Kendi Âlemini Taşıyan İnsan: Her Hayat Bir Kâinattır

Kendi Âlemini Taşıyan İnsan: Her Hayat Bir Kâinattır

“Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var.”
Emirdağ Lâhikası 2

“İnsan âlemde değil, âlem insanda gizlidir.”
Bir dünya var dışımızda; yıldızlar, dağlar, insanlar, şehirler…
Ama bir dünya daha var içimizde; düşünceler, duygular, hatıralar, acılar, sevinçler…
Ve işte bu ikinci dünya, her bir insanın kendine mahsus âlemidir.
Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var.”

Âlem-i Şuur: Her Kalpte Bir Kâinat

Bir insan, aynı mekânda bulunsa bile diğerinden farklı bir âlem yaşar. Birinin gözünde bahar olan, diğerinin kalbinde kıştır. Birinin sevinci, diğerinin acısı olabilir. Çünkü her zîşuurun, yani şuur sahibi varlığın kendine ait bir “iç âlemi” vardır.

> “Nasıl herkesin elinde bir aynası olsa ve o aynayla bir saraya baksa, herkesin aynasında farklı bir saray görünür;
aynı şekilde, her insanın kalp ve akıl aynası da bu dünyaya farklı mânâlar yükler.”

İşte bu yüzden aynı dünyada farklı hayatlar, aynı evde farklı ruh hâlleri, aynı olayda farklı tepkiler görülür.

Hayat: Âlemin Direği

> “Herkesin hususi âleminin ve dünyasının direği, kendi hayatıdır.”

Hayat giderse, âlem söner.
Hayat, şahsî bir güneştir; o ışığını çekince iç âlem kararır.
Bu bakış açısı, insanı iki yönden sorumlu kılar:

  1. Kendi hayatını anlamlandırmak: Çünkü kendi âlemini ancak sen inşa edebilirsin.
  2. Başkalarının âlemlerine saygı göstermek: Çünkü herkesin dünyası kendine hastır..

Bunun farkına varmak, insanın hem şuurunu hem de şefkatini derinleştirir.

Hususi Âlemler Arasında Yaşamak

Toplum, bir araya gelmiş yüzlerce binlerce “hususi âlem”den ibarettir. Her bireyin geçmişi, hatıraları, acısı, duası, pişmanlığı, ümidi farklıdır. Herkes kendi kâinatının merkezinde yaşar.

Ve işte buradan çıkan büyük ders şudur:
Hiç kimsenin kalbi, yüzeyden anlaşılmaz.
Hiç kimsenin âlemi, tek pencereden görülmez.
Bu yüzden insanları yargılamak yerine anlamaya çalışmak, en derin şefkatin kapısını açar.

İmanın Aydınlattığı Âlem

Bu hususi âlem, imanla nurlanır, küfürle kararır.
Bir müminin iç âlemi; cennet tomurcukları gibi ümit, teslimiyet, dua, tevekkül ve sabırla bezenir.
Bir gafilin iç âlemi ise; karanlık bir boşluk, anlamsızlık ve korkuyla dolar.

Dolayısıyla, asıl fethedilmesi gereken kâinat, dışarıdaki yıldızlar değil; içimizdeki âlemdir.
Ve bu fetih, kalp ve ruh terbiyesiyle, iman ve marifetle mümkündür.

ÖZET:

Her insanın kendine ait bir iç dünyası, bir hususi kâinatı vardır. Bu âlem, onun hayatıyla ayakta durur; hayatı sönerse, âlemi de söner. Her bireyin kalp ve akıl aynası farklı olduğu için dünyayı anlayışı da farklıdır. Bu farkındalık, insanı hem daha anlayışlı hem de daha bilinçli yapar. İman ise bu hususi âlemleri nurlandıran en büyük güneştir. İnsan, kendi iç âlemini ıslah ederek hakikî huzura kavuşabilir. Çünkü en büyük âlem, insanın içindedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Zulümden Doğan Adalet: Kaderin Sessiz Fakat Kesin Konuşması

Zulümden Doğan Adalet: Kaderin Sessiz Fakat Kesin Konuşması

“Konuşan Yalnız Hakikattir 

   Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa bir zulme maruz kalır, başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.”
Emirdağ Lâhikası 2

“Hâkim zalim olabilir, fakat kader asla haksızlık etmez.”

İnsan hayatı; görünen ile görünmeyen, zahir ile batın, adalet ile zulüm arasında hassas bir terazide akar. Bazen yaşadığımız hadiseler, özellikle de haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz olaylar, içimizi yakar; “Bu neden başıma geldi?” diye sorarız. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin verdiği cevap, hem gönülleri teskin eder hem akılları uyandırır:

> “Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder.”

Bu ne demektir?

Zulüm Görünümlü Bir İkram: Kaderin Sır Dili

Dışarıdan bakıldığında bir insan haksızlığa uğramış gibi görünür:

Haksız yere hapse atılır,

Suçsuz olduğu hâlde itham edilir,

Bir iftiranın kurbanı olur,

Bir musibetin içine düşer.

Ancak bu zahirî zulmün arkasında, ilâhî kaderin adalet terazisi çalışmaktadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine vesile olur.”

Yani:
Kâinatta hiçbir hadise tesadüf değil; her şey bir ilim, hikmet ve adalet çerçevesinde cereyan etmektedir. Belki bu kişi, önceki bir kusurunun ya da gizli bir günahının cezâsını, başka bir sebep üzerinden çekmektedir. İnsan bilmez ama kader bilir. İnsan unutur ama kader kaydeder.

Zalim, İrade Eder; Kader İstihdam Eder

Burada çok hassas bir ayrım vardır:
Zalim yaptığı zulümden sorumludur. Çünkü kötü niyetle, haksız yere zarar verir.
Ama Allah o zulmü adaletinin bir tecelli vesilesi yapabilir. Yani zulüm yapanın suçu baki kalmakla beraber, mağdur olan kişi, kendi geçmişinden gelen bir hakikî cezanın takdirine maruz kalmış olabilir.

Bu açıdan bakıldığında:

Hz. Yusuf’un kardeşleri onu kuyuya attı: Zulümdü.

Ama bu olay, onun Mısır’ın hazinelerine yükselmesine vesile oldu: Bir kaderdi.

Aynı zamanda o kardeşler, Hz. Yusuf’a işledikleri fiil sebebiyle ilâhî adaletle yüzleştiler.

Kader, hem Yusuf’u terbiye etti hem kardeşlerine hakikati gösterdi. İşte bu, zulüm içinde tecelli eden adaletin ta kendisidir.

Kaderi Suçlamak, Hikmeti İnkâr Etmektir

Kader, insanın özgür iradesini iptal etmez. Ancak kader, bütün zamanları kuşatan bir ilâhî hesap ve düzenle her şeyi yerli yerine koyar. Zulüm gibi görünen bazı olaylar, eğer iç yüzüne vakıf olunursa, aslında terbiye, temizlik, ilâhî ikaz, arınma veya kefaret olarak tecelli etmiş olabilir.

Bu yüzden:

Kaderi sorgulamak değil,

Kendi hayatımızda neyi düzeltmemiz gerektiğine bakmak gerekir.

“Konuşan Yalnız Hakikattir”

Bediüzzaman, bütün bu manaları özetle şu cümlede toplar:

> “Konuşan yalnız hakikattir.”

Yani insanlar konuşur, hüküm verir, yargılar; ama nihayetinde asıl konuşan, hakikatın kendisidir. O da kaderde gizlidir. Kimi zaman zulüm maskesiyle gelir, ama perdeyi araladığında karşına ilâhî bir terbiye ve adalet çıkar.

ÖZET:

İnsan zaman zaman haksızlığa uğradığını düşünür; fakat Risale-i Nur’un izahına göre bazı zulümler, kaderin adaletine bir vesile olabilir. Bu, zulmeden kişinin suçunu ortadan kaldırmaz; ancak mazluma, daha önceki bir hatası veya günahı dolayısıyla kaderî bir karşılık verilir. Böylece adalet-i ilâhiye, zahirde bir zulüm perdesiyle görünse de aslında kendi hükmünü icra eder. Kader suçlu değildir; bilakis hikmetli ve adildir. O hâlde insan, başına gelen her hadisede hikmeti aramalı, hatasını sorgulamalı ve sabırla teslim olmalıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Suyun Sessiz Hutbesi: Kâinatta Dolaşan Bir “Mübarekât” Lisanı

Suyun Sessiz Hutbesi: Kâinatta Dolaşan Bir “Mübarekât” Lisanı

“Herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince ‎ اَلْمُبَارَكَاتُ‎  kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

   Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan, yaratılışın zirvesinde yer almasına rağmen, çoğu zaman en temel hakikatleri idrak etmekten uzaktır. Oysa su gibi sıradan görünen bir varlık, insanın hakikate ulaşmasında en büyük delil ve rehberlerden biridir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “hususi dünyam” ifadesiyle işaret ettiği tefekkür aynasında su, sadece bir tabiat unsuru değil, aynı zamanda kudret-i İlahiye’nin tecellilerini taşıyan, kelime kelime bir Kur’an lisanı gibidir.

Suyun her damlası, her hareketi, her teması bir âyet gibidir. Nutfenin (meninin), çekirdeğin, tohumun uyanışı ve büyümesi; toprağın bağrındaki cansız kütlelerin canlanması; yeni bir hayatın filizlenmesi, hep suyun eliyle başlar. Ve bu hareketlerin arkasında, zerreden semaya uzanan büyük bir nizam, hesap ve hikmet vardır.

Suyun içinde akılsız, şuursuz atomlar, proteinler ve moleküller vardır. Fakat bu şuursuz unsurlar, şuurlu işler yapmakta, müthiş bir planla ve büyük bir isabetle görev yapmaktadır. Bu durumda ya her bir su damlasına binlerce Eflatun’un aklı, binlerce Lokman Hekim’in hikmeti verilmiştir – ki bu aklen, mantıken ve ilmî olarak imkânsızdır – ya da bütün bu işlerin arkasında bir Tek Hakîm, bir Tek Âlim ve bir Tek Müdebbir olan Allah vardır.

Mübarekât Lisanı: Su ile Okunan İlahi Kitap

Kur’ân’da suya dair geçen ayetler, onun yaratılış sırrını ve hayat için taşıdığı rahmeti gözler önüne serer.

> “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiya, 30)

Bu ayet, suyun sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevî ve kevnî bir hakikat taşıyıcısı olduğunu da gösterir. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, suyun damlaları, hayatın başlangıcına yaptığı hizmetlerle adeta lisan-ı hal ile

> “اَلْمُبَارَكَاتُ” (mübarek işler)
kelimesini fısıldar. Her damla, “Ben gönderilmiş bir rahmetim,” dercesine yaratılışın gürültüsüz destanını yazmaktadır.

Suyun tohuma dokunuşuyla başlayan uyanış, toprakta gizli kalan o mucizenin açığa çıkmasıyla devam eder. Bu sessiz inkılapta, ne mühendislik harikaları ne de laboratuvar hesapları vardır. Fakat sonuç, bir matematikçinin hayran olacağı kadar ölçülü, bir ressamın mest olacağı kadar güzeldir.

Bu noktada iman nazarı devreye girer. Göz, gördüğünü anlamlandırır, akıl hikmeti kavrar, kalp ise bu manzarayı “Bârekâllah” diyerek tefekkür eder. Su, artık sadece bir madde değil; bir mübarek elçi, bir rahmet postacısı, bir kudret aynası hâline gelir.

Tabiat mı, Tevhid mi?

Modern bilim, suyun özelliklerini keşfettikçe hayret etmeye devam ediyor. Suyun hafızası, yüzey gerilimi, çözücü gücü, sıcaklık taşıma kapasitesi, hücrelerle kurduğu ilişki gibi nice özelliği hâlâ tam anlamıyla açıklanabilmiş değildir. Fakat bu sırlar, tesadüfle izah edilemeyecek kadar mükemmel, kendi kendine oluşamayacak kadar sanatkâranedir.

İşte tam bu noktada, tevhid nazarı ilmî bilgiyle birleşince imanî bir keşif doğar:
Her bir su zerresi, kâinatın Rabbi tarafından vazifelendirilmiş bir neferdir. O vazifesini şaşırmaz, isyan etmez, tembellik etmez. Çünkü o, kendisini değil; kendisini Yaratan’ı temsil etmektedir.

Özet:

Bu makale, suyun yaratılışındaki hikmeti ve vazifelerini imanî bir bakışla değerlendirmektedir. Suyun her damlası, hayatın başlangıcına hizmet ederken, lisan-ı hâliyle “mübarekât” kelimesini âleme neşreder. Bu, tesadüfle açıklanamayacak kadar düzenli, hikmetli ve gayeli bir süreçtir. Her bir su zerresi, bir Eflatun kadar akıllı, bir Lokman kadar hikmetli değildir; ama o zerrelerin arkasında nihayetsiz ilim ve kudret sahibi Allah vardır. Su, böylece sadece bir hayat kaynağı değil, aynı zamanda tevhidin berrak aynası hâline gelir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Temsilin Gücü: İslâm’ı Yaşamak, İslâm’ı Yaymaktır

Temsilin Gücü: İslâm’ı Yaşamak, İslâm’ı Yaymaktır

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarih boyunca hakikatler sözle anlatılmıştır; fakat hakikatlerin kalplerde yer etmesi ve gönülleri fethetmesi, en çok da onların yaşanmasıyla mümkün olmuştur. Çünkü söz, kulakla duyulur; fiil ise gözle görülür. Göz ise kalbin kapısıdır. İnsanı ikna eden sadece kelimeler değil, o kelimelerin hayata taşınmış halidir.

Bediüzzaman Said Nursî, “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek…” diyerek, İslâm’ın tebliğindeki en etkili yöntem olan temsilî tebliğe dikkat çeker. Bu cümle, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda İslam dünyasının bugünkü geri kalmışlığına da bir cevap mahiyetindedir. Çünkü İslam, ilahi bir nizamdır; fakat onu yaşayanlar bu nizama aykırı hareket ettiklerinde, din değil, dindar sorumludur.

İslam’ın Güzelliği, Müslümanın Hayatında Parlamalıdır

İslam’ın güzelliği; hoşgörüsünde, merhametinde, adaletinde ve hakkaniyetinde gizlidir. Ne var ki, bu güzellik sadece kitaplarda kalırsa, dünya bu nurdan habersiz yaşar. Günümüz dünyasında, milyonlarca insan İslam’ı sadece medyada gördüğü yalanlarla veya kötü örnek Müslümanların çirkin davranışlarıyla tanıyor. Oysa eğer bizler, İslâmî ahlâkı tam manasıyla yaşayıp, imanın izzetini, sabrını, doğruluğunu, tevazusunu hayatımıza sindirsek; sadece bireysel değil, toplumsal bir cazibe merkezi haline geliriz.

Zira kalplerin anahtarı dildir, ama kilidi güzel ahlâktır. Nice kişi bir tebessüm, bir sabır, bir doğruluk örneğiyle İslam’a meyleder. Ashab-ı Kiram’ın fetihleri sadece kılıçla değil, ahlâkla ve adaletle olmuştur. Endülüs, Semerkand, İstanbul gibi merkezlerde medeniyetin tesisi, en başta ahlâkın ve imanın kemâl ile yaşanmasıyla mümkün olmuştur.

Neden Temsil, Tebliğden Etkilidir?

Çünkü temsil, sessiz bir dildir. Herkesin anlayacağı bir lisandır. Dinlemek istemeyeni bile etkileyen bir hakikat gösterisidir. Bir Müslümanın emanete sahip çıkması, doğruluğu, komşusuna yardım etmesi, öfkesine hakim olması, merhameti, cömertliği; bin vaazdan daha etkili olabilir. Çünkü insanlar söze değil, davranışa bakar. Sözle anlatılan şey davranışla yalanlanıyorsa, dinleyici artık o söze değil, o davranışa inanır.

Tarihte nice gayrimüslim topluluklar, bir Müslümanın sadakati, merhameti, adaleti sayesinde İslam’a gönül vermiştir. Buna karşılık, İslamî ahlâktan uzak yaşayan toplumlar, kendi elleriyle dinden soğutucu örnekler üretmişlerdir. Bir kişi kötü bir Müslümanın davranışıyla bütün dine sırt dönerken; bir başkası güzel ahlâk sahibi bir Müslüman sayesinde iman nuruna kavuşabiliyor.

İman ve Ahlâk Medeniyetleri İnşa Eder

Bugün İslam dünyası, siyasi bağımsızlık iddiası taşısa da ahlaki ve kültürel bağımlılıkla sarsılıyor. Çünkü iman kemâle ermedikçe ahlâk da olgunlaşmıyor. Ahlâksız bir toplumda ise ne hak kalır, ne hukuk. Hürriyetler yozlaşır, zenginlik zulme döner, adalet şekle indirilir. İşte bu sebeple, iman ve ahlâk birlikte hareket ettiğinde bir medeniyet doğar. Ve bu medeniyetin mesajı sadece kitaplarla değil, hayatlarla yazılır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, biz “kemalât-ı ef’alimizle” bu dini izhar edersek; yani ahlâk ve imanla yoğrulmuş örnek bir hayat yaşarsak, İslam’ın cazibesi küre-i arzın bazı kıtalarına ve devletlerine kadar ulaşabilir. Yani gerçek fetih, kalplerin fethidir. O da ancak temsil ile mümkündür.

Sonuç: Söz Yetmiyor, Fiil Gerek

Bugün İslam’a olan ihtiyaç her zamankinden daha fazla. Ama bu ihtiyacı duyurmanın en etkili yolu vaaz kürsüleri değil, ahlâklı hayatlar, dürüst ticaretler, sabırlı aileler, merhametli kalpler, adil yönetimlerdir. Kısacası İslam’ı anlatmak değil, yaşamak en büyük tebliğdir.

Çünkü yaşanmış bir İslam, sadece bir inanç değil, bir kurtuluş rehberi haline gelir. Ve bu rehber, yolunu kaybetmiş milyonların önünü aydınlatabilir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “ahlâk-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniye” vurgusundan hareketle, İslam’ın tebliğde en etkili yolunun onu yaşamak olduğunu işler. Temsilin, sözden çok daha etkileyici olduğu anlatılır; çünkü insanlar davranışlara daha çok inanır. Müslümanlar eğer iman ve ahlâkı kemâliyle yaşarlarsa, İslam dünya çapında hak ettiği saygı ve kabulü görecektir. En büyük fetih, kalplerin fethidir ve bu da ancak güzel ahlâkla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Kâinatın Lisanı: Her Şeyde O’nu Gösteren Bir Âyet Var

Kâinatın Lisanı: Her Şeyde O’nu Gösteren Bir Âyet Var

“Evet Cenab-ı Hak, bu kâinatı insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir. Ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telahuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükür etmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o hârikaları unutturup yalnız ince bir perdesini gösterip; şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır. Öyle ise

وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ

تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

düsturuyla, mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan bu dünyaya bir misafir olarak gönderilmiştir. Bu misafirhanede gözüne, kulağına, kalbine, aklına hitap eden sayısız ikram ve ihtimamla karşılanır. Güneş onun için doğar, toprak onun için meyve verir, rüzgar onun için eser, su onun için akar. Hatta zamanın derinliklerine gizlenmiş nice nimet ve keşifler de onun aklî dualarının neticesi olarak yeryüzüne çıkar. Lâkin bütün bu ikramlara karşı, insandan beklenen en doğal karşılık; minnet, şükür ve Yaratan’ı tanımaktır.

Ne var ki insan, çoğu zaman bu misafirhanenin sahibini unutmakta, ikramları başkasına isnat etmekte ve kendini ev sahibi zannetmektedir. Oysa her nimet, arkasında sonsuz bir ilim, irade ve rahmeti gösteren birer işarettir. Bu işaretleri göz ardı etmek, varlığı anlamlandıran ruhu kaybetmektir. İşte bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri “mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun” der.

Misafirhane-i İlahiye: Nimetlerin Şuurla Serildiği Bir Sofra

Kâinat başıboş, sahipsiz, gelişi güzel bir mekân değildir. Bilakis her şeyin bir düzenle yaratıldığı, her canlının ihtiyacına göre rızkının gönderildiği, mevsimlerin bir takvim gibi işlediği muazzam bir sistemdir. Bu sistemin işleyişi, bilinçsiz sebeplere değil, bilinçli bir Kudret’e dayanır.

İnsanoğlunun icat dediği şeyler, aslında var olan hakikatlerin fark edilmesidir. Uçak, kuşun sırrının keşfiyle; elektrik, tabiatta saklı enerjinin ortaya çıkarılmasıyla; ilaçlar, bitkilerdeki şifa özelliklerinin anlaşılmasıyla mümkündür. Yani insan, icat etmiyor; sadece keşfediyor. Keşfettiğini ise kendine mal ediyor. Halbuki bu nimetlerin tamamı Allah’ın isimlerinin yeryüzündeki yansımalarıdır.

Küfran-ı Nimet: Nimetin Kaynağını Unutmak

Nimete ulaşıp da onu, sanki kendi aklıyla ve hüneriyle elde etmiş gibi davranmak, hakikatte bir nankörlüktür. Tıpkı misafir olup da ev sahibini yok saymak gibi bir densizliktir. Bugün bilim ve teknoloji ilerledikçe, kâinat daha çok anlaşılır hâle gelmiş; fakat bu anlaşılma, çoğu zaman şükre değil, kibir ve gaflete sebep olmuştur.

İnsan, kendi acziyetini fark ettikçe Allah’a yönelir. Ama aklına güvenip de kendi keşfini yüceltirse, o zaman kâinatı bir harf gibi okuyacağına, bağımsız bir kelime gibi okur. Ve böylece her şeyin arkasındaki kudreti değil, sadece görünürdeki sebebi görür. Bu ise insaniyetin mahiyetine, yani “ahsen-i takvim” olan yaratılış gayesine zıttır. Çünkü insan; gören, düşünen, anlayan ve Yaratan’ı tanıyacak bir istidatla yaratılmıştır.

Mana-yı Harfiyle Bakmak: Eşyanın Allah’a Bakan Yüzünü Görmek

Risale-i Nur’da sıkça geçen “mana-yı harfiyle bakmak” kavramı, kâinattaki her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden birer harf, birer ayet gibi görülmesidir. Tıpkı yazılmış bir kitapta kelimelere bakarak yazarını anlamak gibi, yaratılmış bu kâinatta da varlıklara bakarak Yaratan’ı tanımak gerekir.

Bir çiçek sadece estetik bir varlık değildir; aynı zamanda Rezzak, Latîf, Cemîl ve Hakîm isimlerinin bir tecellisidir. Bir yağmur damlası sadece fizikî bir olay değil; rahmetin, inayetin ve düzenin bir habercisidir. Bu bakış açısı kazandırıldığında, her şey Allah’a açılan bir pencere hâline gelir. O vakit insan, “Her şeyde O’nu gösteren bir ayet var” hakikatini hayatının merkezine yerleştirir.

Sonuç: Gafletten Şükre, Tesadüften Tevhîde

Bu kâinat, başıboş ve gayesiz değil; bilakis insana hizmet için kurulmuş muhteşem bir sofra, bir dershane ve bir aynadır. İnsana düşen; bu nimetleri Yaratan’ı tanımak için vesile kılmak, hikmeti görmek, şükretmek ve mana-yı harfiyle bakmaktır. Tesadüf, tabiat ve sebepler; sadece perdedir. O perdelerin arkasındaki sonsuz kudreti, hikmeti ve rahmeti görmedikçe, insan sadece bakar ama göremez; duyar ama işitemez.

İnsanı insan yapan, aklıyla birlikte kalbini ve ruhunu da işletmesidir. Ve o zaman kâinat kitabı, onun için suskun bir madde yığını değil; konuşan bir vahiy sayfasına dönüşür.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi kâinatın bir misafirhane olduğu ve her şeyin içinde Allah’ın nimetlerinin gizli olduğu anlatılmıştır. İnsan bu nimetleri keşfettikçe şükretmeli, icadı kendine değil, ihsan edene nisbet etmelidir. Aksi takdirde küfran-ı nimet ve gaflet kapısı açılır. Çözüm ise, mahlukata “mana-yı harfiyle” bakmak, yani her varlıkta Allah’a işaret eden anlamları görmektir. Bu bakış açısı, insanı insan yapar ve kâinatı bir tefekkür kitabına çevirir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Perdenin Ardındaki Mucize: Ülfetin Gölgesinde Kayıp Hakikatler

Perdenin Ardındaki Mucize: Ülfetin Gölgesinde Kayıp Hakikatler

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı, bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi görmeyip; dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlak’ın, her şeydeki marifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek şükür ve hamd kapısını kapıyorlar. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan gözü, sürekli gördüğüne alışır; kulak, sürekli duyduğunu duymamaya başlar. Kalp ise alışkanlığın perdesiyle örtülen hakikatleri hissedemez hâle gelir. İşte bu hal, ülfet denilen büyük bir tehlikedir. Ülfet, yani aşinalık ve alışkanlık, en parlak hakikatleri sıradanlaştırır, en büyük mucizeleri görünmez kılar.

Her gün doğan güneş, yağan yağmur, açan çiçek, doğan çocuk… Bunlar, sıradan birer olay gibi görünür. Ama hakikatte her biri, kudret-i ilâhiyenin parlayan mucizeleridir. Ne var ki bu olağan tekrarlar, insanın kalbinde “bu hep oluyor zaten” düşüncesiyle örtülür ve Allah’ın kudreti gözlerden gizlenir. Bediüzzaman Said Nursî, bu büyük gaflete dikkat çekerek, “ülfet ve âdet perdelerinin altında gizlenen hakikatler”i nazarlara sunar.

Kanun-u Âdetullah: Mucizelerin Sistemli Gelişi

Kâinatta her şey belli bir ölçü, düzen ve kanunla işler. Bu düzene “adetullah” veya “sünnetullah” denir. Yağmurun yağması, çiçeğin açması, hücrenin bölünmesi gibi olaylar, ilâhî kanunlara göre işler. Fakat bu sistemlilik, gafletle bakıldığında her şeyin kendi kendine olduğu zannını doğurur. Hâlbuki bu sistemin varlığı, kudretin inkârı değil, bilakis delilidir. Çünkü sistem, ancak ilim, irade ve kudret sahibi bir failin varlığıyla anlam kazanır.

Fakat ehl-i gaflet, bu kanunların arkasındaki fail-i hakikiyi görmez. Onlar için doğa bir “yapan”, tabiat bir “yaratıcı”, sebepler bir “fail” hâline gelir. Oysa bu, dağ gibi bir hakikatin, zerre gibi sebeplere yükletilmesi demektir. Ve bu bir cehalet değil, cehl-i mürekkep, yani bilinçli bir körlüktür.

Gafletin En Büyük Perdesi: Alışkanlık

Her gün güneşin doğması, sabahın olması, uykunun gelmesi, rızkın ulaşması… Bunların her biri aslında her an yeniden yaratılan bir mucizedir. Fakat tekrar eden her şey, zihin için sıradanlaşır. Bu sıradanlık, insanı şükürden uzaklaştırır, hayreti söndürür ve yaratılışın ardındaki sanatkârı unutturur.

Bir çocuğun doğumu ne büyük bir mucizedir. Ama bu olay her gün tekrar ettiği için artık insanlar, onun kudret boyutunu düşünmez. Oysa insanın yaratılışı, sayısız hücrenin, sistemin, ruhun, aklın, kalbin bir araya getirilmesiyle mümkündür. Bu öyle ince ve hikmetli bir iştir ki, en ileri teknoloji bile bunu taklitten acizdir. Ancak gaflet perdesiyle bakan, bu mucizeyi bir damla suya, tesadüfe veya kör tabiata verir. Bu ise hakikate değil, cehalete kapı açmaktır.

Tabiata İman: Marifet Yolunun Kapanması

Ülfetle bakan bir göz, nimeti görse bile nimetin vericisini göremez. O yüzden şükür kapısı kapanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu, marifet yolunun seddi, yani Allah’ı tanıma yollarının tıkanmasıdır. Çünkü nimetin sahibi bilinmezse, ona teşekkür de edilmez. Bu da insanı nankörlüğe, gaflete ve nihayet inkâra götürür.

Bu yüzden her Müslümanın, âdetlerin ardındaki iradeyi, sebeplerin gerisindeki kudreti ve tabiatın ötesindeki rahmeti fark etmesi gerekir. Çünkü bu fark ediş, sadece bir bilgi değil, bir kulluk şuurudur.

Mana-yı Harfi: Perdeleri Yırtan Bakış

Bediüzzaman’ın sunduğu çözüm ise nettir: mana-yı harfiyle bakmak. Yani her şeyin Allah’a bakan yönüyle değerlendirilmesi. Bir elmayı yerken sadece tadını almak değil, onu veren Rezzak’ı hatırlamak. Yağmuru izlerken sadece fizikî süreci değil, rahmetin inişini fark etmek. Bu nazar, alışkanlığı hayrete; gafleti şükre; sebepleri ise tevhide dönüştürür.

Sonuç: Gören Gözler, Şükreden Kalpler

Bu âlemde her şey, tekrar eder gibi görünse de her an yeniden yaratılmaktadır. Bu tekrar, bir tekdüzelik değil; bir tazelenme, bir tesbih, bir zikirdir. Bunu görebilmek, insanın gözündeki perdeyi kaldırmasıyla mümkündür. Bu perde ise çoğu zaman alışkanlık, gaflet ve sebeplere esir olmaktır. Gerçek iman; perdeyi yırtmak, perde arkasındaki kudreti görmektir.

Ve işte o zaman, insan hakikaten “insan” olur.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “ülfet ve âdet”in, insanı hakikatten uzaklaştıran büyük bir perde olduğu işlenmiştir. Kâinattaki sistemli işleyiş, gafletle bakıldığında sıradan görünmekte ve mucizeler göz ardı edilmektedir. İnsan, bu alışkanlıklar yüzünden Allah’ın kudretini, nimetlerini ve sanatını fark edememekte; tabiat ve sebepler putlaştırılmaktadır. Bu da şükür kapısını kapatmakta ve marifet yolunu tıkamaktadır. Çözüm ise, “mana-yı harfi”yle yani her şeyin Allah’a bakan yüzüyle bakmak, her nimeti O’ndan bilip şükretmektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Havanın Duası: Sessiz Zikir, Sonsuz Salavat

Havanın Duası: Sessiz Zikir, Sonsuz Salavat

“Herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden ‎ اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ‎  cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Cenab-ı Hakk’a ‎ اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ‎  diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan, çoğu zaman kendini merkezde zanneder. Oysa bu kâinat bir zikirdir, bir duadır, bir ibadettir. Her zerre, her unsur, hatta görünmez bir unsur olan hava dahi, kendine mahsus diliyle Rabbini zikretmekte; O’na yönelmekte ve kulluğunu sunmaktadır. İşte bu tefekkürle bakıldığında, “hava” artık sadece nefes alınan bir gaz değil, mahlukatın dualarını taşıyan, ibadetleri Allah’a takdim eden mübarek bir vasıtaya dönüşür.

Bediüzzaman Said Nursî, bu mana âlemini açarken; havadaki her zerreyi birer nâkile (nakledici), birer âhize (alıcı), birer santral olarak tasvir eder. Yani hava, yalnızca fizikî bir madde değil; aynı zamanda bütün mahlukatın seslerini, dualarını ve ibadetlerini Allah’a taşıyan bir büyük elçidir. Bu, hem fizikî hakikate, hem de imanî derinliğe dayanan hayret verici bir bakıştır.

Havanın Sessiz Zikri: Her Zerre Bir Tesbih

Havayı düşündüğümüzde genellikle sadece solunum, rüzgâr, basınç gibi fiziksel unsurlar akla gelir. Oysa her bir hava zerresi, ses dalgalarını taşıyan, duaları ulaştıran bir görevlidir. İnsan konuşur, dua eder, salavat getirir; hava ise bu sözleri taşıyarak onların ulaştırılmasına vesile olur.

Bu taşıma işlevi sadece fiziksel değil, manevî bir anlam da taşır. Çünkü her bir zerre, bu görevleriyle adeta “Bütün salavatlar Allah’a mahsustur” anlamındaki ‎**”اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ”** cümlesini hal diliyle söylemiş olur. Bu muazzam tefekkür, kâinattaki her unsurun ibadetle yoğrulduğunu, hiçbir şeyin başıboş olmadığını gösterir. Zerrelerin zikri varsa, taşların tesbihi, yaprakların secdesi, dağların tahmidi de vardır.

Küllî Lisan: Havanın Evrensel Dili

Küllî bakış, parçaların ötesine geçip bütünü kavramayı sağlar. Hava da bu küllî bakışla değerlendirildiğinde, sadece insanlara değil, bütün canlılara hizmet eden bir varlık olarak görülür. Havadaki her zerre, aynı anda binlerce sesi taşıyabilir. Bu ise onun, görünüşte basit ama hakikatte muazzam bir vazifeyle görevlendirildiğini gösterir.

İşte bu nedenle Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, “Es-Salavatü Lillah” derken, sadece kendi ibadetini değil; mahlukatın, unsurların ve özellikle havanın taşıdığı tüm duaları, zikirleri, tesbihleri ve ibadetleri toplayarak Allah’a arz etmektedir. Çünkü o, yaratılmışların en şümullüsü ve temsilcisidir.

Maddeyi Mana ile Okumak: Havanın Hikmeti

Modern bilim havanın moleküler yapısını, yoğunluğunu ve hareketini anlatabilir. Ama onun Allah’a giden dua yollarını taşıması, zerrelerin zikirde ortaklığı gibi manevî yönleri sadece vahiy ve iman penceresinden görülebilir. Bediüzzaman’ın yaptığı da tam budur: Fizikî unsurları imanî hakikatlerle harmanlayarak, “maddenin manasını” ortaya koymak.

Bu bakış açısı, insana yeni bir göz, yeni bir kulak, yeni bir kalp kazandırır. Artık hiçbir şey basit değildir. Artık nefes bile ibadetle doludur. Çünkü hava, bizim her sözümüzde şahit, her duamızda aracıdır.

Kâinatın Müezzini: Her Şey Onu Anlatıyor

Kur’ân der ki:
“Ve in min şey’in illâ yüsebbihu bihamdihî.”
“Hiçbir şey yoktur ki, Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” (İsrâ, 44)

İşte hava unsuru da bu tesbihin en yaygın ve en kapsamlı temsilcisidir. Hava; çocuğun ağlayışını, kuşun cıvıltısını, âlimin duasını, müezzinin ezanını taşır. Ve tüm bunlar, ortak bir mana içinde Allah’a yönelir: “Es-Salavatü Lillah.” Yani: “Tüm salavatlar, tüm dualar, tüm zikirler, tüm teşekkürler Allah’a aittir.”

Sonuç: Havanın Sessiz Şahitliği ve İnsanın Görevi

İnsanın en büyük vazifesi ibadettir. Fakat bu ibadet yalnız başına yapılmaz. Hava, su, toprak, ateş gibi unsurlar da bu ibadetin hizmetindedir. Özellikle hava, her an şahit, her an nakilci, her an duacı bir varlıktır.

O hâlde insana düşen vazife; bu sessiz şahitliğin farkında olarak yaşamak, her nefesi bir şükür, her sözü bir dua, her salavatı bir bağlanış olarak görmektir. Ve her “Es-Salavatü Lillah” dediğinde, kendini sadece bir fert değil; kâinatın büyük duasına iştirak eden bir varlık olarak hissetmektir.

Özet:

Bu makale, havanın fizikî yapısının ötesinde manevî bir görev taşıdığını; her zerresinin dua, salavat ve ibadet taşıyıcısı olarak çalıştığını anlatmaktadır. Havadaki her zerre, adeta lisan-ı halleriyle “Es-Salavatü Lillah” (Tüm salavatlar Allah’a aittir) demektedir. Bu bakış, kâinatın her unsurunu ibadet içinde değerlendiren Kur’anî bir tefekkürdür. İnsana düşen görev ise; bu manevî dili fark etmek, her nefesi şükürle, her sözü bilinçle sarf etmek ve kâinatın duasına bilinçli olarak katılmaktır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Toprağın Secdesi: Sessiz Bir Teslimiyetin Yüce Hitabı

Toprağın Secdesi: Sessiz Bir Teslimiyetin Yüce Hitabı

“Unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup ‎ اَلتَّحِيَّاتُ‎  derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.
Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz ‎ اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ‎  der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan göğe bakarak hayrete düşer, denizlere bakarak kudreti hisseder, yıldızları temaşa ederken sonsuzluğu sezer. Fakat çoğu zaman ayaklarının altındaki toprağı unutur. Oysa toprak, kâinat kitabının en derin, en sessiz fakat en çok konuşan sayfalarından biridir. Görünüşte pasif, cansız, sessiz gibi görünse de hakikatte toprak; hayatın beşiği, rahmetin taşıyıcısı, Halık’ın sessiz bir hatibidir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bakışıyla toprak unsuru, sadece bir madde değil; kâinatın en hikmetli dili, en vefalı hizmetkârı ve en çok ibadet eden unsurudur. Çünkü o, her canlının doğuşuna zemin olur, her nimetin köküdür ve her fani varlığın dönüş yeridir. Ve işte bu büyük vazifesiyle o, lisan-ı hâl ile:
“اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ”
“Tüm tahiyyeler (hayat hediyeleri, hürmetler ve selamlar) Allah’a aittir.” der.

Toprak: Hayatın Sessiz Fabrikası

Bir avuç toprağın içine bir tohum bırakırsınız. O tohum çatlar, yeşerir, dallanır, meyve verir. Bu süreç, her gün milyarlarca defa tekrarlanır. Her tohum, başka bir ağaç, başka bir çiçek, başka bir nimet olur. İşte bu sıradan gibi görünen muazzam olayda, akıl durduracak bir hakikat gizlidir: Toprak, her şeyi yetiştirebilecek potansiyele sahip bir platformdur.

Her avuç toprak, yüz binlerce farklı bitkiye uygun ortam sunabilir. Bu, öylesine akıllara durgunluk veren bir durumdur ki, eğer bunun arkasında sonsuz bir kudret, nihayetsiz bir ilim ve mutlak bir irade olmazsa, o zaman her avuç toprağın içinde milyonlarca farklı sistem ve fabrika olması gerekir. Bu ise maddeten ve aklen imkânsızdır. Demek ki o hârika yaratılış, toprağın değil, toprağa hükmeden Allah’ın eseridir.

Tahiyyat: Hayat Hediyeleri ve İlahi Selam

“اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ” cümlesi, namazın en kıymetli anında, secdeden kalktıktan sonra okunur. Bu, bir selamlaşma değildir yalnızca; bir kabulleniş, bir teslimiyet, bir ilan-ı şükürdür. Hayatın tamamı Allah’tan geldiği gibi, hayat içindeki her hediye de yalnız O’nundur.

Toprak da bu tahiyyeyi hal diliyle sürekli tekrar eder. Çünkü her canlının vücudunu inşa eden temel unsur odur. Hayat orada başlar, oraya döner. Toprak doğurur, besler, taşır ve sonunda sarar. Bu yönüyle toprak, rahmetin evi, hayatın beşiği, tevhidin aynasıdır.

Ve bu hizmeti karşılıksız yapar. Ne övülmek ister, ne de alkış bekler. İşte bu sessiz ve tevekkül içindeki hizmetkârlık, onun Allah katındaki değerini artırır.

Zerreler Halinde Tahiyyat: Sessiz Bir Zikir Ordusu

Toprağın her zerresi, her kum tanesi, adeta Allah’a dönük bir yüzle çalışır. Her birinde, binlerce hayatın potansiyeli saklıdır. Ve her biri, bir emirle hayatı fışkırtabilir. Bu potansiyelin farkında olan her kalp, toprağa yalnızca madde gözüyle değil; bir “mucize merkezi” nazarıyla bakar.

O hâlde her zerre, adeta dili olmayan bir derviş gibi:
“اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ”
“Bütün hayat hediyeleri Allah’a mahsustur.” diye sessizce zikreder.

Toprağa Dönüş: İnsanın Aslı ve İstikameti

İnsanın yaratılışında da toprak vardır, dönüşü de toprağadır.
“Sizi topraktan yarattık, yine ona döndüreceğiz.” (Tâhâ, 55)

Bu ilahi beyan, toprağın insanla olan bağını ebedî kılar. Aslı topraktır insanın. Ve ölünce toprağa döner. Bu gidiş, bir yok oluş değil; toprak gibi vazifeli olma imtihanının tamamlanmasıdır.

İnsan, hayatı boyunca toprağa benzerse; verimli, alçakgönüllü, sabırlı ve hizmetkâr olursa, toprak gibi bereketlenir ve toprak gibi ebediyet kapılarını aralar.

Sonuç: Sessizlikteki Haykırış

Toprak, görünüşte suskundur ama hakikatte en çok konuşan unsurdur. O, hem nimetin kaynağı hem de ibadetin taşıyıcısıdır. Her canlı onunla başlar, onunla yaşar ve ona döner. O hâlde, toprağın diliyle bakmak; hayatı anlamak, şükrü artırmak ve ibadeti derinleştirmek demektir.

“Her şey Allah’ındır. Hayat da O’ndan gelir, O’na döner.” demek; toprak gibi tevhid ehli olmaktır. Ve bu şuurla yaşamak, gerçek kulluktur.

Özet:

Bu makalede, toprak unsurunun yalnızca fizikî bir madde değil, hayatın kaynağı ve Allah’ın kudretine şahitlik eden bir unsur olduğu anlatılmıştır. Bir avuç toprak, sayısız canlıya menşe olur; bu ise ya imkânsız bir tesadüf ya da sonsuz kudretin eseridir. Toprak bu görevini, hal diliyle “اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ” yani “Bütün hayat hediyeleri Allah’a aittir” diyerek yerine getirir. İnsan ise, toprak gibi şükredici, alçakgönüllü ve hizmetkâr oldukça gerçek manada kulluğunu yerine getirmiş olur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Evde Başlayan Diriliş: Medrese-i Nuriye Olabilen Haneler

Evde Başlayan Diriliş: Medrese-i Nuriye Olabilen Haneler

“Her bir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa yalnız ise çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar hakiki talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Modern çağın getirdiği dağınıklık, yalnızlık ve dünyevileşme, insanın en mahrem alanı olan evini de sarsmış durumda. Aile mefhumu zayıflamış, manevî sohbetler susmuş, evler sadece dinlenme, eğlenme ve tüketme mekânlarına dönüşmüş. Oysa bir ev, yalnızca dört duvar arasında yaşanan fiziki bir birliktelik değil; aynı zamanda ruhların, kalplerin ve fikirlerin buluştuğu, ibadet ve ilmin mayalandığı mukaddes bir mekân olabilir.

Bediüzzaman Said Nursî, işte bu manevî inkıraz çağında bizlere çok sade ama derinlikli bir teklifte bulunur:
Evlerinizi birer “küçük medrese-i Nuriye”ye çevirin.

Bu teklif, sadece kitap okumak değil; bir evin ruhunu, yönünü ve bereketini değiştirmeye dönük bir tekliftir. Çünkü medrese, sadece bir ilim yuvası değil; aynı zamanda bir terbiye ocağı, bir uhuvvet merkezi ve bir maneviyat otağıdır. Ve bu manevî atmosfer, evlerin en çok ihtiyaç duyduğu şeydir.

Her Ev Bir Medrese Olabilir

Bediüzzaman’ın teklif ettiği model, sıradan bir insanın bile kolayca uygulayabileceği bir hayat tarzıdır. Eğer bir adam evinde dört beş çocuğuyla yaşıyorsa, bu aileyi bir medrese hâline getirebilir. Günde sadece 5-10 dakika Risale-i Nur okumak, yazmak ya da dinlemek; o haneyi sıradanlıktan çıkarır, onu bir tefekkür ve ibadet merkezine dönüştürür.

Yalnız olanlar için de çözüm sunulmuştur: Komşularla birleşip bir araya gelmek. Üç-dört samimi insanın haftada birkaç kez bir araya gelmesi, o haneyi de bir nur evine çevirir. Bu modelde ne büyük masraflar vardır, ne de ağır şartlar. Sadece niyet, samimiyet ve küçük bir çaba…

İhlasın Bereketi: Az Zaman, Büyük Sevap

Bediüzzaman burada önemli bir hakikate daha işaret eder: Bu küçük meşguliyetler, yani beş-on dakikalık ilim hizmeti; “beş nevi ibadet” sevabı kazandırır. Bunlar:

  1. İlim öğrenme ve öğretme ibadeti,
  2. Tefekkür ve zikrullah ibadeti,
  3. Kur’an hizmetine iştirak etme,
  4. İhlasla yapılan içtimai dayanışma,
  5. İslâmî kardeşliği yaşamak ve yaşatmak.

Bu yüzden bir kimse günde birkaç dakikasını ayırsa, ilim ve ibadet sevabı kazanır. Hatta öyle ki, bu niyet ve yöneliş sayesinde “maişetini temin için yaptığı dünyevî işler dahi” ibadet değerine ulaşır. Çünkü o, sadece ailesini değil, aynı zamanda bir hizmet ocağını yaşatmaktadır.

Aileyi Korumak, Dini Korumaktır

Evlerin medreseye dönüşmesi, sadece şahsî kemalât için değil; toplumsal dirilişin, dinî muhafazanın da anahtarıdır. Günümüzde aile bağlarının zayıflaması, gençlerin maneviyattan uzaklaşması, çocukların dini değerlerden habersiz büyümesi büyük bir tehdit hâline gelmiştir.

Buna karşı en güçlü ve etkili çare, evleri yeniden “ilim ve ibadet merkezleri” hâline getirmektir. Her gün birlikte Risale-i Nur’dan birkaç sayfa okumak, Allah ve ahiret üzerine kısa sohbetler yapmak, aile fertleri arasında derin bağlar kurar. Evin içine giren nurlu sohbet, kalpleri ısıtır, ruhları birbirine bağlar, evin içine manevi bir hava getirir.

Manevî Seferberlik: Ümmetin Diriliş Reçetesi

Bu teklif, aslında bir ferdî ve içtimai seferberlik çağrısıdır. Her ev, küçük ama mübarek bir kale olur. Her baba, küçük bir müderris; her anne, bir mürebbiyedir. Çocuklar bu havada büyürken, hem dünya hem ahiret için doğru bir zemin kazanır.

Bugün büyük camiler, devasa binalar, kalabalık toplantılar tek başına yeterli olmuyor. Kalıcı dönüşüm; gönüllerde, evlerde, hanelerde başlar. İşte bu yüzden Said Nursî’nin bu çağrısı, hâlâ geçerli, hâlâ hayatidir. Herkes kendi evinden başlasa, bu seferberlik dalga dalga ümmeti ihya eder.

Sonuç: Evin Ruhunu Diriltmek

Bir evde Risale-i Nur okunuyorsa, o ev artık sadece bir barınak değil; bir kalb, bir beyin, bir ruh taşır. O evde ilim konuşuluyorsa, o ev Allah’ın nazarına layık bir mekândır. Ve o evde çocuklar, anne babalarla birlikte maneviyatı teneffüs ediyorsa, o çocuklar dünyanın değil, ahiretin çocuklarıdır.

İşte bütün mesele bu:
Evi medrese yapmak. Hayatı ibadetle süslemek. Kalpleri Nur’la diriltmek.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın her evin küçük bir medrese-i Nuriyeye dönüşebileceği yönündeki çağrısı ele alınmıştır. Aile içinde veya komşularla oluşturulabilecek bu küçük ilim halkaları, beş nevi ibadet sevabını kazandırır. Böylece günlük hayatın sıradan işleri bile ibadet hükmü alır. Bu yaklaşım, evin ruhunu diriltir, aileyi korur, toplumsal maneviyatı besler. Herkes kendi evinden başlarsa, bu içten uyanış, ümmetin genel dirilişine vesile olur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Kur’an’ın Tefsirinde Yeni Bir Dönem: Şahs-ı Manevînin Kudsi Vazifesi

Kur’an’ın Tefsirinde Yeni Bir Dönem: Şahs-ı Manevînin Kudsi Vazifesi

“Kur’an’ı tefsir edene lâzım gelir ki gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalplerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer.”
Emirdağ Lâhikası 2

Kur’ân, Allah’ın insanlığa gönderdiği ezelî hitabıdır. Onun her ayeti birer nur kandili, her kelimesi birer hikmet denizidir. Lakin bu sonsuz hakikati anlamak, basit bir akılla değil; derin bir deha, kudsî bir kalbî duyuş ve ilahî bir kavrayış ister. Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ı tefsir etmenin böylesine yüce bir vasıf gerektirdiğini ifade ederken aynı zamanda bu çağda tek bir şahsın bunu başaramayacağını, bu işin artık bir şahs-ı manevînin vazifesi olabileceğini anlatır.

Bu tesbit, Kur’an hizmetinde ferdî başarıların ve dâhîlik taslamalarının değil; ihlasla kaynaşmış bir cemaat ruhunun, tesanüd ve teavün (dayanışma) ile çalışmasının önemini ortaya koyar. Çünkü artık Kur’ân’ın derinliklerine inmek, sadece zihin değil; kalplerin birleşmesi, ruhların kenetlenmesi ve ihlasın yeşermesiyle mümkündür.

Kur’ân Tefsiri: Zamanla Derinleşen Bir Mesele

İslam’ın ilk dönemlerinde Kur’ân’ın tefsiri sahabe ve tabiîn tarafından yapılırken, ayetlerin iniş sebepleri ve yaşanmış olaylarla bağlantılar canlıydı. Zaman ilerledikçe bu bağlar koptu, idrak zorlaştı. Kelimeler aynı kalsa da insanların anlayışı değişti. Çağ farklılaştı, sorunlar derinleşti. Bu sebeple Kur’ân’ın asrın idrakine uygun olarak yeniden okunması ve açıklanması zorunlu hâle geldi.

Ancak bu açıklama işi, sade bir yorum değil; hadsiz derecede dikkat, hikmet, marifet ve şuur ister. Kur’ân öyle bir hitaptır ki hem avama hem havassa, hem çobana hem hakîme seslenir. Onu hakkıyla anlamak için “gayet âlî bir deha”, “derin bir içtihad”, “kuvve-i kudsiye” yani manevî bir liyakat gerekir. Böyle bir donanım ise artık tek bir ferdin omzunda taşınamayacak kadar ağırdır.

Fert Değil Cemaat: Şahs-ı Manevî Kavramı

İşte bu noktada devreye Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu “şahs-ı manevî” kavramı girer. Şahs-ı manevî, bir cemaatin ortak aklı, ortak kalbi ve ortak ruhudur. Bu, içtimaî bir şuurdur; ama sıradan bir topluluk değil, ihlasla birleşmiş, samimiyetle kaynaşmış bir heyettir. Farklı bedenlerde aynı ruh gibi işleyen bu yapı, Kur’ân’ın nurlarını anlamada ve açıklamada Allah’ın lütfuna daha mazhar olur.

Bu şahs-ı manevî nasıl oluşur?

Ruhların imtizacıyla: Kalplerin aynı hedefe yönelmesiyle,

Tesanüd ile: Bireylerin birbirine dayanmasıyla,

Efkârın telahuku ile: Fikirlerin birleşip birbirini tamamlamasıyla,

İhlas ve samimiyet ile: Menfaat ve enaniyetin silinip yalnız Allah rızasının gözetilmesiyle.

Böyle bir heyet oluştuğunda, bu topluluk Allah katında bir ruh gibi görünür ve büyük hakikatlerin taşıyıcısı olur.

Risale-i Nur: Şahs-ı Manevînin Tefekkür Meyvesi

Risale-i Nur Külliyatı, işte böyle bir şahs-ı manevînin ürünü olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar Bediüzzaman bu eserleri kaleme almışsa da, onun ifadesiyle bu eserler Kur’an’ın malıdır, onun bir nevi manevi tefsiridir ve bu hizmet bir ferdin değil, bir cemaatin omuzlarında yükselmiştir.

Bu noktada talebelerinin duası, yazısı, müzakeresi ve sadakati; tefekkür zincirinin halkaları gibidir. O yüzden Risale-i Nur, bu asrın “kuvve-i kudsiyesi”ni temsil eder; ferdî değil cemaat merkezlidir.

İhlas ve Samimiyet: Şahs-ı Manevînin Ruhudur

Bediüzzaman’ın sürekli vurguladığı gibi, bu manevî yapının can damarı ihlastır. İhlas yoksa, şahs-ı manevî dağılır, cemaat fani olur, tefsir yüzeyde kalır. İhlasla yapılan hizmetler ise, gayret-i ilahiyeye mazhar olur, tesiri devam eder.

İhlassız ilim, zekice bir gösteri olabilir ama gönülleri fethedemez. İhlaslı bir hizmet ise, az da olsa derin ve kalıcıdır.

Sonuç: Kur’an’a Cemaatle Yaklaşmak, Tevhidin Tecellisine Mazhar Olmaktır

Kur’an; cemaatin, ihlasın, dayanışmanın ve kalbî birliğin kitabıdır. Onun hakikatlerine ulaşmak için, yalnız zeka değil; samimi gönüller, dayanmış eller, birleşen fikirler gereklidir. Bu çağda Kur’an’ı anlayacak ve anlatacak kudsî yapı, artık bir “şahs-ı manevî”dir.

Her mü’minin görevi ise bu ruhun parçası olmaktır. Kendi şahsi görüşüyle değil, tevazu ve teslimiyetle bu manevî heyetin içinde yer almaktır. Çünkü bu zamanın kurtuluş yolu ferdî kahramanlıkta değil; manevî cemaat ruhundadır.

Özet:

Bu makalede, Kur’an’ın bu asırda ferdî zeka ile değil, ihlasla birleşmiş bir şahs-ı manevî tarafından tefsir edilebileceği fikri işlenmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an’ın derinliğine erişmenin ancak ruhların, fikirlerin ve kalplerin kaynaşmasıyla mümkün olduğunu ifade eder. Bu çağda hakikî bir tefsir ancak cemaat ruhuyla, ihlasla ve dayanışmayla yapılabilir. Risale-i Nur da bu şahs-ı manevînin bir tefekkür meyvesidir. Sonuç olarak, her mü’minin vazifesi; bu manevî yapıya destek olmak, ilmi cemaatle yaşamak ve ihlası merkeze koymaktır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Kur’an’ın Tefsirinde Yeni Bir Dönem: Şahs-ı Manevînin Kudsi Vazifesi

Kur’an’ın Tefsirinde Yeni Bir Dönem: Şahs-ı Manevînin Kudsi Vazifesi

“Kur’an’ı tefsir edene lâzım gelir ki gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalplerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer.”
Emirdağ Lâhikası 2

Kur’ân, Allah’ın insanlığa gönderdiği ezelî hitabıdır. Onun her ayeti birer nur kandili, her kelimesi birer hikmet denizidir. Lakin bu sonsuz hakikati anlamak, basit bir akılla değil; derin bir deha, kudsî bir kalbî duyuş ve ilahî bir kavrayış ister. Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ı tefsir etmenin böylesine yüce bir vasıf gerektirdiğini ifade ederken aynı zamanda bu çağda tek bir şahsın bunu başaramayacağını, bu işin artık bir şahs-ı manevînin vazifesi olabileceğini anlatır.

Bu tesbit, Kur’an hizmetinde ferdî başarıların ve dâhîlik taslamalarının değil; ihlasla kaynaşmış bir cemaat ruhunun, tesanüd ve teavün (dayanışma) ile çalışmasının önemini ortaya koyar. Çünkü artık Kur’ân’ın derinliklerine inmek, sadece zihin değil; kalplerin birleşmesi, ruhların kenetlenmesi ve ihlasın yeşermesiyle mümkündür.

Kur’ân Tefsiri: Zamanla Derinleşen Bir Mesele

İslam’ın ilk dönemlerinde Kur’ân’ın tefsiri sahabe ve tabiîn tarafından yapılırken, ayetlerin iniş sebepleri ve yaşanmış olaylarla bağlantılar canlıydı. Zaman ilerledikçe bu bağlar koptu, idrak zorlaştı. Kelimeler aynı kalsa da insanların anlayışı değişti. Çağ farklılaştı, sorunlar derinleşti. Bu sebeple Kur’ân’ın asrın idrakine uygun olarak yeniden okunması ve açıklanması zorunlu hâle geldi.

Ancak bu açıklama işi, sade bir yorum değil; hadsiz derecede dikkat, hikmet, marifet ve şuur ister. Kur’ân öyle bir hitaptır ki hem avama hem havassa, hem çobana hem hakîme seslenir. Onu hakkıyla anlamak için “gayet âlî bir deha”, “derin bir içtihad”, “kuvve-i kudsiye” yani manevî bir liyakat gerekir. Böyle bir donanım ise artık tek bir ferdin omzunda taşınamayacak kadar ağırdır.

Fert Değil Cemaat: Şahs-ı Manevî Kavramı

İşte bu noktada devreye Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu “şahs-ı manevî” kavramı girer. Şahs-ı manevî, bir cemaatin ortak aklı, ortak kalbi ve ortak ruhudur. Bu, içtimaî bir şuurdur; ama sıradan bir topluluk değil, ihlasla birleşmiş, samimiyetle kaynaşmış bir heyettir. Farklı bedenlerde aynı ruh gibi işleyen bu yapı, Kur’ân’ın nurlarını anlamada ve açıklamada Allah’ın lütfuna daha mazhar olur.

Bu şahs-ı manevî nasıl oluşur?

Ruhların imtizacıyla: Kalplerin aynı hedefe yönelmesiyle,

Tesanüd ile: Bireylerin birbirine dayanmasıyla,

Efkârın telahuku ile: Fikirlerin birleşip birbirini tamamlamasıyla,

İhlas ve samimiyet ile: Menfaat ve enaniyetin silinip yalnız Allah rızasının gözetilmesiyle.

Böyle bir heyet oluştuğunda, bu topluluk Allah katında bir ruh gibi görünür ve büyük hakikatlerin taşıyıcısı olur.

Risale-i Nur: Şahs-ı Manevînin Tefekkür Meyvesi

Risale-i Nur Külliyatı, işte böyle bir şahs-ı manevînin ürünü olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar Bediüzzaman bu eserleri kaleme almışsa da, onun ifadesiyle bu eserler Kur’an’ın malıdır, onun bir nevi manevi tefsiridir ve bu hizmet bir ferdin değil, bir cemaatin omuzlarında yükselmiştir.

Bu noktada talebelerinin duası, yazısı, müzakeresi ve sadakati; tefekkür zincirinin halkaları gibidir. O yüzden Risale-i Nur, bu asrın “kuvve-i kudsiyesi”ni temsil eder; ferdî değil cemaat merkezlidir.

İhlas ve Samimiyet: Şahs-ı Manevînin Ruhudur

Bediüzzaman’ın sürekli vurguladığı gibi, bu manevî yapının can damarı ihlastır. İhlas yoksa, şahs-ı manevî dağılır, cemaat fani olur, tefsir yüzeyde kalır. İhlasla yapılan hizmetler ise, gayret-i ilahiyeye mazhar olur, tesiri devam eder.

İhlassız ilim, zekice bir gösteri olabilir ama gönülleri fethedemez. İhlaslı bir hizmet ise, az da olsa derin ve kalıcıdır.

Sonuç: Kur’an’a Cemaatle Yaklaşmak, Tevhidin Tecellisine Mazhar Olmaktır

Kur’an; cemaatin, ihlasın, dayanışmanın ve kalbî birliğin kitabıdır. Onun hakikatlerine ulaşmak için, yalnız zeka değil; samimi gönüller, dayanmış eller, birleşen fikirler gereklidir. Bu çağda Kur’an’ı anlayacak ve anlatacak kudsî yapı, artık bir “şahs-ı manevî”dir.

Her mü’minin görevi ise bu ruhun parçası olmaktır. Kendi şahsi görüşüyle değil, tevazu ve teslimiyetle bu manevî heyetin içinde yer almaktır. Çünkü bu zamanın kurtuluş yolu ferdî kahramanlıkta değil; manevî cemaat ruhundadır.

Özet:

Bu makalede, Kur’an’ın bu asırda ferdî zeka ile değil, ihlasla birleşmiş bir şahs-ı manevî tarafından tefsir edilebileceği fikri işlenmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an’ın derinliğine erişmenin ancak ruhların, fikirlerin ve kalplerin kaynaşmasıyla mümkün olduğunu ifade eder. Bu çağda hakikî bir tefsir ancak cemaat ruhuyla, ihlasla ve dayanışmayla yapılabilir. Risale-i Nur da bu şahs-ı manevînin bir tefekkür meyvesidir. Sonuç olarak, her mü’minin vazifesi; bu manevî yapıya destek olmak, ilmi cemaatle yaşamak ve ihlası merkeze koymaktır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Lozan ve İslâm’dan Uzaklaştırma Planları

Lozan ve İslâm’dan Uzaklaştırma Planları

“Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden:

   İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki:

   “Türkiye, İslâmî alâkasını ve İslâm’ı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa bizimle hulus birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

   Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakiki kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

   “Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.” ”
Emirdağ Lâhikası 2

Bir Milletin Ruh Kökünü Koparma Operasyonu

Tarih boyunca hiçbir galip, mağlubu bu kadar kendi eliyle kendi değerlerinden uzaklaştırmamıştır. Ve hiçbir millet, kendi manevî kökünü kesen makası, bu denli büyük bir sessizlik ve gafletle kendi eline almamıştır. 20. yüzyılın başında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı hadise, sadece bir diplomatik metin, bir barış antlaşması yahut siyasî zafer değil; bir milletin ruh köküne saplanan ilmik ilmik işlenmiş bir projedir: Lozan ve sonrası.

Kurulan Masa ve Bozulan İtimat

Lozan Konferansı, zahirde Sevr’i yırtmak ve Batı ile barışı sağlamak için kurulmuştu. Ancak bu masa, sadece sınırların değil, milletin kimliğinin, inancının, ruhunun pazarlık konusu olduğu bir tuzaktı. Masada sadece topraklar değil; camiler, ezanlar, şeriat, hilafet, harfler ve başörtüsü de vardı. İngiliz murahhası Lord Curzon’un, tarihe geçen şu sözleri bu tezgâhın nihaî maksadını ifşa etti:

> “Türkiye, İslâmî alâkasını ve İslâm’ı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa bizimle hulus birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

Bu cümle, Batı’nın aslında neyin peşinde olduğunu açıkça ortaya koyuyordu: Türkiye, İslâm’ın sancaktarlığını bırakmalıydı. Onlara göre Osmanlı’nın asıl suçu, toprak büyüklüğü değil; imanı, hilafeti ve ümmetin manevî liderliği idi.

İçerideki Ses ve Dışarıdaki Baskı

İsmet Paşa’nın bu sözlere cevaben verdiği güvence ise çok düşündürücüdür:

> “Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda besledikleri azmin, inkâr edilmez delilidir.”

Yani, İslâmî gelenekleri “köhne engeller” olarak görmek ve bu değerlerden sıyrılmayı bir medeniyet projesi olarak sunmak, ne yazık ki içeriden bir teslimiyeti de göstermekteydi. Böylece Batı, yalnız askerî değil; zihnî ve kültürel bir teslimiyetin de temellerini atmış oldu.

Batı’nın “Minneti” ve Bizim Kayıplarımız

Lord Curzon, “İslâm’dan vazgeç, sana her şeyi vereyim” diyordu. Peki sonra ne verdiler?

Hilafeti kaldırdılar.

Medreseleri kapattılar.

Ezanı susturdular.

Kur’an öğrenimini yasakladılar.

Alfabe değiştirildi.

Camiler depo, meyhane ve müze yapıldı.

Ve millet, tarihine, dinine ve ruh köküne yabancılaştırıldı.

Minnet olarak ise Batı’dan ne geldi? Borçlar, kapitülasyonlar, aşağılanma ve içimizde Batı’ya hayran nesiller…

Lozan Bir Dönüm Noktasıdır Ama Neyin?

Lozan, “savaş bitti” denen noktada aslında asıl savaşın başladığı yerdir. Bu savaş, kalelerle değil kalplerle ilgilidir. Haritayla değil inançla oynamayı hedefler. Zira Batı şunu çok iyi biliyordu: Bir milletin ordusu değil, inancı mağlup edilirse; o millet tamamen teslim olur.

Bugün Ne Yapmalı?

Bugün bize düşen, tarihi bir siyaset tartışması yürütmek değil; bu tuzağın farkına varmak ve yeniden o ruhu, o İslâmî irtibatı tesis etmek olmalıdır. Bu millet, asırlarca üç kıtaya adalet götürmüşse, bunu kılıçla değil; Kur’an’la yapmıştır. Bugün de aynı diriliş, ancak imanla, irfanla, ilimle ve tefekkürle mümkün olacaktır.

ÖZET:

Lozan Konferansı, sadece bir siyasi antlaşma değil, İslam’dan uzaklaştırma projesinin diplomatik kılıfıdır. İngiliz temsilcisi Lord Curzon’un açıkça belirttiği şartlar, Türkiye’nin İslam’dan kopması karşılığında Batı’nın “minnet” vaatlerini ihtiva ediyordu. İsmet Paşa’nın bu tekliflere sıcak yaklaşması, bir zihniyet dönüşümünü de başlatmış oldu. Ancak bu “medeniyet” adına yapılan tavizler, milletin ruhunu zedelemiş ve manevî çöküşe neden olmuştur. Bugün yapılması gereken; bu hakikatin farkına varmak, ruh kökümüze dönmek ve yeniden İslâmî kimliğimizle dirilişe yönelmektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Tayyibâtın Semaya Yükselişi: Kelimelerin Işıkla Yolculuğu

Tayyibâtın Semaya Yükselişi: Kelimelerin Işıkla Yolculuğu

“Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ

sırrı ile arş-ı a’zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal’e mahsustur.” diye nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak Fahr-i kâinat aleyhissalâtü vesselâm umum mahlukat hesabına ‎ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ‎  demiş.

   Çünkü maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber hem ayrı ayrı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar numuneleri var. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan yalnızca bir beden değildir; kelimelerle düşünen, kelimelerle konuşan ve kelimelerle Allah’a yönelen bir varlıktır. Bu yönelişin en güzeli, en yücesi ise “kelimât-ı tayyibe” ile yapılan kulluktur. Kelimât-ı tayyibe; Allah’a yönelen tertemiz, hikmetli, imanlı ve fıtrata uygun güzel sözlerdir. İşte bu güzel sözler, gökleri delen bir nur gibi arş-ı a’lâya yükselir. Ayet-i kerimenin beyanıyla:

> “İleyhi yas’adu’l-kelimu’t-tayyibu, ve’l-amalu’s-sâlihü yerfeuh.”
(Fatır Suresi, 10)
“Güzel sözler Allah’a yükselir, salih ameller de onu yükseltir.”

Bu âyetin feyziyle Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, nur ve nar (ışık ve ateş) unsurlarının temsil ettiği evrensel dili, Allah’a takdim edilen bir küllî ubudiyet yani bütün mahlûkatın ortak kulluk dili olarak yorumlar. Güzellik nerede varsa, onun sahibinin Allah olduğu hakikati de oradadır.

Güzelliklerin Sahibi Kimdir?

Kâinatta gördüğümüz her güzel söz, her güzel mana, her güzel çiçek, renk, ses, tebessüm, yıldız ve tebârüz etmiş her kemal; asıl sahibini gösteren bir aynadır. Tıpkı bir mektubun içindeki harflerin yazarı haber verdiği gibi, kâinatın sayfalarındaki güzellikler de Allah’ın esma-i hüsnâsının tecellisidir.

Ancak bu güzellikleri sadece tabiatın veya insan zekâsının ürünü olarak görmek, hakikatin sadece kabuğunda kalmaktır. Çünkü:

Güzelliğin bir anlamı varsa, onun bir göndereni ve hedefi vardır.

Güzellik başıboş değil; iradeli ve maksatlıdır.

Her çiçek, her sanatlı mahluk, sanki “Ben kimseye değil, yalnız Rabbime aitim.” der gibi bir sükût içinde konuşur.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “her şeyde bir hüsnü san’at, her san’atta bir kemâl-i inâyet, her inâyette bir lütuf ve rahmet” görünmektedir. İşte bu güzelliklerin diliyle yapılan en ulvî ifade, Fahr-i Kâinat Efendimizin (sav) ağzından çıkan o muazzam kelimedir:

> “اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ”
(Bütün temiz ve güzel şeyler Allah’a aittir.)

Nur ve Nar Unsurunun Diliyle Küllî Ubudiyet

Nur (ışık) maddesi, görünenden görünmeyene geçişi sağlar. Göz nuru ile dış âlemi görürüz. Kalp nuru ile iç dünyamıza bakarız. Akıl nuru ile eşyanın arkasındaki manaları idrak ederiz. Bu anlamda nur unsuru, kelimât-ı tayyibenin taşıyıcısıdır. Her dua, her zikir, her şükür bir nur damlası gibi semaya yükselir. Bediüzzaman, nur unsurunun bu külli hareketini “küllî bir ubudiyet” olarak tarif eder.

Aynı şekilde, nar (ateş) unsuru da temizlik ve dönüşümün sembolüdür. Gönüller bazen aşk ateşiyle, bazen şehvet ateşiyle yanar. Lakin ateşin istikameti de Allah’a döndüğünde, oradan da bir kulluk doğar. Bu nedenle nar ve nur, görünüşte zıt ama hakikatte Allah’a işaret eden iki farklı tecellî aynasıdır.

Peygamberimiz ve Temsilî Kulluk

Fahr-i Kâinat (sav), bütün mahlukatın namına konuşan en büyük temsilci, en mükemmel kulluk örneğidir. Onun “اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ” demesi; yalnızca kendi diliyle değil, çiçeğin rengiyle, kuşun ötüşüyle, yıldızın parıltısıyla, müminin duasıyla ve meleğin tesbihiyle birlikte Allah’a sunulan küllî bir ubudiyet beyanıdır.

Bu da gösteriyor ki insanın dilinden dökülen her güzel kelime, sadece bireysel değil, evrensel bir kulluk zincirinin halkasıdır.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’da geçen bir pasaj ışığında, kelimât-ı tayyibenin manevî yolculuğunu, nur ve nar unsurlarının diliyle yapılan küllî ubudiyeti ve bütün güzelliklerin yalnızca Allah’a ait olduğu gerçeğini tefekkür etmektedir. Kâinattaki tüm güzelliklerin, insanın imanıyla birleşerek bir hamd ve tesbih melodisine dönüştüğü anlatılmakta ve bu evrensel kullukta Hz. Peygamber’in (sav) temsil ettiği zirve noktaya işaret edilmektedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Havanın Sessiz Şahidi: Kudretin Havada Yazılan Mucizesi

Havanın Sessiz Şahidi: Kudretin Havada Yazılan Mucizesi

“Bir tek kelimeyi aynı anda milyon belki milyar kelime olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ

âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi; manevî ve makbul hakikatlerin bir yazar bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib bir mu’cizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nâzırdır ki hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan görmediği şeyleri kolayca inkâr eder. Oysa hakikatler, görünmeyenlerde gizlidir. En büyük kudret tecellileri, en sıradan sandığımız varlıkların arkasında saklıdır. Hava gibi…

Hava; ne kokusu vardır ne rengi, ne sesi ne de şekli… Ama hava, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren en büyük ayetlerden biridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle hava, kudretin yazar-bozar tahtasıdır. Allah, kelimât-ı tayyibeyi (güzel sözleri) ve binlerce sesi aynı anda havada yazar, siler, tekrar yazar. Hem de hiçbir karışıklık olmadan, tertemiz, hatasız…

Bu büyük mucize, Kur’an’ın şu ayetiyle işaret edilir:

> “İleyhi yas’adul kelimut tayyibu…” (Fatır, 10)
“Güzel sözler O’na yükselir…”

İşte bu yükseliş, sadece manevî değil, aynı zamanda fizikî bir mucizedir. Allah, havayı öyle yaratmıştır ki, bir kelimeyi milyarlarca ağızdan aynı anda çıkarır, aynı anda taşıtır ve aynı anda anlamlı şekilde ulaştırır.

Havada Yazılan Kelimeler

Bir insan konuştuğunda, ağzından çıkan ses dalgaları havaya karışır. Bu ses, saniyede yüzlerce metre hızla yayılır, duvarlardan yansır, kulaklara ulaşır. Bu sırada milyonlarca başka ses de aynı havayı kullanır. Ancak her biri kendi hattında ilerler, birbirine karışmaz. Tıpkı havada milyonlarca görünmeyen yazının aynı anda yazılıp silinmesi gibi…

Bugün radyo, televizyon, cep telefonu ve internet gibi araçlar bu hakikatin teknik boyutudur. Her biri havayı bir taşıyıcı olarak kullanır. Ve bu, kâinatın diliyle şöyle der:

> “Beni bu şekilde programlayan, her zerreme işitme ve iletme sırrını koyan ancak sonsuz bir kudret sahibi olabilir.”

Hava, ilimsiz ve şuursuz bir madde olduğu halde, içinde ilim, hikmet ve irade tecelli etmektedir. Bu da gösteriyor ki:

> Hava değil, havada tasarruf eden Zat konuşmaktadır.

Her Zerre Bir Dinleyici, Her Atom Bir Sözcüdür

Havanın her zerresi, hem dinliyor hem konuşuyor. Her biri, binlerce sesin içinden doğru olanı ayırt ediyor, taşımaya vesile oluyor, anlamını bozmadan hedefe ulaştırıyor. Ne gariptir ki; insanoğlu bunu her gün yaşıyor ama fark etmiyor. Çünkü “ülfet” yani alışkanlık perdesi, bu azametli mucizeyi gözlerden gizliyor.

Ancak iman gözü bu sıradanlık perdesini yırtar ve hakikati görür. Bediüzzaman Hazretleri bu noktada, “radyo” gibi modern tekniklerin bu mucizeyi artık inkâr edilemeyecek şekilde isbat ettiğini belirtir. Artık inkâr değil; hayranlık, secde ve tesbih zamanıdır.

Kelimât-ı Tayyibenin Semaya Yükselişi

Yalnız teknik olarak değil; iman nazarıyla bakıldığında, her güzel söz, her dua, her zikir; havanın sırtına binerek arş-ı a’lâya doğru yükselir. İşte bu yükseliş, bir “tebliğ” değil, bir teşhirdir. Kulluğun semaya takdimi, sevginin ve ubudiyetin sunumudur.

Bütün kelimât-ı tayyibeler, aynı anda havada çoğaltılarak binlerce dille Allah’a yöneltilir. O kelimeler, havada çoğalır; tıpkı bir tohumun milyarlarca meyve vermesi gibi…

Hava, Allah’ın Varlığına Şehadet Eden Bir Delildir

Neticede hava; görülmez, dokunulmaz, tutulmaz ama Allah’ın varlığına en çok delil olan varlıklardandır. Çünkü:

Şuursuzdur ama şuurlu işler yapar.

Karanlıktır ama aydınlatır.

Sessizdir ama sesleri taşır.

Basittir ama muazzam bir düzen içinde çalışır.

Bu ise ancak, her şeyin Rabbi olan Allah’ın kudretiyle mümkündür.

Özet:

Bu makale, havanın sıradan görünen varlığı arkasındaki muazzam kudret cilvesini ve kelimât-ı tayyibenin yani Allah’a yönelen güzel sözlerin havada nasıl çoğaltıldığını, taşındığını ve arş-ı a’lâya ulaştırıldığını imanî bir perspektifle açıklamaktadır. Hava, bir yazar-bozar tahtası gibi; konuşmaları aynı anda kopyalayan, çoğaltan ve karıştırmadan ulaştıran harika bir ilahî sanattır. Bu da gösterir ki, her bir hava zerresi Allah’ın ilim, kudret ve hikmetinin bir aynasıdır. Artık bu mucizeye alışmak değil, bu mucizeyle imanı artırmak ve secdeye yönelmek zamanıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Havanın Sessiz Şahidi: Kudretin Havada Yazılan Mucizesi

Havanın Sessiz Şahidi: Kudretin Havada Yazılan Mucizesi

“Bir tek kelimeyi aynı anda milyon belki milyar kelime olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ

âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi; manevî ve makbul hakikatlerin bir yazar bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib bir mu’cizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nâzırdır ki hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan görmediği şeyleri kolayca inkâr eder. Oysa hakikatler, görünmeyenlerde gizlidir. En büyük kudret tecellileri, en sıradan sandığımız varlıkların arkasında saklıdır. Hava gibi…

Hava; ne kokusu vardır ne rengi, ne sesi ne de şekli… Ama hava, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren en büyük ayetlerden biridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle hava, kudretin yazar-bozar tahtasıdır. Allah, kelimât-ı tayyibeyi (güzel sözleri) ve binlerce sesi aynı anda havada yazar, siler, tekrar yazar. Hem de hiçbir karışıklık olmadan, tertemiz, hatasız…

Bu büyük mucize, Kur’an’ın şu ayetiyle işaret edilir:

> “İleyhi yas’adul kelimut tayyibu…” (Fatır, 10)
“Güzel sözler O’na yükselir…”

İşte bu yükseliş, sadece manevî değil, aynı zamanda fizikî bir mucizedir. Allah, havayı öyle yaratmıştır ki, bir kelimeyi milyarlarca ağızdan aynı anda çıkarır, aynı anda taşıtır ve aynı anda anlamlı şekilde ulaştırır.

Havada Yazılan Kelimeler

Bir insan konuştuğunda, ağzından çıkan ses dalgaları havaya karışır. Bu ses, saniyede yüzlerce metre hızla yayılır, duvarlardan yansır, kulaklara ulaşır. Bu sırada milyonlarca başka ses de aynı havayı kullanır. Ancak her biri kendi hattında ilerler, birbirine karışmaz. Tıpkı havada milyonlarca görünmeyen yazının aynı anda yazılıp silinmesi gibi…

Bugün radyo, televizyon, cep telefonu ve internet gibi araçlar bu hakikatin teknik boyutudur. Her biri havayı bir taşıyıcı olarak kullanır. Ve bu, kâinatın diliyle şöyle der:

> “Beni bu şekilde programlayan, her zerreme işitme ve iletme sırrını koyan ancak sonsuz bir kudret sahibi olabilir.”

Hava, ilimsiz ve şuursuz bir madde olduğu halde, içinde ilim, hikmet ve irade tecelli etmektedir. Bu da gösteriyor ki:

> Hava değil, havada tasarruf eden Zat konuşmaktadır.

Her Zerre Bir Dinleyici, Her Atom Bir Sözcüdür

Havanın her zerresi, hem dinliyor hem konuşuyor. Her biri, binlerce sesin içinden doğru olanı ayırt ediyor, taşımaya vesile oluyor, anlamını bozmadan hedefe ulaştırıyor. Ne gariptir ki; insanoğlu bunu her gün yaşıyor ama fark etmiyor. Çünkü “ülfet” yani alışkanlık perdesi, bu azametli mucizeyi gözlerden gizliyor.

Ancak iman gözü bu sıradanlık perdesini yırtar ve hakikati görür. Bediüzzaman Hazretleri bu noktada, “radyo” gibi modern tekniklerin bu mucizeyi artık inkâr edilemeyecek şekilde isbat ettiğini belirtir. Artık inkâr değil; hayranlık, secde ve tesbih zamanıdır.

Kelimât-ı Tayyibenin Semaya Yükselişi

Yalnız teknik olarak değil; iman nazarıyla bakıldığında, her güzel söz, her dua, her zikir; havanın sırtına binerek arş-ı a’lâya doğru yükselir. İşte bu yükseliş, bir “tebliğ” değil, bir teşhirdir. Kulluğun semaya takdimi, sevginin ve ubudiyetin sunumudur.

Bütün kelimât-ı tayyibeler, aynı anda havada çoğaltılarak binlerce dille Allah’a yöneltilir. O kelimeler, havada çoğalır; tıpkı bir tohumun milyarlarca meyve vermesi gibi…

Hava, Allah’ın Varlığına Şehadet Eden Bir Delildir

Neticede hava; görülmez, dokunulmaz, tutulmaz ama Allah’ın varlığına en çok delil olan varlıklardandır. Çünkü:

Şuursuzdur ama şuurlu işler yapar.

Karanlıktır ama aydınlatır.

Sessizdir ama sesleri taşır.

Basittir ama muazzam bir düzen içinde çalışır.

Bu ise ancak, her şeyin Rabbi olan Allah’ın kudretiyle mümkündür.

Özet:

Bu makale, havanın sıradan görünen varlığı arkasındaki muazzam kudret cilvesini ve kelimât-ı tayyibenin yani Allah’a yönelen güzel sözlerin havada nasıl çoğaltıldığını, taşındığını ve arş-ı a’lâya ulaştırıldığını imanî bir perspektifle açıklamaktadır. Hava, bir yazar-bozar tahtası gibi; konuşmaları aynı anda kopyalayan, çoğaltan ve karıştırmadan ulaştıran harika bir ilahî sanattır. Bu da gösterir ki, her bir hava zerresi Allah’ın ilim, kudret ve hikmetinin bir aynasıdır. Artık bu mucizeye alışmak değil, bu mucizeyle imanı artırmak ve secdeye yönelmek zamanıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025