Birinci ve 2. Dünya savaşında oynanan entrikalar aynen şimdide uygulanmaktadır.
Savaşı büyütmek için tarafları bir bahane ile yanına çekenler, şimdide Rus-Ukrayna savaşının arkasında dünyayı ikiye bölüp, tarafları karşı karşıya getirme çabaları sürdürülmektedir.
Dünya uçuruma götürülmektedir.
-Herkes dünyada yaşadığı ve ahirette gitmek istediği yere gidecektir.
Dünyadaki hayvani veya insani hayatını orada devam ettirecektir.
Ama cennet ama cehennem yani ya cennet gibi bir hayat ile veya cehennemi bir hayat ile.
Tam da fıtratına ve tinetine uygun bir hayat sürecek ve sürdürülecektir.
Tabiri caizse herkes memnun edilecektir.
Dünyada cennet hayatını veya cennetliklerin hayatını benimsemeyip ve de sürdürmeyenin orada cennet hayatını arzulaması, istemesi ve ona verilmesi imkansız olacaktır.
Zira kişi sevdiği ve sevdikleriyle beraber olacaktır.
Herkes kendi tinet ve karakteri doğrultusunda bir hayat sürecektir.
Dünya o çamura ve uçuruma götürülmektedir, mensuplarıyla beraber.
-Belli ki savaşın hatları genişliyor.
Kimini öne sürerek, Kimilerini de yanına alarak.
Kimini harcayarak, Kimini de harcatarak.
Silah tüccarları gibi, kimilerini dirilterek, kimilerini de öldürterek.
Kimilerine yer ve alan açmak için, kimilerinin de yerini kapmak ve kapamak için.
Kimilerinin hırsıyla dünyayı yakarken, kimilerinin suyuyla da söndürmek için.
Kimilerini yükseltirken, kimilerini de alçaltmak için.
Kendilerinin bildiklerini zannettikleri hesaplarıyla, Allah’ın hesabına hizmet için.
Zira beşer zulmeder, kader adalet eder.
-AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın ‘kültür devrimi’ tespitine dair söylediği, “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Cumhuriyet; bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” sözleri üzerine görevinden istifa etti veya ettirildi yoksa istifaya zorlandı mı?
Her ne suretle olursa olsun bu tam bir hazımsızlık, yüz yıllık mide bozukluğudur.
Zira en zor dil olan ve beş bin yıllık geçmişi olan Çinliler dillerini hiç değiştirmedi, değiştirmeye tebessüm etmedi.
Yüz yıldır dilimiz ve dinimiz ölümcül yara aldı.
Hala toparlanamıyoruz.
Dilimizi sal-a bindirdiler, sele sürdüler.
İnsanlığın yaratılışı dil ile başladı, bozulmasında da en büyük amil dil olmuştur.
Dinin de bozulması, dil ile başladı.
-Asırlar içerisinde insanoğlunun en çok harcandığı, en çok zulüm ve ölümün yaşandığı asır, 20. asır olmuştur.
-❝Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılabıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır…❞ A. J. Toynbee.
-Kaybeden bir nesil ve uçurumda yaşayan bir nesille beraber yüz yıl yaşadık.
Önce söyletirler, sonra ağlatırlar ananı.”(Şâir Eşref)
-Gelen seller gösteriyor ki; Hz. Adem’den Peygamber Efendimize kadar yaşanmış olanlar yaşanmadıkça, sele kapılanların kapılması gibi kapılmadıkça, girilen deliklere girildiği gibi girilmedikçe, uçurumda uçanlar gibi uçurumdan uçurulmadıkça; kıyamet kopmayacaktır.
Dünyayı saran Lgbt’nin sadece Avrupa’yı istila etmesiyle kalmayıp, memleketimizi işgal etmesi ve de İslam dünyasıyla beraber bu milletin haremi ve harem dairesi olan Mekke ve Medine’ye kadar sirayet etmesidir.[2]
Bu menfilikler ehli imana gübre olmalı, müsbetleri arttırmalıdır.
Nitekim Mevlid yazarı Ulucami’de İmam olan Süleyman Çelebi’nin Mi’raciyyeyi yazmasına sebeb olan durum, bir İranlı Mollanın hafife alarak;” Muhammed de diğer peygamberler gibidir, sözü üzerine yazılmıştır.[3]
Türk cumhuriyetleri 1991 yılından itibaren Rusya’dan ayrılmıştı.
Ancak Rusya o Türk cumhuriyetlerin içine virüslerini yerleştirmişlerdi.
İçki, her eve kütüphane. Ancak bu kütüphanedeki kitaplar; Kominizm ve Sosyalizmi işleyen kitaplardı.
Fakir bırakarak hırsızlığın yolunu açtılar.
Zahir bedenleri hür olmuştu ancak ruhları hala esirdi.
Biz bundan çok mu daha iyiydik ki?
Hala devam eden bir zihniyet yapılan gelişmelere tahammül edememekte, milletin fakir kalması onları ayakta tutacak dayanak olarak düşünülüyor.
Bu millet bedenen hür olmuş görülse de ancak hala ruhu özgürleşmedi.
Bu zihniyetin tüm dünyası iki temel üzerine bina ediliyor; Heykel ve İçki.
İçki fabrikalarıyla kafaları uyutmak, tüm değerlerini unutturmak.
Diğeri ise, bu zihniyetini tescillemek ve sürdürmek için heykeller dikmek.
– Dışta ve en az o kadar içte Türkiye’nin ve Türk milletinin gelişmesini istemeyen bir zihniyet mevcut.
Bu zihniyet bitmedikçe ve devre dışı bırakılmadıkça bu memleketin ve milletin büyümesi zordur. Nitekim en az yüz yıl aldı.
Allah bu zihniyetin kökünü kurutsun.
Kısır zihniyet. Münafık bir yapı. Haçlı ittifakı. Kanı uyuşanların kan kardeşliği.
Diğer yandan da; Kan ve doku uyuşmazlığı…
– ABD’nin başına Obama getirildiğinde yağlandı, yıkandı, Müslümanlaştırıldı. İslam dünyasına servis edildi.
Başta Türkiye ve İslam dünyası en büyük darbeyi ondan yedi.
Etkileri hala devam ediyor.
Şimdide İngiltere’nin başına ve ABD başkanının yanına Hint asıllı kimseler geliyor.
Acaba Hindistan için bir planları mı var?
Rusya’yı ve Çini onlar, dolayısıyla Hindistan’ı boyundurukları altına alarak vurmak mı istiyorlar?
Tıpkı bizi de içten vurmaya çalıştıkları gibi…
Hele de bir asırdır, onlarca defadır deneniyor ise.
Ne şehit ve gaziler yurdu bu memleket birilerinin çiftliği, ne de birilerinin deneme tahtası değildir.
Hele hele bu denemeler bu milletin sadece dünya hayatının kaybıyla ilgili olmayıp, ebedi hayatını kaybettiren aldatmacalar, münafıklıklar ve yalanlar ise…
Evet, bu millet deneme tahtası mı?
Yüz yıldır önüne gelen denemeye çalışıyor.
Bir Müslüman bir delikten iki kere ısırılmaz.
Eğer Müslümansa ve samimiyse!
Veya ne kadar?
-Sayın Erdoğan’a oy verenler onun yaptıklarıyla ona oy vermekte ve takdir edip sevmektedirler. Arkasında durup, dua etmektedirler.
Ama diğer 6 muhalif parti ile beraber 7. HDP ile muhalif olanlara baktığınız zaman onlara oy verenler; Sayın Erdoğan’a muhalefetten dolayı vermektedirler. Yoksa yaptıklarından, becerilerinden, öne çıkan özelliklerinden, farklılıklarından, minnet duyulacak özelliklerinden dolayı onlara vermemekte, arkalarında durmamaktadırlar. Tüm meseleleri proje üretmek değil de, proje üreten Sayın Erdoğan’ı yıkmak üzerine her şeylerini bina etmişlerdir.
– Bugün başta Alevilere haklarının verilmesindeki gecikmenin en önemli sebebi, Sünni olan çoğunluk kendi hakkını bile almamış ve de alamamıştı ki, başkasının hakkını verme yetkisine sahip olmuş olsun’
Yeni yeni haklar elde edilmektedir.
“Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.“( Yani her insan yaptığı işten sorumludur.)”[1]
Peygamberler Mucize, Evliya Keramet, Mümin Feraset, Günahkar ve Sapık İstidrac, Kafir Sihir yapar ve gösterir.
*************
Dünyanın bir ucundan öbür ucuna giden bir insan, elbette ki o yolculuğu esnasında; ya hu şurada bir büyük yatırım yapayım, diye düşünmez. Düşünmesi gereken dünyanın bir ucundan, öbür ucuna da olsa bir yolcu olduğudur.
Bizlerde bir yolcuyuz ve uzun bir seferdeyiz. Biz burada kalmak için değil, konaklamak için geçici olarak bir han gibi, kısa bir süre kalmak için, Efendimizin ifadesi ile; yola giden bir insanın, bir ağacın altında oturup, sofrasını açıp, bir şeyler yiyip dinlendikten sonra, yoluna devam edip revan olmasıdır.
Bizlerde yolcu olduğumuzu unutup, kalıcı olduğumuzu düşünerek ona göre yaşamaktayız.
-Oldum elem-i cürm ile bî-çâre ilâhî
Sensin verecek merhemi bî-mâre ilâhî
Yansın dil ü cân âteş-i aşkınla kül olsun
Mahşerde yüzüm görmeyeler kâre ilâhî
Al benliğimi kayd-ı sivâdan beni kurtar
Tâ vâsıl olam rü’yet-i dîdâre ilâhî
Sen ister isen kullarını mağfiret etmek
Duzâhda döner yerleri gülzâre ilâhî. Ziver Paşa.
-Tefekkür tezekkürden önce gelir.
Önce tefekkür et, sonra tezekkür.
En sonda teşekkür.
Bir milletin aşağılanması, küçük düşürülmesi faaliyetidir.
Ne mi?
Türkiye’yi yönetmeye talip olanların ABD’ye gidip, icazet alarak bu milleti yönetmeye çalışmaları, tam bir onur kırıcı harekettir.
Adeta kimliksizlerin kimlik arayışı gibi.
Milleti icazet aldıkları kimselere yamalama faaliyetidir.
Belli ki kendileri de onların bir parçası ve yaması.
Ancak o yama açıkları kapatmaya yetmiyor.
Ayıp ve kayıp büyük.
Şahsiyet kaybı.
Seviye yetersizliği.
İflas etmişlik hali.
Ruh sendromu.
Akıl boşluğu.
Duyguların törpülenmiş hali.
Kısaca bitmişlik.
Hem kimden kim için icazet alınır?
Memlekette kıtlık mı var?
İcazet alınacak, icazet verilecek kendi kanımızdan ve kendi canımızdan kimse kalmadı mı?
Neden alınır?
Bir garantisi varsa, bu neyin garantisi?
Darbenin, şaibenin, entrikaların mı?
Göbekten dışa bağlılık ve bağımlılık, kafa bağımlılığını da zaruri kılar.
Bu bağımlılık uyuşturucu bağımlılığından daha tehlikelidir.
Çünkü milleti de bağlamaya ve bağımlı kılmaya yöneliktir.
Kafası uyuşmuş, ruhu kaybolmuş, kalemi satılmışlar, bir yüz yıl daha bu milleti satmaya, başına ipotek koymaya kalkışmaktadır.
Allah fırsat vermesin.
Sürü politikasından uyandırsın.
Yüz yıldır akıldan ve mideden batıya bağlananlar, bu milletin ruhunu içten ve dıştan bağladılar.
Ruhsuz bırakıldık, ruhsuzlar tarafından.
Oyun yüz yıl sonrada tekrarlanmaktadır.
-Zenginliğimiz ise birliğimizdedir.
Bizdedir, biz…
Bir olalım, birlik olalım. Dirlik ve dirilik içinde olalım.
Nitekim biz olmayanlar ve de bizden olmayanlar mesela Yunan, İsrail, ABD; PKK, vs ile anlaşma yapıp, petrollerin üzerine konuyor, eşkiyanın ağzına da biraz bal çalıyor. Zehirli bal.
-Yüz yıldır devletlerin yönetimini değiştirmenin sloganı; diktatör, baskıcı, özgürlük, hürriyet. Şeytanın Hz. Adem ve Havva’yı kandırdığı kelimeler hala tazeliğini koruyor. Özgürlük. Seni özgürlüğüne kavuşturacağım. Öyle ki, ölüm dahil, emir ve yasaklar dahil, her şeyden özgür olacaksın!
Onun içinde despot yönetime, diktatör yöneticiye ölüm sloganları ve naraları atılmaya devam ediyor. Neyin özgürlüğü diye sorgulayan yok. Kime özgürlük diyen yok. İnsanı mı, hayvanı mı diye düşünen yok. İsyan. Başı boşluk. Kalkışma ve darbeler.
-İnsanların bir hesabı olurken, Rabbin hesabı sonsuzdur.
İnsanlar bir hedef belirlerken, Rabbin hesabı bitmez ve tükenmez.
O plan yapar ve plan bozar.
-Kader olaylarda dünyanın ve insanlığın yönünü bize çeviriyor.
Kader konuşursa, kudreti beşer susar.
Kader hükmünü verdi.
Okların yönü ve hedefi değişti.
Trafik işaretleri ve yönleri değişmektedir.
Dünya, yeni bir dünyaya uyanıyor.
Uykudaydı veya uyutuluyordu bir asırdır.
Bizde bir kısım insanlar sol kesim ve hedefi belli olmayanlar Avrupa çekim ve sevdasında, sağ kesimde olduğunu söyleyen bir kısmı da İran’ın etki alanında akıp gitmektedir. Bu arada beyne beyne yani ikisi arasında gidip gelmekte olan kesimde bulunmaktadır. Osmanlı döneminde devletin bir kimliği ve ağırlığı içinde farklı bir çok kesimler olmasına rağmen, bir İslam devleti görüntüsü veriyor, gizli yapılsa da cızırtılı sesler pek çıkmıyordu. Şimdi ise gerek yüz yıldır başka yerden göçen ve de kimliği farklı olanların her biri devlet olma ve devleti ele geçirme sevdasında.
Belki de 1928’ e kadar anayasada mevcut olan,”Devletin dini İslamdır” ibaresinin anayasadan çıkarılmasıyla başladı.
Azınlıkların hakimiyeti sürmekte ve dıştan da desteklenerek güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı Suriye’de Nusayri olan yüzde sekizlik kesimin, yüzde doksan ikiye hükmetmesi gibi. Karşı çıkıldığında da dışarıdan karıştırılan ellerin yardımıyla da bugünkü Suriye ortaya çıkmıştır. Aynı el tüm İslam ülkelerinde olduğu gibi, özellikle Türkiye’de daha çok karıştırmaktadır.
Güçlü bir hükümetin adaletle hükmetmesi birilerini rahatsız etmekte, isteyip oluşturdukları görüntünün bozulmasını istememektedirler. İşte tüm darbeler o görüntü ve yaşantıyı korumaya yönelik yapılmıştır.
-Bugün mecliste kabul edilen yalan haberlere verilecek cezalara karşı çıkan kesim ve bir kısım sorumsuzca keyfine göre yazıp çizen, konuşup yalan yanlış bilgi verenler hemen feryadı bastılar. Çünkü keyiflerinin kaçmasından rahatsızlık duydular. Gemilerini kirli sularda yürütüyorlardı. Türkiye’nin Osmanlı’da ki İslami görüntüyü yakalamasından rahatsızlık duyanlar, başta kalem-şörler, satın alınan gazeteciler tarafından sürekli kaygan zemin oluşturulmakta ve gündemi saptırmaya yönelik faaliyetler içerisine girilmektedir. Savaşlar hiç değişmedi. Sadece değişen adı ve piyonları oldu. Şeytanla Adem, Kabille Habil, İmanla Küfür, Ebu Cehille Hz. Muhammed, Firavunla Musa, Nemrutla İbrahim, Haçlı ile Osmanlı, ABD ile Rus, Doğu ile Batı, Din ile dinsizlik, İnsanlık ile Hayvanlık mücadelesi hiç durmadı ve kıyamete kadarda durmayacaktır. Sadece yapılacak karınca misali safını ve tarafını belli etmektedir. Zira tarafsızlık muhalif tarafa taraftarlıktır. İnsan tarafsız olamaz. Hak ve doğrudan yana olmak haksızlık değil, haktan ve doğrudan yana olmaktır, yani taraf olmaktır. Bizler bir ömür kendi sınavımızı vermekte, tarafımızı belirginleştirmekteyiz. Zira her kişi sonsuz alemde tarafıyla beraber olacaktır. Kişi sevdiğiyle beraberdir, hakikatince, herkes kiminle beraber olduğuna bir baksın. Sonsuza doğru yürüyüp beraber olacağı kişiyi, ona göre tercihini yapıp seçsin. Kişilik beraber olunan kişilerle kazanılır veya kaybedilir. Kişiler kişilik göstergesidir. Kişi arkadaşının dini üzerinedir. Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Kişi kişinin aynasıdır. Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al.
-Dünyada kavga sürekli körükleniyor. İslam ülkeleri karıştırılıyor. İran çalkalanıyor. Irak devam ediyor. Afganistan ayakta durmaya çalışıyor.
Bir yandan NATO başkanı gibi savaşı bitirmeye yönelik değil de adeta sürdürülmesine yönelik mesajlarla gazlar veriliyor. Ukrayna bu savaşı kazanır, deniyor. Yani savaşın aslında iki taraf arasında olmayıp, bir çok tarafının olduğu ve başta biz gibi bir çok taraflarında bu savaşın içine çekildiği görülüyor. Başta ABD ve Avrupa barıştan değil, savaştan yanadır. Kanın durması değil, akması yanlısıdır.
-Birileri şundan rahatsız;
175 yıl önceki adeta vakıf devleti[1] olan Osmanlı’nın dünyaya kucak açmasından. Çünkü kaostan beslenenler var.
“İrlandalılar, atalarının kaderini değiştiren Osmanlı Sultanını unutmadı.
İrlanda’nın şimdiye kadar yaşadığı en büyük felaket olan Büyük Kıtlık sırasında Osmanlı’nın İrlanda halkına yaptığı para, gıda ve ilaç yardımı aradan geçen 173 yıla rağmen hala hatırlanıyor.
yüzyılda Büyük Kıtlık veya Patates Kıtlığı olarak bilinen 7 yıl süren açlık, o dönem İngiliz yönetimi altında olan İrlanda’da bir milyondan fazla kişinin ölümüne yol açtı ve halkın belleğinde derin izler bıraktı.
Şükran mektubu gönderildi;
“Zat-ı Şahaneleri Osmanlı Mülkünün Sultanı Abdülmecid Han’a, aşağıda imzası bulunan biz İrlanda eşrafı, siz zat-ı devletlerinin mağdur ve perişan İrlandalılara karşı gösterdiğiniz alaka ve geniş kereminiz dolayısıyla minnet ve en derin şükranlarımızı arz için müsaade istirham ediyoruz.”[2] Her şey aslına rücu edermiş. Tökezlemeler olsa da, bu millet aslına dönüyor.
-Dünyada dengeler değişiyor.
Çıkanlar ve inenler genel denge içerisinde değişiyor.
Dünya değişime açıldı.
Büyük hakikatlere gebe.
Dünya doğum sancısında.
Olaylar yeni bir doğumun habercisi.
İnsanların bir hesabı olurken, Rabbin hesabı sonsuzdur.
İnsanlar bir hedef belirlerken, Rabbin hesabı bitmez ve tükenmez.
O plan yapar, plan bozar.
-Kader olaylarda dünyanın ve insanlığın yönünü bize çeviriyor.
Kader konuşursa, kudreti beşer susar.
Kader hükmünü verdi.
Okların yönü ve hedefi değişti.
Trafik işaretleri ve yönleri değişmektedir.
Dünya, yeni bir dünyaya uyanıyor.
Şimdiye kadar üç asırdır uykudaydı veya uyutuluyordu bir asırdır.
Uyuyan dev uyanıyor, elhamdülillah.
“Oldum elem-i cürm ile bî-çâre ilâhî
Sensin verecek merhemi bî-mâre ilâhî
Yansın dil ü cân âteş-i aşkınla kül olsun
Mahşerde yüzüm görmeyeler kâre ilâhî
Al benliğimi kayd-ı sivâdan beni kurtar
Tâ vâsıl olam rü’yet-i dîdâre ilâhî
Sen ister isen kullarını mağfiret etmek
Duzâhda döner yerleri gülzâre ilâhî” Ziver Paşa.
“Derdime vâkıf değil cânân beni handân bilir Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilir Söylesem te’siri yok sussam gönül râzı değil Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah’ım bilir.
(Sevgili derdimi bilmez, beni güler sanır Hakkı vardır, mutlu olan, herkesi sevinçli sanır Söylesem etki etmez, sussam gönlüm razı değil Çektiğim elemleri bir ben bir Allah’ım bilir.) Fuzuli.
Buradan aldığım alıntıları bazılarının intibahına vesile olması ve de zulmün leşker ve taraftarlarına da; ”Tükürün zalimlerin o hayasız yüzlerine tükürün’ kabilinden bir tükürük mesabesinde olması düşüncesiyle bazı yerleri iktibas ediyorum.
Yazar tarihi tesbitinde; ”Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Osmanlı İmparatorluğu nüfusu üzerinde yaptığım araştırmalar, beni, Müslümanlar arasındaki ölüm ve göçü konu alan bu çalışmaya götürdü. O zaman [nüfus üzerinde çalışırken] ilgi duyduğum, sâdece, Anadolu’da kaç Müslümanın yaşamakta olduğunu ve bunların nüfusunun 19. yüzyıl ile 20. yüzyılda hangi ölçüde değiştiğini belirlemekten ibaretti. Bu araştırmanın sonucu beni şaşkınlık içinde bıraktı; çünkü daha önce Osmanlı tarihi hakkında okuduklarım arasında hiçbir şey, beni, bu dönemdeki çok yüksek ölüm oranıyla karşılaşmaya hazırlamamıştı. İstatistikler, Müslüman nüfusun dörtte birinin yok olduğunu söylüyordu. Tarih kitaplarında böylesine bir nüfus kaybının es geçildiğine inanamıyordum; ama verileri tekrar tekrar gözden geçirmek hep aynı sonucu veriyordu. Yalnız Birinci Dünya Savaşı sırasında değil, [daha önce,] tüm 19. yüzyıl boyunca da, Anadolu’nun, Kırım’ın, Balkanların ve Kafkasların Müslüman halkları inanılmaz yükseklikte bir ölüm oranına mâruz kalmıştı. Onların kayıpları, araştırmayı daha derinleştirmeye değerdi.”Sh.4.
…1821 ile 1922 arasında, beş milyondan fazla Müslüman, ülkelerinden sürülüp atılmışlardı. Beş buçuk milyon Müslüman, kimi savaşlarda öldürülerek, diğerleri sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek, ölmüşlerdi.
Yeni Türkiye Cumhuriyetinin halkı [geniş ölçüde], yurttaşları Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan, Yugoslavya’dan, Ermenistan’dan, Gürcistan’dan, Rusya’dan, Ukrayna’dan ve başka yerlerden gelme bir göçmenler toplumundan oluşuyordu. Kendisinden önceki Osmanlı İmparatorluğu gibi, Türkiye [Cumhuriyeti] de, göçmenlerden oluşan bir nüfusu bütünleştirmenin ve bir yandan çağdaşlaşıp yaşamını sürdürme çabası harcarken, savaş zamanında uğranılmış korkunç yıkımın üstünden gelmenin tüm zorluklarıyla karşı karşıya kalmıştı. İşte bu savaşımın kapışmaları, Türkiye Cumhuriyetinin karakterini yapılandırmıştır.”Age.5.
-“Avrupa’da dinsel inanç değişikliklerini konu edinen herhangi bir tarih kitabında, 30 Yıl Savaşı’nın kıyımdan geçirmeleri mutlaka yer almak zorundadır. Tarihçiler, Kongo
Savaşlarında Afrikalıların ya da Afyon Savaşlarında Çinlilerin kitlesel boğazlanmalarını anmaksızın emperyalizmin tarihini yazamazlar. Böyle iken, batıda, Balkanlardaki yahut Kafkasyalı, Anadolulu Müslümanların çektiklerinin tarihçesi hiçbir zaman yazılmamış, anlaşılmamıştır. Balkanların, Kafkasya’nın ve Anadolu’nun tarihi, bu tarihte rolü olanların başlıcalarından biri kimliğindeki öğeyi, Müslüman halkı, anmaksızın yazılmıştır.”Age.6.
-“Devletlerinin kuruluşundan beri, Osmanlılar, Hristiyan toplumlarının kendi varlıklarını sürdürmesine hoşgörü göstermişlerdir ve “sınırlı bir özerkliği bulunan millet” sistemi içinde, din temeline oturan ayrı kimliklere izin vermiş hatta bu ayrılıkları teşvik etmişlerdir. Her bir dinsel toplum, diğer deyişle millet, geniş ölçüde
özerklikten yararlandırılmıştır. Mahkemeler, okullar ve hayır kurumlan, din adamı
kimliğindeki görevlilerin yönetimindeydi.”Age.8.
-“Osmanlı üzerinde yüz yıl önce oynana oyun bugünde oynanmaktadır.“ Osmanlı imparatorluğunda 19. yüzyılda kendini gösteren ekonomik ve toplumsal değişimler, Hristiyanlara bir üstünlük duygusu kazandırdı ve Müslüman yöneticilere karşı
hınçlarını derinleştirdi. Avrupa’daki Hristiyan devletlerle bağlantılarından ve daha üstün bir eğitim düzeninden yararlanıyor olmaktan güç alarak, Hristiyanlar, 19. yüzyılın ekonomik gelişmelerinden, oransız ölçüde yarar sağlayabildiler. Misyonerler ve başkaları, onlara, bir üstünlük duygusu ve Avrupa’nın [güçlü] imparatorluklarıyla aynı toplumdan olma inancı aşıladılar. Pek çok Hristiyan ekonomik açıdan ileri duruma geldikçe, bunlar, doğal olarak, ekonomi alanındaki başarılarının yanına, politik [kendilerini iktidarda pay sahibi edecek] bir kudret de eklemek isteği duyar oldular. Bu isteklerine karşı çıkıldı.”Age.9.
-“Ve yine hem yüz yıl ve hem de iki yüz yıl önce yunanın oynadığı ve daha doğrusu ona oynattırılan oyun bugünde tekrarlanmaya çalışılmaktadır.“ 19. yüzyılda, yeni ulusçuluk nedeniyle Müslümanların uğradığı kayıpların öyküsü, 1821 Yunan ayaklanmasıyla başlar. Daha önce Sırplar da ayaklanmışlardı, ama onların, başlangıçta [sâdece] Sırbistan’da konuşlandırılmış yeniçerilerin zulmüne karşı yönelmiş olan ayaklanması,
bunu izleyecek yüzyıllarda baş gösterecek ulusal ayaklanmaların özelliklerinden çoğunu
göstermemiştir. Yunan ayaklanması, kendine özgü niteliğini Müslümanların [topluca]
öldürülmesi ve sürülmesi ile belli eden hareketlerin [Osmanlı devletindeki, bu tür süreç
başlatan ulusal ayaklanmaların] ilkidir. Yunan ayaklanması, daha sonra Osmanlılara karşı girişilen ulusal ayaklanmalarda izlenen bir modeli ortaya koydu.”Age.10.
-Ve bu durum tam bir vahşetle gerçekleşti. Kirli ve lekeli tarihini hep sürdürdü.-“Yunan bağımsızlık savaşı. 1821 Nisanında, 20 000 kişi toplamına yakın bir
Müslüman nüfus, Yunanistan’da dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. [Ayaklanma çıkmasının üzerinden] Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler; adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. [Günümüzde] Yaşlılar hâlâ, taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, “İşte şurada Ali Ağa’nın Pyrgos’u, kulesi, vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük” diye anlatırlar ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir
zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi ve onun vereceği sıkıntılar ne olursa olsun bu sıkıntılar, bir ulusun vicdanında duyulmak gerekir; bu günahı bağışlatacak davranışlar da o ulusça yapılmalıdır.” Age. 10-11.
-“Osmanlı imparatorluğuna karşı Yunan ayaklanması 1821 yılının Mart ayında, bazı Osmanlı memurlarının, özellikle vergi toplayıcıların öldürülmesiyle başladı. Bunu, Nisan ayında, Güney Yunanistan’daki Mora’da bulunan Türkler üzerine bir genel saldırı izledi; bu saldırıda Yunanlı çeteciler ve köylüler, düpedüz, buldukları her Türkü öldürdüler. Türk ya da Arnavut, Osmanlı askerleri üzerine saldırıldı ve bunlar öldürüldü. Müslümanlardan bazısı, örneğin Kalavryta ile Kalamata’dakiler, kendilerine öldürülmeyecekleri sözü verilince, Yunanlılara teslim oldular. Bunlar da öldürüldü. Kaçanlardan birçoğu, örneğin Lakonia bölgesindeki Türkler, yollarda kıyımdan geçirildiler.
Bu arada Hristiyan halk, yarımadanın her bölümünde, Müslüman halka saldırdı ve hepsini öldürdü. Kalelere sığınanların [sığınabilenlerin] geriye dönüş umudunu yok etmek için, Müslümanların kule’leri ve kırsal evleri yakıldı, mülkleri tahrib edildi. Martın 26’sından, 1821 yılında Nisanın 22’sine düşen paskalya Pazar’ına kadar, göz kırpmadan 15 000 [Müslüman] kişinin can verdiği ve yaklaşık 3 000 çiftlik evinin ya da [başka] Türk konutunun oturulmaz hâle getirildiği sanılmaktadır.
Yunanlı Başpiskopos [Patras Başpiskoposu] Germanos’un ağzından çıkan, ayaklanmanın ulusçu sloganı, “Hristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!” idi.
Türklerden sâdece, berkitilmiş yerlere sığınabilenler sağ kaldı. Bunlar, Osmanlı garnizon birliklerinin elinde bulunan, Atina Akropolis’i gibi tek tük birkaç yere, aileleriyle birlikte, kaçtılar.
Böyleleri ya kuşatmaya alındı ve sonradan öldürüldü, ya da, pek az örnekte, Osmanlı
güçlerince kurtarıldı. Yunan ayaklanması süregittikçe yeni bölgeler de [yöredeki Yunanlıların ayaklanmasıyla] saldırıya uğradı ve Türklerin kıyımdan geçirilmesi tekrarlandı.
Missolonghi’de, Müslümanların çoğu çabucak öldürüldü, ama Türk kadınları zengin Yunanlı ailelerce köle olarak alındılar. Vrakhori’de Türkler, işkenceyle öldürüldüler. Yunanlıların kâfir saydığı Yahudiler de, Müslümanlar kadar, hevesle kıyımdan geçirildiler”Age.11.
-“Yunanistan’daki Türklerin telef edilmesi, savaş zamanının olağan telefatı değildi. Türklerin hepsi, kadınlar ve çocuklar da o arada olarak, Yunan çetecilerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyordu; tek istisna, az sayıda kadınla çocuğun köleleştirilmesi idi. Türkler bazan, ayaklanmanın coşkunluğu içinde ve eski efendilerin şimdi alt edildiğini görmenin mutluluğu ile, hemen [ânında ortaya çıkan gelişmelerle, önceden tasarlanmış olmaksızın] öldürüyorlardı, ama çoğu kez işlenen cinayetler önceden tasarlanarak ve soğukkanlılıkla işleniyordu.
Kasabaların Türk halkının tümü toplanıp kasabadan, uygun bir yere yürütülüyor ve orada kıyımdan geçiriliyordu. Örneğin, Tripolitza’daki olay:
Üç gün boyunca zavallı Türk yerleşimciler, bir vahşîler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlarla çocuklar [dahi] öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Kıyım öylesine büyük ölçekteydi ki, [çetecilerin sergerdesi] Kolokotrones’in kendisi bile, kasabaya girdiğimde yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi demektedir. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, cesetlerden bir örtüyle döşenmişti. İki gün geçince, Müslümanlardan sağ kalabilmiş perişan durumdaki
insanlar, her yaştan ve cinsiyetten aşağı yukarı iki bin kişi, çoğunlukla da kadınlar ve çocuklar, gaddarca toparlanıp bitişik dağlardaki bir dere yatağına
götürüldüler ve orada koyun gibi boğazlandılar.Yunan ayaklanması, Balkanlarda daha sonraki ayaklanmalar için bir model ortaya koydu.”Age.12.
…Nisan ayında ayaklanma, genelleşmişti. Her yerde, daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla, kıyımdan
geçirmekte idi. “Hiçbir Türk kalmayacak/Ne Mora’da, ne dünyada!”; ağızdan ağıza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilân eden şarkı, böyle
diyordu. Mora’nın Müslüman nüfusu 25 000 kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı.”Age.13.
-“19. ve 20. yüzyıl savaşlarının tümünde Müslümanlar kıyımdan geçirildiler ve yerlerini yurtlarını bırakıp gitmeğe zorlandılar. Müslümanlardan milyonlarcası öldü ve milyonlarcası yurdundan sürüldü. Savaşların her biri diğerlerine göre bir hayli farklı idi, ama bunların Müslümanlar üzerindeki etkisi hep aynı kaldı: onlar, pek büyük sayılarla, öldürüldüler ya da yurtlarından uzağa sürüldüler. Osmanlı yenilgileri yalnız askerî ve siyasal birer olgu niteliğiyle kalmıyordu; bunlar, kitlesel nüfus hareketlerinin ve çok yüksek sayıda ölümlerin nedeni idi. Gerçekleşen süreçte ölümler sadece Müslümanların ölümlerinden ibaret olmamıştı ama ölmüş Yunanlıların, Bulgarların ya da Ermenilerin sayısı, ölen Türklerin sayısı karşısında pek küçük oranda kalıyordu. Balkanların, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için 19. ve 20. yüzyıllar, bir dehşet dönemi olmuştur. Bütün topluluklar savaşın, açlığın ve savaş zamanında patlak veren [dizanteri, tifüs gibi] hastalıkların, ayrıca, yenilen yan için kendini gösteren, yurdunu bırakıp gurbete göçme zorunluluğunun dehşetlerinden nasibini aldı.
Rusya, yarı maymun, yarı ayıdır. Yabancı krallıklarda, Avrupa’yı maymun gibi taklit eder ama kendi yurdunda, ayının pençeleri her yerde kendini gösterir.(İvan Golovin)”Age.21.
-“Ermenilerle Müslümanlar arasındaki düşmanlığın tarihini anlamak için, tüm
kapsamında Ermenilerle Müslümanların egemenlik uğruna 100 yıl boyunca savaşmış bulunduğu, Kafkasya ile Doğu Anadolu’yu bir bütün olarak incelemelidir.”Age.26.
-“Birçok yönden, Ermenilerle Müslümanlar arasındaki düşmanlığın temelinde Rusların Kafkasya’daki yayılması vardır. Başka birçok yönden olduğu üzere bu yönden de Kafkasya bölgesiyle Doğu Anadolu birbiriyle bağlantılı idiler, çünkü onların her ikisi Rus İmparatorluğunun amaçladığı adım adım yayılışın birer basamağı durumundaydılar.”Age.28.
-“Müslümanlarla Ermeniler arasında bir yüzyıl sürmüş savaşımın ciddî biçimde kendini göstermesi, 1827-29 Rus-İran ve Rus-Türk savaşlarında olmuştur. Bu uzun savaşımın temel özellikleri, o ilk savaşta, tümüyle görüldü: Rusların Osmanlı ülkesini istilâ etmesi, Ermenilerin istilâcı yanında yer alması, Müslümanların yüksek sayıya ulaşan ölümleri, Müslümanların göçe zorlanıp sürülmeleri ve Müslümanlarla Ermeniler arasında bir Defacto [hukuksal dayanağı olmayan, fiilî] nüfus değişimi. 1827-29 savaşlarında, doğuda Rusların
Erivan yöresindeki Müslümanları sürmesiyle ateşi kıvılcımlanan dev ölçüde bir nüfus değişimi başladı.”Age.29.
-“Doğuda yaşayan Ermenilerin çoğu, köylerde Kürt müdahalesine maruz kalıp şehirlerde Osmanlı idaresine tabi idiyse de, Osmanlı’nın güçsüzlüğünden yararlanıp, neredeyse özerk yaşıyorlardı. Aslında Güneydoğu’nun dağlık bölgelerindeki Ermeni köyleri, çoğu zaman dışarıdan denetlenemiyorlardı. Bu keyfiyet bilhassa {Kahramanmaraş’taki} Zeytun bölgesi için geçerliydi. Zeytun Ermenileri, Osmanlı’dan önce Arap ve Bizans yönetimlerine yaptıkları gibi vergiyi bile bazen zorla ödüyorlar ve başına buyruk yaşıyorlardı. 19. yüzyıl boyunca, vergiler yüzünden, Zeytunlularla Osmanlılar arasındaki ilişkiler gergindi. Osmanlılar ancak silahlı çatışma sonunda, değer biçtikleri verginin sadece bir kısmını toplayabiliyorlardı.Age.67.
Kürt ve Ermenilerin yarı özerk davranmasına göz yumulması, Osmanlı devletinin güçsüzlüğünün belirtisiydi. Osmanlılar, batıda ve kuzeyde ölüm kalım mücadelesi verirken, doğudaki nispeten sakin ortamla yetinmek zorundaydılar.”Age.66.
-“Galip güçler adına, Berlin Kongresi için Müslüman mültecilerin durumunu araştırmakla görevlendirilen İngiltere müfettişi Cullen; Rusların, kararlılıkla, Müslüman varlığını yok etmek politikası uyguladığından başka bir sonuca varmak mümkün değil.”Age.79.
-“ Tahminen 60.000 mültecinin toplandığı Harmanlı’da, Rus askerleri defalarca at üstünde hücum ederek, “maruz kaldıkları vahşetten dehşete düşmüş insan kalabalığına” korkunç düzeyde katliamlar uyguladılar. Panik hakimdi. Birçok insan ve bilhassa çocuklar nehirleri aşarken kayboldular” (F.O. 424-479; Gizli belge [3910], s. 306, No. 352, ek sayısı 1,Walpole’un Wolffa raporu, Şimşir, Rumeli-lI, s. 117’de yayınlanmıştır).Age.109.
-“Şüphesiz, Rus ve Bulgarların katlettiğinden çok daha fazla mülteci hastalıktan öldü. Mültecilerin istiflendiği yerlerde, tifo-tifüs ve sıklıkla çiçek hastalığı görüldü. Edirne’deki 45.000 mülteciden 16.000’i tifoya yakalanmıştı ve her gün 100-120 kişi ölüyordu.ll6 İstanbul’a ulaşan yüz binlerce göçmen korkulacak kadar hastalıklıydılar. Bab-ı-Ali’nin ricasıyla duruma el koyan Avrupalı doktorlar, Nisan 1878’den başlayarak, 160.000 mültecinin İstanbul’a ulaştığını, bunların 60.000’inin başka yerlere sevk edildiğini ve 18.000’inin öldüğünü belirttiler. şehrin sadece Asya yakasında günde 21 mülteci ölmekteydi.118 Ayasofya Camiinde barınan 4.000 sığınmacı arasında her gün 25-30 ölüm oluyordu.119 Bu mağdurlara Osmanlı İmparatorluğu’nun tıbbi çare bulamayışı yadsınamaz. 1895’e kadar bile hastanelerinde, sadece 169 hekim olan bu imparatorlukta hiçbir zaman yeterli doktor ve ilaç bulunmadı.
…Mülteciler için barınak haline dönüştürülen camiler ve diğer hükümet binalarında 800-900 tifo vak’ası mevcuttur.”Age.112.
-“ Ruslar Kafkasya seferindeki vahşetin en önemli örneğini, belki de kendilerine direnmeden teslim olan Ardahan şehrini teslim alırken gösterdiler.
Teslimiyet savaşmadan elde edilmesine rağmen, bilhassa Kazaklar ile (İslamiyeti farklı yorumlayan) Karapapaklardan oluşan Rus emri altındaki güçler, kale garnizonundan 300 kadar Osmanlı askeriyle daha yüksek sayıda sivil halkı öldürdüler. Rus telgrafları şehrin sokaklarına serilmiş 800 kadar Türk cesediyle vadiye atılmış birçok vücuttan söz ediyorlardı. Tiflis’teki İngiltere Konsolosu Ricketts, direnmeden teslim olan Ardahan’daki Osmanlı garnizonu askerlerinin çoğunun boğazlandığını ve düzenli Rus ordusuna mensup 12.000 askerin kenti yağmaladığını rapor etti. Ardanuç da benzer muameleye maruz kalmıştı; her iki şehirde de sivil halktan can kaybı yüksek olmuştu. Osmanlı kaynakları da katliamı doğrulayıp Ardahan dışında başka Türk köylerinin de yağmalandığını rapor ettiler ve Ardahan bölgesi halkının çoğunun güvenlik için Kars’a sığındığını ilave ettiler, fakat oranın güvenliği de kısa sürede tehlikeye düştü.
Kars’ın Ardahan kadar şanssız olmadığı söylenebilir. şehir düştüğü zaman Rus askerlerinin kenti 3 gün boyunca yağmalamasına müsaade edildi, fa kat oradaki olaylar daha çok hırsızlık vakasına benziyordu. Esir alınanlara işkence edilmesiyle ırza geçmeler yaygın olarak görülmekteydi.
Teslim olan Osmanlı askerlerine barbarca davranıldığını yazan İngiltere
Konsolosu Ricketts’in raporuna göre “Karargahtan gelen Türk savaş mahkumlarının durumu acınacak halde; Kars’tan çıkan 700 askerden 400’ü ya
sıtmadan muzdarip ya da ölü olarak yollarda kaldı.”
Ricketts daha sonradan Rusların Osmanlı savaş esirlerini kılıçtan geçirmeye yakın hale getireceğinin beklenir olduğunu, çünkü önceki savaşta da Türk tutsaklara aynı şekilde davranıldığını rapor etti.12 charles Williams adlı muhabir Rusların Türk askerlerine uyguladığı davranış konusunda, Ruslara “yaralıları katletmek işinde Ermeni dostlarının yardımcı olduğunu”gözlemlemişti.”Age.136-137.
-“ 1890’ı takip eden 20 yıl boyunca doğunun her yanında, Osmanlı devletine karşı isyanlar ve Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmalar olağandı.
Ermeni ihtilalcileri 1890’larda Sasun bölgesinde gerilla çeteleri kurup, Kürt
aşiretlerle savaşa girişmekteydiler. Kan dökümünde Ermeniler, Kürtler ve
Osmanlı askerleri hem ölen hem de öldüren oldular. 1894’te Sasun bölgesindeki kalabalık Ermeni isyan çeteleri, Osmanlı vergi memurlarına ve başka devlet görevlilerine saldırdılar. Kendilerini cezalandırmak için gönderilen Osmanlı askerlerinin önü sıra kaçışan isyancılar, yolları üzerindeki Müslüman köylerin halkını kıyımdan geçirdiler. Düzenli Osmanlı askerleriyle Hamidiye alayları da buna, isyan bölgesindeki köylerde yaşayan Ermenileri katlederek karşılık verdiler. İsyan sırasında hangi gruptan kaç kişinin öldüğü hararetle tartışılmıştır, fakat karşılıklı yapılan katliam ile misilleme katliamlarının olması bölgedeki Ermenilerle Müslümanların nefretini ve her iki toplumu da bekleyen tehlikeleri kanıtlamak için yeterlidir.
1895’te Zeytun’da Hınçak partisinin önderlik ettiği bir isyan, Zeytun ve Maraş bölgelerinin tümünü kapladı. Ayaklanmanın Ermeni lideri çarpıcı bir abartmayla 125 Ermeni ile 20.000 Müslüman’ın öldürüldüğünü iddia etti.”Age.148.
-“Anadolu’daki Ermeni çetecilerin sözünü dinlediği bir makam varsa, o da Müslümanların haline hiç acımayan ve Osmanlı’nın arzularına boyun eğmeyi hiç
düşünmeyen Ermenistan Cumhuriyetiydi.
“I) Erzincan ve çevresindeki köylerde yaşayan Müslüman erkekler, Ermeniler tarafından elleri arkadan bağlanmış vaziyette götürülüp kışlalarda kurşunlanmaktalar.
“2) 28 Ocak 1334 {=1918} tarihinde, Erzincan’daki Müslüman erkeklerin birçoğu, Ermeniler tarafından Kilise meydanında toplandıktan sonra, diri diri yakılarak öldürüldü.
“3) Ermeniler hala, Erzincan’daki Müslüman evlerini yakmaya devam etmekteler. Aynı konudan söz ederken, Erzincan’daki il Konağı ile Yeni Caminin, Zekganç’ın ve çevresindeki diğer köylerin tüm camilerinin akıbetinden söz etmem yeterlidir.
“4) Gümüşhane’nin güneydoğusundaki Teke’de, 15 Ocak 1334 {=1918} tarihinde Ermeniler tarafından katledilen 6 Müslümanın cesedi yol kenarında bulundu.”
Vehib Paşa’nın bunlara ilaveten başka katliamlar yapıldığını anlatan benzer nitelikte iki mektubu daha Belgeler-I, No. 47 ve 73’te görülebilir.”Age.235.
-“Yunan geri çekilişi sırasında, şehirler birbiri ardına ateşe verildi. Bilecik, Yenişehir, İnegöl, Afyon, Söğüt ve Adapazarı ile Yunanlıların yolu boyunca etrafta bulunan başka şehirlerle köylerin hepsi yakıldı.ıo9 Yunanlıların harp yenilgisi üzerine mahvedilen arazinin çoğunu gezen, İzmir’deki Amerikan Konsolosu Park gördüğü şehirlerdeki durumu şöyle anlattı:
[Manisa] Yangından neredeyse tamamen harap olmuş… 10.300 ev, 15 cami, 2 hamam, 2.278 dükkan, 19 otel, 26 villa…
[Kasaba] Bu istatistiklerin güvenilirliği ne ispat edilebilir ne de reddedilebilir, bu nedenle işe yaradığı kadarıyla kullanılmalıdır, fakat benim gözlemlerim bunların aşağı yukarı gerçek olduğuna işaret etmektedir.
Bize söylendiğine göre, Kasaba şehrinin toplam nüfusu 40.000 idi. Bu toplamın 3.000’i gayri Müslim idi. Şimdi, bu 37.000 Türk nüfusundan sadece 6.000’inin yaşadığı sanılıyor. 1.000 Türk’ün kurşunlandığı veya yakıldığı kesinlikle görülmüş. Şehirdeki 2.000 binadan, sadece 200’ü ayakta kalmış… Bazı Ermeni ve
Rum halktan kişilerin yardım ettiği Yunanlı askerler tarafından, şehrin sistemli olarak imha edildiğine dair yeterince şahit vardı. Yok etme işinin mutlak, hızla ve eksiksiz gerçekleşmesi için bol miktarda gaz yağı ve benzin kullanılmış.
[Alaşehir] Binaların duvarlarını gaz yağına doyurmak için el pompası kullanılmış. . . şehrin harabelerini incelerken, üzerlerinde et ve saç parçalarının yapışıp kaldığı, simsiyah kömürleşmiş bir kaç tane kol ve kafatası kemiğine rastladık. Israr etmemiz üzerine, taze olduğu belli olan mezarların birkaç tanesini yeniden açıp içlerindeki cesetleri bize gösterdiler; biz de bu ölümlerin 4 haftadan taze olduğuna yani [Yunan geri çekilme operasyonunun Alaşehir’den geçtiği zaman diliminde gerçekleştiğine] tamamen ikna olduk.”Age.334.
-“ Savaşlar bittiğinde, Batı Avrupa’nın tamamı kadar’ büyük bir alanda yaşayan Müslüman toplulukları, sayıca çok seyreltilmiş veya yok edilmişlerdi.
Balkanların muhteşem Türk toplulukları eski sayılarının çok küçük bir oranına indirilmişti. Çerkesler, Lazlar, Abazalar ve Türkler ile başka birçok küçük Müslüman gruplar zorla Kafkasya’nın dışına sürülüp atılmıştı. Türklerin zafer kazandığı tek bölge olan Anadolu, tamamen değişmişti; Hıristiyan azınlıklar gitmiş, Anadolu’nun batısı ve doğusu neredeyse harabeye çevrilmişti. Tarihin en büyük felaketlerinden birisi yaşanmıştı.”Age.373.
-“ SONUÇ: ÖLÜM VE GÖÇ.
İstatistikler yürek yakıcı kayıpları anlatmakta yetersiz kalırlar, ancak insanların çektiği çilenin büyüklüğünü özetlemeye yarayan göstergelerdir.
Milyonlarla belirlenen ölü sayıları, insanların algılamasını yanıltır. Tuhaf olmakla beraber, bir tek kişinin bile ölümünün detaylarını düşünmek, duygusal olarak hepimizi, milyonların öldüğünü bilmekten daha çok etkiler. Ne olursa olsun, Müslüman kayıplarının boyutunu belirlemek için, istatistiklere göz atılmalıdır.”Age.378.
-“ Eğer “akıbeti bilinmeyenler” hakkındaki tahminler de hesaba katılsaydı,
muhtemelen 5,5 milyon Müslüman’ın öldüğü sonucuna varılırdı. 5 milyondan fazla4 mülteci yurtlarından sürülmüştü ve bunların birçoğu da ölmüştür.” Age. 380.
Bir asırdır bizleri karıştıran ve 1960- dan beri içimizdeki darbeleri, içimizde yerleştirdikleri derin devlet elemanları ile bir daha devreye girdi.
Biden gelmeden bunun mesajını vermişti.
Sadece içimizi hareketlendirmekle kalmayıp, çevremizde de İran’da başlattığı gibi, ikinci bir Suriye savaşını başlatıp, ateşini de bize bulaştırarak, yakmaya çalışacaktır.
İçte ve dıştaki derin devlet devrede.
Boşluk oluşturuyor, boşluk arıyor.
– Müslüman bir delikten iki kere ısırılmaz hakikatine göre; bir Müslüman iki değil on iki ve sürekli aynı delikten ısırılıyorsa; ya Müslümanlığını, ya kişiliğini ya da samimiliğini sorgulasın.
Sahte vaatler ve münafıkça yalanlar Müslümanı yanıltmamalıdır.
–30 Ağustos merasiminde Tokat valiliğinde rütbeli bir askerin peşine taktığı diğer alt rütbeli ve eşleriyle, göstermelik telefon görüşmesi yapıyor numarasıyla Valiyi es geçmesi, yüzüne bile bakmaması, diğer taraftan Kayseri’de Albayın tesettüre ve sakala hazımsızlığı ve yasaklaması münferit bir olayda görülse içte dolmuş, patlamaya hazır bir hastalığın ve irinin varlığını göstermektedir.
İrin hala içtedir.
Buna köklü çözüm getirilmelidir.
Haklar şahıslarla değil, hukuki haklarla korunmalıdır.
Anayasal haklar altına alınmalıdır.
Askeriye önemli çapta asli vazifesine dönmüş olsa da, geçmişte olanlar olmamış ve de olmayacak gibi düşünmek yanlış olur.
-Kur’an’ı yakıp video çekmeler, Türkiye’yi bir yandan da dışardan kuşatmaya çalışmalar her zamanki kirli iş ve ilişkilerin depreşmesi ve depreştirilmesidir.
-Düşman gövdenin içinde…
************
Türkiye birçok muhaceretlere bugün olduğu gibi dünde ev sahipliği yapmış bir ülkedir.
Ancak sinsi bir plan olarak göç eden bu farklı din, dil ve yapıdaki muhalifler uyandırılarak bölünmeye gidiliyor.
Nitekim İngiliz sevdalılarından Yunan aşıklarına, Ermeni yandaşlarından Pkk hayranlarına, Makaryos tapınağından Abd tapınakçılarına kadar kripto komiteler uyandırılarak memleketin parçalanması için harekete geçiriliyor.
İslam dünyasındaki Müslümanlar Firavun kucağında büyüyen Musa’lardır.
Hatta Firavunlar kucağında büyüdü.
Bediüzzaman bu ızdırabını şöyle dile getiriyor;” “Bana ıztırap veren,” dedi “Yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!..”[1]
– Büyük bir ateşin Rusya’dan çıkıp dünyayı yaktığını söyleyen Bediüzzaman, sonuçta Rusya’nın da dinsiz kalamayacağı, dönüp Hristiyan’da olamayıp İslamiyet’e teslimi silah edeceği tesbitini yapmaktadır.
“Kızıl Rusya dan çıkarak kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve ovaları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür!” diye bağıran ve en nihayette alem-i Hıristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra alem-i İslam mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm ve bu azim yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur a ve Risale-i Nur’un günün en büyük mutfisi, en büyük tahassungahı ve en büyük melcei ve penahı ve onun şahs-ı manevisinin dualarının, barigah-ı Ehadiyette kabul olduğuna sarih bir işaret var. Ve adeta ona hücum edenlere ve etmek isteyenlere karanlık gecede kırmızı diliyle şöyle hitap ediyor:
Ey Fahr-i Alemin gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fani metalarıyla gururlanıp taşanlar! Ve ey dünyamıza zararı olur korkususuyla, nur-u Kur’ân dan kaçanlar! Sizler, dünyanızın uçurumlara gittiği zannıyla, o baki ve tatlı sandığınız fani ve hakikatte çok acı lezzetlerinizin, zeval bulmak, şedit ve elim elem ve ıztıraplara tahavvül etmek üzere olduğunu tahmin ederek manasızca radyoların başına koşuyorsunuz. Bu koşmakta ve bu dedikoduları dinlemekte ne fayda var?”[2]
-“ İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir müsalaha veya tabi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çekemez.”[3]
Hadislerde günümüze işaretler de bulunulmuştur.[4]
***********
Dün batı ve haçlı ne ise, bugün daha dehşetli surette yine aynı odur.
İslamiyet’ten dolayı Müslüman’ları ve İslam dünyasını sevmezler.[5]
Sinsi oyun hiç değişmedi.
-“1338’ (1922) de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı, Nur’un Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden, burada icmâlen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüz’ü hükmüne geçiyor.” [6]
Yüz sene önceki Yunan bugünde hiç değişmedi.
Arkasına abileri Abd ve Avrupa’yı alarak sinsi saldırısını sürdürmektedir.
Sinsi oyun.. Sinsice oyun..
37 trilyon hücre var, bunun 34 trilyonu kan hücreleridir.
Dünyaya kayıtlı gelen insanın her şeyi mukadder ve kayıtlıdır.
-Bazı araştırmacılara göre insan beyninde yaklaşık 100 milyar nöron bulunuyor. Bu nöronların her biri ortalama 1000 bağlantı kuruyor ve bu da yaklaşık 1000 potansiyel sinaps anlamına geliyor. Verilerin depolandığı bu sinapsların toplam sayısına baktığımızda 100 trilyon veri noktasına yani yaklaşık 100 TB’lık bir alana ulaşıyoruz.
************
Kur’an-ı Kerim şimdiye kadar 350 bin kadar tefsirle ve birçok yönlü olarak ele alınmıştır.
Ancak Kur’an-ı Kerim bir bütün olarak ele alınmalı, bütün yönleriyle göz önünde bulundurulup incelenmelidir.
Ruhlar aleminde de bir misak ve sözleşme yapmıştık. Unuttuk.
Ebû Hüreyre anlatıyor: “Müminin ruhu çıktığı zaman, onu iki melek karşılar ve yükseklere çıkarırlar… Gök ehli, ‘Yer tarafından güzel bir ruh geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salât (dua) etsin.’ derler.
Peşinden onu Yüce Rabbine götürürler. Sonra, ‘Bunu sınırın ötesine (Sidretü’l-Müntehâ’ya) kadar götürün.’ diye buyurulur. Kâfirin ruhu çıktığı zaman… gök ehli, ‘Yer tarafından kötü bir ruh geldi.’ derler ve ‘Bunu sınırın sonuna (cehenneme) kadar götürün.’ diye söylenir.”[4]
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle naklediyor:
Resûlullah, “İnsanlar gümüş ve altın madenlerine benzerler. Câhiliye devrinde hayırlı olanlar, İslâm’da da hayırlı olanlardır. Yeter ki, İslâm’ı iyi kavrasınlar. Ruhlar da toplu cemaatlerdir. Onlardan birbirleriyle uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar da anlaşamaz, ayrılırlar.” buyurmuştur.[5]
Abdurrahman b. Kâ’b el-Ensârî’nin (r.a.) babası Kâ’b bin Mâlik’den (r.a.) rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Müminin ruhu, kendisinin dirileceği (kıyamet) günü cesedine geri dönünceye kadar cennet ağaçlarından beslenen kuş gibidir.”[6]
-Taha-116-121-de ise; ”Meleklere “Âdem’e secde edin” dedik, onlar da secde ettiler, sadece İblîs direndi.
Bunun üzerine “Ey Âdem!” dedik, “Bil ki bu senin de eşinin de düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa mutluluğunu yitirirsin!
Burada sana acıkmak da çıplak kalmak da yok.
Yine burada susuzluk çekmezsin ve sıcaktan bunalmazsın.”
Derken, şeytan şöyle diyerek onun kafasını karıştırdı: “Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?”
Nihayet ikisi de o ağaçtan yediler. Bunun üzerine mahrem yerleri kendilerine göründü, üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye çalıştılar.
Böylece Âdem rabbine karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı.(ASA VE ĞAVA)”
Sesle çalışan bir alete emredip, onu harekete getiren kişi kendisinden bir parça eklenmemiştir.
Veya bir amirin memura emretmesi, bir komutan askere arş emri ondan kopan
bir parçayla olmamıştır.
Aynen bunun gibi Allah’ın da emretmesi veya insana ruhundan üflemesi Ondan
bir parça olması düşünülemez.
A’raf.34.”Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler. “
İZAH:(Her ümmet, her millet ve her devletin Allah tarafından tayin edilmiş bir ömrü vardır. O vakit geldiğinde onu ne bir saat ileri ne de bir saat geri alabilirler. Milletler ve devletler, fertler gibidir, kurulur, gelişir, duraklar, geriler, nihayet yıkılır ve yok olurlar. Bunların uzun ya da kısa ömürlü oluşu, toplumun maddi ve manevi yapısının sağlamlığına bağlıdır. Bu durum tayin edilmiş ecele aykırı değildir. Zira Yüce Allah toplumun durumuna göre ecelini tayin eder.)
************
Alemde her şeyi ve bütün problemlerin başı olaraktan Allah’ı tanımamakla başladı.
İlk olarak şeytan bu tanımamazlığı gerçekleştirerek bir yandan da Allah’ı tanımayarak diğer yandan da kendisini ispat edip onun yerine koymakla bu iş başlamış oldu.
Adem’in işlemiş olduğu suç ile de böylece bu imtihan devam etmiş oldu.
Allah’ı tanımama ile bu problem başlayınca ister istemez onun mahiyeti, keyfiyeti
durumunda onun kelâmını konuşuruz.
Birçok yanlışlıklar peşini takip etti. Bir yandan şeytanın aldatmacası, bir yandan şeytanın avaneleriyle bu yanlış süre geldi.
“Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar.” (Şualar)
Birisinin; ben ateistim, kimseye de isnat etmek mecburiyetinde değilim, Allah biliyor ya.”, sözü ile içerideki vicdanın ve inanç ihtiyacının sökülüp atılamayacağını göstermektedir.
-Ali İmran.191.de;”Ve yezkurunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cunubihim ve yetefekkerune fi halkissemavati Vel ard. Rabbena ma halakte haza batıla. Sübhaneke fekina azabennar.”
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.”
-Enam suresi 103. Ayette;”-La tudrikuhul ebsaru ve huve yudrikul ebsar ve huvel latiful habir.”
-“Gözler O’nu idrak edemez; O, gözleri idrak eder.
O, Bütün Ayrıntıları Bilen’dir, Her Şeyden Haberdar’dır.
-“ Ve Musa, belirlediğimiz vakitte gelip de Rabb’i onunla konuşunca: “Bana görün de Sana bakayım!” dedi. “Sen Beni göremezsin, fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de Beni göreceksin.” buyurdu. Rabb’i dağa tecelli edince onu darmadağın etti ve Musa baygın düştü. Kendine gelince: “Seni tenzih ederim. Tevbe ettim Sana. Ben inanların ilkiyim.” dedi.”[7]
-Keyfiyetini idraktan aciz kalan kişi
Nasıl idrak eder ezelî Cebbar’ı?..
-“ Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! “[8]
-“ Bir de; “Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek” dediler. Bu, onların kuruntuları! De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı ispat edecek) delilinizi getirin.”[9]
Burada ahirette kâfirin hiçbir surette cennete girmeyeceği ifade edilir.
-Her şey ve yaratılışı; -Heme Ost- değil, Heme Ezost-tur.
Yani her şey O değil, O’ndandır.
Varlığı Hakka verin, varlık Hakkın olsun hemin…
Sen çık aradan, kalan yar ola, olasın emin…
Evvel ve ahir ne ki var HU imiş;
Batın ve Zahir ne ki var HU imiş;..
Gönülde yanınca Hakkın çerağı,
Kesilir ondan hırsızın ayağı…
Tecelliyat-ı Hüda iledir iki cihan.
Cemali Hakka nazar eyle dilediğin yandan.
-”Bütün bu anlatılanlardan sonra şunu da bilesin ki, Allahu Tealanın zatına ve sıfatlarına nihayet olmadığı gibi hakikatte, alemlerin dahi nihayeti yoktur!.. Zira alemler, Cenabı Hakkın isimlerinin ve sıfatlarının zuhur yeridir… Zuhur eden sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması tabiidir!..
Rahman Suresi 55. sure 29. ayette; “O her an yeni bir şa’ndadır” (iştedir, zuhurdadır) Ayet-i kerimesindeki mana gereği, şuunat-ı ilahiyeye son yoktur… Hatta kudretinin kemalinden, bir kuluna aynı tecelliyi iki defa eylemez… Yeni yeni suret ve görüntülerle tecelli eyler daima, iki kişiye aynı tecelli olmamıştır ve olmaz da!. Kudreti yüce, şanı
azametlidir: kendinden gayri ilah söz konusu değildir.
Ne Hakk’a nihayet var, ne de zuhur yerleri olan alemlere bir son vardır!.. Buna rağmen, izah sadedinde alemler için, toplu olarak on sekiz ve tafsilatıyla da on sekiz bindir demişler…
Nitekim İbni Abbas radıyallahu anh, Resülullah aleyhisselatu vesselamdan rivayet eder ki: “Hak tealanın on sekiz bin alemi vardır ve bu gördüğünüz dünya o alemlerin bir tanesidir.”
Ancak bu alemlerin hepsi, “hazaratı hamse-i ilahi” yani (beş ilahi mertebe), ya da bir diğer günümüz tabiriyle (beş ilahi mertebe) ismi altında beş alemde toplanır.”[10]
-”İmam Mâtürîdî’nin (öl. 333/944) Esmâ-i Hüsnâ hakkındaki görüşleri incelendiğinde teşbîh endişesiyle Allah’a isim ve sıfat nispet etmekte tereddüt gösteren filozoflara verdiği cevaplarla, yüce yaratıcının sadece zihni bir varlık olmayıp fiilen de mevcut bulunduğunu, O’nun ancak isim ve sıfatları yoluyla aklen idrak edilebileceğini vurgulamakta olduğu görülür.” [11]
-“ En iyi isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu, onlarla çağırın. Ona yakışmayan isimlerle çağıran kimseleri bırakın. Onlar, yaptıklarının cezasını görecekler.”[12]
-Hz. Peygamber’in “Rahmân” ismini ibadetlerinde kullanması üzerine müşrikler, tevhid ilkesinde çelişkiye düşüldüğünü iddiasında bulunmuşlardır. Bunun üzerine “De ki: ‘İster Allah deyin ister Rahmân deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır’. Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma, ikisinin arasını bir yol tut.” İsrâ 17/110. âyeti inmiştir.
“Celâliyle zâhir olsa , bu da geçer be Yâ Hû
Cemâliyle âyan olsa , bu da geçer de Yâ Hû
Bî karardır felek, daim döner durmaz bir an
Dursa bir an , ne yer kalır ne gök kalır be Yâ Hû “
-“Kâfirlerin müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Maahaza, Kur’ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebediyle mahkûm etmiştir.“[13]
-“Kur’ân’ın i’câzı, tahrifine bir settir. Evet, madem Kur’ân mucizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Âyetleri başka kelâmlarla tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü, müfessir, müellif, mütercim, muharref üslûplarını, kisvelerini âyâtın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Âyetlerde i’câz damgası vardır.
O damganın altında olmayan kelâmlar âyet addedilemez. Öyleyse i’câz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.”[14]
Her bir ayet, her bir harf sigortalanmıştır.
İnsan benzerini gerçekten yapamadığından mı, izin verilmediğinden midir?
-“Bu faaliyet-i hakimiyeden anlaşılıyor ki, zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyaleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet, alemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikati tenvir eder. Öyleyse, bu fani dünyada mevt, fena, devair-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek baki kalır. Evet, rivayetlerde vardır ki, “İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler.”[15]
-Gerek vücutta, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet, eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur.
Binaenaleyh, bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.”[16]
Dut gibi ve dut yaprağı gibi.
– İmam-ı Şafii Hazretlerine —Allah’ın varlığına delilin nedir? Diye sorduklarında: “dut yaprağıdır” demiş ve şöyle devam etmiş; —Çünkü aynı yapraktan koyun yer süt yapar, arı yer bal yapar, geyik yer misk yapar, tırtıl yer ipek yapar. Tadı, rengi, kokusu ve maddesi bir olan şeyden bu kadar farklı güzellikleri yaratmak, ancak Allah’a mahsustur.
-“İnsanın san’atıyla Hâlık’ın san’atı arasındaki fark:
İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir, amma Hâlık’ın masnûu arkasında yetmiş bin perde vardır.
Fakat, Hâlık’ın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır.”[17]
-Allah için yok, yoktur. Zira O’nun Zat ve Sıfatının sonu yoktur ki, varlıklar onun dışında bulunmuş olsun.
-Varlıklar büyük bir mezarı ekber içinden halk olunuyor.
Vücut yokluktan, hayat ölümden çıkıyor ve ölümden geçiyor.
Vücut hayat/ Adem -ölüm.
Günah-sevap/helal haram.
Zıtlıklar dünyası.
Karanlığı nur aydınlattığı gibi, bilinmezlikleri ve ademde olanları da ilmi ezeli aydınlatmıştır
-“Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Ta, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, ta elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.”[18]
İksirle ayrıştırma ve saflaştırma yapılır.
Kim olduğun kadar, kimlerle olduğunda önemli.
Ashabı Kehf-in kıtmiri, Ashabı Kehfle arkadaş oldu, diğer köpeklerden farklı olarak cennetlik oldu.
El mer’u maa men ehabbe.. Kişi sevdiğiyle beraberdir.
Seni kim olduğun kadar, kiminle olduğunla da değerlendirirler.
-Her insan yağmur damlası gibidir. Kimi toprağa düşer? Kimi gül yaprağına.
Kur’an’da nurdur. O nurdan istifade eden insan aklı, kalbi, vicdanı ve tüm duygularıyla nurlanır. Kün emriyle yok olanları vücuda çıkartan Allah, kelâmı da ölmüş ruhları diriltir.
Allah’ın kelamı ölüleri diriltir, dirileri ihya eder.
Bir insan sözü insanı olumlu veya olumsuz yönde etkilerken, iletişim araçları kablosuz yapılırken, elektrik bile kablosuz olaraktan nakledilmesi mümkün iken, internet maddi cisim olmadan bağlanıp, aktarma ve indirme yaparken, elbette ki Kur’an bir nur olarak insanların dünyasını tamamıyla nur haline getirebilir.
-Herkes bu dünyada kendi dünyasını inşa ediyor.
Kendisine yakışanı.
Kendisine özel.
Kendisi özel olduğu gibi, kendisini içine alacak olan, kendisinin de içine gireceği şeyde şahsa özeldir.
Projesi Kur’an, malzemeleri İslam’dır.
Onun dışındaki yıkılmaya mahkum kalacaktır.
Kaçak inşaat misali.
“Evet, rivayetlerde vardır ki, “İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler.”[19]
“Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennet’te en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidadları, enva’-ı lezaiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur’anın işaratıyla sabittir.”
“Ve hâkezâ, bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.(…)”[20]
“İşte Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir.”[21]
-Güneşi testiciye sordum, hayattır dedi…
Dönüp buzcuya sordum, felakettir dedi….
-Dervişe sormuşlar Allah ile aran nasıl?
İyide, yalnız hep O’nun dediği oluyor, demiş.
İyi ki O’nun dediği oluyor. Yoksa dünya harab olurdu.
-Hikmet sahibi bir kişi demiştir ki; kalbini vaaz ve nasihatlarla dirilt, fikir ile aydınlat, züht ile öldür. Kesin bilgi ile kuvvetlendir.
Ölüm ile mütevazi kıl, yokluk ile istikrar kazandır. Dünyanın facialarını göster. Zamanın çarpmasından Koru. Geçen her gün ve gece ile doldur. Geçmişe dalmasına izin verme fakat yaşananlardan ders almasını sağla, diyar diyar dolaşta geçip gidenlerin yaptıklarına ve yaşadıklarına bak ve düşün.
Aslında Metaverse bir a’raftır. Ahiret inancı olmayanları alıştırma, ara nokta ve bekleme salonudur.
Dünya ahiret arasında bir perde ve köprüdür.
-Bir insan Mecnun gibi mecazi aşklarda adeta helak olursa, hakikisinde ne olur?
Mecnun namaz kılan birinin önünden geçer.
Adam namazdan sonra hiddetle; bre adam, görmüyor musun ben Allah’ın huzurundayım, namaz kılıyorum.
Mecnun cevap verir; Ben Leylanın aşkından hiçbir şeyi görmezken, sen nasıl oluyor da Allah’ın huzurunda olduğun halde, beni gördün, der?
Efendimizin de son sözü; Refiki A’la yani yüce dost, yüce dosta olmuştur.
-“ Dünyanın üç yüzü var.”
“Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.”[22]
“Sen, üç sabırla mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.”[23]
-وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا –“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki.
onun rızkını vermek allaha ait olmasın.”[24] âyet-i kerimesiyle, rızk taahhüd altına alınmıştır.
Fakat, rızk dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızk, mecazî rızk. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var.
Âyetle taahhüd altına alınan, zarurî kısmıdır.
Evet hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor.
Cisim ve bedenin semizliği ve za’fiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahiddir. Mecazî olan rızk ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’y ve kesbe bağlıdır.”[25]
-İslam dini, kolaylık dinidir. Dinin kolaylaştırıcılığı ve çıkış yolu göstermesi dini kolaylaştırmaktadır.[26]
-Mesela İslam kısasta fidye getirirken, Kitabı Mukaddeste fidye olayı yoktur.
“Kulumuz Eyyub’u da hatırla. Hani o: “Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu.” diye Rabbine seslenmişti. “Ayağını depret.” İşte yıkanacak ve içecek soğuk (su, diye vahyettik).Katımızdan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, kendi ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık. “Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma.” Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip-dönen biriydi.”[27]
Hz. Eyyübe sözünü tutmasını, bozmamasını ancak çıkış olarak yüz buğday sapıyla
vurmasını isteyip, ahdini bozma, diyor.
-“Yakub peygamber uzun süren bir hastalığa yakalanmıştı. Allaha adakta bulundu. İyileşirsem 2 şeyi yiyip içmeye eğim. İyileşti, adağını yerine getirdi, devenin iki uyluğundan yemedi, sütünden içmedi.”[28]
-“Ey Ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin tartışıp duruyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de önce değil kesinlikle ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?
Haydi diyelim ki hakkında biraz bilginiz olan konuda tartıştınız; bu bir nebze normal karşılanabilir. Peki, ne diye bilmediğiniz hususlarda tartışıyorsunuz? Halbuki gerçeği Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.
O gerçek şudur ki; İbrâhim ne bir yahudi ne de bir hristiyandı; fakat o tevhid ehli bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan değildi.”[29]
-İbrahim Yahudi ve Nasrani değildi. Tevrat ve İncil İbrahim’den sonra indi.
Yahudi inancına göre Hz İsa Yahudiler tarafından çarmıha girilmiştir.
Hıristiyanlara göre ise; günah sebebiyle kendisini insanlık alemine çarmıhta can vermişti ama Kur’an-ı Kerim bütün bu ikisinden reddederek onu onlar öldürmediler. Onu çarmıha germe diler fakat çağrımı da can veren kişi ona benzetildi .”[30]ayette buyurulmaktadır.
-“ Yahudiler İsa’yı gizlice öldürmek için tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı. Allah, tuzakları bozanların en hayırlısıdır.
O vakit Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Seni vefat ettirip kendi yanıma yükselteceğim; inkârcıların kötülüklerinden ve çirkin iftiralarından seni uzak tutacağım; sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak ve ben de dünyada iken anlaşamadığınız konularda aranızda hüküm vereceğim.”[31]
-“ Rasûlüm! Hatırla o zamanı ki sen, mü’minleri Uhud’da savaş mevzilerine yerleştirmek üzere sabah erkenden ailenden ayrılıp yola çıkmıştın. Allah her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.
İşte o anda içinizden iki birlik gevşeklik gösterip geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki Allah, onların yardımcısı ve destekçisiydi. Artık mü’minler, sadece Allah’a güvenip dayansınlar.
Düşmana göre sayı ve silahça çok zayıf durumda iken şüphesiz Allah size Bedir savaşında yardım etmiş, sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız.
O vakit mü’minlere: “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle size yardım etmesi yetmez mi?” diyordun.
Evet yeter. Eğer siz sabredip Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, o anda düşmanlarınız ansızın üstünüze geliverseler bile, Rabbiniz özel nişanlı, formalı beş bin melekle size yardım edecektir.
Rasûlüm! Kullarımın işinden hiçbir şey sana ait değildir. Allah, ya doğru yola gelirler de onların tevbesini kabul eder, ya da kendilerine zulmetmeleri yüzünden onları cezalandırır.
Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”[32]
Bu ayetlerde Allah’ın zafer müjdesi var. Bedirde. Ebu Cehil, Velid b. Ukbe öldürülüyor, 70 kişide ve 70 kadarda esir alınıyordu.
-Yahudiler tarihte olmasaydı, herhalde pek tarih ve tarih yazan olmazdı.
“Ve iza tevella sea fil ardı li yufside fiha ve yuhlikel harse ven nesl, vallahu la yuhıbbul fesad.
Senden ayrılınca, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ürünü ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.”[33]
Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.”[34]
Ancak A’raf.28.de, “Allah’ın aşırılığı sevmediği ve suçsuz kimselere azap etmeyeceği, şayet Allah insanlardan bir kısmını diğerleriyle yok etmesi olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı.[35]
-Geçmiş kavimlerde de hep liderlerinin sapıklıklarından helak olmuşlardır.[36]
Enam.146. da Yahudilere azgınlıkları sebebiyle bazı şeyler haram kılınmıştır.
Ancak onlar bunu, Allah bize hiçbir şeyi haram kılmadı, İsrail’in kendisine haram kıldıklarını bizde kendimize haram kıldık.
Oysa Nisa.160 ve Al-i İmran.93. de; “Zulümleri sebebiyle biz, yahudilere helal olan bazı temiz ve hoş yiyecekleri haram kılmıştık.” buyrulur.
Yahudiler kendileri de bilmektedir ki, Tevrat ve Zebur-da yazdığı üzere, “biz Salih kullarımızı kesinlikle yeryüzüne varış kılacağız.”[37]
***********
İnsanın üstünlüğü değil, hukukun üstünlüğü esas alınmalıdır.
İbni Abbas, Kuran’da olan Şir’a, sünnette olan minhac, der. Maide. 48. De, Şir’aten ve minhaca.”
“Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.”[38]
“Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin. Onlar, birbirlerinin velileridir.”[40]
Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
C- Evvelâ: Delil kat’iyy-ül metin olduğu gibi, kat’iyy-üd delalet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa; me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin.”[41]
Hatta saat için ehli kitap mahirse ona gidilir.
“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.
O peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı, önündeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona, içerisinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için doğru yola iletici ve bir öğüt olarak İncil’i verdik.
İncil ehli Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.”[42]
3 tasnif yapılmaktadır; Kâfir, zalim ve fasık.
İbni Abbas ve Bediüzzaman buradaki; Men lem yahkum, bil mana men lem yusaddik, olarak tefsir ve izah eder.
Yani hükmetmeyen değil, tasdik etmeyen manasınadır.
– اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
“Îman edib de güzel işler (hareketler ve ibâdetler) yapanlar: ”[43]
Yalnız ıtlakın nüktesini beyan eder.}
Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.
-Sünnetullah. Allah’ın kainata koymuş olduğu kanun.
Allah’ın iki türlü kanunu vardır. Biri Kelam sıfatından gelen kitapları, diğeri ise, Kudret sıfatından gelen kainattaki kanunlar.
-Şuara.2.de;”Yevmuzzulleh”, Gölge günü.
İbni Abbas bunu kavurucu bir sıcaktan Şuayb kavmi dışarı çıktı, kendilerine gelmekte olan siyah bir bulut gördüler, altına sığındılar.
Serinlediler ancak Allah üzerlerine aniden bir ateş topu gönderdi.
-Kur’an-da; Temiz toprak, Pis toprak temsili yapılır..
“(Toprağı) iyi ve elverişli beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle bol ve bereketli çıkar. (Toprağı) kötü ve elverişsiz olandan ise, faydasız bitkiden başkası çıkmaz. Şükredecek bir toplum için biz âyetleri işte böyle değişik biçimlerde açıklıyoruz.”[46]
Tinet hiç değişmiyor.
Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır.
İnsanların bu dünyada adeta kendi fıtratlarına ve yaşayışlarına uygun dünyaları belirlenmekte ve belirginleşmektedir.
-Bu ümmetin günahkarlarının öncekilerden farkı, onlar dünyada, bunlar ahirette cezasını görecektir.
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir.
Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”[47]
-Kur’an-ın peyderpey inmesi tesbit, takrir ve hazmetmek içindir. Sure sure yani parça parça inmiştir.
”İnkâr edenler: Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.”[48]
-“Ey örtünüp bürünen! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kuran oku.”[49]
-“İnkar edenler: “Kuran ona bir defada indirilmeliydi” derler. Oysa Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz.”[50]
-“ Onu acele (kavrayıb ezber) etmen için (Cebrail vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla depretme.”[51]
-“ Biz onu, Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik.”[52]
– Ebu Amr ed-Dânî, “Kitabu’l-Beyan” adlı eserinde isnadını da kaydederek Hz. Osman, Hz. İbn Mes’ud ve Hz. Ubey’den şunu rivayet etmektedir:
“Resulullah (s.a.v) onlara Kur’ân-ı Kerim’den on âyeti kerime öğretirdi. Onlar ise bu âyet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları öğrenmedikçe bir başka on âyet-i kerimeye geçmezlerdi. Böylelikle Hz. Peygamber, bizlere hem Kur’ân-ı Kerim’i ve hem de onunla amel etmeyi birlikte öğretirdi.”
****************
-“Kitap Ehli’nin çoğu, Hakk kendilerine bildirildiği halde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmek isterler. Allah’ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin.
Onları affedin ve onlarla iyi geçinin. Kuşkusuz Allah, Her Şeye Güç Yetiren’dir.”[53]
Bu ayet aşağıdaki ayetlerle neshedilmiş, hükmü ortadan kaldırılmıştır.
Yani güçlenince ve güçleninceye kadar…
-“Onları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkartın. Zaten, fitne öldürmekten daha kötüdür. Onlar, Mescid-i Haram çevresinde sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın.
Eğer savaşırlarsa, siz de savaşın. İşte gerçeği yalanlayan nankörlere verilecek karşılık böyledir.”[54]
-“Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.”[56]
-“O, kitap ehlinden inkâr edenleri ilk toplu sürgünde yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın emri onlara ummadıkları yerden geldi. O, yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey basiret sahipleri, ibret alın.”[57]
-İZAH(Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince, Yahudiler’den Nadîroğulları ile tarafsız kalmaları konusunda bir antlaşma yapmıştı. Bunlar, Bedir zaferinden sonra, Hz. Peygamber’i kastederek “Bu zat, Tevrat’ta geleceği haber verilen peygamberdir” demelerine rağmen Uhud savaşından sonra, yaptıkları antlaşmayı bozdular. Liderleri Ka’b b. Eşref kırk atlı ile birlikte Mekke’ye giderek Müslümanlara karşı Ebu Süfyan ile ittifak yaptı.
Durumu öğrenen Hz. Peygamber, Muhammed b. Mesleme’yi görevlendirerek Ka’b’ı öldürttü. Bununla da kalmayıp Nadîr oğullarının bulunduğu bölgeyi kuşattı.
Çıkıp başka yere gitmelerini istedi. Nadîr oğullarının münafıklardan bekledikleri yardım bir türlü gelmedi. Sonunda yaşadıkları yerden ayrılıp gitmeye razı oldular. Bunun üzerine kuşatma kaldırıldı. Ayrılırken geride bıraktıkları eşyaları imha ettiler, evlerini de yıktılar. Âyette bu olaya değinilmektedir.)
-“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”[58]
-“Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın.
Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.”[59]
-AÇIKLAMA-Bu âyette yer alan “nikâhlayın” emri, gereklilik anlamı değil, ruhsat ve cevaz anlamı taşımaktadır. Bu itibarla İslâm dininde çok evlilik kural değil, gerektiğinde başvurulacak istisnaî bir durumdur.
-“Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[60]
-İZAH-Birden fazla kadınla evli bulunan erkek, eşleri arasında eşit ve âdil davranmak mecburiyetindedir. Ancak bazı hususlar vardır ki bunlarda eşitliği korumak insanın tabiatına aykırıdır; meselâ iki eşi aynı derecede beğenmek ve sevmek mümkün değildir; bu sebeple de erkekler bununla mükellef kılınmamışlar, isteseler de bunu yapamayacakları kendilerine bildirilmiştir.
Buna mukabil elde olan, maddi sayılabilecek haklarda, nimet ve imkânlarda adalet şarttır; beraber kalma müddeti, mesken, giyecek, yiyecek ve diğer imkânları burada örnek olarak zikretmek mümkündür.
Lafızla mananın ortak değerlendirilmesi gerek.
***************
Mele; seçkinler meclisi. üst kurul. meşveret heyeti.
“Kur’an’da mele’ kelimesi sahip oldukları zenginlik, soyluluk, sosyal statü gibi maddî imkânlara aldanarak hak dine ve onun peygamberine karşı mücadeleye girişen, inananlara zulüm ve baskı uygulayan inkârcı liderler hakkında zikredilmiş; bunların, bâtıl inançları ve haksız menfaat hesapları uğruna, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdikleri yeni inanç esasları ve değerler doğrultusunda toplumda gerçekleştirmek istedikleri değişimi engellemeye çalıştıkları vurgulanmıştır.”[61]
.”(Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz, orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı tesbih ederiz.”[62]
-“Onlar orada tartışırken benim mele-i a’lâ hakkında hiçbir bilgim yoktu.”[63]
-“ Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”[64]
Tefsirlere göre Mele-i A’lâ’dan maksat, Allah’ın konuşmak üzere melekleri topladığı yüce meclistir.
Üst kurul meclis…
“Yüce Allah gökte bir ise karar verdiği zaman melekler, onun emrinden dolayı içtenlikle saygı ve tazim ile kanat çırparlar.
O anda sanki bir düz kaya üzerinde zincir şakırtısına benzer bir ses duyulur.
Meleklerin kalbindeki korku ve dehşet giderilince Bir alttakiler arşı taşıyanlara Rabbiniz ne buyurdu diye sorarlar. Onlar da Rabbimiz Hakkı buyurdu.
Cinler ve şeytanlar daha önce buradan haber hırsızlığı yapıp, kahinlere söylüyorlardı.
Allah bunlara ihtiyacı olduğu için onları yaratmadı. Tıpkı bize ihtiyacı olduğu için yaratmadığı gibi.
***************
“Zünnun (Balık Sahibi; Yunus) hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar içinde: “Senden başka ilah yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim” diye seslenmişti.”[66]
Zennun, denilmektedir. Balık sahibi. Lailahe illa ente Sübhaneke, ile Yunus olduğu görülmektedir.
“Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu.”[67]
Burada balığın yunusu yuttuğu…
*******
“Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz. ”[68]
Şecere-i Mel’une-lanetlenmiş ağaç.
( Müfessirlerin ekseriyetine göre, âyetin, «görüntüler» ile tercüme edilen «rü’yâ» kelimesi, Hz. Peygamber’in Mi’rac gecesindeki müşahedeleridir. «Kur’an’da lânetlenen ağaç» ise, cehennemdeki «zakkum ağacı»dır.)
“Şimdi, ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir fitne (imtihan) kıldık.
Zira o, cehennemin dibinde bitip yetişen bir ağaçtır.”[69]
(Dünyada kâfirler bunu inkâr ettiler. Ateşin içinde ağaç olur mu? dediler. Cehennemde biten ağaç sözü geçince: Ateş, ağacı yakarken cehennemde nasıl ağaç olur? diye alay etmişlerdi. Bu bakımdan bu söz onlar için bir imtihan oldu. Bu sözden kasdedilen manayı anlamadıklarından iyice küfre düştüler. Allah’ın, isterse, cehennemin yakmayacağı bir ağaç yaratabileceğini düşünemediler.)
Bunun Şeceretiz-Zakkum, zakkum ağacı olduğu bildirilmiştir.
**********
“Gökyüzüne ve târıka (sabah yıldızına ) yemin ederim. Târıkın ne olduğunu nereden bileceksin? (O, karanlığı) delen yıldızdır. Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici bulunmasın.”[71]
Tarık kelimesi, 3.ayette, en-Necmus-Sakıp,-karanlığı delen yıldız manasınadır.
*****
“Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a (Arş, kudret ve hâkimiyet tahtı, sınırsız kudret makamı demektir.) kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir.”[72]
Yer ve göklerin 6 günde yaratıldığı ifade edilir.
“Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.”[73]
7 göğü iki günde yarattığı beyan edilir.
“Bir de senden acele azap istiyorlar. Hâlbuki Allah asla va’dinden caymaz. Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.”[74]
“Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin saya geldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar. ”[75]
(«Birgün» diye belirtilen zarfın, meâlde verildiği şekilde- sadece ikinci cümleye bağlanması mümkün olduğu gibi, bunun, âyette geçen her iki yüklemle «yönetir» ve «çıkar» fiilleriyle alâkalı olduğu görüşü de vardır.
Bazı müfessirlere göre, Allah’ın katında bir günün insanların saya geldikleriyle ne kadar bir süreye karşılık olduğu, sabit bir husus değildir; nitekim Meâric sûresinde (70/4) bu sürenin elli bin yıl olduğu belirtilmiştir. Bazı müfessirlere göre ise, «bin yıl», «elli bin yıl» gibi ifadeler kinaye türündendir, yani sürenin uzunluğunu anlatmak içindir.)
Ve Allah katında bir günün bin sene, başkasında da; -Hamsine elfe senetin-50 bin sene der.
“Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir.”
Böylece Kur’an-ı bir bütün içerisinde ele almak gerekir.
Kur’an-daki İşkale örnek ise;-umum ve husus konusunda, “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[77]
-Ve ma halaktül cinne vel inse-, derken o umum içindeki hususta;
“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”[78]
(Âyette sözü edilen kimseler, kendilerine verilen bu yetenekleri kötü kullandıkları için, cehennemlik olmuşlardır. Allah, bunların böyle davranacaklarını ezelde bildiği için, onları “cehennemlikler” olarak belirlemiştir.)
Ve le kad zere’na li cehenneme kesiren minel cinni vel insi- ile, Gerçek şu ki, cinden ve insten çoğaltılmış olanların birçoğu Cehennemliktir. “böylece müminlerin ibadet için yaratıldığı özeli belirtilmiştir.
Buna sebeb ise;” ve lehum a’yunun la yubsırune biha ve lehum azanun la yesmeune biha, ulaike kel en’ami bel hum edallu, ulaike humul gafilun.”
“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”[79]
Ve yine sebebi olarak da;” Andolsun, size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alaya aldıkları şey onları kuşattı.”[80]
************
“Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiç bir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.”[81]
Yahudiler, «Ahiret hayatı sadece bize aittir» şeklinde iddia etmişler, bununla «Yahudi olmayanlar öbür dünyada nimete nail olamazlar» demek istemişlerdi. Bu iddiaya karşılık siz de onlara «Madem ki öyledir, hadi ölümü isteyin» deyiniz. Ama onlar asla ölmek istemezler. Bu âyetler, yahudilerin ırkçılık düşüncesinin ahirete kadar uzandığını gösterir.”
-Kur’anda kafirler asla ölümü istemezler-len-ifadesi kullanılmıştır.
Len, nefyi istikbaldir. Gelecekte de ve hiçbir zaman istemeyeceklerini belirtmektedir.
Cehennemde kafirler cehennem görevlisi malikten bunu isteyeceklerdir.
“Ateşte olanlar cehennem bekçilerine, “Rabbinize yalvarın da (hiç değilse) bir gün bizden azabı hafifletsin” derler.
“Kâfirlere ise cehennem ateşi var. Ne ölüm hükmü verilir ki ölsünler, ne de ateşin azabı hafifletilir. Biz, işte Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü böyle cezalandırırız.”[83]
“Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de ebedî/devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.”[84]
“(Dünya bozgununun) ardından (bir de) cehennem vardır. Ve (ona) irinli sudan içirilir.
Zorlanarak ve yudum yudum yutkunmaya çabalar (ama) boğazından kolayca geçmez. Ölüm her yandan ona gelir, fakat o ölmez. Ardında daha sert/çetin bir azap vardır.”[85]
Buradaki Len ifadesi tıpkı rüyet durumundaki gibidir.[86]
“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.”[87]
***********
Kur’an-ı Kerim’de şefaatle ilgili 15 ayet geçmektedir. Bunların 8’i ahirette şefaatin olmadığını 7 tanesi de şefaat Allah’ın izniyle olduğunu ifade etmektedir. Bu 8 tanenin de 7 tanesi daha ziyade kafir Zalim müşrik münafık ve israf ile ilgili olurken diğer bir tanesi de müminleri hitap etmektedir. Şöyle Ey iman edenler kendisinde alışveriş dostluk ve Şafak bulunmayan gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan Hayır yolunda harcayın Gerçekleri inkar edenler Elbette zalimlerdir.
Bakara 254 bunu böylece diğer Allah’ın iznine bağlı olan 7 ayetle bir araya getireceğiniz zaman o zaman burada da Ey iman edenler kendi alışveriş dostluğu Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin şefaat da bulunamayacağı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın diye bu şekilde ifade etmek gerekir.
Hadisi şeriflere baktığımız zaman da hemen hemen genel olarak dan şefaatle ilgili 160 kadar hadisin geçtiği görülmektedir. Efendimizin Şefaati Uzma ya sahip olduğu şafağını ahirette ehli iman için yapacağı gibi birçok hadisi şerifler şefaatin bu manada olacağını ancak Elbette gayet normal olaraktan Allah’ın iznine bağlı olduğunu ifade etmektedir.
-“ Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de.”
-“ Âyetlerimizi yalanlayanlar ve o âyetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler!( Âyetin bu kısmı, “halat iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler” şeklinde de tercüme edilebilir.) Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.”[88]
Burada ahirette kâfirin hiçbir surette cennete girmeyeceği açıkça belirtilmektedir.
**************
Kur’an hazinesine giren ve bakan ehli, onda bulduğu cevherleri kendi mesleği açısından çıkarıyor.
Allah’ta insan definesinden nice hazineler çıkarıyor.
“Ve yezkurunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cunubihim ve etefekkerune fi halkissemavati Vel ard. Rabbena ma halakte haza batıla. Sübhaneke fekinâ ‘ażâbe-nnâr.”
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.”[89]
-“Veş-şemsu tecri li mustekarrin leha…”
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.”[90]
“Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler. “[92]
“Cenab-ı Hakk’ın «yer ve gökten istediği», her ikisinin de kendilerine yüklenen görevlerin gereğini yerine getirmeleridir.”
-“Eyuhibbe ehedukum en yekule lahme eḣîhi meyten.”
“Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”[93]
Bu teşbihle gıybetin ne kadar çikin bir şey olduğunu tasvir etmektedir.
-Sümme kaset kulubukum min badi zalike, Fehiye kelhicârati ev eşeddu kasve(ten)…..”
“Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.”[94]
Buradaki teşbihte kötü kalbli bir insanın kalb yapısının kendi olması gereken karakterinden hariç olup, bozulduğunu veciz ve harika bir benzetmeyle dile getiriyor.
-“Fenzur ila asari rahmetillah keyfe yuhyil arda ba’de mevtiha, inne zalike le muhyil mevta, ve huve ala kulli şey’in kadir.”
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”[95]
-“Kale men yuhyil izam…”
“Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?”
De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”[96]
-Evet, Leyse bade beyanil Kur’an’i beyanun.
Elbette Kur’an-ın beyanından başka beyan yoktur ve de olamaz.
-“ Em yekûlûne şâ’irun neterabbesu bihi raybe-lmenûn(i)
“Yoksa onlar: (O,) bir şairdir; onun, zamanın felâketlerine uğramasını bekliyoruz mu diyorlar?”[97]
-“ Vemâ ‘allemnâhu-şşi’ra vemâ yenbeġî leh(u)(c) in huve illâ żikrun ve kur-ânun mubîn(un)”
“Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.”[98]
-Em emler ve ve min ayatihi-ler zincirleme soru ve düşündürücü edatlar. [99]
-“Fel yenzuril insanu mimme hulik. Hukuka min main dafik…”
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şekilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kadirdir.”[100]
-“….Vel cibale evtada…
“Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?”[101]
-“En-nessemavati velarda Retkan fefeknahuma..”
“İnkar edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hala inanmayacaklar mı?”[102]
-“ Fel yevme nuneccîke bi bedenike…”
“(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.”[103]
-“Ğulibetir rum…”
“Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler. Eninde sonunda Allah’ın dediği olur. O gün müminler Allah’ın yardımı sebebiyle sevinecekler. O dilediğini muzaffer kılar. O çok güçlüdür, engin merhamet sahibidir.
Bu Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”[104]
Geçmişten bahseden Kur’an, gelecekten de haber vermektedir.
-“ Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.”[105]
****************
“Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”[106]
İbn Abbas (r.a) Efendimizden rivayetle “Âdemoğlunda bir nefs, bir ruh vardır, aralarındaki fark, güneş ile şuası gibidir. Nefs kendisiyle akıl ve temyiz (ayırım, irade) yapılan; ruh da, teneffüs ve hareket yapılandır. Ölümde ikisi de müteveffa (yani bedenle bağlantısı kesilmiş); uykuda ise yalnız nefs müteveffâdır.” Bu rivayet ise anlattıklarımıza yakındır. Elmalı H. Yazır buradan şunu çıkarmaktadır: “Ona göre nefs kendini duyan. Yani kendi vicdanını bilen ve ‘ene’ (ben)şuuruna erendir. Yalnız nefs Vacibu’l-Vücûd değildir (Var olması vacip değildir) Allah’tandır. Ölüm ve uyku hallerinde olduğu gibi, kendinden geçirilip ak1ı temyizinin kendinden alınmasıdır.
Ruh denilince genellikle hayat mebde-i (başlangıcı) anlaşıla geldiği gibi ve ruh da ekseri cismânî tezahürat ile anlaşıldığından manevî hayatın mebde-i olan ruha nefs de denilmiştir.”
Yunus öldü diye salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.
-Ahnes, bazı geceler Ebû Süfyân ve Ebû Cehil ile buluşarak müslümanların okuduğu
Kur’an’ı gizlice dinler ve onu beğendiğini söylerdi.
Bir gece vakti; Ebu Süfyan Sahr b. Harb, Ebu Cehil ve Ahnes b. Şerik, birbirlerine duyurmadan, namaz kılarken okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek için Efendimizin (a.s) evine gidip, her biri bir yere sindi. Bunlar, Peygamberimizin (a.s) okuduğunu dinleyerek gecelediler.
Tan yeri ağarırken, yerlerinden ayrılıp dağıldılar.
Yolda birleştiler, birbirlerini kınadılar.
“Bir daha buraya dönüş yapmayınız!
Eğer sizi hafif akıllılarınızdan herhangi birisi görmüş olsa, muhakkak onun kalbine şüphe düşürmüş olursunuz!” dediler ve oradan ayrıldılar ve:
“Bir daha buraya dönmeyeceğimize and içmedikçe buradan ayrılmayalım!” dediler.
Antlaştıktan sonra, dağıldılar.
Ahnes b. Şerik, sabaha çıkınca, sopasını eline aldı.
Ebu Süfyan’ın evine kadar gidip, içeri daldı:
“Ey Hanzale’nin babası! Muhammed’den dinlemiş olduğun şey hakkındaki görüşünü
bana bildir!” dedi. Ebu Süfyan:
“Ey Sa’lebe’nin babası! Vallahi, ben ondan mânâsını bildiğim ve anlatılmak istenileni anladığım şeyler de işittim; mânâsını bilmediğim ve anlatılmak istenileni anlayamadığım şeyler de işittim!” dedi.
Ahnes b. Şerik:
“Ben de öyle!” dedi. Ebu Süfyan’ın yanından ayrılıp Ebu Cehil’in evine vardı.
Ona:
“Ey Hakem’in babası! Muhammed’den işitmiş olduğun şey hakkındaki görüşün nedir?”
diye sordu.
Ebu Cehil:
“Ondan ne işitmişim de?!
Biz ve Abdi Menaf oğulları, şan ve şeref hususunda şimdiye kadar hep çekiştik durduk:
Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik.
Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk ederek diyet yüklendik.
Onlar halka bağışta bulundular, biz de bağışta bulunduk.
Onlarla, kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince, onlar:
‘İşte, bizden, kendisine gökten vahiy gelen bir peygamber de var!’ dediler.
Biz bunun dengini nereden bulup onlara ulaşacağız?!
Vallahi, biz hiçbir zaman ona inanmayız ve onu tasdik etmeyiz!” dedi.
Bunun üzerine Ahnes ayağa kalktı ve Ebu Cehil’i kendi haline bıraktı.[107]
-Münafıkların reisi Übey b. Selul-ün oğlu, Abdullah Allah yolunda gayret etmekte, babasının ölümü üzerine peygamberimize gelerek, babası için Allah’tan mağfiret dilemesini istemiştir.
Bunun üzerine Tevbe 80. Ayet indi.
“Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (fark etmez.) Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de, Allah onları asla affetmeyecektir. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmiş olmaları sebebiyledir. Allah, fasık topluluğu doğru yola iletmez.”[108]
“Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.”
Ebu Cehil in oğlu İkrime’de samimi müminlerden idi.
İkrime, sözünde durur ve döneminde Orta Doğu’nun Müslüman oluşuna yol açan Yermuk savaşında bir yudum su içemeden şehid olan üç mücahitten biri olur.
Bedir’de öldürülünceye kadar İslam ve Hz. Muhammed düşmanlığının başını çekmiş ve Peygamberimiz tarafından “Bu ümmetin firavunudur” diye tanımlanmış olan Ebu Cehil’in oğlu İkrime de çok şeyler yapmıştır. Öyle ki Hz. Peygamberimiz onun hakkında da “Ondan çektiğimi babasından çekmedim” diyecektir.
İkrime’yi ikna edip geri döndürme görevini de eşi üstüne alır. Yemen sahilinde, gemiye binmiş ve Afrika’ya geçmek üzereyken kendisini yakalar. Mekke’ye döndürür. İkrime’nin içeri girmekte olduğu söylenince Peygamberimizin yanında oturan arkadaşlarını uyarır.
-Sakın babası aleyhinde konuşup, kendisini rencide etmeyin. Babasının yüzünden oğlunun hidayetine mâni mi olmak istiyorsunuz?
İkrime içeri girer. Hz. Muhammed kendisini kucaklayarak karşılar.[109]
****************
Müşriklerin, hayat bu dünya hayatından ibarettir, doğar, yaşar ve ölürüz.
“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar. “[110]
(Dirilmeyi ve ahiret hayatını inkâr eden dehrîler (materyalistler), ölümü «dehr» denen sürekli zamana veya tabiata bağlayarak, onun dışında ve üstündeki hakîki müessiri, Allah’ı tanımadıklarını ifade ederler. Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz, yani zaman hazırlar. Ruhları alan bir ölüm meleği yoktur. Bütün olaylar zamana dayandırılır. Ama onlar bu inancı beslerken zandan başka hiçbir delile sahip değillerdir.)
Bu dünyada cennet ve cehennemin örneğini bir arada gösteriyor.
Bize göre bazılarının yaşayışını cehennemi bir hayat görürken, onlarda bizim cennet hayatımızı cehennem gibi görür.
**************
Kuzey Afrika’da bir kadın bir hocaya fetva sormaya gelir. Aralarında şu konuşma geçer: -Fetvanı Kitap ve sünnete göre mi vereyim yoksa İmam Malik’e göre mi?
-İmam Malik’e göre ver.
-Hayret! Malik’in fetvasını Kitap ve sünnetten üstün mü tutuyorsun?
-Hayır. Ancak Kitap ve sünneti onun senden çok daha iyi anladığına inanıyorum.
-Hikmet sahibi bir kişi demiştir ki kalbini Vaaz ve nasihatlarla dirilt, fikir ile aydınlat, züht ile öldür. Kesin bilgi ile kuvvetlendir.
Ölüm ile mütevazi kıl, yokluk ile istikrar kazandır. Dünyanın facialarını göster. Zamanın çarpmasından koru. Geçen her gün ve gece ile doldur. Geçmişe dalmasına izin verme fakat yaşananlardan ders almasını sağla diyar diyar dolaşta geçip gidenlerin yaptıklarına ve yaşadıklarına bak ve düşün.
*************
“Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların ise, sırtlarında veya bağırsaklarında bulunanlar, ya da kemiklerine karışanlar dışındaki içyağlarını (yine) onlara haram kıldık. İşte böyle, azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık.[201] Biz elbette doğru söyleyenleriz.”[111]
(Konu ile ilgili olarak bakınız: Nisâ sûresi, âyet,160. Aslında bunlar haram şeyler değildi. Yahudiler bir zamanlar bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık, zulüm, hakka karşı başkaldırma, peygamberleri öldürme, faiz alma, insanları öldürmeyi helâl sayma gibi ölçüsüz davranışları sebebiyle birçok temiz rızıklardan mahrum edilmişlerdi. Sığır ve koyun gibi bazı hayvanların yalnızca iç yağlarının kendilerine haram kılındığı ve bu hayvanların onlara haram kılınan tırnaklı hayvanlar kapsamına girmediği âyetin metninden anlaşılmaktadır.)
Yahudilere azgınlıkları sebebiyle bazı şeyler haram kılınmıştır.
Ancak onlar bunu, Allah bize hiçbir şeyi haram kılmadı, İsrail’in kendisine haram kıldıklarını bizde kendimize haram kildik.
Oysa Ayette; “Yahudilerin yaptıkları zulümler ve pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları yüzünden daha önce kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri biz onlara haram kıldık.
Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve haksız yollarla insanların mallarını yemeleri yüzünden. İçlerinden kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.”[112]
“Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in (Ya’kub’un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip onu okuyun.”[113]
Yahudiler kendileri de bilmektedir ki, Tevrat ve Zebur’da yazdığı üzere, “Biz Salih kullarımızı kesinlikle yeryüzüne varis kılacağız.”
“Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: «Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır» diye yazmıştık. ”[115]
(Âyette geçen «Zikir»den maksat, -tercihe şâyan görüşe göre- Tevrat’tır. Ancak müfessirler, «Zikir» tabirinin levh-i mahfuz, «Zebur»un ise, Allah tarafından inzal buyurulan bütün kitaplar olabileceğini de belirtmişlerdir.
Kötülerin ve kötülüğün sürekli pâyidâr olamayacağını, iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğunu, hakimiyetin eninde sonunda iyilerin eline geçmesinin mukadder olduğunu anlatan bu âyet, İslâm dininin dünya hayatı konusundaki iyimserliğini ifade etmektedir.)
************
Suyuti, müfessirin on beş ilme vakıf olması gerektiğini nakletmektedir.
Bunlardan; siğa ve binaların bilinmesinin lüzumu; Zemahşeri, bazılarının “ ”يوم ندعو كل أناس بإمامهم (İsra suresi 71. ayet)ayetinde geçen “imam” kelimesinin “ümm”den geldiğini iddia ettiklerini ifade ettikten sonra bu durumda mananın “insanlar babaları ile değil anneleriyle çağrılacaktır” şeklinde olacağını belirtmektedir.
Ayrıca bu şekilde olmasının sebebini de İsa’ya a.s. hürmeten, Hasan ile Hüseyn’in şerefinin ortaya konulması, bir de veled-i zina olan çocukların mahcup olmaması için şeklinde açıklamaktadır. Zemahşeri, Keşşaf, II, 637. Bunun karşısında “ümm”ün çoğulunun “imam” şeklinde gelmeyeceği ifade etmektedir.[116]
-Mesela bir yerde mutlak anlamda kanın haram olduğu ifade edilirken (Bakara 2/173) diğer yerde de haram olanın, akıtılmış kan olduğu açıklanmaktadır.( Enam 6/145.) Bir yerde fasl günün ne olduğu sorulmakta,(Mürselat 77/13-14.) diğer yerde ise fasıl gününün herkesin bir araya getirileceği,( Duhan 44/40.) belirlenmiş bir vakit (Nebe 78/17.) olan din günü(Saffat 37/21) olduğu belirtilmektedir.
-“Yuazzibu men yeşau ve yerhamu men yeşa’, O, dilediği kimseye azap eder, dilediği kimseye de rahmet eder.”[118]
-İnnallahe la yağfiru en yüşrake bihi ve yağfiru ma dune zalike li men yeşau”
“Allah, kendisine ortak koşanları asla affetmez. Bunun dışında uygun gördüğünü bağışlar.”[119]
-“Fa’alun lima yurid.- Dilediğini yapandır. “[120]
-“La yus’elu amma yef’alu ve hum yus’elun.”
O,yaptıklarından dolayı sorgulanamaz. Ama onlar yaptıklarının hesabını vereceklerdir.”[121]
-“İn tectenibu kebaira ma tunhevne anhu nukeffir ankum seyyiatikum ve nudhılkum mudhalen kerima”
“Eğer siz, yasaklananların büyüklerinden sakınırsanız, yaptığınız kötülükleri örteriz. Ve sizi şerefli bir meskene yerleştiririz.”[122]
“Ellezine yectenibune kebairel ismi vel fevahışe lemem.”
“Onlar, ufak-tefek hatalara düşmek hariç, büyük günahlardan ve aşırılıklardan kaçınırlar.”[123]
-“İnnemat tevbetu alallahi lillezine ya’melunes sue bi cehaletin summe yetubune min karibin fe ulaike yetubullahu aleyhim. Ve kanallahu alimen hakima.”
“Allah katında tevbe; cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından o kötülüğü terk edenlerin tevbesidir. Allah, ancak bu gibilerin tevbelerini kabul eder. Zira Allah, Her Şeyi Bilen’dir, En İyi Hüküm Veren’dir.
-“Ve leysetit tevbetu lillezine ya’melunes seyyiat, hatta iza hadara ehadehumul mevtu kale inni tubtul’ane ve lallezine yemutune ve hum kuffar. Ulaike a’tedna lehum azaben elima.”
“Kötülük yapıp da kendilerine ölüm gelip çatınca, “Ben şimdi tevbe ettim.” Diyenlerin ve gerçeği yalanlayıp nankör olarak ölenlerin tevbeleri geçersizdir. İşte onlara can yakıcı bir azap vardır.””[124]
-Kale azabi usibu bihi men eşau ve rahmeti vesiat kulle şey’, fe se ektubuha lillezine yettekune ve yu’tunez zekate vellezine hum bi ayatina yu’minun.”
“Allah: “Azabıma dilediğimi uğratırım, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, takva sahibi olanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize inanlara yazacağım.”[125] buyurdu.
*************
“Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.”[126]
(Bu âyette yer alan “nikâhlayın” emri, gereklilik anlamı değil, ruhsat ve cevaz anlamı taşımaktadır. Bu itibarla İslâm dininde çok evlilik kural değil, gerektiğinde başvurulacak istisnaî bir durumdur.)
“Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[127]
(Birden fazla kadınla evli bulunan erkek, eşleri arasında eşit ve âdil davranmak mecburiyetindedir. Ancak bazı hususlar vardır ki bunlarda eşitliği korumak insanın tabiatına aykırıdır; meselâ iki eşi aynı derecede beğenmek ve sevmek mümkün değildir; bu sebeple de erkekler bununla mükellef kılınmamışlar, isteseler de bunu yapamayacakları kendilerine bildirilmiştir. Buna mukabil elde olan, maddi sayılabilecek haklarda, nimet ve imkânlarda adalet şarttır; beraber kalma müddeti, mesken, giyecek, yiyecek ve diğer imkânları burada örnek olarak zikretmek mümkündür.)
Lafızla mananın ortak değerlendirilmesi gerekir.
**************
“Ve lev şaallahu maktetelu-“
“Eğer Allah dileseydi birbirleriyle savaşmazlardı.”
Allah öyle diyor; “Vel akibetu Lil muttakin.”[133]
Allahu alem finale doğru giden şu dünyada Kur’an-ı Kerim’de final yapmakta ve bir derece geçmiş asırlarda ki olayları bu zamanımızda aktarmakla geleceğe ışık tutup, asırları asrımızda özetlemektedir.
**********
Başta nefsim olmak üzere, gerçekten hala işin şuurunda değiliz.
Efendimizin dediği gibi, eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlarsınız.
Çok gülüyor, az ağlıyorsak bu işte bir gariplik var demektir.
Demek ki çok değil, pek bilmiyormuşuz.
-Bir kişi Hristiyanlara ait bir okulda papa ve kiliseyi kötüleyebilir mi?
Oysa bizde ve bu memlekette yaşarken bu memleketin inançlı insanlarına küfredilebiliyor!
Bir zehirlenme hüküm sürmektedir.
**************
Kur’an’da tekrar eden yasaklar sadece riba’da değil başka konularda da uygulanmaktadır. Mesela Peygamber a.s. Abese suresinde; davette kimseye sırtını dönmemesi gerektiği hususunda uyarılırken, Enam suresi 52. ayette müşriklerin, yanına gelip kendisini dinlemeleri için fakir müslümanları yanından kovması şartını Peygamberin reddetmesi gerektiği belirtilmektedir. Hatta onun tam tersine fakir Müslümanlardan gözünü bile çevirmemesi gerektiği Kehf suresi 28. ayette emredilmektedir.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber a.s. bir konu hususunda üç farklı yerde ve şekilde uyarılmaktadır. Benzer durum Müslümanların müşriklerin mallarına göz dikmemesi gerektiği hususunda da görülmektedir. Allah, müslümanları müşriklerin refah içinde olmalarına imrenmemeleri gerektiğini şöyle belirtir;
“Kâfirlerden bir kısmını faydalandırdığımız şeylerde sakın gözün kalmasın. Onlara karşı mahzun olma ve mü’minlere (şefkat) kanadını indir.”[134]
*************
Nâsırüddin el-Elbânî, aşırı Vahhabbilikle ve Ehl-i sünnete aykırı bazı düşünceleriyle tanınmıştır.
Bu açıdan onun fikirlerinden ve eserlerinden istifade ederken çok dikkatli olmak gerekir.
Bir ara ticaretle meşgul oldu, babasının mesleği olan saat tamirciliği yaptı, boş kalan zamanlarında da kitap okumaya çalıştı. Yirmi yaşlarında iken, M. Reşîd Rızâ’nın çıkardığı “Mecelletü’l-Menâr”da okuduğu bazı yazılar kendisini Selefî anlayışı benimsemeye ve hadis ilmiyle meşgul olmaya yöneltti.
Dımaşk’ta çalışmalarını sürdürdüğü sırada yaptığı seyahatlerde savunduğu fikirleri yayma imkânı bulmakla beraber halkın, resmî makamların ve tarikatların şiddetli muhalefetiyle karşılaşmış, zaman zaman bu yüzden hapse girdiği ve sınır dışı edildiği olmuştur.
Buda bizdeki birkaç kişi gibi, isbat, tesbit, teşhis, talim ile öne çıkmayıp, red ve inkar ile, nefyedip kabul etmemekle yani müsbet yönleriyle değil, menfi yönleriyle öne çıkmaktadırlar.
***********
Kıssalar:
1) Adem ile melekler ve şeytan, Adem ile Havva, Adem ve iki oğlu (Habil ve Kabil)
2) Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Eyyub’un hayatı ve tevhid mücadelesi.
3) Lokman’ın oğluna yaptığı öğütler.
4) İbrahim ve oğulları’nın kıssası, Kabe’nin yapımı, İsmail’in kurban edilmesi hadisesi.
5) Yusuf’a karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hadise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi.
6) Musa’nın rasullüğünden önceki hayatı, risaleti, mucizeleri, Firavun’un inadı,
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır kıssası.
7) Davut ve Süleyman’ın kıssası, Süleyman ve Belkıs.
8) İsa’nın doğumu, risaleti, sofrası.
9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud, Ashab-ı Fil.
10) İsra, Hicret, Bedir, Uhud, Beni Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk
Hadisesi ve Münafıklara ait kıssalar.
-Ayetlerin tekrarından başka kıssalar da tekrar edilmiştir. Mesela Hz. Âdem kıssası, Bakara. A’raf, Hicr, İsra, Kehf ve Taha surelerinde tekrarlanmıştır. Fakat her bir surede kıssanın bir başka özelliği vurgulanmıştır.
*************
Peygamber Kıssaları:
Kur’ân’da kıssası anlatılan peygamberler; Hz. Adem, Hz. İdris, Hz. Nuh, Hz.Hud ve Âd kavmi, Hz. Salih ve Semud kavmi, Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. İsmail, Hz.İshak, Hz. Ya’kub, Hz. Yusuf, Hz. Eyyûb, Hz. Şuayb ve Medyen halkı, Hz. Musa,Hz. Harun. Firavun ve İsrailoğulları, Hz Dâvud, Hz Süleyman, Hz İlyas, Hz. Elyesa,Hz. Zülkifl, Hz. Yunus, Hz. Uzeyr, Hz. Lokman (Kur’ân’da kendisine hikmet verildiği bildirilir fakat peygamberliği tartışmalıdır), Hz. Zülkarneyn (Peygamberliği konusunda ihtilaf vardır), Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. İsa’dır.
-Diğer Kişi ve Toplulukların Kıssaları:
Kur’an’da Peygamberler dışında anlatılan kıssalar; Hz. Meryem kıssası, Hz.Adem’in iki oğlunun kıssası, Ashab-ı Kehf kıssası, Ashab-ı Karye kıssası, Eyke Halkının kıssası, Tübba Kavmi kıssası, Ress Halkı kıssası, Sebeliler kıssası, Ashab-ı Uhdud kıssası, malı ve evlatlarının çokluğuyla övünen adamın kıssası, bahçe sahipleri kıssası, Ashab-ı Fil kıssası, Romalılar kıssasıdır.
-Kur’ân’ın Nazil Olduğu Dönemde Meydana Gelen Olayların Kıssaları;
Hicret, Ahzâb, isra, mi’rac, Bedir, Uhud, Hendek, Hamrâü’l-esed, Huneyn, Bey’atür rıdvan, Hudeybiye Antlaşması, Tebük savaşları ve seferleri.
*************
Hz. Hud’un (a.s.) kavmiyle olan mücadelesi Kur’ân’da birçok ayette tekrarlarıyla anlatılmaktadır.
Şuarâ Suresinde tekrarlanan bu kıssada, Hz. Hud’un kavmine hitabı şu şekildedir: “Hani onlara kardeşleri Hud: ‘sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.”
Bu hitabın tam anlamıyla anlaşılabilmesi için Mevdûdî kıssanın tekrarlandığı farklı surelere müracaat eder. Bu şekilde, bu hitabı izah etmeye çalışır:
Hz. Hud’un bu hitabesini bütünüyle kavrayabilmek için, Ad kavmi hakkında Kur’ân’ın verdiği ayrıntıları göz önünde bulundurmak gerekir:
1. Nuh kavminin helâk edilmesinden sonra, Ad’a yeryüzünde iktidar ve üstünlük verilmişti: ‘Düşünüp ibret alın ki, Allah sizi Nuh’un kavminden sonra halifeler yaptı…’(A’raf:69)
2. Güçlü kuvvetli insanlardı: ‘…Ve yaratılışta sizin güç ve kuvvetinizi artırdı.’ (A’raf:69)
3. Yeryüzünde onların dengi bir başka kavim yoktu. ‘Beldeler içinde onun
benzeri yaratılmamıştı.’ (Fecr:8)
4. Medeni idiler ve dünyada yüksek sütunlu muhteşem binalar yapma sanat ve hünerleriyle tanınmışlardı: ‘Görmedin mi Rabbin nasıl yaptı Ad’a? Yüksek sütunlu İrem’e?’ (Fecr:8)
5. Maddi refah ve güç onları mağrur ve kibirli yapmıştı: ‘Ad’a gelince:
yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. (Fussilet:15)
6. Siyasal iktidar, karşılarında kimsenin ses çıkaramadığı birkaç despotun
ellerinde idi: ‘…Ve her inatçı zorbanın emrine uydular.’ (Hud:59)
7. Allah’ın varlığına inanmıyor değillerdi. Fakat şirk içinde idiler. Başkasına değil Yalnızca Allah’a ibadet etmeyi reddediyorlardı: ‘Bize yalnızca Allah’a ibadet edelim ve babalarımızın ibadet ettiklerini bırakalım diye mi geldin? dediler.’[136]
-“Hz. Adem’in kıssası Bakara: 30-39, A’raf: 11-17, 189, Hicr: 28-42, İsra: 61-65 ve Kehf 51-52’de yer almıştır.”[137]
-Bakara suresinde İsrailoğulları kıssası Hz. Adem kıssasından sonra gelmektedir.
-Ankebut suresinde art arda zikredilen Ad, Semud kavmi ve Karun, Firavun, Haman kıssalarından sonra, Mevdûdî bu kıssaların Mü’minlere ve kafirlere ne gibi dersler verdiğini şu şekilde açıklamıştır:
Buraya kadar geçen ayetlerde anlatılan kıssalar hem kafirlere hem de mü’minlere hitap etmektedir. Bu kıssalar, üzülüp cesaretlerini yitirmemeleri, çok şiddetli eziyet ve baskılar altında bile Hak sancağını sabır ve sebatla yukarıda tutmaları için mü’minlere hitap etmektedir. Diğer taraftan bu kıssalar, kibir içinde İslami hareketi bastırıp yok etmeye çalışan günahkar ve zalim kimselere de hitap etmektedir.”[138]
*************
“Enbiyâ sûresi de kıssalara tahsis edilmiş, burada da bazı peygamberlerin hayatlarından ve kavimleriyle olan münasebetlerinden bahsedilmiştir (el-Enbiyâ 21/1-112). Kurân-ı Kerîm’de haklarında geniş malumat ihtivâ ettiği için isimlerini peygamberlerden alan sûreler de bulunmaktadır.[139]
Adını peygamberlerle ilgili kıssalar ve kahramanlarından alan sûreler de vardır.[140]
-Kur’ân-ı Kerîm’in 1328 âyetinde üçü (Zü’l-karneyn, Lokmân, Uzeyr) ihtilâflı olmak üzere yirmi sekiz peygamberin kıssası anlatılmıştır. Bu oran Kur’an’ın % 28.84’üne tekâbül etmektedir. Bu yekûna kıssalarla alâkalı bazı meselelerin anlatıldığı (kavimlerin helâki ve helâk sebepleri, azâb tehditleri vs.) âyetler de ilâve edildiğinde sayı 1678’e çıkmakta, oran ise % 30’ları geçmektedir.[141]
-Kısas-ı Enbiyâ mesnevîsi, âyet ve İsrâiliyyât’a dayalı rivâyetlerden hareketle Kur’an’da isimleri zikredilen yirmi beş peygamberden Hz. Elyesâ ve Hz. Zülkifl dışındaki yirmi üç peygamberin, isimleri Kur’an’da geçtiği hâlde peygamberlikleri ihtilâflı olan Hz. Lokmân, Hz. Uzeyr, Hz. Zülkarneyn’in ve Kur’an’da isimleri anılmayan Hz. Şît, Hz. Hızır ile Hz. Dânyâl’in kıssalarından bahsetmektedir.[142]
-Peygamberlerin irtibatlı oldukları şahsiyetler (Âzer, Nemrûd, Firavun, Hâmân, Kārûn, Belkıs, Züleyha vb.) hakkında da bilgiler verilmektedir.[143]
***************
Resulullahın (s.a.v) yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi çizdi. Sonra elini ortadaki çizgi üzerine koydu ve dedi ki: “Bu, Allah’ın yoludur.” Sonra şu ayeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah ‘ın yolundan ayırır. “[144]
– Peygamberimiz bu ayet ile ilgili olarak; “Şeyyebetni suretü hud.”
“Hud suresi (yanı bu ayet) beni ihtiyarlattı.”buyurmaktadır.
-“Kur’an’da zikrolunduğu üzere Allah Tea!a’nın yed, vech ve nefs sıfatları vardır. .. Yine O’nun gazab ve rıza sıfatları mevcuddur, ancak bunların keyfiyeti bizce meçhuldür. O’nun gazabı ukubeti, rızası da sevabı demektir, denilemez.
Yine O’nun yed’i, kudreti veya nimeti manasına gelir de denilemez.”
-Allah Teala, “Hiçbir şey O’nun benzeri olamaz. (Veya, O’nun misli gibisi (bile) yoktur.)”[147]
-Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’un dilinden şöyle buyrulur: “Müslümanlardan olmakla emrolundum. “[148]
-Hz. İbrahim ve İsmail’in dilinden:· “Ey Rabbimiz bizi sana Müslüman (samimiyetle teslim) olanlardan kıl.”[149]
-Hz. Yakub’un çocuklarına vasiyetinden “Şübhe yok ki, Allah, razı olduğu İslam dinini sizin için seçti. O halde siz ancak Müslüman olarak can verin.”[150]
– Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam yoktur:
“Rabbin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümlerden nefisleri hiçbir darlık duymadan tanı bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş olmazlar. “[151]
Tamamlanması gerekeni bize tamamladı: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam ‘ı seçtim. “[153]
– Resulullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Nefsimi yed-i kudretinde tutana yemin ederim ki, bu ümmetten beni duyan biri Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, duyduktan sonra benim getirdiğime, Kur’an’a ve bana inanmazsa mutlaka o, ateş ehlindendir.”[154]
****************
Emali Şerhinden :”Allah Teala, hayrı ve zaten çirkin olan şerri irade edendir. Fakat muhale yani şerre, kötü fiillere rızası yoktur.”
– “Allah ‘ın sıfatları zatının aynı değildir. (Yani sıfatlar zat içinde erimemiştir). Aynı zamanda zatından ayrı ve kopuk da değildir.”
– Ömer Nesefi (r.a), “Allah’ın (c.c) ezeli ve zatıyla kaim sıfatları vardır. Bu sıfatlar, zatının aynı da değildir, gayrı da değildir. Ehl-i sünnetin bu inancı, bu sıfatlara malik birden fazla vücudun varlığı telakkisini reddeder,” demiştir.
– Allah Teala hakkında “nefs” tabiri kullandır mı?
Bu lafız (kelime) Kur’an’da geçmektedir. Cenab-ı Hak, “Sen benim nefsimdekini biliyorsun, bense senin nefsindekini bilmiyorum “[155]
Ve “Allah sizi kendi nefsinden sakındırır”[156] buyurmaktadır. Hadislerde de varid olmuştur. Şöyle rivayetler vardır:
1. Haber: Ebu Hüreyre (r.a)’ den: “Allah şöyle buyurur. Kulum beni andığında, Ben kulumla birlikteyim. Eğer kulum beni kendi nefsinde anarsa, Ben de onu nefsimde anarım… ”
2. Haber: “Cenab-ı Hak mahlukatı yaratınca, Arş’ın üzerinde yükseltilmiş Kitabında, mukaddes nefsi hakkında, “şüphesiz benim rahmetim, gazabıma üstün geldi” diye yazdı.”[157]
3. Haber: Ebu Zerr (r.a), Hz. Peygamberden (s.a.v) Hz. Peygamber de, Cenab-ı Hak’dan şunu rivayet etmiştir: “Ey kullarım! Zulmü kendi nefsime haram kıldığını gibi, sizin aranızda da haram kıldım. Binaenaleyh, birbirinize zulmetmeyiniz. “[158] Bu haberin tamamı oldukça meşhurdur.
4. Haber: İbn Ömer (r.a), Peygamberimizin (s.a.v) bir gün minberde “Allah ‘ı hakkıyla takdir edemediler”[159] ayetini okuyup, sonra da Allah’ın zatını şöyle diyerek övmeye başladı: (Cenab-ı Hak buyuruyor ki) “Ben Cebbarım, Ben Mütekebbirim, Ben Azizim, Ben Kerimim.” Bunun üzerine minber sallanmaya başladı, öyle ki, biz, Resulullah düşecek diye korktuk.[160] Benzeri haberler pek çoktur, biz yetinmek durumundayız.
-“Nefs” bir şeyin zatından, hakikatinden ve hüviyetinden ibaret olup, cüzlerden oluşan cisimden terkib edilmiş değildir. Çünkü, her cisim mürekkebtir. Her mürekkeb varlık ise, mümkündür. Ve her mümkün de sonradan olmadır. Bu, Cenab-ı Allah hakkında imkansızdır. Bundan dolayı “nefs” lafzını, zikrettiğimiz şeylere hamletmek gerekir.[161]
-“Allah Teala’nın zati ve fiili sıfatları, hepsi kadimdir, ezelidir. Yok olmaktan korunmuşlardır.”
-“Allah Teala’yı (varlık manasında) şey . diye adlandırırız, fakat (yaratılmış) şeyler gibi değil. Bunun yanında O’nu altı yönden (mekandan) münezzeh olarak “zat” diye de vasıflandırırız.”
-“Benim Rabbim cevher de cisimde de değildir. Yine O, parçalardan oluşmuş bir bütün veya bütünü oluşturan parça değildir, bir de O, yaratılmışlık özelliklerine de sahip değildir.”
-“Allah’ın zatı ile kaim olan Kur’an mahluk (sonradan oluşmuş) değildir. Rabb’in kelamı ses ve harften oluşan lafız konumunda bulunmaktan münezzehtir.”
-“Arşın Rabbi arşın fevkinde (üstünde)dir. Fakat bu, mekan tutmak ve arşa temas etmek şeklinde değildir.”
-Sadece naslarda geçen, yalnız sem’ (işitme) ve haberle sabit olan sıfatlara, haberi sıfatlar denir. Haberi sıfatların bir kısmı, yalnız Kur’an-ı Kerlm’de, bir kısmı hem Kur’an hem sahih hadislerde, bir kısmı da sadece sahih hadislerde geçer. Bu sıfatlar zahiri manaları ile anlaşılırsa, bizi teşbih, tecsim, tekyif ve temsil fikrine götürür. Bunların en meşhurlarını şöyle sıralayabiliriz:
a) Yed: “Allah ‘ın yed’i (eli) onların ellerini üzerindedir. “[164]
“Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten (seni) alıkoyan nedir?”[165]
b) Vech: “Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin vechi (yüzü) bakidir. “[166]
c) Ayn: “Ey Musa, aynımın (gözümün) önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım.”[167]
d) İstiva: “Rahman arşa istiva etmiştir (karar kılmıştır).”[168]
e) Meci’: “Melekler sıra sıra dizilip, Rabbin gelince”[169]
f) İtyan: “Onlar bulut gölgeleri içinde, Allah ‘ın ve meleklerin
kendilerine gelip, işin bitmesini mi bekliyorlar? “[170]
g) Nüzul: “Gecenin son üçte birlik kısmı geldiği zaman, Rabbimiz dünya semasına nüzul eder (iner) “[171]
-“Rahman olan Allah’ı herhangi bir şeye benzetmenin meşru bir yolu yoktur. Şu halde Müslüman halkı bu tür yanlış inançlardan korumaya çalış.”
-“Bütün insanları hesaba çekecek olan Allah’ın üzerinden vakit ve zaman geçmez; O’nda hiçbir şekilde değişiklik de arız olmaz.”
-“Benim ilahım kadından ve eşten müstağnidir. Kız ve erkek evlattan da müstağnidir, bütün bunlara ihtiyacı yoktur.”
-“Yine azamet ve yücelikler sahibi olan Allah, yardımcıdan ve destekçiden de münezzehtir.”
***************
Kuran mu’ciz, insan aciz.
Zamanın Kur’anın tefsirinde büyük önemi var. Mesela; “Râzî’nin yaşadığı çağda astronomi, tıp ve felsefe ilimleri ön plandaydı ve o, bu ilimlerin neticeleriyle bazı Kur’an
âyetlerini yorumlamıştı.”
-Allah hem gayb aleminin bilgisine, hem de şehadet aleminin bilgisine sahiptir. O, görülmeyeni ve görüleni bilir.[172]
-“Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl tezyin eyledik”[173]
-”İnsan-eşya ve kâinat münâsebetini, Kur’an’ın çizdiği yol ve gösterdiği hedefler açısından ele alıp inceleyen ve bunu büyük ölçüde tefsirine yansıtan büyük İslâm âlimi Fahreddin er-Râzî (ö. 606 – 1209) bu meseleyi şöyle açıklamaktadır:
1 . “Ay, güneş ve yıldızlardan bahsetmek ve onların hallerini, mahiyetlerini araştırmak ve düşünmek caiz olmasaydı, bizzat Allah, kendi kitabı Kur’an’a bunları koymaz ve bunlardan bahsetmezdi.”
2. Cenâb-ı Hak: “Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl tezyin eyledik”[175] buyuruyor. Bu âyet ile Allah, semanın kendisi tarafından nasıl bina edildiğini ve yaratıldığını düşünmeye ve araştırmaya davet ve teşvik etmektedir.
3. Yine Allah Teâlâ; semâların ve yerin yaradılışı hakkında düşünenleri ve araştıranları methetmiş ve: “Göklerin ve yerin yaradılışını düşünenler: Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın, derler”[176] demiştir.
-“Gökte ve yerde olan şeylere bakın.”[177]
“Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah’ın ihtida mahlukatı nasıl yarattığına bakın.”[178]
“Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu, nasıl bina ettik ve nasıl süsledik?’[179]
“Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?”[180]
“(Müşrikler) yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı?”[181]
“Onlar, deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmıştır?”[182]
“Bir de insan yediği şeye baksın.”[183]
“İnsan, neden yaratıldığına bir baksın.”[184]
“O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan için ölümü ve hayatı yaratandır.”[185]
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[186]
“Kâfirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik idiler, onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ îmân etmezler mi7”[187]
“Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Onun üstüne suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır ve güzel çiftten nebatlar biter.”[188]
-“And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra Onu nutfe hâlinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedîr.”[189]
-“Biz semâları kendi gücümüzle kurduk; onu biz genişletmekteyiz.”[190]
-“Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da kazıklar yapmadık mı?”[192]
-“Allah semâları gördüğünüz gibi direksiz yarattı.”[193]
***********
“Peygamberimizin Kur’an’ı Tefsiri” adlı bilimsel çalışmasından Hz. Peygamber’in,
Fatiha sûresinde yer alan kendisine gazab edilenleri, Yahudiler; dalâlette olanları, “Hıristiyanlar”; “kuvvet’i atma; “sebîl’i “azık” ve “binek”; “harec”i “darlık”; “siyah
ve beyaz iplik”i, “fecrin karanlığı ve aydınlığı”; “nefse zulüm’ü, “şirk”; “vûrud”u “duhûl”; “vasat’ı “adl” olarak yorumladığını öğreniyoruz. Hadîs kitaplarında ise
namaz, oruç, hac, zekât vs. gibi konuların Hz. Peygamber tarafından açıklandığını ve bu açıklamaların da önce sözlü sonra da yazılı olarak nakledildiğini biliyoruz.”
-”Kur’an’da zikredilen yedi kat semâ ile ilgili âyetler şunlardır:
“O Allah ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onları yedi kat gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.”[194]
“Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunanlar, O’nu teşbih ederler.”[195]
“De ki, yedi göğün ve büyük arşın Rabbi kimdir?’[196]
“Allah yedi göğü ve yerden de onların mislini yaralarıdır.”[197]
” O yedi gökleri kat kat yaratandır.”[198]
“Görmediniz mi kî, Allah yedi göğü tabakalar olarak nasıl yaratmıştır.”[199]
Yemame savaşında yalancı peygamber Müseylime-i Kezzab peygamberliğini iddia edince 100000 kişi kendisine uymuştu. Bunun üzerine Hz Ebubekir Halit Bin Velide 13000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordu karşı karşıya gelince Müslümanların safında çözülmeler başladı. Çünkü içlerinde bedevi olanlar vardı. Bunu üzerine onlardan 3000 kişilik bir ordu oluşturuldu ve neticede Müseylim’enin ordusu darmadağın edildi ve Müseylime öldürüldü. Onun Ordusunda olanların bir kısmı ise İslamiyeti kabul ettiler ve ancak bu savaşta o gün Müslümanlar 500 civarında Kurra’yı kaybetmiş oldular.
-Ve Bi’ri Maunede 70 kurda hafız şehit oldu.
-…Mekki ayetler uzun, medeni kısa, onun için ayetler birbirini tafsil etmekte, Musa ve firavun kıssası bir bütün olarak ele alınmalıdır.
-Tefsirle ilgili rivayetler vahiy kaynaklı olmaktan ziyade vahye ilişkin bilgileri ihtiva etmektedir. Bu çerçevede ilk dönemlerdeki anlayışta tefsirin içeriği, vahyin nüzul ortamını çevreleyen tarih ve dile ilişkin verilerden oluştuğu için tefsir rivayetlerinin mahiyeti “nüzul dönemine dair şahitlik ve Kur’an dilinin tarihi özelliklerine ilişkin tecrübi bilgi”de somutlaşmakta ve bu rivayetler tefsirde otorite konumunu elde etmektedir.
Kâsımî’nin (1866-1914) Ahmed b. Hanbel’e dayandırdığı şu söz bu tespiti desteklemesi bakımından önemlidir: “Ahkâmla ilgili meselelerde rivayette bulunurken çok katı, faziletlerle ilgili rivayette bulurken daha rahat, kıssalarla ilgili rivayette bulunurken çok özgür davranırdık.”
Ahmed b. Hanbel’in yukarıdaki sözünü değerlendiren Babanzade Ahmed Naim’e göre İbn Hanbel, bu sözüyle tamamen tefsirin aslı olmadığını söylemiş değildir. Ona göre İbn Hanbel’in maksadı, tefsir nakillerinde ihtiyatlı olmaktır. Nitekim kendisi de Müsned’de birçok tefsir rivayetini nakletmiş ve bu sözüyle tahkik edilmeden, bu sözlere bağlanılmaması gerektiğini ifade etmiştir.
-Asırlara göre seriatlar değişir. İslam’da ganimetler anlamın gelen ve enfal süresinde anlatılan ganimetler beşe taksim edilir.[205]
Yahudi şeriatında savaşta ele geçirilen şehirdeki bütün malların yakılarak yok edilmesi hükmü vardır.[206]
-Şeytanın meleklerden olduğunu iddia edenler,[207] ayetindeki istisnanın muttasıl olduğunu iddia etmeleri sebebiyledir.
Oysa munkati olduğunu şu ayette belirtilir;
“Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”[208]
-Hz. Havvanın Ademden yaratılması ile ilgili ayette;
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlıktan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir”[209]
-“ Sizi bir tek candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. Eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler.”[210]
-“ O, sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan[466] eşini var etti. Sizin için hayvanlardan (erkek ve dişi olarak) sekiz eş yarattı.[211]
Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk (mutlak hâkimiyet) yalnız O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde, nasıl oluyor da haktan döndürülüyorsunuz?”[212]
Buradaki -Minha- dan çıkarılmıştır.
(Buradaki “ondan” ifadesi, “onun türünden” şeklinde de anlaşılabilir.)
-Ve ayrıca ikisinin de aynı özden yaratıldığı görüşü de vardır.
Mecaz olduğu da ifade edilmektedir.
-“Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. “[213]
-“Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden yaratıldı.”[214]
Dikkat edilirse ayette “O bir candan eşini de yarattı” manasını hadis tefsir ediyor.
-İnsan topraktan yaratıldığından toprağa meyilli, kadında Ademden yani erkekten var edildiğinden ona meyilli olarak var edilmiştir.
-Kur’an’ın bütünlüğünün önemini Peygamberlerin farklılık konusunda da anlamaktayız.[215]
-“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”[216]
-“İşte peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya ise açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasından gelen (millet)ler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler. Onlardan inananlar da vardı, inkâr edenler de. Yine Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini yapar.”[217]
Kur’an-ı Kerim Tarihi olaylardan da bahseder.
Yer yüzünü gezip bakınız der.
“De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.”[218]
Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin helak olması, birkaç başıboş kimselerden kaynaklanmıştır.
Ancak diğerlerinin ses çıkarmaması, onlarla beraber olması, tarafını belli etmemesi azabın inmesine sebep olmuştur.
Ancak bu susma dünyevi ceza olup, ahirette amel ve imana göre ayrıştırma olacaktır.
Bela geldiğinde umuma gelir. Mal ve canlar kimilerine masumsa sadaka olur, şehadeti netice verir.
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.”[219]
Baktığımızda Salih Peygamberin Semud kavminde 9 kişi, Lut’un kavminde 33 kişi, Peygamberlerimizin kavminde Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi on kadar kişi ön plana çıkmaktadır.
-Eşcinsellik ve Lezbiyenlik edenler helak edilirken, İslam hukukunda ceza-i müeyyideleri belirtilmiştir.
“İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.”[220]
-“ Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.”[221]
Ve tecziye ile ve farklı uygulamalarla engellenmiştir.[222]
Livata lanetlenmiş, bu hastalıklı ruha sahip olanlar cezalandırılmıştır.
*************
Bilimsel tefsir sahasında 20. asırda en dikkati çeken isim, Tantavi Cevheri’dir.
Celal Yıldırım’da bu alanda tefsir yapanlardan…
Her bir kelimenin Zahir, Batın, Had ve Matla’ı vardır
-İbn Mesud’dan “Kim öncekilerin ve sonrakilerin ilmini elde etmek isterse, Kur’an üzerinde derin derin düşünsün” ve: “Kısaca bütün ilimler Allah’ın sıfat ve fiilleri içerisindedir. Kur’an’da da O’nun zat, sıfat ve fiillerinin açıklaması vardır. İlimler
sınırsızdır. Kur’an’da onların esasına dair işaretler vardır
“Bu Kitab’da hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır”[223]
“Sana her şeyi açıklayan bu Kitab’ı indirdik”[224]
-Hz. Peygamber’den “Allah, kitabında bir şeyi ihmal etseydi, zerreyi, hardal tanesini ve sivrisineği onda zikretmezdi”
-Kur’an’da 750 ayetin bilim ve fenle ilgili olduğu, buna karşılık fıkha ait olan ayetlerin 150’yi geçmez.
-Bediuzzaman Said Nursi de, özellikle 20. sözde Kur’an’ın, bütün zaman ve mekanlarda yaşayan insanlara hitap ettiğini, dolayısıyla gelecekte gerçekleşecek gelişmelere de işaret edebileceğini ifade eder. Buda, onun ileride keşfedilecek ilmi hakikat ve teknik gelişmelerden, remiz, ima ve işaretle bahsettiğini ifade eder.
-Mesela daha bugün ortaya çıkan; Abd-de yapılan bir araştırmada karıncaların ses çıkardıklarını tesbit ettiler.
“Nihayet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi.”[225]
Ayette;-la yahtimenneküm- ifadesi aynı zamanda kırılgan manasını da ifade etmektedir.[226]
-“ Kafirler için hazırlanmış ateşten sakının.”[227]
-“ Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”[228]
Her iki ayette geçen -Uiddet- kelimesi meçhul bir fiil olup, el’an hazır olduklarını ancak matvi yanı açılıp kullanıma geçmediğini ifade eder. Zira onların müşteri ve sahiplerinin mahkemesi neticelenmemiş, sonuçlanmamıştır.[229]
-“Eğer onlara, Rabbinin azabından bir nebze dokunsa, “Eyvah bize! Biz kendimize haksızlık edenleriz.” diyecekler.”[230]
Buradaki her bir kelime Kılleti yani azlığı ifade eder.[231]
-“ Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”[232]
Her şey ilmi ilahidedir.
-“Pek sert olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri de indirdik.”[233]
Burada demirin indirildiği ifade edilip, yani çıkarıldığı söylenmemektedir.
Her yönüyle rahmet olduğuna ve de sert demiri oluşturan sertliğin maddesinin gökten geldiği ifade edilmektedir.[234]
-“ Sabahleyin bir aylık yol gitmeyi, akşamleyin bir aylık yoldan geri dönmeyi sağlayan rüzgar, Süleyman içindi. Ve erimiş bakırı kaynağından ona akıttık. Ve cinlerden, Rabb’inin izni ile onun elinin altında çalışanlar vardı. Onlardan kim emrimizden çıkacak olsa, ona alevli ateşin azabından tattırdık.”[235]
-“ Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.
Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”[236]
Kur’an-da bahsedilen Peygamberlere aid her bir mucize asırlara ve asrımıza ışık tutacak teknik ve teknolojik, maddi ve manevi gelişimlere ışık tutmaktadır.[237]
-“ Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabb’inizden gizli kalamaz. Ne bundan daha küçüğü ne de daha büyüğü yoktur ki, hepsi apaçık bir Kitap’ta olmasın.”[238]
Maddenin en küçük parçası atom olmadığını Kur’an ifade etmektedir. Zira atomun içinde; nötron, elektron, proton ve de her birini diğerinden ayıran arada zar bulunmaktadır.
Atomun karşılığı zerredir.
Bediüzzaman en küçük, parçalanmayan en küçük parçasının esir maddesi olduğunu ifade eder.[239]
-“ Ondan sonra yer küreyi eksenine göre eğip bir elipsoit haline getirerek yayıp döşedi.”[240]
Dehaha ifadesi tavus kuşunun yumurtası için kullanılır. Böylece dünyanın 23,5 derece eğik olarak yaratılıp, düz olmadığını ifade eder.
-İstanbul’da özel bir hastanede çalışan İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Abdülkadir Geylani Şahan, Kur’an-ı Kerim’de teyemmümden bahsedilen Maide Suresinden yola çıkarak bir araştırma yaptı. İnsanlardan el temizliği yapılmadan örnekler alan Doktor Şahan ve ekibi, ardından teyemmüm yaptırarak yeniden örnek aldı. Çıkan sonuçları karşılaştıran Şahan, teyemmüm sonrası ellerin temizlendiğini gördü. Aldıkları sonuç karşısında çok şaşırdıklarını söyleyen Şahan,” Kuran-ı Kerim, insanların hem bilimsel hayatına hem dünya hayatına akla gelebilecek her duruma çok net açıklamalar verebilen bir kitap.” İfadelerini kullandı.
-Kur’an ve Peygamberimiz dinin kanun koyucusudur. Teşri’e dayanır.[241]
************
Bilimsel tefsirin kökleri Gazali’ye kadar götürülür. Ekolü savunduklarını söyleyen bu ve benzeri alimlerden birtakım görüşler nakledilmektedir.
O, İhya’da tilavetin adabına dair dördüncü bapta bazı ilimlerden Kur’an’ın yetmiş yedi bin iki yüz ilmi ihtiva ettiğini nakleder. Çünkü ondaki her bir kelime bir ilimdir. Sonra bunun dört katı alınır. Zira her bir kelimenin zahir, batın, had ve matla’ı vardır.
“Bu Kitab’da hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır”[242]
“Sana her şeyi açıklayan bu Kitab’ı indirdik”[243]
“Hâla Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı. “[244]
Kur’an-ı Kerim, hem ifade bakımından, hem mana ve hüküm bakımından bir bütünlük arz etmektedir. İnsanların söylediği sözler, güzellik ve düzgünlük bakımından daima aynı olmaz. Yazan ve söyleyenin içinde bulunduğu hal ve şartlara göre değişir. Kur’an’ın ifade ve üslûbu ise baştan sona emsalsiz bir güzellik ve düzgünlük içindedir. Bu sözlerin ihtiva ettiği mana, hüküm ve haberler de, yaratılış öncesinden ebediyete kadar hemen her şeye temas ettiği halde tam bir tutarlılık, bütünlük, sıhhat ve uyum arz etmektedir. Yalnızca bunları düşünmek ve tesbit etmek bile, Kur’an-ı Kerim’in insan eseri olmadığını, Allah’tan gelmiş bulunduğunu anlamaya yetecektir.
-Şeyh Tantavi Cevheri olmuştur. O yazmış olduğu el-Cevfihir fi Tefslri’l-Kur’an adlı 25 ciltlik hacimli ese-rinde bolca bilimsel tefsir örnekleri vermektedir.
Buna göre Kur’an’da 750 ayetin bilim ve fenle ilgili olduğu, buna karşılık fıkha ait olan ayetlerin 150’yi geçmediğini ifade eder. İslam sadece Araplar için değil, birçok millet için gelmiştir.
Kur’an’ın esas maksadı, bir bilim kitabında olduğu şekliyle bilimsel gerçekleri ortaya koymak değildir. Aksine Allah’ın nihayetsiz ilim ve kudretini ortaya koymaktır. Fakat varlık ve yaratılışa dair sonradan ortaya çıkabilecek bir takım ima ve işaretleri de içermesi mümkündür. Çünkü evrenle ilgili olgulardan bahseden sıradan bir insan değil, aksine “alim” ve “hablr” olan Al-lah’tır.
Günümüzde tabiat bilimleri ile Kur’an ayetleri arasında kurulan irtibatlardan Ashap bahsetmemiştir. Bu, Kur’an’ın bunlara işaret etmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü Kur’an tefsirinde onlann temas etmediği birçok konuya sonraki müfessirler tefsirlerinde yer vermişlerdir. Bunun sayısız örneğini vermek mümkündür. Aksi bir durum, Kur’an tefsirini onların anlayışıyla dondurmak anlamına gelirdi. Üstelik Ashab’ın, Kur’an’ın işaret etmesi muhtemel olan bu tür konulardan bahsetmesi mümkün olmadığı gibi, buna ihtiyaçları da yoktu. Çünkü bunlar, ancak sonraki asırlarda bilimlerde meydana gelen gelişmelere bağlı olarak anlaşılabilmektedir.
Vahyin sınırları fen bilimlerinin sınırlarından çok geniştir. Biri nihai ve mutlaktır, diğeri ise izafi ve sınırlıdır.
Anlaşılmaya çalışmaktır. Bilmenin mahzuru ne. Onlar temeldir.benim bilimselliğim onlardan üstün olmamı, onların bilmemesi benden düşük olmasını gerektirmez. Onlar saffı evveldir.
-İlk sıfırı bulan Harezmi bugünkü bilgisayarın temelini atarken, mühendisliğinde kapısını açmış oldu.
Mikrobu bulan Akşemseddin…
Bütün ilimler Allah’ı isbat eder ve ona işaret eder.
Allah’ın iki tarzda ayetleri vardır.
Kelam ve Kudret sıfatından…
Hızla gelişen bilim dünyasında yerimizi almalıyız.
Sanayi devrimini kaybedip en az yüz yıl geride kaldığımız gibi, teknolojik gelişme ve gelişimlerden de geri kalırsak, hızlı gelişimde çok daha geride kalmış oluruz.
-“Şunu iyi biliniz ki, bana Kur’an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir adamın ‘Size (Hz. Peygamberin sünneti / hadisleri değil) sadece şu Kur’an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter!’ diyeceği (günler) yakındır…”[245]
Tirmizî’nin bir rivayeti şöyledir:
“Dikkat edin! Sizden birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaştığında -koltuğuna yaslanmış bir hâlde- ‘bilmiyorum Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız (hadisleri tanımayız derken)’ bulmayayım.”
Tirmizî, bu hadisin hasen-sahih olduğunu belirtmiştir.[246]
Kur’an bana yeter diyen kişi;[247] ya olağanüstü zekidir, ya da haşa yüz bin defa haşa, Kur’an anlaşılması basit bir kitap, demektedir.
-Ali Fuat Başgil’in ilahiyat fakültelerine yönelik, “Mevcut programla, bu okullardan âlim değil, din münekkidi çıkar”
İsbata yönelik değil, inkara yönelik bir eğitim. İsbat ise bir alt yapı istiyor.
Evvelden solcu ve ateistlerle mücadele ederken, bugün İslam’ın içindekilerle mücadele edilmektedir.[248]
Zira problem dışta değil içtedir.
İğneyi kendimize batıralım.
İlmin bir namusu var, Olmalıdır da.
-İndi görüşleri dinin delili olarak ortaya sunmaktan, dinin delillerini görüş olarak ortaya sunmak daha mantıklı olur.
Hakim pozisyonuna girerekten; Ben bunu kabul etmiyorum, denildiği zaman o zaman; sen kimsin denilir?
Burada da kişinin o görüşleri, dini delillerin bir altyapısı olarak ortaya koyması lazım yani bir Edille-i Şeriye delilleri içerisinde olması gerekir.
-Dini kendi adına konuşturmak değil de, dinin açık delillerini dile getirmek, kendisine uymayan şeyde de önce kendisini kontrol edip, o konudaki görüşleri ele alarak en sağlıklı olanına ulaşması gerekir.
Din kendi bünyesine uymayanları sinyal vererek dışarı atıp istifra ettiği gibi, İslam’ın içinde bulunan birçok dine uymayan batıl mezhepler gibi islamın dışına atmaktadır.
72 fırka gibi dışarıda bırakmaktadır. Yani din kendisini otomatikman arındırmak da ve batıl görüşleri devre dışı bırakmaktadır.
-Din bir standart getirmektedir. Bir ölçü, bir denge, bir istikamet ortaya koymaktadır. Ona uymayanı dışarıya ihraç etmektedir.
-Din adamlığı, adam gibi dinin meselelerini üstlenmektir. Dini öğrenmek, bilerek, dini uygulayarak, yaşayarak, altyapısını oluşturarak din adamlığını göstermektir.
“Ben Rabbimden üç şey istedim; istediklerimden ikisini verdi, birisini ise benden esirgedi: Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim; bu isteğimi yerine getireceğine dair söz verdi. Bir de kendisinden ümmetimi suda boğmakla helak etmemesini istedim, bu isteğimi de yerine getireceğine dair söz verdi. Sonra ümmetimin kendi aralarında kavga edip dövüşmelerine izin vermemesini istedim, bunu benden esirgedi.”[249]
Muvazenesiz ilahiyatçıların bu meslekte bulunması belki teyakkuza sebeptir. Zira muhalifler ve muhalefet edenler eskide ve eskiden de vardı.
Eğer müsbet ihtilaf ve hakkı aramak amaçlı ve ihlas ve samimiyet varsa, bu rahmetin nüzulüne sebeptir.
Menfi olan ise, nasıl ki bünyeye giren zararlı bir şeyi vücut sinyal vererek kabul etmeyip, mide yoluyla istifrağ edip kusuyorsa, İslamiyet de kendi bünyesindeki menfilikleri ve menfileri öylece kusarak, hem içini temizliyor hem de bünyesinden dışarı atarak kendisini koruma altına alıp temiz kılıyor.
Mesela Zemahşeri müfrit bir Mutezili olduğu halde, ümmet onun samimiyet ve hakkı arama gayretinden dolayı ona dokunmamış, tekfir etmemiştir.
“Ehl-i dalÂlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu hÂlde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.
Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline halık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’al meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.”[250]
Mesele hakkı aramaktır.
Peygamberimizin Rabbimizden ihtilafı kaldırmasını istemesi ve Rabbimizin de kabul etmemesi bir ayrıştırmayı ve farklılığı, düşüncede, yaşayışta, inançta ortaya koymuş oluyor.
Nitekim şimdi mesela Nesih konusunda muhalefet edenler ilkler değil, daha öncede muhalefet edilmiş.
Eskiden tehlike hariçten geliyordu, şimdi tehlike içten geliyor. Kurt gövdenin içine girmiş.
*************
Kur’an-daki farklı kıraatler doğrudan Rasulullahtan işitilmiş olup, sahih ve doğrudur.[251]
-Mütevatir sünnetle amel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur.[252]
Bediüzzaman;” Sünnete ittiba etmeyen, tembellik eder ise, hasaret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azimedir.” der.[253]
-Rasulün hadisi ile, Allah’ın kelamı arasındaki uygun söz konusudur.
-Kur’anın tüm hükümleri bakidir. Mesela Nesh konusu. İçki 3 merhalede yasaklanmıştır.
Bugünde sigara olsun, uyuşturucu olsun birden bırakılmıyor. Doktor kontrolünde, belki de aylarca ve devre devre olduğu gibi.
*************
Kuran’da deyimler ve mecaz ifadeler bulunmaktadır:
-Kadınlar sizin tarlanızdır,[254]Allah’ın arşı,[255] vs.
Deyimlere örnek olarak; Bakara 93’te sevginin taşkınlığını ifade eden sevgi içirilmek ifadeleri kullanılmıştır: “İnkârlarıyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi”.
Normalde sevgi içilen bir şey değildir ama burada o günün Arabistan’ındaki bir deyim kullanılmıştır.
-“Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin.”[256] Bu ayeti de düz manası ile anlamaya çalışırsanız kadınlar neden tarla olsun ki dersiniz. Fakat tarla lafzı Arap dilinde bereketin, doğurganlığın, analığın simgesi ve deyimidir. Tıpkı Cengiz Aytmatov’un “Toprak Ana” romanındaki gibi ananın toprakla toprağın ana ile bir deyim olarak buluşması gibi.
-“Aralarındaki ipler (bağlantılar) de parçalanıp kopmuştur”[257] Burada insanların arasında ip olduğunu değil bağlantı olduğunu anlamamız gerekiyor. Türkçe ’de de benzer deyimler vardır.
“Elini bağlayıp boynuna asma.”[258] İfadesi deyim olarak cimri olma demektir. Yoksa elini boynuna götürme demek değildir.
Yine Allah’ın arşı bir deyimdir. Arş; çatı veya taht manasına gelmektedir. Allah’ın arşa istiva etmesi ise kelime anlamıyla tahtına oturması veya tahtı hakimiyeti altına alması demektir, fakat Allah burada bir deyim kullanmıştır. Tahtına oturmak demek yönetimin en üstünde bulunmak ve bütün emirlerin kendinden çıkması demektir. Allah evrenin bir arşı olduğunu söylüyor. Bu ise evrenin bir yönetim merkezi, her işinin düzenlendiği bir merkez olduğu anlamına geliyor. Allah’ın, evrenin hükümranlığını kimseye bırakmadığını ve kendi uyguladığını en iyi bu deyimle anlatabilirdiniz. Örneğin bir hücremizin yönetim odası onun çekirdeğidir ve hücrede olacak bütün işler burada belirlenir ve her şey buradan kontrol edilir. Eğer hücre çekirdeğini o günün insanına açıklamak isterseniz buraya arş demeniz gerekirdi. Burada DNA’nın görevi hücrenin arşına oturup hücrenin her işini idare etmektir. (Ek olarak: DNA Allah’ın biyolojik yazısıdır, gerçekte işi yapan yazı değil yazıyı yazan Allah’tır).
-“Biz, her insanın kuşunu kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.”[259]
Eğer Kuran’da geçen Arap deyimlerinin ne mana ifade ettiğini bilmezsek bu gibi deyim içeren ayetlerin neden söylendiğini ve ne anlatmak istediklerini anlayamayız. Böylece ayetleri, deyim olarak ifade etmek istediği mecazi manadan koparıp kelimenin düz manasıyla alır ve hataya düşeriz. Örneğin yukarıdaki ayet Arapların bir adetine binaen inmiştir. Şöyle ki Araplar bir işin kendilerine uğur mu yoksa uğursuzluk mu getireceğini kontrol etmek için havaya kuş uçururlardı ve kuşun gittiği yöne göre işlerine karar verirlerdi. Allah ta bu hareketlerinin bir mana ifade etmediğini işin sonucunun ancak kendi çalışma ve gayretlerine bağlı olduğunu, kuşun gittiği yön değil senin gittiğin yönün önemli olduğunu bu enfes ifade ile açıklıyor ve diyor ki; Senin tercihlerin talihini belirler, nereye gidersen kuşun da (talihin veya talihsizliğin de) oraya gider. Düzgün çalışırsan işlerinde düzgün gider gibi anlamları verir.
************
Yine Kur’an-ı Kerim’deki “la yemessuhu illel mutahharun” ayetinin, vahyin nüzulü dönemindeki Arapların kültürel kodları çözümlenmeden doğru bir şekilde anlaşılması mümkün görünmemektedir. Zira ayeti, abdestsiz Kur’an’a dokunulamaz şeklinde anlamak, o günkü kültürel altyapıyı hesaba katmayan anlayışların bir ürünü olsa gerektir. Oysa ayetin kültürel alt yapısını oluşturan arka plan, dönemin kâhinlik ve cinlerle kâhinlerin ilişkileri meyanında kendini ele vermektedir. O dönemdeki inanca göre, kâhinler gaybla ilgili haberleri iletişim içinde oldukları cinlerden aldıklarını iddia ederlerdi. Bu düşünüş biçimi o zamanlar oldukça yaygın bir kanaat haline gelmişti. Hz. Peygamber vahiy almaya başlayıp gayba dair haberler verince Mekke müşrikleri, Hz. Peygamberin de diğer kâhinler gibi cinlerle irtibatlı olduğunu ve bu gaybi haberleri ona cinlerin getirdiğini iddia ederek,[260] Kur’an’-ın temizliğine leke sürmek istemişler.
(Kur’an’ın ilk hitap ettiği toplumda gebe develer en kıymetli mallardı ve onlara gözleri gibi bakarlardı. Âyette, Kıyamet gününün dehşeti içinde insanların en kıymetli mallarından bile vazgeçip terk edecekleri gerçeğine işaret edilmektedir.)
****************
Sünnetin teşri’deki yerini [262]tesbit etmek bakımından, sünnetin üç kısmını
beyan etmek faydalı olur
a-) Kuranı Kerimde beyan edilen hükümleri teyit eden sünnetler. Misal: (buniyel islam-
İslam dini beş şey üzerine kurulmuştur. Bunlar Allah Teala’dan başka ilah olmadığına, Muhammed asm’in onun rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek,
ramazan orucunu tutmak ve yol külfetine gücü yeten kimsenin hacca
gitmesidir) hadisi şerif bu nevidendir.
b-) Kuranı Kerimdeki nasları tefsir eden sünnetler.
Mutlak ayetleri kayıtlayan, mücmel ayetleri tafsil eden, umumi ayetleri tahsis eden hadisler bu nevidendir.
Misal: “sallu kema reeytumuni usalli” (namazlarınızı benim nasıl namaz kıldığımı
görüyorsanız öyle kılın). Peygamber Efendimiz sam’ bu sözleriyle ashabı kirama şekliyle ve adabıyla nasıl namaz kılacaklarını öğreterek Kuranı Kerimde namazı emreden mücmel ayeti kerimeleri tafsil etmiştir.
c-) Kuranı Kerimde hükmü belirtilmeyen konuların hükmünü beyan eden sünnetler.
Misal: Ninenin mirastaki payını, şufa ile ilgili hükümleri, eti yenen ve yenmeyen hayvanları beyan eden hadisler gibi. Zira bu konuların hükmü Kur’anı Kerimde belirtilmemiş olup, hükümleri sünnetle sabittir.
-Amener-resulu yani bakara 285 de imanın beş şartı zikredilirken, altıncı kadere iman diğer ayetlerde belirtilmektedir.
Ancak Buhari-Müslim iman bahsinde 6 şartı bir arada zikredilmektedir.
-Hz. Ömer(ra) ‘in Kur’an-la örtüşen sözleri üzerine;
Ömer’den naklettiğine göre, “Rabbimle üç noktada muvafakat içindeydik: Ben, ‘Ey Resulullah! Eğer ki biz Makam-ı İbrahim’i namaz yeri edineceksek’ dedim ve ‘… siz de Makam-ı İbrahim’den namaz kılacak bir yer edinin…’159 ayeti indi. Bakara Suresi, 125.
Ben, ‘Ey Resulullah! Saygın olanlar da niyeti kötü olanlar da kadınlarınızı görüyorlar.
Onlara hicaplarını örtünmelerini emretmeyecek misiniz?’ diye sordum ve Hicap ayeti indirildi. (Ahzab suresinin 53. ayet-i kerimesi)
Sonra Resulullah(sav)’ın kadınları, içerlemiş bir vaziyette toplandılar ve ben onlara, ‘Eğer ki Resulullah (sav) sizi boşayacak olursa, şüphesiz ki onun Rabbi kendisine sizden çok daha hayırlı eşler nasip edecektir’ dedim ve bu mevzuyla ilgili ayet indi.” Tahrim suresi, 5. Ayet.
-Müslim’in Ömer’den rivayet ettiğine göre, “Üç noktada kanaatim Rabbimle aynıdır: hicap, Bedir esirleri ve Makam-ı İbrahim. “Ayrıca bu hadiste dördüncü bir husus daha mevcuttur.[263]
-Asrı Saadet bütün asırların şablonu ve sahnesi olmuştur.
-Allah, Enam suresi 82. ayette zikredilen “İman edip imanına zulüm karıştırmayanlar var ya işte onlar için emniyet vardır ve onlar hidayette olandır” ayeti indiği zaman sahabe Peygamber’e gelerek “İmana karıştırılmayacak zulmü”n ne olduğunu sormuşlar, bunun üzerine Peygamber de;
“Bilin ki şirk en büyük zulümdür…” şeklindeki Lokman suresi 13. Ayetini okuyarak ayette kastedilen zulmün şirk olduğunu açıklamıştır.
-Kur’an’daki kullanımlar bir bütünlük içerisinde değerlendirildiği için konulu tefsir yapan kişinin ilk müracaat kaynakları arasında olduğu ifade edilir.
Örnek olarak da Kur’an’da 8 farklı anlamda kullanıldığı iddia edilen “hayr” kelimesi verilmektedir. Bu çalışmaya göre “hayr” kelimesi mal (Bakara 2/180), iman (Enfal 8/23), islam (Kalem 68/12), efdal (Müminun 23/109), Afiyet (Enam 6/17), Ecir (Hacc 22/36), yemek (Kasas 28/24), zafer, ganimet, (Ahzap 33/25) anlamlarına gelmektedir. Hudayri, Mukaddime, s. 10.
-Birre ulaşmak için ihtiyaç duyulan/sevilen mallardan diğer insanlara verilmesi gerekti-
ği belirtilmektedir. (Bakara 2/177, Ali İmran 3/92) Kur’an’a baktığımız zaman sahibi olunan mal üzerinde zekat, sadaka, öşür, karz-ı hasen ve isar gibi tasarruflar yapılabileceği görülmektedir. Bu sayılan maddelerin hepsini infak çatısı altında toplamak mümkündür. Bu mana yapılacak infakın en genel anlamda öncelikle helal olan kazançlardan –dolayısıyla haram şeylerden infak edilmez-(Bakara 2/267), ebeveyne, akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara (Bakara2/215) müellefe-i kuluba, kölelere, borçlulara ve zekât toplamakla görevli memurlara (Tevbe 9/60); özellikle de Allah yolunda olduğu için birileri tarafından hayattan tehcir edilmiş
olanlara (Bakara 2/273); sevilen şeylerden (Ali İmran 3/92); ihtiyacı karşıladıktan sonraki fazlalığın (Bakara2/219); orta hallisinden (Maide 5/89); hatta ihtiyaç olan şeylerden (Haşr 59/9); başa kakmadan ve eziyet etmeden (Bakara 2/264); gece ve gündüz (Bakara 2/274); gizli ve açık (Ra’d 13/22) bir şekilde ama teşekkür cinsinden bile bir karşılık beklemeden (İnsan 76/9) verilmesi gerektiğini ifade edebiliriz.
-Kur’an bizzat kendisini üç farklı şekilde tanımlamaktadır. Birincisi Kur’an, müşriklere bir reddiye, yani onların Kur’an hakkındaki düşüncelerinin asılsız olduğunu ortaya koyma ve müşriklerin Kur’an’a nasıl baktığını ifade etme adına Kur’an’ın ne olduğunu açıklamaktadır.
-Müşriklerin Kur’an algılarına baktığımız da onların bu konudaki inançlarını şu şekilde özetletmemiz mümkündür. Onlara göre Kur’an; ancak bir beşer sözü,( Müddessir. 74/25) uydurulmuş bir söz(Sad 38/7.) ve sihirdir.( Müddessir 74/24.) İlklerin masallarıdır.( Furkan 25/ 4-5, Enam 6/25,) Karmakarışık bir rüya, iftira ve şiirdir.( Enbiya 21/5) Bu iddiaların karşısında Allah, Kur’an’ın müşriklerin iddia ettiği gibi şiir,( Yasin 36/ 69, Hakka 69/41.) Kâhin sözü,( Hakka 69/42.) herhangi bir insanın sözü,( Hakka 69/43-46.) ilklerin masalları,( Furkan 25/ 4-5.) şeytan sözü(Tekvir 81/25) ve iftira edilmiş bir söz olmadığını(Yusuf 12/111.) ifade ettikten sonra……
Kur’an’ı, ümmü’l-Kitap’tan(Zuhruf 43/4.) alim ve hakim olanın katından(Neml 27/6.)
yani alemlerin rabbinden(Secde 32/2; Vakıa 56/80.) kitab-ı meknun’dan(Vakıa 56/78.) veya diğer adıyla levh-i mahfuz’dan(Buruc 85/22.) ramazan ayında(Bakara 2/185.) mübarek bir gece olan(Duhan 44/3.) kadir gecesinde parça parça indirilmeye başlanan(Furkan 25/32.) Allah’ın sözü,( Yunus 10/33.) kendisinde asla şüphe olmayan,( Bakara 2/2.) hidayet,( Bakara 2/185. Ancak onun bu hidayetinden sadece Müttakiler faydalanmaktadır. Bakara 2/2) hidayetin açıklaması beyan edilmesi,( Bakara 2/185.) hak ile batılı ayıran furkan,( Furkan 25/1.) önceki kitapları tasdik eden,( Ali İmran 3/3; Maide 5/48. Aynı hakikat benzer formatta da Musaddikullezi beyne yedeyh
(Enam 6/92). Musaddikun lime meakumdur (Bakara 2/41). Tasdikallezi beyne yedeyh, (Yunus 10/37, Yusuf 12/11) şeklinde de ifade edilmektedir.) burhan,( Nisa 4/174.) nur,( Nisa 4/174; Maide 5/15.) kitab-ı mübin,( Maide 5/15; Yusuf 12/1.) kendisinden önce gelen kitapların tahrif edilmiş yönlerini gösteren ve onlarda gizlenen bilgileri açığa çıkaran,( Maide 5/15, 48.) kitabın tafsilatı,( Yunus 10/37.) mübarek,( Enam 6/92, 155; Enbiya 21/50.) her türlü bereket kaynağı, besair,( Enam 6/104; Araf 7/203; Enbiya 17/102; Casiye 45/20.) hakikatleri gözler önüne seren mufassal,( Enam 6/114.) beyyine,( Enam 6/157.) mevize,( Yunus 10/57; Nur 24/34.) kalplerdeki şirk-nifak, küfür gibi hastalıklara şifa,( Yunus 10/57; İsra 17/82; Fusilet 41/44.)
insanların elde etmek için çalıştıkları ve biriktirdikleri her şeyden yani dnyanın her şeyinden daha hayırlı,( Yunus 10/58.) ayetleri muhkem,( Hud 11/1.) dili de hükümleri de
arabça olan(Yusuf 12/2; Zuhruf 43/3; Ra’d 13/37.) zikir,( Zuhruf 43/44; Hicr 15/9; Enbiya 21/10, 24, 50.) en doğru yola ulaştıran,( İsra 17/9.) eğriliği olmayan dosdoğru bir kitap,( Kehf 18/1-2; Zümer 39/28.) hayata hükmetmesi gereken en güzel söz(Zümer 39/23.) olarak tarif etmektedir.
Kur’an, kendisini bu şekilde tanımlanırken niçin indirildiğini ise şu şekilde açıklamaktadır. Kur’an, insanlar mutsuz olsunlar diye değil, akisine haşyet duyanlar için öğüt,( Taha 20/2-3) ayetleri düşünülüp anlaşılsın(Sad 38/29.) ve alemine nezir olsun diye(Furkan 25/1.) indirilmiştir. Bununla birlikte insanların ihtilaflarını çözmek, (Bakara. 2/213; Nahl 16/64.) hakkıyla,( Bakara 2/121.) dura dura(İsra 17/106.) tilavet edilmek, zulümattan nura çıkararak(Maide 5/16; İbrahim 14/2.) selamet yoluna ulaştırmak,( Maide 5/16.) iman edenlerin kalplerini sabit kılmak,( Enam 6/102.) Mekke ve etrafını(Enam 6/92; Şura 42/2.)yani uyarıcı gelmeyen bir kavmi(Secde 32/2.) ve de ulaştığı(Enam 6/19.) dirileri uyarmak,( Yasin 36/70.) mücrimlerin yolunu beyan etmek(Enam 6/55.) için indirildiği belirtilmektedir. Ayrıca müşriklerin “Peygamber ders almış desinler” diye(Enam 6/105.) veya “Bize kitap indirilmedi, kitap indirilseydi en doğru biz olurduk” mazeretinde bulunulmamaları için(Enam 6/156-157.)indirildiği zikredilmektedir.”[264]
****************
Kur’an hay ve diridir.
Ölüleri, ölmüş kalpleri diriltir.
Kün emriyle her şeyi var eden Allah, kelamıyla da hayatlıdır, hayat verir.
Gönlünü, gözünü, alıcılarını açana.
Cehalet asrını saadet asrına çeviren Kur’an, asırlara da o saadeti vadetmektedir.
********
Kur’an-ı Kerim’de şefaatle ilgili 15 ayet geçmektedir. Bunların 8’i ahirette şefaatin olmadığını, 7 tanesi de şefaat Allah’ın izniyle olduğunu ifade etmektedir. Bu 8 tanenin de 7 tanesi daha ziyade kafir Zalim müşrik münafık ve israf ile ilgili olurken diğer bir tanesi de müminleri hitap etmektedir. Şöyle Ey iman edenler kendisinde alışveriş dostluk ve Şafak bulunmayan gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan Hayır yolunda harcayın Gerçekleri inkar edenler Elbette zalimlerdir. Bakara 254 bunu böylece diğer Allah’ın iznine bağlı olan 7 ayetle bir araya getireceğiniz zaman o zaman burada da Ey iman edenler kendi Alışveriş dostluğu Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin Şafak da bulunamayacağı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan Hayır yolunda harcayın diye bu şekilde ifade etmek gerekir. Hadisi şeriflere baktığımız zaman da hemen hemen genel olarak dan şefaatle ilgili 160 kadar hadisin geçtiği görülmektedir. Efendimizin şefaati Uzma ya sahip olduğu şafağını ahirette ehli iman için yapacağı gibi birçok hadisi şerifler şefaatin bu manada olacağını ancak Elbette gayet normal olaraktan Allah’ın iznine bağlı olduğunu ifade etmektedir.
*************
Allah define çıkarıyor.
Defineleri çıkarıyor.
Harabat ehlini hor görme Zakir
Defineye Malik viraneler var
-Suçlu kim?
İslamiyet mi cemaatler mi?
Yoksa şahıslar m?
Mezar ziyaretinin yanlış olması, İslam’ın kusuru değil.
Müslümanlar ne kadar İslam, ne kadar İlamın içinde…
Ahirette kendilerini saptıranlardan şikayetçi olanlar şöyle konuşacak;
“İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıkacak ve güçsüzler büyüklük taslayanlara diyecek ki: “Şüphesiz bizler size uymuştuk; şimdi siz az bir şey olsun, Allah’ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?” Onlar da, “Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi doğru yola eriştirirdik. Şimdi sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir. Artık bizim için hiçbir kurtuluş yoktur” derler.”[265]
İslamiyet ve insaniyet öyle bir rütbedir ki, bütün Müslümanların ona ulaşamayacağı kadar yücedir.[266]
-Kur’an’da Geçen Kabile Adları, Yer adları, Melek adları, Şahıs adları, Peygamber adları bulunmaktadır.
-”Yine Kur’an kimi yerler üzerine yemin ederek, buraların önemini vurgulamıştır. Örneğin; Yüce Allah, Tur Dağına, Tin ve Zeytin Dağlarına, Emin Belde Mekke’ye yemin ettiği gibi göklere, yıldızlara, güneşe, aya , yeryüzüne ve denizlere yemin
etmiştir.”
-Ve Allah’ın sıfatlarından bahsederken, ayetin sonu Allah’ın o ayetle bağlantılı olarak bir isim ve sıfatı zikredilmekte ve onunla sonlanmaktadır.
Allah’ın sıfatları sonradan kazanılmış değil, tecelliye göre zuhur etmiştir.
Hadis-i Kudsideki; “Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u’rafe fe halektül halke li u’rafe bihi.”
“Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi sevdim-arzu ettim ve bu halkı, onunla bilinmekliğim için halkettim.”
*************
Tekfir caiz olmakla beraber, vacip değildir. Küfrün zahir ve zahiri olması gerekir.
Tekfirde isabet edilmezse sorumluluk olurken, tekfir edilmemesi halinde bir mesuliyet bulunmamaktadır.
“Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali`yi, Allah`ın hükmünü bırakarak beşerin hükmüne başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Haricî olarak adlandırılan bu gurubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilahare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima Müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir .
Değişik fırkalara bölünmüş olan Haricîler, büyük günah işleyen ve tövbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir.”
“Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere); ‘Adem`e secde ediniz.’ dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.”[272]
“b) Mutezile:
Onlara göre Müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez, ama bu kimse mümin de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.”
“Mümin olan hiç fasık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar.”[273]
“Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar.”[274]
“Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir.”[275]
-“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, “Yezide lanet caizdir” demiş; fakat “Lanet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer an bir adam, hiç mel unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…”[276]
Siyasetin çirkinliği, muhaliflerini tekfir etmektedir.
-“Tenbih: Bazı âyat ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş.
Meselâ, demiş, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!”[277]
*************
Kur’an’ın ve Peygamberimizin 1400 sene önce bahsedip dikkat çektiği bir olaya, asrımızda bakıp ilgilenmemek, dinin önemli bir haberini göz ardı etmektir.
Kıyametin dehşetinden bahsedilirken sahabeyi ağlatan duruma karşı, bu asrın Müslümanı ve özellikle ilim ve din adamlarının bigane kalması düşünülemez.
-Dabık hadisinde Kur’an ve hadislerde anlatılan mecaz ifadeler söz konusudur.
“Rumlar (Hristiyanlar) A’mak veya Dabık’a (Halep yakınlarında iki yer) gelene kadar, kıyamet kopmaz. Medine’nin en hayırlı insanlarından bir ordu, o gün Hristiyanlara karşı çıkacaktır. Müslüman ordusu, Hristiyanlara karşı harb nizamında saf saf olduğunda, Hristiyanlar Müslümanlara ‘Mallarımızı harab edenlerle savaşmak için bize yol açın.’ diyecekler, ancak Müslümanlar izin vermeyeceğinden savaş olacaktır.”
“Müslümanlar bu savaşta üç gruba ayrılır. Üçte biri, savaştan kaçar ve mürted olur ve Allah onların tövbelerini ebediyen kabul etmez. Üçte biri şehid olur, ki bunlar Allah katından şehidlerin en faziletlisidir. Diğer üçte biri de fethe devam ederler, netice de Konstantiniyye’yi alırlar.”
“Fetihten sonra, kılıçlarını zeytin ağaçlarına asmış bir halde ganimeti aralarında taksim ederken şeytan aniden nara atarak ‘Deccal, ehlinizi elde etmiş ve sizin yerinize geçmiştir.’ der. Şeytanın bu haberi yalan olduğu halde Müslüman askerler yola çıkarlar ve Şam’a gelirler.”
“Bu sırada Deccal çıkar. Savaşmak üzere hazırlık yapıldığı bir sırada, Meryem oğlu İsa (a.s.), gökten nuzul eder. Allah’ın düşmanı olan Deccal, İsa’yı görünce, tuzun suda erimesi gibi erir. Şayet İsa (a.s.), onu bırakmış olsaydı, o zaten kendi kendine helak olacaktı. Ancak Allah onu, İsa (a.s.)’nın eliyle öldürtür ve İsa, süngüsündeki Deccal’ın kanını Müslümanlara gösterir.”[278]
-Büyük bir ateşin Rusya’dan çıkıp dünyayı yaktığını söyleyen Bediüzzaman, sonuçta Rusya’nın da dinsiz kalamayacağını, dönüp Hristiyan da olamayıp İslamiyet’e teslimi silah edeceği tesbitini yapmaktadır.[279]
-Hadislerde günümüze işaretler de bulunulmuştur.[280]
**************
KUS b. SÂÎDE el-İYÂDÎ’NÎN hutbesi.
Ey insanlar! Dinleyiniz ve belleyiniz, bir şeyi bellediniz mi ondan faydalanınız. Hakikat şu ki yaşayan ölür, ölen yok olur. Gelmekte olan her şey (elbette bir gün) gelecektir. Yağmur ve -bitki, türlü türlü rızıklar ve yiyecekler, babalar ve anneler, diriler ve ölüler, küme küme varlıklar ve dağınık mevcutlar … – (Hulâsa Allah’ın varlığına dair) delil üstüne deliller vardır.
Gökte haber, yerde ibretler vardır: Kapkaranlık gece, burçlu sema, vadilerle
yarılmış yer ve dalgalı denizler. Bana ne oluyor ki insanların daima gittiklerini, fakat geri dönmediklerini görüyorum. Onlar yerlerinden memnun mu olmuşlar da kalmışlar, yoksa orada terkedilmişler de uyumuşlar? Kus, yalancı ve sahtekâr olarak değil, doğru ve ciddi bir yemin ile yemin eder: Şüphesiz, Allah’ın öyle bir dini vardır ki o, üzerinde bulunduğunuz dinden kendisine daha sevimlidir; O’nun bir de peygamberi vardır ki vakti artık yaklaşmış, zamanı sizi gölgesi altına almış ve onun devri size yetişmiştir.
Ona ulaşıp da iman edene ve hidayetine mazhar olana ne mutlu! Ona muhalefet edip karşı çıkana yazıklar olsun! Kus sonra şöyle-devam etti:
Gaflete bürünenlere, geçmiş milletlere ve eski asırlar(ın halkın)a yazıklar olsun! Ey Iyâd halkı! Hani babalarımız, dedelerimiz! Hani hasta(lar) ve ziyaretçileri? Nerede o zorba firavunlar? Hani o, bina kurup yükselten, yaldızlayıp süsleyenler? Hani mal, evlât? Nerede o haddi aşıp azan, servet toplayıp yığan ve “Ben sizin en üstün tanrınızım” diye feryat eden? Onlar sizden daha çok servete sahip ve daha -uzun ömürlü değiller miydi! Kara toprak onları da kucağında öğütmüş, kudret ve kuvvetiyle paramparça etmiştir.
İşte çürümüş kemikleri ve ıpıssız kalan yurtları! Şimdi onları uluyan kurtlar şenletmekte. Hayır, öyle zannettiğiniz gibi değil. Bilakis o Allah tektir, gerçek mâbud O’dur. Doğurmamış, doğmamıştır. Kus sonra şu şiiri okudu:
Gelip geçen yüzyılların halkında bizim için ibretler vardır.
Ölüme giden ve dönüşü olmayan yollan görünce, Milletimin de küçükleri, büyükleri ona doğru, çaresiz, koştuğuna şahit olunca Zaten mazi bana geri dönmeyeceği gibi gitmeyenlerden de devamlı kalacak yoktur.
Kesinlikle anladım ki herkesin gittiği yere ben de mutlaka gidiciyim.
[107]İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, I, 337 vd; Taberî, Târih, II, 218 vd; İbn Esîr, Kâmil, II, 63 vd; İbn Seyyid, Uyûnu’l-Eser, I, 99; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s.160 vd; Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, III, 47, Halebî, İnsânu’l-Uyûn, I, 462.
[108]Tevbe 80. Ayrıca bak.tevbe.113.114, Mümtahine.4.
[245]Bu hadis-i şerif -farklı nüanslarla- Kütüb-ü Sitte ve diğer bazı kaynaklarda geçmektedir (bk. Ebu Davud, Sünnet, 5(6), İmaret,33; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimî, Mukaddime,49; Ahmed b. Hanbel, 2/367, 4/131-132, 6/8).
[253]Sünnetin kaynak olup uyma mecburiyeti ile ilgili olarak; Maide.92, nisa.80, Al.i imran.31, haşr.7, nisa.65, Ahzab.36,Nur.63, ayetlerine bakılabilir.
[263]Ebi Abdullah el-Şeybani’nin Fazailü’l-İmameyn’inde Ömer’in, Allah ile tam yirmi bir mevzuda kanaatlerinin örtüştüğünü gördüm.( HALİFELER TARİHİ-Celaleddin Suyuti.
[264]Konulu Tefsir ve Problemleri-Mustafa HOCAOĞLU.Sh.52.
Birgün resmî elbiseli, iri yarı, heybetli bir adam etrafında onlarca adamla birlikte Bediüzzamanın yanına geldi. Selâm verdi, elini öperek yanına oturdu…
Efendim, arkadaşları dışarı çıkarın, sizinle gizli bir şey görüşmek istiyorum dedi.
Bediüzzaman adama dönerek: Ne söyleyeceksen burada söyle, bunlar yabancı değiller.
Kör Hüseyin Paşa bir aşiret reisiydi ve Bediüzzamanla görüşmek için Patnostan kalkmış gelmişti. Kemerinden iki kese altın çıkardı: Efendim, bu benim malımın zekâtıdır, talebelerinle afiyetle harcarsın dedi…
Bediüzzaman cevaben: Paşa, sen bilmez misin zekâtın başka yere taşınması dinen câiz değildir.
Efendim, çevremdeki fakirlere zekâtımı dağıttım, bu sizin içindir.
Benim zekâta ihtiyacım yok, hem ben zekât ve hediye kabul etmiyorum.
Kör Hüseyin Paşa, mahcup bir şekilde altınları tekrar kemerine soktu ve şöyle dedi:
Efendim, sizden bir ricam olacak. Ben bu devletle savaşmak istiyorum. Beş bin askerimle Vanın etrafını kuşatmaya aldım, emir verdiğin anda hemen vuracağım…
Paşa! Aklını başına al, kimi kime vurduracaksın. Hasanı Hüseyine, Ahmedi Mehmede mi kırdıracaksın?
Paşa: Efendim, ben bu konuda kararlıyım. Sizden fetva bekliyorum…
Üstad kızarak:
Paşa Allah’tan korkun, dayıyı yeğene, kardeşi kardeşe öldürtmeyin.
Asırlardır İslamın bayraktarlığını yapan bir milletin torunlarına silah çekilmez, sen buna Şeriat mı diyorsun!..
Eğer Müslüman kanının dökülmesine sebep olursan Allahın huzurunda sorumlu olursun. Düşündüğün şeyden vazgeç.
Paşa Bediüzzamana adeta yalvararak:
Seyda, ben bu kadar hazırlık yaptım, şimdi askerime ne cevap vereceğim?
Bediüzzaman: Aşiretine ve askerine mahcup ol, ama yarın Allahın huzurunda rezil olma…
Kör Hüseyin Paşa, dizüstü oturduğu yerden kalktı, elini dizine vurarak,
Seyda, sen benim evimi yıktın, sen benim evimi yıktın diye söylene söylene gitti.
Ve Vandan asker, top, tüfek neyi varsa alıp gitti…
***************
Cibali Baba Kıssası Nedir?
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhûr ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl–i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl (akıllı) görünürken, meczupturlar. …Meczup olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar.
Zübeyir Ağabey, İstanbul’un Fethi sırasında meydana gelen Cibali Baba kıssasını, Üstadımız’dan dinlediği şekliyle şöyle anlatmıştır:
“İstanbul’un fethi için muhasara sırasında atılan toplar, bir türlü hedefini bulmuyormuş. Bu sırada büyük maneviyat sahibi, Fatih’in hocası Akşemseddin, bunun sebebini araştırıyor ve buluyor. İstanbul surları içinde bulunan meczup evliyadan Cibali Baba Hazretleri, manen Cenab-ı Hakk’ın bir ismine mazhar olmuş. ‘Ya Rabbi! Gâvurcuklarımı koru.’ diye o isimle dua edince toplar tesir etmiyor…”
“Bunun üzerine Akşemseddin kırk gün çalışıyor. Cibali Baba’nın mazhar olduğu o isme kendi de mazhar oluyor. Hatta onu geçiyor. O isme mazhariyetle gelmiş olduğu makamdan onu azlediyor. Bundan sonra atılan toplar hedefi vuruyor. Böylece uzun ve yorucu bir muhasaradan sonra İstanbul fethediliyor.”
Zübeyir Ağabey bunu naklettikten sonra şunu ilâve etti:
“Bazen böyle meczup veliler, birçok şuurlu velinin dualarının önüne geçiyor. Meselâ, Medine’de bulunan Kambur Kutbun, Üstadımız’ın dualarının önüne geçmesi gibi…”
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.
*************
Ağabeylerden biri, bir ara hizmeti gevşetmiş ve bir gün Üstadla karşılaştığında,
Üstad “Hayrola ne bu hâl” gibi soruları sorunca;
“Üstadım borcum harcım oldu, hastam, ölüm v.s. İşte bunları bitirip başlayacağım” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine Üstad;
“Sen bunların neden olduğunu biliyor musun? Bunlar hep hizmeti aksattığın için sana musallat olan arızalardır, eğer hizmete başlamadan düzelteyim dersen daha berbat olur, ancak hizmete başlarsan düzelir” diye ikaz eder.
Ben bu hadiseyi öğrendikten sonra “Üstad ezbere bir şey söylemez, bunların âyet-i kerimelerdeki karşılığı nasıldır” diye merak ettim. Baktım ki âyet-i kerimeye tam uygun.
Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede mealen:
*“Ahiret yurdu için çalışın, dünyadan da nasibinizi unutmayın”* buyurarak ahireti öne alarak hayatı tanzim ediyor. İşte Bediüzzaman Hazretleri buna dikkat çekiyor.
Ben olsam “Öyle mi kardeşim,yazık üzüldüm, inşaAllah halledersin” derdim. Demek ki âyet-i kerimeye uygun olan Üstadın yaptığıdır.
Bir de konuyla ilgili hadis-i şerif var mı diye araştırdım.
Hadis-i şerifte;
“Kim ahireti öne dünyayı arkaya bırakırsa (âyetin sırası gibi) Allah bütün işlerini derler,toplar önüne koyar.
*Kim de dünyayı öne,ahireti arkaya bırakırsa Allah bütün işlerini darmadağın eder bir türlü toparlayamaz”* buyruluyor.
Bir daha anladım ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatındaki ölçüler,aynen böyle birebir naslara uygundur ve o, Hz. Peygamber’in(asm) varisi olarak, delilsiz, rastgele kendi kafasından, heva ve hevesinden bir şey söylemez vesselâm!
Ya islamiyetin dertlerini kendimize dert edeceğiz ya da Allah başka dertler verecek.
(Hekimoğlu İsmail Ağabey)
****************
Yavuz Sultan Selim giyim kuşamına itina etmez, giydiği kaftanı uzun süre sırtından çıkarmazmış
O çıkarmayınca vezir vüzera da yeni elbise yaptıramaz olmuş
İyice kılıksızlaşmışlar
Ne yapsak da padişahı yeni bir giysi diktirmeye ikna etsek diye düşünürken İran elçisi gelmiş.
Bun fırsat bilen paşalar huzura çıkıp,
-Bu İranlılar görünüşe, şatafata fazla ehemmiyet verir, ona göre hazırlanmak icap eder
deyince Yavuz dertlerini anlamış.
-Tamam tamam demiş, yaptırın birer takım elbise.
Zannetmişler ki Sultan da yaptıracak, en güzel giysileri diktirmişler.
Yalnız Yavuz onlara demiş ki
-Ayağımın ucuna güneşin ışıklarını elçinin gözüne yansıtacak şekilde kılıç koyun.
-Kılıcınız keskin oldukça hangi elbiseyi giyerseniz giyin düşman cesaret edip yüzünüze bakamaz
Amma kılıcınız keskinliğini yitirirse en göz alıcı giysileri giyseniz de ona tesir edemezsiniz, onun için kılıcınızı keskin tutmaya bakın, kılıcınız keskin olmazsa zillet de başlar
Eyvallah huu erenler!
***************
“BEDİÜZZAMAN FİRAVUN’LARIN MUSA’SIDIR.”
CİZRE MEŞAYİHİNDEN ŞEYH MUHAMMED SAİD EL-CEZERİ (R.H.)…
Nakşibendi tarikatından, binlerce müridi olan, Cizreli büyük alim ve mürsid şeyh Seyda hazretlerinin, halifesi M.Emin Er Hoca anlatıyor…
1954 tarihinde Üstadı ziyaret için Isparta’ya gittim. Sonra Eğirdir’e geldim. Ceylan abiyi gördüm. Beni uzaktan takip eyle dedi, Zira tarassud var, kimseye hissettirme, hafiyeler seni görürlerse tutarlar…
Ben de uzaktan kendisini takip ettim. Bir müddet yürüdükten sonra bir kapı önünde durdu. Etrafa baktıktan sonra içeri girdi. Kapıyı yarım açık bıraktı ve kapının ardında beni bekledi. Beraber yukarıya çıktık, sağımdaki odaya girdi. Zübeyir abide geldi, beni soldaki odaya götürdü…
Hemen yere ve duvarlara nazar ettim. Asılı veya serili hiçbir şey görmedim. Yalnız Hazret-i Üstadı; bir sedir, bir yorgan ve bir de yastığı gördüm. Hazret-i Üstad sedir üstünde oturmuş, yorgan altından ayaklarını uzatmış idi. Yorganı göğsüne çekmişti. Hasta olduğu belli idi. Başında uzunca bir külah, üzerinde de renkli bir kefye kat kat yukarıya doğru sarılmıştı. Gömleğin kollarını yukarıya doğru kaldırmıştı. Sakalı yoktu, parmakları uzun, vücutları iri, fakat zayıftı. Saçı iki üç parmak kadar külahtan dışarı sarkmıştı. Bakışı heybetli, sesi hasta olmakla beraber yüksek ve şiddetli idi…
Bana ‘Nerelisin?’ diye sordu. Diyarbakırlıyım’ dedim. Birçok kişiyi, valiyi ve Mehmet Kayalar’ı sordu. Daha sonra da ‘Niçin geldin?’ dedi. Ziyaret ve bazı soruları sormak için geldim dedim.Üstad, Hastayım, sorulara cevap vermeye vaktim yoktur dedi.
Sonra Zübeyir abiye hitaben ‘Bir minder getir’ dedi. Minderi getirdi, hemen yanına sermesini işaret etti ve bana ‘Otur’ dedi…
Oturdum. Zübeyir abiye, ‘Sen de otur, sesim çıkmazsa sen anlat’ dedi. beraber Üstadın yanında yan yana diz çöküp oturduktan sonra, Üstad, ‘Soruların nedir?’ dedi.
İmamlığı zekâtla yapıyorlar. Bu durum hoşuma gitmiyor. İmamlığı böyle mi yapalım, yoksa ücretle mi yapalım? Veya başka birşeyle mi meşgul olalım?’ dedim…
Üstad, Ücrette minnet vardır. Zekâtsa minnetsizdir, mal ALLAH’ındır, zenginler birer vekildir. Siz zekâtla imamlık yapın. Fakat pazarlık etmeyin. Günlüğünü de onlara bağlamayın, çünkü ihlâsı zedeler, Rızık veren ALLAH’tır, yalnız onların eliyle gönderir. İktisat edin…
Üstad, başka sorularımın neler olduğunu sordu. Nakşi tarikatinin halifesi olayım mı?
Nakşibendi tarikatında beni halife ettiler. Ben kendimi buna layık görmüyorum. Manevî mes’uliyetten korkuyorum. Eğer bunun bana zararı varsa terk edeyim’ dedim.
Üstad, ‘Şeyhin kimdir?’ diye sordu. Şeyh Seyda’dır.Şeyh Seyda Risale-i Nur’u okuyor mu?’
Şeyh Seyda Türkçeyi bilmez. Fakat sizin ne kadar Arapça risaleniz varsa hepsi yanında mevcuttur…Şeyh Seyda irşada çıkıyormu? Evet, irşada çıkıyor…
Ehl-i tarikat daha ziyade imanla alakadardırlar, sen almış olduğun vazifene devam et.Yalnız hediye kabul etme. Hediye hilafü’ş-şer’ değildir. Fakat ihlâs yoktur.
Ben iki cihetle Şeyh Seyda ile alakadarım. Hem selam, hem tebrik ederim.
Üstada tekrar sordum: ‘Ben medrese ilimlerini bitirdim ve icazet aldım. Bundan sonra ne yapayım?
Üstad: ‘Risale-i Nur’u oku, okut. Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmamıştır. Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde tarassudatlar vardır. Eğer bilseler ki sizin gibi bir âlimin geldiğini, hemen hemen inceden inceye takibat açarlar. Biz yatakta hasta olduğumuz halde bizden korkuyorlar.
Biz ziyaretçileri kabul etmiyoruz. Hatta geçenlerde Menderes Isparta’ya geldi. Vali ile beraber ziyaretimize gelmeleri için müsaade istedi. Ben kabul etmedim. Ben seni talebelerimden kabul ettim. Hemen memlekete avdet et. Giderken ziyaretime geldigini söyleme, sana zarar verirler, Paran yoksa sana vereyim…
Benim param vardır” dedim.
Mübarek elini öptüm. Göz yaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.
Hazret-i Üstadın selâm ve tebriklerini evvela mektupla, sonra Cizre’ye gittiğimde Şeyh Seyda’ya tebliğ ettim…
“Şeyh Seyda: O, Firavunların Musa’sıdır”
Cemaatten birisinin suali dolayısıyla Şeyh Seyda Üstad hakkında şunları söyledi:
Bediüzzaman’ı bu asırda ALLAH Teâla bize göndermiştir. Daha genç yaşlarda iken Cizre’ye gelmiştir.En büyük âlim ve mürşidlerinden sayılan dayılarımız ve ağabeylerimiz onun ilmini, fazlını, büyüklüğünü kabul ve itiraf etmişlerdir.
O inancı olmayanların, Firavunların Musa’sıdır. Onun vazifesi öyledir. Bizimki de böyledir. Eğer bir mani olmasa idi ziyaretine gider, elini öper, dua talep ederdim. Kitapları hakikattırlar. Bizde mevcutturlar. Eğer rast gelse, mani de olmazsa, ben de medreseye gider Risaleleri dinlerdim.”
Ve Şeyh Seyda talebelerine: “Ben bir dua ediyorum, siz amin deyin der ve şöyle dua eder:
“ Bediüzzaman ve talebelerini Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Bizi de onlarla beraber haşretsin…” Amin…
**************
BİR İNGİLİZ AJANININ HATIRALARI..
Önce Türkçe öğrendi, sonra dinini, kılığını ve adını değiştirdi.
Adı Arminius Vambery idi, Türklerin arasına Reşid Paşa adıyla karıştı. Devletin en üst makamlarının arasına karıştı. Sultan Abdulhamidle dostluk kurdu. Güvenini kazandı.
Anadolu ve Ortaasya seyahatine çıktı.
Artık o bir derviş idi…
Tam 4 yıl Osmanlı topraklarında kaldı. Osmanlıcayı mükemmel denebilecek kadar iyi konuşuyordu.
Hiç kimse ondan kuşkulanmadı.
Herkes tarafından büyük saygı ve ilgi gördü.
Ta ki, yıllar sonra Londra’ya döndükten sonra anılarını yazınca deşifre oldu.
İngiliz casusu idi!…
Anılarında şunları yazıyordu.
“Derviş kimliğiyle aralarına girdim”
– Eğer hakiki hüviyetim meydana çıkmış olsaydı, değil burada, Osmanlı Sefarethanesi’nin has itibarlı misafiri olabilmem, hayatım dahi tehlikede kalırdı.
– Ben Reşid Efendi, sefirin has misafiri ve dostu olarak, bu Türk hacıları nezdinde gün geçtikçe itibar sahibi oluyordum.
– Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine, hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.
– Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler.
– Benim tam bir derviş hüviyet ve şekli içinde ve alıştıkları üslup ve hususiyetlerle aralarına girdiğim Türkmenler, kısa zamanda öylesine bağlandılar ve inandılar ki, kazancımı tarif edemem.
– Birçok hastalar benden iyi nefes istiyor, bazısı hekim olduğumu zannederek tedavilerinin yollarını araştırıyorlar, bazısı ilaç yapmamı rica ediyorlardı.
– Ve, ancak sorulan suallere cevap verdim.
– Binlerce kadın, çoluk çocuk, kız, ihtiyar, genç etrafımızı aldılar. Birbirinin üstüne yığılmış bizi görmek, sevap olur diye ellerini üstümüze sürmek, ellerindeki testilerinden bizlere birer yudum içirdikten sonra bu suyu her derde şifa olarak saklamak, hayır duamızı almak için rahat nefes aldırmaz olmuşlardı.
– Türkmenlerin hepsi İslam’dır. Yalnız dinini de hakki manasıyla bilmezler. Birkaç kelime din konuşan başlarına imam olur. Ben de onu yaptım.
Kaynak: İngiliz casusu “Vambery’nin Günlükleri”
**************
Bir adam Müslümanları çekiştiriyordu.
Süfyan bin Uyeyne kendisine :
-Doğuda kâfirlerle hiç cihâd ettin mi?
-Hayır
-Batıda?
-Hayır.
-Güneyde?
-Hayır
-Kuzeyde?
-Hayır.
Sufyan bin Uyeyne dedi ki :
Allah düşmanları elinden emin olmuşlar, sus da, Müslümanlar da dilinden emin olsunlar!”Beyhakî, Şuabul Îmân 5/314.
**************
İbni Ebi Şeybe, Musannef isimli kitabında, Ebu Said-il Hudri’den tahric etti, O dedi, Resulullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdu: “Benim ümmetimden Mehdi gelecektir. Eğer ömrü uzasa da kısalsa da, yedi, sekiz, yıl veya dokuz yıl, mülk sürecektir. Ve daha önce zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracaktır. Sema yağmurunu indirecek, yer bereketini çıkaracak, daha önce görülmemiş bir biçimde ümmetim O’nun zamanında rahata erecektir.”
Ebu Naim, Said’den tahric etti, O dedi, Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdu: “Ümmetim arasında Mehdi gelecektir. Ömrü, kısa olursa yedi, yoksa sekiz, yoksa dokuz sene. Ümmetim Onun zamanında iyi ve kötünün benzeri ile nimetlenmediği bir nimetle nimetlenecek, sema üzerine bol yağmur yağdıracak, arz nebatından hiçbir şey saklamayacaktır.”( İmam Suyuti Hazretlerinin Kitabü’l Bürhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Ez-Zaman)
Ahirzaman da Mehdi geldiğinde yer hazinelerini ortaya çıkaracak.
Fransa’da rahipler çocukların maruz kaldığı cinsel istismar vakalarında “Katolik Kilisesinin kurumsal sorumluluğunu” kabul etti.”[2]
Avrupa ülkeleri ve Hristiyanlık dünyası dünyanın en tehlikelileri arasındadır.[3]
-“Papa: Kilise okullarında yerli çocuklara soykırım yapıldı.
Katoliklerin ruhani lideri Papa Francis “tövbe haccı” olarak tanımladığı Kanada ziyaretinde, geçmişte Katolik Kilisesi’ne bağlı okullarda fiziksel şiddete ve cinsel istismara maruz kalan yerli çocuklara “soykırım” uygulandığını söyledi.”[4]
-“88 papaz hakkında cinsel istismar iddiasıyla toplu dava açıldı.
Kanada’nın Quebec eyaletinde, Katolik kilisesine bağlı 88 papaz hakkında, reşit olmayan çocuklara cinsel tacizde bulundukları iddiasıyla toplu dava açıldı.”[5]
-”Nasrâniyet, ya intifâ veyâ istifâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasrâniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, Tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifâ bulup sönecek, veyâ hakikî Nasrâniyetin esâsını câmi’ olan hâkàik-ı İslâmiyeyi karşısındá görecek, teslim olacaktır.
İşte bu sırr-ı azîmè Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işâret etmiştir ki: “Hz. İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”[6]
Yani Hristiyanlık akla ve nakle aykırı olan Teslis olan üç ilah inancını ya terk edip Tevhid olan te ilah inancı ile tasaffi ederek safileşip İslamiyete yaklaşacak ya da üç ilah inancını devam ettirip sönüp yok olacaktır.
Bu gün batı dünyasında kiliseler ibadet yeri olma durumundan çıkmıştır.
Ya satılmaktadır ya da uyuşturucu kullanan gençleri kiliseye çekmek için dışarıda yasak olan uyuşturucu kullanmayı kiliselerde meşru hale getirmektedirler.
Gençleri kiliseye bağlama düşüncesiyle… Zira Avrupa gençleri ateist olmaktadır.
Çok rahatlıkla bir kişinin ortaya koyduğu görüş ve izm binlerce mensub bulmaktadır.
Yine kendi içinde birçok izm kurduğu gibi ihraçta etmektedir.
Veya bir rakip olmak üzere dış düşman oluşturup o izm-i meşrulaştırıp, genişlemesini sağlamaktadır.
Dost bulmak için, düşman oluşturmaktadır.
Materyalizmin temelini atarken, Rusya’da sosyalizm ve kominizm ile de ona karşı izm-ler cephesini oluşturmakta ve İslam dünyasını da yanına çekmeye çalışmaktadır.
-Teknoloji hayatı kolaylaştırıyor, kişileri medeni yapmıyor.
Avrupa’da teknoloji ne kadar gelişse de insanlık aynı oranda devam etmemektedir.
Çünkü Avrupa ve Hristiyan dünyası menfaat üzerine oturmakta ve sürdürülmektedir.
Menfaatte ortaklık sürmektedir.
Batı ve Abd şimdiye kadar 1. ve 2. Dünya savaşı gibi birçok savaşın fitilini ateşlediği gibi, bugünde aynı fitili ateşlemekte ve kan dökmenin önünü açmaktadır.
-ABD 3. Dünya Savaşı’nı başlatmak ve genişletmek istiyor.
Dünyanın en çok silah üreten ülkesi olup, adeta bunları pazarlama ortamını hazırlamaktadır.
Bu durum Türkiye’de olduğu gibi, dünyada da aynı şifrenin çözümü ve maskelerin düşmesi açık oldu.
-Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kaostan beslenenler var. Olumsuzluklardan pirim yapanlar var.
Onun için olumlu çıkışlar onları rahatsız eder.
Sürekli bir şekilde olumsuz havayı üfleyip oluşturarak, göstererek sürekli bir şekilde sıkıntılı ortamı adeta bardağın boş tarafına bakmak suretiyle, tarafını körlükten seçip görmemek, devamlı menfi hareket etmek suretiyle müspet durumlardan rahatsız olan bir zihniyet var. Bunlar siyasi cephede olduğu gibi, ekonomik cephede de kendi içlerindeki ve işlerindeki olumsuzluk duygusunu, karanlık duygusunu topluma yansıtan insanlar var.
Yine doları olan insanlar da aynı şekilde sürekli artmasını ister.var. Faiz düşürme yönünde devletin atacağı her tür adımı olumsuz karşılar, olumsuz olarak cevaplandırılır ve bunun ekonomiye zararı olacağını söyler. Devlet zarar etse de kendisinin ekonomik yönden daha iyi ve başarılı olmak suretiyle sürekli faizi teşvik eder. Enflasyonun yükselmesini eder. Çünkü onu ilgilendirmez, oturduğu yerden günde milyarları kazanan insanlar elbette ki fakirin durumunu pek görmez, düşünmez. Hatta çok rahatlıkla kendi menfaati için devletin zararını arzu eder.
-Parasını çalıştırmayıp bankaya koyan insanlar hiçbir zaman için faizin düşmesini istemezler.
-”Y.Ç. tarafından hazırlanan “2007-2009-projeleri” isimli excel belge-‘ sinde , TÜBİTAK’ a bağlı birimlerde görevli 1048 şahıs hakkında fiş dosyaları yer alıyordu. Listedeki isimlerin karşısına yazılan fişlerden bazı örnekler şöyledi: “ Merdan’ın ekibinden, işe girmesini biz sağladık.’ ‘Merdan’ın ekibinden, ise girmesine yardım edildi.’
‘Merdan’ın adamı. Güvenilir, Merdan’ın ekibinden, yükseltelim. Aktif görevi var.’ ‘Merdan Serdar A… yerine desteklememizi istiyor. Karar verilmedi.’, ‘Merdan’ın ekibinden. Eşcinsel eğilimleri var. elimizde görüntüleri var, gerekirse kullanabilir, korkak, zaafları var. kontrol altında tutulmalı, işimize yarar. “[1]
-İktidarı deviremeyen, sayın Erdoğan’ı indiremeyip öldüremeyen, PKK, Deaş ile önünü tıkayamayan, beş milyona yakın Suriyeliyi memleketimize sürerek yeteri kadar kaos çıkaramayan, ekonomik yaptırımlarla diz çöktüremeyen, muhalefeti destekleyerek hükümeti yıkacağını vadeden ABD, bunları yapamamanın ve neticeye ulaştıramamanın hınç, nefret, kin ve saldırganlığıyla finolarını, mahallenin hırçın ve kabadayı çocuklarını üzerimize saldırtıyor. Tıpkı Ukrayna’yı Rusya’ya, Tayvan’ı Çin’e, Ermenistan’ı Azerbaycan’a saldırttığı gibi..
Allah afetlerle ABD’yi vurduğu gibi, vuruluşu ve yıkılışı içten olacaktır. İnşaallah, çokta uzak değil.
*************
-Yunan, Bizans, İngiliz, ABD, PKK ve Lgbt muhipler koro topluluğu sizlerle.
Bir Bizans ve Yunanı ihya ve diriltme sevdasına girildi. “İBB’nin Bizans’ı diriltme hayali! Sultanahmet Meydanı’nda ihanet projesi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Sultanahmet Meydanı’nda kalıntıları bulunan Antik Roma Hipodromunu yeniden inşa etmek istiyor. Hipodrom, Sultanahmet Camii avlusu, İbrahim Paşa Sarayı ve Firuz Ağa Camii’ni yıkmayı öngörüyor.”[2]
-İzmir’de İstanbul belediyesinden geri kalmadı. “Osmanlı’ya hakaret eden CHP’li Soyer’in ‘Yunan kralı’na amansız savunması yeniden gündemde”[3]
-“Teröristbaşı Fetullah Gülen, 20 Ağustos’ta yayınlanan sohbetinde “Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar.” dedi. “[4]
-Onunla yetinmedi, haçlının kardeşi Yunanı da övdü. “FETÖ elebaşı Gülen’den Yunanistan’a övgü: Yunanistan, kardeş ülkedir.
Darbecilere kucak açan Yunanistan’ın “yiğitlik” gösterdiğini savunan FETÖ elebaşı Fetullah Gülen, Yunanistan’ın yaptıklarının tarihin şanlı sayfalarına süslü altın ve gümüş ile yazılacağını söyledi.”[5]
Bunları söyleyecek kişi ya karakter bozukluğu yaşıyor yada bir zehirlenme söz konusu.
Kesinlikle bu sözler bu milletin değerlerini ve kanını taşıyan bir kişinin söyleyeceği ve söyleyebileceği sözler değildir. -Ayasofya’nın açılmasıyla büyük kilit kırıldı ancak hadiste de haber verildiği üzere İstanbul’un tamamen kurtulmasını ikinci bir fethin olduğunu müjdelemektedir.[6]
-Ayasofya kilit..
PKK tekrar aracı ve destekçileriyle şehre indi. Doğu’da ve batıda belediyelere sızan ve özellikle doğuda tesbit edilip yerine kayyum atanan bazı belediyelerdeki kalıntılar şehir savaşını başlatmaya çalışıyor ve de arttırarak devam ettirecektir.
Mersindeki polis evine yapılan saldırıda da görülen destek ve sahiplenme var.
-Becerememenin ve iş yapmayıp bunu örtmenin ağlama duvarı; iş yaptırılmıyor, engelleniyoruz, mağduriyet bahaneleridir.
Ancak bu iletişim ağında bazı istisnalar olsa da, yırtık yama tutmuyor.
Evvelden yalancının mumu yatsıya kadar yanarken, şimdilerde anında sönüyor.
Mızrak çuvala sığmıyor.
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Ziya Paşa
Artık kimin elinin kimin cebinde olduğu çok sürmeyip, ortaya çıkıyor.
-İnsanlık tarihi öyle zannediyorum ki hiç bu kadar Kaht-ı Rical durumuna düşmedi.[7]
-Yaralı asrın hasta insanlarının hastalığı ve kaht-ı rical durumu devam etmektedir.
-Altılı masa aslında birbirlerinin ne olduklarını ve bir gün bir bahane ile bu bağın kopacağının farkında değiller mi?
Eğer değillerse bu ya bir basiret meselesi, ya görmezlikten gelme veya zamana oynamadır.
Ani bir çıkışla seçime kısa süre kalana kadar birbirlerini oyalayıp, kendine mecbur etme çabasıdır.
Akibet kelimesi kök olarak; akabe- akabe biatı – akibet- ta’kib [1]– ukubet- topuk manası- arkadan gelen çocuk. Ayın sonu- Geri döndü.- Ökçesi üzerine/ilk haline döndü gibi anlamlara gelmektedir.
“İbrahim bunu, belki dönerler diye, ardından gelecekler arasında kalıcı bir söz yaptı.”[2]
Hadiste:” Ökçelerin ateşte vay haline”
“Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim?”[3]
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisingeriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisingeriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[4]
-“Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve, “Bu gün artık insanlardan size galip gelecek (kimse) yok, mutlaka ben de size yardımcıyım.” demişti. Fakat iki taraf (savaş alanında) yüz yüze gelince (şeytan), gerisingeriye dönüp, “Ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğiniz şeyler (melekler) görüyorum. Ben Allah’tan korkarım. Allah, cezası çetin olandır” demişti.”[5]
“Çünkü âyetlerim size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.”[6]
“İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O’dur.”[7]
“Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.”[8]
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”[9]
-Akibet kelimesi muzaf geldiğinde, kimi Zaman ceza vermek ile ilgili olur:
“Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkıbetleri pek fena oldu.”[10]
“Nihayet ikisinin de (azdıranın da azanın da) akıbeti, ebediyen ateşte kalmaları olmuştur. İşte zalimlerin cezası budur.”[11]
-Ukubet ve ikab kelimeleri azap/ceza anlamındadır:
“Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azabım hak oldu.”[12]
“Bu, onların Allah’a ve Peygamberine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.”[13]
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. “[14]
(Resûlullah (s.a.), Uhud savaşında amcası Hz. Hamza’yı kâfirler tarafından burnu ve kulakları kesilmiş, ciğeri çıkarılmış bir şekilde görünce: «Allah’a andolsun ki, eğer Allah bana zafer verirse senin yerine yetmiş kişiyi böyle yapacağım!» diye yemin etti. Bunun üzerine 126. âyet indi. Resûlullah (s.a.) yeminine keffâret verdi ve onu uygulamadı.)
“İşte böyle. Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir. “[15]
(Kur’an-ı Kerim, muhtelif vesilelerle bağışlamanın üstünlüğünü ifade buyurmuş, Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde de görüldüğü gibi affetmeyi, iman ve ahlâk timsâli olan takvâ sahiplerinin belli başlı sıfatlarından biri olarak kabul etmiştir. Ancak, bu âyet gösteriyor ki, affetmek, uyulması zorunlu bir emir değildir. Böylece Kur’an, zulme uğrayan bir kimsenin, buna karşılık verme hakkını mahfuz tutmuş; bununla beraber, kötülük edene, ettiği kadarıyla karşılık vermek, yani suç ve ceza dengesini muhafaza etmek gerektiğine de özellikle işaret buyurmuştur.)
-”Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü için hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.
Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya kapılıp dalâlette kalmışlar.”[16]
-“Ehl-i hidayetin rekabetkârâne ihtilâfı, âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalâletin samimâne ittifakları, âkıbet-endişlikten ve yüksek nazardan değildir. Belki ehl-i hidayet, hak ve hakikatin tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak, kalbin ve aklın dûr-endişâne temayülâtına tâbi olmakla beraber, istikameti ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar.
Ehl-i dalâlet ise, nefsin ve hevânın tesiriyle, kör ve âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti bir batman ilerideki lezzete tercih eden hissiyatın mukteziyatıyla, birbirine samimî olarak, muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifak ediyorlar.
Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Ehl-i hidayet, âhirete ait ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta, kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla müteveccih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir ittihad ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.”[17]
Kör ve körelmiş basiret, dost ve düşmanını görmemek, perdelenen basiretle hak ve hakikati bilmemektir.
Aynı zamanda önünü ve de geleceğini görmemektir.
Basiretlerin bağlandığı kirli ittifaklar maalesef bugün gibi yüz yıl önce de gerçekleşmiştir.
Bir yandan din cephesinde, diğer yönden siyaset arenasında…
-”27 Nisan 1909 tarihinde Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi’nin fetvasıyla
II. Abdülhamid Han tahttan indirilmiştir. Diğer üyelerle birlikte Mustafa Sabri
Efendi de kararı desteklemiştir. Duygularını, Beyanü’l-Hakk’ın Mesleği adlı makalesinde dile getirmiştir. Bu makalesinde II. Abdülhamid’in istibdat yönetimine son
verdikleri için İttihat ve Terakki Cemiyeti ile orduya teşekkür etmiştir. Ancak zamanla Cemiyet-i İlmiye, İttihatçıların uygulamalarından rahatsız olur. Kuruluşundan üç ay sonra İttihatçılardan ayrılır (22 Kanun-ı evvel 1908). Ümit havası yerini ümitsizliğe bırakır. Beklentiler boşa çıkar. Tenkitler artar. İttihat ve Terakki’nin karşısında güçlü bir parti bulunmamaktadır. Bu yüzden Cemiyet adeta bir muhalefet
gibi çalışır. Bunun üzerine Cemiyet-i İlmiye ulemasının, camilerde vaaz ve nasihat
etmeleri Şeyhülislam tarafından yasaklanır. Bu süreçte zaman zaman dergileri de
kapatılır. II. Abdülhamid’in istibdadını eleştirerek iktidara gelenler, bu defa parti istibdadı uygulamaya başlamıştır.
Ancak Mustafa Sabri Efendi altı ay sonra, İttihat-Terakki’ye ve II. Abdülhamid’in
indirilmesine verdiği destekten pişmanlık duyar. Meclis içinde ve dışında partiye
muhalefet etmeye ve eleştirmeye başlar. Beyanü’l-Hak’ta İttihatçıların idare sistemini tenkit eden sert yazılar yazar. İslami şuranın kaynağına dönmek gerektiğini bildirir. Milliyetçilik ve Turancılık siyasetini eleştirir. Kanun-i Esasi’nin tekrar uygulanmasını ister. 35. maddenin düzenlenmesiyle ilgili, Mecliste yedi saat süren uzun bir konuşma yapar. İttihatçıların meşruiyetini sorgular. Şer’i mahkemelerin1 Meşihat-ı İslamiye’den alınarak, Adliye Nezareti’ne bağlanmak istenmesine karşı çıkar.
İttihatçıların orduyu siyasete sokmalarını eleştirir. Bu arada İttihat ve Terakki’den de hızla kopmalar başlamıştır. Kendisiyle birlikte Elmalılı Hamdi Efendi’nin de dahil olduğu bir grup ulema, İttihat ve Terakki’den istifa eder. Bunlar Ahali Fırkasını
kurarlar (21 Şubat 1910). Bu fırka önemli bir muhalefet partisi olmuştur. Ancak
kısa bir süre sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katılarak siyasi hayattan çekilmiştir..
….Uzak görüşlülüğü sayesinde Mustafa Sabri Efendi, başlarında M. Kemal’in olduğu grubun faaliyetlerinin ümmete büyük yaralar açacağını anlar. Konuya dair kanaatlerini Sultan Vahdeddin)’e de hissettirmiştir. Onun, Sultan üzerinde etkili olduğu
belirtilmektedir. Sultanın huzuruna çıkarak M. Kemal hareketine karşı görüşlerini
arz etmiştir. Bu görüşmede harekete karşı müsamahakar davranılmaması yolundaki
taleplerini iletmiştir. Bundan dolayı Damat Ferid Paşa’yı da eleştirmektedir. Hatta
hareketin silah yoluyla bastırılmasını da savunmuştur. Bu çerçevede 18 Nisan 1920’de Hilafet Ordusu adı altında bir ordu kurulmuştur. Bu ordunun görevi, ayaklanmalara destek olmak ve Ankara Meclisi’ni doğmadan boğmaktır. Ancak Mustafa Sabri Efendi’nin, sert tedbirler alınması yönündeki istekleri kabul edilmemiştir. Bunun üzerine kendisiyle birlikte Ticaret Nazın Cemal Bey istifa etmişlerdir (1920).
Bu olay üzerine meşihatta görevli olan Mustafa Sabri’nin damadı Pehlevan Kadri
Bey de önce Evkaf Müzesi Müdürlüğüne atanmış, oradan da Sinop’a sürgün edilmiştir.
Kemalistlerin iktidarı alması üzerine Mustafa Sabri, ailesi (oğlu, iki kızı ve damatları) ile birlikte bir daha geriye dönmemek üzere İstanbul’dan ayrılır (Şubat 1922). Yine Mısır’a gider.
Mustafa Sabri Efendi’nin Türkiye’deki hayatıyla birlikte aktif siyasi hayatı da artık sona ermiştir. Artık mücadelesine yurtdışında devam edecektir. Böylece bu safhadan sonra sözlü siyasetten yazılı siyasete geçmiştir. Bunu da “Artık kılıçla mücadele edemiyorum. Onun yerine bugün kalemi kılıç olarak kullanıyorum:’ sözleriyle
dile getirmiştir. Bütün dolaştığı yerlerde kitap ve basın yoluyla mücadelesine devam
eder. Özellikle Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde kaldığı esnada Yarın gazetesini
çıkartır. Burada yazdığı yazılarda Ankara hükümetini çok sert şekilde eleştirir. Mısır’da da gazete köşelerinde tartışmalara katılır. Ayrıca yazdığı kitaplarla da bu mücadelesini sürdürür. Yurt dışında bulunduğu bu süreçte o, Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından, Lozan Antlaşması gereğince alman bir kararla vatandaşlıktan çıkarılmıştır. 1S0’likler diye bilinen bu listede Mustafa Sabri dokuzuncu sırada, oğlu
İbrahim Sabri ise yüz on üçüncü sırada yer alır. 1 1 Ocak 1924 tarihinden itibaren
Mustafa Sabri Efendi’nin aldığı müderrislik maaşı da kesilmiştir.
….Şerif Hüseyin Vahdeddin’i sürekli ziyaret eder. Ancak bir yatsı namazı sonrası, Vahdeddin’den hilafeti kendisine bırakmasını ister. Bu istek karşısında şaşkına
dönen Vahdeddin düşünmek için mühlet ister. Ertesi gün olanları Mustafa Sabri
Efendi’yle paylaşır. Sonunda sessizce Hicaz’ı terk etme kararı alırlar. Vahdeddin ailesiyle birlikte tekrar İtalya’ya döner.”[1]
Acaba bu yanlışa ve yanlış safta yer almaya bu insanları iten sebep yoksa; “Yoksa hilmleri mi bunu onlara emrediyor:’[2]
Yoksa da akletmemiş olmaları mı?:” “Bizler işiten veya akleden olsaydık (şimdi) ateş ehlinden olmazdık:’[3]
Yoksa;” “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın”[4] kibri mi?
Yüz yıl önceki hal ve entrikalar çözülmeden, bugünü anlamak mümkün olmaz.
************
”Bazı arkadaşlar bana Irak’tan gönderilmiş Arapça bir kitap getirdiler. Bu kitaptan yeni bir şeyler öğrendim. Cemaleddin-i Efgani, Efganlı değil, İranlı imiş. Ehl-i Sünnetten değil, Şiilerden ve Şiilerin Caferi kolundan imiş.”[5]
-“CEMALEDDİN’İN MASONLUĞU.
Cemaleddin-i Efgani’nin en büyük hatalarından biri masonluğudur. Hatta yalnız kendisi mason olmakla kalmamış, Mısır’da birçok ulemanın da bu mesleğe girmesine
sebep olmuştur. Masonluğa kabulü için masonluk locasına yazdığı Arapça mektubunu, Afşar İrec ve Usgar Mehdevi Beylerin Farsça cemi ve telif ettikleri “Mecmua-i İsnad ve
Medarik” adlı eserden alarak aşağıya tercüme ettik:
“Mahruse-i Mısır’da felsefi bilgiler müderrisi, ömrünün 37’nci yılına ermiş bulunan Cemaleddin-i Kabili der ki: Ben ihvan-ı Safa’dan reca eder: Hıllan-ı vefadan, yani ayıp ve kusurlardan masun olan mukaddes mason cemiyeti erbabından bu nezih topluluğa kabulüm ve bu şayan-ı iftihar meclisinin sırasına dizilenlerin arasına katılmam suretiyle
bana minnet ve ihsan buyurmalarını istida eylerim.”
Hürmetlerimle, Cemaleddin.
Bu istidaya verilen cevap da şudur:
Şarkın Yıldızı Locası. No: 1355. Kahire, Mısır: 7 1878/5878
Muhterem Cemaleddin Kardeşe,
Zat-ı alinizce malum olsun ki, geçen ayın 38’inci celsesinde , bu yıl bu locaya ihtiram reisi seçilmeniz, oy çokluğu ile vaki olmuştur. Bundan dolayı sizi ve bu büyük bahttan dolayı kendimizi tebrik ederiz. Şimdiki muhterem reisin emri ile siz kardeşimizi bu ayın gelecek cuma günü güneş kavuştuktan sonra Arabi saatle 2’de icap eden mutad tekriz
tamamlandıktan sonra kadumu teslim almanız için bu loca yerinde bulunmağa davet eylerim.
Sonra bu ayın 10’uncu Perşembe günü akşamı alafranga saat 6’da muhterem loca konkordiye reisinin tekrizi olacaktır.
Yapılacak işlere iştirak etmeniz için mezkur günde teşrifiniz rica olunur.
Her iki halde de elbiseniz siyah, boyun bağı ve eldivenleriniz beyaz olacaktır.”[6]
-“ŞEYH MUHAMMED REŞID RIZA-1836-1935.
O da üstadı Şeyh Abduh gibi mucizeleri tevil ve inkar eder.”[7]
-“ŞEYH MUHAMMED MUSTAFA B. ABDILMÜ’MIN EL-MERAĞI-1881-1945.
(Ezher rektörü olan) İmam Meraği ikide birde şu cümleyi tekrarlar dururdu: “Ben Ezher’de öyle alimler görüyorum ki, kendilerine başkasını taklit haramdır…” Bu sözün manası, Ezher’de öyle alimler var ki, her biri müçtehittir; müçtehidin başkasını taklit etmesi, yani başka müçtehidin sözü ile amel etmesi haramdır demektir. Bittabi Ezher hocaları müçtehit olunca, kendisi de haliyle müçtehitler müçtehidi sayılırdı.
Çünkü onların müdürü, üstadı mevkiindeydi. Zaten aradığı da buydu. Kendisine imam, müçtehit denilsin!..
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum gibi hakiki İslam uleması, Şeyh Muhammed
Abduh’u tenkit ettikleri gibi bunu ve emsalini de haklı olarak tenkit eder; makaleler yazarak hatalarını yüzlerine vururlardı. Lakin Meraği onlara cevap verebilecek kıratta
olmadığı için hiç ses çıkarmaz makamına sığınarak meseleyi zamana hallettirir; güya bu zevatı küçük görürmüş de onlarla münazaraya tenezzül etmezmiş gibi bir tavır takınırdı.
.. Şeyh Meraği üstadı Muhammed Abduh ve üstadının üstadı Cemaleddin Efgani gibi birçok tashihi güç hatalar işlemiştir.
Bunlarda da birkaç misal verelim:
1- Şeyh Meraği dahi üstadı Abduh ve arkadaşı Reşid Rıza gibi maddi mucizelere inanmayanlardandır.
2- Şeyh Meraği’ye göre fıkıh, yani İslam hukuku dinden değildir. Fukahanın delillerden çıkarıp tefri’ ve ihtilaf ettikleri, bazen amel edip bazen etmedikleri şeylere dinin ahkamı demek ve bunları inkar etmeyi dinden bir şeyin inkarı saymak ona göre tabirde israf sayılır.
3(4)- Şeyh Meraği’ye göre Arap olmayan kimseye Kur’an tercümesi ile namaz kılmak caiz, hatta evladır. Velev ki aslını okumağa kudreti olsun![8]
-“Şeyh Mahmud Seltüt de mucizeleri inkar edenlerdendir.
Şeyh Seltüt İngilizlerin orta şark ordusundaki Kadiyanilerden Abdülkerim Han’ın “Hazret-i İsa gökyüzüne kaldırılmış mıdır?” sualine: “Hazret-i İsa yeryüzünde ölmüş; gökyüzüne ruhu kaldırılmıştır” cevabını vermiştir. Ona göre gökyüzüne kaldırıldığına Kur’an-ı Kerim’de delil yoktur. Bittabi kaldırıldığı sabit olmayınca Kıyamete yakın yeryüzüne indirilmesi de bahis mevzuu olamaz. Halbuki İsa -aleyhiselam-‘nın gökyüzüne kaldırılması da indirilmesi de ikişer ayetle sabittir. “Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırdı”(39), “Seni kendi nezdime kaldıracağım” (40) ayetleri Hazret-i İsa -aleyhisselam-‘nın hususi bir şekilde semaya kaldırıldığını bildirir. Çünkü sadece ruhun semaya kaldırılması İsa -aleyhisselam-‘ya mahsus olmayıp, bütün peygamberlere ve bahtiyar mü’minlere am ve şamildir.”[9]
-”Reformcuların bu çılgın cereyanına maalesef en büyük şairimiz Mehmed Akif Bey merhumun da adı karışmıştır.
Şeyh Muhammed Abduh’a olan bağlılığını da mısralarıyla dile getirdi.[10]
-Ahmet Davutoğlu 1977 yıllarında Hayrettin Karamana da bazı yanlış fetvalarına cevap vermektedir. [11]
-Mustafa Sabri Efendi bir ifade ve tesbitinde:“Allah Şeyh Muhammed Abduh’u affetsin. Ezher’i kalkındırmak isterken eski alimlerine savaş açtı ve Müslümanları, özellikle de eğitimli gençleri onların etrafından dağıttı. Öldürünceye kadar yahut ölü gibi unutulmuş hale getirinceye kadar da peşlerini bırakmadı. Şeyh Muhammed Abduh’un bayraktarlığını yaptığı kalkınma sayesinde Dr. Zeki Mübarek gibileri er-Risale’de (sayı: 572) şunu demeye başladılar: 1Jslam’ı cahillerin elinden çekip kurtardık. Dinin esaslarını izah, artık bizim kalemlerimize kaldı.”
Muhammed Abduh’un projesi -anlattığımız üzere- yıkım merhalesiyle son bulmadı. Bilakis Üstad Ferid Vecdi Bey çıktı ve ayağa kalkmış el-Ezher’in minberinden Şeyh Abduh’un savaştığı alimlerle savaşıp yok etti. Üstad Ferid öldürülen bu alimlerin -başta “Usuluddin” (akaid, Kelam ilmi) olmak üzere- ilimlerini de öldürdü. Hatta editörlüğünü ve idareciliğini yaptığı el-Ezher Dergisi’nin 12. cildinin 9. Cüzünde şöyle dedi: Şayet yeryüzünde tabiatı1 karakteristik özelliği içinde Kelam ilminin yeşermesine müsait olmayan bir din varsa o din İslam’dır.”[12]
MEHMET ÖZÇELİK
20-09-2022
[1]Mevkıfu’l Akl. CİLT: 01– ŞEYHU’L İSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ -Sh.16,19-20,54,64,92.
Mümin bir delikten iki kere ısırılmaz. Eğer bir insan gerçekten iki kere hatta üç dört kere ısırılıyorsa, o kendisini bir sorgulasın.
Gerçekten kim ne kadar samimi veya ne kadar dürüst?
Çapı ne kadar?
Yalan mı konuşuyor, aldatarak iş mi görüyor?
Yüzyıllık bozuk zihniyet bu milleti çok aldattı. Şimdiye kadar hep münafıkane davrandı.
Artık gizlemiyor. Şimdi açıkça gidiyor ve aynı şekilde cephe alarak ve yalanlarla, dolanlarla, tamamen hileler ve samimiyetsizlikle de yine aynı şekilde kandırma yoluna gidiyor. Oysa Ayinesi iştir kişinin, kim ne yaptı ki ne yapacak?
Kırk yıllık kani olur mu yani.
Siyasetin çirkin yüzü.
Hep zaafımızdan ve ihtilafımızdan istifade edildi.
Timsah göz yaşları.
Timsah avını yedikten sonra, gözyaşı dökermiş.
Menderes’i asıp, Özal’ı zehirleyenler kabri başında gözyaşı döküyorlar.
Tevbe edemez mi?
Vazgeçmiş olamaz mı?
O Tevbe edenin samimiyet ve ciddiyetiyle alakalı.
Bir saat sonra tevbesini bozandan bir ümit bekleyenin kendisi tevbeye devam etsin, ciddi ve samimi olarak.
Milyonların hakkını ve hukukunu çiğneyenin ve de aynı hukuksuzluğa devam edip haksızları ve haksız ve hukuksuzlukları destekleyenin psikolojik desteğe ihtiyacı vardır.
-“Bize hep yalan söylediler ve biz inandıkça daha çok söylediler. MalcolmX .
*************
Yüz yıldır Türkiye’de hala kendisini aşamamış birçok insan var. Deli gömleğinin içerisinde dönüp durmaktadır. Kısır döngü. Gövdesi burada, zihniyet hala yüz yıl öncesinde takılı kalmış. Bozuk plak gibi. Hep aynı şarkı, şeyy yani aynı terane. Anlat anlat anlamaz, kaynat kaynat kaynamaz. Az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti. Bir arpa boyu yol gitti. Kellim kellim, la yenfa’. Anlat anlat fayda etmez.
***********
Türkiye’deki siyasi cehalet aslında cehalet asrındaki cehalete eş cehalettir.
O gün puta tapanlar bunun sebebinin; atalarından böyle görüp, devam ettirdiklerini söylüyorlardı.
Şimdi de aynı şekilde, neden falan partiye veriyorsunuz, falan yanlışı neden devam ettiriyorsunuz denildiğinde; hiçbir meşru sebep ve başarı örneği gösteremeden bunların da aynı şekilde; Biz atadan böyle gördük, ondan beri aynı şekilde bunu devam ettirmekteyiz, zihniyeti aynı zihniyettir.
Zaman değişse de cehalet asla değişmemektedir. İnsanların cehaleti de aynen devam etmektedir.
************
Bediüzzaman 100 yıl önceki tesbitinde doğunun üç hastalığından bahsetmişti. Bunlar; Zaruret, ihtilaf ve cehalettir.
Zaruret yani fakirlik. Bugün çok iyi imkanlar içerisinde bulunurken ancak bir şükürsüzlük durumu devam etmektedir.
İhtilaf az da olsa sürmekte ve o kadar üniversite ve eğitim kurumları ve iletişime rağmen cehalet hala devam etmektedir.
Pkk doğunun bu cehaletinden istifade etmektedir.
-Evet her şey artık gün yüzüne çıktı.
Ancak basiretsiz olanların hala bunu görmeyip, onlarla beraber hareket etmesi ve de yüz yıl önceki oynanan aynı oyun gibi gözünü kör ettiği Erdoğan düşmanlığından dolayı aynı safta hareket etmeleri affedilecek ve izah edilecek bir durum değildir.
Lut kavmindeki lgbt-liler ile, onlara destekte bulunan Lut’un karısının arasındaki fark nedir?
Neticede her ikisi de helak olmuştur.
Bugünkü lgbt-liler ile, onlarla beraber hareket edip destek olan, en azından ses çıkarmayanlar arasındaki fark nedir?
Zira Lut’un kavminde 33 lgbt-li var iken, rivayete göre 70 binde teheccüt namazı kılan vardı.
Ancak bu sessizlikleri ve gündüz onlarla beraber arkadaşlıklarını sürdürüp sessiz kalmaları onları helak olmaktan kurtarmadı.
Zamanımızda ve memleketimizde de aynı durum yaşanıyor.
Bunda durum böyle olduğu gibi, bugün PKK’ya destek olanların hali de böyledir. Zira onlar zulme ortak olmakta, küfrün yanında durmaktadır.
Bu bir hükümdür; küfre rıza küfürdür, zulme rıza zulümdür.
PKK’ya doğrudan veya dolaylı, maddi veya manevi, fikren veya bedenen ortak ve taraftar olan zulmetmiş ve küfre düşmüştür.
Bunun sayısı altı milyon değil, altı milyar da olsa farketmez.
Ve bunu meşru görüp basite alan kişide, en az tabirle basitlik etmiş olur.
Katille, katile her ne suretle olursa olsun, yardım ve yataklıkta bulunan kişi, aynı cürmü işlemiş olur.
Tıpkı Yunan ve Yunanlı olmak ile, Türkiye’nin karşısında, Türkiye’ye karşı olmak arasında bir farkın olmaması gibi.
Maalesef, Erdoğan düşmanlığı, insanların gözünü kör etmiş, hainlerle ortak etmiş, vatan topraklarını düşmana bile peşkeş çekmiştir.
Hiç bir devirde bu kadar aleni ve açıkça ihanet ve cehalet içinde olunmadı.
Düşmanlıklar bu kadar net görülmedi.
Üç yüz yıllık kriptolar ortaya döküldü.
-Hıyanet ve ihanet hiç bu kadar açık ve net ortaya konulmamıştı.
Hep münafıkane, münafıkça ve iki yüzlü tavırlar sergilenmişti.
Bu da münafık yapının çökmesi, maskelerin düşmesi, mızrakların çuvala sığmaması, hep aynı yalanları söyleyip artık söyleyecek ve söylenecek yalanların kalmaması, yalancının mumunun yatsıya kalmadan sönmesi gibi sebeplerle artık düşmanlık ve oyunlar açıkça ortaya konulmakta, gerçek niyet gizlenmemektedir.
Yüz yıllık kumdan yalan kalesi çöktü. Çökmeye de mahkumdu.