1. Makale: Ebna-yı Asrın Meşgalesi ve Sünnetin Terki
İktibas:
“Ebna-yı asr meşgale-i dünyeviyyeden / İcrâ-yı sünnet etmeyerek terk olundu farz” – Beliğ Mehmed Emin
Bu beyt, çağımızın insanının fani ve geçici dünya meşgaleleriyle ne kadar derinden meşgul olduğunu, bu meşguliyetin bir neticesi olarak da Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek sünnetlerini terk etmeye başladığını ve bu terkin en nihayetinde farzların dahi terkine sebep olduğunu pek veciz bir şekilde dile getiriyor. Beliğ Mehmed Emin, asr-ı hazırın derdine parmak basarak, sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini ve onun hayatın merkezinden uzaklaşmasının manevi bir çöküşe yol açacağını ihtar ediyor.
Tarihî ve edebî bir perspektiften baktığımızda, İslam medeniyeti her zaman sünnetin ihyası ve tatbiki üzerine bina edilmiştir. Ne zaman ki fertler ve cemiyetler sünnet-i seniyyeyi hayatın her safhasına tatbik etmekten gafil oldular, o zaman manevi buhranlar ve maddî çöküşler zuhur etmiştir. Sünnet sadece Peygamber’e olan sevginin bir nişanesi değil, aynı zamanda hayatı tanzim eden, insanı kemale erdiren ve cemiyeti ıslah eden bir mihenk taşıdır. Bir müslüman için sünnet, farzlara giden yolu aydınlatan bir meşale, farzları muhafaza eden bir surdur. Sünnetin ihmali, farzlara karşı duyarsızlığın başlangıcıdır. Günümüzde “sünneti terk etmek” deyimi, sadece nafile ibadetlerin değil, aynı zamanda ahlaki, içtimai ve ekonomik alandaki Nebevi düsturların da göz ardı edilmesini ihtiva eder. Bu durum, Müslüman toplumların hem kalbî hem de harici hayatlarında bir boşluk ve huzursuzluk oluşturmuştur. Bu makalenin muhtevası, bu boşluğu doldurmak için sünnete yeniden sarılmanın elzemiyetini vurgulamaktadır.
Özet: Bu makale, Beliğ Mehmed Emin’in beytinden hareketle, çağımızın insanının dünya meşgaleleri sebebiyle sünneti terk etmesinin, farzların da terkine yol açtığını ele almaktadır. Tarihî misallerle sünnetin İslam medeniyetindeki ehemmiyetine vurgu yaparak, onun terk edilmesinin manevi ve maddî çöküşlere sebep olduğunu anlatmaktadır. Netice olarak sünnet-i seniyyenin sadece bir ibadet değil, hayatın her safhasını kuşatan bir nizam olduğunu ve ona yeniden sarılmanın manevi bir zaruret olduğunu ifade eder.
2. Makale: Gönül Divanesinin Kavgası
İktibas: “Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gitdik / Gönül derler ser-i kûyında bir dîvânemiz kaldı” – Hayâlî
Bu beyt, Hayâlî’nin derin ve lirik bir anlatımıyla, fani hayatın geçiciliğini ve geride kalan yegâne hakikatin gönül olduğunu ele almaktadır. “Biz gittik” derken şair, maddi varlığının, bedeninin faniliğini ve bu dünyadan ayrılışını sembolize eder. Lakin geride kalan, sevgilinin semtinde bıraktığı “garip âşık” olan gönül divanesidir. Bu, hem dünyadan ayrılışın hüznünü hem de gönlün ebedî bir aşkla bakî kalışının müjdesini taşır.
Edebî açıdan bu beyt, tasavvufî şiirde sıkça rastlanan bir motifin, yani “gönül”ün bir “garip âşık” olarak resmedilişinin en güzel örneklerinden biridir. Gönül, dünyanın gürültüsünden, dünya meşgalesinden uzakta, sadece maşukuna adanmış bir divane, bir mecnundur. Bu makalede, bu divane gönlün nefs ve dünya ile olan kavgası, çetin imtihanları ve en nihayetinde maşukuna vuslat arzusu ele alınmıştır. Şair, okuyucuya bir nasihat misali, “Ey efendi! Sen bu dünyada ne kadar meşgul olursan ol, fanisin. Asıl bakî kalacak olan, o garip divane gönüldür. O gönlü hoş tut ki, o seni hakikate ulaştırsın” der gibidir. Hayâlî’nin bu beyti, fani hayatın geçiciliği karşısında asıl gayenin gönül hayatını abad etmek olduğunu ve bu uğurda her türlü meşakkatten kaçınmamak gerektiğini öğreten ibretli bir ders mahiyetindedir.
Özet: Bu makale, Hayâlî’nin beytinden yola çıkarak, fani dünya hayatı karşısında asıl bakî kalacak olanın maşukuna adanmış gönül divanesi olduğunu izah etmektedir. Gönlün bir garip âşık olarak tasvir edilmesi, tasavvufî ve manevi bir derinlik kazanmakta ve okuyucuya dünya meşgalesinden sıyrılarak gönül hayatını mamur etme nasihatini vermektedir. Makale, bu beyitteki derin manaları ve öğütleri ele alarak, insana asıl hayatı ve gayesini hatırlatmaktadır.
3. Makale: Hak Binin Gözü Olmayan Tabiat
İktibas: “Tabî’at rûşen olmaz olmayınca dîde-i hak-bîn / Alır mı beyt-i bî-revzen ziyâ hurşîd-i enverden” – Fitnat
Fitnat Hanım’ın bu beyti, maddî ve manevî hayat arasındaki tezatı ve manevî idrakin ehemmiyetini pek güzel bir şekilde izah etmektedir. Beytin birinci mısrası, tabiatın hakikatinin, “hakikati gören göz” (dide-i hak-bîn) olmadan anlaşılamayacağını belirtir. İkinci mısra ise bu hakikati, penceresi olmayan bir evin güneşin en parlak ışığından bile faydalanamayacağı gibi bir misalle teyid eder.
Bu beyitteki ana fikir, insanın evrenin ve hayatın sırlarını çözebilmek için sadece maddî duyulara ve akla itimat etmemesi gerektiğidir. İnsanın tabiatı ve kâinatı tam manasıyla idrak edebilmesi için manevî bir basirete, yani “hakikati gören bir göze” ihtiyacı vardır. Aksi halde, o kişi maddî âlemin perdeleri arkasında hakikatten mahrum kalır.
“O göz, kalb gözüdür. Kalb gözü kör olan, Cenab-ı Hakk’ı müşahede edemez. Çünkü akıl ve his ile maddiyata bakar, mazi ve müstakbelin karanlıklarını aydınlatacak bir nur-u imanîye muhtaçtır. Hem dünya bir aynadır; Cenab-ı Hak, o aynada esma-i hüsnasının cilvelerini tecelli ettirir.”
Bu beyt ve bu muhteva, aynı hakikate işaret etmektedir. İnsanın manevî basireti olmadan, etrafındaki harikulade hâdiseleri ve kâinat kitabını okuyamayacağı ve dolayısıyla hakikatin güneşinden mahrum kalacağı vurgulanmıştır.
Özet: Bu makale, Fitnat Hanım’ın beytini tahlil ederek, kâinatın sırlarının “hakikati gören göz” olmadan idrak edilemeyeceğini anlatmaktadır. Penceresi olmayan evin misaliyle, insanın sadece maddî duyularla yetinmesinin, onu hakikatten mahrum bırakacağını vurgulamıştır. Makale, manevi basiretin ehemmiyetini ve kalb gözünün zaruretini anlatmaktadır.
4. Makale: Dertli Kul Olmadan Sultanlık Arzulamak
İktibas: “Var sen Niyâzî yürü atma okun ileri / Derdiyle kul olmadan sultânı arzûlarsın” – Niyâzî-i Mısrî
Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde manevî yolda ilerlemek isteyenlere, adeta bir mürşid gibi, hikmet dolu bir nasihat vermektedir. “Okunu ileri atma” derken, sabırsız davranmamayı, manevî mertebelere acele etmemeyi, tecelli ve keşif peşinde koşmamayı öğütler. Asıl manevi ilerleme, dertli bir kul olmayı gerektirir. “Derdiyle kul olmadan sultanı arzularsın” mısraında ise, ilahi aşkın ve manevi makamların, çekilen sıkıntı ve dertlerin neticesi olduğunu ifade eder.
Bu beyt, tasavvuf yolundaki pek mühim bir ilkeye işaret eder: Dert ve mihnet, Allah’a vuslatın anahtarıdır. Kul, derdini ve sıkıntısını Allah’a arz ettikçe, O’na olan bağlılığı ve kulluğu artar. Bu dert, kulun ham nefsini pişiren bir ateş, ruhunu yücelten bir nurdur. Sultanlık makamı, yani Allah’a yakınlık, bu dertle kul olmanın bir neticesidir. Aceleci ve sabırsız olanlar, bu dertten kaçarak menzile ulaşamazlar. Bu makale, dert ve mihnetin manevi terakkideki ehemmiyetini, sabrın ve tevekkülün kıymetini anlatarak, Niyâzî-i Mısrî’nin bu hikmetli nasihatini geniş bir şekilde ele almaktadır.
Özet: Bu makale, Niyâzî-i Mısrî’nin beytinden hareketle, manevî yolda aceleciliğin yanlışlığını ve ilahi aşka ulaşmak için dertli bir kul olmanın elzemiyetini izah etmektedir. Dert ve mihnetin, insanın manevi derecesini yükselten bir imtihan olduğunu ve asıl sultanlığın, yani Allah’a yakınlığın, ancak bu dertlere sabırla göğüs germekle elde edilebileceğini vurgulamaktadır.
İktibas ve İzah
Asıl Metin:
طَاعَتِم اولما دى سكا لايق
روشن ايله بو قلبي يا خالق
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Ta‘âtim olmadı sana lâyık
Rûşen eyle bu kalbi yâ Hâlık
İzahı:
Bu beyitte, Hâlık (yaratıcı) olan Allah’a hitaben bir yakarış söz konusudur. Şair, Allah’a lâyık bir ibadetin, O’nun ululuğuna yakışır bir kulluğun ifa edilemediğini itiraf ediyor. Ardından, günahlarla kararmış olan kalbinin aydınlatılması ve nurlandırılması için Allah’tan niyazda bulunuyor. Bu, kulun acizliğini, Allah’ın ise kudret ve merhametini ortaya koyan derin bir tefekkürü ihtiva eder.
Asıl Metin:
دوستى كر زهر مار ايچسه اولور آب حيات
خصمى صو ايچسه دوز البته زهر ماره صو
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmi su içse döner elbette zehr-i mâra su
İzahı:
Bu beyit, dostluğun ve düşmanlığın mahiyetini Fuzûlî’nin edebi dehasıyla ifade etmektedir. Şair, eğer dost, yılan zehri bile içse o zehrin ona hayat suyu olacağını belirtirken, düşmanın ise berrak suyu içse bile o suyun ona yılan zehrine dönüşeceğini söylüyor. Bu, dostluğun ve düşmanlığın maddi şeylerin mahiyetini bile değiştirebilecek manevi bir kuvvet olduğunu anlatır. İnsan ilişkilerinde kalbin safiyetinin ve niyetin ne denli ehemmiyetli olduğunu vurgular.
Asıl Metin:
دردمندم يا رسول الله دوا اول دردمه
دستگير اول يا حبيب الله بو عاصى مجرمه
سن شفاعت كانى واركن يالوارايىم بن كيمه
بن رسول كبريانك بلبل نالانيم
مجرمم كرجه جمال مصطفى حيرانيم
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Derdimendim yâ Resûlallâh devâ ol derdime
Dest-gîr ol yâ Habîballâh bu âsî mücrime
Sen şefâ‘at kânı varken yalvarayım ben kime
Ben Resûl-i kibriyânın bülbül-i nâlânıyım
Mücrimim gerçi cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
İzahı:
Bu kasidede, şairin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin sevgi, özlem ve bağlılığı ifade edilmektedir. Şair, derdine derman bulmak ve günahlarından kurtulmak için Hz. Resûl’den yardım istiyor. Onu “Habîballâh” (Allah’ın sevgilisi) ve “şefâ‘at kânı” (şefaat madeni) olarak tanımlayarak, onun yanında başka bir mercie başvurmanın gereksiz olduğunu belirtiyor. Kendi acziyetini “âsî mücrim” (asi günahkâr) olarak nitelerken, kendisini Hz. Peygamber’in güzelliğine hayran olan, onun için inleyen bir bülbül olarak tasvir ediyor. Bu, ümmetin Hz. Peygamber’e olan sonsuz muhabbetini ve onun şefaatine olan ümidini gösteren manidar bir tablodur.
Asıl Metin:
كذشتم از سر مطلب تمام شد مطلب
حجاب چهره مقصود بوده مطلبها
Latin Harfleriyle:
Mefâ‘îlün Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Gozeştem ez-ser-i matlab temâm şod matlab
Hicâb-ı çehre-i maksûd bûde matlabhâ
İzahı:
Bu beyit, irfan ve tasavvufi bir derinliği ihtiva etmektedir. Şair, arzu ve isteklerinden vazgeçtiğini, bu nedenle de arzuladığı şeye ulaştığını söylüyor. Çünkü ona göre, istekler ve arzular, asıl maksadın yani Hakikat’in yüzündeki bir perdedir. İstekler, kulun manevi yolculuğunda birer engel teşkil eder. Ne zaman ki kul, fani olan tüm isteklerinden arınır, işte o zaman kalbindeki manevi perdeler kalkar ve asıl maksat olan ilahi hakikat tecelli eder.
Asıl Metin:
كيتمه اى يولجى برابر اوتوروب آغلا ليم
المم بر يور گك كارى دكل پايلشا ليم
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Gitme ey yolcu berâber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım
İzahı:
Bu beyit, Mehmet Akif Ersoy’a ait olup, derin bir hüzün ve empatiyi dile getirir. Şair, ayrılık vakti gelen birine hitap ederek, onunla birlikte oturup ağlamak istediğini belirtir. Bu, sadece bir hüzün paylaşımı değil, aynı zamanda manevi bir teselli arayışıdır. İkinci mısra, bu hüznün şahsî bir elemden öte, omuzlanması zor bir yük olduğunu anlatır. Şair, bu büyük elemi tek başına taşıyamayacağını ve bu yükün paylaşılması gerektiğini ifade eder. Bu, milletin ve ümmetin ortak elemlerini, dertlerini ve ıstıraplarını dile getiren, toplumsal bir acının müşahede edildiği manevi bir tablodur.
Makale
İrfan ve İnsan
İnsanın dünya hayatı, daima bir arayış ve yolculuktan ibarettir. Bu yolculukta kimi zaman en büyük yoldaşı kalbi, kimi zaman ise en büyük düşmanı yine kendi nefsidir. Yukarıda iktibas edilen beyitler, bu çetin yolculuğun farklı menzillerinde duran ve her biri ayrı bir hikmet, edep ve ibret ihtiva eden mühim duraklardır.
Muradi’nin beyiti, insanın acziyetini ve Allah karşısındaki kulluğunun yetersizliğini dile getirir. “Ta‘âtim olmadı sana lâyık / Rûşen eyle bu kalbi yâ Hâlık” diyerek, fani bir varlık olan kulun, Yüce Yaratıcı’ya lâyık bir ibadet sunmasının imkânsızlığını idrak edişini gösterir. Bu itiraf, bir yeis değil, bilakis Cenab-ı Hakk’ın sınırsız rahmetine ve kudretine olan itimadın bir neticesidir. Kalbi günahlarla kararmış olan bir kul, kendi çabasıyla o kalbi aydınlatamayacağını bilir. Bu sebeple, mütevazı bir yakarışla, kalbinin nurlandırılmasını, ilahi feyizle aydınlanmasını niyaz eder. Bu durum, Allah’ın rahmetinin kulun amellerinden daha üstün olduğunu ve kulluğun temelinde O’nun lütfuna sığınmanın yattığını gösteren en büyük delillerdendir.
Fuzûlî’nin eşsiz beyiti ise, dostluğun ve düşmanlığın manevi tesirini gözler önüne serer. “Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât / Hasmi su içse döner elbette zehr-i mâra su.” Bu söz, sadece bir edebi sanat değil, aynı zamanda bir irfan dersidir. Dostluk, kalbin ve niyetin safiyetinden neşet eden bir nurdur. Bu nur, maddi zehri bile manevi bir şifa kaynağına dönüştürebilir. Zira hakiki dost, dostunun hayrına çalışır ve ona manevi kuvvet verir. Düşmanlık ise, kin ve hasetle dolu bir kalbin eseri olup, en berrak suyu bile zehre dönüştürebilir. Tarihte dostluk uğruna nice fedakârlıklar yapılmış, düşmanlık yüzünden nice kavimler helak olmuştur. Bu beyit, insan ilişkilerinde kalbinin ne denli ehemmiyetli olduğunu, iyi niyetin ve saf sevginin her türlü kötülüğü alt edebileceğini gösterir.
Ali Ulvi Kurucu’nun beyiti ise, aşk-ı Nebi’nin bir yansımasıdır. “Derdimendim yâ Resûlallâh devâ ol derdime / Dest-gîr ol yâ Habîballâh bu âsî mücrime.” Şair, tüm dertlerine derman ve tüm günahlarına şefaatkâr olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmektedir. Bu, o devirde ve her devirde ümmetin Hz. Resûl’e olan derin bağlılığının bir ifadesidir. Asırlar boyunca İslâm coğrafyasında yazılan naatlar, mersiyeler ve methiyeler, bu aşkın ve ümidin birer nişanesidir. Bu beyit, sadece bir edebi eser değil, aynı zamanda ümmetin manevi sığınağının Hz. Resûl olduğunu beyan eden bir itikadi metindir.
Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beyti ise tasavvufi bir tecrübeyi anlatır. “Gozeştem ez-ser-i matlab temâm şod matlab / Hicâb-ı çehre-i maksûd bûde matlabhâ.” İnsanın en büyük arayışı, mutlak hakikate ulaşmaktır. Bu hakikate giden yol, nefsani arzulardan ve fani isteklerden arınmakla mümkündür. Derviş, dünya malından ve şöhretinden vazgeçtiğinde, kalbindeki perdeler kalkar ve maksat tecelli eder. Bu, bir paradoksu ihtiva eder: İstekten vazgeçmek, isteğe ulaşmaktır. Zira dünya menfaatleri, insanı gerçek maksadından alıkoyan birer perdedir. Bu, Hz. İbrahim’in (a.s.) putları kırması gibi, insanın da kalbindeki fani putları kırması gerektiğini anlatır.
Mehmet Akif Ersoy’un beyiti ise, manevi bir elemin paylaşımına davettir. “Gitme ey yolcu berâber oturup ağlaşalım / Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım.” Bu söz, sadece şahsi bir elemin ifadesi değil, İstiklal Şairimizin milletin içinde bulunduğu durumu yansıtan bir çığlığıdır. O, milletin elemini kendi elemi bilmiş ve bu yükü tek başına taşıyamayacağını ifade etmiştir. Tarihimiz nice zorlu devirleri görmüş, milletimiz nice elemler çekmiştir. Akif’in bu feryadı, o elemlerin ne kadar ağır olduğunu ve ancak ortak bir ruhla aşılabileceğini göstermektedir. Bu, aynı zamanda bir dayanışma ve kardeşlik çağrısıdır.
Özet
Bu makale, Muradi, Fuzûlî, Ali Ulvi Kurucu, Sâ’ib-i Tebrîzî ve Mehmet Akif Ersoy gibi büyük şairlerin beyitleri üzerinden insanlığın manevi ve ahlaki hallerine dair derinlikli bir tefekkür sunmaktadır. Muradi’nin beyiti, kulun acziyetini ve Allah’ın rahmetine olan ihtiyacını; Fuzûlî’nin beyiti, dostluk ve düşmanlığın manevi tesirini; Ali Ulvi Kurucu’nun beyiti, ümmetin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin sevgi ve bağlılığını; Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beyiti, tasavvufi yolculukta nefsin arzu ve isteklerinden arınmanın ehemmiyetini ve Mehmet Akif Ersoy’un beyiti ise, milletin ortak elem ve kederini ve bu yükün paylaşılması gerektiğini izah etmektedir. Her bir beyit, kendi muhtevasında insan hayatına dair mühim hakikatleri ve dersleri ihtiva etmektedir.
Makale 1: Ebedi Hayatın Sırrı: Taçlıcalı Yahyâ’nın İlahi Aşkı
İktibas: “Cihânın cânısın sensiz vücûdumda hayât olmaz / Bana senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz” – Taçlıcalı Yahyâ
İzah ve Açıklama:
Taçlıcalı Yahyâ’nın bu beyiti, görünürde beşerî bir aşkı terennüm etse de, hakikat-i hal vechesinden ilahi aşka bir intikal noktasıdır. Şair, âlemlerin canı olan Sevgili’yi (Allah veyahut Peygamber Efendimiz) hayata hayat veren olarak tasvir ediyor. O olmadan bedenin sadece bir et ve kemik yığınından ibaret olacağını, asıl hayatın manevî bir ruh ile mümkün olduğunu ifade ediyor. Bu manevî ruh, ancak O’nunla vuslat sayesinde elde edilebilir. “Senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz” ifadesi, bu manevî hayattan mahrum kalmanın, yani İlahi nurdan ve merhametten uzaklaşmanın, fâni bedenin ölümünden çok daha ağır bir yok oluş olduğunu belirtir. Bu bir fena değil, bir fenâ-i mutlak halidir. Aşk, mecazdan hakikate intikal eden bir köprü vazifesi görür.
Makale Muhteviyatı:
Hakiki bir hayatın sadece nefes alıp vermekten ibaret olmadığı, bilakis manevi bir varoluşun eseri olduğu düşüncesi, Tasavvuf ve İrfan geleneğinin en mühim kaidelerindendir. Taçlıcalı Yahyâ’nın bu mısraları, bu hakikate işaret eder. Hayatın muhteviyatını maddî varlığın ötesine taşıyan bu beyit, bizi asıl hayat kaynağını aramaya davet eder. İnsan, fıtratı gereği bir şeye bağlanmak, bir şeye yönelmek ihtiyacı hisseder. Bu yönelişin nihai noktası, bütün varlıkların kaynağı olan Yaratıcı’dır. O’nun rızasından uzaklaşmak, asıl hayatı kaybetmektir. Bu yüzden, İmam-ı Gazali’nin de buyurduğu gibi, “İnsan, dünya hayatında gurbette bir yolcu gibidir. Asıl vatanı ise manevi âlemdir.” Şair, bu beyitte manevi vatanından ayrı düşmenin, ölüme denk bir musibet olduğunu anlatmaktadır. Bu, maddî ölümden sonraki manevî yok oluşa veya ahiretteki hüsrana bir telmihtir. Bu manevi hayatı elde etmenin yolu, O’nunla daimî bir rabıta içinde olmaktan geçer. Bu rabıta, ibadetle, zikirle ve O’nun yolunda fedakârlıklarla tesis edilir. Bu şekilde manevî diriliğe kavuşan insan, maddî ölüme dahi bir vuslat kapısı olarak bakar.
Özet:
Taçlıcalı Yahyâ’nın beyti, hayatın asıl muhteviyatının İlahi aşk ve manevi varoluş olduğunu anlatır. Maddî varlığın canı, Yaratıcı’nın tecelliyatı ve inayetiyle mümkündür. O’ndan uzak kalmak ise, maddî ölümden daha zor ve çetin bir yok oluşu, yani manevî ölümü ihtiva eder. Asıl hayat, O’na olan yakınlık ve O’nunla olan vuslat iledir.
Makale 2: Vuslatın Pınarı: Fuzûlî’nin Mahşer Günü Duası
İktibas: “Umdûğum oldur ki mahrûm olmayam dîdârdan / Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su” – Fuzûlî
İzah ve Açıklama:
Fuzûlî, bu beytinde âşıkane ve hasret dolu bir niyazda bulunuyor. “Umdûğum oldur ki” diyerek, en büyük ümidinin ve arzusunun ne olduğunu belirtir: “dîdârdan”, yani Sevgili’nin yüzünü görmekten mahrum kalmamak. İkinci mısra ise bu ümidi bir metaforla derinleştirir: “Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su”. Bu mısra, “vuslat pınarından, o yüzü görmeye susamış olan bana su ver” manasına gelir. Burada “su”, o ilahi didarın kendisidir. Bu beyit, ahiretteki en büyük ödülün, Cennet’in dahi üstünde olan Allah’ın cemalini görmek olduğu inancına bir telmihtir. Fuzûlî, dünya hayatında çektiği aşk ve hasretin nihai karşılığının bu olmasını dilemektedir.
Makale Muhteviyatı:
Fuzûlî’nin bu mısraları, tasavvufî edebiyatın en nadide örneklerindendir. “Susuzluk” (teşne) kelimesi, dünya hayatında duyulan manevi hasreti, ibadetlere ve zikirlere olan ihtiyacı simgelerken, “su” kelimesi, bu hasretin dinmesini sağlayan ilahi tecelliyi, Cemalullah’ı temsil eder. Bu beyit, sadece bir edebi ifade değil, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde işaret edilen bir müjdeye dayanır.
T.D.V. Meali: Tevbe Sûresi, 72. Ayet
“Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın rızası ise hepsinden daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.”
Bu ayet, Allah’ın rızasının cennetlerden daha büyük bir nimet olduğunu belirtir. Fuzûlî’nin beyti, bu ilahi müjdeyi idrak eden bir kalbin sesi gibidir. Bu, imanın zirvesidir. Zira mümin, dünya hayatında zorluklara tahammül eder, ibadetlerini ifa eder ve her şeyden önemlisi, kalbini O’na bağlar. Mahşer günü, O’nun cemalini görmek, bütün bu çabaların en büyük karşılığıdır. Şair, bu makamın kendisinden mahrum kalmamasını dileyerek, bütün âşıklara rehberlik ediyor. Bu durum, aynı zamanda bir ibret dersi de sunar: asıl gayenin dünya metaı veya geçici zevkler değil, ebedi mutluluğun kaynağı olan İlahi Cemal olduğu hakikatini hatırlatır.
Özet:
Fuzûlî’nin beyti, mahşer günü en büyük ümidin, İlahi Didâr’ı görmek olduğunu terennüm eder. O’nun cemaline olan susuzluk, dünya hayatındaki bütün manevi çabaların kaynağıdır. Bu beyit, müminler için Cennet’in dahi üstünde bir makam olan Cemalullah’a kavuşma arzusunu dile getirir ve bu arzuya erişmenin en büyük kurtuluş olduğunu vurgular.
Makale 3: Kalemin Dilemması: Nâbî’nin Vefa ve Muhabbet Arayışı
İktibas: “Kalem keç-dil mürekkeb rû-siyâh kâğıd dü-rû bilmem / Kimi etsem o şûha arz-ı hâlim yazmada mahrem” – Nâbî
İzah ve Açıklama:
Nâbî’nin bu beyiti, derin bir hicranı ve vefa arayışını sembolik bir dille ifade eder. “Kalem keç-dil” (kalem garazkâr, eğri huylu), “mürekkeb rû-siyâh” (mürekkep kara yüzlü, vefasız), “kâğıd dü-rû” (kâğıt iki yüzlü) ifadeleri, şairin aşk derdini anlatmak için kullandığı araçların dahi güvenilmez olduğunu, yani aşkının büyüklüğünü anlatmaya kifayet etmediğini belirtir. Bu araçların her biri bir kusur taşır. Bu yüzden şair, kime güvenip de hâlini sevgiliye arz edeceğini, aşkının sırrını kime emanet edeceğini bilemez. Bu, sadece beşerî bir aşka has bir durum değil, aynı zamanda hakiki muhabbeti ifade etmenin zorluğuna da bir işarettir.
Makale Muhteviyatı:
Nâbî’nin bu beyiti, edebiyat ve psikoloji açısından önemli bir muhteva ihtiva eder. Kalemin “keç-dil” yani eğri huylu olması, insanın içindeki hisleri tam olarak kelimelere dökememesini sembolize eder. Mürekkebin “rü-siyah” olması, yazılanların bazen yanlış anlaşılmaya, kara yüzlü olmaya, yani istenmeyen sonuçlara yol açabilmesini ifade eder. Kâğıdın “iki yüzlü” olması ise, sözlerin ve yazının bazen ikiyüzlülükle, samimiyetsizlikle kullanılabileceği tehlikesini işaret eder. Nâbî, bu araçların hiçbirine güvenemediğini, yani sözün ve yazının aciz kaldığını, sadece kalpten kalbe bir rabıtanın esas olduğunu ima eder. Bu durum, insan ilişkilerinde güvenin, samimiyetin ve hakiki muhabbetin ne kadar nadir bulunduğunu gösteren bir ibret dersidir. Gerçek duygu ve düşünceler, çoğu zaman dilden ve kalemden dökülenlerden çok daha derindir. Bu nedenle, kalpten gelen bir muhabbeti ancak yine kalbi temiz olan birine anlatmanın mümkün olduğu mesajı verilir. Bu, hem Allah’a olan aşkı ifade etme zorluğunu hem de beşerî ilişkilerde samimiyet arayışını dile getiren düşündürücü bir beyittir.
Özet:
Nâbî’nin beyti, aşk derdini ifade etmek için kullanılan araçların (kalem, mürekkep, kâğıt) dahi güvenilmez olduğunu anlatır. Bu beyit, kelimelerin ve ifadelerin, kalpteki derin duyguları tam olarak yansıtmakta aciz kaldığını gösterir. Asıl sırrın, kelimelerin ötesinde, kalpten kalbe olan bir rabıta ile iletilebileceği vurgulanır. Bu, insan ilişkilerinde samimiyet ve güvenin ne kadar kıymetli olduğunu gösteren bir ibret dersidir.
Makale 4: Fani Dünya ve Hür İnsan: Lâedrî’nin Nasihati
İktibas: “Ey gönül bir cân için her câna minnet eyleme / İzzet-i dünyâ için sultâna minnet eyleme” – Lâedrî
İzah ve Açıklama:
Lâedrî (Şairi bilinmeyen), bu beyitte insan onurunu ve şerefini muhafaza etmenin önemini vurgulayan çok kıymetli bir öğüt verir. “Ey gönül bir can için her cana minnet eyleme” diyerek, insanın hayatını sürdürmek için dahi her insana boyun eğmemesi gerektiğini, izzetini ve şerefini koruması gerektiğini belirtir. İkinci mısra, bu öğüdü daha da genişleterek, “İzzet-i dünyâ için sultâna minnet eyleme” der. Yani, dünyevi bir makam, mevki veya zenginlik için bir hükümdara dahi el açıp boyun eğme, şahsiyetinden taviz verme. Bu, tam anlamıyla hür bir insan olma çağrısıdır. Bu beyit, kişisel onurun, maddî kazanımların çok üstünde olduğunu gösteren güçlü bir nasihat ihtiva eder.
Makale Muhteviyatı:
Bu beyit, tarihi ve toplumsal açıdan derin bir muhteviyat taşır. Osmanlı İmparatorluğu gibi monarşik bir düzende, sultanın mutlak otoritesi altında yaşarken bu tür bir nasihatin verilmesi, bireysel onurun ne kadar mühim bir kavram olduğunu gösterir. İslam ahlakında “izzet-i nefs” (nefis şerefi) kavramı çok önemlidir. Sadece Allah’a kul olmak, O’ndan başkasına boyun eğmemek, şahsiyetin temelini oluşturur. Bu beyit, bu inancın edebi bir ifadesidir. İnsan, kendi değerini ve onurunu ancak başkasına karşı minnet etmeyerek koruyabilir. Dünya malı için bir başkasına boyun eğmek, insanı manen köleleştirir.
T.D.V. Meali: Tevbe Sûresi, 71. Ayet
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah, azîzdir (üstün ve güçlü), hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).”
Bu ayetteki “Aziz” kelimesi, Allah’ın şerefli ve üstün olduğunu belirtir. Bu, Müslümanın da ancak Allah’a kullukla izzet bulacağını ima eder. Lâedrî’nin beyti, bu ilahi prensibi dünya hayatına uygulamamızı tavsiye eder. Bir makam, bir mevki, bir zenginlik için onurdan taviz vermek, hakiki izzeti kaybetmek demektir. Makale, bu beyitten yola çıkarak, hürriyetin sadece fiziksel değil, aynı zamanda manevi bir hal olduğunu, gerçek hürriyetin ise sadece Allah’a karşı kul olmakla mümkün olduğunu izah edecektir.
Özet:
Lâedrî’nin beyti, insanın hayatını idame ettirmek veya dünya malı elde etmek için şahsiyetinden ve onurundan taviz vermemesini öğütler. Gerçek izzet ve hürriyetin, sadece Allah’a kulluk etmekle elde edilebileceğini ve başkalarına boyun eğmenin manevi bir esaret olduğunu belirtir. Bu, her dönemde geçerliliğini koruyan, düşündürücü ve ibretli bir nasihattir.
Makale 5: Kabir ve Aşk: Hâfız Ahmed Soyyiğit’in Ebedi Dost Arayışı
İktibas: “Kapatırlar seni bir hâl-i harâba yalnız / Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul” – Hâfız Ahmed Soyyiğit
İzah ve Açıklama:
Hâfız Ahmed Soyyiğit’in bu beyti, insana kabir hakikatini ve bu yoldaki yalnızlığını hatırlatan son derece ibretli bir uyarı niteliğindedir. “Kapatırlar seni bir hâl-i harâba yalnız” mısrası, kabrin kaçınılmaz bir akıbet olduğunu ve insanın oraya tek başına gireceğini vurgular. Bu “hâl-i harâb”, yani harap yer, fani dünyanın bütün ihtişamının anlamsızlaştığı, her şeyin geride bırakıldığı kabir hayatıdır. İkinci mısra, bu yalnızlık ve karanlık ortamda insana neyin yâr, yani dost olabileceğini düşündürür: “Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul”. Bu yâr, dünyadaki dostlar, aile veya mal-mülk değildir. Bu yâr, ancak insanın bu dünya hayatında amel olarak biriktirdikleri, yani salih amelleri, imanı ve Allah’a olan yakınlığı olabilir.
Makale Muhteviyatı:
Bu beyit, metafizik ve ahlaki açıdan derin bir muhteva taşır. İnsan, hayatı boyunca birçok şeye bağlanır, birçok dost edinir ve mal-mülk biriktirir. Ancak, ölüm kapısı bütün bu bağları koparır. Kur’an-ı Kerim ve hadisler bu hakikati defaatle vurgular.
T.D.V. Meali: Abese Sûresi, 34-37. Ayetler
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendine yetecek bir derdi vardır.”
Bu ayetler, kıyamet gününün dehşetini tasvir ederken, Hâfız Ahmed Soyyiğit’in beyti, bu yalnızlığın daha ilk adımı olan kabirde başladığını hatırlatır. İnsan, kabirde tek başına kalır ve sadece amelleri ona yoldaşlık eder. Bu, dünya hayatında boş işlerle vakit kaybetmek yerine, ebedi hayat için hazırlık yapmanın önemine dair bir ibret dersidir. “Karanlık geceler” ifadesi, kabir azabını ve cehalet karanlığını da simgeleyebilir. Bu karanlığı aydınlatacak yegâne şey, Kur’an’ın nuru, namazın aydınlığı, zikrin sıcaklığı ve salih amellerin ferahlığıdır. Makale, bu beyitten yola çıkarak, hayatın fani olduğunu, asıl hedefin ebedi hayatın yoldaşını, yani salih ameli aramak olduğunu izah edecektir.
Özet:
Hâfız Ahmed Soyyiğit’in beyti, insanın kabirdeki yalnızlığını ve bu yalnızlığa çare olacak tek dostun salih ameller olduğunu anlatır. Dünya hayatındaki bütün bağların ölümle son bulacağı ve asıl yoldaşın bu fani hayat boyunca biriktirilen manevi sermaye olduğu vurgulanır. Bu, insanı dünya malına ve geçici zevklere aldanmaktan alıkoyan, ibretli ve düşündürücü bir nasihattir.
Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü
Ne garip bir tecellîdir ki, hak ile bâtılın mücadelesi binler yıl öncesinden bugüne değişmeden devam eder. Firavun’un zulmü nasıl Nil’in sularına bebekleri gömdüyse, bugünün zalimleri de Akdeniz’in sularına, Gazze’nin topraklarına masumları gömüyor. Ve bu devrin Firavunları, insanlık kisvesi altında en büyük insanlık cinayetini işlemektedir.
Bir sözleşme, bir ateşkes denildi. Lâkin ateşkes, zalim için nefes, mazlum için yeni bir mezar oldu. İsrail, kendi elleriyle öldürdüğü esirleri bahane ederek, bombalarının pasını yeniden temizledi. Gazze’de taş üstünde taş kalmamışken, onlar üç-beş leş-kerinin ardına düşüp “adalet” davası güder göründüler. Hâlbuki adaletin ilk şartı, vicdanın ölmemesidir. Fakat onların vicdanı, bombaların dumanı arasında çoktan boğulmuştur.
Gazze, bugün insanlığın aynasıdır. O aynaya bakan herkes kendi yüzünü görür. Kimisi orada şefkatin, sabrın, metanetin timsalini görür; kimisi de kendi sükûtunun, korkaklığının ve menfaatinin karanlık yüzünü…
Zulümle Âbâd Olunmaz
Tarihin sayfaları şehadet eder ki, hiçbir kavim zulümle bâkî kalmamıştır. Nemrud’un ateşi nasıl serinliğe döndüyse, Firavun’un sarayı da nasıl dalgalara mezar olduysa, bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır. Çünkü zulmün kökü, rahmetle sulanmaz; gazapla kurur.
İsrail, kendi yaptığı mezalimi “güvenlik” ve “öz savunma” maskesiyle gizlemeye çalışırken aslında kendi sonunu kazıyor. Çünkü öldürdüğü her çocuk, göğe yükselen bir delil oluyor. Her yıkılan ev, kıyamet günü bir mahkeme binası olacak.
Ve elbette Allah’ın adaleti, bir gün mutlaka tecellî edecek.
Kur’ân buyurur:
“Zulmedenler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ, 26/227 — TDV Meali)
Unutulan Gazze ve Hatırlanan Leş-kerler
Bugün dünya basını, “üç İsrailli ölmüş” diye ağıt yakıyor; oysa yüz binlerce Gazzeli toprağın altında sessizce uyuyor.
Bir insanlık faciası, birkaç propaganda cümlesine indirilmiş.
Gazze’de bir annenin çocuğunun elinden düşen son ekmek parçası haber değeri taşımıyorsa, orada insanlık bitmiş demektir.
Gazze sadece bir şehir değil, insanlığın imtihan sahasıdır.
Ve biz bu imtihanda sınıfta kaldık.
Kimi sessizliğiyle, kimi menfaat hesabıyla, kimi korkaklığıyla…
Hikmetle Bakıldığında
Belki de bu hâdise, insanın kendi aynasına bakması içindir.
Çünkü zulme karşı sessiz kalan, zalimin suçuna ortaktır.
Gazze, sadece İsrail’in değil; sessiz dünyanın da vicdan mahkemesidir.
Ve bu mahkemede her bir suskun dudak, bir suç belgesi hükmündedir.
Son Söz
Gazze’nin yıkılan duvarlarından hâlâ tek bir nida yükseliyor:
“Biz ölmedik, sadece Rabbin vaadine yürüdük.”
Zalim bilsin ki, mazlumun duası yerde kalmaz.
Bir gün adaletin fırtınası esecek; o gün ne bombalar, ne yalanlar, ne de diplomatik oyunlar bir işe yarayacak.
O gün, hak yerini bulacak, bâtıl yok olup gidecek.
Ve tarih, bu çağın zalimlerini değil, sabırla direnen Gazzelileri yazacak.
Çünkü zafer, her zaman kılıçla değil, hakla, sabırla ve imanla kazanılır.
Fakirlik Edebiyatı ve Zihniyetin Maskesi: Hakikatin Perdesi Aralandı
Tarih, yalnızca hâdiselerin değil, zihniyetlerin de aynasıdır.
Bir milletin geçmişine baktığınızda sadece kimlerin iktidarda olduğunu değil, hangi fikirlerin gönüllerde hüküm sürdüğünü de görürsünüz.
İşte Türkiye’nin son yarım asırlık serencamı da böyledir:
Bir tarafta üretim, terakki ve gayretle büyümek isteyen bir millet;
diğer tarafta “yoksulluk” edebiyatı üzerinden siyaset inşa etmeye çalışan bir zihniyet.
Fakirliği Savunmak mı, Kullanmak mı?
1970’lerden itibaren sol ve sosyalist çevreler, “fakir halkın temsilcisi” iddiasıyla sahneye çıktı.
Kendilerini mazlumun sesi, halkın umudu gibi göstermeye çalıştılar.
Lâkin zaman geçti, maskeler düştü, hakikat göründü:
Bu “fakirlik” onların ideolojisinin değil, siyasî sermayesinin ta kendisiydi.
Her fırsatta “açız, yoksuluz, perişanız” diye feryat edenlerin,
bugün milyarlık servetlerle, yalılarla, lüks araçlarla boy göstermesi;
hakikatin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkışıdır.
Fakirliği Kutsamak, Çalışmayı Küçümsemek
Hâlbuki bizim medeniyetimizde fakirlik bir şeref vesilesi değil, sabrın imtihanıdır.
Zenginlik ise bir fitne değil, emanetin ağırlığıdır.
Ama sol zihniyet, “fakirliği kutsayarak” çalışkanlığı, üretimi, gayreti gölgeledi.
İşsizliği sistemin değil, iradenin eseri olmaktan çıkarıp,
“ezilmişlik” perdesi altında bir siyasî kimlik hâline getirdi.
Böylece halkın gayreti değil, şikâyeti üzerinden siyaset kuruldu.
Ve her seçim dönemi aynı sahne yeniden oynandı:
Bir yanda fakir halkın yıpranmış yüzleri, diğer yanda o yüzlerden geçinen ideolojik tüccarlar…
Sefer Karaaslan Misali: Hakikat Perdesinin Aralanışı
Yakın zamanda yaşanan hadise bunun en canlı örneğidir.
Çöpten karton toplayan bir ihtiyarın görüntüsü, “açlık ve sefaletin sembolü” diye paylaşılır paylaşılmaz, memleketin gündemini kapladı.
Ancak perde aralandığında, o ihtiyarın hem Almanya hem Türkiye’den emekli maaşı alan, mülk sahibi, sağlıklı bir insan olduğu ortaya çıktı.
Yani ortada “fakirlik” değil, çalışma sevgisi ve üretken bir ruhun azmi vardı.
Ne var ki bu hakikat, ideolojik kalıplara sığmadı.
Çünkü “fakirlik” bazıları için bir hakikat değil, bir araçtı.
Gerçek Fakir, Hakikati Kaybedendir
Fakirlik, cebin boş olması değildir;
vicdanın, aklın ve hakkaniyetin boşalmasıdır.
Gerçek fakir, haksızlığı meşrulaştıran, halkın inancını istismar eden,
yalanı hakikat diye pazarlayandır.
Bu sebeple, bugün lüks sofralarda oturup “halk aç” diyenlerin,
asıl açlığı vicdan ve ahlâk açlığıdır.
Tarihin Aynasında Bir Gerçek
Osmanlı, asırlarca adaletle hükmetti.
Halkın rızkı helalinden, kazancı alın terindendi.
O devrin insanı bilir ki, fakirlik bir kader bahanesi değil, gayretsizliktir;
çalışmak ise kulluğun bir tezahürüdür.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Kişinin kazancının en hayırlısı, kendi elinin emeğiyle kazandığıdır.”
Ama bugünün ideolojik kalıntıları, çalışmayı değil, yakınmayı öğretti.
Üretmeyi değil, bahane bulmayı sevdirdi.
Fakirliği değil, fakirlik görüntüsünü pazarladı.
Son Söz: Hakikat Güneşi Perde Arkasında Kalmaz
Bugün hakikat yeniden doğmaktadır.
Millet artık boş sloganlara değil, alın terine bakmaktadır.
Gerçek yoksulluk değil, yoksulluk duygu ve hissi ve hissesi satılmaktadır.
Fakat güneş, çamurla sıvanmaz; hakikat, perdeyle örtülmez.
Çünkü zaman, her şeyi süzer.
Ve sonunda hakikat, yalanın maskesini düşürür.
“Zulüm ve yalan, bir müddet yaşar;
fakat hakikat bir kere doğdu mu, gölgesini bile yaşatmaz.”
Ahlâm, ihtilâm ve hilm kelimeleri Arapça asıllı olup kökleri, manaları, kullanıldıkları yerler ve hatta harf terkibinden doğan mânâ incelikleri bakımından birbirinden farklıdır.
Fakat hepsi ح ل م (ḥ-l-m) kökünden türemiştir. Bu kök, genel olarak “akıl, olgunluk, yumuşaklık, rüya ve sabır” mânâsını taşır.
Şimdi kelime kelime inceleyelim:
🌙 1. AHLÂM (أَحْلَام)
Kökü: حُلْم (ḥulm) → çoğulu Ahlâm
Asıl ve Sarfî Yapısı: “Ahlâm”, hülye / rüya anlamındaki “ḥulm” kelimesinin çoğuludur. 🔹 Lügat Mânâsı:
• Rüya, düş.
• Özellikle ergenlikte görülen rüya (cinsî rüya) anlamında da kullanılır.
• Aynı kökten gelen “ḥilm” ile aynı harflerden oluştuğu için bazen “aklî olgunluk” mânâsına da mecazen kullanılır.
🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“(أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ)”
(Yûsuf, 12/44 — TDV Meali: “Dediler ki: Bunlar karışık düşlerdir; biz böyle düşlerin tabirini bilmeyiz.”)
Buradaki Ahlâm kelimesi, karışık, manasız rüyalar için kullanılmıştır. 🔹 Muradifleri (Yakın Mânâlıları):
• Ru’yâ (رؤيا): Hakikî, ilâhî kaynaklı rüya.
• Hülyâ (حُلْم): Kuruntulu, hayalî düş.
• Menâm (منام): Uyku veya rüya hâli. 🔹 İlleti (Sebep Mânâsı):
Rüya görmek, nefsin uyku hâlinde zahirle irtibatının kesilmesiyle ruhun gaybî âleme açılmasıdır. Bu sebeple “Ahlâm”, nefsin gaybî idrakinin sembolik anlatımıdır. 🔹 Hizmeti (Faaliyeti):
İnsanın iç âleminden veya gaybdan gelen işaretleri, remzleri, tefekkür ve tezekkür için bir vesile kılmak. 🌊 2. İHTİLÂM (اِحْتِلَام)
Kökü: ح ل م (ḥ-l-m)
Babı: “İf‘ilâl” babı (اِفْتِعَالٌ) → “İhtilâm” 🔹 Lügat Mânâsı:
• Ergenlik çağına girip rüya görmek suretiyle meni gelmesi.
• Büluğ, rüşd ve cinsî olgunluk hâli. 🔹 Istılahî Mânâsı:
Fıkıhta “ihtilâm olmak” kişinin bülûğa erdiğini gösteren işarettir.
Yani bir çocuğun “ihtilâm olması”, artık dinen mükellefiyet (sorumluluk) yaşına erişmesidir. 🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“Ey iman edenler! Sizden olan küçükler, henüz ergenlik çağına erişmemiş (لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ) olanlar…”
(Nûr, 24/58 — TDV Meali: “Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunanlar ve sizden olup henüz ergenlik çağına ulaşmamış çocuklar…”)
Buradaki hulüm kelimesi “ihtilâm” ile aynı kökten gelir ve “ergenlik, olgunluk çağı” demektir. 🔹 Muradifleri:
• Bülûğ (بلوغ): Ergenlik, olgunluk.
• Rüşd (رشد): Aklen ve ahlaken olgunluk. 🔹 İlleti:
İnsanın yaratılışındaki tabii tekâmülün bir sonucu; cismanî olgunluğun işareti. 🔹 Hizmeti:
Mükellefiyetin başlangıcını, yani kulluğun sorumluluk çağına girişi belirtir.
🌾 3. HİLM (حِلْم)
Kökü: ح ل م (ḥ-l-m) 🔹 Lügat Mânâsı:
• Yumuşak huyluluk, ağır başlılık, aklın sükûneti.
• Acelecilikten, öfkeden uzak, vakar ve sabır hâli. 🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu (حَلِيمٌ), içli ve kendini Allah’a vermişti.”
(Hûd, 11/75 — TDV Meali)
“Allah Halîmdir, Ğafûr’dur.”
(Bakara, 2/235) 🔹 Muradifleri:
• Rauf: Merhametli.
• Sabûr: Sabırlı.
• Hakîm: Hikmet sahibi.
• Vekûr: Ağırbaşlı, teenni sahibi. 🔹 İlleti:
Akıl ve kalp dengesinden doğan manevî olgunluk hâlidir.
Nefsin hiddetine karşı kalbin itminanını muhafaza etmesi, ilahî bir sıfat olarak da “Allah’ın Hilm sıfatı” tecellisidir. 🔹 Hizmeti:
Toplumda sulh, vakar ve merhamet iklimi oluşturur; nefsi ıslah eder. 🌟 Kısa Fark Özeti:
Kelime – Asıl Mânâ Sahası -İlleti Hizmeti Ahlâm Rüya, düş Ruhî ve hayalî
Uyku hâlinde ruhun tecellisi
Gaybî işaretleri
idrak
İhtilâm – Rüya yoluyla bülûğa erme
Bedenî, nefsânî – Cismanî olgunluk Mükellefiyetin başlangıcı
Hilm -Yumuşaklık, sabır, olgunluk
Ahlâkî, kalbî – Akıl ve kalp sükûnu
Ahlâkı kemale erdirmek
hilm; ene ve nefsin galeyânını kıran bir fazilettir.
Meselâ:
“Hilm, nefsin celâline karşı bir cemâldir.”
******
Bu üç harf, hem lafız olarak hem de tasavvufî ve hakikî mânâ katmanlarında birbirine ince bir nizamla bağlanır.
Her harf, bir tecellî mertebesi gibidir.
🕊️ 1. Harf: ḥâ’ (ح)
🔹 Harfin Mânâsı:
• Arap harflerinin “nefesli” harflerindendir; boğazın derûnundan çıkar.
• Hayat (حياة), hakk (حقّ), hubb (محبّة), hakikat (حقيقة) gibi kelimelerin başında bulunur. 🔹 Remzî ve Tasavvufî Mânâsı:
• “Hayatın ve Rahmetin nefesi”ni temsil eder.
• Harfin şekli “açık bir kavis” gibidir; bu da rahmetin kuşatıcılığı ve kalbin yumuşaklığına işarettir.
• Nefesin başı, yani varlığın ilk soluğu gibidir. 🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
“ḥâ” burada, rüya ve yumuşaklık kökünün ilk unsuru olarak, hayatın kaynağı olan latif duyuşu başlatır.
Yani hilm, şiddet değil, hayatın rahmet nefesiyle başlar.
🌾 2. Harf: lâm (ل)
🔹 Harf Mânâsı:
• “Lütuf”, “bağlantı” ve “iltihak” mânâsına gelir.
• Lâm, Arapça’da mülkiyet, bağ, yöneliş manasını taşır: “lillâh = Allah içindir.” 🔹 Remzî Mânâsı:
• Harfin şekli, aşağıdan yukarıya uzanan bir hat gibidir; kulun Allah’a yönelişi, kalbin yükselişi.
• Tasavvufta muhabbet hattı olarak görülür: “ح”da doğan rahmet nefesi, “ل”de yöneliş bulur. 🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
Lâm, “ḥâ”nın rahmetini düzenleyen aklın bağıdır.
Böylece “ḥilm”de, rahmet duygusu akılla terbiye edilir: duyguda rahmet, tavırda ölçü.
🌙 3. Harf: mîm (م)
🔹 Harf Mânâsı:
• “Mâ, mevcûdiyet, mânâ, mahiyet” köklerinin ana harfidir.
• Harf şekliyle kapsayıcı bir daireyi andırır; bu da “cem” (birleştirme) ve “tamamlanma”yı ifade eder. 🔹 Remzî Mânâsı:
• “Mîm” varlığın son halkası, meyveleşme ve tecellî mertebesidir.
• “ḥâ”nın hayat nefesi, “lâm”ın lütuf bağıyla birleşir ve “mîm”de kemâl bulur. 🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
Mîm, hilm’in meyvesidir: sükûnet, vakar ve olgunluk.
Rüya (ḥulm) hâlinde bu, ruhun gayba açılışı;
Ahlâkta (ḥilm) ise bu, nefsin akıl ve rahmetle terbiye bulmasıdır. 🌿 Bütün Olarak “ح ل م” Kökü:
Harf -Temsil Ettiği Mana
Hilm’de Vazifesi
ḥâ (ح)Hayat, rahmet, nefes
Duygusal yumuşaklık, rahmetin aslı
lâm (ل)Lütuf, bağ, yöneliş
Aklın düzenleyici bağı
mîm (م)Mânâ, meyve, tamamlanma
Sabır, vakar, kemâl neticesi 🔸 Böylece ḥilm, bu üç mertebenin birleşimiyle oluşur:
Hayat (ḥâ) → Lütuf (lâm) → Mânâ (mîm)
Bu sıralama, “şiddetten sükûnete”, “nefsîden ruhânîye” giden terbiyeyi gösterir. 🌺 Tasavvufî Mânâyla Netice:
• Ahlâm (rüyalar): Ruhun ḥâ mertebesinde seyridir — rahmet nefesinin gaybî yansımalarıdır.
• İhtilâm: Lâm mertebesidir — cismaniyetle ruhun bağ kurduğu olgunluk hâlidir.
• Hilm: Mîm mertebesidir — bu bağın kemâle erdiği, rahmetin akılla birleştiği hâl.
Yani ح ل م kökü, insandaki ruhî yolculuğun üç hâlini de ihtiva eder:
“Hayatın nefesi (ḥâ) → Aklın lütfu (lâm) → Kalbin kemâli (mîm).”
İktibas 1: Sa’dî-i Şîrâzî
Benî Âdem a’zâ-yı yek-dîgerend
Ki der-âferîneş zî-yek gevherend
Çü uzvî be-derd âvered rûzgâr
Dîger uzvhâ-râ ne-mâned karâr
To kez-mihnet-i dîgerân bî-gamî
Neşâyed ki nâmet nehend âdemî
İzah ve Açıklaması: Bu beyitler, İslâm medeniyetinin ve irfanının temel prensiplerinden olan insanlık vahdetinin en güzel ifadelerinden biridir. Şair, bütün insanların bir vücudun organları gibi olduğunu, yaratılış itibarıyla aynı cevherden olduklarını belirtir. Zira bir uzuv acı çektiğinde, diğer uzuvlar rahat duramaz. Eğer sen başkalarının derdine ve mihnetine alâkasız kalıyorsan, insan ismine lâyık değilsin. Bu beyitler, merhamet, yardımlaşma ve empati gibi insani hasletlerin ehemmiyetini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
İnsanlık Vücudu ve Cihanşümul Şuur Makalesi
İnsanlık, zamanın ve mekânın dar kalıplarını aşan, müşterek bir mukadderata sahip tek bir vücuttur. Bu hakikat, sadece dini ve ahlaki bir telkin değil, aynı zamanda hayatın bizzat kendisine sirayet eden bir düsturdur. Sa’dî-i Şîrâzî’nin asırlar evvel lisanından dökülen bu beytin muhtevası, günümüzde dahi cihanşümul bir şuur ve vicdan çağrısı olarak kulaklarımızda çınlamaktadır. Yaratılışın aynı cevherden neşet etmesi, tenlerimizdeki renk farklılıklarını, coğrafyamızdaki uzaklıkları ve lisanlarımızdaki ayrılıkları anlamsız kılmaktadır. Zira insan, kalbinin atışı, hissiyatının derinliği ve aklının genişliğiyle her yerde aynıdır.
Bu beytin en çarpıcı cevabı, bir vücudun a’zâları arasındaki o hassas rabıtada gizlidir. Bir el, bir parmak veya bir göz acı çektiğinde, bu acı tüm vücuda yayılır ve huzursuzluk hâsıl eder. Bu, fıtrî bir reaksiyondur ve vücudun ahenk içinde yaşaması için zaruridir. Aynen öyle de, dünyanın herhangi bir bucağında bir insan, açlıktan, zulümden veya sefaletten mustarip olduğunda, bu ıstırabın yankısı, insanlık ailesinin her bir ferdinin kalbinde hissedilmelidir. Eğer bu fıtrî tepki köreldiyse, kalplerimiz katılaşmış, vicdanımız pas tutmuş demektir. O halde insan, isminin muhtevasına yaraşır bir hayat sürmekten uzaklaşır.
İnsanlık tarihi, bu hakikate ya kulak verenlerin inşa ettiği merhamet ve adalet medeniyetleriyle, ya da bu sese sağır kalanların sebep olduğu yıkım ve gözyaşlarıyla doludur. Birlik ve beraberlik, sadece fiziki bir yakınlık değil, aynı zamanda manevi bir bağdır. Bu bağın kuvveti, ancak başkasının derdine ortak olmakla, onun yarasını sarmaya çalışmakla anlaşılır. Zira insan, başkalarıyla kurduğu münasebetle insaniyetini kemâle erdirir. Sa’dî’nin beyitleri, bizlere bencilliğin ve gafletin, insanlık cevherimize en büyük ihanet olduğunu hatırlatır. Zira başkasının derdine derman olamayan bir kalp, kendi hayatının da muhtevasını idrak edemez. Bu, sadece bir şairin sesi değil, insanlığın ortak vicdanının ezelden ebede uzanan beyanıdır.
Özet: Sa’dî-i Şîrâzî’nin beyitleri, insanlığın bir vücut gibi olduğunu, birinin derdinin tüm vücudu etkilediğini vurgular. Eğer bir insan, başkasının acısına alâkasız kalırsa, insanlık vasfını yitirmiş olur. Makale, bu fikirden hareketle, merhamet, empati ve insanlık şuurunun medeniyetlerin inşasındaki ehemmiyetini ve hayatın her veçhesine sirayet eden bu hakikati ele almaktadır.
İktibas 2: Nev’î
Kahr-ı dehr ile olur tûtî guraba hem-nîşîn
Yine şevkâyı gurab eyler garâbet bundadır
İzah ve Açıklaması: Nev’î’nin bu beyti, dünyanın kahredici tecellileri karşısında hayatın ne kadar garip bir hâl alabileceğini izah eder. Papağan (tûtî), güzelliğin, zarafetin ve hoş lisanın; karga (gurab) ise çirkinliğin, uğursuzluğun ve kaba sesin sembolüdür. Normalde bir araya gelemeyecek bu iki varlığın, zamanın kahriyle yan yana gelmesi bir garipliktir. Fakat esas gariplik, bu vaziyete düşen papağanın şikayetlerini kargaya yapmasıdır. Bu, ıstırabın, insanı çareyi umulmadık yerlerde arayacak bir perişanlığa sürüklemesini ve kaderin tuhaflıklarını ihtiva eder.
Kaderin Cilvesi ve Hayatın İronisi Makalesi
Hayatın muhtevası, bazen insanı kendi iradesinin haricinde, akla ve mantığa muhalif durumlara düşürebilir. Kaderin cilveleri, alışılageldik nizamları altüst ederek, güzeli çirkinle, haklıyı haksızla, bilgini cahille aynı kefeye koyabilir. Nev’î’nin bu beyti, bu garip ve trajik manzarayı, papağan ile karga sembolizmi üzerinden hikmetli bir şekilde ortaya koymaktadır. Papağan, lisanı ve zarafetiyle hayranlık uyandıran bir varlık iken, karga uğursuz ve kaba bir imgedir. Bu iki zıt unsurun, feleğin kahrı neticesinde aynı mecliste bulunması, hayatın bazen ne kadar garip görünebileceğinin bir göstergesidir.
Ancak beytin asıl derinliği, papağanın şikayetini kargaya yapmasında saklıdır. Bu durum, ıstırabın insanı, derdini anlayamayacak, hatta derdinden zevk alabilecek birine açma mecburiyetine sevk edişini ihtiva eder. Bu bir nevi, çaresizliğin en son mertebesidir. Bu, hayatın acı bir ironisidir. Zira insan, dermanı dertte, teselliyi kederde bulmaya çalışabilir. Bu, aynı zamanda, insanın en zorlu anlarda bile fıtratından tamamen kopmadığını ve içindeki şikayet etme arzusunun kime karşı olursa olsun tezahür ettiğini gösterir.
Tarihî süreçte pek çok edebi ve felsefi metin, bu türden “garabetleri” konu edinmiştir. Ehl-i kemâlin, ehliyetsiz kişilerce idare edildiği, hakikatin lisanının gürültüye boğulduğu dönemler, bu beytin muhtevasına en güzel misallerdendir. Asıl olan, bu türden garabetler karşısında insanın kendi özünden, duruşundan ve şahsiyetinden taviz vermemesidir. Zira papağan, ne kadar kargaya şikayet etse de, onun lisanı ve zarafeti değişmez. Hayatın zorlukları, karakterin ve asaletın mihenk taşıdır. Bu durumda insan, fıtratına sığınarak, dertlerini dertten anlamayanlara değil, bizzat Hakk’a arz etmeli, iç huzurunu korumaya gayret etmelidir.
Özet: Nev’î’nin beyti, feleğin adaletsizliği sonucu güzellik ve zarafetin, çirkinlik ve kabalıkla aynı seviyeye inmesini ve bu durumun asıl ironisinin, ehl-i kemâlin derdini ehline değil, tam zıddına arz etmesi olduğunu anlatır. Makale, bu beyit üzerinden hayatın ironik yönlerini, kaderin cilvelerini ve insanın zorluklar karşısında kendi özünü korumasının ehemmiyetini ele alır.
İktibas 3: Beliğ Mehmed Emin
Abes değil dil-i mecrûha tünd-hûyî-i yâr
Zarardır etse zahmdâra merhamet cerrâh
İzah ve Açıklaması: Bu beytin izahı, aşkın ve şefkatin zahiri manalarından farklı bir derinliğe işaret eder. Şair, yaralı gönüllü bir aşık için sevgilinin sert mizacının abes olmadığını söyler. Ardından bu durumu, yaralıya merhamet gösteren bir cerrahın hastasına zarar vermesiyle mukayese eder. Bu, bazen acı veren müdahalelerin, nihayetinde iyileşme ve kemale erme için elzem olduğunu ima eder. Hakiki merhamet, sadece yumuşaklık ve tesellide değil, aynı zamanda zaruri acıya katlanma ve onu uygulamada da tecelli edebilir.
Aşkın Cerrahı ve Büyümenin Sancısı Makalesi
Gönül yaraları, çoğu zaman teselli ve yumuşak bir dokunuş arar. Ancak Beliğ Mehmed Emin’in bu beytinin muhtevası, bu beklentinin aksine, yaralı bir gönlün en büyük şifasının, bazen bizzat sevgilinin sert ve müdahale edici tabiatında gizli olabileceğini düşündürür. Bu, bir paradoks gibi görünse de, hayatın ve aşkın en temel hakikatlerinden birine işaret eder: Büyüme ve olgunlaşma, çoğunlukla sancılı bir süreçtir.
Bu beytin en can alıcı noktası, sevgilinin tutumunu bir cerrahın ameliyatına benzetmesidir. Bir cerrah, hastasının yarasını temizlemek ve onu iyileştirmek için, o yaraya dokunmak ve neşter vurmak zorundadır. Bu işlem, hastaya acı verir. Fakat bu acı, merhametsizlikten değil, bilakis şifaya kavuşturma gayretinden kaynaklanır. Cerrahın en büyük merhameti, yarayı görmezden gelmek değil, onu tedavi etme cesaretini göstermesidir. Eğer cerrah, hastanın acısına dayanamayıp ona merhamet gösterseydi, yara kapanmaz, iltihaplanır ve daha büyük bir zarara yol açardı.
Tasavvufî ve edebi eserlerde sıkça rastlanan bu düşünce, aşkın sadece lütuf ve ihsandan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir terbiye ve tezkiye vasıtası olduğunu ihtiva eder. Hakiki sevgili, maşukun kusurlarını örterek değil, onu eksikliklerinden arındırarak kemale erdirir. Bu süreçte yaşanan her çile, her kahır ve her sert muamele, aslında ruhun cilalanması ve kalp aynasının parlatılması için bir vesiledir. Aşkın cerrahı, neşterini vuran sevgili, ruhumuzu arındıran ilahi takdirin bir tecellisi olabilir. Bu, âşığın yarasının, aslında bir terakki ve manevi yükseliş yolculuğunun başlangıcı olduğunu idrak etmesini sağlar. Zira kalbimizdeki yaralar, bizi dünya hayatının fani hazlarından uzaklaştırıp, ebedi olana yöneltir.
Özet: Beliğ Mehmed Emin’in beyti, yaralı bir gönül için sevgilinin sert mizaçlı olmasının lüzumsuz olmadığını, zira cerrahın yaralıya merhamet göstermesinin ona zarar vereceğini söyler. Makale, bu analoji üzerinden, hayat ve aşkta bazen yaşanan acı ve zorlukların, aslında manevi büyüme ve olgunlaşma için gerekli olduğunu, zira hakiki merhametin daima zahiren hoş görünmediğini anlatmaktadır.
İktibas 4: Sâlih Baba
Ezelden âşıkız aşkın belâsın inkıyâd etdik
Ki biz abdâl-ı aşkız derd gibi dermânımız vardır
İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tasavvufî aşkın, sıradan bir duygunun ötesinde, ilahi bir makama ve vazifeye işaret ettiğini ortaya koyar. Şair, aşıkların ezel âleminden beri var olduklarını, aşkın getirdiği tüm belalara teslim olduklarını ifade eder. Kendilerini “aşkın abdalları” olarak tanımlar ve dertlerinin aynı zamanda dermanları olduğunu belirtir. “Abdâl,” manevi yolculukta belli bir dereceye ulaşmış, kendisinden dünya kaygısını atmış, Allah’ın iradesine tam teslim olmuş kişilere verilen bir isimdir. Aşkın bu mertebesi, acının bizzat şifaya dönüştüğü bir makamı ihtiva eder.
Derdin Derman Olduğu Aşkın Abdalları Makalesi
Aşk, beşeri lisanla anlatılması zor bir kavramdır. Ancak tasavvufi irfanda aşk, fani varlıklara duyulan geçici bir duygu olmaktan öte, kâinatı var eden ilahi sırra ulaşmanın yegane vasıtası olarak kabul edilir. Sâlih Baba’nın bu beytinin muhtevası, bu aşkın kaynağını ezelî ve ebedî bir hakikate bağlar. Aşkın getirdiği belâlara inkıyâd etmek, yani onlara gönülden teslim olmak, âşığın bu yoldaki en büyük imtihanı ve aynı zamanda en büyük yükselişidir. Zira bu teslimiyet, insanın kendi benliğinden sıyrılıp, mutlak olana yönelmesini temin eder.
”Biz abdâl-ı aşkız” ifadesi, bu teslimiyetin en yüce mertebesini ifade eder. Abdal, dünya hayatının kaygılarından arınmış, manevi bir özgürlüğe kavuşmuş, ilahi aşkın sırrına vâkıf olmuş kâmil bir insandır. Bu şahsiyetler için aşkın derdi, bir hastalık değil, bizzat ruhun gıdası ve kemâle erdiricisi olur. Bu, derdin derman, dermanın ise dertten neşet ettiği bir paradokstur. Bu aşkın ıstırabı, fani bir ayrılığın getirdiği acı değil, aksine ilahi hakikate daha yakın olma iştiyakının verdiği bir tatlı sızıdır. Bu sızı, âşığı uyanık tutar, onu daima vuslat yolunda seyr ü sefere sevk eder.
Bu makamda, âşık için dünya hayatının mihnetleri, zahirî acıları, adeta bir derman faaliyeti görür. Zira her bir meşakkat, onu daha derinden düşünmeye, hayatın manasını sorgulamaya ve nihayetinde Yaradan’a daha sıkı sarılmaya iter. Derdin derman olduğu bu aşk mertebesi, insanın fıtratındaki en derin yaraların, yine o aşkın kendisiyle iyileştirilebileceğini ihtiva eder. Sâlih Baba, bu beyit ile fani aşklarda derman arayan gönüllere, hakiki dermanın bizzat aşkın kendi içerisinde saklı olduğunu fısıldar. Bu, sadece bir şairin cevabı değil, aynı zamanda manevi hayatın en büyük hikmetlerinden biridir.
Özet: Sâlih Baba’nın beyti, ilahi aşka ezelden beri aşık olunduğunu ve bu aşkın belalarına teslimiyetin, âşıkı “aşkın abdalı” makamına ulaştırdığını anlatır. Makale, bu fikir üzerinden tasavvufi aşkın paradoksal muhtevasını, yani acının ve derdin bizzat derman olduğu manevi hâli ele almaktadır.
İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tarihin her döneminde akıl ve hikmet ehli insanların zihinlerini meşgul eden suallere cevap aramaktadır. Şair, feleğin (kaderin) cahillere intisap edip etmediğini, yani dünyanın gidişatının neden cahillerin ve bilgisizlerin lehine olduğunu sorgular. İkinci mısrada ise dünya hayatının (dâr-ı dünyâ) ehline, yani layık olanlara değil de, ehliyetsiz ve liyakatsiz olanlara yüzünü dönüp dönmediğini sorar. Bu beyit, dünyevi adaletsizlikler, ehliyet ve liyakatin bazen göz ardı edilmesi ve cahillerin meşru olmayan yollarla yükselmesi gibi konulara işaret eder.
Hayatın İmtihanı ve Varlığın Sırrı Makalesi
İnsanlık tarihi, daima birbiriyle çatışan iki kuvvetin hikayesini anlatır: Hak ile Bâtıl, Adalet ile Zulüm, Hikmet ile Cehalet. Abdurrahman Şeref’in bu beyti, bu ebedi çatışmanın en sancılı suallerini dile getirir. “Feleğin intisâbı cehle midir?” suali, tarihin pek çok döneminde hikmet erbabının dilinden düşmeyen bir serzeniş olmuştur. Hak edenin değil, bilakis hak etmeyenin mevki ve makama geldiği, liyakatin değil, menfaatin esas alındığı zamanlarda bu soru daha bir ehemmiyet kazanır.
Bu suale cevabımız, dünyayı bir imtihan sahası olarak görme perspektifimizle doğrudan bağlantılıdır. Şayet dünya, nihai bir adalet ve mükâfat yeri olsaydı, bu türden adaletsizlikler yaşanmazdı. Ancak dünya hayatı, asıl olan ahiret hayatının bir mukaddimesidir. Bu yüzden dünya, iyiler için bir imtihan, kötüler için ise bir fırsat ve aynı zamanda bir aldanış yeridir. Nâ-ehle yüzünü dönen dünya, aslında onların faniliğini ve geçiciliğini tebarüz ettirir. Zira cehaletle elde edilen her başarı, temelden yoksun bir bina gibidir; bir rüzgârda yıkılmaya mahkûmdur.
Bu beyit, bir yandan dünyevi hayatın zahiri adaletsizliklerine dair bir sızlanış ihtiva ederken, diğer yandan da sabır ve hikmetle bu vaziyete karşı durmanın lüzumuna işaret eder. Hakiki liyakat, dışarıdan gelen bir tasdikle değil, içten bir olgunlukla ve hakikate olan bağlılıkla ölçülür. Ehil olanın, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması, aksine kendi nefsini ve ilmini terbiye etmeye devam etmesi gerekir. Zira bu dünya, sadece maddiyatla değil, maneviyatla da ayakta durur. Ehil olanın vazifesi, cehaletin karanlığında bir kandil gibi parlamak ve hakikatin yolunu aydınlatmaktır. Nihayetinde feleğin adil tecellisi, dünya hayatının değil, ebedi hayatın muhtevası içinde tecelli edecektir. Bu hakikat, mümin bir kalbe sonsuz bir sükûn ve hayat neşvesi bahşeder.
Özet: Abdurrahman Şeref’in beyti, dünyanın neden cahillere ve ehliyetsiz kişilere yüzünü döndüğünü, neden adaletsizliğin yaygın olduğunu sorgular. Makale, bu sorulara cevaben, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğu fikrini ele alır ve gerçek liyakatin, sabrın ve hikmetin ehemmiyetini vurgular. Ehil olanların, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması gerektiği ifade edilir.
Fodlacızâde Ahmed Râsim: Ömrün Tek Saati
“Saat-i vahidedir ömr-i cihan / Saatî tâ’ate sarf eyle hemân”
Bu beyit, Fodlacızâde Ahmed Râsim’in kaleme aldığı, dünya hayatının kadrini ve kıymetini anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şâir, dünya ömrünü yalnızca bir saatlik bir zaman dilimine benzeterek, insana bu kısacık vakti mâsiyetle değil, ibadetle geçirmesi gerektiğini tavsiye etmektedir. Dünya hayatının faniliği ve geçiciliği, bu beyitte son derece veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu kısacık ömrü, Allah’a kulluk ve tâatle doldurmak, kişinin ebedî saadetini temin etmesinin yegâne yoludur. Bu beyit, bize yalnızca hayatın kısalığını değil, aynı zamanda her ânın, her saniyenin ne kadar paha biçilmez olduğunu da hatırlatmaktadır.
Asr-ı Saadetten kalma bir hakikat olan, “Ömrünüzü bir saat farz edin, o saatin her anını ibadetle geçirin.” sözü, bu beyitteki muhtevayı teyid etmektedir. İnsan, nefsine aldanıp dünya heveslerinin peşinde koşarken, zamanın akışına ve ömrünün çabucak geçişine gâfil kalabilir. Ancak bu beyit, bir uyarıcı vazifesi görerek insana âhiret hazırlığını geciktirmemesi gerektiğini, her bir nefesin kıymetini bilmesi ve onu Rabbine kullukla değerlendirmesi gerektiğini öğütler. Bu, insanın yalnızca dünyevî bir varlık olmadığını, aynı zamanda uhrevî bir hedefe doğru yürüdüğünü hatırlatan bir beyittir.
Hoca Ahmed-i Yesevî: Aşk Derdinin Dermanı Yoktur
“Işka tüştüñ otka tüştüñ küyüp öldüñ / Pervâne dik cāndın kiçüp ahker bulduñ / Derdge tolduñ gamge solduñ tilbe bulduñ / Işk derdini sorsañ hergiz dermānı yok”
Hoca Ahmed-i Yesevî’nin bu beyiti, ilâhî aşkın yakıcı ve dönüştürücü gücünü anlatmaktadır. Şâir, aşka düşmeyi ateşe düşüp yanmaya benzetir. Bu yanış, mâsivâdan (Allah’tan gayrı olan her şeyden) geçiş ve hakikî mâşuk olan Allah’a yöneliş sürecidir. Beyitte, aşığın pervaneye benzetilmesi dikkat çekicidir. Pervane, ışığa olan tutkusundan dolayı ateşe atılır ve feragat etmeye sevk eder. Aşkın getirdiği bu derin acı ve hüzün, âşığı adeta bir deliye çevirir. Bu dert, mânevî bir hastalık olup, dünya ilâçlarıyla şifa bulmaz.
Bu beyit, bir hakikati daha ifşa eder: İnsanların fânî dünyalıklarına duydukları sevgi ve muhabbet, bir derttir ve bu dertten ancak mâşuk olan Allah’a yönelerek kurtulunabilir. Aşkın getirdiği bu mânevî dert, zâhiren kederli gibi görünse de, bâtınen bir şifadır. Nitekim, bu dertle dolan gönül, dünyaya karşı soğur ve âhirete yönelir. Bu beyit, insana aşkın dünyevî değil, uhrevî bir muhtevası olduğunu hatırlatır. İnsanı gaflet uykusundan uyandıran, onu hakikate sevk eden bir derttir bu.
Fuzûlî: Âşık Mizacının İstikameti ve Derdi
“Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm / Âşıkın derdine dermân etseler bîmâr olur”
Fuzûlî, bu beyiti ile aşkın, insanı kemale erdiren bir hususiyetini dile getirir. Bir âşıkın mizacının istikamet bulması, yani doğru yolda olması, aşk derdine yakalanmasıyla mümkündür. Zîrâ aşk, âşıkı nefsanî arzulardan uzaklaştırır, onu mânevî olgunluğa ulaştırır. Dünyevî meselelere karşı kayıtsız kalmasını sağlar ve onu Hak yoluna yönlendirir. Ancak şâir, aynı zamanda aşkın, âşık için bir hastalık gibi olduğunu da belirtir. Öyle ki, eğer bu hastalığa, yani aşk derdine bir derman bulunsa, âşık hastalanır, yani manevî istikametini kaybeder. Bu, aşkın zâhirî bir hastalık gibi görünse de, bâtınî bir şifa, bir mânevî tedavi olduğu anlamına gelir.
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin “Dert, insanı Allah’a yakınlaştırır.” sözü, bu beyitteki muhtevayı teyid eder. Aşk, âşıkı dert sahibi yapar ve bu dert, onu Yaradan’a yaklaştırır. Bu, fânî olandan kalıcı olana, geçici olandan ebedî olana yönelişin bir neticesidir. Aşk derdi, bir imtihan olduğu gibi, aynı zamanda bir lütuftur. Zîrâ bu dert, âşıkın kalbini temizler ve onu mâneviyatın zirvesine taşır.
Ziyâ Paşa: Rızka Kanaatin Sultanlığı
“Rızkına kānî olan gerdūna minnet eylemez / Âlemin sultânıdır muhtâc-ı sultân olmayan”
Ziyâ Paşa, bu beyitinde kanaat etmenin, rızıkta gözü olmamanın getirdiği izzeti ve üstünlüğü vurgulamaktadır. Kendi rızkına razı olan, yani Allah’ın kendisine taksim ettiği nasibe kanaat eden kimse, dünyanın malına ve mevkiine minnet etmez. Zîrâ o, malın ve makamın fânî olduğunu idrak etmiştir. Bu kimse, kimseye muhtaç olmayan, kendi halinde bir sultandır. Beyitin ikinci mısrası, bu hakikati daha da güçlendirmektedir: “Sultana bile muhtaç olmayan, âlemin sultanıdır.” Bu, insanın gerçek zenginliğinin malda ve mülkte değil, gönül zenginliğinde olduğunu, başkasına el açmaktan uzak durmanın, en büyük servet olduğunu ifade eder.
Bu beyit, günümüz insanına önemli bir ders verir. İnsanlar, sürekli daha fazlasını arzularken, kanaat etmenin getirdiği huzuru ve mutluluğu unutmuşlardır. Ziyâ Paşa, asıl sultanlığın dış görünüşte veya makamda değil, iç huzurda ve kimseye muhtaç olmamakta olduğunu vurgular. Bu, bir nevi “Gönül zenginliği, gerçek zenginliktir.” hikmetinin bir tezahürüdür.
Nâbî: Mizacın Esnekliği
“Misâl-i âb ederiz nik ü bedle âmîziş / Bu kârgehde mu’ayyen mizâcımız yokdur”
Nâbî’nin bu beytinde, su gibi olmanın, yani iyilikle kötülükle bir arada bulunmanın düşüncesi anlatılmaktadır. Nâbî, insanların farklı karakterde ve mizacın katı kalıpları içinde kalmamasının önemini vurgular. Nitekim su, içine girdiği kabın şeklini alır. İyiyle beraber olduğunda iyilikle, kötüyle beraber olduğunda ise kötülükle bir arada bulunabiliriz. Ancak bu, Nâbî’nin ahlâkî bir duruş sergilemediği anlamına gelmez. Bilakis, bu beyit, insana hayatın çeşitli durumlara ve insanlara karşı esnek olabilme kabiliyetini öğütler. Zîrâ dünya, farklı görüşlerin, farklı fikirlerin ve farklı karakterlerin bir arada bulunduğu bir kârgâhtır. Katı bir mizaca sahip olmak, insanın bu kârgâhta uyum sağlamasını güçleştirir.
Bu beyit, insanlara bir hoşgörü ve esneklik dersi vermektedir. İnsanın her şeye karşı katı bir tutum sergilemesi, onu sosyal hayattan uzaklaştırır. Bu, aynı zamanda insanın kendini geliştirebilmesi, farklı görüşlere açık olabilmesi için de bir gerekliliktir. Ancak bu esneklik, kişinin kendi değerlerinden taviz vermesi anlamına gelmez. Bilakis, bu esneklik, kişinin kendi kimliğini koruyarak, farklılıklarla bir arada yaşama kabiliyetini gösterir.
Makale Özeti
Bu makale, Fodlacızâde Ahmed Râsim, Hoca Ahmed-i Yesevî, Fuzûlî, Ziyâ Paşa ve Nâbî’nin hikmet dolu beyitleri üzerinden insan hayatının çeşitli veçhelerini izah etmektedir. Fodlacızâde, dünya hayatının bir saatlik ömür gibi kısa olduğunu, bu sebeple her anın ibadetle değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Hoca Ahmed-i Yesevî, ilâhî aşkın yakıcı ve dönüştürücü gücünü anlatır ve aşk derdinin, dünyevî dertlere benzemediğini, aksine bir şifa olduğunu belirtir. Fuzûlî, âşıkın mizacının ancak aşk derdiyle istikamet bulacağını, bu derdin dermanının olmadığını, çünkü derdin kendisinin bir şifa olduğunu dile getirir. Ziyâ Paşa, rızkına kanaat eden kimsenin kimseye minnet etmeyeceğini ve bu kanaatin kişiyi âlemin sultanı yapacağını ifade eder. Nâbî ise, insan mizacının katı olmaması gerektiğini, su gibi esnek ve uyumlu olmanın hayatın içinde bir gereklilik olduğunu beyan eder. Bu beyitler, farklı şâirlerin kaleminden çıkmış olsa da, hepsi de insanın mânevî kemâlini, dünyanın faniliğini, aşkın derinliğini ve kanaatin kıymetini ihtiva eden ortak bir hikmet havuzunda birleşmektedir.
İktibas:
Derûnî âşinâ ol taşradan bîgâne sansınlar
Bu bir zîbâ revişdir âkil ol divâne sansınlar
İzah ve Şerh:
Taşlıcalı Yahyâ, bu beytinde tasavvufî ve ahlakî bir ders vermektedir. Şair, insana, gönülden samimi ve dostça olmayı, lakin bunu dışarıdan gizlemeyi telkin eder. Bu, gösteriş ve riyadan uzak durmanın, salih amelleri gizlemenin bir remzidir. İkinci mısrada ise bu husus daha da tebarüz eder: “Bu güzel bir yoldur, sen akıllı ol da insanlar seni deli sansınlar.” Bu, hakikî hikmetin ve akıllılığın, avamın tasavvur ettiği gibi dünyevî menfaatlere değil, manevî hakikatlere yönelmek olduğunu ifade eder. Dışarıdan “deli” görünmek, dünyanın boş ve fani işlerine itibar etmemek, hakikat yolunda sebat etmek manasına gelir. Nitekim peygamberler ve evliyaullah, ilk etapta kendi kavimleri tarafından garip, hatta “mecnun” telakki edilmişlerdir. Bu beyit, samimiyetin ve hakikatin dış görünüşten daha mühim olduğunu ve bu yolda yürüyenlerin, avamın takdirini değil, Hakk’ın rızasını aramaları gerektiğini beyan eder.
2.: Tâhirü’l-Mevlevî – Çeşminin bilmem nasıl te’sîr-i sihr-âmîzi var
İktibas:
Çeşminin bilmem nasıl te’sîr-i sihr-âmîzi var
Aşka mecbûr etdi sevdâdan usanmış gönlümü
İzah ve Şerh:
Bu beyitte, ilâhî aşkın gönüldeki müessiriyeti ve gücü tasvir edilir. Şair, sevgilinin (hakikî manada Allah’ın) bakışlarının nasıl bir sihirli tesiri olduğunu bilemediğini söyler. Bu tesir, gönlü zaten sevdadan yorulmuş ve bıkmış bir hale getirir. Bu, iradenin acziyeti ve ilâhî çekimin kaçınılmazlığına işaret eder. İnsan, ne kadar aşkın ıstıraplarından yorulsa ve uzaklaşmaya çalışsa da, ilâhî bir celb ile tekrar aşka mecbûr olur. Bu durum, ilâhî takdirin ve kudretin tecellisidir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin mesnevisinde de belirttiği gibi, aşk, bir irade meselesi değil, ilâhî bir cezbe ve mecbûriyet halidir. Gönül, tıpkı mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi, ilâhî aşka doğru çekilir. Bu beyit, bu manevî cazibenin ve ilâhî aşkın gönül üzerindeki tesirinin acziyetini ve teslimiyetini veciz bir şekilde ifade eder.
4. Şeyhülislâm Yahyâ – Kanâ’at gencine mâlik olup künc-i selâmetde
İktibas:
Kanâ’at gencine mâlik olup künc-i selâmetde
Fakir olur şeh-i devrâna baş eğmez gedâlarda
İzah ve Şerh:
Şeyhülislâm Yahyâ, bu beytinde kanaatin ve nefsine hâkim olmanın getirdiği manevî zenginliği ve izzeti tarif eder. Kanaat, yani elinde olana rıza göstermek, bir **”hazine”**ye benzetilmiştir. Bu hazineye sahip olan kişi, dünyevî zenginliklerin peşinde koşmaz ve gönül huzuru (künc-i selâmet) içinde bir hayat sürer. Böyle bir kişi, fakir olsa bile, o devrin en kudretli hükümdarına bile boyun eğmez. Zira onun fakirliği, mal yokluğundan değil, gönül tokluğundandır. Bu, İslâm ahlakının en mühim kaidelerinden biri olan istigna yani kimseye muhtaç olmama ve kanaat sahibi olma prensibini vurgular. Bâtınî fakirlik, gönül fakirliği, insana bir hürriyet ve izzet bahşeder. Mal mülk peşinde koşanlar, bir müddet sonra o malın esiri olurlar. Lakin kanaat hazinesine sahip olanlar, dünyanın gelip geçici mevkilerinden ve güçlerinden azade olur, hakiki hürriyeti elde ederler.
4.: Nahîfî – Ağardı mûy-ı rîş ü ser gönül dünyâya kanmazsın
İktibas:
Ağardı mûy-ı rîş ü ser gönül dünyâya kanmazsın
Sabâh oldu dahi sen hâb-ı gafletden uyanmazsın
İzah ve Şerh:
Bu beyit, insan hayatının fâniliğini ve ömrün sona erdiğini, ancak insanın hâlâ gaflet uykusundan uyanmadığını izah eden ibret verici bir ikazdır. Şair, saç ve sakalların ağardığını, yani ömrün artık ihtiyarlık çağına geldiğini ifade eder. Bu, aynı zamanda ecelin yaklaştığının ve hayatın sonbahar mevsimine girildiğinin bir nişanesidir. Bütün bu işaretlere rağmen, insan hâlâ dünyaya kanmaya, yani dünyanın geçici zevklerine aldanmaya devam etmektedir. Beytin ikinci mısrası, bu gaflet halini daha da şiddetle vurgular: “Sabah oldu, sen hâlâ gaflet uykusundan uyanmıyorsun.” Burada “sabahın olması” mecazî bir ifadedir; ömrün sonuna gelinmesi, kıyamet alametlerinin görülmesi ve ölümün yakınlaşması gibi manaları ihtiva eder. Bu beyit, insanı derin bir tefekküre sevk eder ve ona bu fani hayattan uyanıp ahiret için hazırlık yapması gerektiğini hatırlatır. Dünyanın geçici cazibesine kapılanların, ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını ibretli bir lisanla anlatır.
Kanaat Hazinesi, İnsanın İmtihanı ve Gönül Uyanıklığı
Hayat, mana ve muhteviyatı itibarıyla derin bir denize benzer. Bu denizde yüzebilmek, onun gelgitlerine karşı dirayetli olmak ve sahile selametle çıkabilmek için, ecdadımızın bize miras bıraktığı hikmet incilerinden istifade etmemiz zaruridir. Yukarıda izahına çalıştığımız beyitler, bu hikmetin birer numunesidir. Bu beyitlerde, gönlün dağdağalı seyrinden, ruhun olgunlaşma serüvenine, hayatın imtihanlarından, nefs ile mücadelenin ehemmiyetine kadar pek çok kıymetli ders bulunmaktadır.
Hak yolunda ilerleyen her mürid, nefsânî isteklerinin ve dünyevî lezzetlerin aksine, manevî bir cehd ve cihad ile karşı karşıya kalır. Bu cehd, onun iç dünyasını perişan etse de, bu perişanlık, gönlün kemale ermesi ve Hak’ka yakınlaşması için bir zarurettir.
Diğer beyit, insanın zâhirî ve bâtınî hallerini mukayese ederek bize ahlakî bir ders verir. Gerçek hikmet, başkalarının gözünde itibar ve saygı kazanmakta değil, bilakis Hakk’ın nazarında makbul olmaktır. Bu yolun yolcuları, bazen avamın nazarında “deli” veya “mecnun” gibi görünebilirler. Lakin bu hal, onların nefslerinden ve dünyanın fani süslerinden ne kadar uzaklaştıklarının bir delilidir. Zira dünya ehlinin aklına uymayanlar, ahiret yolunun en akıllı yolcularıdır.
Diğer beyit, ilâhî aşkın gönül üzerindeki tesirini anlatır. İnsan, nefsinden ve dünyevî sıkıntılardan yorulsa da, ilâhî bir celb ile tekrar aşka düşer. Bu hal, insan iradesinin acziyetini ve ilâhî takdirin azametini gösterir. Gönlümüzü yeniden sevgiye mecbûr eden bu celb, bizi Hak’ka yaklaştırır ve O’nun rızasına erdirir.
Diğer beyit, kanaat hazinesinin ne kadar kıymetli olduğunu vurgular. Kanaat, bir gönül zenginliğidir. Dünyevî zenginlikler gelip geçici ve sahibini esir eden şeyler iken, kanaat hazinesine sahip olan fakirler, dünyanın en zengin hükümdarlarından bile daha hür ve daha izzetlidirler. Zira onlar, kimseye minnet etmez ve nefslerinin esiri olmazlar.
Son beyit ise, hayatın faniliğini ve gaflet uykusunun tehlikesini hatırlatır. Ömür bir nehrin akışı gibi akıp giderken, insan bu dünyanın aldatıcı süslerine kanmaya devam eder. Saç ve sakallar ağarır, ecel yaklaşır; lakin gaflet uykusu bitmez. Bu beyit, insanı bir an evvel uyanmaya ve fani hayatın bitiminde ebedî bir hayatın başladığını idrak etmeye davet eder.
Netice olarak, bu beyitler, birbiriyle bütünlük arz eden bir hayat düşüncesi sunar: Sevginin meşakkatiyle olgunlaşan, dış görünüşe aldanmayıp bâtınî zenginliği arayan, ilâhî aşka teslim olan, kanaat hazinesiyle gönlü tok olan ve gaflet uykusundan uyanıp ahiretine hazırlanan bir mü’min modeli. Bu modellerin hepsi, bize sadece fani bir hayatın değil, ebedî bir hayatın kapısını açacak yolları işaret eder.
Makale Özeti
Bu makale, farklı beyitin izah ve şerhini yaparak, bu metinlerin ihtiva ettiği derin manaları aydınlatmaktadır. Her bir beyit, kendi hususi muhteviyatı içinde, sevginin ıstıraplı tabiatından, hakikî hikmetin dış görünüşe aldanmamak olduğuna; ilâhî aşkın gönül üzerindeki kaçınılmaz tesirinden, kanaatin manevî zenginliğine ve son olarak hayatın faniliğine ve gaflet uykusundan uyanmanın zaruretine işaret eder. Bütün bu beyitler, bize sadece fani bir hayatın değil, ebedî bir hayatın kapısını açacak yolları işaret eden, ibretli ve düşündürücü bir hayat düşüncesi sunmaktadır.
Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında
Yunus Emre
İktibas:
Göçdü kervan kaldık dağlar başında
Kerivan göçtü gitti, yükünü tuttu. Biz dağ başında yapayalnız kalakaldık.
Makale: İnsan Hayatında Yalnızlık ve Vuslat Hasreti
Yunus Emre, Türk-İslam tasavvuf hayatının en mühim şahsiyetlerinden biridir. Onun eserleri, sadece edebi birer metin olmaktan öte, asırlar boyunca insanlara manevi bir rehberlik vazifesi görmüştür. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası da onun bu derin irfanının ve yalnızlık temasının en veciz ifadelerinden biridir.
Bu beyit, zahiren bir seyyahın veya tüccarın, yoldaşlarından geri kalmasını anlatır gibi görünse de, Yunus’un lisanında bu durum, insanın fani hayatta manevi yoldaşlarından, yani Hak dostlarından geri kalmasının, yahut bu hayattan göçenleri seyredip kendi fâniliğiyle yüzleşmesinin bir remzidir. Kervan, aslında Hak’ka doğru yol alan müminlerin cemaatini, bu hayattan Hakk’a yürüyen ruhları yahut mürşidlerin arkasından giden talebeleri sembolize eder. Bu kervan, menzile yani vuslata doğru ilerlerken, “dağlar başında kalmak” ise bu manevi yolculuğa iştirak edemeyen, fani dünyanın gurbetinde tek başına kalmış, gönlü vuslat hasretiyle yanan insanın halidir.
Bu mısrada işlenen yalnızlık, sadece beşerî bir yalnızlık değil, daha ziyade manevi bir gurbet hissini, yani Hak’tan uzak kalmanın getirdiği hicranı ifade eder. Yunus, bu mısrasıyla, insanın ne denli varlık içerisinde dahi yalnız olabileceğini, şayet kalbi Hak’la vuslat arayışında değilse, o kervandan geri kalacağını ve bu gurbetin en ıssız “dağlar başında” yaşanacağını idrak ettirir. Bu, aynı zamanda insanın hayatının bir anlık gafletle heba olabileceği, ebedi hayata hazırlıksız yakalanabileceği hakikatine bir tenbihtir. Kervan yükünü tutmuş, yani azığını almış ve yoluna devam etmiştir; biz ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp, ebedi hayatın azığından mahrum bir halde geride kalmışızdır.
Yunus’un bu irfanı, bize şu ibreti sunar: Ebedi hayata giden yolda, yani manevi kervanda yer almak için gafletten uyanmak ve daima hazırlıklı olmak gerekir. Aksi halde, bu dünyadaki en büyük azap, ebedi yolculuğun kervanından geri kalmak ve dağlar başında yapayalnız bir gönülle hayıflanmaktır. Bu beyit, her bir mü’min için bir vicdan muhasebesi, bir uyanış çağrısı ve fani hayatın imtihanlarına karşı bir hatırlatmadır.
Özet: Bu makalede, Yunus Emre’nin “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası, insanın manevi yolculukta geride kalmasının remzi olarak izah edilmiştir. Kervan, Hakk’a yürüyen müminleri ve Hak dostlarını; dağlar başında kalmak ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp ebedi hayata hazırlıksız yakalanan insanın gurbet ve yalnızlığını sembolize eder. Bu mısra, gafletten uyanışa, ebedi hayata hazırlığa ve manevi yoldaşlarla beraber yürümenin ehemmiyetine bir tenbih niteliğindedir.
Temâşâ-yı Cemâl-i Lutfunla Mest Olup Hayrân
Hüseyin Vassâf
İktibas:
Temâşâ-yı cemâl-i lutfunla mest olup hayrân
Gidersem dâr-ı ukbâya ne devlet yâ Resûlallâh
Ey Allah’ın Resûlü! Çok latîf olan güzelliğini seyrederek mest ve hayran olmuş bir vaziyette ahirete gidersem benim için bundan daha büyük bir devlet olmaz.
Makale: Peygamber Sevgisi ve Ahiret Devleti
Aşk ve muhabbet, İslâm tasavvufunun temel unsurlarındandır. Bu aşkın zirvesi ise, kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) duyulan muhabbettir. Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, bu derin aşk ve hayranlığın en veciz ifadelerinden birini ihtiva eder. Şair, Peygamber Efendimiz’in latîf cemâlini temâşâ etme lütfunu, ahiret saadetinin dahi üstünde bir “devlet” olarak tavsif etmektedir.
Bu beyitteki “cemâl-i lutfun” terkibi, sadece fiziki güzelliğe işaret etmez; O’nun ahlâkının, merhametinin, edep ve kemâlinin bütününü ifade eder. Bu güzelliği seyretmekten mest olmak, aklın ve idrâkin ötesinde bir aşk vecdine ermektir. “Hayrân” olmak ise, bu aşkın getirdiği şaşkınlık ve hayranlık hâlidir. Şair, bu vaziyette ahirete, yani “dâr-ı ukbâya” gitme arzusunu beyan ederken, bunun kendisi için en büyük “devlet” olacağını vurgulamaktadır.
Bu beyit, Peygamber sevgisinin kul için ne denli mühim ve kıymetli olduğunu göstermektedir. Zira şair, ahiretteki cennet ve diğer nimetlerin dahi, Hazret-i Peygamber’i temâşâ ederek huzur-u Hak’ka vasıl olmanın yanında ikinci planda kaldığını ima etmektedir. Bu, bir mümin için Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Resûlü’ne duyulan aşkın, dünyevi veya uhrevi hiçbir nimete mukabil tutulamayacağını beyan eden yüksek bir edebi ve manevi tavırdır. İslam tarihindeki pek çok büyük şahsiyet, bu nevi aşkın neşvesiyle yaşamış ve eserler vermiştir. O’nun ahlâk ve şahsiyetine hayran olup, O’nun Sünnetine ittiba etmek, bu muhabbetin en mühim alâmetidir.
Netice-i kelâm, bu beyit, bir Müslümanın gönlünde Hazret-i Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) beslemesi gereken derin sevgi ve hayranlığın bir ifadesidir. O’na olan aşk ve bağlılık, sadece bu hayatta değil, ahiret hayatında da en büyük kazanç ve saadet vesilesi olacaktır. Zira şefaatine nâil olmak, O’nun nuruyla huzur-u İlahi’ye varmak, mümin için her türlü cennet nimetinden daha üstün bir makamdır.
Özet: Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, Hazret-i Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkî ve manevî güzelliğine duyulan derin aşkı ve hayranlığı anlatır. Şair, bu güzelliği seyrederek ahirete gitmeyi, yani O’nun huzurunda ebediyete intikali, en büyük devlet ve saadet olarak tasvir eder. Bu beyit, Peygamber sevgisinin bir müminin hayatındaki merkezî rolünü ve bu muhabbetin uhrevi hayattaki kıymetini vurgulamaktadır.
Ya Dendanın Söker Ya Gasb Eder Zevk-i Dimağından
Fennî
İktibas:
Ya dendanın söker ya gasb eder zevk-i dimağından
Felek nân-pâreyi ehl-i kemâle bî-bedel vermez
Felek kemâl ehli güzel insanlara dünya nimetini verir; ama bunu bedelsiz yapmaz. Ya dişini söker alır yiyemezsin ya da yesen bile tadını alamazsın.
Makale: Dünya Nimetlerinin Bedeli ve İmtihanın Hakikati
Fennî’nin bu beyiti, dünya hayatının çetin imtihanlarına ve nimetlerin bedelsiz olmadığını anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şair, feleği (zamanı, kaderi, dünyayı) bir pazarlıkçıya benzetmekte, hatta daha keskin bir ifadeyle, kemâl ehli insanlara dahi hiçbir nimeti bedelsiz vermediğini beyan etmektedir.
Beyitin ilk mısrası, dünya nimetlerinin, yani “nân-pâre”nin (ekmek parçasının), elde edilmesi için ödenen ağır bedelleri sembolize eder. “Ya dendanın söker” ifadesi, bu nimete ulaşmak için çekilen zorlukları, zahmetleri ve acıları; “ya gasb eder zevk-i dimağından” ifadesi ise, elde edilen nimetin keyfinin, lezzetinin ve tadının kaçması, yani bereketsiz olması veya tadı damakta bırakmaması halini anlatır. Bir insan bir nimete sahip olabilir, lâkin o nimetin tadını alamaz, zira elde etme süreci o kadar zorlu ve meşakkatli olmuştur ki, o lezzeti idrak edecek dimağ kalmamıştır.
Bu beyit, özellikle “ehl-i kemâl” yani olgun ve faziletli insanlar için bu hakikatin daha keskin olduğunu vurgular. İmtihan-ı İlahi, kâmil insanları daha da yüksek derecelere çıkarmak için, onlara her nimetin bir imtihanla geldiğini öğretir. Bu durum, dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruş sergilemeyi, kanaat sahibi olmayı ve her şeye Hak’tan geldiği şuuruyla yaklaşmayı gerektirir. Dünya, ehl-i kemâle cennet olmadığı gibi, onların saadetinin de ölçüsü değildir. Asıl saadet, bu imtihanlar karşısında sabır ve şükür ile mukabelede bulunmaktır.
Bu beyitteki hikmet, bizlere dünyanın aldatıcı yüzünü, her nimetin ardında gizli bir imtihan olduğunu ve asıl lezzetin ebedi hayatta olduğunu hatırlatır. Fennî, bu veciz ifadesiyle, dünya hayatının cazibesine kapılmamayı, nimetlere esir olmamayı ve daima sabır ve şükürle hareket etmeyi tavsiye etmektedir. Zira felek, yani dünya, nimeti verirken bile bizden bir şeyler alır.
Özet: Fennî’nin bu beyti, dünya nimetlerinin bedelsiz olmadığını ve feleğin, yani dünyanın, kemâl ehli insanlara dahi her nimeti bir bedel karşılığında verdiğini anlatır. Bu bedel, ya nimete ulaşırken çekilen zorluklar (“diş sökmek”) ya da nimete sahip olunduğunda tadının, lezzetinin kaçması (“dimağdan zevki gasbetmek”) şeklinde tecelli eder. Makale, bu hikmetin dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruşu ve imtihanlara karşı sabır ve şükrü gerektirdiğini izah etmektedir.
Biz İlahî Bir Nefesden Mest Olan Rindân-ız
Veysel Öksüz
İktibas:
Biz ilâhî bir nefesden mest olan rindân-ız
Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz
Ey Rabbim! Biz bir nefesten sarhoş olan rintleriz. Her ne kadar dış görünüş itibariyle virane olsak da gönlümüz mamurdur.
Makale: Rindlik, Gönül Zenginliği ve Dış Görünüşün Aldatıcılığı
Veysel Öksüz’ün bu beyiti, tasavvufî rindlik mefhumunu en veciz biçimde ifade etmektedir. Rind, zahirde dünyevî kaidelere uymayan, belki de umursamaz gibi görünen, lâkin bâtınında ilahî aşka ve irfana gark olmuş kişidir. Bu beyitte şair, kendisini ve yoldaşlarını tam da bu vasıflarla tavsif etmektedir.
”Biz ilahî bir nefesden mest olan rindân-ız” mısrası, bu kimselerin sarhoşluğunun şarapla değil, ilahî bir nefesle, yani Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, rahmeti veya manevi bir feyziyle olduğunu belirtir. Bu “mestlik”, aklî idrakin ötesinde bir vecd hâli, bir manevi sarhoşluktur. Onlar, zahirde dünya ehli gibi yaşamazlar, zira onların kalpleri ilahî bir neşve ile doludur.
Beyitin ikinci mısrası, bu durumun en mühim tezatını ortaya koyar: “Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz.” Bu ifade, bir insanın dış görünüşünün aldatıcı olabileceği hakikatini idrak ettirir. “Zâhiren vîrâne” olmak, dünyaya ehemmiyet vermemek, belki de fakir ve bakımsız görünmek, dünyanın süsüne aldırış etmemektir. Fakat bu dış görünüşün tam aksine, bu kişilerin “gönlü ma’mûr”, yani abadân, ilim, irfan, hikmet ve muhabbetle doludur. Onlar, dışarıdan bakıldığında hiçbir kıymeti yokmuş gibi görülebilirler, ama içlerinde Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan bir gönül, bir hazine barındırırlar.
Bu beyit, insanlara bir ders niteliğindedir. Dış görünüşe aldanmamayı, insanları kıyafetleri veya maddi durumlarına göre yargılamamayı telkin eder. Asıl zenginlik, mal ve mülk ile değil, gönül ile, ilahî aşk ve muhabbetle elde edilen manevi zenginliktir. Gönlü ma’mur olan kişi, dışarıdan virane de görünse, Hak katında en değerli olanlardan biridir. Zira kalplerin ma’muriyeti, ilahî iltifatın en mühim alâmetidir.
Özet: Veysel Öksüz’ün bu beyiti, rintlerin dünyevi görünüşlerine aldırış etmeyen, ancak gönülleri ilahî aşk ve feyz ile dolmuş kimseler olduğunu izah eder. “İlahî bir nefesden mest olmak”, manevi bir sarhoşluğu; “zâhiren virane” olmak ise dış görünüşe ehemmiyet vermemeyi, dünyadan el etek çekmeyi ifade eder. Beyit, asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu ve dış görünüşün aldatıcı olabileceğini vurgulamaktadır.
Şeyh Galib Hazretlerinin Beyti
İktibas
Bırakmak kayd-ı sûdu hoş-nîşîn-i sâhil olmakdır
Hevâ-yı nefs-i şûmun çâresi deryâ-dil olmakdır
İzah ve Açıklama
Şeyh Galib Hazretleri bu beyitte, nefsin kötü arzularına karşı verilecek mücadeleyi, deniz kenarında rahatça oturmak ile geminin fırtınalı denizde yol almasına benzetiyor. İlk mısrada, kâr ve zararın hesabını yapmayı bırakmanın, yani dünya menfaatlerine olan bağlılıktan vazgeçmenin, insanı sahilin huzur ve emniyetine ulaştırdığını ifade ediyor. İkinci mısrada ise, uğursuz nefsin heva ve heveslerinin çaresinin, gönlü bir derya gibi genişletmek olduğunu belirtiyor. Bu, nefsin dar ve boğucu isteklerinden kurtulmanın yolunun, gönül deryasını sonsuz merhamet ve ilahi aşkla doldurmaktan geçtiği anlamına gelir.
Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
Nefis Deryasında Gönül Sahili
İnsan hayatı, bazen sâkin bir deniz kenarı gibi huzurlu, bazen ise fırtınalı bir derya gibi çalkantılıdır. Nefis ise bu deryada bir gemi misalidir ki, dümenini tutan heva ve heveslerdir. Şeyh Galib, bu muazzam beytiyle bizlere nefisle olan mücadelenin sırrını ifşa ediyor. İnsanın fani hayatı boyunca peşinde koştuğu kâr ve zarar hesapları, aslında onu asıl sahilden, yani huzurdan alıkoyan birer prangadır. Bırakmak kayd-ı sûdu, yani dünya telaşını terk etmek, maneviyat denizinin engin sularında serbestçe seyredebilmenin yegane şartıdır.
Nefsin arzuları, bir girdap gibi insanı içine çeker. Her bir heves, her bir nefsanî istek, gönül gemisini batma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Şeyh Galib, bu uğursuz hevaların çaresini “deryâ-dil olmak” olarak gösterir. Gönlü bir derya gibi genişletmek, nefsaniyetin dar kalıplarından sıyrılarak, ilahi aşkın ve merhametin sonsuzluğuna açılmaktır. Bu genişleme, her türlü kötü duygu ve düşünceyi, tıpkı bir deryanın en kirli suları bile arıtıp temizlemesi gibi, içinde eritir ve yok eder.
Tarih, derya-dil olmuş nice büyük şahsiyetle doludur. Onlar ki, nefislerinin fısıltılarına kulak asmamış, dünya menfaatlerinin peşinde koşmamışlardır. Onların gönlü, öyle bir deryaya dönüşmüştür ki, nefsanî arzuların fırtınaları bu deryada bir damla bile olamamıştır. Bu makam, sadece tefekkürle değil, aynı zamanda amel-i salihle de elde edilir. Gönlümüzü genişletmek, sadece okumakla değil, aynı zamanda tecrübe etmekle mümkündür.
Bu beyt, bizlere bir ibret dersi verir. Asıl huzur, dış dünyada değil, iç dünyamızdadır. Nefsin isteklerine teslim olmak yerine, gönlümüzü ilahi sevgilinin muhabbetiyle doldurmalıyız. Ancak o vakit, hayatın fırtınalı deryasında sükûnet bulur ve gönül sahilimizin huzuruna kavuşuruz. Bu, sadece bir şairin sözü değil, aynı zamanda maneviyat yolcuları için bir yol haritasıdır.
Özet
Şeyh Galib, kâr ve zarar hesabından vazgeçip dünya kaygılarından kurtulmanın huzura ermekle eşdeğer olduğunu; nefsin kötü heveslerinin çaresinin ise gönlü derya gibi genişletip ilahi aşkla doldurmak olduğunu ifade eder. Makalede bu konu, insan nefsi ve gönlü arasında geçen bir mücadele olarak ele alınmıştır.
Salih Baba Hazretlerinin Beyti
İktibas
“Kûntü kenz”in mebde‘inden aşk u sevdâ hû çeker
“Lâ”yı iskat eyleyenler dâ’im “illâ hû” çeker
İzah ve Açıklama
Salih Baba Hazretleri, meşhur bir hadis-i kudsiden hareketle bu beytini inşa etmiştir. İlk mısra, “Küntü kenz” yani “Ben gizli bir hazine idim” hadis-i kudsîsine atıfta bulunur. Yaratılışın başlangıcından beri aşk ve sevdanın “O”nu, yani Allah’ı çağırdığını ifade eder. Yaratılışın asıl gayesi, o gizli hazinenin, yani Cenâb-ı Hakk’ın bilinmek istenmesidir. İkinci mısra ise, “lâ” (yoktur) kelimesini ortadan kaldıranların, yani nefiy ve ispatın sırrına vâkıf olanların, daima “illâ Hû” (Ancak O vardır) diye O’nu zikrettiklerini belirtir. Bu, tasavvufi bir hakikati dile getirir: “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidindeki “lâ” (yoktur) makamını aşanlar, yani Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını idrak edenler, sadece O’nun varlığını görür ve daima O’nun adını zikrederler.
Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
Varlığın Sırrı: “Lâ”dan “İllâ Hû”ya
Âlemin varoluşu, hadis-i kudsîde işaret olunan bir sırra dayanır: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım.” Bu kutlu kelâm, her şeyin aşk ve sevda ile var olduğunu ve bu varlığın gayesinin, Yaratıcının bilinmesi olduğunu bize anlatır. Salih Baba Hazretlerinin beyti, bu sırrı tasavvufi bir derinlikle açar. Her bir zerrenin ve her bir varlığın, yaratılışın başlangıcından beri sonsuz bir aşkla “Hû” diye feryad ettiğini dile getirir.
Tasavvufun en temel prensibi olan tevhid, bir nefy (olumsuzlama) ve bir isbat (olumlama) ile tahakkuk eder. “Lâ ilâhe” (hiçbir ilah yoktur) diyerek bütün sahte ilahları, nefsanî istekleri ve dünya putlarını reddederiz. Bu, nefsin ve egonun prangalarından kurtuluştur. Salih Baba’nın beyitindeki “Lâ’yı iskat eyleyenler” ifadesi, işte bu manayı ihtiva eder. Kim ki, dünya ve nefsine dair her şeyi “yok” sayar, o kimse için sadece “illâ Hû” (ancak O vardır) gerçeği kalır. Bu mertebeye ulaşanlar, zâhirî âlemde gördükleri her şeyde, ancak ve ancak Hâlık’ın tecellilerini müşahede ederler.
Bu beyit, bizlere iki aşamalı bir maneviyat yolculuğunu işaret eder. Birinci aşama, “lâ” makamıdır ki, bu, nefsin ve dünyanın faniyetini idrak edip onlardan yüz çevirmektir. İkinci aşama ise “illâ Hû” makamıdır ki, bu, bütün varlığın perde arkasında sadece Hak Teâlâ’nın varlığını hissetmek ve daima O’nunla meşgul olmaktır. Sâlih Baba, bu hakikati nefsine hakim olan ve dünya zevklerinden el çeken âriflerin dilinden beyan eder. Bu yolculuk, kolay bir seyahat değildir; kalbin daimi bir arınma ve terbiye hâlinde olmasını gerektirir.
Tarihte, bu yolda yürüyen nice veli zatlar, dervişler ve âşıklar, “lâ”nın imtihanlarından geçerek “illâ Hû”nun vuslatına erişmişlerdir. Onlar, dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilmiş, bütün varlıklarını feda ederek Rablerinin rızasını talep etmişlerdir. Bu makale, bizlere hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak nefsi ve fani olan her şeyi terk ederek, ebedi olana yönelmekle mümkündür.
Özet
Salih Baba, “Küntü kenz” hadis-i kudsisi ile yaratılışın gayesini ve aşkın kökünü işaret eder. “Lâ”yı yok sayanların “illâ Hû”ya ulaştığını, yani nefsanî ve fani olan her şeyi terk edenlerin sadece Allah’ın varlığını idrak ettiğini belirtir. Makalede bu, manevi bir yolculuk olarak izah edilir.
Vâsıf Hazretlerinin Beyti
İktibas
Dil harâb-ı aşkınım sensin sebeb berbâdıma
Bir tesellî ver gelip bâri dil-i nâ-şâdıma
İzah ve Açıklama
Vâsıf Hazretleri, bu beytinde ilahi aşkın acısını ve bu aşkın gönülde açtığı harabiyeti dile getirir. “Dil harâb-ı aşkınım” ifadesi, gönlünün aşkın etkisiyle harabeye döndüğünü, perişan olduğunu belirtir. “Sensin sebeb berbâdıma” diyerek bu perişanlığın ve harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. İkinci mısrada ise, bu perişan haldeki mutsuz gönlüne gelip bir teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Bu beyit, zâhirde beşeri bir aşkı ifade eder gibi görünse de, tasavvufî bir muhtevaya sahiptir ve ilahi aşka duyulan hasreti ve özlemi dile getirir. Aşkın yıpratıcı gücünün verdiği acıyı ve bu acının ancak sevgilinin iltifatı ile hafifleyeceğini anlatır.
Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
Harap Gönülden Teselli Nâğmesi
Vâsıf’ın bu nağmesi, insan gönlünün en derinlerinde yankılanan bir feryattır. Aşk, insanın iç dünyasını bir harabeye çevirirken, aynı zamanda o harabeyi yeniden inşa etme gücünü de barındırır. “Dil harâb-ı aşkınım” sözü, bir şikayet değil, bir şükür makamıdır. Zira gönül, dünyevî dertlerin ve nefsanî arzuların kalabalığından temizlenerek, ilahi aşkın ateşiyle harap olur ve ancak bu harabiyetle manevî bir dirilişe erer.
Bu beyit, ilahi aşka susamış bir kalbin halini tasvir eder. Aşığın gönlü, mâşukun nazarlarıyla harap olur, zira o nazarlar, dünyevî olan her şeyi silip süpürür. Bu haraplık, fânî olanın silinip bâkî olanın ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden aşık, bu haraplığın sebebini sevgilide bulur ve bu halinden memnundur. Ancak bu harabiyet, beraberinde büyük bir hasreti ve özlemi de getirir. Aşığın perişan gönlü, ancak sevgilinin tesellisiyle huzura erebilir. O teselli, mâşukun cemâlini görme arzusudur.
Vâsıf’ın bu mısraları, tarihte nice âşıkın hissiyatına tercüman olmuştur. Leyla için Mecnun’un, Şirin için Ferhat’ın, Mevlânâ için Şems’in aşkı, gönülleri harabeye çevirmiş ama aynı zamanda onları ebedî olana ulaştıran bir köprü olmuştur. Bu beyit, bize aşkın sadece tatlı bir his olmadığını, aynı zamanda yıpratıcı ve arındırıcı bir güç olduğunu da gösterir. Aşkın ateşiyle yanan gönüller, dünyevî kirlerden temizlenir ve teselliyi sadece sevgilinin yakınlığında bulur.
İnsan hayatı, bu türden haraplıklar ve yeniden inşa süreçlerinden ibarettir. Her birimiz, gönlümüzde Vâsıf’ın teselli aradığı o mutsuz gönlü taşırız. Gönlümüzü harap eden şey, bazen bir dünya meşgalesi, bazen bir hata, bazen ise bir kayıp olabilir. Ancak asıl teselli, fani olanın değil, bâkî olanın dergâhında bulunur. Unutmamalıyız ki, her harap gönlün bir teselliye ihtiyacı vardır ve bu teselliyi bulacağımız yer, ancak Yaradan’ın muhabbet denizidir.
Özet
Vâsıf, ilahi aşkın gönlü nasıl harap ettiğini ve bu harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. Mutsuz ve harap gönlüne teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Makalede bu durum, aşkın arındırıcı ve yıpratıcı gücü üzerinden izah edilerek, gerçek tesellinin ilahi aşkta bulunduğu vurgulanır.
Mevlânâ Hazretlerinin Beyti
İktibas
Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih
Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih
İzah ve Açıklama
Mevlânâ Hazretlerinin bu beyiti, dünyaya karşı bir ikaz ve tavsiye niteliğindedir. “Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih” Farsça bir ifade olup, “O (dünya) sana vefalı olmaz, sen de ona gönül verme” anlamına gelir. Dünya hayatının faniliğine ve geçiciliğine dikkat çeker. İkinci mısra, “Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih” ise “O (dünya) senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış” demektir. Bu mısra, insanın dünya hayatına bağlanmadan, fani olan her şeyden yüz çevirerek, manevi bir uyanıklık içinde olması gerektiğini vurgular.
Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
Dünya Gönlünden Vuslat Diyarına
Mevlânâ Hazretlerinin bu veciz beyiti, bize, dünya hayatına karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğütler. Dünya, bir konaklama yeri, bir menzil, bir geçit durağıdır. Bu durakta kalmaya çalışan, dünya malına, makamına ve zevklerine gönül veren kimse, sonunda hüsrana uğrar. “O sana vefalı olmaz” diyerek, dünyanın aldatıcı ve vefasız yüzünü ortaya koyar. Nice krallar, sultanlar, zenginler gelip geçmiştir; hiçbirisi dünya malını beraberinde götürememiştir. Bu, dünyanın vefasızlığının en açık delilidir.
İnsanoğlu, fıtratı gereği bir şeye bağlanma ihtiyacı hisseder. Mevlânâ, bu beyitte gönlümüzü kime ve neye vereceğimizi gösterir. Fani olana gönül bağlamak, gelip geçici bir gölgeye sarılmak gibidir. Asıl olan, bâkî olanın peşinden gitmektir. Bu yüzden Mevlânâ, “sen de ona gönül verme” diyerek bizi bu aldatıcı bağlanmadan sakındırır.
Beytin ikinci mısrası, bu öğüdü daha da derinleştirir. “O senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış.” Bu ifade, sadece dünyanın faniliğini bilmekle yetinmememiz gerektiğini, aynı zamanda aktif bir şekilde ondan yüz çevirmemiz gerektiğini vurgular. Dünya, biz onu terk etmeden bizi terk edecektir; ölümle, hastalıkla, ayrılıkla… Mevlânâ, bu kaçınılmaz sondan önce irademizle dünyadan yüz çevirmemizi, gönlümüzü Allah’a ve ahirete vermemizi öğütler. Bu, bir tür özgürleşme eylemidir. Maddi bağlardan kurtulup, manevi bir hayata yönelmektir.
Bu beyit, İslâm medeniyetinin ve tasavvufun temel prensiplerinden birini yansıtır: Zühd. Zühd, dünyadan el çekmek değil, dünyaya kalbini vermemektir. Elinde olup, gönlünde olmamaktır. Nitekim, tarihte nice mütefekkir, alim ve veli, dünya malına sahip olsalar bile, ona gönül vermemişlerdir. Onlar, bu beyitin muhteviyatını hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bu makale, bize bir kez daha hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak dünya meşgalelerinden arınıp, kalbimizi ebedi olana yöneltmekle mümkündür.
Özet
Mevlânâ, dünyanın vefasızlığına dikkat çekerek ona gönül verilmemesi gerektiğini öğütler. Asıl hikmetin, dünya bizden vazgeçmeden bizim ondan vazgeçmeye çalışmamız olduğunu belirtir. Makalede bu öğüt, zühd prensibi üzerinden izah edilerek, gerçek hayatın ancak bu şekilde elde edilebileceği vurgulanır.
Avnî (Fatih Sultan Mehmed) Hazretlerinin Beyti
İktibas
Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil
Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni
İzah ve Açıklama
Avnî mahlasını kullanan Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinin bu beyiti, ilahi aşkın getirdiği çileleri ve gönül dertlerini samimi bir şekilde dile getirir. Beyitin ilk mısrası, “Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil” yani “Sevgilinin eziyeti, düşmanın kınaması, ayrılığın yakıcı ateşi ve gönlün zayıflığı” gibi dertleri sayar. İkinci mısrada ise “Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni” diyerek, bu dertlerin hepsinin ilahi bir takdirin neticesi olduğunu, sanki Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını ifade eder. Bu beyit, padişahlık makamının ihtişamına rağmen, ilahi aşkın getirdiği çilelerin ne kadar derin olduğunu gösterir.
Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
Sultanın Gönül Mihneti: Aşk ve Derdin Sırrı
Tarihin en büyük hakanlarından Fatih Sultan Mehmed’in, bir cihan padişahı olmanın ötesinde, içli bir gönül ehli olduğunu bu beyitlerden anlarız. Fatih, sadece kılıcıyla değil, kalemi ve kalbiyle de bir fatihti. Bu beyit, onun gönlünün derinliklerinde yatan bir hasretin ve ıstırabın nâğmesidir. Bir padişahın bile, sevdiğinin eziyetine, düşmanın kınamasına, ayrılığın yakıcı ateşine ve gönlün zayıflığına mâruz kalması, insanlık halinin evrenselliğini gösterir.
Bu beyit, ilahi aşkın, makam ve mevki tanımadığını, herkesi kendi potasında erittiğini ispatlar. Fatih Sultan Mehmed, bu dertleri bir şikayet olarak değil, bir “imtihan” olarak görür. “Türlü türlü dert için yaratmış Allah’ım beni” sözü, bir acizlik ifadesi değil, bir teslimiyet ve tevekkül beyanıdır. O, bu dertlerin rastgele olmadığını, bilakis ilahi bir iradenin eseri olduğunu bilir. Zira dert, insanın manevî olarak yücelmesine vesile olan bir lütuftur. Dertler, kalbi dünyaya bağlayan zincirleri kıran birer balyozdur.
Bu dertlerin her biri, insanı asıl yurduna, Hak Teâlâ’ya yaklaştırır. Sevgilinin eziyeti, ilahi aşkın cilvesidir. Düşmanın kınaması, insanın nefsine boyun eğmek yerine Hak yolunda sebat etmesini sağlar. Ayrılığın ateşi, vuslatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. Gönlün zayıflığı ise, insanın ancak Allah’a dayanarak güç bulabileceğini idrak ettirir.
Bu makale, Fatih Sultan Mehmed’in sadece bir kumandan ve fatih olmadığını, aynı zamanda derin bir maneviyata sahip bir mümin olduğunu gösterir. O, bu beyitiyle, bize, hayatın sadece zaferlerden ve başarılardan ibaret olmadığını, asıl manevî zaferin, dertleri bir imtihan olarak kabul edip, onlara karşı sabır ve tevekkülle durabilmek olduğunu öğretir. Gerçek büyüklük, fethettiği topraklarda değil, fethettiği gönüllerde ve çektiği çilelere karşı gösterdiği sabırda yatar.
Özet
Fatih Sultan Mehmed, çektiği dertleri saydıktan sonra, Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını dile getirir. Makalede bu beyit, ilahi aşkın getirdiği çilelerin bir imtihan ve manevi bir terbiye vesilesi olduğu üzerinden izah edilerek, Fatih’in bu dertlere karşı teslimiyet ve tevekkül içinde olduğu vurgulanır.
İnsan hayatı, adeta bir cevher-i nevin tecellîgâhı olan bu kâinatta, nice sırlar, nice hikmetler ve nice hakikatler ihtiva eder. Hakîmâne bir nazarla bakıldığında, her bir hadise ve her bir kelam, bizlere bir ders verir, bir yola işaret eder. Bu çerçevede, ele aldığımız beyitler de bizlere mühim mesajlar sunar. Kâbiliyetin ehemmiyeti, duanın manevî iklimi, Allah’a tevekkül ve gayretin neticesi, müminin çileli fakat mükafatlı hayatı ve dünyanın geçiciliği bu makalenin muhtevasını teşkil etmektedir.
Talip olduğumuz, arzuladığımız şeyin gerçekleşebilmesi ancak kâbiliyetle mümkündür. Eğer bir insanın elinde kâbiliyet varsa bu onun yaptığı işten belli olur.
Bu beyit, bir işin hakikatine ermek, bir gaye-i uzmaya nail olmak için sahip olunan kâbiliyetin esas sermaye olduğunu ifade etmektedir. Kâbiliyet, potansiyel bir kuvvettir. Ancak bu potansiyel, bir gayret ve emek ile fiiliyete döküldüğünde mana kazanır. Tıpkı bir tohumun toprağa düşmesi gibi, insan da yaratılıştan getirdiği istidat ve kâbiliyet tohumlarını, hayatın tarlasına eker. Eğer bu tohumlar bereketli bir zemin olan gayret ve azimle sulanırsa, neticesi kendiliğinden zuhur eder.
Tarih, nice kâbiliyetli ancak tembel ve gayretsiz insanların nasıl zayi olduğunu göstermiştir. Öte yandan, kâbiliyetini meşakkatli bir emekle yoğuran nice insanın da nasıl zirvelere ulaştığına şahit olmuştur.
İnkişafın sebebi istidattır.
Yani insandaki kâbiliyet ve istidatların inkişafına birer sebeptir. Kâbiliyet bir nimet ve emanettir. Bu emanete riayet, onu doğru ve faydalı bir alanda kullanmakla mümkün olur. Aksi takdirde, kârını göstermeyen bir cevher misali, atıl kalır ve faydasız bir hale gelir.
2. Duanın Esrarı ve İlahî Rahmet
Bes du’âhâ k’ân zebânest ü helâk
V’ez kerem mî neşneved Yezdân-ı pâk
Hz. Mevlânâ
Nice dualar vardır ki helâk olmanın ve ziyanın da ta kendisidir. Kusurlardan münezzeh olan Allah, kereminden dolayı onları kabul etmez.
Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikmetli beyiti, duaya olan bakışımızı derinleştirmektedir. Bizler genellikle her duanın olduğu gibi kabul edileceğini zannederiz. Oysa Mevlânâ Hazretleri, bazen bir duanın, bizim için ziyan ve helak olabileceğini ifade eder. Çünkü insan, ilmin cüzîliği sebebiyle, bir isteğin neticesinde meydana gelebilecek olumsuzlukları idrak edemeyebilir. Hayır zannettiğimiz bir şeyde şer, şer zannettiğimiz bir şeyde ise hayır bulunabilir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle izah edilmektedir:
”…Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir ve hoşlandığınız bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (TDV Meal, Bakara Suresi, 216. Ayet)
Bu durumda, Allah-u Teâlâ, kulunun cehaletinden ötürü dilediği bir şerrin vuku bulmaması için o duayı kereminden ve rahmetinden dolayı kabul etmez. Bu bir reddetme değil, bilakis bir rahmet tecellisidir. Mevlânâ bu beyit ile bizlere, duanın hakikatini, bir pazarlık ve isteme fiilinden öte, Allah’ın rahmet ve hikmetine tam bir teslimiyet hali olduğunu öğretmektedir.
3. Gayret, Tevekkül ve Hakikat Yolu
Allâh’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol
Mehmet Âkif Ersoy
Ey insan! Allah’a dayan, gayrete sarıl, hikmete boyun eğ. Bir yol varsa o da budur. Başka bir yola çıkacağını bilmiyorum.
Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, bu beyitte inancın ve gayretin el ele yürümesi gerektiğini veciz bir şekilde dile getirmiştir. İnsan, bir taraftan Allah’a tam bir tevekkül ile bağlanmalı, diğer taraftan ise dünya hayatının bir imtihan olduğu bilinciyle çalışıp çabalamalıdır. “Allah’a dayan” ifadesi, kalbî bir iman ve teslimiyetin ifadesidir. “Sa’ye sarıl” ise bu imanın fiilî bir yansıması olarak, sebeplere tevessül etmenin ehemmiyetini vurgular. Hikmete râm olmak ise, hadiselerin arkasındaki ilahî hikmeti görebilmeyi ve buna rıza gösterebilmeyi ifade eder.
Bu beyit, İslâm düşüncesinin temel bir prensibini ihtiva eder: tevekkül, tembellik ve atâlet demek değildir. Tevekkül, bütün sebeplere müracaat ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemektir. Âkif, bu yolu “hikmete râm ol” ifadesiyle taçlandırır. Yani, her ne olursa olsun, neticenin ardında bir hikmet olduğuna inanmak ve buna teslim olmaktır. Bu yol, insanın manevî ve maddî hayatını bir bütün olarak kuşatır ve ona hem dünya hem de ahiret saadetini vaat eder.
4. Mümin’in Çilesi ve Ahiretteki Safası
Mü’min olanların çokdur cefâsı
Âhiretde olur zevk ü safâsı
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Âşık Yunus
Allah’a gerçekten kul olanların bu dünyada sıkıntısı, derdi çoktur. Müminlerin asıl, gerçek eğlencesi ahirette olacaktır. Hem adı güzel hem de kendisi güzel olan Peygamberimiz (sav) on sekiz bin âlemin Mustafa’sıdır.
Âşık Yunus’un bu ilahî nağmesi, müminin hayatına dair bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu dünya, bir imtihan meydanıdır ve müminler için çile ve meşakkatlerle dolu olabilir. Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz.” (TDV Meal, Bakara Suresi, 155. Ayet) buyurularak bu hakikat teyit edilmiştir.
Ancak bu çile, sonu olmayan bir azap değil, aksine bir tezekkür ve manevî yükseliş vasıtasıdır. Her bir cefa, müminin imanını kuvvetlendirir ve onu ahiretteki zevk ve safaya hazırlar. Şiirin devamında ise bu ahiret müjdesinin ve feyzinin kaynağı olan Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) bahsedilir. O, on sekiz bin âlemin seçilmişidir ve onun şefaati, müminlerin en büyük umududur. Bu beyit, müminlere bu fani dünyada sabrı, ahirette ise mükâfatı vaat eder.
5. Dünyanın Geçiciliği ve Aklın Hakikati
Âkıl oldur gelmeye dünyâ metâ’ından gurûr
Müddet-i devr-i felek bir demdir âdem bir nefes
Bâkî
Akıllı, elde ettiği dünyalık maldan dolayı gurura kapılmayan kimsedir. Dünyanın dönüş süresi bir an, insanın ömrü ise bir nefesten ibarettir.
Şair Bâkî’nin bu beyti, dünya ve insan hayatının fani ve geçici olduğu hakikatini vurgular. Akıllı olmak, sadece maddî birikimlere sahip olmak değil, asıl itibarıyla bu birikimlerin insanda bir gurur ve kibir vesilesi olmamasını temin etmektir. Dünyalıklar, birer vesile ve imtihan aracıdır. Bunlara aldanmak ve onlarla böbürlenmek, aklın zaafını gösterir.
Bâkî, dünya hayatının müddetini bir an gibi tasvir ederken, insan ömrünü ise bir nefese benzetir. Bu benzetme, hayatın ne kadar kısa ve ani bitebileceğini bizlere hatırlatır. İnsanoğlu, bu kısa ömürde ebedî bir hayat için hazırlık yapmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takva sahipleri için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (TDV Meal, En’âm Suresi, 32. Ayet) buyurularak bu hakikate işaret edilmiştir. Akıllı insan, bu fani dünyanın aldatıcı cazibesine kapılmayan ve ebedî hayata hazırlık yapan kimsedir.
Makale Özeti
Bu makalede, insan hayatının muhtelif veçheleri ele alınmıştır. İlk olarak, kâbiliyetin ve bu kâbiliyeti gayretle inkişaf ettirmenin bir başarı için esas olduğu vurgulanmıştır. Akabinde, duanın sadece bir dilek mekanizması değil, aynı zamanda ilahî hikmet ve rahmete teslimiyetin bir tecellisi olduğu izah edilmiştir. Üçüncü kısımda, tevekkülün tembellik değil, fiilî gayret ve Allah’a tam bir güvenin neticesi olduğu belirtilmiştir. Dördüncü bölümde ise, müminin bu dünyada çektiği meşakkatlerin, ahiretteki ebedî saadetin bir mukaddimesi olduğu ve bu çilenin kaynağının Allah ve Resulü’ne olan iman olduğu anlatılmıştır. Son olarak, dünyanın faniliği ve insan ömrünün kısalığı ele alınarak, aklın gerçek manasının bu fani dünyalıklara kapılmamak ve ebedî hayata hazırlık yapmak olduğu ifade edilmiştir.
BERCESTE VE İZAHI – 58 –
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025
Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)
1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”
Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?
2. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri
İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.
3. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar
İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:
• Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
• Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.
4. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı
Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.
5. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat
Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.
Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.
***********
Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati
1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat
Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?
2. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet
Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:
• Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
• İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
• Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.
3. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi
Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:
• Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
• Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
• Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.
4. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı
Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:
• Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
• Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.
5. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına
Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.
Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.
Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine
1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ
Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
2. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil
Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.
******
3. İnsanın Hakikati: Kâinatın Çekirdeği ve Esmâ’nın Aynası
Bir makine, en gelişmiş haliyle bile, mahiyetini tayin eden kodların ve sınırları belli bir vazifenin esiridir. İnsan ise, maddî yapısının ötesinde, sonsuz bir potansiyel ve derûnî bir zenginlik taşır. Bu hakikatin temelini Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de veciz bir şekilde beyan eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Ayette geçen “Ahsen-i Takvîm” tabiri, insana bahşedilen suretin sadece zahirî güzelliğine değil, asıl olarak onun manevî donanımının ve isti’dadının vüs’atına (genişliğine) işaret eder. İnsan, kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi, yahut o ağacın bütün hususiyetlerini içinde barındıran bir çekirdeği gibidir. Ona öyle câmi’ bir fıtrat verilmiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın bütün Esmâ-ül Hüsnâ’sının cilvelerini tek başına gösterebilecek parlak bir ayna olma kabiliyetine sahiptir.
Bu zaviyeden bakıldığında, kâinat büyük bir kitap ise, insan o kitabın bütün manalarını ihtiva eden bir fihristidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu sırra, insanın “nakışları garib, sanatı acib bir mu’cize-i kudret” olduğu ve “bütün esmâ-i hüsnânın cilvesine mazhar ve bütün kâinata bir misal ve nümune” olarak yaratıldığı ifadeleriyle dikkat çekilir.
Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.
İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.
*************
4.”Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî
İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir..”
5. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma
Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.
Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.
6. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?
Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.
Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.
DÜNYA MERKEZLİ HAYATIN ÂKIBETİ VE AHİRETİN UNUTULUŞU
1. Gafletin Küresel Yükselişi
Zamanın seyri içinde dünya, ahireti unutturan bir cazibe merkezi haline gelmiştir. İnsanlığın büyük bir kesimi, hayatını yalnızca dünya eksenli kurmuş, bütün gayretini dünyada kalıcı olma vehmine bağlamıştır. Bu hal, artık ferdî bir zafiyet değil; milletlerin, devletlerin, hatta medeniyetlerin müşterek bir hastalığı olmuştur.
Küresel sistem, insanı sadece bedeniyle, menfaatiyle ve arzularıyla tarif eder hâle getirmiştir. Ruh, mana, ahiret, hesap, ebediyet gibi ulvî kavramlar artık hayatın merkezinden çıkarılmış; yerlerine reklam, servet, zevk, gösteriş ve güç konulmuştur.
Kur’ân bu hakikati asırlar öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar..”
(Rûm Sûresi, 7. âyet)
Bu ayet, bugünün insanını tasvir eder gibidir. Zira insanlık, teknolojiyi, bilimi ve siyaseti zirveye taşımış; ama kalbini ve aklını hakikatin merkezinden uzaklaştırmıştır.
2. Dinin Hayattan Çıkarılışı: Trump Misali
Bugün dünyanın zirvesinde bulunan idareciler bile, bu dünyevîleşmenin birer sembolüdür. Mesela ABD’nin Başkanı Donald Trump, kendisinin “Hristiyan” olduğunu söylese de, hayatının merkezinde ne Allah korkusu, ne de ahiret endişesi vardır.
Kızının Yahudiliğe geçişini İsrail Meclisi’nde bir “iftihar vesilesi” olarak anlatırken, aslında dinin özünden uzak, yalnızca dünyevî çıkar ve siyasî menfaat eksenli bir bakış açısını dile getirmiştir.
Bu, günümüzde dinin değil; din görüntüsünün bir siyasî araç hâline geldiğini göstermektedir.
Kur’an bu zihniyeti şöyle beyan eder:
“Onlardan öylesi vardır ki dünya hayatını ahirete tercih eder.”
(İbrahim Sûresi, 3. âyet, TDV Meali)
İnsan, Rabbine karşı kulluğunu değil; dünya menfaatini esas alınca, inanç bir davet değil, bir çıkar dengesi hâline gelir. İşte modern insanın kaybettiği en büyük değer budur.
3. İnsanın Dönüşümü: Ruhî Yoksullaşma
İnsan, yalnızca beden değildir. Ruhuyla insan, kalbiyle kâmildir. Fakat bugünün insanı, “madde”yi büyütürken “mana”yı küçültmüştür.
Ruhî yoksullaşmanın en belirgin göstergesi; ahireti unutmak ve “hesap günü” endişesini kaybetmektir. Çünkü ahiret inancı, insana hem sorumluluk hem denge kazandırır. Onu zulümden, israftan, haksızlıktan, nefsin esaretinden korur.
Ne var ki, bugünün insanı nefsine kul olmuş; Rabbine yabancılaşmıştır.
“Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”
(Haşr Sûresi, 19. âyet, TDV Meali)
Bu ayet, çağımızın ruhî manzarasını çarpıcı biçimde özetler. İnsan, artık ne için yaratıldığını, kimin kulu olduğunu ve nereye gittiğini bilmez hâle gelmiştir.
4. Bilimin ve Siyasetin Saptırdığı Zemin
Bilim, hikmetsiz kaldığında; siyaset, ahlaktan ayrıldığında; ekonomi, adaletten uzaklaştığında; ortaya zulüm düzeni çıkar.
Bugün bilim, Allah’ın kudretini değil; insanın benliğini büyütmektedir.
Siyaset, adaletin değil; menfaatin hizmetine girmiştir.
Toplumlar, servet yarışına kapılmış; ahiret fikri zayıfladıkça, vicdan da körelmiştir.
“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal ile evlatta çoğalma yarışından ibarettir.”
(Hadîd Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)
Kur’an bu hakikati bildirirken, insanın bu yarışta kaybedeceği en büyük nimetin ebedî hayat olduğunu hatırlatır.
5. Tarihî Misaller ve İbret
Firavun, Nemrud, Karun gibi tarihî tipler, yalnızca birer şahıs değil; dünyevîleşmiş zihniyetin sembolleridir.
Bugün onların isimleri tarihe lanetle geçmiştir. Çünkü her biri, kudreti, serveti ve makamı ebedî sandı.
Modern çağın “dijital firavunları” da aynıdır. Onlar da kendilerini “ilah” gibi gören, hükmeden ve hesap vermez zanneden kimselerdir.
Oysa “Her nefis ölümü tadacaktır.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 185. âyet, TDV Meali)
Bu ilahî hakikat, bütün güç sahiplerinin kulağına küpe olmalıdır.
6. Netice: Dünya Bir Gölgeler Âlemidir
Oysa Dünya bir misafirhanedir. İnsan, ebed için yaratılmıştır. Dünya, ebedî saadetin mezraasıdır.
Yani dünya, kalınacak yer değil; geçilecek bir menzildir.
Dünya sevgisi kalbe hâkim olursa, ahiret nazardan düşer; insan gafletin karanlığına bürünür.
Ancak imanla ve tefekkürle bakan kişi, dünyayı bir imtihan meydanı, bir emanet diyarı olarak görür.
“Kim ahiret kazancını isterse onun kazancını artırırız; kim de dünya kazancını isterse ona ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi olmaz.”
(Şûrâ Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)
7. Hikmetli Sonuç ve Ders
Bugünün insanı, servetle, makamla, şöhretle övünür; fakat kalbinde huzur yoktur. Çünkü kalbin gıdası iman, ruhun saadeti ahiret ümididir.
Dünyevîleşen insanlık, ahireti unuttukça vicdanını da kaybetmiştir.
Gerçek saadet, ebedî olanı kazanmaktadır. Dünya ise, bir rüya kadar kısa bir yolculuktur.
ÖZET
Dünya merkezli bir hayat anlayışı, insanı gaflete, umursamazlığa ve manevî körlüğe sürüklemiştir.
Günümüz insanı, tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi, dini bir çıkar aracına dönüştürmüş; ahiret inancını gündeminden çıkarmıştır.
Kur’an’ın beyanıyla dünya hayatı bir “oyun ve süsten” ibarettir.
Gerçek saadet, dünyayı değil; ahireti esas almaktadır.
Zira dünya fanî, ahiret ise bâkîdir.
İnsanın asıl yurdu orasıdır.
“Dünya bir gölge, ahiret ise hakikattir.”