“Eli keleşli PKK’lı İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanı çıktı! İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Sosyal Hizmet Uzmanı olarak görev yapan bir çalışanın terör örgütü PKK kamplarından birinde silahlı fotoğrafları ortaya çıktı.”[1]
Eskiden eşkıya dağdaydı artık bugün şehirde.. mecliste.. belediyede.. devlet kurumlarında..
Yıllarca din ve dini cemaatler iç tehdit sayıldı.[2]
“Sinsi plan ortaya çıktı! ABD, İstanbul’u böyle işgal edecekmiş.”[3]
Dünyada katliam yapıldı.
Amerika 70 milyon Kızılderili katletti. Fransa sadece Cezayir’de 1.5 milyon insan katletti. Almanya sadece Nambiya’da 100 bin insan katletti. İngilizler Asya-Afrika ve Avrupa’da 3 milyondan fazla insan katletti.
-Suriyede vahşete ortak olundu.
2013 yılında Şam’ın Al-Tadamon semtinde Esed güçleri tarafından 41 sivilin çukura atılıp katledildiği, ardından ateşe verilerek yakıldığı görüntüler ortaya çıktı.[4]
-Türkiye’de yerleştirilmeye çalışılan zihniyet, Alisiz Alevilik, İslamiyetsiz Türklük, sulandırılmış Din, Agop gibi beyne beyne bir yaşantı,
Doğumuyla ölümü Müslümanca, uygulama ve yaşantısı batıca yaşantı.
Yüz yıl önce tahrib edilen medrese, cami, tekke, zaviye ve askeriye yeniden ve de daha muhteşem olarak tamir ve ihya ediliyor.
Muhteşem devlet ve milletle…
Kripto ermeni ve Yahudiler devreye konuldu.
****************
Nan-Kör..
Kim mi?
Yapılan onca hayırlı işleri görmeyenler. Kulp takıp inkar edenler.
Daha garibi bunların önüne set çekip, mani olanlar…
Eskiden bir doktor bulamazken, şimdi şehir hastanelerinde kaybolup, doktor çokluğundan, onca doktordan randevu aldığın doktoru arıyorsunuz, onu danışmaya sorarak buluyorsunuz.
Kısa sürede onca hizmet.
İnsanımız sadece bürokratik işlemlerin bir tıkla çözülmesi bile, bu milletin zindandan çıkışı için büyük bir başarıdır.
Ahireti zindan olanlar, bu dünyayı da zindana çevirme pesindeler.
Hem de şeytancasına.
Allah bu zihniyettekilere fırsat vermesin.
“Ve her kim burada (hakikatları görmeyip kalben) kör oldu ise işte o, ahirette de kördür, yolca da daha sapıktır.”[5]
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.”
O der ki: “Ey rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki daha önce gören biriydim.”
Allah buyurur: “İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!”
Haktan sapan ve rabbinin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz âhiretteki ceza daha şiddetli ve daha kalıcıdır.
Kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız onları hâlâ yola getirmedi mi? Oysa onların yurtlarında dolaşıp duruyorlar! Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkaracağı dersler vardır.”[6]
Veya Ramazan’da utanmadan, sıkılmadan gündüz vakti milletin gözü önünde veya meclis kürsüsünde hakaret amaçlı su içilmesi gibi.
Türkiye’de ya Şia veya Ermeni yanlısı bir yönetim oluşturulması yönünde çaba gösteriliyor.
PKK bunun silahlı gücü.
Suriye’deki gibi azınlığın çoğunluğa sahip ve hakim olması sağlanmaya çalışılıyor.
Tıpkı yüz yıldır yapmaya çalışılıp, kavgalı bir ortam oluşturma amacıyla darbelerle yönetilmesi gibi.
Zira azınlıkların büyük devletlerce yönetimi kolay olur.
Onun için yüz yıldır uyuyan kripto hücreler uyandırılmış, bulundukları önemli mevkilerin kullanımını kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadırlar.[2]
Dağda olan eşkıya şehre indi hatta devletin içine sızdı.
“İçişleri Bakanlığı: İBB’de işe alımlarda süreç gereği gibi işletilmedi
İçişleri Bakanlığı: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ilk defa işe alımlarda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sürecinin gereği gibi işletilmediği anlaşılmıştır.”[3]
Türkiye’deki sol PKK’nın ve terörün göbeğinde faaliyet göstermektedir.
-Menderes bu millete devlet olacağını gösterdi.
Özal devletle tanıştırdı.
Erdoğan devletle buluşturdu.
Bu millet kolay bozulmadı. Evvela fikir ve kalbinden vuruldu. İşte 1931 yılında Devlet tarafından basılan Tarih kitabından zehirli örnekler;
“İnsan, tabiatın mahlukudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiata tabi olmaktır.
Tabiatta hiçbir şey yok olmaz ve hiçbir şey yoktan var olmaz. Yalnız tabiatı vücuda getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak· şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın mütalea ve tetkikinde bu hakikat pek açık görülür.
…insanların bütün bilgileri ve inanışları, insanın zekası eseridir.
Zeka tabii olan dimağdan çıkar. Bun dan, tabiatı anlamakta zekanın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmayacağı meydana çıkar.”1/2.
“Bundan 200 sene evveline kadar, dünyanın 5 – 6 bin sene evvel yaratıldığı ve insanın Basraya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan cennette yaratıldığı
zannolunmakta idi.
Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikayelerin olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyordu.
Artık, hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır.”
Hayatın oluşumu tam bir tesadüfler zinciri neticesinde olduğu işlenmektedir.
“Her halde, hayatın, herhangi bir tabiat harici amilin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde tabii, zaruri bir kimya v e fizik seyri neticesi olduğunu kabul etmek lazımdır.
Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların (Res. 1,2) müşterek bir cetleri vardır. Bu cet dahi, daha basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan da bir nevi yerde sürünen hayvandan ve nihayet bu da balıklardan geliyor. Bunların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidai hücreye dayanıyor.
İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselere müstenittir.
İnsan, doğmadan evvel, vücudunun geçirdiği pek garip safhalar vardır ki, onlar bilinecek olursa, bu iddianın sıhhatini kabul etmemek mümkün olmaz. Filhakika rüşeymi hayat ile cenin hayatı devirlerinde insan, evvela bir balık olacakmış gibi başlar; yerde sürünen hayvanları hatırlatan birtakım şekillerden geçer; basit memeli hayvanların bünyelerini tekrarlar; hatta bir müddet için kuyruğu da vardır.
İnsan doğduktan sonra dahi, şahsi inkişafında insan olarak başlamaz. İnsanlığa doğru atılmak için, adeta ilk hayvanların yaptıkları gibi, çırpınır durur.
Hülasa insanlar, sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan, çok yavaş yürüyen bir tekamülle, bugünkü şekle geldiler.
İnsanın bugünkü yüksek zeka, idrak ve kudreti, milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık o, bugün, tabiatın, nihayetsiz büyüklüğüne ve tabiat içinde, kendi nev’inin, mukadderatına, gittikçe büyüyen bir irade ve şuur ile bakıyor.”1/5.
“İnsanların ceddi olarak tavsif olunan mahluk idi. Bu mahluk kolayca ağaçlara tırmanabiliyor, ayaklarının baş parmakları ile ikinci parmakları arasında bir maddeyi tutabiliyordu.”1/6.
Kitapta o kadar mantık dışı ve zehirli ifadeler var ki, o da ancak kitabın tümünü yazmak gerekir.
Tamamen ilahi iradeyi dışlayan, bir plan ve proje çerçevesinde olmadığını nazara vererek adeta dinin aksine aid ne varsa ele alınmaktadır.
Sanki sırf dine muhalefet olsun diye.
“Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş ve ’Ya Rabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş.
Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş.
Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş.
Dinleyenlerden biri dayanamamış: “Yahu bunun neresini düzelteyim.”
“Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”
Bu kadar yanlışlığın neresini düzeltelim?”
Toplum yıllarca bu yanlışlarla zehirlendi. Zehirlenmiş nesil türetildi.
“İptidai insanların atadan korktukları anlaşıyor. Çocuklar bu ata korkusu içinde büyüyordu. Öldükten sora bile onu hoşnut etmeğe çalışıyorlardı. Zaten atanın, yani reisin öldüğünden kat’i bir surette emin olunamıyordu.
Ata korkusu yavaş yavaş anlaşılmaz bir surete “kabile allahı,, korkusuna intikal eti. Dimağları bu düşünceyi geçmeyen insanlar, kainatı da aile çerçevesi için de gördü. İnsanlarda ata korkusu tehlikeli hayvanlara karşı olan korku ile karıştı. Bu suretle Allah mefhumunun başlangıç hali olan “ulvileştirilmiş ata,, ya , temsili olarak, muhtelif hayvanlara ait şekiller verildi.”1/21.
“İnsanların hayatına taalluk eden her şeyde olduğu gibi dini meselelerde de bir tekamül hadisesi görünür. İptidai insanda Allah ve din hakkında hiçbir fikir ve kanaat yoktu. Bu
kadar umumi ve şümullü telakkilere, insanın dimağı ancak yavaş yavaş alıştırıldı. Din fikri, insanlar cemiyet hayatına sarahaten atıldığı nispette genişlemeye başlar, vahdet mefhumuna yaklaşır ve nihayet, tabiatın kudret ve azameti ile daha ziyade
anlaşılması kabil, hakiki bir mahiyet alır. Görülüyor ki insanlar cemaat halinde yaşamaya başladıktan sora, diğer içtimai müesseseler gibi din müessesesini de vücuda getirmişlerdir.
Uluhiyet mefhumunu bulan, bu mefhumun sırlarını keşfeden ve bugün dahi keşfetmeye devam eden, insan zekasıdır.”1/23.
Belli ki bu tarih ve tarih kitabı bizim tarihimiz değildi.
“Muhammet Mekke’de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen dini meseleler ve dini düşünceler pek derin bir surette, zihnini işgal ediyordu. Muhammet 40 yaşına geldiği zaman vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. Muhammedin davet ettiği bu dine o zamanın haniflerine imtisalen “İbrahim dini” yahut inkıyat manasını ifade eden “islam” denilmiştir.”2/89.
“Medineliler Muhammedi ve müslümanları himaye edeceklerine söz verdiler. Muhammet te Mekkeden kalkıp Medineye kaçtı (622) ; buna hicret denildi ve bu hicret islam tarihine sonradan başlangıç oldu.
Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir .
Tarihi nokta-i nazardan da mütalea edildiği zaman görülüyor ki: Muhammet birdenbire Allahın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sora kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammetten evel de
Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akil erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi.
…Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu.
Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir m evcudiyet olduğuna samimi surette kani idi.”2/90-1.
“Muhammet, islam teşkilatına Medine’de başladı, orada islam cemaatinin siyasi ve askeri reisi oldu ; Mekke müşriklerine karşı harp ilan etti.”2/93.
Eserde normal bir şahıstan bahsedilir gibi söz edilirken, bir peygamber sıfatıyla değerlendirilmemektedir.
Normal batılı birinin yazdığı tarih kitabı gibi. Müslümanların kitabı ve Müslümanca yazılmış değildir. İçi ruhsuzdur.
“Kuran ayetlerini bir cilt halinde toplayarak Kuran denilen kitabı ilk vücuda getiren Ebubekirdir. Kullanılan yazının esası Summer Çivi yazısından alınmış hususi bir alfabe idi. Bu alfabe sonraları muhtelif yerlerde yapılan şekillere göre muhtelif isimler almıştır.”2/119.
“Abdülhamit devrinin keyfi, muvaffakıyetsiz, şerefsiz ve sıkıcı idaresi osmanlı müslümanlarının bir kısım genç münevverlerini, muhalefete sevk etmiştir. Bunlar da Yeni Osmanlılar – ikinci bir tabirle Genç Türkler – namını aldılar. Hafiye ve polislerin tecessüs ve takiplerine rağmen dahilde biraz teşkilat yapmağa ve ecnebi memleketlerinde serbest ve tenkitkar gazeteler çıkarmağa muvaffak oldular ; 1897 ye
doğru, bu hareket, hayli ciddiyet kespetti.”3/140.
Ciltte ise cumhuriyetin kuruluşundan inkılaplara, lozandan dini hayatın kurulacak yeni devletin oluşumunu kolaylaştıracak yaptırımlara, hilafet ve eğitimden askeriyenin düzenlemesine kadar geniş perspektifli yeni oluşumu ele almaktadır.
*Tarihi bir belge:
“25 yıldır saklanan Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın kendisiyle yapılan röportajında Türkiye’deki yüz yıllık ihaneti deşifre etmektedir
Yalçın Özer, “Bunu Hasan Cemal’e sorun” bölümünü açmasını isteyince, Özal şunları anlattı: “Bizim sıkıntılarımızdan birisi de ülkemizin sıcak kuşakta bulunmasıdır. Bu ülkelerde satılık insan bulmak çok kolay. Bir Almanı, İngilizi, Fransızı, Japonu ve bir Rusu satın alamazsınız. Osmanlı’yı yıkmadan önce içerden bazı kimseleri İngilizler satın almışlar.
(…) İngilizlerden maaş alan Osmanlı Güney Cephesi Başkomutanı Cemal Paşa’ya (Hasan Cemal’in dedesi) talimat vererek, Şam’daki İslam alimlerinin (ki Şam o zaman İslami ilim merkeziymiş) genç kızlarını konağına getirmesi, onlara alkollü içki içmeye zorlaması ve tacizde bulunarak geri bırakılmaları istenmiştir. Bu emri alan (Cemal) Paşa, derhal bu işlemi yapmıştır.
ARAP OSMANLI DÜŞMANLIĞINI HASAN CEMAL’E SORUN
Bu yüz kızartıcı olaylar süratle Arap alemine yayılmış ve ‘Osmanlı artık bozulmuş ve İslami yoldan çıkmıştır’ propagandası yapılarak, Araplar Osmanlıya düşman yapılmıştır. Özellikle Hicaz’da hazır bekleyen Şerif Hüseyin de işin esasını bilmeden ve duyduklarına inanarak Arapların Osmanlı aleyhine İngilizler ile birlikte kıyama geçmesine sebep olmuştur. İşte bu nedenle ‘Arap-Osmanlı düşmanlığının kaynağını Hasan Cemal’e sorun’ dedim.”
OSMANLI İÇTEN YIKILDI
Özal, röportajında, Avrupalıların satın aldıkları adamlarla Osmanlıyı içten yıktığına dikkat çekerek, böylece Türkiye’nin hem Arap dünyasından, hem de Hindistan’daki Müslüman aleminden koparıldığını anlattı. Özal, “İngilizler, bu yolla iki şeye kavuştu: Ortadoğu’daki petrol sahasını kontrol altına aldılar ve İslam Halifesi’nin etki alanındaki bir türlü hakim olamadıkları Hindistan’a hilafeti kaldırarak hakim oldular” dedi.
DİN CAHİLİ GAZETECİLER
Merhum Özal, Türk gazetelerindeki şeriatçı devletler tartışması konusunda ise şunları söyledi: “İran Şiidir, bu güne kadar daha gayrimüslim bir devlet ile savaştıkları görülmemiştir. Şiiliği yaymak için sürekli Sünni Müslümanlarla savaşmışlardır. Vahhabiler ise İngilizlerin kurduğu bir cereyandır, bunlar da çok Sünni kanı dökmüştür. Bunların ikisi de mezhep değildir, birbirlerine düşmandır. Şeriat İslam’ı yaşamaktır, bizim gazeteciler din cahili oldukları için bilmiyorlar ve bunlara şeriat devleti diyorlar. Tıpkı Paris’te bir patlamada ölen Hıristiyanlara şehit diye haber yaptıkları gibi.”
İNGİLİZLERE ‘HİLAFETİ KALDIRMA SÖZÜ’ VERİLDİ
Özal, Osmanlı’nın çöküşüne neden olan İttihat ve Terakki ile bugünkü CHP yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekti: “CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar…”[4]
Bu ifade bu milletin yüz yıldır çektiği acının az gelmiş gibi yenilenmesinden başka bir şey değildir.
Belli ki hala eski ve eskimiş zihniyet hala değişmemiş.
Yüz yıl önceki kısır zihniyetin günümüzdeki taşıyıcıları ve taşıyıcı kolonları.
Dini değerleri ele almadan, milli değerlerle toplumu bağlamaya çalışan kısır bir bağ oluşturulmaya çalışılmaktadır.
İşte o medeni bilgilerden pasajlar:
“Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabiî idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Hz. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi millî lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini bilemeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuranı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil Hocalar ağziyle, ateş ve azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da, Allah kelimesinin ilası parolası altında, Hıristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır’da, belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilâfet alâmeti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular; halife oldular. Gâh şarka, cenuba, gâh garba veya her tarafa birden saldıra saldıra, Türk milletini Allah için, peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Millî duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felâketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını va’t ve temin eden dinî akîde ve dinî his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin. ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi, dünyanın, acısı duyulur takatiyle, derhal, Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı; davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdanı umumîsi derhal, yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle, büyük heyecanlarla çarpıyordu.”
Bir yandan bu milletin geçmişi göz ardı edilirken, Selçuklu ve Osmanlının dinden aldığı ilham, maddi ve manevi yükseliş setredilerek istibdatla yönetildiği ve bunun sebebinin ise din olduğu belirtilmektedir.
İçi doldurulmayan demokrasi öne çıkarılmaktadır.
Oysa yüz yıldır idare edilen bu millet güya demokrasi ile yönetilmekteydi.
Hepsinde de darbeyle karşılaştı.
Yüz yıldır üç lider hariç, (Menderes-Özal-Erdoğan) hiçbir yönetici gerçek manada bu milletin iradesi ve çoğunluğun seçimiyle gelmedi.
Yönetmesini istediği liderler asıldı, öldürüldü, öldürmeye teşebbüs edildi ve de 15 Temmuz darbesi ve devamıyla bu durum bitmedi.
İngiltere övülmekte, İslâm’dan önceki Türk tarihi en güzel idare yöntemi olarak öne çıkarılır.
“Bugün, İngiltere, Belçika gibi büyük eski demokrasilerin, daha bariz ve daha iyi tanzim olunmuş bir demokrasinin tahakkuk ettirilmesi yolunda, çalıştıkları görülmektedir. Demokrasi fikri, asri teşkilâtı esasiyenin bir farikası olduğu halde, fikir çok eskidir. Demokrasi fikrinin muhteviyatı ve mânası hakkında lâyıkıyle tenevvür için onun kısaca tarihini hatırlatmak faideli olur. Bundan en aşağı 7000 sene evvel, Mezopotamya’da , ilk beşeriyetin medeniyetlerinden birini kuran Sumer, Elam ve Akat kavimlerinde demokrasi prensibi tatbik , olunmuştur. Filhakika, bu Türk kavimler, müttehit bir cumhuriyet teşkil etmişlerdir. Bundan sonra, Atina ve Isparta gibi Yunan şehirleri, bir nevi demokrasi ile idare olunurlardı. Roma dahi demokrasi hayatı yaşamıştır. Türk milleti en eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil ettikleri devletlerde, başlarına geçen padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit olmuşlardır.
Kralların ve padişahların istibdadına, dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle, ilâhî hukuka istinat etmişlerdir. Hâkimiyet, bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu nazariyesi uydurulmuştur. Buna göre, hükümdar, ancak Allah’a karşı mes’uldür. Kudret ve hâkimiyetinin hududu yalnız din kitaplarında aranabilir. İlâhi hukuka müstenit bir mutlakıyet kaidesi önünde, demokrasi prensibinin, ilk aldığı vaziyet mütevazıdır. O, evvelâ hükümdarı devirmeğe değil, onun yalnız kuvvetlerini tahdide, mutlakıyeti kaldırmağa çalıştı. Bu çalışma 400 – 500 sene evvelinden batlar. Evvelâ, kuvvetin milletten geldiği ve kuvvet gayri muktedir bir ele düşerse onun istirdat edilebileceği, bu kuvvetin milletin vekillerinden mürekkep meclis tarafından kullanılması lâzım geleceği ifade olundu. On altıncı asırda demokrasi prensibi, hükümdarların nüfuzunu kırmak için, siyasî mücadele vasıtası olarak kullanıldı.”
Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal. Elbette geçmiş geçti ancak bu geçmişi ve geçmiş yönetimi kötülemeyi gerektirmez.
Bu taassuptur ki, geçmişe düşman olup, yeni idareyi yerleştirmek için bir savaş açmayı değil, tashih gereken yerleri düzeltmeyi gerektirir.
Maalesef bu olmadı ve yapılmadı.
“Kendine hususi bir din izafe eden (teokratik) devlet te vardır. Rus Çarlığı ile Osmanlı Saltanatı böyle idiler. Çar kilisenin reisi, sultanlar da halife unvanını takınmışlardı. Kezalik dini siyasetten ayırmış lâik hükumetler vardır :Amerika, Fransa, Türkiye Cumhuriyetleri gibi. Hükümdarlıklarda, devlet riyaseti makamına veraset tarikiyle gelinir. Halbuki, Kuvvetinin ve salâhiyetinin Allah’tan geldiğini ve yalnız ona karşı, âhırette, hesap verebileceğini farz eden ve devleti, memleketi mevrus bir malikâne kabul eyliyen bir hükümdar, her türlü kayıttan kendini vareste görür. Böyle bir idarede, milletin benliği hürriyeti mevzuu-bahs dahi olamaz. Binaenaleyh, salâhiyeti mahdut dahi olsa hükümdarlık tekli demokrasiye, hâkimiyeti milliye prensibine mutabık değildir. Hükümetin, mahdut insanların, sınıfların, elinde bulunması dahi millet mevcudiyetinin asla kabul edemeyeceği bir keyfiyettir. Bütün milletin ekseriyetle, devlet idaresine iştirakine mâni olan bu “oligarşi” usulü de bir zümrenin, kendi menfaatlerini temin için umum millete ait hâkimiyeti, gaspından başka bir şey değildir.”
Maalesef İttihat ve Terakkiden beri başa geçmek ve devleti yönetmek için bu milletin köklü olan din ve inancına vurmak hedef alındı.
Hem içte ve hem de dışta. Bilinçli, bilinçsiz ittifaklar oluşturulmaktadır.[2]
Hazret-i Ömer (رضي الله عنه), Resûlullah ( ﷺ )’in kabrini ziyâret eder. Kabri önünde bir bedevînin duâ ettiğini görür ve arkasında durup duâsını dinlemeye başlar. Şöyle duâ etmektedir bedevî:
-“Yâ Rabbi! Bu senin Habîbin, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın. Eğer beni bağışlarsan habîbin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür. Beni bağışlamazsan habîbin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helâk olur. Yâ Rabbi! Sen habîbini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helâk etmekten daha cömertsin. Yâ Rabbi! Araplar arasında asil insanlar vefât ettiklerinde kabri başında kölesini âzâd etme geleneği vardır. İşte Âlemlerin Efendisi vefât etti. Kabri başında beni cehennemden âzâd et…”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer (رضي الله عنه) avazı çıktığı kadar:
-“Yâ Rabbi! Bu Bedevî’nin Sen’den istediğini ben de istiyorum” diye bağırır. Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. Bedevî dayanamaz ve:
-“Ey Mü’min’lerin Emîri! Sen de mi ağlıyorsun?” der. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allâh’ım! Bizi de, ana-babamızı da, sevdiklerimizi de, üzerimizde hakları olanları da cehennemden âzâd eyle. Yâ Rabbi! Biz de o bedevînin istediğini istiyoruz, kabûl eyle Allâh’ım…! (آمين)
***************
ZEHİRLEYEN BENDİM
1980’li yıllardı. Kütahya’da, bir akşam vaktiydi. Elindeki kitaptan ders yapan zat “Konuşan Yalnız Hakikattir” başlıklı yazıyı okuyordu. Okurken sıra “…bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helal ettim.” cümlelerine gelmişti.
Koltuğun birisinde yarı dinler, yarı uyur vaziyette duran elli yaşlarında gösteren bir kişi bu cümlelerin okunmasıyla dikkat kesildi. Ders bitince yanındakilere sordu:
—Bu zat hapis yatarken zehirlenmiş midir?
Evet, dediler.
—Afyon Hapishanesi’nde mi yatmıştır?
Evet, dediler.
Bu cevapları alan kişi, üzgün ve mahcup bir vaziyette der ki: “O zatı zehirleyen sağlık memuru bendim.”
Emekli sağlık memuru olan bu kişi, zehirleme olayını bakın nasıl anlattı:
1947–1948 yıllarıydı. Afyon Hapishanesi’nde yatmakta olan bu zat için, görevli kişi, hükümet tabibini çağırmış. Elinde tuttuğu zehirli iğneyi göstererek: Bu iğneyi şu kişiye yapacaksın.” demiş. O da ancak yazılı emirle yapabileceğini söylemiş. Görevli kişi: “O zaman bir memurunu gönder.” demiş. Hükümet tabibi de beni gönderdi. Beni hapishanede karşıladılar. Önce: “Bu doğulu hoca, bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bu kişi devletimiz için çok tehlikelidir. Gizli gizli kitaplar yazarak halkı zehirliyor. Daha neler yapıyor neler. Sen şu iğneyi bu kişiye zerk edeceksin.” dediler. Gizli güçlerin görevlendirdiği bu kişiler, ayak ayaküstüne atarak kahvelerini içerken ben de oraya çağırılan zatın hazırlanmasını bekliyordum. Kendisine iğne yapılacağını anlayan zat dedi ki:
—Ben hasta değilim, benim vücudum iğneyi kaldırmaz, bir haşarat salgını da yoktur. Niçin iğne vurulmak icap ediyor? Yoksa siz iğneyi yapmak mecburiyetinde misiniz?
Evet, dedim. “Bu iğneyi yapmak mecburiyetindeyim.”
“O zaman yap, dedi.
Ağzına kadar zehir dolu olan enjeksiyonun bir miktarı bile insanı öldürmeye yetecekken bana hepsini zerk etmem emredilmişti. Ben iki dizyem yaptım. Bu zat zehirlendiğini çok iyi anlamıştı. Koğuşuna götürüldü. Her an bayılması ve ölmesi bekleniyordu. Bir iki dakika içinde netice alınacaktı.
Gizli komitenin görevli kişileri, birkaç dakikada bir kendilerini arayan telefona cevap veriyorlar: “Hepsini zerk ettik, sonucu bekliyoruz.”
diyorlardı. Koğuşa gidip gelenler, bu zatın acılar içinde kıvrandığını söylüyorlar, fakat öldüğünü bir türlü söylemiyorlardı.
Telefon defalarca çalıyor, görevliler ise hep aynı cevabı tekrarlıyorlardı. Tam bu sırada ezan okunduğunu hatırlıyorum. Dışarı da “Tanrı uludur, Tanrı uludur” sesleri duyulurken içeride “Allahuekber Allahuekber” sedaları yükseliyordu.
Molla Hamid Ağabey (r.a) anlatıyor (Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi)
Van da Nurşin Camii’ndeyken Üstadımız gelen gidenlere vaaz u nasihatlerde bulunurdu. Efendimizin (a.s.m.) ahlakını, sevgi ve şefkatini en çok takip eden oydu. Yanına devamlı gelen âlim, şeyh ve mollalara, millete şefkat ve merhametle muamele etmelerini tavsiye ederdi.
*“Vaaz ve nasihat ederken milleti korkutmayın, ümitlendirin”
derdi.
Hatta bir seferinde kalabalık bir âlim cemaati vardı. Bir mesele konuşuluyordu.
Bediüzzaman, Molla Resul’e hitap ederek:
*“Kardeşim, size günahkâr bir genç teslim edilse, bütün imkân sizin elinizde olsa, ‘Bunu ıslah ve terbiye edin’ denilse, siz ne kadar uğraşsanız genç namaz kılmasa, oruç tutmasa, şer’î kuralları uygulamasa, ne yaparsınız?”*
dedi.
Orada bulunan âlim ve fazıl zatlar:
*“Seyda! Vallahi bu feraizi yerine getirmezse biz önce tehdit ederiz, olmazsa döveriz. Daha da olmazsa o genci hapsederiz. Çünkü şeriat buna izin vermiştir”*
dediler.
Üstad onlara hitaben:
*“Kardeşlerim! İşte burada benim fikirlerimle sizin ki uyuşmuyor”*
dedi.
Orada bulunanlar:
*“Peki, siz ne yapardınız?”*
diye sordular.
Üstad şu cevabı verdi:
*“Ben o gence önce iyilikle söylerim. Sonra, ‘Farzları yaparsan seni hediyeyle taltif ederim’ derim. Yine yapmazsa, bir tarafa çekilip ağlayarak,*
*‘Ya Rab, bu genci yakma, merhamet et!*
*Çünkü ıslah etmek Senin elindedir!’ diye yalvarırım.*
*Sizinki neye benziyor biliyor musunuz? Arkadaşınızla harbe gittiniz. Arkadaşınız kaza eseri düşmana esir düştü. Onu kurtarmaya çalışmayıp ‘İyi oldu, yakalanmasaydı’ demeye benzer. Veya gezmeye çıktınız. Arkadaşınız suya veya bataklığa düştü. Elinden tutup çıkartır mısınız, yoksa bir tekme de siz atıp ‘İyi oldu, düşmeseydin’ mi dersiniz?*
*İşte, mühim olan onu cehennemden ve bataklıktan kurtarmaktır. Kurtaramazsanız, hem dünyası yıkılacak, hem cehenneme yollanacak. İşte bu noktada benimle sizin fikirlerimiz ayrılıyor.”
************
MAYMUN TUZAĞI
Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.
Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır.
Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.
Maymun tatlının kokusunu alır ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken
elini dışarı çıkartması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden bir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir.
Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır.Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.
Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır.
Joseph Golstein
**************
Gönül Hûn Oldu Şevkinden
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlallah.
Ezel Bezmi’nde dinmez bir figândım yâ Rasûlallah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallâh.
Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rû-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâ’sın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.
Erir canlar o gül-bûy-i revân-bahşın nevasından
Güneş titrer, yanar dîdârının bak ihtirasından
Perîşân bir nazâr inler hayâtın müntehasından
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.
Susuz kalsam yanan çöllerde, can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve masseylesem duymam
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.
Boyun büktüm perîşânım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu âteşten, döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlün murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîri
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.
Halkanın yanında Sahabe’den bir kişi de mescidin direğine yaslanmış oturuyor.
Halkada oturan Sahabiler birbirlerine şöyle bir teklifte bulunuyorlar: “Herkes hasebini ve nesebini, soyunu sopunu bize anlatsın.”
Birisi “Tabii” diyor, “Ene min Temîm (Ben Temîm kabilesindeninm); İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan… (Falan Oğlu Falan Oğlu Falan…)”
Diğeri diyor ki: “Ene min Evs; İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan…”
Bir başkası “Ene min Kureyş, eşref-un nas (İnsanların en şereflisi); İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan…”
Direğe yaslanmış olan Sahabi’ye, Selman-ı Farasi’ye dönüyorlar; diyorlar ki: “Yâ Selmân! Ve mâ hasebuke ve mâ nesebuk? (Ey Selman! Senin hasebin ve nesebin nedir?)”
O da diyor ki: “Ene Selmân İbn-ul İslam (Ben İslam Oğlu Selman’ım).”
Sonra gözü dolarak diyor ki: “Ben dalaletteydim, Allah beni Resul-i Ekrem’le hidayete erdirdi. Ben fakirdim, Allah beni Resul-i Ekrem’le zenginleştirdi. Ben köleydim, Allah beni onunla özgürleştirdi. Benim hasebim nesebim, soyum sopum budur.”
Uzaktan Hazret-i Ömer bu sahneye şahit oluyor.
O da yaklaşıyor, “Benim de hasebimi nesebimi öğrenmek istiyor musunuz?” diye soruyor.
“Evet” diyorlar.
“Ben de İslam Oğlu Ömer’im, İslam Oğlu Selman’ın kardeşiyim.”
***************
??… Ben Camii İmamıyım.
Ne kadar inanacaksınız bilemedim ama sır kalsın da istemedim.
✍️… Dün namaz bitti.
İki kişi, iki ayrı köşe de dua ediyor.
Biri ağlıyor, sanki diğeri de gülüyor.
Ama bizim cemaatten değil belli.
?… Dur dedim, bunda bir iş var.
Nasılsa çıkacaklar.
Oturdum bekledim.
Bir şeyler okuyor gibi yapıp onları izledim.
Çok güzel giyimli olan bey sesli ‘’Amin’’ dedi, bütün camii sanki inledi.
Kalkıp yanıma geldi.
“Hocam” dedi. “Bu zarfı al.”
Çocuğum yoğun bakımdaydı, doktorlar birkaç gün ömrü kaldı. Yaşaması zor ama duaya devam edin demişlerdi Şükür ki şimdi evde.
Annesinin dizlerinde.
İki rekat şükür namazı kıldım, adağımı yerine getireyim dedim de. Sen bulursun bir ihtiyaç sahibi, olur değil mi..? diye sordu. “Tamam kardeşim” dedim. Çıktı gitti. Diğer kardeşimiz belli ki sokakları temizleyen birisi. O da kalktı biraz sonra çıkıyor kapıdan ama gözlerinde yaş var. Ben 55 yaşındayım, insanların halini biraz anlarım. Kardeş bak kimse yok gel anlat dedim. Hocam, iki evladım var. Daha dün işe girdim elim biraz dar. Maaşa da çok zaman var. Öğretmen bir şeyler istemiş. Bizim de borç isteyecek kimsemiz yok ki idare edelim maaşa kadar.
İçim daraldı, dua ettim.
Rabbimden bir çıkış kapısı istedim.
Kardeşim bak inanmayacaksın ama az önce çıkan bey bana zarf verdi.
Bunu ihtiyaç sahibi birine iletir misin dedi. Buyur bu senin duanın kabul eseri. Akşama doldur sepeti, sevindir o iki garibi dedim. Zorla kabul ettirdim. Zarfı açmamıştım, kaç para var bakmamıştım. Adamcağız da sevinip çıktı gitti. Sonra oturup şükrettim. Allah’ım dedim. Adak adayanı da, para lâzım olanı da, camiinin hocasını da aynı mekânda buluşturdun Zarfa bile baktırmadın çünkü ben eminim ki sen lazım olacak kadar içine koydurdun. Beni de bu yolda vesile kıldın. Allah’ım sana HAMDOLSUN. (Alıntı)
**************
BEYZA ELBİSE
“Asla,asla!”diye yırtınırdı bu konu açıldıkça.”Yobaz değil uygarım,çağdışı değil,çağdaşım;örtünmeyeceğim işte!…”Bu devirde bohçaya sarılmış gibi giyinemem ben…Yaşadıkça da hep böyle olacağım!”
Oldu da…Yerli yabancı nice moda dergisini merak ve özenle takib ederdi.Seçtiği en çarpıcı,en ilginç,en pervasız kıyafetleri cesaretle ilk giyen olmakla tanınırdı çevrede.
O gün…Evet,o gün aynı konu açıldığı halde ses çıkarmamasına kimse şaşırmıyordu.Asıl hayret”Giymem!”feryadını bekleyen bana düşmeliydi demek.Hiç itiraz etmeden nasıl da örtünmüştü!Hem de hiçbir moda dergisinde rastlıyamıyacağı,hiç de cazib olmayan elini yüzünü açıkta bırakmak şöyle dursun,gözlerini bile kapatan bu yeni elbiseye (kendi tabiriyle-ki,bu defa tam yerindeydi-“bohça”ya) bu beyaz patiskaya sarılmak üzere,yaşlı komşu teyzelere vücudunu ne kadar da uysal teslim edivermişti.
Bu kıyafet yüzünden meşhur iddiasında direnememenin mahcubiyetini duymasına lüzum yoktu aslında.Nasıl olsa hepimiz;”Sözünde durdu doğrusu!”diye düşünüyorduk hüzünle.Hem şimdi bile iddiasından dönmüş sayılmazdı ki…Çünki o”yaşadıkça”giymiyeceğini söylemiyor muydu?”(S.Himmetoğlu)
****************
KUR’ANLA KONUŞAN KADIN
>Abdullah ibni mübarek anlatıyor;
>
> Bir gün hacca gidiyordum,Irak;Suriye topraklarından geçerken
>yalnız
>bir kadına rastladım.Selam verdim;
>
>Selamımı Söz olarak Rahim bir Rab’den selam sözüdür
>onların duyacağı(Yasin:58) ayetiyle aldı
>
>.Buralarda ne yapıyorsun? diye sordum.
>
>Allah kimi yoldan çıkarmışsa,ona yol bulduracak yoktur”(A’raf
>:186)
>ayetini okudu…
>
>.Anladım ki ,yolunu kaybetmiş.Nereye gittiği soruma ;
>
>Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan alıp Mescid-i Aksaya götüren
>Allah’ı
>tesbih ederim(İsra:1) ayetiyle karşılık verdi.
>
>Anladım ki,geçtiğimiz hac mevsiminde haccını
>tamamlamış,kudüse gidiyor.
>
> Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin? dedim.
>
>Tam üç gece (yani üç gündür)(Meryem:10) dedi.
>
>Yiyecek verme teklifinde bulundum.
>
>Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın( Bakara:187)
>ayetini
>okudu.
>
>iyide Ramazan da değiliz dedim.
>
>Kim Allah için nafile bir hayır yaparsa,Allah her hayrın
>karşılığını
>verendir ,her şeyi hakkıyla bilendir(Bakara:158) ayetiyle cevap
>verdi.
>
>Yolculukta oruç açılabilir”dedim.”Ama orucu tutarsanız,bu
>hakkınızda daha
>hayırlıdır(Bakara :184) ayetini okudu.
>
> Niye benim gibi konuşmadığını sordum.
>
>Ağzından tek bir söz bile çıkmasın ki,yanında onu
>gözleyen ve o sözü
>kaydetmeye hazır bir gözcü bulunmamış olsun”(Kaf:18)dedi.
>
>”kimlerdensin?diye sordum.Bu konuda kesin bilgin yok(ailemi söylesem de
>tanımazsın).Sonra göz de kalp de(görmeden,kesin bilgiye
>dayalı olmadan
>verdiğin her hükümden) sorumludur.”(İsra:36)ayetiyle cevap verdi.
>
>Hata ettim,hakkını helal et dedim
>
>.Bugün size kınama yok.Allah sizi bağışlasın(Yusuf
>:92) dedi.
>
>Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.
>
>”Hayır adına ne işlerseniz Allah onu bilir(Bakara:215) ayetiyle
>mukabele
>etti.
>
>Devemi yanına getirdim,binecekken.Mümin erkeklere söyle
>,bakışlarını
>sakınsınlar(Nur:30)ayetini okudu.
>
>Gözlerimi çevirdim;binecekken deve ürküp kaçtı,bu arada elbisesi az
>yırtıldı.
>
>Başınıza musibet olarak ne gelirse,bu bizzat işleyip,onu hak
>etmeniz
>sebebiyledir(şura:30)ayetini mırıldandı.
>
>Sabret,deveyi bağlayayım!dedim.Bu hususta Süleyman’ı
>anlayışlı ve daha
>isabetli davranır kıldık(Enbiya :79)ayetini okuyarak,devemi
>yönlendirme
>konusunda benim daha başarılı olduğumu kasdetti.
>
>Deveye bindi ve Bunu bize baş eğdiren Allah’ı tesbih
>ederim;yoksa bunu biz
>başaramazdık.Ve sonunda şüphesiz Rabbimize
>döneceğiz!”(Zuhruf:13-14)ayetlerini okudu
>
>.”Haydi!” diye deveyi hızlandırdım.
>
>”Yürüyüşünde (ve davranışlarında)vakur ol ve sesini
>yükseltme.seslerin en
>çirkini eşeğin sesidir!”(Lokman :19) mukabelesinde bulundu.
>
>Yürürken şiir okumaya başladım.Kur’an’dan kolayınıza geleni
>okuyun!”(Müzzemmil:20) dedi.
>
>şiir okumak haram değil ki !dedim.
>
>Bu hususu ancak idrak ve basiret sahipleri düşünür anlar! (Bakara :269)
>cevabını verdi.
>
> Bir süre gittik;sonra evli olup olmadığını sordum.
>
>”Ey iman edenler!Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden
>sormayın!”(Maide :101)ayetini okudu.
>
>Derken kafilesine ulaştık ve “kafile içerisinde kimsen var mı?
>dedim
>
>Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür!(Kehf:46) dedi.
>
>Anladım ki ,evladı var.İsimlerini sordum.Allah
>İbrahim’i dost edindi;Allah
>Musa ile konuştu;Ey Yahya ,Kitaba kuvvetle tutun!(Nisa
>:125,164;Meryem:12) Ayetlerini okudu.
>
>.Ey İbrahim,ey Musa ,ey İsa! diye kafileye seslendim.Nur yüzlü
>üç
>genç Buyur!” diye çıkageldi.
>
>Onlara para verip,Bununla içinizden birini şehre yollayın!Yemeklerin
>helal
>ve temiz olanına baksın ve size bir yiyecek getirsin.Dikkatli
>davransın!(Kehf:19) dedi.
>
>Yiyecek gelince bana Geçmiş günlerinizde
>yaptıklarınızın karşılığında
>şimdi afiyetle yiyip için!”(Hakka:24)dedi.
>
> Çocuklara,Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten
>yemem!”dedim.Annemiz”dediler.Ağzından Cenab-ı
>Allahın gazabını çekecek
>yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece
>Kuranla konuşur.
>
> İbni Mübarek,bu hadiseyi Kuran’da her şeyin bulunduğuna delil
>olarak
>anlatırdı.
Diğer adıyla geçersiz akçe, silinmiş para geçerli olmazken, hiç silik insan geçerli bir akçe eder mi?
Paranın siliği gibi, insanın siliği de Allah nezdinde geçersizdir.
Ahirette geçmez.
Herkes kendi tinet, karakter, yapı ve mayası doğrultusunda hareket eder.
Abdullah bin Sebe’ler kendisi gibi olanları seçmektedir.
Maddi yapının bozulmasıyla hastalıklar ortaya çıktığı gibi, manevi yapının bozulmasıyla da, manevi dünyada bozulmalar ve hastalıklar baş gösterir.
Bu da dışa yansır. Hayatı kokutur ve bozar.
Bundan da firavun ve nemrutlar çıkar.
Cennet de cehennem de kendi müşterilerini oluşturmaktadır.
Müşterisine göre…
Dünyada gübreye de, demire de, altın ve elmasa da müşteri çıkmaktadır.
Herkes bu dünyada cennet ve cehennem binasını kurmaktadır.
Ahirette herkes talep ettiğini bulacak ve ona kavuşacaktır.
Buğday eken arpa biçmez, diken eken de pamuk biçmez.
Hiçbir asırda firavun ve nemrutlar eksik olmamıştır.
Ancak asrımızda bu her devlet ve belde de firavuncuklar olarak kendisini göstermiştir.
Son ana kadarda olmaya devam edecektir.
Ancak bunlar kader cihetiyle olumlulukların ve olumlu duyguların ortaya çıkması sebebiyle dolaylı olarak şer de olsa, hikmet ve onların varlıklarına müsaade edilmesi sebebiyle hayırları doğurmaktadır.
Ehli iman için bir gübre olmuştur. Şeytan bir gübredir, duyguların gelişmesi veya duygusuzların ortaya çıkması için…
Allah yakmasın… Hızımız kılsın…
Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.
Kabiliyetler ayrıştırılırken, kaliteler ve kaliteliler de ortaya çıkmaktadır.
Hayatta olan olaylar farklı yapıda olan insanların iç dünyalarını dışarıya çıkarıyor.
Musibetler, savaş, kıtlık gibi durumlar insanların samimiyetini ölçen birer miyar ve değerleri ölçer aletdir.
Şu anda bir kısım esnafın malını stoklayıp ihtikar yapması, toplumdaki boşluktan istifade etmek amacıyla haksız kazanca yönelmesi, aslında kendisine verilen fırsatı lehine değil, aleyhine çevirmekte, gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.
Şu an fırsatçılık yapıp da malını stoklayanlar millete pahalı pahalı satmaya çalışanlar, aslında içlerindeki gerçek karakterlerini, hayvaniyet duygularını açığa çıkartmış oluyorlar.
Hadislerde ihtikar yani stokçuluk yasaklanmış ve de lanetlenmiştir.[1]
Aslında kolay da değil, bu memlekette Allah demek yasaktı.[2]
Zira bu milletin maddi ve manevi başına gelen eğer gündüzün başına gelseydi, gündüzü gece olurdu.
Asırların görüp yaşamadığı zulümler yaşandı.
Onun içindir ki; Allah imhal eder ancak ihmal etmez. Yani bir süre fırsat verip dener, göz ardı etmez.
Altın çıkarsa ne ala, kömür çıkarsa tinetini göstermiş olur.
Nitekim dünyadaki kavgalarda, ayı ile domuzun yaptıkları kavgalar çiçekleri vurdu. Çiçekçileri üzdü. Çiçekler soldu.
Ayı ile domuz tinetlerinin gereğini yaparken, ezilen çiçekler yapması gerekeni yapamadı.
Etrafa çiçeklerin güzel kokuları değil, ayı ve domuzun kokularıyla, çıkardıkları toz toprağın kokusu yayıldı, etrafı sardı.
Bu dünya iş yönüyle ekme, duygular yönüyle de ekilme yeridir.
Ya olup gelişecek ya da sönüp gidecektir.
Zorluklar ve zor durumlar bazen kahramanları çıkarırken, bazen de zalimleri…
Allah bir fırsat vermiştir, o da bir ömür…
Kimler geldi kimler geçti bu felekten/ Kalbur ile un elerken deve geçti bu elekten.
İnsanlık tarihi boyunca nice devler ve nice develer gelip geçmiştir.
Karakter meselesi…
Katranı kaynatsan olur mu şeker, herkes aslına çeker.
İşler aslına döner.
Kurt kurtluğunu, tilki tilkiliğini, ayı ayılığını yapar.
Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır.
Anlat anlat anlamaz, kaynat kaynat kaynamaz.
Kimi rahmetlik olurken, kimi de zahmetlik.
Ne kendi etti rahat, ne halka verdi huzur/ çekip gitti dünyadan dayansın ehli kubur.
Gidiş nasıl?
Hayırlı olsun, hayırla olsun, hayırlılarla olsun, hayırla dolsun.
Hamdım. Piştim. Yandım…
Hayat mutfağında ne olmak ne nasıl olmak istersiniz?
DERS GİBİ….
SAKIN ANLATMA
Velî bir zât devesiyle çölde giderken, yerde susuzluktan kıvranan bir kişiye rast gelir.
Hemen devesinden inerek, susuzluktan ölmek üzere olduğunu söyleyen kişiye, çöl boyunca kendisine yetecek kadar su kırbasını uzatır.
İkram edilen suyu çok yavaş içmesini de “herhalde takatsizlikten yavaş içiyor” veya “birden içerse, rahatsızlık verir” gibi düşüncelerle hayra yorar.
Oysa; suyu içen kişi son yudumundan sonra, sinsice ve çok hızlı bir hareketle velî zâta sert bir omuz atarak, onu yere yuvarlar.
Velî zât neye uğradığını anlayamadan, o kişi deveye binerek oradan uzaklaşmaya başlar.
Devesinin çalındığını, kendisinin de enâyi yerine konulduğunu anlayan velî zât, o hırsızın arkasında şöyle bağırmaya başlar:
-“Heey, bir dakika, beni dinler misin?”
Hırsız durur, geri döner ve gâlip bir eda ile bir kahkaha atar. Veli zât:
-“Evlâdım, tamam, devem ve eşyalarım senin olsun. Fakat senden bir istirhamım var. Ne olur bu olayı, hiç kimseye anlatma!
Tamam mı?…”
Hırsız şaşkınlıkla sorar:
-“Peki, ama niçin?”
“Çünkü, bu olayı duyanlar, çölde susuz ve çaresiz kalmışlara, bir daha hiç yardım etmezler. Neticede de İslâm’ın yardımlaşma düsturu felce uğrar.”
**************
İhtilâlci Savcıya Kefen Göstermek!
Yakın zamanda vefat eden Samsunlu Hamdi Sağlamer, yaşamış olduğu ibret dolu bir hadiseyi şöyle anlatır:
Sene 1964; hadise, Ankara’da Yargıtay’da cereyan etti.
Av. Bekir Berk, ‘Temyiz’de mahkeme var, birlikte gidelim dedi.
Öğretmen kardeşimiz Konya’lı Mustafa Özsoy’la beraberdik. Temyiz’deki duruşmalara avukatlar dışında kimse alınmıyordu. Bekir Ağabey, bana bir çanta verdi, Mustafa’nın eline de bir dosya tutuşturdu. Bizi stajyer ve yardımcı avukat süsüyle mahkeme salonuna aldırttı.
Manzara dehşet vericiydi:
Yuvarlak bir masa etrafında 27 Mayıs Darbesinin karanlık yüzlü adamları çöreklenmişlerdi. O Egesel’ler, Başol’lar hep oradaydı. İhtilalde oynadıkları başarılı(!) rollerine mükâfat olsa gerek, bu makama atanmışlardı.
Bekir Ağabeyi Yassıada’dan tanıyorlardı. Kin ve nefret dolu gözlerle bizi süzüyorlardı, adeta yiyecek gibi bakıyorlardı.
Savcı Egesel, Bekir Ağabeyin moralini bozacak şeyler yapıyordu: Eliyle masaya vuruyor, dinlemez gibi görünüyordu.
Bekir Ağabey, hiç aldırış etmeden 40 dakika savunma yaptı. Elindeki bütün belgeleri sundu ve bunların zapta geçirilmesini istedi. Zapta geçme talebi, Egesel’i iyice kızdırdı. İki eliyle masayı tutup yüksek sesle:
“Kime, neye güveniyorsun Bekir Bey! Neyine güveniyorsun sen!” diye açıkça tehdit etti.
Bekir Ağabey, tehdide pabuç bırakacak adam değildi. Hemen “Ver şunu!” deyip hızla çantayı elimden kaptı. Başka bir evrak çıkarıp gösterecek sandım. Bir de baktım ki, çantasında sürekli taşıdığı kefenini çıkardı. (Adamların gözleri faltaşı gibi açıldı.) Sonra, gür bir sesle:
“Ben Allah’a güveniyorum!” dedi;
Ardından, kefeni fırlattı ve konuşmasına devam etti…
Öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, adeta salon çınlıyordu.
Vallahi yeminle söylüyorum, o anda adamların masaya dayalı ellerine baktım, tirtir titriyorlardı.
O zaman, gerçekten Bekir Ağabeyin arkasında bir kuvve-i maneviye olduğunu, müdafaa esnasında başka bir şahsiyete büründüğünü gördüm ve anladım…
*****************
Anadolu’da bir ilçede müftüydüm. Günlerden cumartesi. Kazanın pazarı da o gün kurulur. Daireler kapalı. Evde oturacağıma müftülüğe gideyim dedim. Daireye vardım, bir çay demledim, camdan dışarı bakıyorum. Bahsettiğim pazar, müftülüğün biraz ilerisinde kurulur. Kimi almaya, kimi satmaya, herkes pazara geliyor. Kalabalık. Müftülüğün karşısında bir bakkal var.
Ben camdan ilçenin cumartesi günlerine mahsus bu hareketli vaziyetini seyrederken, lüks bir otomobil gelip, bakkalın önüne park etti. Bakkal bir hışımla çıktı;
«–Yok arkadaş dükkânın önüne park etme!» dedi.
Zaten ‘pazarın kurulduğu gün’ olduğu için, bakkala giden gelen yok. Bir de dükkanın önü kapanacak diye adamcağız iyice asabîleşti. Arabanın sahibi de haklı;
«–Yahu burada park yasağı mı var? Niye park etmiyormuşum?!.» diye çıkıştı. Baktım gereksiz bir münakaşa çıkacak. Hemen indim, arabanın sahibine;
«–Arkadaş, bugün ilçenin pazarı var. Gelen-giden çok. Bakkal; ‘Belki satış yaparım’ diye dükkânın önü kapansın istemiyor. Burada arabana zarar gelmesin. Müftülüğün bahçesinde müsait park edecek yer var. Ben kapısını açayım, oraya koy.» dedim.
«–Olur…» dedi.
Arabayı park ettikten sonra;
«– Yukarıda çay demledim, tek başıma içiyorum, istersen buyur birlikte içelim» dedim.
«–Olur, içelim.» dedi. Teşekkür etti.
Yukarı çıktık. Bir yandan çaylarımızı içiyor, bir yandan tanışıyor, konuşuyorduk.
O sırada müftülüğün kapısı açıldı. İçeriye elleri titreyen yaşlı bir hanım girdi. Elinde tek sıra dizilmiş bir tabak incir.
«–Oğlum, müftülüğün kapısını açık gördüm de içeri girdim. Kusura bakmayın. Ben bu incirleri bizim bahçeden topladım. Pazara satmaya götürüyorum. Parasını da sana getireceğim bir kız Kur’ân kursu yaptırırsınız diye…»
Bir tabak incir… 1 kilo ya gelir, ya gelmez. Kur’ân kursu yaptırmak için onu getirip hayır olarak müftülüğe verecek…
Duygulandırıcı bir samimiyet, niyet ve arzu…
Ben dondum kaldım. Misafirim de duygulandı. Hanıma dedi ki:
«–Kaça satıyorsun?»
Kadıncağız, mütevekkil;
«–Ne verirseniz?» dedi.
Adam da coştu:
«–Peki, bir Kur’ân kursu yaptırmaya verir misiniz?»
Yâ Rabbî!..
Bir tabak incir ile bir Kur’ân kursu…
Adam bu güzel niyeti gerçekleştirmek için harekete geçti. O kadıncağızın arzusu gerçek oldu…”
Siz ne derseniz deyin, bunun adı samimiyetten başka bir şey değil. Samimiyetle, ihlâsla istersen; Mevlâ’m karşılığını hemen, fazlasıyla verir.
O kadıncağız, istemiş, gönülden arzu etmiş. «Benim ne imkânım var ki?» diye düşünmemiş. «Bir tabak incirden ne olur…» dememiş. Onu toplamış. «Bana gülerler…» dememiş, yola koyulmuş. Bunlar hep bereketin sırları…
-Vehbi Akşit (Kuşadası İlçe Müftüsü)
****************
İMAM-I GÂZÂLÎ ve BATINÎ TÜCCAR
Şelemzar’a Medrese yapımıyla görevlendirilen İmam-ı GAZALİ, medrese inşaatına yardım etmek isteyen BATINÎ bir tüccara şu sözleri söyler:
“Bu altınlarla kurulacak medresede yetişecek müderrisler, ola ki bir gün doğru yoldan sapıp, altın uzatan ellerin işaret ettiği tarafa yönelirler.
Temiz olduğundan emin olmadığımız ellerin işaret ettiği tarafa yönelmek, şiarımıza terstir.
Velhasıl tüccar efendi bizim tanımadığımız bir elden, kaynağını bilmediğimiz bir pınardan cansuyu istemişliğimiz vaki değildir.”
*********************
1897 yılında, OSMANLI, yunan harbi zaferle neticelenmişti.
Dedem Sultan II. ABDÜLHAMİD Han büyük sevinç içindeydi. Harpte yaralananların hepsini İstanbul’a getirtmiş. Bu gazileri, Gümüşsuyu Hastanesi ve yeni yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesine yerleştirmişti. Padişah, yaralıların durumlarını öğrenmek için her gün hastanelere görevliler gönderiyordu.
dedem Sultan ABDÜLHAMİD Han marangozluğa meraklıydı. Yıldız Sarayı’nda bir marangoz atölyesi vardı. Devlet işlerinden yorulduğu zaman dinlenmek için buraya gelirdi. Her biri sanat şaheseri kabul edilen ahşap eşyalar yapardı.
Bir sabah dinlenmek için atölyeye inmişti. Kendisini yardımcısı Mehmed Usta karşıladı.
-Hadi bakalım Mehmed Usta, 150 tane baston ağacı kes..
Usta şaşkınlıkla sordu:
-Ferman Padişahımızındır. Lakin merakımı mazur görün. Bu kadar baston ağacı ne olacak?
-Askerlerim ayaklarından yaralı..
Dedem ABDÜLHAMİD Han ustanın bu hayretini gideren şu cevabı verdi:
-Mehmed Usta, araştırdım. Gazilerimizden, 150 kadarının ayaklarından yaralandıklarını öğrendim. Bunlar iyi olsalar da yürümek için bir asaya muhtaç kalacaklar. Hepsine birer baston yapacağım ve hastaneden çıkıp memleketlerine gidecekleri zaman kendilerine hediye edeceğim.
Mehmed Usta, Sultanın bu ulvi düşüncesine ve insan sevgisine hayran kalarak, hemen işe koyulur.
Kısa zamanda bitirilen bastonları gazilere ulaştırırlar..
*****************
Avustralya’daki kurbağa
Bir dişi hayvanın yavrularını yuttuğunu duysanız, herhalde onun ne kadar vahşi olduğunu düşünürsünüz.
Halbuki Avustralya’da yasayan bir tur kurbağa, yavrularını vahşiliğinden değil, merhametinden yutmaktadır.
“Rheobatrachus silus” adi verilen kurbağanın yumurtadan çıkmak üzere olan yavrularını yutma sebebi, onların emniyetli bir şekilde gelişmesini sağlamaktadır. Acaba anne kurbağanın midesine inen yavrular, mide tarafından hazmedilmeyecek mi?
Elbette hayır.
Çünkü bütün kainatta görülen İlahi rahmet, bu yavruları da ihmal etmeyecektir. Yeni doğan aciz yavrulara anında sut yetiştirerek merhametini gösteren Zat, mideye inen yavruların hazmedilmemesi için de, kurbağanın midesindeki sindirim faaliyetini durdurur. Dişi kurbağanın daha önce midesine doldurduğu gıda maddeleri bağırsağa iletilir ve midenin şekli ile yapısı tamamen değişerek, yavrular için sıcak ve emniyetli bir beşik suretine girer.
Oburluğu ile tanınan bu kurbağanın iştahı, aynı rahmet sahibi tarafından sonra tamamen kesilecek ve kuluçka devresi tamamlanıncaya kadar hayvan tam 2 ay aç kalacaktır. Kuluçkanın ileri safhasında mide büyüyerek akciğere dayanır. Ve onun faaliyetinin durmasına sebep olur.
Ancak İlahi Rahmet burada da imdada yetişir ve akciğerleri devreden çıkan kurbağa, derisi vasıtasıyla nefes almaya baslar.
Yumurtadan çıkan kurbağalar daha sonra yemek borusundan tırmanır ve anne kurbağanın ağzından aşağı atlayarak, gün ışığına çıkarlar.
Mide yavruların tamamen çıkmasından 8 gün sonra normal haline gelir ve vazifesini yerine getiren kurbağa, yiyip içmeye baslar.
Avustralya’nın Adelade Üniversitesi’nden Zoolog Michael J. Tyler ile yardımcısı David Carter tarafından ortaya çıkarılan bu esrarengiz hadise, fizyoloji olarak bilinen ilim dalını alt-üst etmiştir.
İlim adamları ülserin tedavisinde yeni bir ümit olarak gördükleri bu olağanüstü olayın nasıl gerçekleştiğini ve midedeki faaliyetin nasıl durdurulduğunu aramakla meşguller…
ALLAH Resulü (S.A.S) bir gün camiye giderken yolda ezân ile dalga geçen yahudi çocuklarını duydu. Aralarından birinin sesi çok güzeldi ve o ezânı ağzını eğip bükerek söylüyor diğerleri de ona gülüyordu.
Bizler olsak ne yapardık bu durumda ?
Şiddet, hakaret…?
ALLAH rasulü yolunu değiştirerek çocukların olduğu yöne doğru yavaşça ilerledi.
Yanlarına yaklaştı öncelikle elini kaldırarak selam verdi (bu piskolojide benden size zarar gelmez anlamında)
Ve ” Az önce çok güzel bir ses duydum, o sizden mi geldi ? ” diye sordu.
Şu inceliğe bakar mısınız…
Çocuk güzel ses deyince sevindi tabi hemen öne atıldı evet ben söyledim dedi. Efendimiz ona senin sesin ne kadar güzeldir öyle. Seni su mescide götürsem ordaki amcalara da söyler misin dedi. Çocuğun gururu okşanmıştı mutlu oldu söylerim ama ben ezânı bilmiyorum ki dedi.
– Olsun ben öğretirim sana dedi ALLAH rasulü.
Ve o söyledi çocuk tekrarladı bu şekilde ezberledi. Sonra efendimiz elinden tuttu diğer çocuklar ile birlikte mescide gittiler ve Resul yol boyunca onun saçını okşamıştı.
Mescid’te okuyunca oradaki sahabeler de güzel övgülerde bulundu çocuğa. Kendini çok iyi hissetmişti çocuk. Efendimiz çocuğa yaklaşarak senin sesin çok güzel ben seni Mekke’ye göndersem orada Kâbe’ye müezzinlik yapmak ister misin dedi.
Şu insan kazanma sanatına bakar mısınız…
Çocuk farkında bile olmadan müslüman olacak.
Oralarda Kâbe’de müezzinlik herkesin bildiği bir şey, konuşulan bir şey, çocuk da bunu biliyor, büyük bir şey olduğunu biliyor ve çok hoşuna gidiyor bu durum. Kabul ediyor.
Ve yıllar sonra..
Işte bu çocuk Ebu Mahsure…
Sahabeden, Kâbe müezzinlerinden Ebu Mahsure…
Fakat onun diğer müezzinlerden bir farkı var, saçları çok uzun hatta o kadar uzun ki saçlarını sarıp bir keseye koyuyor o şekilde geziyor. Onu gören ve bu olayın mahiyetini bilmeyenler
-Ya Mahsure bir de müezzinsin neden kesmezsin bu saçlarını bu ne hal diyor.
O böyle diyenlere içleniyor ve diyor ki :
—Nasıl keserim ben bu saçları bu saçlara kim dokundu siz biliyor musunuz benden nasıl kesmemi istersiniz” diyor.
Daha ne denir ki…
Bu olay size bir çok dersi bir arada vermiyor mu ?
Bizler kendi çocuklarımıza bile böyle sabırlı böyle anlayışlı olamıyoruz.
******************
Cüneyd-i Bağdadi (K.S.) hz.leri,
Asr sure-i şerifinde geçen;
“Vel Asr İnnel İnsane Lefi Husr.”
“zamana yemin olsun ki insan hüsrandadır”,
ayet-i kerimesinin manasını tefekkür ediyordu.
Pazar yerinden geçerken, buz satan bir adamın sürekli;
“BUZ ALIN!, BUZ VAR!, BUZ ALSANA!”
diye neredeyse insanların kolundan tutup ısrarla buz satmaya çalıştığını gördü.
Satıcıya;
“Neden bu kadar ısrar ediyorsun ki, zorla satılır mı” deyince satıcı;
“Ee ERiYOR !” cevabını verir.?
Bunu duyunca, o anda bayılır.
Ayıldığında yanındakiler ne olduğunu sorunca;
-O adamın buzlarında kendi ömrümü gördüm.
Neden zamana yemin edildiğini ve neden insanın zararda olduğunu şimdi daha iyi anladım ,
Sıcak, adamın maddi sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor.
Saniye saniye,
dakika dakika
ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor musunuz? ???
Ömrümüz buz misali eriyip gidiyor.?
Sattık, sattık.
Satamazsak eriyor.
“Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk’a satmak
ve ona kul olmak ;
ne kadar kârlı bir ticaret,
ne kadar şerefli bir rütbe…”
*************
MUSA ve ÇAKALLAR
Musa Aleyhisselâm, bir gün sürülere zarar veren Çakallar için, ALLAH’ım
bunları ıslah eyle diye dua eder.Sabah kalktığında çakallaların ölmüş olduğunu görür.
YA RABBİ ben bunların ölmesini değil ıslah olmasını istedim deyince CENABI HĀK nida eder:
Çakallarin ıslahı ölümdür Ey Musa buyurur.
Çünkü onların fitratında çakallık var ve masum olanlara zarar verir..
YA RABBI!
Fıtratı çakallaşmış olan hainleri sen usulünce ıslah eyle.
*******************
Tilkinin kuyruğu kayaya sıkışmış ve kurtulmak için, kuyruğunu kesmek zorunda kalmış.
Daha sonra, bir başka tilki onu gördüğünde,
“Kuyruğunu neden kestin” diye sormuş.
Kuyruğu kesik olan,
“Böyle kendimi çok mutlu hissediyorum.Şimdi o kadar mutluyum ki; adeta sevincimden havalara uçuyorum” demiş.
Bunun üzerine, diğer tilki de kuyruğunu kesmiş.
Fakat mutluluk yerine, şiddetli bir acı çekmiş.
Hemen tilkiye gelip,
“Neden bana yalan söyledin? Çok canım acıdı” demiş.
Tilki,
“Eğer acı çektiğini diğer tilkilere söylersen, onlar asla kuyruğunu kesmez ve bizimle dalga geçerler” demiş.
Bu iki tilki, diğer tilkilere, yaşadıkları mutluluğu anlatmışlar.
Böylece tilkilerin çoğu kuyruklarını kesmişler.
Çoğunluk onlara geçince bu seferde kuyruğu olanlarla dalga geçip onlara eziyet etmeye başlamışlar.
İşte böyle; önce toplumu bozup, farklılaştırırız, sonrada toplumu birbirine düşman ederiz.
KISSADAN HİSSE;
BİR TOPLUMDA BOZULMALAR ARTINCA,
BOZUK İNSANLAR, İYİ İNSANLARI AYIPLAR VE DALGA GEÇERLER.
Bizi savaşa çekmeye çalışıyor. Gerekirse NATO ile birlikte.
Muhalefeti desteklemekten ekonomik, darbe ve sokak olaylarına kadar tüm denemeleri yapan ABD, başarmak için en sinsi ve hainane uygulamasını devreye koyacaktır.
En çokta içten vurmayı deneyecektir.
Ali kalkancı, Fadime Şahin ve Müslim tipinde uyuyan hücreleri uyandırarak…
Zemin o kadar kaypak hale getirilmiş ki, bir dengesiz, bir iffetsiz ve bir meczup toplumun dengesini sarsabiliyor.
Gerçi arkasındaki gizli komite organizatör olarak durumu idare ve yönetmektedir.
İHA, Siha gibi gelişmelere ve de Çanakkale köprüsüne karşı çıkanlar kesinlikle Türk milletinin kanını taşımamaktadırlar.
Tıpkı Bediüzzaman’ın şu tesbiti gibi,
” Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ‘
-Şerler, musibetler, olumsuzluklar ehl-i iman için bir gübre mesabesindedir.
Teyakkuza ve tedbire sebeptir.
Rabbim yakmasın.
– Her kavmin mutlaka bir firavunu vardır olmuştur ve olmaktadır. Ancak her Fir’avunun bir Musa’sı vardır. Bu kavmin firavunları o kadar çok ki o kadar çok olan o firavunlara karşı Musa’nın olması gerekli değil mi? O sahaların olması lazım. Bir Musa ile değil, birçok Musa’ların olması lazım. Musa gibi hakikatlerin olması lazım ki bu zulmün karşısında durabilsin. Ringe çıkan rakiplerin en azından birbirlerine aynı sıklette olması lazım ki adaleti ilahi tecelli etsin.
-Mumcu suikastinde CIA izleri.
Mısır’daki operasyon merkezi MİT’in dosyasında.
CIA “ekibinin hedefi bölgede istikrarsızlık ve Türkiye-İran kavgası yaratmak.
İki Hizbullah: Biri iran’ın, biri CIA’nın denetiminde. Yollara dökülen yüzbinlerce insan gericiliği, şeriatı ve Kontrgerilla’yı lanetledi…”[1]
-“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak üzere kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin.
Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” [2]
Rahmetli Menderes bu milletin varlığını, var olduğunu gösterdi. Zincirin ilk halkasını kırdı.
Rahmetli Turgut Özal bu milletin inançlı insanlarını ve halkını toplumla buluşturup kaynaştırdı.
Alternatifleri sundu.
Recep Tayyip Erdoğan ise, bu insanları bürokrasiyle, devletle, resmiyetle tanıştırdı, barıştırdı ve buluşturdu.
Kendini ispat etti.
Diklenmeden, dik durmasını öğrendi.
Ancak Türkiye’yi bölmek isteyenler hiç durmadı.[1]
Yunan Türkolog Prof. Dimitri: “2016’da Amerika Erdoğan’ı öldürüp yerine Meral Akşener’i geçirmek istedi. ABD, Meral Akşener’i destekliyor.”
Meral Akşener 15 Temmuz 2016 öncesi sürekli “Ben Başbakan Olacağım” demişti.[2]
– Yüz sene önce dünyayı kontrol edenler, yüz yıl sonra bugün dünyaya hakim olmaya ve kendi garajına çekmeye çalışıyor.
Yüz yıl önce kan emip öldüren sülükler, bugün besleyip sağıyorlar.
Yüz yıl önce devletlere sahip olmaya çalışanlar, şimdi şahıslara ve her ferde sahip olmaya ve onu kontrol edip kendisine bağlamaya çalışıyor.
Yüz yıl önce maddi olarak kontrol etmeye çalışanlar, bunu sanal ortama taşımaktadırlar.
Aynı zamanda bir patates, bir soğan ve bir yağ ile bu milletin ayağı kaydırılmayadır.
– Paslanmış kalpler. Paslanmış zihinler.
Paslanmış ruhlar.
Bu milletin bir kısmının yağa ihtiyacı var. O da çok yağa.
Zira bu kadar pas tutmuş duyguları ancak bu kadar yağ paklar.
Bizim Yûnus şöyle der;
“Bir avuç toprak, biraz da suyum ben,
Neyimle övüneyim, işte buyum ben.”
-Bu millet 1400 senedir hatta insanlık tarihi boyunca ve milletler genelde hep içten yıkılmışlardır.
Baltanın sapı, ağacın içindeki kurt ve özellikle fitne ateşi körüklenmek suretiyle birbirlerine kırdırılmıştır.
Her dönemde uygulanmış ve netice alınmıştır.
Tıpkı Suriye ve islam dünyasının hali gibi…
Tıpkı 15 Temmuzdaki gibi, asıl mesele işgalle beraber sonrası idi.
Dışardan zincirlenmesi zor olan bu milletin, birbirine vurdurulması yani iç savaş hedeflenmişti.
“(Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Evet, Allah en iyi tuzak bozucudur.”[3]
*************
Çanakkale de genç ve yetişmiş bir nesil gitti.
Cumhuriyetin kuruluşunda yeni bir nesil oluşturmak için nice nesiller gitti.
Darbelerle nesiller geriye götürüldü.
68- kuşağı ile sol bir gençlik oluşturulmaya çalışıldı.
70- de beş bin genç teröre kurban verildi.
80- de aç kurt gibi batının sefahet bataklığına gençlik itildi.
90- da ekilen terör tohumları zakkum gibi meyvesini verdi. Toplum zehirlenmeye başlandı.
Avrupa ülkeleri bu terörü ve teröristleri besledi.[4]
97- de yani 28 Şubat’ta yeşerecek fidanların köküne kezzap döküldü. Toplumun Kur’an’ı Kerim ile bağlantısı koparılmaya çalışıldı.
2000 yılında madden ve manen sıfırlanmaya çalışıldı.
2002 yılında ayağa kalkıp, dikine durmaya çalışılan toplumun beline çöküldü, kamburlaştırılmaya çalışıldı.
Darbe teşebbüsleri ile önüne setler çekildi.
15 Temmuz 2016- da işgal, ifsat ve darbe ile yarım asırlık aldatılmış ve kandırılmış bir nesil heder edildi.
Kısır olup genç nesli olmayan batı ve haçlı bu milletin birkaç asırlık genç nesillerini bitirdiler.
Hala oyuna devam etmekteler.
Akrebin kıskacında yetişemeden yok edilen nesiller, birer gelecek idiler.
Evet;Çanakkale imanın ve imanlının küfre ve küfranı dağıtıp savunanlara tarih boyunca hiç unutamıyacakları bir tokat,bir şamardır. Osmanlı şamarı…
Kur’an-ı Kerim-de cihad,Allah yolunda savaşmak ile ilgili olarak yüzden fazla ayete rastlamaktayız.
Savaşların diyalog için olduğunu söyleyen Dr. M. Daryal şöyle der:”Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra müşriklerle aralarındaki diyalog kesildi. Çünkü gelen vahiy artık Medine’ye geliyor,Mekke vahiyden mahrum kalıyordu. Bu sebeble Mekke’liler bundan sonra nasıl müslüman olacaklardı veya müslümanlarla müşrikler arasındaki diyalog nasıl devam edecekti? Bence müslümanlarla müşrikler arasındaki diyalog ancak Medine’ye hicretten sonra harblerle sağlanmıştır.”
Sırtlanların Çanakkale’ye saldırısından bir hafta sonra,Başkumandan vekili Enver Paşa’nın daveti üzerine Osmanlı başkentinde bulunan Amerikan büyük elçisi yahudi Morgenthau hatıralarını hayret ve dehşetle anlatarak:”Topların çoğu 1895 modeli Alman ve Fransız silahları idi. Oysa,denizden ve havadan bombar-duman edilmişti bu topraklar. Peki,nasıl olmuştu da,İngiliz ve fransız amiralleri bu istihkamları yok edememişlerdi?
İngiliz ve fransızların boşa ateş ettiklerini yani Türklerin toprağa soba borularını yerleştirip onları ateşlediklerinden ingiliz ve fransızları yanıltmadan dolayı boşa ateş edildiğini ve dünyanın en güçlü armadasında sulara gömülerek,kaçırtmayı Türk ordusunun kahramanlığını ifade ediyordu…
-Fahrettin Altay;Çanakkale de Arı burnuna Atatürk’ten önce 2.3 alayın düşmanı durdurmak üzere gidip durdurduğunu,Atatürkün ise ondan sonra gecikmeyle düşmanın Conk bayırında tesadüf edip geri püskürttüğünü,belirtmektedir.
Ve Altay devamla:”Atatürk’ün kendi komutanı olan 3. kolordu komutanı Esad Paşanın yanına gidiyor. Esad Paşa,Atatürk’e neden geldiğini,neden geri döndüğünü sorunca oda;”Düşmanın büyük kuvvetlerinin Kaba tepe kumsalına çıkmaya başladığını haber aldığını”belirtir. Esad Paşa,bir yanlışlık olduğunu,düşmanın bu bölgeye çıkmadığını belirtir. Gerçek de Esad Paşanın belirttiği gibi olmuştur. Atatürk,yanlış rapora kanıyor. Bir subay merkez tepeyi kumsal tepe zannetmiş. M. Kemal cepheye gidince merkez tepeye düşmanın çıktığını görüyor. Elindeki 72. alayla saldırıya geçiyor. Başarılı olamıyor,geri çekiliyor.
Mikusch,yazdığı eserinde Atatürk’ün düşmanın çıkacağı yerleri bilmeyip,askeri tatbikata çıkardığında bir askerin,ingilizlerin geldiğini söylemesi üzerine M. Kemal kurmay başkanına;”Savaş cephanesi var mı?”diye sorar oda;”var” demesi üzerine;”Haydi öyleyse”karşılığında bulunur.
Atatürk’ün Çanakkale’de emir aldığı Esad Paşa uzun boylu hatıralarındaki açıklamalarını özetle şöyle belirtmektedir:”İngilizlerin Arı burnu ve Seddül bahire karşı kat’i surette çıkarma yapmaya karar verdikleri anlaşılmış olduğundan, (Atatürk’ün tümeni olan 19. tümene) 11. tümenden 33. alay ile Anadolu yakasındaki 64. alay,Arı burnuna sevk edilerek 19. tümen kumandanının emrine verilmiştir.” Ve;”19,tümen ise,kendisinden umduğum kahramanlığı bu defa gösteremedi ve bir adım ilerlemedi.”der.
-F. Altay:” 19 Mayıs başarısızlığından sonra M. Kemal,in emrindeki kuvvetlerin bir kısmı elinden alınıyor.”
Esad Paşa hatıralarında:”M. Kemalin 29 Haziran günü saat 21.00’de düşmana şiddetli bir gece taarruzu yapmaya teşebbüs etti ise de başarısız”oldu demektedir.
Aynı hatanın;”Anafartalar savaşı”nda da olduğunu söyleyen Esad Paşanın bu ifadeleriyle beraber askerlerimizin gayretleriyle ve o kadar imkansızlıklar içerisinde azmimiz bizi ayakta durdurmuştur.
Mehmetçik Çanakkale’nin geçilmezliğini zulümle değil,kahramanlıkla,adaletle göstermiştir.
Yani Moorehead’ında belirttiği gibi;”Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri,kendilerine dağıtılan gaz ve maskelerini kullanmayı reddediyorlardı. Bunun sebebi sorulduğunda,şöyle cevap veriyorlardı:”Türkler gaz kullanmazlar. Onlar temiz,mert savaşçılardır.”
Ancak İngiliz,yani Çörçil şöyle düşünmüyor ve zehirli zehirini savurmayı emrediyor. Ancak kader müsaade etmiyordu. Zira rüzgar geçici de olsa karadan denize esiyordu.
-Çanakkale İngiliz ve tebaaları (Avustralya,yeni Zelanda,Kanada,Yunanistan,Hindistan) toplam dört yüz bin askerle,fransanın 80 bin,toplam 500 bine yakın askerleriyle,denizde yüzdürdükleri batan dağlarına karşı,batmayan kalelerin mücadelesinde;bir defa daha iman küfre meydan okumuştu.
Nusret gemisinin döşediği mayınların belirlediği sonuç ile,ilâhi nusretin desteği birleşmiş;gerçek nusret ve zafer tecelli etmişti.
Ve ilahi Nusret Seyyid Çavuş eliyle de tecelli ediyordu. Zira Muhammed oğlu Seyyid 215 okkalık yani 276 kiloluk mermiyi beş basamak sırtında taşıyıp topun ağzına yerleştirerek Allah’ın adı ve izniyle son kurşun,son koz ve imkan idi.Savaşın sonunu belirleyecek son an idi ve öyle oldu. İngiliz zırhlı gemisi Ocean bacasından giren bu mermi ile,zırhlı bir yandan batarken,bir yandan da şaşkına dönen ingiliz ve fransızlar şaşkınlığı kaçmakla teskin ediyorlardı.
Düşmanı şaşırtan olay ise;Kimle çarpıştıklarının,karşılarındakinin görünenler mi,yoksa görünmeyenler mi? olduğunun bilinememe ve çözülememesinde saklı idi.
Vehbi Vakkasoğlu bir Çanakkale ilgili hatırada:” Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in ‘Yetiş ya Muhammed; kitabın gidiyor!’ feryadı Medine-i Münevvere’ye öyle bir ulaşmış ki Efendimiz’in geldiğini, ilahi yardımların yağmur gibi Mehmetçikler’in üzerine yağdığını idrak edememek mümkün değil. Rivayet o ki; 1915’de Hindistan’dan Peygamber sevgilisi bir zat, bölgedeki savaşa aldırmaz ve doğruca Medine’ye gider. Ama gider görür ki; Peygamber’in ruhaniyeti orada değildir. Ağlayıp sızlanır. Türbedarın kapısında bekleyen yaşlı bir adam, yolcuya üzülür. O gece rüyasında Peygamber’i görür. Ona der ki, “Hindistan’dan gelen ümmetime söyle. Ona görünmemem, adımı taşıyan asker evlatlarım Çanakkale’de zor durumda; onları yardım için orada bulunuyorum.”
Binlerce yıldır bizi tanıyan düşman,başta ingiliz ve fransız;Çanakkale’de daha iyi tanımış oldu.
Çanakkale ordumuzun tarihi seyrinde tüm imkansızlıklar ve –bitti- denilen noktada yeniden sünbüllenebildiğimizin ifadesi olarak görünmemizi göstermiştir.
Ve hırsla dolu olan düşman;ne kadar büyük olursa olsun,manen,ruhen ve içinin boş olmasından dolayı yıkılabileceğini bir defa daha görmüş,görünmüş ve de tüm dünya ve tarih isbatlayarak göstermiştir.
Bizim için vatanın en küçük bir ferdi,düşmanın en büyük fertlerinden ve komutanlarından daha büyüktür.
Binaenaleyh;bu savaş bizim için bir “Yedek Subay” savaşı olmuştu.
Yılların emeği gelecek nesillere müstakbel yemeği hazırlamış,düşmana bu yemeği ve nimetleri zehir etmişti.
Ve yıllardır,belki de asırlardır o zehirin etkisiyle kıvranmış ve de kıvranacaklardır.
Güçler,diğer ifadeyle sıkletler eşit olmamasına rağmen bizler 253 bin şehid vermiş,düşman ise;252 bin ölüsünü bırakarak kaçmıştı…
Çünkü bizimkiler ölüme gülerek,düğüne koşar gibi giderken,düşman ölmemeye ve ölmemek için gidiyordu. Fark gayet net ve açık…
Çanakkale kilit noktası olduğundan çok önemliydi. Çünkü o şifre çözülürse,her şey çorap söküğü gibi sökülecekti.
İngiltere başbakanı Çörçil’in dediği gibi;bunun çözülememesi,birinci dünya savaşının iki sene daha uzamasına sebeb olmuştur.
Bu Müslüman Türklere bu ruh,dinin bağlayıcı,kopma ve dağılmadan koruyucu esasından kaynaklanmaktaydı.
Yani;1. dünya harbinde tüm Müslümanları bir fetva cihada çağırmaya yetiyordu.
-Bu arada ingiliz siyaseti ve ingiliz kini de,kinini kusmaktaydı.
Yani Anzakları da kendi hilelerine alet etmekteydiler. İşte bakınız;bir Anzak asker;”Bir gün çok susamıştım,su içmek için dereye indim. Bir Türk subaya başımda bir anda beliriverdi. Ödüm koptu. Fakat susuzluktan oraya geldiğimi anlayınca;”Haydı iç ve çekil,git buradan”dedi,bana dokunmadı.”
Bir diğer anzak da:”Biz kaçarken ayaklarımıza çaput bağlıyorduk. Çünkü Türk askerinin ölüsüne (şehitlere) ayakkabımızla basarız da uyanırlar diye korkuyorduk.”
İki anzak,İngilizlerle Çanakkale’ye gidecek olan iki tümen anzak askerini,200 kişilik süvari birliğine karşı koyarak geciktirmeyi başardılar.
Peki neden savaşa gidip,İngilizlere katıldıklarına gelince;bir çok sebeble beraber,-Halifeyi kurtarma- bahanesi onları sevk eden önemli faktörlerden idi.
Nitekim bunu teyiden Nezih Uzel’in konu ile ilgili yazısında:”Haydar paşa İngiliz mezarlığında,tesbit edilen 31 müteveffayı sıralarken bunların bir kısmı –isimsiz- büyük bir kısmı ise İslami isimlerdir.
Madalyonun diğer yüzü,işin gerçek mahiyetini ortaya koyuyor olsa gerek…
-Asıl işin esas ve hakikatı bu hadiseleri yaşayanlardan ve canlı şahitlerinden dinlemektedir. Binlerce canlı şahid,aynı zamanda olmuşken şehid ve de gazileri,bunları konuşturmak,dinlemek ve de tekrar yaşattırmak…
-Olayın şahidi Alman Mareşal Liman Von Sanders,şahit olduğu olayları şöyle anlatıyor:” Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkansızdır. çelikten,manevi kudretten,vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sualin cevabı,işte bu gösterişsiz,mütevekkil ve sessiz Anadolu çocuğunun kendisiydi.
Saadet,Türklerle beraber aynı safta dövüşmektir. Bu şerefi ömrümün sonuna kadar taşıyacağım.”diyordu.
Bedrin arslanları gibi Çanakkale’nin arslanlarına kimler yardıma koşmuyordu ki…
Askere denilir:”Derler ki muharebede bizim askerlerin gözüne yeşil sarıklı askerler görünürmüş;siz de gördünüz mü onlardan?
-Hayır Efendim,biz görmedik. Yalnız kuşlar vardı.Yeşil yeşil. Ateşin arasından geçerlerdi. Sonra zeytin ağaçlarına konarlardı. Başka bir şey görmedik. İşte o zeytin ağaçlarını kurşun,gülle kırmış,yıkmış,dalını budağını karıştırmış. O yeşil kuşlar oraya konarlardı. Kurşun murşun,Allah tarafından,onlara dokunmuyordu.”
Yahya çavuşun 11 arkadaşıyla,3000 düşman askerini yok ettiği siper. Ve düşmanın gemiyle çıkartma yapıp,kan gölüne döndüğü kıyı. Çanakkale zafer abidesi…
Bir kahraman takım ve Yahya çavuştular
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular
Düşman tümen tümen sanırdı bu şahane erleri
Allah’ı arzu ettiler,akşama kavuştular…
Evet,Çanakkale geçilmez. Doğru,geçilmez. Çünkü karşılarında duran Kim? Bilen kim? Kim biliyor? Melek mi? Cin mi? İns- mi? Dünyalıklar mı? Başka yurtların,ülkelerin mahlukları mı? Düşman;”Meçhul orduyla” savaşıyor. Meçhule kurşun sıkıyor,bombar duman yapıyor. Asker meçhul.. anıt meçhul.. Aman Allahım! Biz asırlarca meçhul askerler tarafından korunmuşuz da haberimiz yokmuş! Demek biz yalnız değilmişiz! Kimmiş bu meçhuller???
Çanakkale geçilmez. Çünki Stalin’in ilk hedefi Çanakkale boğazını ele geçirmek idi.
Eğer gayb perdesi açılsaydı,savaşın tüm safhalarının harikalarla dolu olduğu daha zahir ve net görülecekti.
Nitekim:”Batan düşman gemisinden ayağı yaralı yüzerek sahile çıkmaya çalışan düşman subayı,karşısına çıkan Türk neferinin kendisine yaptığını özetle şöyle anlatıyordu:”Türk askeri yanıma yaklaştı,yere diz çöktü,cebinden çıkardığı sargı bezi ile yaramı sardı,kaputunu çıkardı,titreyen ıslak vücuduma sardı. Mermi yağmuru altında koluma girdi. Yavaş yavaş geriye doğru yürüdük. Türkler siperlerinde bana sıcak çay ikram ettiler. Kendime geldim.”
Evet,bu ne ilk idi,ne de sondu ve nede son olacaktı. Nitekim bataryayı ateşe tutan ve sonunda tayyarenin düşmesiyle denize atlayan tayyarecileri mıntıka kumandanı süvari kaymakamı Mahmud beyin emriyle kurtaran erimizin bu hareketi,birinin ölüp ancak diğerinin kurtarılmasına karşı ingiliz şunu diyordu:”Türkleri şöyle cesurdurlar,böyle ali cenaptırlar diye kitaplarda okudum. Bu defa da cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu derece fedakarlıklarını bilemezdim. Bu derecesini bir ingiliz bile yapamaz.”der.
-22 kişilik Yeni Zelandalılarla üçü adresini ve isimlerini de vererek anlatmaktadırlar ki;267 kişilik ingiliz taburu tırmandıkları tepede bir bulut tarafından yutuluyor.
Hatta ingilizler yurdumuzu işgal ettiklerinde 267 kişinin iadesini istemişlerdir.
Osmanlılar ise böyle esir almadıklarını söylemişlerdir.
-İ. E. Şumnu’nun eniştesi Gazi Zeynel hatırasında,yaralanıp baygın düşüyor,uyandığında tepede yalnız,açlık hissediyor. O anda; beyaz sakallı,nurani biri belirip,heybesinden çıkardığı somunu vererek –iyileşeceksin evlat-diyerek,kayboluyor.”
-3.Kasım-1710’da istişare amacıyla İstanbula çağrılan Kırım hanı Devlet Giray’ın Rusya’nın sulh istemeyeceğini (gerek onların,gerekse de tüm batı alemi de dahil):”Bu kafirin kasdı İstanbuldur. Bu caniblere yürümesine şek-ü şüpheniz kalmasın.”diyerek,gerçek niyetlerini net[23] olarak ifade etmiştir.
Çanakkale de bu hainane niyet yatmaktadır.
Ya Rusya bizim boğazımızı sıkıp,canımıza okuma yoluna gidecek veya başkalarını üzerimize gönderecektir.
Ya da;bizler sürekli askeri,siyasi ve ekonomik yönden hazır olacağız. Savaş için değil,kendimizi savunma,müdafaa ve caydırmak için…
Çünkü biz boğazları boğazımızda tutmakla,kendisi için nefes borusu olan gerek Çanakkale,gerekse de İstanbul boğazlarına Rusya sürekli el atma yoluna giderken,İngiliz ve fransız da gözü gibi gördüğü bu yerlerden gözünü esirgememektedir.
Bedelsiz hiçbir şey olmuyor. İşte bir bedel:
“Çanakkale alay karargahında bulunan Muzaffer,vazifeli olarak İstanbul’a gönderilir. Malzeme temin edecektir. Gereken para ise,İstanbul’daki erkan-ı harbten istenecektir.
Muzaffer,malzemeleri ve yedek parçaları bulur. Fakat idarede para yoktur.Çanakkale’ye,yani cepheye bu malzemelerin ne kadar elzem olduğunu bilen Muzaffer,acılar içinde kıvranır. Dolaşır,dolaşır ve aklına gelen bir fikirle tüccara geri dönerek der ki:
“Resmi muamele akşam üstü bitecek. Vapur yarın öğleden evvel Çanakkale’ye kalkıyor. Onun için sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır ediniz.” Sonra durur ilave eder:”Altın para vermiyorlar. Kağıt para verecekler.”
Sabah ezan vakti,Muzaffer resmi araç ve eratla gelir. Bir”Yüzlük kaime”verir ve acele Sirkeci İskelesine yetişilir.
O gün, piyasa açılınca elindeki”Yüzlük kaime”yi Osmanlı bankasına götüren yahudi tüccar,şu cevabı alır: Sahtedir.
Mesele şudur:Muzaffer,o devir kağıt paralarının kağıdından temin etmiştir. Çini mürekkeb ve boya ile bütün gece uğraşarak ayırt edilmeyecek kadar güzel bir taklid para yapmıştır.
Muzaffer,sadece şu farkı bilerek meydana getirmiştir: Eskiden paraların üzerinde”Bedeli dersaâdette altun olarak tevsiye olunacaktır.” Yani,”Bedeli İstanbul’da altun olarak vardır.”yazısı bulunur.
Muzaffer ise,kendi imalatı olan paraya şöyle yazar:”Bedeli Çanakkale’de altun olarak tesviye olunacaktır.”
Para,daha sonra Şehzade Abdulhalim Efendi tarafından satın alınarak İstanbul Emniyeti’ne teslim edilir. Halen müzededir.
Mehmed Muzaffer ise,yirmi yaşında iken katıldığı ikinci cephe olan Gazze’de şehid olur. Tarih 07-3-1917’dir.
Fatihalar onun içindir.”
-Mehmet Geçcan’ın:”Çanakkale savaşlarından menkıbeler”adlı kitabında da belirttiği üzere:”14-15 yaşlarında,Eceabat köyünden Zeynel isminde bir çocuk,ihtiyar bir ninenin,oğlum Zeynel,Maydos’a git de,biraz aş getir yiyelim.”demesi üzerine Zeynel gider. Bir de ne görsün;mutfakta kazanlar kaynıyor. Ancak aş kazanlarının başında yaşlıca ihtiyar kişiler oturmuş. Kazanın altına uzattıkları parmak uçlarından alevler fışkırıyor. Kazanlar da fokur fokur kaynıyor. Yemek piştikten sonra aşçı başı kazanların başında:”Bârekallah ve berekâtı kelâmullah”duasının bereketiyle millet doyuyor,kaplarındaki bitiyor. Ancak karavanalar dop dolu.
Zeynel bu durumun,üzerinde icra ettiği tesirden yanlarında kalmayı istiyor,ancak kabul edilmiyor.
Bu Zeynel daha sonra çavuş olarak istiklal savaşına katılıyor.
-18-Mart-1915 günü;her zaman olduğu gibi yine imanın tekniğe,mananın maddeye,hakkın batıla,imanın küfre;düğüne gidercesine ölümün yüzüne gülüp,ölüme gidenlerle,ölümden ve ölmekten kaçanların buluştuğu muhteşem bir gündür.
Düşman kumandanlarını hayrette bırakan manzaralar. Yer gök ölü püskürdüğü halde gelişmeler sadece santim santim. Çanakkale geçilmemekte. Zira Mehmetçik et ve kemiğinden duvar örmüş,kanını da harç yapmış. İlahi terkibli bir kale…
-Çanakkale gazilerinden Mülazım Halit Üngör’ün ifadesi üzere:”Siperde iken düşman tarafından bir asker sıçraya sıçraya bize doğru geliyordu. Eratlar ateş ettiği halde vurulmuyordu. Anlaşılan bomba atma mesafesine girince el bombası atacaktı. Nişan aldım ve vurdum. Sürüne sürüne yanına gidip üstünü aradığımda üzerinden bir Kur’an çıktı. Müslüman olduğunu anlamıştım. Ah bu sömürgeci ingilizler,fransızlar… Bu Kur’an Çanakkale abide altı müzesine tarafımdan hediye edilmiştir. Yıl ise 15-Nisan-1915 idi.
(Devamla);22-Haziran-1915 saat 10’da tel örgüleri önünde yaptığımız bir hücum esnasında yaralandım. Mitralyöz kurşunu ile olduğunu zannederim. Kurşun,omuzumda asılı çantayı delerek geçti. Bu çanta ve kanlı gömleğimi bir hatıra olmak üzere sakladım.”der.
-Çanakkale askeri bedrin arslanlarını hatırlattığı gibi,bir cihetle Yavuz’un askerlerini de hatırlatmaktadır: İşte bir Çanakkale şehidi olan Hasan Etem’in 17-Nisan-1915’de annesine yazdığı uzun mektubun bir bölümü:
İşte bu geçen dakikalar anında,hizmet eri!
-Efendim,çayınız,buyurunuz içiniz,dedi.
-Pekala,dedim. Aldım baktım,sütlü çay…
-Mustafa bu sütü nereden aldın?dedim.
-Efendim,şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet,dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım. Bağlardan üzüm alıp,asmalarının altına Yavuz’un askerleri de parasını koymuştu. Ruh aynı ruh…
-Başta ingiliz olmak üzere dünya devletlerinin harb sahasında –her ne kadar imkansızlıklar söz konusu olsa da- bizlerden almaları gereken çok ders ve ibretler vardır.
İşte hatıralar, Mehmet Niyazi-Çanakkale Mahşeri-kitabından:”Şerifali Arslan-Çan/Mallı Köyü: “Seddülbahir’de Şeytandere’ye geldik. Bulunduğumuz yer açıklık. Gavur bir nefer görse yağdırıyor mermiyi, kavuruyor ortalığı kafir. İkindi sıralarıydı. El Turan Tabyası’ndan yürüdü asker. Biz ateşe davrandık. Ermeni vardı aramızda. O da asker, postalık yapıyordu. Ermeni posta bağırıyor; “Atmayın, bizim askerler” diye. Ateşi kestik. Bir takım asker kalmış koca 26. Alay’dan. 26. Alay’ı karıştırıvermiş daneyle (bomba) kafir. 26. Alay’ın yerini aldık 25. Alay olarak. Bir de Seyyar Jandarma Alayı vardı. Onlar da bizlerle beraber eridiler gittiler. Orada bir burunda kaldık bir akşam üzeri. Üzerimize çeviriverdi makinalı tüfeği düşman. 3 kişi kaldık koca takımdan.”
– Mehmet Yavaş, Çan-Göle Köyü: “16 yılda geldim köyüme. Balkan’a, Rus’a gittim. Çanakkale’de çarpıştım. Sabaha karşı bir vapur geldi Seddülbahir önüne. Geminin etrafı fırdolayı kayık. Manga kolunda kayıklar siperlere doğru geliyorlar. Tüfeklerin mesafesine girince, ateşe başladık. Öğleye kadar kayık kırdık orada. Ne kayığı bitti, ne askeri bitti kafirin. Denizin üzeri hep gemiydi. Gavurun zırhlısı çoktu. Atılan mermiler üzerimizden geçip gerilerimize düşüyor. Sonra Eşek Adaları tarafından ateş açtılar üzerimize, 26. Alay’ı toprağa gömüverdiler. Biz 25 kişi bir sıçanyolu bulup çıktık. Bir baktık Seddülbahir önlerindeyiz. Gökyüzünde bir mermi patlıyor. Lapır lapır dolu gibi kurşun yağıyor üzerimize. Bir binbaşı bizi orada bir derenin içine götürdü. “Arkadaşlar vatan elden gidiyor, namus gidiyor, ırz gidiyor” diye konuştu. Binbaşıyla 26 kişi olmuştuk. Soğandere’de hücuma kalktık. Denizden gavurun makinalı tüfek ateşi geliyordu. Biz ateş ediyoruz. Gavur da askerini kılıçla döve döve üzerimize yürütüyor. Ama askeri yürümüyor gavurun. Yatsıya kadar ateş yaptık. Soğandere’de belimden ve bacağımdan yaralandım.
“Çanakkale içinde bir dolu sandık
Alayların içinde dört asker kaldık
Çanakkale içinde bir top kestane
Kalan gazilere çalı dibi hastane.”
Gavur kaçtıktan sonra bir kısmımız Mekke tarafına gitti. Bizim alay Rus’a gitti. Ruslar’la ve Ermeniler’le harp ettik. Cenk için dolaştık dünyayı şöyle bir çevirdik. Hamdolsun.”
– Mehmet Öztürk, Biga – Gürçeşme Köyü: “10 senede geldim askerden. İlkin Çanakkale’de girdim savaşa. Çanakkale’de topçu ayırdılar beni. 5. Bölük’e düştüm. Üç gün sonra geçirdiler bizi karşı yakaya. Arıburnu tarafına.. Üç ay ateş ettik düşmana. Ne Boğaz’dan geçebildi, ne karadan. Geri gitti. Biz Ali İhsan Paşa cephesindeyiz. Seferberlikte 80 kişi gitti bizim köyden. Ben Arabistan’a gittiğim için geç geldim köye. Çanakkale’de kırıldı bizim bu köyden gidenlerin çoğu, birkaç kişi ancak gelmişler. Onlar da ya kolu yok… Ya bacağı.”
– Ali Demirel, Biga-Gündoğdu Bucağı: “Köyden bir çıktım 8 senede geldim. Arıburnu Cephesi’nde 27. Alay’daydım. Alayın o meşhur aynalı tüfeklerini ben yapardım. Düşmanın çıktığı sabah, 1 ve 3. Taburlar Maydos (Eceabat)’taydılar. Biz yalnız İkinci Tabur vardık Arıburnu’nda. Arkadan 1. ve 3. Taburlar da yetiştiler. Gavur bizim üzerimize çıktı. Bütün alayca hücum ettik düşmana. Bizim bölükte bütün subaylar vuruldu. Lapsekili Eyüp Sabri kaldı bölüğün başında, başçavuştu.. Düşman mevzileri bize çok yakındılar. Bomba atarlardı bizim mevzilerimize. Düşman kaçarken, tünel kazıp içine dinamit doldurmuş. Patlatınca bizden bir bölük gitti. Kimse kurtulamadı. Toprak minare gibi havaya çıktı. Düşman mevzilerine yaptığımız bir hücumdan, bir aynalı tüfek ele geçirmiştik. Tüfeğe baka baka bizim tüfeklere ayna siper yaptım. Kafanı çıkarmadan aynalara bakıp düşmanı görürdün. Gavur üzerimize çıkınca hücum ettik. O ara ateşe tuttu bizi kafir. Kalçalarımdan yaralandım. Üç ay yattım. Sonra mevzilere döndüm.”
BİR YOLCUYA
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda, Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele, Son vatan parçası geçerken ele,
Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin, Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin, Hürriyet zevkini tattığı yerdir.( NECMETTİN HALİL ONAN)
ŞEHİTLER ABİDESİ İÇİN
Gökkubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu toprak için can veren erler.
Hakk’ın bu veli kulları taş türbeye girmez,
Gufrana bürünmüş, yalınız Fatiha bekler.
ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE
Şu boğaz harbi nedir? Var mı dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tahaşşüd ki,ufuklar kapalı!
Nerde,gösterdiği vahşetle,bu bir Avrupalı
Dedirir,yırtıcı,his yoksulu,sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş,açılıp mahpesi,yahut kafesi.
Eski dünya yeni dünya,bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi,hakikat mahşer,
Yedi iklim-i cihanın duruyor karşısında,
Avustralya’yla beraber bakıyorum Kanada
Çehreler başka,lisanlar,deriler rengâ renk
Sade bir hadise var ortada,vahşetler denk.
Kimi hindu,kimi yamyam,kimi bilmem ne bela,
Hani,tauna da züldür bu rezil istila.
Ah o yirminci asır yok mu? O mahluku asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil.
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına,
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına
Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz,
Medeniyet denilen kahpe,hakikat yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müekkel esbab,
Öyle müthiş ki,eder her biri bir mülkü harab…
**********
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın
hercü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab
Seni ancak ebediyetler eder istiâb.
——-
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem:
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi,akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
——–
Sen ki,son ehli salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki,İslâmı kuşatmış,boğuyorken husran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki,ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki,a’sara gömülsen taşacaksın… Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar,seni almaz bu cihat…
Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber
Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.
*******
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyorum düşmana karşı
Çanakkale içinde sıra sıra selviler
Binbaşılar oturmuş,asker öğütler
Çanakkale içinde bir kırık testi
Anneler ve babalar ümidi kesti
Arı Burnu’ndan çıktık,yan basa basa
Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa…
********
Gök kubbenin altında yatar,al kan içinde,
Ey yolcu,şu topraklar için can veren erler.
Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez
Gufrana bürünmüş,yalnız Fatiha bekler….
MEHMET ÖZÇELİK
ÇANAKKALE
İBRET VE HAYRET
CEVAT PAŞA’NIN RÜYÂSI
Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle devâm ettiği günlerde Müstahkem Mevkî Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüyâ görür. Rüyâsında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir:
“… Deniz üzerine bak!…” Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl “Kef” (ك) ve “Vav” (و) harflerini görür. Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyâya bir anlam veremez… Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir’den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım’ı hatırlar. Kabri büyük velî Ahmed Cahidî Sultân’ın türbesinin hazîresindedir. Az sonra onun mezârı başına geldiğinde rüyâsındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses:
“… Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe!” Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nûrânî bir silüet belirir. Adam, Cevat Paşa’nın kolundan tutup sorar:
-“Bir derdin mi var?” Cevat Paşa, gördüğü rüyâyı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Bu nur yüzlü adam, 1659 senesinde Kilitbahir’de vefât etmiş olan evliyâdan Ahmed Cahidî Efendi’dir. Mübârek cevap verir:
-“Nur, zafer işâretidir. Ebced hesabında “Kef” harfi 20, “Vav” da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar…” Bunları söyledikten sonra âniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey’i çağırıp sorar:
-“Depolarımızda kaç mayınımız var?”
-“Bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var.” Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hâfız Nazmi Bey’i makâmına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar. Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın, karanlık liman denilen Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz’a paralel olarak tekbir ve duâlarla dökülür. Fakat Yüzbaşı Hakkı Beyin yüreği bu heyecâna dayanamaz ve bu sırada kalp krizi geçirir, Kelime-i şehâdeti söyleyerek rûhunu teslim eder. Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret’in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz’ın dibini boylarlar…Vehbi Tülek
*******************
Japon Eğitimcilerin, Bizim Eğitimimize Yorumu
Yıl 1984. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlık makamında rahmetli Turgut Özal var. Aynı dönemin Milli Eğitim Bakanı ise Sayın Vehbi Dinçerler. Ülkesinin geleceği adına çözüm yolları araştıran Turgut Özal, eğitim konusunda da Japon pedagoglara bir araştırma yaptırmak ister ve ülkemize davet eder. Eğitim konusunda uzman bu heyet, Türk gençleri hakkında araştırma yapmak üzere ülkemize gelirler. Bir süre ülkemizin değişik yerlerinde görüşmelerde ve temaslarda bulunurlar. En nihayetinde araştırmalarının sonuçlarını açıklamak üzere Başbakanımız Sayın Turgut Özal’ın yanına çıkarlar. Milli Eğitim Bakanımız da bu sırada orada bulunmaktadır. Heyetin vardığı netice gayet açık ve kısadır.
-Sizin gençlerinizde milli şuur yok!
Yöneticilerimiz aldıkları bu üzücü cevap karşısında hayretler içerisinde kalır ve hemen sorarlar:
-Peki, siz Japon gençlerine milli şuur verme adına neler yapıyorsunuz?
“Biz” diyor, Japon eğitimci, “Okula başlayacak olan çocuklarımıza bir program uygularız. Önce onları en gelişmiş fabrikalarımıza götürür, robotların yaptığı makineleri gösteririz.
Makine yapan makineler karşısında hayret ve hayranlık içinde kalır masum yürekleri.
Anlayacakları bir dille, orada yapılanları açıklarız. Bu fabrikaların sadece Japonya’da yapılabildiğini, başka milletlerin bunu başaramadıklarını, okul öncesi çocuklarımıza anlatırız.
O küçücük çocuklar, duyduklarına hem şaşırırlar, hem de çok mutlu olurlar.
Bu geziler tamamlanır.
Çocuklar, saatte 250-300 km sürat yapan trenlere bindirilir. Bu araçların da sadece Japonlar tarafından yapılabildiği vurgulanır. Eğer kendileri de iyi ve düzenli çalışırlar ve Japon olduklarını unutmazlarsa, bunların daha lüks ve daha süratli olanlarını yapabileceklerdir.
Bu geziler zinciri, onlara Japon olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu kabul ettirir. Sonunda yolları, Nagazaki ve Hiroşima’ya düşürülür.
Orada, Japonların İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelen felaket anlatılır. Bu çalışkan milletin düşmanları da vardır. Eğer daha çok ve daha dikkatli çalışmazlar ve iyi Japon olmazlarsa, kendilerinin de başına, bu bombaların daha beteri atılabilir. Çünkü eski düşmanlıklar, bütünüyle bitmiş değildir.
Çocuklar, atom bombası atılmış şehirlerde yaşanan acı hatıralarla sarsılırlar. Zira atom bombasından geriye, sadece on binlerce ölü, yaralı ve ot bile bitmeyen topraklar kalmıştır. Bu dehşetli gerçek, onları derinden derine etkiler.
Okul hayatında da, bu bilgi ve bilinç çerçevesi etkili bir biçimde genişletilir. Dolayısıyla bu gençlerin Japon olmaktan başka çareleri kalmaz.”
Japon eğitimci, atom bombası şerrinden, başarı sonucu çıkaran uygulamayı anlatırken, bizim etkili ve yetkili bir eğitimcimiz ağzından şu cümleyi kaçırıveriyor:
“-Keşke bizim de bir Hiroşima’mız, bir Nagazaki’miz olsaymış…”
Japon’un verdiği cevap çok ibretlidir ve bizim eğitimsiz eğitimcimizi kızartacak cinstendir:
“-Bildiğim kadarıyla, sizin yüz Hiroşima ve Nagazaki’den çok daha değerli bir yeriniz vardır.”
“-Neresidir Efendim?”
“-Siz oraya Çanakkale dersiniz. Eğer siz, Çanakkale’de dedelerinizin yaşadıklarını, çocuklarınıza tam manasıyla anlatabilseniz, sizin çocuklarınız da, milli ve manevi şuuru içinde yetişmekten başka yol aramazlar.”[1]
Âyette:” Ha, Mim. Apaçık Kitab’a andolsun ki, Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü Biz, insanları uyarmaktayız. Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir.”
Âyette geçen ‘Mübarek gece’ ile kasdedilen Berat gecesidir.
Kadir gecesinden sonra ikinci kadir olarak değerlendirilen Berat gecesi önemi itibarıyla;
Kur’an-ı Kerim o gecede toplu olarak dünya semasına inmiş,kadir gecesinden itibaren ise 23 sene de Mekke-Medine de tamamlanmıştır.
“Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”
Bir çekirdek nasılki bir ağacın tümünü içinde barındırıyorsa,bir çekirdek mesabesinde olan Berat gecesi de bir yıllık oluşumu ve gelişimi bir çip gibi içerisinde barındırmaktır.
Berat gecesi varlıkların özellikle insanların yıllık mukadderat proğramıdır.
Yıllık bütçe toplantılarında nasılki bakanlıkların genel giderleri ve onlara ayrılan paylar taksim edilirse,berat gecesi de özellikle insanların o yılda doğum-ölüm,rızık,hastalık,savaş vs gibi olayların yıllık proğramlanarak,onların uygulayıcısı olan dört büyük meleklere tevdi edilir.
Mesela ecel süre ve müddet demektir.O senede süresi belirlenen insanın süresinin dolduğunda ölmesidir.
Mevlananın Mesnevisinde anlatılan bir olayda;Süleyman peygamber zamanında hocanın birisi evden çıkınca Azraili görür.Bakar ki Azrail kendisine bakıp gülmekte.Bu korku ve telaş ile aralarının iyi olup tanıştığı Süleyman peygamberin yanına gider ve kendisini buradan uzaklaştırmasını söyler.Süleyman peygamberin sebebini sorması üzerine verdiği cevapta;
Azrailin kendisine güldüğünü,bununda hayra alamet olmadığını söyler.Süleyman peygamber nereye göndermesini sorduğunda da hoca bizzat kendi isteğinde,Hindistanın,lahor’un,Sinca kasabasına göndermesini ister.
Maddi her güç yani cinler,rüzgar ve hayvanlar emrinde olan Süleyman peygamber üç aylık yola yani Filistinden Hindistanın Lahorun Sinca kasabasına üç saat içerisinde ulaştırır
Aradan geçen bir hafta sonra Azrail bir sebeble Süleyman peygamberin yanına uğradığında geçen haftaki hocaya gülüş sebebini sorar.
Azrail bir daha gülerek meseleyi kendisinin de daha hala çözemediğini söyleyerek şöyle anlatır;
Allah bana geçen hafta ruhunu alacağım insanların listesini vermişti. Listede hocanın da ismi vardı.Ancak Allah bana hocanın ruhunu Hindistanın,Lahor’un,Sinca kasabasında almamı söylemesi üzerine,hocanın bu üç aylık yola üç saatte nasıl ulaşabileceğini düşünerek hayretimden güldüm ve Allahın hikmetinden sorulmaz diye de düşündüm.Ve bana verilen adrese gittiğimde hocanın orada hazır bulunduğunu görünce ruhunu aldım.Ancak oraya nasıl geldiğini hala çözmüş değilim,diyerek ilahi hikmeti dile getirmesi üzerine olayın diğer yönünü Süleyman peygamber özetle;Kendisinin gülmesinden dolayı hocanın telaşa kapıldığını,yanına gelip bizzat kendi isteğiyle oraya ulaştırmamı istemesi üzerine ben de onu oraya gönderdim diyerek kaderi planın eksik bilinen noktasını da tamamlamış oldu.
İnsanlar hayat ve yaşantılarıyla,kaderin hesabını kendi iradeleriyle tamamlamaktadırlar.
Düşündürmesi açısından bir fıkra anlatılır:
Adamın birisine Azrail ruhunu almak üzere gelir.Adam bir süre verilmesini,bazı yapması gereken işlerinin olduğunu söyler.Bu arada süre dolduğunda öyle bir işte bulunmalıdır ki,Azrail ruhunu alamasın.
Karada,denizde bulunan işleri düşünür ve sonunda havada pilot olmaya karar verir.Böylece pilotken Azrailin gelipte arkasında bulunan üç yüz kişinin de ruhunu alamayacağını ve böylece kurtaracağını düşünür.
Nitekim pilotken Azrail gelir ve ruhunu alacağını söyler.Bunun üzerine pilot;
Tamam da,arkamda üç yüz kişi var,onların durumu ne olacak?
Azrail cevaben;
Biliyor musun,ben bu üç yüz kişiyi buraya toplayana kadar,bu zaman süresi içerisinde neler çektim?der.
7 sene önce komşumuzdan biri,diğer sene bir diğeri,diğer sene de benim pederim ölmüştü.Her sene mukadderat gereği birisi gitmekteydi.
Pederim anlatmıştı;
Abdurrahman Efendi inançlı ve ibadetine ihtimam gösteren bir insan idi.
O gece mübarek gecelerden,berâate vesile olacak Beraat gecesi idi. Böylece o geceyi değerlendirecek,cemaatla ibadete iştirak edecekti. Bu amaçla abdestini aldı. Namaza hazırlanmıştı. Yatsı ezanının okunmasını beklemekte idi.
Komşusu Cemal ise kendisinin tam tersine ilgisiz bir insan idi.
Ezanı beklemekte olan Abdurrahman bir anda komşusu Cemalle karşılaşır. Onunla konuşmaya başlayan Cemal,çok da lafazan biridir. Sürekli konuşur. Abdurrahman Bey ise sırf saygısından ve komşuluk hürmetinden dolayı onu dinler. faydalı olabilirim düşüncesiyle sorularını da cevaplayıp,bir şeyler anlatır.
Sohbet o kadar koyulaşmıştır ki;ne kadar bir zamanın geçtiğinden sadece Abdurrahman Bey habersizdir. Cemal ise işi önceden planladığından,o hal çerçevesinde konuşmasını bitirir.
Bu anda Cemal Abdurrahman Beye sorar:
-Abdurrahman,sen hiç şeytan gördün mü?
O da gayet saf ve masum bir şekilde;Allah korusun Cemal! Allah kimseye göstermesin!
Söze devam eden Cemal;işte şeytan benim,görmediysen gör,der. Ve sebebini de açıklamaya başlar:
-Ben bu gecenin Beraat gecesi olduğunu bildiğimden dedim ki;Bu gece beraat ve namaz gecesi,dur ki ben şu Abdurrahmanı namazdan alıkoymak için lafa tutayım,ibadetten alıkoyayım,dedim ve işte yaptım.
Abdurrahman Bey ise gerçekten saatine bakar ki,epeyce de vakit geçmiş. Yine de Cemalden ümidini kesmez ve ona;-Namaza ne zaman başlayacağını,sorar.
Cemal ise daha genç olduğunu,belki ilerde kılabileceğini söyler ve ayrılırlar.
Biri şeytanlığını yapmış onu ibadetten alıkoymuş iken,öbürüde aldanmanın hüznünü yaşamaktadır.
Bir şer bütün hayırların şuursuzca ortaya çıkmasına sebeb olmakta ve bir şer binlercesini kendisiyle meşgul edip uğraştırmaktadır. Mesela bir hırsız için hapishaneler,polisler,kilitler,kasalar ve yalanlar ile güvensizlikler oluşmaktadır.
Bu düşünceyle Abdurrahman Bey eve gelir. Cemalden ayrılalı 15-20 dakika ancak olmuştur. Hanımı kendisine,Cemalin öldüğü haberini verince önce irkilir,sonra da inanmak istemez. Çünkü daha az önce beraberlerdi.
Bu şaşkınlık ile hanımına bir yanlışlığın olabileceğini söylerse de hanımı;gerçekten öldüğünü,evlerinden de hala ağıtların gelmekte olduğunu söyler.
Cemal gerçekten de ölmüştür. Böylece ölüm her şeyden insana daha yakın olduğunu bir daha göstermiş olmaktadır. Hem ölüm ona ulaşmış,hem de yaşı ölüme yanaşmıştır. Diyebiliriz ki;Hala ne diye oyunda oynaştasın.
Sen ki artık ölecek yaştasın.
Kişi kendisinin de ölecekler listesinde olduğunu düşünerek,hiç vakit geçirmeden Allah’ın rızasına uygun yaşamasıdır.
Bu gecede yıllardır dikkatimi çeken bir nokta da;Yağmurun yağması,en azından çiselemesidir.
Bu gecede maddi ve manevi rahmet beraber yağmaktadır.
Bu gecede rahmet kapıları açıktır.
Bu geceyi Kur’an okuyarak,Peygamber Efendimize salavat getirerek ve varsa kaza namazını kılarak değerlendirmek gerektir.
Veya bin ihlas okumalı,Cevşen okumalı,İman Hakikatlarından okuyarak o geceyi ihya etmelidir.
Başka zamanda yapılan iyiliklere bire on sevab verilirken kadir gecesinde bire otuz bin,berat gecesinde ise yirmi bin sevab verilmektedir.
“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.”
Bu gecede ve bu sene süresi içerisinde yapılan manevi atmosferler otomatikman değişimde önemli roller oynayacaktır.Şöyle ki;
Kelime-i Tayyibe denilen güzel sözler,dualar,manevi hizmetler göğe doğru yükselir.Ağırlığıyla beraber kelime-i habise de göğe yükselir.İkisi bir mücadeleye girer.Hangi hangisine galebe ederse,o durum yer yüzüne akseder.yani iyi kelimeler kötü kelimelere galib gelirse,aynı durum yer yüzüne aksedip,yer yüzünde iyiler kötülere hakim pozisyonuna gelir.
Aksi durumda ise,aksi olup,kötüler iyilere üstün gelir.
(Şaban ayının 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
(Allahü teâlâ, Şabanın yarısının [Berat] gecesinde, dünya semasına tecelli eder. Benikelb kabîlesinin koyunlarının kıllarından daha çok kimsenin günahlarını affeder.) [İbni Mace, Tirmizi]
Recep, Allah’ın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan, ümmetimin ayıdır.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
“Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin.”
“Şaban ayının on beşinci gecesi kılınacak olan namaz ; yüz rekattır. Bu namazın her rekatında, Fatihadan sonra on kere ihlas süresi okunur. Yüz rekat kılan kişi bin defa ihlas süresini okumuş olur.
Bu namaza hayır namazı da denmiştir. Geçmiş büyükler bu namazı toplu halde cemaatle de kılmışlardır. Bu namazın çok fazileti olduğu gibi, hesaplanama-yacak kadarda çok sevabı vardır.
Hasan-ı Basri Rahmetullahı Aleyh’den gelen rivayete göre:
“Otuz sahabeden dinledim, bu namaz için şöyle dediler: “Her kim bu namazı, berat gecesi kılar ise. Allah-u Teala’nın yetmiş rahmet nazarı ona ulaşır. Her nazarda, kendisinin yetmiş ihtiyacı yerine gelir. Bunların en küçüğü, Allah-u Teala’nın mağfiretidir. “
Mehmet ÖZÇELİK