TECRİD-TECERRÜD-MÜCERRED-

TECRİD-TECERRÜD-MÜCERRED-


TECRİD, TECERRÜD VE MÜCERRED: DERİN MANALAR VE İBRETLERLE DOLU BİR YOLCULUK

İnsanın ruhsal yolculuğunda, derin anlamlar taşıyan kelimeler, bazen bir rehber bazen bir durak olur. Bu yazıda, üç kavram üzerinde duracağız: tecrid, tecerrüd ve mücerred. Her biri ayrı bir hikâye anlatır; fakat bu hikâyeler birleştiğinde, insanın özüne ve hakikate ulaşma çabasını derinden kavramamıza yardımcı olur.

1. TECRİD: DÜNYA İLE ARAYA MESAFE KOYMAK

Tecrid, sözlük anlamıyla bir şeyden soyutlanma, arındırma, uzaklaşma demektir. Tasavvufî anlamda ise, kişinin kalbini dünyaya bağlayan geçici şeylerden kurtulması ve yalnızca Allah’a yönelmesi anlamına gelir.

Tecrid, yalnızlık değil; bir özgürleşme halidir. İnsan, sahip olduklarının esiri olmadan yaşayabilmeyi, dünyanın cazibesine kapılmadan hakikatle bağ kurabilmeyi öğrenir. Bu, maldan mülkten vazgeçmek anlamına gelmez; ancak kalbin, bu maddî bağlardan kurtulmasını ifade eder. Mevlâna Celaleddin Rumi’nin, “Eşya, elinde olsun; gönlünde olmasın,” öğüdü, tecridin özünü açıklar.

Tecrid, sadece maddi şeylerden uzaklaşmak değil, zihnin ve kalbin de her türlü şirkten, kibirden ve kötü düşünceden arınmasıdır. Bu saflaşma, insanı Allah’a yaklaştırır ve onu yaratılışının özüne döndürür.

2. TECERRÜD: BENLİKTEN SOYUNMAK

Tecerrüd, tecridin bir adım ötesidir. Bu kavram, insanın sadece dünya ile değil, kendi nefsiyle de arasına mesafe koymasını ifade eder. Tecerrüd, “benlikten soyunmak” ve Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmek anlamına gelir.

Nefis, insanı çoğu zaman hakikatten uzaklaştıran en büyük engeldir. Tecerrüd ise bu engeli aşmayı, nefsin arzularından kurtulmayı öğretir. Bu noktada, insan artık yalnızca Allah’a kulluk etmenin bilincine varır. Hazreti İbrahim’in, “Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim” dediği gibi, kişi her şeyden sıyrılarak Allah’a yönelir.

Tecerrüd, aynı zamanda dünyayı “mücerred” bir gözle görmeyi öğrenmektir. Yani, dünyaya sadece bir araç olarak bakmak ve ebedî olanın peşinde koşmaktır.

3. MÜCERRED: SOYUT GERÇEKLİK

Mücerred kelimesi, soyut veya maddi olmayan anlamına gelir. Ancak tasavvufî anlamda mücerred, insanın saf hakikatle buluşmasını ifade eder. Dünya, insanın algıladığı şekliyle somuttur; ama hakikat, soyuttur.

Mücerred, tecrid ve tecerrüdün neticesinde ulaşılabilen bir bilinç halidir. Bu hâl, insanın eşyaya ve dünyaya bakışını değiştirir. Artık her şeyde Allah’ın bir tecellisini görür. Bir çiçeğe baktığında, onun Allah’ın isimlerinden birine işaret ettiğini fark eder. Bir olay yaşadığında, bu olayın bir hikmet taşıdığını bilir. Mücerred düşünceye ulaşan kişi, dünyayı yalnızca bir perde olarak görür ve perdenin ardındaki hakikati arar.

BU KAVRAMLARIN İBRETLİ HİKÂYESİ

Tecrid, tecerrüd ve mücerred kavramları bir araya geldiğinde, insanın manevi yolculuğunun üç aşamasını temsil eder. Önce dünyadan tecrid olunur; ardından nefsin arzularından sıyrılarak tecerrüd haline geçilir. Son aşamada ise kişi, mücerred bir bilinçle her şeyin özünü ve Allah’ın mutlak varlığını idrak eder.

Tasavvuf ehline göre bu yolculuk, bir ömür boyu süren bir arınma sürecidir. İnsanın, her gün biraz daha az yükle yürümeyi öğrenmesi gerekir. Bu, kolay bir yolculuk değildir; çünkü hem dünya, hem nefis insanı bu yolda geri çekmek ister. Ancak tecrid ile özgürleşen, tecerrüd ile teslim olan ve mücerred bir hakikat bilinciyle hareket eden kişi, en nihayetinde gerçek huzuru bulur.

SONUÇ: YOLCULUĞUNUZA DAVET

Tecrid, tecerrüd ve mücerred, yalnızca kelimeler değil; insana, hakikate giden yolda rehberlik eden kavramlardır. Bu üç adımı anlamak ve hayatımıza uygulamak, bizi dünyanın gelip geçici zenginliklerinden, nefsimizin bitmek bilmeyen arzularından kurtarır ve Allah’a yakınlaştırır.

Şimdi kendimize soralım: Kalbimiz ne kadar tecrid içinde? Nefsimizden ne kadar tecerrüd edebildik? Ve biz dünyaya ne kadar mücerred bir bilinçle bakabiliyoruz? Bu soruların cevapları, bizi hakikate bir adım daha yaklaştırabilir.

 

 

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

MADDENİN VE EŞYANIN ESİRİ Mİ OLDUK?

MADDENİN VE EŞYANIN ESİRİ Mİ OLDUK?


İnsan, yaratılışı itibarıyla fıtraten hürdür. Ancak çağımızın gerçeklerine baktığımızda, bu hürriyetin giderek azaldığını, maddenin ve eşyanın insanı esir aldığını görüyoruz. Modern dünyada, sahip olmakla var olmak arasındaki sınırlar bulanıklaşmış durumda. İnsan, kendi özünü ve maneviyatını ihmal ederek, eşyaya ve maddi şeylere köle olmaya başlamış durumda. Peki, bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Bu yazıda, bu derin sorunun köklerini ve çözüm yollarını birlikte arayacağız.

EŞYA İLE İNSAN ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ

Eşya, insanın hayatını kolaylaştırmak için yaratılmış bir araçtır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca dönüşmüştür. Sahip olduklarımız, artık kim olduğumuzu belirler hale geldi. Evlerimizdeki mobilyalar, arabamızın markası, kıyafetlerimizin fiyatı; bunlar hep bir statü göstergesi olarak anlaşılıyor. Daha fazlasını almak, daha iyisine sahip olmak ve hep bir adım öne geçmek için sürekli bir yarışın içindeyiz.

Ancak burada unuttuğumuz çok önemli bir gerçek var: Eşya, insanın hizmetkârı olmalı; insan, eşyanın kölesi olmamalıdır. Oysa bugün, insanlığın büyük bir kısmı, eşyaya ve maddeye olan bu bağımlılık nedeniyle kendi ruhsal derinliğini kaybetme noktasına gelmiştir.

MODERN KÖLELİK: TÜKETİMİN HÜKMÜ ALTINDA YAŞAMAK

Bugün, modern dünyanın bize dayattığı tüketim kültürü, bizleri farkında olmadan zincire vuruyor. Reklamlar, sosyal medya, vitrinler ve ekranlar, bize sürekli şunu söylüyor: “Daha fazlasına sahip olursan mutlu olacaksın.” Ancak her yeni eşya, her yeni alışveriş, bizi biraz daha tatminsiz ve boş bir hâle getiriyor. Çünkü maddi şeylerin, insanın ruhsal açlığını doyuramayacağını unutuyoruz.

Daha fazla tüketmek, daha fazla sahip olmak bizi özgürleştirmek yerine, daha fazla bağımlı hale getiriyor. Artık sadece eşyalara değil, bu eşyaları kazanmak için harcadığımız vakitlere, kaybettiğimiz maneviyata, azalttığımız insani ilişkilerimize esir oluyoruz.

RUHUN ÇIĞLIĞI: EŞYA YÜKÜNDEN ARINMAK

İnsanın asıl yaratılış amacı, eşya biriktirmek değil, Allah’a yakın olmaktır. Ancak maddeye olan bu esaret, ruhumuzu ağır bir yük altına sokuyor. Hz. Mevlana’nın şu sözü, bu konuda bize çok şey anlatır:
“Hırs, gemlenmemiş bir at gibidir. O at seni dilediği yere sürükler, ama sonunda bir uçuruma götürür.”

Bu uçurum, aslında insanın ruhunu boşlukta bırakmasıdır. Maddi şeylere olan bağlılık arttıkça, insan kendi manevi değerlerinden uzaklaşır. Maneviyat, aslında insanın en derin ihtiyaçlarından biridir. Ama eşyanın çekiciliği, bu ihtiyacı gölgeler.

KURTULUŞ YOLU: EŞYA İLE HAKİKİ DENGEMİZİ BULMAK

Eşyaya ve maddeye esir olmaktan kurtulmanın ilk yolu, neyin gerçekten ihtiyaç, neyin ise israf olduğunu ayırt edebilmektir. İslam, bu konuda bize yol gösterir:
“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (A’râf, 31)

İsraf, yalnızca yemek ve içmekte değil, eşyada, zamanda ve enerjide de olur. Sahip olduğumuz şeylerin kıymetini bilmek, ama onlara kalbimizi bağlamamak gerekir. Kalbimizi bağladığımız şey, sadece Allah olmalıdır. Çünkü dünyadaki her şey fanidir ve sonunda bizi terk eder. Ancak Allah’a olan bağlılık, bizi hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa ulaştırır.

SONUÇ: ÖZGÜRLÜK YOLCULUĞUNA ÇIKMAK

Eşyaya esir olmak, insanın kendi varoluş amacından uzaklaşması demektir. Bu esaretten kurtulmak ise ancak tefekkür, şükür ve kanaatle mümkündür. İnsan, sahip olduklarının kendisine bir emanet olduğunu ve asıl sahibinin Allah olduğunu idrak ettiğinde, bu dünyadaki yüklerinden kurtulur.

Şimdi kendimize şu soruları soralım:

Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şeylere mi sahibiz, yoksa israf mı ediyoruz?

Eşyayı mı yönetiyoruz, yoksa eşya mı bizi yönetiyor?

Maddi şeylerin peşinde koşarken ruhsal ihtiyaçlarımızı göz ardı mı ediyoruz?

Bu soruların cevapları, bizi bir hakikat yolculuğuna çıkarabilir. Çünkü insan, ne zaman ki eşyanın esaretinden kurtulur, işte o zaman gerçek hürriyetine kavuşur. Ve bu hürriyet, insanı Allah’a yaklaştıran en büyük adımdır.

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

MALLARIMIZ VE ÇOCUKLARIMIZ BİRER İMTİHAN

MALLARIMIZ VE ÇOCUKLARIMIZ BİRER İMTİHAN

 اِنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ


İnnemâ emvâlukum ve evlâdukum fitne(tun)(c) va(A)llâhu ‘indehu ecrun ‘azîm(un)”Teğâbun Suresi 15. Ayet.
Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.

MALLARINIZ VE ÇOCUKLARINIZ BİRER İMTİHAN: TEĞÂBUN SURESİ 15. AYETİN DERİN MESAJI

Kur’an-ı Kerim’in her ayeti, insanın dünyadaki varoluş amacını ve ahiret yurdunu kazanma yolculuğunu aydınlatan bir rehberdir. Teğâbun Suresi’nin 15. ayeti olan “Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır” ifadesi de insana derin bir hakikati hatırlatır: Dünya hayatının süsü olarak gördüğümüz mal ve evlat, aslında birer emanet ve aynı zamanda imtihan vesilesidir.

Bu ayeti anlamak ve hayatımıza yansıtmak, sadece bireysel huzurumuzu değil, aynı zamanda Allah’a olan bağlılığımızı güçlendirecek bir farkındalık kazandırır. Peki, bu ayet bize neler öğretir ve nasıl bir ders verir? Gelin, birlikte düşünelim.

MALLAR VE ÇOCUKLAR: NİMET Mİ, İMTİHAN MI?

Dünya hayatı, insanlar için türlü nimetlerle süslenmiştir. Mallarımız, evlatlarımız, sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize birer lütfudur. Ancak bu nimetler, aynı zamanda bizim için birer imtihan vesilesidir.

Mal sahibi olmak, insana sorumluluk getirir. Malı nasıl kazandığımız, nerede harcadığımız, ne kadar şükrettiğimiz; işte bunların hepsi birer imtihan sorusudur. İslam, malı kötülemez; ancak malın kalpte yer edinmesine karşı uyarır. Malı, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile kılmak gerekirken, ona aşırı bir sevgiyle bağlanmak, insanı manevi yoldan alıkoyabilir. Bu yüzden ayette, malların sadece bir süs değil, aynı zamanda bir fitne (imtihan) olduğu hatırlatılır.

Evlatlar da böyledir. Onlar Allah’ın bize verdiği en büyük nimetlerden biridir. Ancak ebeveynlik, büyük bir sorumluluk demektir. Çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, onlara hangi değerleri kazandırdığımız, dünya ve ahiretleri için ne kadar gayret gösterdiğimiz, bizim için bir imtihandır. Çocuk sevgisi, elbette doğal ve güzeldir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinin önüne geçerse, o zaman bu nimet de bir fitneye dönüşebilir.

MALLAR VE ÇOCUKLAR: KALPTE Mİ, ELDE Mİ?

Ayette geçen “fitne” kelimesi, tasavvufî bir açıdan değerlendirildiğinde, insanın dünyaya olan bağımlılığını temsil eder. Mallar ve çocuklar, insanın kalbinde yer ettiğinde, insanı Allah’tan uzaklaştırabilir. Ancak bu nimetleri birer emanet olarak görebilen kişi, onlarla imtihanını kazanmaya adaydır.

Mevlâna Celaleddin Rumi’nin şu sözü bu meseleyi çok güzel açıklar:
“Gemiyi su batırmaz; gemiyi batıran, suyun içine girmesidir. Dünya malı da böyledir; elinde kalırsa zarar vermez, ama kalbine girerse seni batırır.”

Mallar ve evlatlar da böyledir. Onlar elimizde, bize emanet edilen şeylerdir. Ancak kalbimize yerleştiğinde, Allah’a olan sevgimizi ve bağlılığımızı gölgeleyebilir. Bu nedenle Kur’an, insanı sürekli olarak bu konuda uyanık olmaya davet eder.

ALLAH’IN KATINDA BÜYÜK MÜKÂFAT

Ayette, malların ve çocukların bir imtihan olduğu vurgulanırken, bu imtihanı hakkıyla verenlere Allah katında büyük bir mükâfat olduğu hatırlatılır. Bu mükâfat, dünya nimetlerinden çok daha büyüktür. Çünkü Allah katındaki mükâfat, ebedî olan cenneti ve O’nun rızasını kazanmaktır.

Dünya hayatında sahip olduklarımız geçicidir. Ne mallar, ne de evlatlar bize kalıcı bir huzur ve mutluluk verebilir. Bu yüzden insan, ebedî olan ahiret yurdunu kazanmak için çabalamalıdır. Malları, Allah yolunda harcayarak sadaka ve infakla ebedîleştirmek; çocukları ise salih evlatlar olarak yetiştirerek, hem kendi ahiretini hem de onlarınkini kurtarmaya çalışmak, bu büyük mükâfata ulaşmanın yollarından biridir.

GÜNLÜK HAYATIMIZA YANSIMALAR

Bu ayetten alınacak dersler, günlük hayatımızda birçok alanda kendini gösterir:

1. Mal sevgisini dengelemek: Mal, kazanılmalı ama paylaşılmalıdır. Zenginlik, yalnızca kendimiz için değil, ihtiyaç sahipleri için de bir rahmet vesilesi olmalıdır.

2. Evlada karşı sorumluluk: Çocuklarımızı yalnızca dünya hayatı için değil, ahiret hayatı için de hazırlamalıyız. Onlara değerli miras, para değil, ahlak ve iman bırakmaktır.

3. Allah’a teslimiyet: Mallar ve evlatlar, bize ait değil, Allah’ın birer emanetidir. Bu emanete riayet etmek, Allah’a olan kulluğun bir gereğidir.

SONUÇ: İMTİHANIN FARKINDA OLMAK

Teğâbun Suresi 15. ayeti, bize hayatın gerçeklerini hatırlatan bir uyarıdır. İnsan, mal ve evlat gibi dünya nimetlerini sever; ancak bu sevgiyi Allah sevgisinin önüne koyduğunda, gerçek huzuru kaybeder. Mallar ve çocuklar, bizden alınabilir; ama Allah katındaki mükâfat, kalıcı ve ebedîdir.

O halde kendimize sormamız gereken soru şudur:
Mallarımıza ve çocuklarımıza olan sevgimiz, bizi Allah’a yaklaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu? Eğer bu soruya samimiyetle cevap verir ve dünya nimetlerini hakikatli bir dengeyle kullanmayı öğrenirsek, hem bu dünyada hem de ahirette huzuru yakalayabiliriz. Çünkü bu dünyadaki imtihanı kazananlar, Allah katında büyük bir mükâfata erişecektir.

Ve unutmayalım: Sahip olduklarımızın değil, sahip olduklarımızla yaptıklarımızın hesabı sorulacaktır.

 

 

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

TERKİ DÜNYA

TERKİ DÜNYA

“Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” ile

“Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz”

Bu iki mısra, farklı tarikatların manevi eğitim yolunda takip ettiği esasları veciz bir şekilde özetler. Her birinde, insanın dünya ve nefs bağlarından kurtulup hakikate ulaşması için bir yol haritası sunulmaktadır. Şimdi bu ifadeleri ve taşıdıkları derin manaları ayrı ayrı inceleyelim.

1. “Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk”

Bu ifade, Nakşibendî tarikatının manevi yolculuğunda gerekli olan dört terk aşamasını dile getirir:

Terk-i dünya: Dünya nimetlerine ve geçici arzulara bağlılıktan kurtulmak. Bu, dünya hayatını tamamen terk etmek anlamına gelmez; bilakis, dünya ile olan ilişkiyi bir araç düzeyinde tutmak ve ona kalben bağlanmamaktır. Dünyanın cazibesi insanın gönlünü işgal ettiğinde, hakikate giden yolda bir engel haline gelir.

Terk-i ukbâ: Ahiret sevabını kazanma hırsını da terk etmek. İnsan ibadetlerini sadece cennet arzusu ya da cehennem korkusuyla yapmamalıdır. Bu aşama, Allah’a sadece O’nun rızasını kazanmak için yönelmeyi öğütler.

Terk-i hestî: Kendi varlığını, benliğini (ene) terk etmektir. “Ben” duygusundan sıyrılıp, nefsin arzularını aşarak Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmeyi ifade eder. Kul, Allah’ın büyüklüğünü idrak ettikçe kendi varlığını önemsiz görür.

Terk-i terk: Son aşamada, terk etme fikrinden bile vazgeçmek. Bu, bir manevi kemal noktasıdır. Kul, artık terk ettiğini düşünerek bile bir “varlık” iddiasında bulunmaz; tamamen Allah’a teslim olur.

Derin Mana: Bu dört terk, insanın Allah’a yakınlaşma yolunda tüm dünyevî ve hatta uhrevî bağlarından arınıp, hakiki tevhide ulaşmasını simgeler. Kişi, kendini tamamen unutarak Allah’ın huzurunda yok olma haline erişir.

2. “Der tarik-i Aczmendî lazım âmed çâr çiz”

Bu mısra ise Aczmendîlik yolunun esaslarını dile getirir. Aczmendîlik, Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirlerinden ilham almış bir mefkûredir ve “acz”, “fakr” gibi kavramları merkeze alır. Buradaki dört esas şunlardır:

Fakr-ı mutlak: İnsan, Allah karşısında mutlak bir fakirlik içindedir. Sahip olduğu hiçbir şeyin gerçek anlamda kendisine ait olmadığını, her şeyin Allah’tan geldiğini idrak eder. Bu fakirlik, insanın kendi acziyetini kabul etmesi ve Allah’a olan ihtiyacını derinden hissetmesidir.

Acz-i mutlak: İnsan, varlığı ve kudreti itibarıyla Allah karşısında tamamen âcizdir. Kendi gücüyle hiçbir şey yapamayacağını, Allah’ın her şeyin gerçek faili olduğunu anlaması gerekir. Bu, insanı tevazua ve teslimiyete götürür.

Şükr-ü mutlak: İnsan, Allah’ın nimetlerini her an hatırlamalı ve bu nimetlere karşı şükür duygusu içinde olmalıdır. Şükür, kulun hem dilde, hem kalpte, hem de amelde Allah’a yönelmesidir.

Şevk-i mutlak: Allah’a kavuşma yolunda sürekli bir heyecan ve coşku içinde olmaktır. Bu, manevi yolculuğu diri tutan ve kulun ibadetlerini ihlasla yapmasını sağlayan bir haldir.

Derin Mana: Aczmendîlik, insanın nefsinin acizliğini ve Allah’a olan mutlak bağımlılığını kabul ederek tevhide ulaşmasını amaçlar. Bu yolculukta insan, Allah’a olan muhtaçlığını her an idrak eder ve bu muhtaçlık onu şükür, coşku ve teslimiyetle Allah’a yaklaştırır.

Bu İki Yolun Ortak ve Farklı Yönleri

Ortak Nokta: Her iki yol da insanın nefsini terbiye ederek Allah’a yönelmesini amaçlar. Hem Nakşibendîlik hem de Aczmendîlik, kişinin dünyevî ve nefsanî bağlardan kurtulup Allah’a teslim olmasını öğütler.

Farklılıklar: Nakşibendîlik daha çok “terk” üzerinden bir manevi yolculuk çizerken, Aczmendîlik “acz” ve “fakr” üzerinden Allah’a yakınlaşmayı esas alır. Nakşibendîlikte “terk” ile bir yok oluş (fenafillah) vurgusu vardır, Aczmendîlikte ise “acz” ile Allah’a olan bağımlılığı hissetmek ön plandadır.

Sonuç: Her İki Yol da Hakka Götürür

Her iki yol da, insanı Allah’a ulaştırmak için farklı yöntemler sunar. Nakşibendîlikte “terk” yoluyla varlıktan soyutlanarak Allah’a yönelmek; Aczmendîlikte ise “acz” ve “fakr” ile Allah’a olan mutlak muhtaçlık idrakiyle O’na yakınlaşmak esastır. Her iki yol da nihayetinde insanı, Allah sevgisiyle dolu bir kulluğa ve O’nun rızasına götürmeyi amaçlar. Bu yollardan hangisi tercih edilirse edilsin, asıl önemli olan samimiyetle bu yolculuğu sürdürmektir.

Kısacası, bu mısralar bize şu hakikati öğretir: İnsan, varlığını unutarak ve Allah’a muhtaç olduğunu idrak ederek gerçek anlamda kulluk mertebesine ulaşabilir. Bu ise ancak dünya, nefis ve benlik bağlarını aşmakla mümkün olur.

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

İNSANİYETİ KÜBRA

İNSANİYETİ KÜBRA


İNSANİYET-İ KÜBRA: HAKİKATİN EN YÜKSEK MERTEBESİNE YOLCULUK

İnsaniyet-i Kübra, tasavvuf, felsefe ve maneviyat literatüründe, insanın yaratılış gayesini ve varlık âlemindeki en yüksek konumunu ifade eden derin bir kavramdır. Kelime anlamı itibarıyla “Büyük İnsanlık” veya “Kâmil İnsanlık” demektir. Ancak bu, sadece biyolojik varoluşla sınırlı bir insanlık anlayışını değil, insanın kendini aşarak hakikate ve Allah’ın rızasına ulaşmasını temsil eder. Bu makalede, insaniyet-i kübranın manasını, bu yüce mertebeye ulaşmanın yollarını ve insaniyeti kübra anlayışının insanın hem bireysel hem de toplumsal hayatındaki yerini ele alacağız.

İNSANİYET-İ KÜBRA NEDİR?

İnsaniyet-i Kübra, insanın, varlık âleminde Allah’ın bir halifesi ve yeryüzündeki en şerefli mahlûku olarak yaratıldığını idrak etmesiyle başlar. Kur’an-ı Kerim’de Allah, insanı “ahsen-i takvim” (en güzel surette) yarattığını bildirir (Tin Suresi, 4). Ancak bu yüksek değer, insanın potansiyel bir halidir. İnsanın, yaratılışındaki bu üstünlüğü fiiliyata geçirebilmesi için bir manevi yolculuğa çıkması, kendini bilmesi ve Hakk’a yakınlaşması gerekir. İşte bu süreç, insanı insaniyet-i kübraya ulaştırır.

Bu kavram aynı zamanda, insanın yalnızca kendisiyle sınırlı kalmayıp, ümmeti ve bütün insanlığı da kuşatan bir idrak seviyesine erişmesini ifade eder. İnsaniyet-i Kübra, insanın yalnızca bireysel olarak Allah’a yaklaşması değil, aynı zamanda toplumsal ve evrensel bir kulluk bilincine ulaşmasıdır.

İNSANİYET-İ KÜBRA’YA ULAŞMANIN AŞAMALARI

1. Kendi Nefsini Tanımak (Marifet-i Nefs): İnsaniyet-i kübranın ilk adımı, insanın kendi acziyetini, zaaflarını ve sınırlı oluşunu fark etmesidir. Tasavvufta bu, “Kendini bilen, Rabbini bilir” düsturuyla ifade edilir. İnsan, kendi varlığını Allah’ın mutlak varlığına bağlayarak “ene”den (benlikten) sıyrılır ve Allah’ın tecellilerini görmeye başlar.

2. Ahlak-ı Hamideye Erişmek: Kâmil insan olmanın yolu, güzel ahlakı hayatına hâkim kılmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadisi, bu sürecin önemini ortaya koyar. Merhamet, adalet, şefkat, tevazu gibi erdemlerle donanmak, insanı insaniyet-i kübraya taşır.

3. Allah’a Teslimiyet ve Kulluk Bilinci: İnsanın yaratılış amacı, Allah’a kulluktur (Zâriyât Suresi, 56). İnsaniyet-i kübra, insanın kulluk bilincini sadece ibadetlerle değil, hayatın tüm alanlarına yaymasını gerektirir. Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürmek, insanı hakiki özgürlüğe ve huzura kavuşturur.

4. Toplum ve İnsanlığa Hizmet: İnsaniyet-i kübra, yalnızca bireysel bir kemalat değil, toplumsal bir misyonu da içerir. İnsan, yaratılışında Allah’ın halifesi olarak yalnızca kendi kurtuluşunu değil, çevresindeki insanlara ve hatta tüm mahlûkata faydalı olmayı hedefler. Bu, toplumsal adalet, yardımlaşma ve insanlığa hizmet yoluyla tezahür eder.

5. Allah’ın İsim ve Sıfatlarını Tecelli Ettirmek: İnsanın yaratılış amacı, Allah’ın isim ve sıfatlarının yeryüzünde tecelli etmesidir. İnsan, rahmet, adalet, hikmet gibi ilahî sıfatları hayatında yansıttığında, insaniyet-i kübra mertebesine doğru yükselir.

İNSANİYET-İ KÜBRA’NIN DERİN MANASI

Bu kavram, insanın varoluş hikmetini ve yüceliğini kavramasını ifade eder. İnsan, Allah’ın bir ayetidir; kâinatın küçük bir özeti, “kâinatın özü” (microcosmos) olarak yaratılmıştır. Bu yüzden, insanın insaniyet-i kübraya ulaşması, aynı zamanda kâinatın yaratılış hikmetini anlaması anlamına gelir. İnsan, bu idrake ulaştığında, artık nefsine köle olmaktan kurtulur ve Allah’ın emir ve yasaklarına tam bir teslimiyetle bağlanır.

İnsaniyet-i kübra, insanın yalnızca biyolojik varlığını değil, ruhani ve manevi boyutunu da yüceltir. İnsan bu mertebeye ulaştığında, nefsinin arzularına değil, Allah’ın rızasına yönelir. Bu hâl, insanın dünyadaki en yüce amacı olan kulluğun zirvesini temsil eder.

İNSANİYET-İ KÜBRA’NIN TOPLUMSAL BOYUTU

İnsaniyet-i kübra anlayışı, bireysel olduğu kadar toplumsal bir ideal de içerir. Bu anlayış, insanın topluma ve bütün insanlığa karşı sorumluluk bilincini artırır. İnsan, sadece kendi kurtuluşu için değil, insanlığın saadeti için de çalışmalıdır. Bu, adaleti, merhameti, şefkati ve yardımlaşmayı hayatın merkezine yerleştiren bir toplumsal düzen oluşturmayı gerektirir.

İnsan, bu anlayışa ulaştığında, dünyadaki tüm insanları kardeşi olarak görür ve ayrım yapmaksızın herkese yardım elini uzatır. İnsaniyet-i kübra, bireysel ve toplumsal barışın, huzurun ve adaletin teminatıdır.

SONUÇ: İNSANLIĞIN YÜCE HEDEFİ

İnsaniyet-i Kübra, insanın varlık âlemindeki en yüksek mertebeye ulaşmasıdır. Bu yolculuk, nefsin arzularını aşmak, ahlak-ı hamideyi kuşanmak ve Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmekle mümkündür. İnsaniyet-i kübra, insanın hem bireysel hem de toplumsal hayatını kuşatan bir hakikattir. Bu yüce mertebeye ulaşan kişi, Allah’ın halifesi olarak yaratılışındaki hikmeti gerçekleştirmiş olur.

Bu kavram, bize insan olmanın yalnızca biyolojik bir varlık olmaktan ibaret olmadığını, insanın aynı zamanda manevi bir yolculuk yaparak kâmil insanlığa ulaşması gerektiğini hatırlatır. İnsaniyet-i kübra, insanın Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürme gayretiyle hem bu dünyada hem de ahirette saadet bulmasının anahtarıdır.

Ve nihayet, insaniyet-i kübra yolculuğunda kul, şu hakikati derinden idrak eder: “Ben bir hiçim, ama Allah’ın varlığı ile varım. O’na kulluk etmek, yaratılışımın en yüce gayesidir.”

 

 

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

İŞGÜZAR VE İŞGÜZARLIK

İŞGÜZAR VE İŞGÜZARLIK


İŞGÜZARLIK: NİYETİN İSRAF OLDUĞU BİR DAVRANIŞ

İşgüzarlık, günlük hayatta sıkça karşılaşılan bir kavramdır; ancak taşıdığı derin anlamlar, pek çok ibretlik yönüyle dikkat çeker. İlk bakışta “çalışkanlık” ya da “gayret” gibi olumlu bir izlenim uyandırsa da, işgüzarlık aslında “yapılan işin gereksiz, ölçüsüz ve çoğu zaman zararlı bir şekilde yapılması” anlamını taşır. İşgüzar bir insan, işin hakkını vermekten çok, gösteriş için, yersiz müdahalelerle bir işi gereğinden fazla kurcalayan kimsedir. Bu makalede, işgüzarlığın mahiyetini, doğurduğu sonuçları ve insanın bundan nasıl sakınması gerektiğini ele alacağız.

İŞGÜZARLIK NEDİR?

İşgüzarlık, lügatte “kendisine ait olmayan işlere karışma veya gereksiz yere aşırı müdahalede bulunma” anlamına gelir. Bu terim, temelde iyi bir niyetin yanlış yöntemlerle heba edilmesini temsil eder. İşgüzar kimse, genelde iyi bir şey yaptığını düşünür; ancak ortaya çıkan sonuç hem kendisi hem de çevresi için rahatsız edici ya da zarar verici olabilir. İşgüzarlık, şu iki temel hatayı içinde barındırır:

1. Yersiz Müdahale: İşin uzmanı olmadan ya da yetki verilmeden işlere karışma. Bu durum, işin düzenini bozar ve genellikle gereksiz bir karmaşa doğurur.

2. Gereksiz Abartı: Basit bir işi, gösteriş ya da övgü beklentisiyle gereksiz yere büyütme ve karmaşıklaştırma.

Bu tür davranışlar, toplumda yanlış anlaşılmalara, boşa harcanan çabalara ve hatta kalp kırıklıklarına yol açabilir.

İŞGÜZARLIK VE NİYETİN SAPMASI

Her davranışın merkezinde niyet vardır. İnsanın yaptığı işlerde ihlas, yani samimiyet, olmazsa ortaya çıkan çaba boşa gidebilir. İşgüzarlıkta da niyet genellikle saf değildir. İşgüzar bir kimse, bazen gerçekten yardım etmek ister; ama bu yardım çoğu kez başkalarını rahatsız eden, karmaşa doğuran bir hâle bürünür. Bazı durumlarda ise niyet tamamen kibir, gösteriş ve dikkat çekme arzusu olabilir. Bu noktada işgüzarlık, aslında kişinin iç dünyasında sakladığı bir “benlik” arzusunun dışa vurumu hâline gelir.

Allah Teâlâ, niyeti saf tutmayı ve her işte hikmete uygun hareket etmeyi öğütler. “Ameller niyetlere göredir” hadisi, işgüzarlığın neden tehlikeli olduğunu bize açıkça gösterir. Niyet saf olmadığında, çaba ne kadar büyük olursa olsun heba olmaya mahkûmdur.

İŞGÜZARLIĞIN TOPLUMSAL ZARARLARI

İşgüzarlık bireysel bir mesele gibi görünse de, aslında toplumsal bir hastalık hâline gelebilir. Çünkü işgüzar kimseler:

İşlerin verimli ve düzenli yürümesini engeller.

Uzmanlık gerektiren konulara müdahale ederek hatalara ve zaman kaybına yol açar.

İnsanlar arasında yanlış anlamalar ve güvensizlikler doğurur.

Başkalarının emeklerini gölgede bırakarak ekip ruhunu zedeler.

Bir kurumda, ailede veya toplumda işgüzar bir kimse, kendi yaptığı hataların farkında olmadan başkalarının emeğini baltalayabilir. Bunun sonucunda ise insanlar arasında çatışmalar, kırgınlıklar ve hatta ilişkilerin bozulması gibi sorunlar ortaya çıkar.

İŞGÜZARLIĞI ÇALIŞKANLIKTAN AYIRAN FARK

Çalışkanlık, bir işi hakkıyla, sabırla ve samimiyetle yapmayı gerektirir. Çalışkan bir insan, işin özünü kavrar, gerekli olan çabayı ortaya koyar ve kendisine düşen görevi layıkıyla yerine getirir. İşgüzarlık ise bu sürecin aksine, gereksiz müdahale, fazladan çaba ve dikkat çekme gayretinden doğar. Çalışkanlık topluma fayda sağlarken, işgüzarlık genellikle karmaşa doğurur.

Örneğin:

Çalışkan bir insan, başkalarının işini kolaylaştırır; işgüzar bir insan ise işleri karıştırır.

Çalışkan insan tevazu sahibidir; işgüzar insan ise gösteriş peşindedir.

İŞGÜZARLIKTAN NASIL SAKINABİLİRİZ?

1. Hikmet ve Bilgiyle Hareket Etmek: İnsanın, her işe karışmadan önce o işin ehli olup olmadığını sorgulaması gerekir. Her işin bir uzmanı vardır, işi ehline vermelidir.
İşgüzarlığın panzehiri, bilgili ve hikmetli hareket etmektir.

2. Sınırlarını Bilmek: İnsan, her işe müdahale etme hakkına sahip olmadığını fark etmelidir. Gereksiz müdahaleden kaçınarak, kendi sorumluluklarına odaklanmak daha doğru olacaktır.

3. Niyetini Gözden Geçirmek: Yapılan her işte niyetin Allah rızasına uygun olması esastır. Eğer niyet, gösteriş ya da dikkat çekme ise, bu davranış mutlaka terk edilmelidir.

4. Danışma ve İstişare: İnsan, bir işe karışmadan önce o işin sahiplerine ya da uzmanlarına danışmalı, istişare ederek doğru bir yol belirlemelidir. İstişare, işgüzarlığın önüne geçen en güzel yollardan biridir.

İŞGÜZARLIĞIN BİR İBRETİ: YERSİZ ÇABA ZARAR GETİRİR

Bir bahçıvan düşünelim. Gözüne bir fidan diken biri ilişir. Bahçıvan, fidanın daha hızlı büyümesi için her gün ağacı bolca sulamaya başlar. Oysa bu yersiz çaba, ağacın köklerinin çürümesine ve nihayetinde fidanın ölmesine yol açar. İşgüzarlık da buna benzer: Faydalı olmak niyetiyle yapılan işler, yanlış yöntemlerle sonuçsuz kalır, hatta zarara dönüşür.

SONUÇ: İŞGÜZARLIK YERİNE İHLAS VE HİKMET

İşgüzarlık, niyetin ve çabanın israf olduğu bir davranış biçimidir. İnsan, kendisine düşen görevi hakkıyla yerine getirmeli, yersiz müdahalelerden ve gösterişe dayalı çabalardan kaçınmalıdır. Bunun yerine, hikmetle hareket etmek, görevlerin ehline bırakılmasına özen göstermek ve her işte Allah rızasını gözetmek gereklidir.

İşgüzarlık, insana, “iyi niyetin bile yanlış yollarla nasıl zarara dönüşebileceğini” gösteren önemli bir ibrettir. Bu nedenle, her işte sınırlarımızı bilmeli ve hayatımıza ihlas, tevazu ve hikmetle yön vermeliyiz. Unutmayalım ki, gereksiz işgüzarlık, insanın ne kendi ne de başkalarının saadetine hizmet eder. Asıl olan, faydalı, samimi ve hikmetli çabalarda bulunmaktır.

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

İMAN MUKABİLİNDE KÜFRÜ SATIN ALANLAR

İMAN MUKABİLİNDE KÜFRÜ SATIN ALANLAR


Âl-i İmran Suresi 177. Ayetin Tefsiri ve Hikmetleri

“İman karşılığında küfrü satın alanlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler. Onlar için acıklı bir azap vardır.”
(Âl-i İmran, 3/177)

Kur’an-ı Kerim’in bu ayeti, insanın hayatında yaptığı seçimlerin neticesine, Allah’a iman etmemenin sonuçlarına ve imtihan dünyasında kişinin kazanç ve kayıplarının mahiyetine dikkat çeker. Bu makalede, ayetin tefsiri, insana ibret olacak yönleri ve taşıdığı hikmetler ele alınacaktır.

Ayetteki Ana Mesaj: İmanın Kıymeti

Âl-i İmran Suresi 177. ayeti, bir tercih ve bu tercihin getirdiği sonuçları anlatır. Ayette “iman karşılığında küfrü satın almak” ifadesi, insanın Allah’ın hakikatine inanmayı bırakıp, dünya menfaatleri ya da nefislerinin arzularına kapılarak inkâra yönelmelerini ifade eder. Buradaki temel uyarı şudur: İman, insanın sahip olabileceği en kıymetli sermayedir. Bu sermayeyi terk eden kimse, sonsuz bir kayıptadır.

Ayetin devamında, bu inkârın Allah’a hiçbir zarar vermeyeceği vurgulanır. Çünkü Allah, insanın imanına ya da küfrüne muhtaç değildir. İman ya da küfür, kişinin yalnızca kendisine fayda ya da zarar getirir. Ancak Allah, bu inkârcılara büyük bir azap hazırladığını bildirmektedir. Bu da insanın seçimlerinin ebedi sonuçlarını düşünmesi gerektiğine işaret eder.

Ayetin Tefsiri: Küfrün Satın Alınması

Bu ayette geçen “küfrü satın almak” ifadesi, insanın kendi iradesiyle yaptığı yanlış seçimleri temsil eder. İnsan, kendisine sunulan hakikatleri bile bile terk ederek, dünya hırsları, nefsani arzular ya da geçici menfaatler uğruna imandan vazgeçebilir. Bu durum, ticarette yanlış bir alışveriş yapmaya benzetilir. İman gibi kıymetli bir sermaye, değersiz ve geçici olan şeylerle değiştirilmiştir. Ancak bu alışverişin zararı sadece yapan kişiye döner.

İslam alimleri, bu ayetteki “küfrü satın alma” hâlini şu şekilde açıklar:

1. Dünya Sevdası: Geçici olan dünyalık menfaatler uğruna ahireti terk etme. Örneğin, dünya malı için hakkı söylemekten kaçınma, imanı gizleme ya da inkâra yönelme.

2. Nefis ve Şeytanın Aldatması: Nefsani arzularına yenik düşerek Allah’a olan inancını zayıflatma ya da yok etme.

3. Bilerek Haktan Sapma: İman hakikatlerini bildiği hâlde, kasıtlı olarak inkâra yönelme.

Ayetten Çıkarılan Hikmetler

1. İmanın Kıymeti: Ayet, imanın paha biçilmez bir hazine olduğunu öğretir. Bu hazineyi dünya menfaatleri karşılığında terk eden kişi, en büyük kaybı yaşamış demektir. İnsan, imanını koruma konusunda hassas olmalı ve geçici menfaatler için bu hazineyi zayi etmemelidir.

2. Allah’ın Kudreti: Ayet, küfrün Allah’a hiçbir zarar vermeyeceğini vurgular. Allah, kullarının imanına muhtaç değildir. Bu, insanın küfrü seçerek aslında sadece kendine zarar verdiğini gösterir. İman, insanın Allah ile bağını güçlendirirken, küfür bu bağın kopmasına sebep olur.

3. Ahiretin Gerçekliği: Ayette, küfrü seçenler için “acı bir azap” olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu, insanın dünya hayatında yaptığı seçimlerin sadece bu dünyada değil, ahirette de sonuçları olacağını hatırlatır. İnsanın dünyadaki kazanç ve kayıpları geçicidir; ancak iman ya da küfür tercihinin neticeleri sonsuzdur.

4. Seçimlerin Sorumluluğu: İnsan, irade sahibi bir varlıktır ve seçimlerinden sorumludur. Ayet, doğruyu ve yanlışı, hakikati ve sapkınlığı ayırt edebilme yeteneğine sahip olan insanın, bu yeteneği doğru kullanması gerektiğine işaret eder.

İbret Yönleri: Dünyayı Ahirete Tercih Etmenin Zararları

Ayet, insana dünya ve ahiret arasındaki dengeyi doğru kurmasını öğütler. Dünya hayatı, insanın imtihan mekânıdır; ahiret ise bu imtihanın sonucunun alınacağı yer. Ancak, birçok insan dünya nimetlerine aldanarak, ahiret nimetlerini kaybeder. Bu durum, büyük bir ticari zarar gibidir. Şöyle düşünelim:

Bir tüccar, elindeki kıymetli bir mala karşılık değersiz bir şey satın alsa, akıbeti iflas olacaktır.

Aynı şekilde, iman gibi sonsuz bir sermayeyi terk ederek, dünya zevklerine ya da menfaatlerine dalan kişi de ahiret sermayesini tüketmiş olur.

Bu durum, insana dünyadaki tercihlerini sorgulaması gerektiğini hatırlatır: “Benim yaptıklarım ahiretimi nasıl etkiliyor? Dünya hırslarım, imanımı zedeliyor mu?”

Pratik Dersler ve Uyarılar

1. İman İncitilmemeli: İnsan, imanını koruma hususunda son derece dikkatli olmalıdır. Gaflet, kibir ya da dünya hırsları, imanın sarsılmasına yol açabilir.

2. İmanın Güçlenmesi İçin Çaba Göstermek: İman, sabır ve ibadetle güçlenir. İnsanın, imanını artırmak için düzenli olarak Kur’an okumaya, tefekküre ve ibadete yönelmesi gerekir.

3. Küçük Günahların Büyümesine Dikkat: Ayet, küçük gibi görünen yanlış tercihlerin, zamanla büyük kayıplara yol açabileceğini hatırlatır. İnsanın, her gün kendi amellerini sorgulaması ve hatalarından dönmesi gereklidir.

4. Ahireti Hatırda Tutmak: Dünya hayatı ne kadar cazip görünse de, insan daima ahireti düşünmeli ve seçimlerini buna göre yapmalıdır. Çünkü gerçek kazanç, Allah’ın rızasına ulaşmaktır.

Sonuç: Ayetin Mesajıyla Hayata Bakış

Âl-i İmran Suresi 177. ayeti, insanın yaptığı tercihlerin sonucunu vurgulayan bir uyarıdır. İman gibi büyük bir hazineyi, dünya menfaatleri uğruna terk etmek, ebedî kaybı beraberinde getirir. Bu ayet, insana sadece geçici heveslerin değil, hakikatin ve ahiret sermayesinin peşinden koşmayı öğütler.

Hayat, insana verilmiş bir imtihan süresidir. İnsan, bu süreyi doğru kullanarak imanı korumalı ve güçlendirmelidir. Çünkü iman, Allah’ın insana verdiği en büyük nimettir. Bu nimeti koruyamayan kimse, hem bu dünyada hem de ahirette zarara uğrayacaktır. Allah, her kulunu doğru yola iletsin ve iman

Loading

No ResponsesOcak 24th, 2025

İDAREYİ EHLİNE VERMEYEN, DOLU ARABAYI EHLİYETSİZ – BECERİKSİZ VE ACEMİYE VEREN GİBİDİR.

İDAREYİ EHLİNE VERMEYEN, DOLU ARABAYI EHLİYETSİZ – BECERİKSİZ VE ACEMİYE VEREN GİBİDİR.


İdareyi Ehline Vermek: Emanete İhanetin Sonuçları

Giriş: Ehliyet ve Liyakat Üzerine
Her işin bir ustası, her yolun bir rehberi ve her davanın bir ehli vardır. Yönetim, en basit bir aileden devasa devletlere kadar, insan hayatının temel taşlarından biridir. Ancak idarecilik sorumluluğu ehline verilmediğinde, bu bir emanete ihanet olur ve büyük felaketlere kapı açar. Peygamber Efendimiz (sav)’in, “İş ehline verilmediği zaman kıyameti bekleyiniz” (Buhari) hadisi, bu gerçeği açıkça ortaya koyar. İdareyi ehline vermemek, dolu bir arabayı ehliyetsiz ve beceriksiz bir sürücüye teslim etmek gibidir. Bu durum, hem yolcuların hayatını hem de aracın varlığını tehlikeye atar. Bu makalede, ehliyetsiz idareciliğin ibret dolu sonuçlarını ele alacak ve bu konuda dersler çıkaracağız.

Emanet ve Ehliyetin Önemi

1. Liyakat: İşi Bilene Vermek

Bir işi ehline vermek, o işin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için temel bir şarttır. Liyakat, kişinin bilgi, beceri ve tecrübesine dayanır. Eğer bir görev, bu vasıflara sahip olmayan bir kişiye verilirse, o görev hem başarısızlıkla sonuçlanır hem de insanlar arasında büyük zararlara neden olur.

Örneğin: Bir köprü inşası için uzman bir mühendise ihtiyaç varken, bu görevin hiçbir bilgisi olmayan birine verilmesi, köprünün çökmesine ve insanların can kaybına yol açabilir. Bu durum, idareciliğin ciddiyetini açıkça ortaya koyar.

2. Emanet: Sorumluluğun Ağır Yükü

Yönetim bir emanettir. Bu emanet, yalnızca yetenekli ve ahlaklı kişilere teslim edilmelidir. Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”
(Nisa, 4/58)

Bu ayet, emanetin ehline verilmesinin ilahi bir emir olduğunu ve adaletin ancak liyakatle mümkün olacağını göstermektedir.

İdareyi Ehliyetsizlere Vermenin Sonuçları

1. Kaos ve Karmaşa

Ehliyetsiz bir yönetici, toplumun huzur ve düzenini sağlamaktan acizdir. Kararları isabetsiz olur, adalet sağlanamaz ve toplumun dengesi bozulur. Bu, tıpkı acemi bir sürücünün direksiyon başında kontrolü kaybetmesi gibi, yönetimde kaosa yol açar.

Tarihten Bir Örnek: Roma İmparatorluğu’nun çöküş sebeplerinden biri, ehliyetsiz kişilerin önemli mevkilere getirilmesidir. Yetersiz liderler, imparatorluğun zayıflamasına ve dış tehditlere karşı savunmasız hale gelmesine neden olmuştur.

2. Hakkın Yerini Haksızlığın Alması

Ehliyetsiz yöneticiler, adaleti sağlamak yerine kendi çıkarlarını gözetir. Haksızlıklar artar, güçlü olanlar güçsüzleri ezmeye başlar. Bu durum, toplumda derin yaralar açar ve insanların yönetime olan güvenini sarsar.

Peygamber Efendimiz’in Uyarısı: Resulullah (sav), “Kim Müslümanların işlerini üzerine alır da ehil olmadığı halde bu görevi yapmaya kalkışırsa, Allah ona cenneti haram kılar” buyurmuştur. Bu hadis, haksızlık yapan bir yöneticinin hem dünyada hem de ahirette kaybedeceğini açıkça bildirir.

3. Toplumun Çöküşü

Yetersiz bir yönetim, toplumun ekonomik, sosyal ve ahlaki açıdan çöküşüne neden olur. Yanlış politikalar, kaynakların israfı ve halkın ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi, toplumu çıkmaza sürükler.

Bir Benzetme: Dolu bir arabayı ehliyetsiz birine vermek, sadece o kişinin değil, tüm yolcuların hayatını tehlikeye atar. Aynı şekilde, bir toplumun yönetimini ehliyetsiz birine teslim etmek, o toplumun tamamını tehlikeye atar.

İbretler ve Dersler

1. Lider Seçiminde Dikkatli Olmak

Toplumların refahı, liderlerin liyakatine bağlıdır. Halk, liderlerini seçerken onların bilgi, ahlak ve yeteneklerini sorgulamalıdır. Duygusal ya da çıkar odaklı seçimler, telafisi zor hatalara yol açar.

2. Adaletin Tesisi

Yönetici, toplumun tüm kesimlerine adil davranmalıdır. Adaletin olmadığı bir yerde huzur bulunmaz. Adalet, sadece yetenekli kişilerin göreve getirilmesiyle mümkündür.

3. Ehil Olmanın Sorumluluğu

Her birey, kendi alanında ehliyetini geliştirmeli ve sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmelidir. Liyakat sahibi kişiler, toplumun geleceği için kendilerini hazırlamalıdır.

Sonuç: Liyakatsiz Yönetim Felakettir

İdareyi ehline vermemek, insanlık için büyük bir felakettir. Hem dünya hem de ahiret huzuru için yönetim işlerinde liyakat ve adalete öncelik verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, ehil olmayan kişilere teslim edilen görevler, yalnızca başarısızlıkla sonuçlanmaz; aynı zamanda insanları felakete sürükler.

Allah, bizlere emaneti ehline teslim etme bilinci ve sorumluluğu versin. Peygamber Efendimiz’in şu sözüyle bitirelim:
“Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekleyiniz.”
(Buhari)

Ehliyetsiz bir sürücüyle çıkılan yolculuk nasıl bir kazaya davetiye çıkarıyorsa, ehliyetsiz bir yöneticiyle yürütülen bir toplum da çöküşe mahkumdur. Bu bilinçle hareket etmek, hem bireylerin hem de toplumların kurtuluşuna vesile olacaktır.

 

 

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

ETTİKLERİMİZ EKTİKLERİMİZDİR

ETTİKLERİMİZ EKTİKLERİMİZDİR


Ettiklerimiz, Ektiklerimizdir: Hayatın Adaletli Yansıması

Hayat, bir tarlaya benzer; bu tarlaya ne ekerseniz, onu biçersiniz. İnsan, kendi eylemleriyle geleceğini şekillendirir. İyilik eden iyilik bulur, kötülük eden ise kötülükle karşılaşır. Bu, evrenin değişmez kanunlarından biridir. “Ettiklerimiz, ektiklerimizdir” sözü, hayatın bu adaletini ve insan davranışlarının sonuçlarını anlamak için derin bir hikmeti ifade eder. Gelin, bu gerçeği daha yakından irdeleyelim ve ibretlerle dolu dersler çıkaralım.

Hayatın Tarla Metaforu: Ne Ekersen, Onu Biçersin

1. İyilik Eken, İyilik Biçer

Bir insan çevresine iyilik yaparsa, bu iyilik ona mutlaka bir şekilde geri döner. Bu, bazen bir tebessüm, bazen bir dua, bazen de beklenmedik bir yardım olarak hayatına yansır. Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür.”
(Zilzal, 7)

İyilik ekmek, sadece karşılık beklemeden yapılan bir davranış değildir; aynı zamanda insanın ruhunu olgunlaştırır ve toplumun huzuruna katkı sağlar.

Örnek: Yardıma ihtiyacı olan birine destek veren bir insan, hem o kişinin hayatını kolaylaştırır hem de kendi vicdan huzurunu kazanır. Bu iyilik, belki de hiç ummadığı bir anda ona başka bir kapıdan iyilik olarak geri dönecektir.

2. Kötülük Eken, Kötülük Biçer

İnsanın yaptığı kötülükler de aynı şekilde, hayatın bir noktasında ona geri döner. Başkasına zarar veren, adaletsizlik yapan ya da kalp kıran bir kişi, er ya da geç kendi yaptıklarının sonuçlarını yaşayacaktır. Bu, ilahi bir adaletin tecellisidir.

Kur’an’dan Uyarı:
“Kim bir kötülük yaparsa, cezasını çeker.”
(Nisa, 123)

Örnek: Başkalarının hakkını gasp eden bir kişi, belki o an kazandığını zanneder. Ancak bu haksızlık, onun kalbinde huzursuzluğa, çevresinde güvensizliğe ve sonunda kendi kaybına yol açar.

Ettiklerimizin Günlük Hayata Yansımaları

1. Sözlerin Gücü

Ağzımızdan çıkan her söz, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibidir. Sevgi dolu ve yapıcı sözler, insanlar arasında güçlü bağlar kurarken; kırıcı ve olumsuz sözler, dostlukları yıkabilir ve insanları uzaklaştırabilir.

Düşündürücü Bir Söz:
“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”
Bu atasözü, sözlerin gücünü ve hayatımıza olan etkisini net bir şekilde ifade eder.

2. Çocuk Yetiştirme: En Önemli Tohumlar

Anne babalar, çocuklarına nasıl bir tohum ekerse, çocuklarının geleceği o doğrultuda şekillenir. Sevgi, saygı ve ahlakla yetiştirilen bir çocuk, topluma faydalı bir birey olur. Ancak ihmal edilen ya da kötü örneklerle büyüyen bir çocuk, hem kendisine hem de çevresine zarar verebilir.

İbretli Ders: Bir anne ya da baba, çocuklarının davranışlarında kendi hatalarının yansımasını görebilir. Onlara verilen eğitim ve gösterilen örnek, bir gün mutlaka karşılarına çıkar.

3. Çalışma ve Çaba

Hayatta başarılı olmak isteyen bir insan, disiplin ve çalışmayı “tohum” olarak ekmelidir. Başarının yolu emek ve sabırdan geçer. Tembellik eden bir kişi ise karşılığında sadece hayal kırıklığı ve başarısızlık biçer.

Atasözümüz:
“Ne ekersen, onu biçersin.”
Bu söz, çalışmanın ve emeğin önemini anlamamız için yol göstericidir.

Ettiklerimizin İlahi Boyutu

Allah, kullarına asla zulmetmez; insan, kendi eylemleriyle kendisine zulmeder. Hayatta başımıza gelen pek çok olay, kendi yaptıklarımızın bir sonucudur. Kur’an’da bu gerçeğe şöyle işaret edilir:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.”
(Şura, 30)

Bu ayet, insanın kendi hayatındaki sorumluluğunu hatırlatır. Kendi eylemlerimizin farkında olmalı ve her davranışımızın bir sonucu olduğunu bilmeliyiz.

İbretler ve Çıkarmamız Gereken Dersler

1. Hesap Verme Bilinciyle Hareket Etmek

Eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. Hayatta yaptığımız her şey, sadece bu dünyada değil, ahirette de karşımıza çıkacaktır. Bu bilinç, insanın daha dikkatli ve duyarlı davranmasını sağlar.

2. İyilikte Yarışmak

Hayat kısa, ancak yaptığımız iyilikler kalıcıdır. İnsan, iyilik yaparak hem kendi ruhunu arındırır hem de dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirir.

3. Tövbe ve Kendini Düzeltme

Kötülük tohumları eken bir insan, bu durumu değiştirebilir. Tövbe ederek ve hatalarını telafi ederek yeniden iyilik ekmeye başlayabilir. Allah, tövbe eden kullarını affeder ve onlara yeni bir başlangıç imkanı tanır.

Sonuç: Hayat Bir Yansımadır

Hayat, bir aynadır; ne yaparsanız, size onu yansıtır. Ettiklerimiz, ektiklerimizdir. Her birimiz, bu dünyaya iz bırakıyoruz. Bıraktığımız izlerin iyilik ve güzellik dolu olması, hem bu dünyada hem de ahirette huzur bulmamız için gereklidir.

Unutmayalım ki, iyilikle yoğrulan bir hayat, sonunda huzur ve mutlulukla sonuçlanır. Kötülükle dolu bir hayat ise pişmanlık ve hüsran getirir. Bu yüzden her bir davranışımızı bir tohum gibi görmeli ve hayat tarlamıza ne ektiğimize dikkat etmeliyiz. Çünkü bir gün mutlaka, ektiklerimizi biçme vakti gelecektir.

 

 

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

ÇOCUK ANNE TARLASINDA BABA TOHUMUNUN ÜRÜNÜDÜR

ÇOCUK ANNE TARLASINDA BABA TOHUMUNUN ÜRÜNÜDÜR


Çocuk: Anne Tarlasında Baba Tohumunun Ürünü

Hayatın en güzel meyvesi olan çocuk, bir anne ve babanın ortak emeği, fedakârlığı ve sevgisinin ürünüdür. Bu bağlamda çocuk, bir tarla gibi annenin rahminde büyüyen, babanın tohumu ile hayat bulan bir varlıktır. Anne ve baba, bu tarla ve tohumun sahibi olarak, sadece çocuğun dünyaya gelmesini değil, onun nasıl bir insan olacağını da şekillendiren en önemli kişilerdir. Çocuğun bir ürüne, bir meyveye dönüşme süreci, anne ve babanın ona verdikleri değer, gösterdikleri özen ve sundukları sevgi ile doğrudan ilişkilidir.

Anne: Sevgi ve Şefkatin Toprağı

1. Annenin Tarla Metaforu

Anne, çocuğun var olduğu ilk yerdir. Onun bedeninde büyüyen, beslendiği ve şekillendiği yerdir. Tıpkı verimli bir tarla gibi anne, çocuğun fiziksel ve duygusal gelişimini destekler. Ancak bir tarlanın verimli ürünler verebilmesi için nasıl doğru bir şekilde işlenmesi gerekiyorsa, bir annenin de çocuğuna sevgi, şefkat ve değerle yaklaşması gerekir.

Örnek: Annesinden ilgi ve sevgi gören bir çocuk, hayata karşı güven duyar. Şefkatle büyütülen bir çocuk, merhametli bir birey olur. Ancak ihmalle büyütülen bir çocuk, tıpkı kurak bir tarlanın ürün vermemesi gibi, içinde sevgi ve güven eksikliği yaşar.

2. Annenin Fedakârlığı ve Sabrı

Bir annenin çocuğuna olan sevgisi ve fedakârlığı, toprağın tohumu sarıp büyütmesi gibidir. Annenin sabrı, çocuğun olgunlaşma sürecinde en temel dayanaklardan biridir. Anne, sadece fiziksel anlamda değil, çocuğun duygusal ve ahlaki gelişiminde de bir rehberdir.

Baba: Hayat Veren Tohum

1. Babadan Gelen Değerler

Baba, ailede çocuğun ilk kahramanı, hayata dair ilk rehberidir. Onun sevgisi, disiplini ve öğretileri, çocuğun karakterinde derin izler bırakır. Tohum ne kadar sağlıklı olursa, ürün de o kadar güçlü olur. Baba, çocuğuna örnek olan davranışlarıyla onun hayata bakışını ve kişiliğini şekillendirir.

Örnek: Çocuğuna dürüstlüğü öğreten, sözlerinde duran bir baba, gelecekte güvenilir ve erdemli bir birey yetiştirmiş olur. Ancak baba ihmalkar ve sevgisiz ise, bu tohumdan sağlam bir ürün beklemek zordur.

2. Babadan Gelen Güç ve Koruma

Baba, çocuğun yaşamında bir güven ve destek kaynağıdır. Nasıl ki bir tohum, toprağın içinde kök salıp büyüyebilmek için destek isterse, çocuk da babasının rehberliğine ve sevgisine ihtiyaç duyar. Baba, çocuğun dünyasında adaletin, sorumluluğun ve sevginin sembolü olmalıdır.

Çocuk: Emanet Bir Ürün

Anne tarlası ve baba tohumu birleşerek bir çocuk meydana getirir. Ancak bu çocuk, sadece anne ve babanın değil, aynı zamanda Allah’ın bir emanetidir. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek şöyle ifade edilir:
“Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.”
(Tegâbün, 64/15)

Çocuk, anne ve babasına emanet edilmiş bir fidandır. Bu fidanın nasıl büyüyeceği, onların ona ne kadar özen gösterdiğine, nasıl bir örnek olduklarına bağlıdır. İyi bir tarla ve sağlam bir tohum, beraberinde sağlıklı, güçlü ve güzel bir ürün getirir.

Anne ve Babaya Düşen Sorumluluklar

1. Çocuğa Sevgi Vermek

Çocuk, sevgiyle büyür. Anne ve babanın sevgisi, onun dünyasının en temel ihtiyacıdır. Sevgi, çocuğun karakterini şekillendirir, ona değerli olduğunu hissettirir ve hayat karşısında güçlü olmasını sağlar. Sevgiyle büyüyen bir çocuk, ileride sevgi dolu bir birey olur.

2. Ahlak Eğitimi Vermek

Bir çocuğun karakteri, anne ve babanın ona verdiği ahlak eğitimiyle şekillenir. Doğruyu yanlıştan ayırt edebilme, dürüstlük, adalet ve merhamet gibi erdemler, ilk olarak ailede öğrenilir. Anne ve baba, bu değerleri önce kendi davranışlarıyla göstermelidir.

3. Örnek Olmak

Çocuklar, söylediklerinden çok anne ve babalarının yaptıklarından etkilenir. Bir baba, dürüstlüğüyle; bir anne, merhametiyle çocuğa örnek olmalıdır. Çünkü çocuk, ailesinin aynasıdır.

Ektiğimiz Tohumu Nasıl Koruyacağız?

Bir anne-babanın sorumluluğu, çocuğu dünyaya getirmekle sınırlı değildir. O tohumun sağlıklı bir şekilde büyüyüp meyve vermesi için sürekli bir bakım ve ilgi gereklidir. Nasıl ki bir çiftçi, tarlasını zararlı otlardan koruyorsa, anne ve baba da çocuğunu kötü alışkanlıklardan, yanlış arkadaşlıklardan ve kötü davranışlardan uzak tutmalıdır.

İslami Bakış Açısı

Çocuklar, anne ve babanın elindeki bir emanettir. Peygamber Efendimiz (sav), “Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır” buyurmuştur. Bu hadis, çocuğun manevi gelişiminin ne kadar önemli olduğunu vurgular.

Sonuç: Çocuğun Geleceği Anne ve Babaya Bağlıdır

Çocuk, anne tarlasına ekilen baba tohumunun ürünüdür. Ancak bu ürünün kaliteli bir meyveye dönüşmesi, anne ve babanın ona ne kadar özen gösterdiğiyle ilgilidir. Sevgi, şefkat, disiplin ve ahlak eğitimi, bu tarlayı verimli kılmanın temel şartlarıdır.

Unutulmamalıdır ki çocuk, sadece anne ve babanın değil, toplumun da geleceğidir. Bu nedenle, anne ve baba bu büyük sorumluluğun farkında olmalı ve çocuklarını en güzel şekilde yetiştirmeye gayret etmelidir. Çünkü bir gün ektikleri bu tohum, sadece onların değil, tüm insanlığın faydasına bir meyve verec

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

İNSANIN ÖZÜ SÖZÜDÜR

İNSANIN ÖZÜ SÖZÜDÜR


İnsanın Özü Sözüdür: Söz, Karakterin Aynasıdır

İnsan, yaratıcısının ona bahşettiği en büyük nimetlerden biri olan “söz” ile diğer varlıklardan ayrılır. İnsan konuşur, düşüncelerini ifade eder ve sözüyle kendini tanıtır. Söz, insanın iç dünyasının, ahlakının ve niyetinin aynasıdır. Bu yüzden “İnsanın özü, sözüdür” ifadesi, derin bir hakikati dile getirir. İnsan neyse, sözü de odur. Peki, bu hakikatten çıkarılacak dersler nelerdir? Hayatımıza nasıl bir rehber olur? Gelin, bu konuyu ibretli bir şekilde ele alalım.

Söz, Kalbin Dışa Yansımasıdır

Söz, insanın zihnindeki ve kalbindeki düşüncelerin dış dünyaya bir yansımasıdır. Güzel bir söz, güzel bir kalpten doğar; sert ve kırıcı bir söz ise bozulmuş bir iç dünyanın habercisidir. Peygamber Efendimiz (sav), “Kişi dilinin altında gizlidir” buyurarak, insanın karakterini en net şekilde sözlerinin ortaya koyduğunu ifade etmiştir.

1. Güzel Söz, Güzel Bir Ruhun İşaretidir

Bir insanın kalbi ne kadar temiz ve güzel ise, ağzından çıkan sözler de o kadar yapıcı, teşvik edici ve güzeldir. Güzel söz, insanları birleştirir, sevgi oluşturur ve kırgınlıkları ortadan kaldırır.

Örnek: Zor durumda olan bir insana söylenen cesaret verici bir söz, onun hayata yeniden tutunmasını sağlayabilir. Bir selam, bir teşekkür ya da bir dua bile, insan ilişkilerinde büyük etkiler oluşturur.

Kur’an-ı Kerim, güzel sözün önemine şu şekilde vurgu yapar:
“Güzel bir söz, kökü sağlam, dalları göğe yükselen güzel bir ağaca benzer.”
(İbrahim, 24)

2. Kötü Söz, Kötü Bir Kalbin Habercisidir

Kırıcı, yalan, iftira ve dedikodu dolu sözler ise insanın içindeki karanlığın dışa vurumudur. Kötü sözler, insanları birbirinden uzaklaştırır, kin ve düşmanlığa neden olur. Unutmamak gerekir ki, bir kez ağızdan çıkan kötü bir söz, geri alınamaz ve bıraktığı izler silinmesi zor yaralar açabilir.

Örnek: Kırıcı bir söz, bir dostluğu bitirebilir; yanlış bir ifade, insanların arasına nifak sokabilir. Bu yüzden, konuşmadan önce düşünmek büyük bir erdemdir.

Söz, İnsanlığın Temelidir

Tarih boyunca medeniyetler, toplumlar ve insan ilişkileri söz ile şekillenmiştir. Verilen sözlerin tutulması, insanın güvenilirliğini ve itibarını belirler. Bir toplumun huzuru, insanların birbirine karşı dürüst ve sözünde durur olmasına bağlıdır.

1. Sözünde Durmak: Ahlakın Temel Taşı

Söz vermek, sadece bir ifade değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. İnsan, verdiği sözde durarak hem ahlakını hem de güvenilirliğini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim, sözünde durmanın önemini şöyle vurgular:
“Sözleştiğiniz zaman sözünüzü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk doğurur.”
(İsra, 34)

İbretli Ders: Bir insanın sözüne güvenilmezse, o kişiyle ilişki kurmak zordur. Güven, insan ilişkilerinin temelidir ve bu güven, büyük ölçüde insanın sözüne sadık kalmasıyla sağlanır.

2. Dürüstlük: Sözün Temel Şartı

Bir insanın sözü ne kadar doğruysa, o insan o kadar değerlidir. Yalan söylemek, insanın hem kendine hem de çevresine olan güvenini zedeler. Peygamber Efendimiz (sav), “Doğru söz insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür” buyurarak dürüstlüğün insan hayatındaki önemini açıkça ortaya koymuştur.

Söz, Bir Miras Gibi Kalır

Söz, uçup giden bir şey gibi görünse de etkisi uzun süre kalıcıdır. İnsan, bir sözüyle iz bırakabilir ya da tam tersi, kötü bir sözüyle toplum içinde itibarını kaybedebilir. Bu yüzden sözlerimizi birer emanet gibi düşünmeli ve ağızdan çıkmadan önce bin kere tartmalıyız.

1. İyilikle Hatırlanmak

Hayatını güzel sözlerle, yapıcı ifadelerle ve insanlara değer vererek geçiren bir kişi, öldükten sonra bile hatırlanır. İnsanların kalbinde sevgi ve minnetle yer edinir.

Örnek: Bir öğretmen, öğrencisine söylediği cesaret dolu birkaç cümleyle onun hayatını değiştirebilir. Bu söz, o kişinin hayatı boyunca unutulmaz.

2. Kötü Sözün Gölgesi

Kötü bir söz, yıllar sonra bile hatırlanır ve unutulması zor bir yara açabilir. Bu yüzden insanlar, kırıcı ifadeler kullandıkları için pişmanlık duyabilirler. Ancak, bu pişmanlık çoğu zaman iş işten geçtikten sonra gelir.

Söz, Bir İmtihan Alanıdır

Allah, insanı sözüyle de imtihan eder. Dil, insana emanet edilen ve doğru kullanılması gereken bir nimettir. Peygamber Efendimiz (sav), “Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun” buyurmuş ve insanı diline hakim olmaya teşvik etmiştir.

Sözün Hesabı

Kur’an-ı Kerim, her sözün kaydedildiğini şu şekilde ifade eder:
“İnsanın ağzından çıkan hiçbir söz yoktur ki, yanında bir gözetleyen bulunmasın.”
(Kaf, 18)

Bu ayet, insanın sözlerinden bile sorumlu olduğunu ve her bir kelimenin hesabının verileceğini hatırlatır.

Sonuç: İnsan Sözüyle Tanınır

İnsanın özü, sözüdür. Söz, insanın kimliğini ve karakterini ortaya koyan en önemli göstergedir. Bu yüzden insanlar, ağızlarından çıkan sözlere dikkat etmeli, kalplerini temiz tutarak güzel sözler söylemeye gayret etmelidir.

Unutmayalım ki söz, sadece bir ifade değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. İnsan, ağzından çıkan kelimelerle ya insanları birleştirir ya da ayırır; ya huzur getirir ya da kaos yaratır. Hayatta iz bırakmak istiyorsak, bu izi güzel sözlerle, yapıcı ifadelerle ve dürüstlükle bırakmalıyız. Çünkü insanın kalitesi, dilinin ürettiği sözlerle ölçülür.

 

 

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

HER NEFİS KAZANDIĞI İLE REHİNEDİR

HER NEFİS KAZANDIĞI İLE REHİNEDİR

كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ
Kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun.
MÜDDESSİR SURESİ.38

Her Nefis, Kazandığı ile Rehindir

Kur’an-ı Kerim’in Müddessir Suresi 38. ayetinde Allah Teâlâ, insanın amellerine olan bağlılığını ve sorumluluğunu şu şekilde ifade eder:
“Her nefis, kazandığı (günah veya sevap) ile rehinedir.”
Bu ayet, insanın dünyadaki tüm eylemleriyle kendi kaderini yazdığına, yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını mutlaka göreceğine işaret eden derin bir hakikati dile getirir. İnsan, özgür iradesiyle hareket eden bir varlık olarak yaptığı her şeyden sorumlu tutulacaktır. İşte bu ayet, hayatımızı şekillendiren önemli dersler ve ibretlerle doludur.

Her İnsan Kendi Amellerinin Esiridir

İnsanın hayatı boyunca yaptığı her şey, kendi geleceğini ve ahiretini belirler. Bu dünyada işlediği her amel, onun ruhunda ve ebedi hayatında bir iz bırakır. İyilik yapan iyilikle, kötülük yapan ise kötülükle karşılaşacaktır. Hiç kimse başkasının günahını taşımaz; her insan kendi yükünden sorumludur.

Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat, başka bir ayette de şu şekilde ifade edilir:
“Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez.”
(En’âm, 164)

Bu ayetler, insanın bireysel sorumluluğunu ve amellerinin sonucuyla yüzleşeceğini açıkça ortaya koyar. Bu dünyada yaptığımız her şey, aslında ahirette karşımıza çıkacak bir borç veya alacak gibi kaydedilmektedir.

Amellerin Karşılığı Kaçınılmazdır

Allah, kullarına büyük bir özgürlük ve irade bahşetmiştir. Ancak bu irade, sorumluluğu da beraberinde getirir. İnsan, yaptığı iyiliklerin de kötülüklerin de karşılığını mutlaka görecektir.

1. İyilik ve Sevaplar: Kazanılan Özgürlük

İyilik yapan bir insan, ruhunu kötülüklerin rehinesi olmaktan kurtarır. Hayır işlemek, insanın kalbini temizler, dünyasını ve ahiretini güzelleştirir.

Örnek: Fakir birine yardım eden, insanlara güzel sözlerle yaklaşan ve adaletle davranan bir kişi, hem bu dünyada huzur bulur hem de ahirette mükâfatını alır.

Allah Teâlâ, iyiliklerin boşa gitmeyeceğini şu şekilde ifade eder:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür.”
(Zilzal, 7)

2. Günah ve Kötülükler: Ruhun Rehin Olması

Kötülük yapan bir insan, kendi nefsini adeta zincire vurmuş gibi esir eder. İşlenen her günah, insanın kalbinde bir karartı bırakır ve bu karartılar arttıkça kişi hakikatten uzaklaşır.

Örnek: Yalan söyleyen, haksızlık yapan veya başkalarının hakkına giren bir insan, hem bu dünyada hem de ahirette bunun bedelini öder. Çünkü kötülükler, insanın hem manevi huzurunu hem de toplumdaki itibarını yok eder.

Allah’ın Adaleti: Kimseye Zulmedilmez

Müddessir Suresi’nin bu ayeti, Allah’ın mutlak adaletine işaret eder. Hiç kimse, başkasının yaptığından dolayı cezalandırılmaz; herkes yalnızca kendi yaptıklarından sorumludur. Bu ilahi adalet, insanın özgür iradesini kullanırken dikkatli olması gerektiğini gösterir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Herkes, sadece yaptıklarının karşılığını alır.”
(Yasin, 54)

Bu ilahi sistemde, ne bir iyilik unutulur ne de bir kötülük göz ardı edilir. İnsan, hayatı boyunca her adımında bu hakikati hatırlayarak hareket etmelidir.

İbretler ve Hayata Yansımalar

1. Hayatımızı İyilikle Doldurmalıyız

Müddessir Suresi 38. ayeti, insanın kendi ebedi hayatını inşa eden bir varlık olduğunu hatırlatır. Bu yüzden hayatımızı iyiliklerle doldurmak, hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluğun anahtarıdır.

Nasıl Uygulayabiliriz?

İnsanlara adil ve merhametli davranmak.

Yardıma muhtaç olanlara destek olmak.

Güzel sözler söyleyerek insanları mutlu etmek.

2. Günahlardan Kaçınmalıyız

Kötülükler, insanın hem bu dünyada hem de ahirette ağır bir yük altında kalmasına neden olur. Bu yüzden nefsimizi terbiye etmeli ve kötülüklere karşı mücadele etmeliyiz.

Nasıl Uygulayabiliriz?

Yalan, iftira, dedikodu gibi günahlardan uzak durmak.

İnsanların hakkını gözetmek ve kimseye haksızlık etmemek.

3. Hesap Günü Bilincinde Olmalıyız

İnsan, her yaptığı davranışın kaydedildiğini ve bir gün mutlaka hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Bu bilinç, hayatımıza yön verir ve bizi daha dikkatli bir insan yapar.

Nasıl Uygulayabiliriz?

Gün sonunda kendimizi sorgulamak: Bugün kimseyi incittim mi? Bir iyilik yapabildim mi?

Gelecekte karşılaşacağımız sonuçları düşünerek kararlar almak.

Sonuç: Özgürlüğün Anahtarı Amellerimizdir

Müddessir Suresi 38. ayeti, insanın kendi eylemlerinin esiri olduğunu ve her davranışının bir sonucu olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu ayet, hem bir uyarı hem de bir müjdedir: Eğer iyilik yaparsak, ruhumuz özgürleşir ve huzur buluruz. Ancak kötülük yaparsak, nefsimizi zincire vurmuş oluruz.

Hayatımız boyunca her adımımızda bu ayeti hatırlamalı ve iyilikle dolu bir hayat yaşamaya gayret etmeliyiz. Çünkü unutulmamalıdır ki, insanın kendi eliyle kazandığı her şey, bir gün onun kaderini belirleyecek bir rehine olacaktır. Her nefis, kazandığı ile rehinedir!

 

 

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

KORONA VE DEPREM BİR KISIM MATERYALİST DÜŞÜNCE VE YAŞAYIŞLARI ORTAYA ÇIKARDI.

KORONA VE DEPREM BİR KISIM MATERYALİST DÜŞÜNCE VE YAŞAYIŞLARI ORTAYA ÇIKARDI.


Korona ve Deprem: Materyalist Düşünce ve Yaşayışların İbret Verici Yüzü

Son yıllarda dünya, insanlığı derinden etkileyen iki büyük sınavla yüzleşti: Koronavirüs pandemisi ve büyük depremler. Bu iki hadise, yalnızca fiziksel dünyamızı değil, aynı zamanda zihinlerimizi ve manevi dünyamızı da sarstı. Her ne kadar farklı olaylar gibi görünse de, bu krizler toplumsal ve bireysel düzeyde benzer etkiler yaratarak insanların düşünce yapılarını ve yaşam tarzlarını gözler önüne serdi. Özellikle materyalist düşünce ve yaşam tarzlarının zayıflıklarını ve çıkmazlarını ibret verici bir şekilde ortaya koydu.

Materyalizmin Kırılgan Yüzü

Materyalist felsefe, insan hayatını yalnızca maddi unsurlarla tanımlar ve manevi değerleri geri planda bırakır. Modern dünyada bu düşünce tarzı, bireylerin lüks ve konfor odaklı yaşamayı bir ideal haline getirmesine neden oldu. Ancak Koronavirüs pandemisi ve büyük depremler, bu yaklaşımın ne kadar yüzeysel ve kırılgan olduğunu gösterdi.

Pandemi döneminde, lüks yaşamlar bir anda dört duvar arasına sıkıştı. Markalar, gösterişli etkinlikler ve maddi zenginlik, insanları hastalıklardan koruyamadı. Görünmez bir virüs, güç ve zenginlikten bağımsız olarak tüm insanlığı eşitledi. Aynı şekilde depremler, yıllarca süren birikimlerin, yüksek binaların ve maddi yatırımların saniyeler içinde yerle bir olabileceğini gösterdi. Maddi güvenlik arayışı, manevi bir boşlukla birleştiğinde insanları çaresizlik ve korkuyla baş başa bıraktı.

İbret Alınması Gereken Dersler

Korona ve depremler, insanlığa şu önemli dersleri hatırlattı:

1. Maddi Değerlerin Geçiciliği: İnsanlar, yıllarca kazandıkları paranın, sahip oldukları evlerin ve biriktirdikleri servetlerin bir anda ellerinden kayabileceğini fark etti. Bu durum, sadece maddi değerlere dayalı bir hayatın ne kadar aldatıcı olduğunu gözler önüne serdi.

2. Dayanışmanın Önemi: Hem pandemi hem de deprem dönemlerinde, bireysel kurtuluş çabalarının yeterli olmadığı görüldü. İnsanlar, yalnızca yardımlaşma ve dayanışma ile bu krizlerin üstesinden gelebileceğini anladı.

3. Maneviyata Dönüş: Maddi dünyanın sınırlarını zorlayan bu olaylar, insanları manevi değerler üzerine yeniden düşünmeye sevk etti. Ölüm ve kayıp gibi büyük gerçeklerle yüzleşmek, insanları inanç, dua ve tefekkür gibi manevi kaynaklara yöneltti.

Materyalist Yaşamın Sorgulanması

Bu olaylar, materyalist düşünce sisteminin yalnızca bireyleri değil, toplumları da tehlikeye atabileceğini ortaya koydu. Maddi kazanç uğruna doğanın tahrip edilmesi, şehirlerin plansız şekilde büyümesi ve toplumsal dayanışmanın zayıflaması, bu felaketlerin etkilerini katladı. İnsanlar, “Daha fazlasına sahip olmak” uğruna aslında daha azına razı olduklarını fark etti: Daha az huzur, daha az güvenlik ve daha az anlam.

Sonuç: Maneviyata Yönelişin Kaçınılmazlığı

Koronavirüs ve depremler, insana unuttuğu bir gerçeği yeniden hatırlattı: Hayat sadece maddeden ibaret değil. Bu olaylar, insanlığı maddi hayatın ötesindeki değerleri keşfetmeye davet etti. İnanç, sevgi, paylaşma ve şükür gibi manevi değerler, bu tür kriz dönemlerinde insanın sığınabileceği en güvenli limanlardır.

Bu hadiselerden ibret almak, yalnızca geçmişte yaşananlara bakıp ders çıkarmak değil; aynı zamanda gelecekte daha anlamlı ve dengeli bir hayat inşa etmeyi amaçlamaktır. Unutulmamalıdır ki, her kriz bir sınavdır ve her sınav, doğru bir şekilde değerlendirildiğinde bir fırsata dönüşebilir. Materyalist yaşam tarzlarının yıkıcı etkilerini görüp, manevi değerleri yeniden ön plana çıkararak daha huzurlu bir dünyanın kapılarını aralamak e

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

HAKKIN HATIRI ALİDİR HİÇBİR HATIRA FEDA EDİLMEZ

HAKKIN HATIRI ALİDİR HİÇBİR HATIRA FEDA EDİLMEZ


Hakkın Hatırı Ali’dir, Hiçbir Hatıra Feda Edilmez

Toplumların ve bireylerin hayatında adaletin ve hakkaniyetin önemi tartışılmazdır. Adaletin temeli, hakkın teslim edilmesine dayanır. “Hakkın hatırı ali’dir, hiçbir hatıra feda edilmez” sözü, bu anlayışın derin bir ifadesidir. Bu söz, bir yandan hakkı yüceltirken, diğer yandan dostluk, akrabalık veya kişisel çıkar gibi unsurların adaletin önüne geçmemesi gerektiğini anlatır. Peki bu söz, günlük hayatımızda ne kadar uygulanabilir ve bizi nasıl bir erdeme yönlendirir?

Hakkı Üstün Tutmanın Anlamı

“Hakkın hatırı ali’dir” ifadesi, hakkın değerinin her şeyden üstün olduğunu belirtir. Bu, adaletin sadece bir kavram değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olması gerektiğini işaret eder. Eğer bir toplumda hak, kişisel veya duygusal bağlara göre eğilip bükülürse, o toplumun huzur ve düzeni bozulur. Bir bireyin, haklı olanı savunurken dostunun ya da ailesinin yanlışını görmezden gelmesi, adaletin çiğnenmesine yol açar. Bu durum, toplumsal ilişkilerde güvensizlik yaratır ve bireyler arasındaki bağları zayıflatır.

Hiçbir Hatıra Feda Edilmez

İnsanlar arasındaki dostluklar, akrabalık bağları ve geçmişte yaşanmış güzel hatıralar, hayatı anlamlı kılan değerlerdir. Ancak bu değerler, hakkın teslim edilmesine engel olmamalıdır. Bir insanın hatıraları, onun kişisel dünyasında çok kıymetli olabilir, ancak bu hatıraların, yanlış bir davranışı örtbas etmek veya haksızlığı görmezden gelmek için kullanılması, hem o hatıralara hem de adalet anlayışına zarar verir.

Hatıraları korumanın en doğru yolu, o ilişkilerde dürüstlük ve hakkaniyeti esas almaktır. Çünkü hakikati göz ardı ederek yapılan her tercih, zamanla o ilişkiye de zarar verir. Dostluk, akrabalık veya sevgi; hepsi hakka dayanmalıdır ki gerçek anlamda sürdürülebilir olsun.

Günlük Hayatta Hakkı Savunmak

Hakkı üstün tutmak, günlük hayatımızda pek çok zorluğu beraberinde getirir. Bir iş yerinde bir arkadaşımızın yanlış bir davranışını fark ettiğimizde, sırf dostluğumuzu kaybetmemek adına bu yanlışı görmezden gelirsek, aslında daha büyük bir yanlışın kapısını aralamış oluruz. Adalet, küçük görünen bu anlarda bile korunmalıdır.

Aile içinde de bu durum sıklıkla karşımıza çıkar. Anne-babalar, çocukları arasında adaletli davrandığında, hem çocukların güvenini kazanır hem de aile bağlarını güçlendirir. Ancak bir çocuğu diğerine tercih etmek veya haksız bir davranışı görmezden gelmek, uzun vadede ilişkilerde onarılması zor yaralar açar.

Sonuç: Adalet ve İnsani Değerler

“Hakkın hatırı ali’dir, hiçbir hatıra feda edilmez” anlayışı, adaletin ve insan ilişkilerinin temelini oluşturur. Bu söz, bizlere, hakkın ve adaletin her şeyin üzerinde tutulması gerektiğini hatırlatırken, insani bağların değerini de küçümsemememizi öğütler.

Bir toplumun huzurlu ve güvenilir bir yapı oluşturması, bireylerin adaleti hayatlarının merkezine almasıyla mümkündür. Hakkı üstün tutan bir birey, hem kendi vicdanında huzur bulur hem de çevresine güven aşılar. Çünkü hak, sadece bir kavram değil; insanlığın ortak vicdanıdır.

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025

Kötülükler, insanın hem manevi huzurunu hem de toplumdaki itibarını yok eder.

Kötülükler, insanın hem manevi huzurunu hem de toplumdaki itibarını yok eder.


Kötülüğün Bedeli: Manevi Huzurun ve İtibarın Kaybı

İnsanın hayatındaki en değerli hazinelerden biri manevi huzur, diğeri ise toplumdaki itibardır. Bu iki kavram, bireyin hem iç dünyasında hem de sosyal çevresinde anlam ve değer bulmasını sağlar. Ancak kötülük, bu iki hazinenin de en büyük düşmanıdır. Kötülük; bireyin vicdanında çatışma, toplumda ise güvensizlik ve itibar kaybı oluşturur. İnsan, yaptığı kötü eylemlerle sadece başkalarına değil, en çok kendine zarar verir.

Kötülüğün Manevi Yıkımı

Her insan, vicdanıyla baş başa kaldığında kendi iç dünyasında bir muhasebe yapar. İyilik ve kötülük arasında geçen bu muhasebe, kişinin manevi huzurunu şekillendirir. Ancak kötülüğe meyleden bir insan, vicdanını susturmak zorunda kalır. Çünkü yapılan her kötü eylem, insanın içindeki huzuru kemirir.

Kötülüğün kısa vadeli kazançları, genellikle uzun vadede ağır manevi kayıplara dönüşür. Haksız bir kazanç sağlamak, birini incitmek ya da adaletsiz bir karar almak, bireyin iç dünyasında sürekli bir rahatsızlık oluşturur. Bu rahatsızlık, insanın vicdanını susturmak için daha büyük kötülüklere yol açabilir. Oysa insan, iç huzurunu ancak doğruluk, adalet ve iyilikle bulabilir.

Toplumdaki İtibarın Kaybı

Kötülük, sadece bireyin manevi dünyasına değil, toplumdaki itibarına da zarar verir. İnsanlar, karakteriyle tanınır ve toplumda saygı görür. Ancak kötülükle tanınan bir kişi, güvenilirliğini kaybeder. İnsanlar, onunla ilişkilerini sınırlandırır, sözlerine ve eylemlerine şüpheyle yaklaşır.

Bir kez kötülüğe bulaşan bir birey, toplumun gözünde kolay kolay eski itibarını geri kazanamaz. Çünkü insanlar, dürüstlüğü ve iyiliği bir değer olarak görür ve bunu ihlal edenleri affetmekte zorlanır. Örneğin, yalan söyleyen bir kişi, söylediği her doğru sözde bile şüpheyle karşılanır. Bu, kötülüğün insanlar arasında güveni nasıl yok ettiğinin açık bir göstergesidir.

Kötülüğün Zincirleme Etkisi

Kötülük, sadece yapan kişiyi değil, çevresindekileri de etkiler. Bir insanın yaptığı kötülük, başka bir insanda öfke, güvensizlik ve hayal kırıklığına yol açar. Bu duygular, toplumda huzursuzluğun artmasına neden olur. Kötülük, bir kar topu gibi büyür ve toplumun genel huzurunu tehdit eder.

Bunun en somut örneği, adaletsizliklerin toplumlarda nasıl isyanlara ve kargaşalara yol açtığıdır. Bir bireyin haksız bir davranışı, başka bireyleri de aynı şekilde davranmaya iter. Oysa kötülüğe karşı durmak ve iyiliği yaymak, bu zinciri kırmanın tek yoludur.

Manevi Huzuru ve İtibarı Korumak

İnsan, manevi huzurunu korumak için vicdanına sadık kalmalı ve kötülükten uzak durmalıdır. Bu, sadece büyük kötülüklerden kaçınmak anlamına gelmez; aynı zamanda küçük görünen yanlışlardan da sakınmayı gerektirir. Bir yalan söylemek, birini incitmek ya da haksız bir kazanç elde etmek, birer kötülük örneğidir ve uzun vadede insanın huzurunu ve itibarını yok eder.

Toplumdaki itibar ise dürüstlük, adalet ve iyilikle inşa edilir. İnsan, her zaman doğruyu söyleyerek, hakkı savunarak ve başkalarına yardım ederek itibarını güçlendirebilir. İyi bir isim bırakmak, insanın hayatındaki en büyük mirastır. Çünkü insanlar, kişinin yaptığı iyilikleri hatırlar ve bu, hayatın gerçek anlamını oluşturur.

Sonuç: İyiliğin Yolunda Yürümek

Kötülük, insanın iç dünyasında huzursuzluk, toplumda ise güvensizlik ve itibar kaybı yaratır. Manevi huzuru ve itibarı korumanın yolu, iyilikten şaşmamaktır. Her insan, yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmeli ve her zaman iyilikten yana bir tavır sergilemelidir.

Çünkü sonunda, ne mal ne mülk ne de geçici kazançlar önemlidir. İnsan, vicdanıyla baş başa kaldığında huzurluysa ve çevresinde saygı görüyorsa, gerçek anlamda kazanmış demektir. İyilik, insanı yücelten, kötülük ise onu alçaltan bir tercihtir. Tercih, her zaman bireyin elindedir.

Loading

No ResponsesOcak 23rd, 2025