki; ne aldatır ne erteler.
Kabir, seni beklemekte.
Ve sen, farkında olsan da olmasan da, her an ona doğru yürümektesin.

> “Kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez.”

Çünkü kabir, hakikatin kapısıdır; fânî olanın değil, bâkî olana ait olanın girişidir.

Dünya: Bir Misafirhane, Bir Oyalanma Alanı Değil

İnsan, dünyaya ebedî kalmak için gelmemiştir. Oysa büyük çoğunluk, bu geçici misafirhaneyi ebedî bir saray gibi süslemeye çalışır. Makamlar, servetler, lezzetler; hepsi dünya pazarında alınıp satılan geçici süslerdir. Fakat kabir, bunların hiçbirini kabul etmez. Kabre girenle birlikte altınlar, arabalar, unvanlar gitmez. Oraya yalnız amel, niyet ve kalbin yüküyle girilir.

Dünyanın ziyneti, kabirde bir hiç hükmündedir. Çünkü kabir, hakikatin çıplak hâlidir. Her şeyin soyunduğu, yalnızca hakikatin giyindiği bir yerdir.

Sür’atle Gidiyoruz: Fark Etsek de Etmesek de

İnsan, yaşadıkça yaşlandığını fark eder. Her doğan gün, aslında biraz daha eksilen bir ömürdür. Her nefes, biraz daha kabre yaklaşmaktır. Ölüm, hayatın karşıtı değil; tamamlayıcısıdır. Çünkü ölüm, yokluk değil, bir kapıdan diğerine geçiştir. Bir istasyondur. Ama bu istasyona hazırlık yapmadan varmak, insanı azaba götürür.

Kabir, seni intizar etmekte. Yani beklemekte. Üstelik aceleyle beklemekte. Sen ne kadar geç gitmek istersen iste, adımların seni ona sür’atle götürmektedir.

Kabir Ne İster?

Kabir, dünyada yapılan zulmü değil, adaleti kabul eder.
Malı değil, ihlâsla verilmiş sadakayı alır.
Şöhreti değil, gizli yapılan ibadeti tanır.
Ne makam, ne şan… Kabir, sadece imanı, ibadeti, ihlâsı, tevazuu, güzel ahlâkı kabul eder.

> Çünkü toprak, kibri yutar ama şerefi saklar.
Dünya lezzeti çürür, ama salih amel meyve verir.

Kabir, Bir Korku Değil; Bir Uyanıştır

Kabir, korkulması gereken bir yer değil; hazırlanılması gereken bir yerdir. Dünya, ne kadar yalanla örülmüşse, kabir o kadar gerçektir. Hazırlıksız giren için bir çukur; hazırlıklı olan için ise bahçeye açılan bir kapıdır.

> Peygamber Efendimiz (sav) buyurur:
“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

O hâlde hazırlanmalı…
Zira az kaldı.

Özet:

Bu makale, insanın kaçınılmaz sonu olan kabir üzerine yazılmıştır. Kabir, dünya ziynetlerini ve geçici lezzetlerini kabul etmeyen, sadece iman ve amel gibi hakiki sermayeyi tanıyan bir kapıdır. Her insan farkında olsa da olmasa da, kabre doğru hızla ilerlemektedir. Bu yüzden asıl hazırlık; makam, mal ve şöhret değil; kalp, ibadet, sadakat ve güzel ahlâktır. Kabir, korku değil; uyanış vesilesi olarak görülmeli, dünyaya değil ahirete yatırım yapılmalıdır.

 




Hâkimiyet Bölünmez: Tevhidin Kudretli Şahitliği

Hâkimiyet Bölünmez: Tevhidin Kudretli Şahitliği

“Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü

لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar.”
Şualar

Kâinatın işleyişine, iç içe geçmiş sistemlerin mükemmel düzenine, galaksilerden hücrelere kadar uzanan dengeli yapısına bakıldığında, ortada açık bir hakikat belirir: Mutlak bir hâkimiyetin, bölünmez bir iradenin eseriyle karşı karşıyayız.

Bu hakikati Kur’ân, kısa ama sarsıcı bir ayetle ifade eder:

> “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı.”
(Enbiyâ Sûresi, 22)

Bu ilâhî hüküm, şirkin imkânsızlığını, tevhidin zaruretini akıl, mantık ve gözlem düzleminde ispat eder. Çünkü bir mülkün iki sahibi olamaz. Hâkimiyet bölünemez.

Mutlak Hâkimiyetin Delilleri: Düzen, Birlik, Bütünlük

Bir evin birden fazla mimarı olsa, planlar çatışır. Bir orduyu birden fazla komutan yönetse, düzen bozulur. Aynı şekilde kâinatı idare eden güç, birden fazla olsa, sistemde karmaşa olurdu. Oysa:

Güneş her gün doğar, batmazlık etmez.

Kalpler belli bir ritimle atar, milyonlarca insanınki senkronize işler.

Atomlar, gezegenler, hücreler… Hepsi aynı kurallar içinde hareket eder.

Bu birlik, ancak bir tek İlah ile mümkündür. Kâinatta karışıklık yoksa, çatışma yoksa, demek ki şerik de yoktur. Allah tektir, birdir, ortağı yoktur.

Şirk: Aklî ve Kalbî Bir İflas

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda net konuşur:

> “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz.”

Yani mutlak hâkimiyetin olduğu bir yerde şirk ancak bir vehimden ibarettir. İki ilah farz edilse, kâinat ya çatışmaya sürüklenir ya da bölünür. Ama her ikisi de yoktur. O halde şirk, sadece zulmetli bir kuruntudur, hakikatte yeri yoktur.

Ayrıca çok ilahlılık fikri sadece mantıken değil, kalben de huzursuzluk verir. Çünkü insanın kalbi bir tek sığınağa muhtaçtır. Çok ilahlı bir anlayış, insan ruhunu parçalar, sükûneti bozar.

Tevhid: Hem Hikmettir, Hem Rahmettir

Tevhid inancı sadece aklî bir doğru değil, aynı zamanda bir rahmet kapısıdır. Çünkü:

Tevhid, Allah’ı her şeye yeter bilen bir güven hissi verir.

Şirk ise insanı sebeplere, çok sayıda güç odaklarına esir eder.

Tevhid, ibadeti yalnız Allah’a yönlendirir; şirkin ise ibadeti dağıtır.

Bu nedenle Kur’ân’ın en büyük davası tevhiddir; peygamberlerin en köklü mücadelesi şirke karşıdır.

ÖZET:

Bu makalede, “Hâkimiyet-i mutlaka varsa, şirk olamaz” hakikati açıklanmıştır. Kâinattaki düzen, birlik ve nizam; birden fazla ilahın varlığını imkânsız kılar. Tevhid, hem mantıki hem de vicdani bir zarurettir. Şirk ise sadece bir zan, bir vehimdir. Her şeyin tek bir Rabbin emriyle yürüdüğü bu muazzam âlemde, insan da ancak tevhidle huzur bulur, şirkle değil.

 

 




TESADÜFÜN MASKESİ DÜŞTÜ: FÂİL-İ ZÜLCELÂL’İN MUHTEŞEM TASNİFİ

TESADÜFÜN MASKESİ DÜŞTÜ: FÂİL-İ ZÜLCELÂL’İN MUHTEŞEM TASNİFİ

“Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.”
Şualar

Kâinat bir kitap gibidir. Her harfi, her satırı anlamlıdır. Rüzgarın estirilmesinden kalbin çarpmasına, yaprağın düşmesinden yıldızların yörüngesine kadar her olay bir plan dahilinde gerçekleşir. Ve bu planın mimarı, her şeyin Rabbi olan Allah’tır. Çünkü:

> “Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin
ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır.
Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir.”

Bu ifadeler, kâinattaki işleyişin tesadüfî değil, kasıtlı ve hikmetli olduğunu ilan eder. Yani hiçbir şey gelişigüzel meydana gelmez. Her şeyin ardında bir irade, bir ilim, bir hikmet ve bir gaye vardır.

Kudretin Perde Arkasında: Tesadüf mü, İrade mi?

Zamanımızda birçok insan, özellikle bilim adına konuşanlar, doğada gördükleri düzeni “tesadüf”, “tabiat” veya “kör kuvvet” gibi kavramlarla açıklamaya çalışır. Oysa bu kavramların hiçbiri, kâinattaki hikmetli ve düzenli işleyişi açıklamaya yetmez.

Bir damla suda hayatı, bir hücrede ilmi, bir yaprakta kimyayı barındıran sistem, şuursuz sebeplerin eseri olamaz. Bediüzzaman bu noktada der ki:

> “Serseri tesadüf, şuursuz tabiat, kör kuvvet, camid esbab…
o gayet mizanlı ve hikmetli fiillere karışamazlar.”

Bu net ifade; aklın, kalbin ve vicdanın ortak hükmüdür: Kör olan düzen kuramaz. Cansız olan hayat veremez. Şuurdan yoksun olan hikmetli işler yapamaz.

Perdelerin Arkasındaki Kudret

Fiillerin önüne konulan sebepler, aslında birer perde-i kudrettir. Güneşi doğuran gece değildir, gece sadece bir geçiştir. Çiçeği açtıran bahar değildir, bahar sadece bir zarf gibidir. Asıl yapan, eden, idare eden Fâil-i Zülcelâl’dir. Ancak O’dur ki bütün fiilleri ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle yapar.

Ve dikkat edin, bu fiiller:

Mizanlıdır: Her şey ölçüyle yaratılır. Atomdan galaksiye kadar bir denge vardır.

Basîrânedir: Her şey görüldüğü gibi görülmesi gereken zamanda ve mekânda olur.

Muhkemdir: Rastgele değil, sağlam ve yerli yerindedir.

Hayattarânedir: Canlılık, bilinç, hareket hep O’nun fiillerinin yansımasıdır.

İmtihanın Sırrı: Perdenin Gerisindekini Görmek

Allah, kudretini sebepler arkasında icra eder ki imtihan sırrı bozulmasın. Eğer her şeyi doğrudan ve açıktan O yapsaydı, herkes mecburen inanırdı. Fakat bu perde, insanın aklını ve kalbini harekete geçirir. Gören görür, arayan bulur. Tembel olan ise sebeplere takılır kalır.

ÖZET:                                                                                                

Bu makale, kâinatta görünen düzenli fiillerin arkasında Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin bulunduğunu ifade eder. Tesadüf, tabiat veya sebepler gibi unsurlar; gerçek anlamda bir yaratma gücüne sahip değildir, sadece ilahî kudretin perdeleridir. Her şey hikmetli, ölçülü ve basîrane bir şekilde yaratılmaktadır. İman gözü, bu perdelerin ardındaki tek ve mutlak faili, yani Fâil-i Zülcelâl’i görür ve tanır. Bu fark ediş, hem marifetullahın kapısını açar hem de imanın derinliğini artırır.

 

 




Bir Güneş, Binler Aynada: Kudretin Şeffaf Yansımaları

Bir Güneş, Binler Aynada: Kudretin Şeffaf Yansımaları

“Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.”
Şualar

Kâinatta, sıradan bir gözle bakıldığında bile hayranlık uyandıran bir düzen, bir nizam, bir denge vardır. Fakat tefekkür gözüyle bakıldığında daha derin bir hakikat görünür: Her şey, bir merkezden idare edilmekte, her varlık O’nun emrine itaatle görevini yapmaktadır. İşte bu sırrın en güzel temsillerinden biri, güneşin aynalardaki akisleridir.

> “Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla
bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi;
hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere
o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden
ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir.
Az ve çok birdir, farkı yoktur.”

Bu temsil, hem tevhidin derinliğini, hem de Allah’ın kudretinin sınırsızlığını gösteren mucizevi bir açıklamadır.

Güneşin Aynalara Yansıması: Kudretin Tecellisi

Bir tek güneş, milyarlarca damlaya, aynaya, parlak cisme aynı anda yansır. Ne o yansımalarda eksilme olur, ne birbirine engel olurlar, ne de güneş yorulur. Her biri, kendi kabiliyetince o ışığı yansıtır. Kimisi büyük bir ayna gibi gösterir onu, kimisi küçücük bir damlada yansıtır. Ama her biri aynı güneşe işaret eder.

İşte Allah’ın kudreti de böyledir. Bir insanın kalbini yaratmakla, bütün kalpleri yaratmak arasında fark yoktur. Bir çiçeği ihya etmekle, binler baharı diriltmek aynı kudretin tecellisidir. Çünkü O’nun kudreti kayıtlı değildir; sonsuzdur, mutlak ve zahmetsizdir.

Şeffaflık, İtaat ve Nuraniyet: Yaratılışın Üç Anahtarı

Bediüzzaman’ın bu temsilinde üç kelime çok dikkat çekicidir:
Şeffafiyet, nuraniyet ve itaat.

Şeffafiyet, perdelerin kalkmasıdır. İnsan da kalbini şeffaf kıldığında, ilahî hakikatleri yansıtan bir ayna olur.

Nuraniyet, ışığın varlıkta yer bulmasıdır. İmanla parlayan kalpler, Allah’ın isimlerini aksettiren bir nevi nur menbaıdır.

İtaat, kainatın temel hareket prensibidir. Güneş, ay, zerreler, galaksiler… Hepsi emr-i ilahiye itaatle görev yapar. İnsan da ne zaman bu ilahi nizama uygun yaşarsa, o zaman hayatı nurlanır ve anlam kazanır.

Az da Olsa Çok da Olsa: Aynı Kudret, Aynı Kolaylık

Cümlede geçen “az ve çok birdir, farkı yoktur” ifadesi; Allah’ın kudretiyle ilgili çok derin bir hakikati anlatır. Bir şeyi yaratmakla milyonu yaratmak O’na aynı derecede kolaydır. Çünkü O’nun kudreti mahlukata benzemez; takatle, yorgunlukla, sınırlılıkla ilişkisi yoktur. Zira O “Kün feyekûn” (Ol der, olur) sırrıyla yaratır.

Bu tecelli, insanın hem imanını kuvvetlendirir, hem de hayret ve muhabbetini arttırır.

ÖZET:

Bu makalede, bir güneşin binlerce aynaya aynı anda yansıması temsili üzerinden, Allah’ın sonsuz kudreti ve tevhid hakikati açıklanmıştır. Bu temsil, yaratılışta kolaylık ve birlik ilkesini göstermektedir. Allah’ın kudreti, sınırsız ve zahmetsiz olduğu için bir şeyi yaratmakla milyarlarcasını yaratmak arasında fark yoktur. Şeffafiyet, nuraniyet ve itaat; bu ilahî tecellilerin sırrını anlamamıza yardımcı olur. Her varlık, bir ayna gibi O’nu gösterir; kalpler de imanla bu yansımanın en parlak merkezi hâline gelir.

 

 




BAHARIN SIRRI: BİRLİK İÇİNDE SANAT, HİKMET İÇİNDE KUDRET

BAHARIN SIRRI: BİRLİK İÇİNDE SANAT, HİKMET İÇİNDE KUDRET

“Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek…”
Şualar

Bahar; sadece tabiatın uyanışı değil, aynı zamanda kudretin, hikmetin ve rahmetin bir sahnesidir. Her yıl düzenli olarak gelen bu mevsim, sadece hava değişikliğinden ibaret değildir. Baharda tecelli eden manzara, aslında göze görünmeyen ama ruhlara hitap eden büyük bir ilâhî kudret ve san’at gösterisidir.

> “Her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını,
beraber ve birbiri içinde,
bir anda ve bir tarzda,
yanlışsız, hatasız,
kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek…”

Bu ifadede, basit bir doğa olayının ardında nasıl bir ilahî sistem, nasıl bir mutlak kudret, nasıl bir mükemmel denge bulunduğu gözler önüne serilir.

Bir Bahar: Binlerce Kudret Mühürü

Düşünün: Her baharda aynı toprakta, aynı suyla, aynı hava ile dört yüz binden fazla canlı türü diriliyor. Her biri kendi rızkıyla, şekliyle, kokusuyla, rengiyle, zamanı şaşmaz bir şekilde yaratılıyor. Aralarında hiçbir karışıklık, karıştırma yok. Laleyle menekşe karışmıyor. Kirazla zeytin birbirinin yerine çıkmıyor. Hepsi kendi diliyle, kendi kıvamıyla, kendi düzeniyle çıkıyor toprağın bağrından.

Bu muazzam düzen; tesadüfle, rastgelelikle, kör kuvvetle açıklanabilir mi?

Elbette hayır.

Çünkü tesadüf, sanat yapamaz. Kör kuvvet, hikmetli tercihlerde bulunamaz. Ama her baharda gördüğümüz bu tablo; sonsuz kudretin, mutlak hikmetin ve mükemmel bir nizamın işlediğini gösterir. Bu ise ancak tek bir İlâh’a, Allah’a ait olabilir.

Kudretin Sessiz Hitabı: Bahar

Bahar, adeta bir mahşer provası gibidir. Toprağın altında çürümeye terk edilmiş gibi görünen çekirdekler, yumurtalar, kökler… bir anda emr-i ilâhiyle canlanıyor. Her birine “kalk!” denilmişçesine yeniden hayata dönüyorlar. Bu sahne, ölümden sonra dirilişe de bir işaret, bir delildir.

Aynı anda milyonlarca varlığın farklı şekilde, farklı özelliklerle yaratılması, bir insanın göz kırpması kadar kolay bir fiille gerçekleşiyor. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Bir sinek yaratmakla, bir baharı yaratmak O’nun için birdir.

Aklı Uyandıran, Kalbi Harekete Geçiren Bir Bahar

İnsanın görevi; bu tecellilere karşı kör olmamak, baharı yalnızca piknik zamanı ya da çiçek zamanı olarak değil, iman zamanı, tefekkür zamanı, şükür zamanı olarak değerlendirmektir. Bahar her geldiğinde, insanı uyandırmalı; “Beni kim böyle hikmetle rızıklandırıyor?”, “Bu tertip kimden geliyor?” sorularını sormalıdır.

Çünkü baharın diliyle Allah konuşur:
“Ey insan! Unutma, seni de aynı hikmetle ve aynı rahmetle yaratıp rızıklandıran benim.”

ÖZET:

Bu makalede, her baharda dört yüz bin canlı türünün bir anda, bir düzen içinde yaratılması mucizesi konu edilmiştir. Bu olay, Allah’ın sonsuz kudretini, eşsiz hikmetini ve benzersiz sanatını gösteren bir delildir. Bahar; sadece doğanın değil, imanın ve tevhidin de tazelendiği bir mevsimdir. Her bahar, dirilişi, yeniden yaratılışı ve tefekkürü fısıldayan ilâhî bir davettir. İnsana düşen ise bu çağrıya iman, şükür ve tefekkürle karşılık vermektir.