Tefekkürün Aynasında Kadere Bakış ve İmanın Kalpteki Yeri

Tefekkürün Aynasında Kadere Bakış ve İmanın Kalpteki Yeri

İnsanoğlu, varoluşundan bu yana kâinatın sırlarını çözmeye, kaderin perdesini aralamaya ve içindeki derin anlamları kavramaya çalışmıştır. Bu arayışta, kimi zaman aklı rehber edinirken, kimi zaman da kalbin derinliklerine inerek hakikate ulaşmaya gayret etmiştir.
Bu derin arayışa imanımız ışık tutarak bizlere hem kâinata hem de kendi iç dünyamıza yeni bir bakış açısı sunar.
Nitekim Hadis-i Şerifte, tefekkürün önemini ne güzel ifade edilir: “Bazân bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten daha hayırlı olur.” Bu söz, sadece kuru bir ibadet pratiğinin ötesinde, varlık üzerinde düşünmenin, Allah’ın sanatını ve kudretini idrak etmenin ne denli değerli olduğunu ortaya koyar. Kâinattaki her zerrenin birer mektup olduğunu, her oluşumun bir manayı fısıldadığını gören bir kalp için tefekkür, ibadetin en derin ve en feyizli hâli olur. Bir kelebeğin kanadındaki nakıştan, toprağın bağrından çıkan bir çiçeğin zarafetine kadar her şey, sonsuz bir hüsnün ve cemalin tecellisidir.

Risale-i Nur – Sözler/75’te ifade edildiği gibi: “Hüsn ve cemal, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsn ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.”
Bu muazzam ifade, Yaratıcının güzelliğinin ve mükemmelliğinin sadece var olmakla kalmadığını, aynı zamanda kendisini göstermeyi ve hayranlık uyandırmayı murad ettiğini anlatır. Kelebeklerin, güvelerin ve diğer canlıların rengârenk kanatları, nazik yapıları, bu eşsiz güzelliğin birer delilidir. Bu delilleri gören gözler, ardındaki sonsuz kudreti ve hikmeti idrak eder.
Bu da bizi, Bediüzzaman Said Nursi’nin Mektubat – 266’da belirttiği kadere teslimiyet noktasına getirir:
“Kaderi tenkid eden, başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.”
Kader, ilahi ilmin bir tecellisidir ve her şeyin bir ölçü ve düzen içinde yaratıldığının göstergesidir. İnsan, sınırlı aklıyla bu geniş ve derin ilahi planı tam olarak kavrayamayabilir. Bu nedenle, başına gelen her şeyde bir hayır ve hikmet aramak, kadere tam bir teslimiyet göstermek esastır. Kadere isyan etmek veya Allah’ın rahmetinden şüphe etmek, insanın kendi ruhî huzurunu kaybetmesine ve ilahi lütuflardan mahrum kalmasına yol açar. Bu teslimiyet, aynı zamanda imanın kalpteki en köklü yerini gösterir.

Bediüzzaman Said Nursi, kalbin ve vicdanın iman yolundaki önemini şöyle ifade eder:
“Kalb imanın mahalli olduğu gibi en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilan eden, kalb ile vicdandır.”
Akıl, delillerle Yaratıcı’yı bulmaya çalışırken, kalp ve vicdan doğrudan bir hissedişle, bir sezgiyle O’na yönelir. Bu yüzden iman, sadece mantıki bir çıkarım değil, aynı zamanda kalbî bir kabul ve teslimiyettir. İnsanın fıtratında, yaratıcısını arama ve bulma eğilimi vardır. Bu eğilim, vicdanın sesinde ve kalbin derinliklerindeki özlemde kendini gösterir.

Ancak bu dünya hayatı, sadece tefekkür ve teslimiyetten ibaret değildir. Bediüzzaman’ın Asa-yı Musa – 37’de belirttiği gibi: “Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.”
Bu sözler, ahiret inancını ve yapılan her amelin hesabının verileceği gerçeğini hatırlatır. Dünyada ne kadar güçlü, ne kadar etkili olursa olsun, her insan bir gün ölüme ve hesap gününe gidecektir. Bu gerçek, dünya hayatının geçici olduğunu ve insanın her anını anlamlı kılma sorumluluğunu yükler.

Sonuç olarak, tefekkürle kâinata bakmak, kadere teslimiyet göstermek ve kalbin imanla dolmasına izin vermek, insanın bu fani dünyada hakikati bulmasının yollarıdır.
Her bir kelebek kanadında, her bir çiçeğin zarafetinde, hatta başımıza gelen her olayda ilahi bir sanatın ve hikmetin olduğunu idrak etmek, bizi sonsuz bir huzura ve Allah’a yakınlığa taşır. Bu derinlikli bakış açısı, aynı zamanda bizi dünya hayatının sadece bir geçiş durağı olduğu ve her amelimizin ahirette karşılık bulacağı bilincine eriştirir.

Özet:
Makale, tefekkürün bir ibadet olarak önemini anlatan Hadis-i Şerif ile başlar ve kâinattaki her zerrenin ilahi güzelliğin ve sanatın bir tecellisi olduğunu Risale-i Nur’dan iktibaslarla açıklar.
Kadere teslimiyetin ve Allah’ın rahmetinden şüphe etmemenin gerekliliğini anlatarak, kalbin ve vicdanın iman yolundaki merkezi rolüne değinir.
Ayrıca, dünya hayatının geçiciliğini ve her insanın ahirette amellerinden hesaba çekileceği gerçeğini hatırlatarak, okuyucuyu tefekkür, teslimiyet ve ahiret bilinciyle dolu bir yaşama davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

Fani Dünyadan Bâki Âleme Bir Bakış: İnsanın Hakikat Yolculuğu

Fani Dünyadan Bâki Âleme Bir Bakış: İnsanın Hakikat Yolculuğu

İnsanlık tarihi boyunca, varoluşun en temel soruları her daim zihinleri meşgul etmiştir: Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve bu dünya yolculuğunun amacı ne? Modern çağın hızı ve maddeye olan düşkünlüğü, bu kadim soruları çoğu zaman göz ardı etmemize neden olsa da, kalbimizin derinliklerinde yatan hakikat arayışı hiç dinmez. İşte tam da bu noktada,
İnsan Suresi’nin 27. ayeti kerimesinde buyurulduğu gibi: “Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (Ahreti) ihmal ediyorlar.”
Bu ayet, insanın fıtratındaki aceleciliği ve anlık hazlara olan düşkünlüğünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Dünya hayatı, bir su gibi akıp giden, bir rüya gibi sona eren bir menzildir. Oysa önümüzde, hesabı çetin, sonsuz bir âlem olan ahiret vardır. Bu gerçek, gaflet perdesiyle örtülen gözler için ne denli ibretlidir!

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat – 282’de bu hakikati daha da derinleştirir:
“En hayırlı genç odur ki ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.”
Bu sözler, gençliğin enerjisini ve dinamizmini doğru yöne kanalize etmenin önemini ifade ediyor. Zira gençlik, insanın en kıymetli sermayesidir. Bu sermayeyi gelip geçici heveslere feda etmek yerine, sonsuz bir geleceğe yatırım yapmak, gerçek akıl ve basiret sahiplerinin işidir.

Şirazlı Hafız’ın şu beyti, dünyanın fani tabiatını ne güzel özetler:
“دنیا نه متاعیسَتی کَ اَرزَد بِنِزاعی”
Yani: “Dünya öyle bir meta’ değil ki, bir niza’a değsin.”
Dünya, gelip geçici ve aldatıcı bir gölge iken, onun uğruna çekişmek, kavga etmek ne boş bir çabadır. Maddi hırsların pençesinde kıvranan insan, bu fani dünyanın aldatıcı cazibesine kapılarak gerçek değerleri gözden kaçırır. Oysa “Her şeyin fânî olduğunu” idrak eden bir kalp, ömrünün günlerini bâkî olana sarf eder.

Peki, bâkî olan nedir? Risale-i Nur’dan öğreniyoruz ki: “Velayet yolları içinde en güzeli, En müstakimi, En parlağı, En zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır.”
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünneti, insanın hem dünya hem de ahiret saadetini temin eden, hikmet dolu bir rehberdir. Modernitenin getirdiği savrulmalar karşısında, gençleri Batı taklitçiliğinden sakındıran ve milli kimliğin önemini şu metin de aynı ruhu taşır:
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! […] Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!”
Bu sözler, sadece dini değil, aynı zamanda kültürel ve milli duruşun da bir ifadesidir. Avrupa’nın sefahat ve batıl fikirlerine öykünmek, kendi öz değerlerimizden uzaklaşmak ve “şuursuzca onların safına iltihak edip kendi kendimizi ve kardeşlerimizi idam etmek” anlamına gelir.

***********

Evrene baktığımızda, her şeyin bir lisanla Allah’ı tesbih ettiğini görürüz.
“Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyIa mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar.”
Bilim, kainatın sırlarını aralarken, aslında yaratıcının kudretini ve sanatını sergiler. Bir ineğin, devenin, koyunun, keçinin “Bismillah” diyerek süt vermesi, Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olması, Rezzak isminin tecellisidir. “Şüphesiz (sağmal) hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (süzülen) içenlere halis ve içimi kolay süt içiriyoruz.” (NAHL-66)
Bu ayet, en basit bir olayın bile ne denli ilahi bir mucize barındırdığını gösterir.

Nihayetinde, Allah’ın bizden istememizi murat etmediği şeyi bize isteme gücü vermeyeceği gerçeği, duanın ve kulluğun derin anlamını ortaya koyar:
“Eğer (Allah) vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”
Bu, mümin için büyük bir teselli ve ümittir. İyilik yapanlara ise müjdeler vardır:
“İyilik yapanlara daha güzeli, bir de fazlası var. Yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de zillet! Onlar cennet ehlidirler, orada ebedi olarak kalacaklar.” (Yunus Suresi/26)
Bu fani dünyada geçici heveslerin peşinden koşmak yerine, bâkî olana yönelmek, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etmek ve her zerrede Allah’ın varlığını görmek, gerçek huzurun ve kurtuluşun yoludur. Gaflet perdesini yırtıp, hakikatle yüzleşmek, insanın en büyük görevidir.

Özet:
Makale, insan Suresi 27. ayeti kerimesi ve Risale-i Nur’dan iktibaslarla, dünyanın fani tabiatını ve ahiret hayatının önemini anlatmaktadır. Gençliğin kıymetini bilerek ahirete yönelmenin, dünyevi heveslerden arınmanın ve Sünnet-i Seniyye’ye uymanın gerekliliği üzerinde durulmuştur. Ayrıca, bilimin ve tabiatın Allah’ın varlığına delil oluşu, hayvanların dahi bir rahmet tecellisi olduğu ve duanın önemi gibi konular işlenmiştir.
Makale, iyilik yapanlara vaat edilen cennet müjdesiyle sona erer ve insana, fani şeylere değil, bâkî olana yönelme çağrısı yapar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

Gazze: İnsanlığın Aklıyla İmtihanı ve Topyekûn Vicdanın Çöküşü

Gazze: İnsanlığın Aklıyla İmtihanı ve Topyekûn Vicdanın Çöküşü
(Tarihi, hikmetli, ilmi, ibretli ve aklî-mantıkî bir bakış)

  1. Giriş: Zamanın Aynasında Bir Felaketin Yankısı

Modern çağın göbeğinde, medeniyetin zirvesinde olduğunu iddia eden insanlık, Gazze’de sergilenen barbarlığı seyretmekle kalmıyor; aynı zamanda sessizliğe gömülerek suça ortak oluyor. İsrailli yazar Kobi Niv’in ifadesiyle Gazze’de yaşananlar, bir halkın soykırıma uğratılmasının 1948’deki “Nekbe” felaketinden bugüne uzanan kesintisiz bir devamıdır.

Bu, sadece coğrafi bir kuşatma değil; vicdanların kuşatılması, aklın rehin alınması ve insanlığın bir tür topyekûn çözülmesidir.

  1. Tarihi Arka Plan: Nekbe’nin Kanlı Mirası

1948’de İsrail devleti kurulduğunda yüzbinlerce Filistinli yerinden edildi. Bu, “Nekbe” (Büyük Felaket) olarak adlandırıldı. Ancak 1948’le sınırlı kalmayan bu etnik temizlik süreci, bugünkü Gazze ablukasıyla daha da vahşi bir hâl aldı.

Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece askeri operasyonlar değil; bilinçli bir şekilde yürütülen açlık politikaları, çocuklara yönelik doğrudan hedef almalar ve uluslararası hukukun her yönüyle çiğnenmesidir. Nekbe artık bir an değil, bir sistemdir.

  1. İlmi ve Aklî Gerçeklik: Açlık bir silah olarak kullanılıyor

Birleşmiş Milletler’e göre, Gazze artık “en ölümcül kıtlık senaryosunu” yaşıyor. Çocuklar açlıktan ölüyor. Anne sütü kesiliyor. Gıda tırları bilinçli olarak çürümeye terk ediliyor.

Bu, açlığın bir “silah” olarak kullanıldığı açık bir savaş suçudur. Savaşta bile korunması gereken çocuklar ve siviller, burada hedef haline getirilmiştir.

Aklen ve mantıken bu uygulamanın tek bir amacı vardır: Bir halkı yok etmek. Soykırım kavramı da tam olarak bunu tanımlar.

  1. Hikmet ve İbret: “Zulümle âbâd olanın sonu berbat olur”

Kur’ân-ı Kerim, Rum Suresi 41. ayette şöyle buyurur:

> “İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Belki dönerler diye Allah onlara işlediklerinin bir kısmını tattırıyor.”

Bu ayet, Gazze’deki zulmün sadece o coğrafyada değil, bütün insanlık vicdanında ve geleceğinde bir çöküşe neden olacağını haber verir. Zira zulüm, sadece mazlumu değil, zalimi de mahveder. Bugün İsrail’de artan intiharlar, askerlerin yaşadığı ruhsal çöküntüler, manevi bir helâketin alametidir.

  1. Uluslararası Tepkiler: Vicdanın Geç Gelen Uyanışı mı?

Hollanda’nın İsrailli bakanlara ülkeye giriş yasağı getirmesi, Yunanistan’da İsrailli turistlerin protesto edilmesi ve İsveç’teki halk gösterileri, artık dünyanın uyanmaya başladığını gösteriyor. Ancak bu adımlar geç kalınmış tepkilerdir. Zulme karşı susmak, zulmün yanında saf tutmaktır.

Dahası, Suudi Arabistan gibi bazı İslam ülkelerinin bile Filistin’e destek verenleri cezalandırması, ümmetin içine düştüğü çelişkiyi göstermektedir. “Kâbe’de Filistin bayrağı açmak suç” görülürken, siyonist vahşet göz ardı ediliyorsa, burada sadece siyasi değil, manevî bir iflas da vardır.

  1. Bilimsel Boyut: Açlığın Psikolojik ve Fiziksel Yıkımı

UNICEF verilerine göre, Gazze’de 100 binden fazla bebek ölüm riski altında. Akut yetersiz beslenme, zihinsel gelişimi engelliyor; organ fonksiyonlarını çökertiyor. Açlık, bir insanın hayatını değil; gelecek nesillerini de öldüren sinsi bir soykırımdır.

Oxford Üniversitesi doktorlarının açıklamaları ise vahşetin ne kadar sistematik olduğunu ortaya koyuyor: Genç erkekler kasıtlı hedef alınıyor, çünkü “geleceğin nesli” bu gençler.

  1. Vicdanlara Çağrı: Bu Sessizlik, Bir Suç Ortaklığıdır

Gazze’de bir çocuk, kitaplığını bir çuval una satarken; dünyanın en zengin ülkeleri, “sadece izliyor.” Bu artık bir ahlaki kriz değil; bir insanlık felaketidir.

Kur’ân’ın çağrısı nettir:

> “Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (Rum, 42)

Bu, sadece geçmiş milletlerin tarihi değil, bugünkü zalimlerin geleceğidir. İsrail, tarihin en yalnız ve lanetli devleti olmaya doğru ilerliyor.

SONUÇ & ÖZET

Gazze, sadece bir coğrafyanın değil, insanlığın vicdanının sınandığı yerdir.
1948’de başlayan Nekbe, bugün açık bir soykırımla sürmektedir.
Açlık bir silaha dönüştürülmüş; çocuklar kasten hedef alınmış; yardımlar engellenmiş ve insanlık bu zulme sessiz kalmıştır.
Kur’ân, bu gibi durumlarda ibret almayı emreder.
Ancak bugün alınacak en büyük ibret, sessizliğin ve kayıtsızlığın da bir tür suç olduğudur.
Gazze’de susan, aslında zulme ses veren bir ortak haline gelir.

Özetle:

Tarihi açıdan: 1948 Nekbesi’nin devamı niteliğinde bir etnik temizlik yaşanıyor.

Açlık bir silah: Bilinçli olarak gıda ve su erişimi engelleniyor.

İsrail yalnızlaşıyor: Uluslararası tepkiler artıyor, ancak geç kalınıyor.

Vicdanın iflası: Bazı İslam ülkeleri bile bu zulme sessiz kalıyor.

Kur’ânî bakış: Bu zulüm hem zalimi hem izleyeni mahveder.

İnsanlık çağrısı: Sessizlik, suça ortaklıktır. Vicdanlar uyanmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

Hikmet Aynasında İnsan ve Evren: Bediüzzaman’ın Işığında Bir Tefekkür Yolculuğu

Hikmet Aynasında İnsan ve Evren: Bediüzzaman’ın Işığında Bir Tefekkür Yolculuğu

Gök kubbe altında her bir zerre, bir sırrı fısıldar adeta; her bir yaprak, her bir su damlası, kâinat kitabının eşsiz birer ayetidir. Bu muazzam kütüphanenin baş tacı olan Kur’an-ı Kerim ise, varoluşun en derin anlamlarını kuşatan, insanın yoluna ışık tutan, “umumî bir muallim ve bir mürşiddir.”

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu enfes tespiti, ilahi kelamın sadece bir rehber değil, aynı zamanda varlığın özünü, hakikatin ta kendisini öğreten eşsiz bir öğretmen olduğunu anlatır.

İnsanlık tarihi boyunca nice âlim, nice mürşit gelip geçmiştir; ancak Kur’an’ın kılavuzluğu, zamanın ve mekânın ötesinde, her devrin ve her ferdin ihtiyacına cevap veren ezelî ve ebedî bir kaynaktır.

************

İnsan, bu kâinat sahnesinde bir misafir, bir yolcudur. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, “hasbe’l-kader çok yollara sülûk eder.” Bu yollar, bazen gül bahçelerine, bazen de dikenli patikalara çıkar. “Çok musibet ve düşmanlara rastgelir,” bazen boğulurcasına sıkıntılara düşer. İşte tam da bu noktada, acziyet ve fakirlik birer vesileye dönüşür; insan, Rabbinin ezeli inayetine sığınır ve Kur’an’ı kendisine muallim edinir. Kur’an’dan alınan dersler, sadece dünyevi belalardan kurtulmaya değil, nefsin ve şeytanın tuzaklarından muzafferiyetle çıkmaya da vesile olur. Bu, sadece bir iman meselesi değil, aynı zamanda ruhsal bir arınma ve tekamül yolculuğudur.

Risale-i Nur külliyatı, Kur’an’ın çağımıza bakan bir tefsiri olarak, bu derin hakikatleri insanlığın idrakine sunar. Örneğin, bir karpuzun “ipe takılan tatlı konserve kutusu” olarak belirlenmesi, tabiatın en basit görünen nimetlerinde dahi ilahi kudretin ve sanatın muazzam bir tecellisinin bulunduğunu gösterir. Eğer bu karpuz, “mu’ciznümasından çıkmasa idi, şimdi kırk para ile aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.”
Bu metafor, sıradanlığın perdesi ardındaki harikalığı görme, her zerrede ilahi bir imzayı okuma sanatını öğretir. Bilimsel çalışmalar ve teknoloji, bu mucizelerin nasıl işlediğini anlamak için bize pencereler açsa da, hikmet gözüyle bakılmadıkça, bu pencerelerden sadece maddeyi görür, manayı ıskalarız.

Ancak insan, yaratılışın en mükerrem, en alâsı olmasına rağmen, “eğer bozulursa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur.” Bu, insanın taşıdığı potansiyelin büyüklüğü kadar, sapma ihtimalinin de ne denli tehlikeli olduğunu gösterir.

İslamiyet’in kanunları, “yüksek bir tarzda âlemin ıslahına kâfidir.” Bu ilahi nizam, sadece bireyin değil, toplumun da ıslahını hedefler. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da ifade ettiği gibi, ahiret ve ebedî süruru isteyenler, “iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerekir.”
Bu terbiye, sadece bilgi edinmek değil, aynı zamanda ahlakı güzelleştirmek, nefsi arındırmak ve her daim hüsn-ü zanda bulunmaktır. “Herkesi kendisinden üstün bilmeli” ve başkalarının hareketlerindeki hikmetleri bilmediği için onları ayıplamamalıdır. Bu, kâmil bir imanın ve yüksek bir ahlakın işaretidir.

Tarih, bu hakikatlerin canlı bir laboratuvarıdır. Geçmişte yaşanan olaylar, ibret nazarıyla bakıldığında, geleceğe ışık tutar. Siyasi çekişmelerin, şahsi çıkarların veya basiretsizliğin, en büyük projeleri dahi nasıl küçük görebildiğine dair Cumhuriyet gazetesi örneği düşündürücüdür: “Boğaz Köprüsü, Türkiye ve İstanbul’un başına gelen en büyük felakettir,” yahut “Boğaz’a köprü yapamazsınız. O köprü yıkılır” gibi iddialar, ferasetten yoksun bakış açılarının ve maddeye sıkışmış zihinlerin yansımalarıdır.
Zaman, bu iddiaların yanlışlığını acı bir şekilde ortaya koymuştur. Bu tür tarihi kesitler, sadece geçmişe dair birer not değil, aynı zamanda bugünümüzü ve geleceğimizi şekillendiren kararlarımızda hikmeti ve geniş bakış açısını ne denli önemli kıldığımızın bir göstergesidir.

Cehennemin gereksiz olmadığını, cennetin de ucuz olmadığını belirten Mektubat’tan bir iktibasta ise, varoluşun ciddiyetini ve sorumluluğun ağırlığını hatırlatır. Her şeyin bir bedeli vardır. İman, salih amel ve hakikate teslimiyet; bunlar, ebedî saadetin mührüdür.

Sonuç olarak, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri ve derin düşünceleri, Kur’an’ın ezelî nurunu çağımıza taşırken, insanın iç dünyasından kâinatın engin sırlarına kadar her alanda bizlere yol gösterir. Tefsir ilminin ışığında, bilimsel çalışmaların verileriyle, teknolojinin sunduğu imkanlarla ve programatik bir yaklaşımla, bu hakikatleri günümüz insanına ulaştırmak, zamanın en büyük ihtiyaçlarından biridir.
Zira her bir hakikat, tıpkı Yâsin’ler gibi, okunup idrak edildikçe, fert ve toplum hayatında hayırlara vesile olacaktır.

Makale Özeti:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatından ve genel düşüncelerinden hareketle, Kur’an-ı Kerim’in insan hayatındaki merkezi rolünü, insanın varoluş yolculuğunu, acziyetin bir kuvvet kaynağına dönüşümünü ve ilahi kudretin tabiatta tecellilerini ele almaktadır. İnsanın yaratılış gayesi ve potansiyeli ifade edilirken, bozulmuşluğun tehlikeleri ve İslamiyet’in âlemi ıslah edici gücü üzerinde durulmuştur.
Makale, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediye’nin önemini ve hüsn-ü zannın gerekliliğini hatırlatır.
Tarihi olaylardan ibretler çıkarılarak, maddeci ve basiretsiz bakış açılarının sonuçları ile hikmetli ve kapsamlı düşünmenin değeri karşılaştırılmıştır.
Son olarak, ahiret inancının ve amellerin önemine değinilerek, Bediüzzaman’ın eserlerinin günümüzdeki faydası ve tefsir, bilim, teknoloji ve program konularıyla olan ilişkisi özetlenmektedir.
Makale, okuyucuyu hem tefekküre davet etmekte hem de hayatın anlamı üzerine düşünmeye sevk etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

Tesettürün Ref’i ve Ailenin Çöküşü: Kılık Kıyafet Devriminin Derin Yüzü

Tesettürün Ref’i ve Ailenin Çöküşü: Kılık Kıyafet Devriminin Derin Yüzü

Yıllarca hatta bir asırdır ve de kılık kıyafet devriminin yapilmasındaki amacın ne olduğu artık günümüzde ve geçen zaman içerisinde ne kadar net anlaşılıyor değil mi?
Amaç özgürlük değil, açık saçıklık, fuhuş, ahlaksızlık ve de lgbt’nin yani Lut kavminin helak olmasına sebep olan ahlaksızlığın önünü açmakmış!
Allah’ın emri olan tesettür ve örtünmeye karşı yapılan tüm saldırılar açık saçıklık ve lgbt’nin yayılması ve dolayısıyla onun neticesi olan aile hayatının yıkımıdır.
Şu anda boşanmaların ve aile yıkımlarının ana sebebi de işte budur.

İstatistik olarak boşanmalar gittikçe artmakta, evlenme yaşı yükselmekte ve de ailede çocuk sayısı düşmektedir.

Şu gerçek bir tesbittir ki;
“Tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder.” (Lem’alar)

**********

Özgürlük mü, Özsüzlük mü?

Yüzyıl önce yapılan kılık kıyafet devrimi, tarihin seyrinde sadece bir giysi değişikliği gibi gösterildi. Ancak geçen zaman içinde, bu değişimin sadece bir görünüm meselesi olmadığı, aksine bir medeniyet dönüşümünün sembolü olduğu ortaya çıktı.

Görünüşte modernleşme adına yapılan bu hamle, gerçekte:

Tesettürün hedef alınması,

Ahlâkî sınırların silinmesi,

Cinsiyet rolleri ve aile yapısının çökertilmesi gibi geniş sonuçlar doğurmuştur.

🧠 1. Tesettür: Bir Kumaştan Fazlası

Tesettür, yalnızca bir kıyafet değil; bir hayat tarzı, bir irade terbiyesi ve cemiyet huzurunun teminatıdır. Kur’an’da kadın ve erkek için iffetli duruşun alameti olarak zikredilir:

> “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Dışarı çıktıklarında üzerlerine cilbablarını alsınlar. Bu, onların tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur.” (Ahzab, 33/59)

Yani tesettür:

Kadını metalaşmaktan,

Erkeği göz zinasından,

Toplumu aile içi sadakatsizlikten koruyan bir settir.

🏛️ 2. Kılık Kıyafet Devrimi ve Ardındaki Gizli Gaye

Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan kılık kıyafet düzenlemeleri, Batı’nın kültürüne özentiyle şekillendirilmişti. Amaç özgürlük gibi sunulsa da, asıl hedef İslamî sembolleri ve değerleri kamusal alandan silmekti.

Bu değişimle ne oldu?

Tesettür aşağılandı, alaya alındı.

Açık saçıklık teşvik edildi, modernlik kisvesiyle pazarlanarak yaygınlaştırıldı.

Kadın iffetinin sembolü olan çarşaf, yobazlıkla özdeşleştirildi.

Ahlakî sınırlar, özgürlük adı altında kaldırıldı.

📉 3. Toplumsal Sonuçlar: Aile Kurumunun Erimesi

Bediüzzaman’ın şu cümlesi tam da bu durumu özetlemektedir:

> “Tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister…” (Lem’alar)

🔻 Bugünkü verilerle bu sözün yansıması:

  1. Evlenme yaşı yükseldi: Kadınlarda ortalama 25-30, erkeklerde 30-35.
  2. Boşanmalar arttı: 2024 TÜİK verilerine göre her 3 evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor.
  3. Çocuk sayısı azaldı: Türkiye’de doğurganlık oranı 1.51’e kadar düştü (nüfusun yenilenme oranı 2.10’dur).
  4. Nikâh dışı ilişkiler ve ahlaksızlık yayıldı.
  5. LGBT dayatmaları, tesettür karşıtı kampanyalarla eş zamanlı yürütülüyor.

🧪 4. İlmî ve Psikolojik Bakış Açısı

Tesettür, insan psikolojisi açısından mahremiyet bilinci kazandırır.

Açık-saçıklık, karşı cinsin şehvetini sürekli uyararak normal ilişkilerin dengesini bozar.

Güzellik ve beden, sürekli pazarlanan bir meta hâline gelir; kadın değeri yüzeysel anlaşılır.

Bu da evlilikte sadakat, güven, huzur gibi derin bağları yok eder.

🏺 5. Tarihî Süreçte İffetin Korunması ve Çöküşü

Osmanlı’da:

Tesettür sosyal saygının göstergesiydi.

Kadının korunması, ailesinin itibarıyla eşdeğerdi.

Aile yapısı güçlüydü, boşanma oranı %1’i geçmezdi.

Modern Türkiye’de:

Tesettür yasağı kamusal alanlardan başlayarak üniversite, meclis ve meslek alanlarına kadar yayıldı.

Ahlaki çözülmeyle birlikte zina, eşcinsel propaganda olağan hâle getirildi.

Kadın bedeninin ticarileşmesi, aile mahremiyetini parçalayarak ferdi yalnızlığa ve toplumsal depresyona yol açtı.

📌 6. Bir Tesbit: “Zehirli Bal”

> “Avrupa’nın sefih kısmı bir bataklıktır. Ona dalmak, boğulmaya davetiyedir.”

Bediüzzaman, tesettürü bir toplumsal zırh olarak görür. Onun kaldırılmasıyla:

Toplumun ahlâkî bağışıklık sistemi çöker.

Batı medeniyeti taklit edilir, ama içindeki zehirli bal göz ardı edilir.

7. Bugün Ne Yapmalı?

Tesettürü sadece kıyafet değil, kimlik olarak görmeliyiz.

Gençliğe iffetin, mahremiyetin ve evlilik kurumunun kıymetini anlatmalıyız.

Medya ve eğitim yoluyla LGBT, açık saçıklık ve kadın bedeninin ticarileşmesine karşı uyanık olmalıyız.

Aileyi ayakta tutacak en büyük kale: İffetli kadın, sorumlu erkek, sadakatli birlikteliktir.

📚 Sonuç ve Değerlendirme

Tesettür sadece bir kumaş değil, bir medeniyet sembolüdür. Onun kaldırılmasıyla toplumda:

Nikâh zayıflamış,

Boşanma artmış,

Nesil bozulmuş,

İffet yara almıştır.

Kılık kıyafet devrimiyle başlatılan görünürdeki modernleşme, aslında insan fıtratına ve ilahî düzene karşı başlatılmış kültürel bir tahribattır. Bugün LGBT propagandasının, aile düşmanlığının ve mahremiyetsizliğin bu kadar yaygın olmasının kökleri, o gün atılan bu yanlış temellere dayanmaktadır.

📌 Özet:

Cumhuriyetin başındaki kılık kıyafet devrimi, sadece bir görünüm değişikliği değil, İslami değerlerin sistematik bir şekilde tasfiyesinin başlangıcıdır. Tesettürün kaldırılması, iffetin zayıflamasına; iffetin zayıflaması, evliliğin azalmasına; evliliğin azalması ise, toplumun ahlâken çökmesine yol açmıştır. Bugün aile yapısındaki krizlerin, boşanmaların, LGBT dayatmalarının ve ahlaki yozlaşmanın temelinde bu devrimsel sapmanın izleri vardır. Toplumun toparlanması, yeniden iffet merkezli bir hayat felsefesine dönüşle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

İstanbul’a Akan Sular ve Sızan Kanunlar

İstanbul’a Akan Sular ve Sızan Kanunlar: Zenbilli Ali Efendi’nin İkazındaki Hikmet

“Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”
Hikmeti ve Sonuçları:

Bir Söz, Bin Yılın Eleştirisi

Sultan Süleyman’a atfedilen “Kanunî” unvanı, hukukî düzenlemeleriyle anılmasını sağlarken; ona yöneltilen Zenbilli Ali Efendi’nin sert ikazı ise, tarihî derinliği olan bir feryat gibidir:

> “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Bu söz, sadece bir eleştiri değil; bir hikmetli uyarı, köklü bir medeniyet tasavvurunun çarpışma anı, bir istikamet kaybının çan sesidir.

📚 1. Tarihî Arka Plan

Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı Devleti, hem siyasî hem hukukî anlamda zirveye ulaşmıştır. Ancak bu yükselişin ardında, bazı hukukî düzenlemelerle örfî kanunların şer’î ölçülerin önüne geçmesi gibi kritik meseleler doğmuştur.

Kanunnameler hazırlanmış, kadıların yetkileri sınırlandırılmış, örfî düzenlemelerle toplumsal kontrol artırılmıştır.

Özellikle toprak hukuku, ceza sistemi ve ticaret alanında örfî düzenlemeler, zamanla şer’î ölçülerin yerine geçmeye başlamıştır.

⚖️ 2. Zenbilli Ali Efendi’nin İkazındaki Hikmet

Bu ikazı, üç yönlü değerlendirebiliriz:

  1. a) Şeriat-Hukuk Dengesi

Zenbilli Ali Efendi’nin tepkisi, İslam hukukunun zihnî bir temel olmaktan çıkarılıp Avrupaî unsurlarla şekillenmesine karşıdır. Buradaki “bok sıçması” ifadesi, ruhsuzlaşan bir hukuk sistemine işarettir.

  1. b) Temizlik ve Temessül Mecazı

Sultan’ın İstanbul’a kırk çeşmeden su getirmesi bir fizikî temizlik ve hizmettir. Lakin Ali Efendi, bu zahirî temizlikle batınî kirliliğin örtülemeyeceğini söyler.
Zira bir toplumda adalet bozulursa, temiz sokakların hiçbir anlamı kalmaz.

  1. c) Avrupaî Etkileşim ve Tahrifat

Sultan Süleyman’ın bazı düzenlemelerde Batı’dan etkilendiği yönündeki iddialar, medeniyet rekabeti açısından okunabilir. Bu, Avrupa hayranlığının ilk kırıntıları olarak yorumlanabilir.

☠️ 3. Uyarının Gelişen Seyri ve Sonuçları

Bu tür örfî kanunların ve batılı hukuk sistemine meyletmenin sonuçları, yüzyıllar içinde aşağıdaki şekilde görünür olmuştur:

  1. Şer’iye Mahkemelerinin Yetkisizleşmesi

Kadıların yerini, Tanzimat sonrası meclisler ve nizamiye mahkemeleri aldı.

Şer’î mahkemeler sadece nikâh ve boşanma gibi konularla sınırlandırıldı.

  1. Seküler Hukuk Zeminine Geçiş

Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanı (1856), şeriatın üzerine örfî/seküler düzenlemeleri getirdi.

1926’da ise tamamen laik hukuk sistemine geçilerek İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu alındı.

  1. Medeniyet Krizi

Batı’dan alınan sistemler, toplumu yönetim olarak şekillendirse de ahlâkî ve ruhî çöküntüyü engelleyemedi.

İçeriden gelen fıkhî direniş ve dışarıdan gelen Batı baskısı arasında ikilemli bir zihin yapısı oluştu.

  1. Toplumda Adalet Anlayışının Yıkımı

Şer’î yargının güven verici yüzü yerine, bürokratik, halktan kopuk ve yabancılaşmış bir adalet sistemi doğdu.

🧠 4. Akli ve Mantıki Tahlil

Toplumun manevî sistemiyle çelişen bir hukuk sistemi, bedene yabancı bir organ gibi işler: reddedilir ya da çürütür.

Eğer kanun adaleti değil, sadece hâkimin sopasını temsil ederse, adalet yerini zulme bırakır.

📖 5. Risale-i Nur Perspektifiyle Değerlendirme

Bediüzzaman Said Nursî, “İslâmiyet, hem din hem şeriat hem hayat hem adalettir” diyerek, medeniyetin temel direğinin şeriatla çatıldığını ifade eder. Batı’dan alınan kanunlar ise:

> “Eğer kanun-u beşerî, adaleti hakkıyla temin edemezse, onun hükmü zalimane olur.”

💥 6. Zararları Maddelerle

  1. Şer’î hassasiyetin toplumdan silinmesi
  2. Batıya olan hukukî bağımlılığın artması
  3. Ulema sınıfının yönetimden dışlanması
  4. Adaletin mekanikleşmesi ve vicdanî yönünü yitirmesi
  5. Halkla hukuk arasındaki güven bağının kopması
  6. Batılılaşma uğruna öz kimliğin erozyona uğraması
  7. Dine dayalı toplumsal denetimin zayıflaması
  8. Zalimle mazlumu ayırt etmeyen nötr bir yasa dili
  9. Kur’ân ve Sünnet temelli ahlak sisteminin gerilemesi
  10. Medeniyetin ruhunu taşıyamayan bir kabuklaşma

📌 Sonuç: Temiz Su, Kirli Kanunları Temizlemez

Zenbilli Ali Efendi’nin sözü, sadece Sultan’a değil, tüm zamanların yöneticilerine, aydınlarına ve hukukçularına bir ikazdır. Fizikî temizlik, ahlâkî ve hukukî temizlik olmadan bir anlam ifade etmez.

Bugün şehirlerimizde çeşmelerden su akıyor olabilir. Ama eğer adalet kurumlarımızda zulüm, ahlâk sistemimizde çürüme, ve hukuk anlayışımızda yabancılaşma varsa; yüzlerce çeşme bile o kokuyu temizleyemez.

📌 Özet

Kanunî döneminde yapılan örfî hukuk düzenlemelerine karşı Zenbilli Ali Efendi’nin verdiği tepki, bir medeniyet kırılmasına işaret eder. Avrupa’dan esinlenen kanunların, şer’î ilkelerle bağdaşmayan yönleri, sonraki asırlarda laikleşmeye, adalet algısının zayıflamasına ve toplumun ahlâkî erozyonuna yol açmıştır. Bu olay, tarih boyunca “şekil”le “ruh”un çatışmasında bir ibret tablosu olarak durmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

İstanbul’a Akan Sular ve Sızan Kanunlar

İstanbul’a Akan Sular ve Sızan Kanunlar: Zenbilli Ali Efendi’nin İkazındaki Hikmet

“Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”
Hikmeti ve Sonuçları:

Bir Söz, Bin Yılın Eleştirisi

Sultan Süleyman’a atfedilen “Kanunî” unvanı, hukukî düzenlemeleriyle anılmasını sağlarken; ona yöneltilen Zenbilli Ali Efendi’nin sert ikazı ise, tarihî derinliği olan bir feryat gibidir:

> “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Bu söz, sadece bir eleştiri değil; bir hikmetli uyarı, köklü bir medeniyet tasavvurunun çarpışma anı, bir istikamet kaybının çan sesidir.

📚 1. Tarihî Arka Plan

Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı Devleti, hem siyasî hem hukukî anlamda zirveye ulaşmıştır. Ancak bu yükselişin ardında, bazı hukukî düzenlemelerle örfî kanunların şer’î ölçülerin önüne geçmesi gibi kritik meseleler doğmuştur.

Kanunnameler hazırlanmış, kadıların yetkileri sınırlandırılmış, örfî düzenlemelerle toplumsal kontrol artırılmıştır.

Özellikle toprak hukuku, ceza sistemi ve ticaret alanında örfî düzenlemeler, zamanla şer’î ölçülerin yerine geçmeye başlamıştır.

⚖️ 2. Zenbilli Ali Efendi’nin İkazındaki Hikmet

Bu ikazı, üç yönlü değerlendirebiliriz:

  1. a) Şeriat-Hukuk Dengesi

Zenbilli Ali Efendi’nin tepkisi, İslam hukukunun zihnî bir temel olmaktan çıkarılıp Avrupaî unsurlarla şekillenmesine karşıdır. Buradaki “bok sıçması” ifadesi, ruhsuzlaşan bir hukuk sistemine işarettir.

  1. b) Temizlik ve Temessül Mecazı

Sultan’ın İstanbul’a kırk çeşmeden su getirmesi bir fizikî temizlik ve hizmettir. Lakin Ali Efendi, bu zahirî temizlikle batınî kirliliğin örtülemeyeceğini söyler.
Zira bir toplumda adalet bozulursa, temiz sokakların hiçbir anlamı kalmaz.

  1. c) Avrupaî Etkileşim ve Tahrifat

Sultan Süleyman’ın bazı düzenlemelerde Batı’dan etkilendiği yönündeki iddialar, medeniyet rekabeti açısından okunabilir. Bu, Avrupa hayranlığının ilk kırıntıları olarak yorumlanabilir.

☠️ 3. Uyarının Gelişen Seyri ve Sonuçları

Bu tür örfî kanunların ve batılı hukuk sistemine meyletmenin sonuçları, yüzyıllar içinde aşağıdaki şekilde görünür olmuştur:

  1. Şer’iye Mahkemelerinin Yetkisizleşmesi

Kadıların yerini, Tanzimat sonrası meclisler ve nizamiye mahkemeleri aldı.

Şer’î mahkemeler sadece nikâh ve boşanma gibi konularla sınırlandırıldı.

  1. Seküler Hukuk Zeminine Geçiş

Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanı (1856), şeriatın üzerine örfî/seküler düzenlemeleri getirdi.

1926’da ise tamamen laik hukuk sistemine geçilerek İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu alındı.

  1. Medeniyet Krizi

Batı’dan alınan sistemler, toplumu yönetim olarak şekillendirse de ahlâkî ve ruhî çöküntüyü engelleyemedi.

İçeriden gelen fıkhî direniş ve dışarıdan gelen Batı baskısı arasında ikilemli bir zihin yapısı oluştu.

  1. Toplumda Adalet Anlayışının Yıkımı

Şer’î yargının güven verici yüzü yerine, bürokratik, halktan kopuk ve yabancılaşmış bir adalet sistemi doğdu.

🧠 4. Akli ve Mantıki Tahlil

Toplumun manevî sistemiyle çelişen bir hukuk sistemi, bedene yabancı bir organ gibi işler: reddedilir ya da çürütür.

Eğer kanun adaleti değil, sadece hâkimin sopasını temsil ederse, adalet yerini zulme bırakır.

📖 5. Risale-i Nur Perspektifiyle Değerlendirme

Bediüzzaman Said Nursî, “İslâmiyet, hem din hem şeriat hem hayat hem adalettir” diyerek, medeniyetin temel direğinin şeriatla çatıldığını ifade eder. Batı’dan alınan kanunlar ise:

> “Eğer kanun-u beşerî, adaleti hakkıyla temin edemezse, onun hükmü zalimane olur.”

💥 6. Zararları Maddelerle

  1. Şer’î hassasiyetin toplumdan silinmesi
  2. Batıya olan hukukî bağımlılığın artması
  3. Ulema sınıfının yönetimden dışlanması
  4. Adaletin mekanikleşmesi ve vicdanî yönünü yitirmesi
  5. Halkla hukuk arasındaki güven bağının kopması
  6. Batılılaşma uğruna öz kimliğin erozyona uğraması
  7. Dine dayalı toplumsal denetimin zayıflaması
  8. Zalimle mazlumu ayırt etmeyen nötr bir yasa dili
  9. Kur’ân ve Sünnet temelli ahlak sisteminin gerilemesi
  10. Medeniyetin ruhunu taşıyamayan bir kabuklaşma

📌 Sonuç: Temiz Su, Kirli Kanunları Temizlemez

Zenbilli Ali Efendi’nin sözü, sadece Sultan’a değil, tüm zamanların yöneticilerine, aydınlarına ve hukukçularına bir ikazdır. Fizikî temizlik, ahlâkî ve hukukî temizlik olmadan bir anlam ifade etmez.

Bugün şehirlerimizde çeşmelerden su akıyor olabilir. Ama eğer adalet kurumlarımızda zulüm, ahlâk sistemimizde çürüme, ve hukuk anlayışımızda yabancılaşma varsa; yüzlerce çeşme bile o kokuyu temizleyemez.

📌 Özet

Kanunî döneminde yapılan örfî hukuk düzenlemelerine karşı Zenbilli Ali Efendi’nin verdiği tepki, bir medeniyet kırılmasına işaret eder. Avrupa’dan esinlenen kanunların, şer’î ilkelerle bağdaşmayan yönleri, sonraki asırlarda laikleşmeye, adalet algısının zayıflamasına ve toplumun ahlâkî erozyonuna yol açmıştır. Bu olay, tarih boyunca “şekil”le “ruh”un çatışmasında bir ibret tablosu olarak durmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

SECDE: İLAHİ HUZURA GİRİŞİN KAPISI

SECDE: İLAHİ HUZURA GİRİŞİN KAPISI

İnsan, yaratılışı gereği boyun eğmeye meyillidir.
Ya Yaratan’a eğilir ya da yaratılana.
Secde; sadece yere eğilmek değildir, aslında kalbin, aklın, benliğin ve nefsin ilahî huzura teslimiyetidir.
O bir eğilme değil, bir yükseliştir.
Çünkü kul, secdede en aşağıya eğilerek en yükseğe yaklaşır.

  1. Secde: İnsanın Yaratılış Sebebiyle Buluşması

Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılışının hemen ardından secde emri gelir:

> “Ben bir beşer yarattığımda ona ruhumdan üflediğimde, hemen ona secde edin.”
(Sâd, 38/72)

Bu ayette, secdenin insanın ruhî derinliğiyle doğrudan irtibatlı olduğu anlatılır.
Secde sadece fiziki bir hareket değil, ruhun sahibine dönüşüdür.
Ruh secdede sükûn bulur, beden ise onunla kıbleye yönelir.

  1. İblisin İsyanı: Secdeden Kaçışın Bedeli

Yaratılış kıssasında en büyük kopuş, secdenin reddedilmesiydi.
İblis, kibri yüzünden secde etmedi ve ilahî rahmetten kovuldu.

> “Ben ondan üstünüm, beni ateşten onu çamurdan yarattın.” (A’râf, 12)

Bu cümle, hikmetsiz aklın, emre değil, nefse uyan itirazın sembolüdür.
Secde etmeyi reddetmek; akılla kibri, ilimle isyanı büyütmektir.
İşte bu yüzden secdesiz bilgi, insanı şeytanlaştırabilir.

  1. Peygamberlerin Secdesi: Huzurda Eritilmenin Şahidi

Peygamberlerin hayatında secde, bir sığınaktır.

Hz. Musa, Tur’da secdeyle konuşmayı öğrenmiştir.

Hz. İbrahim, Rabbine secdeyle yakınlık kazanmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v), secdeyi gözünün nuru bilmiş,

> “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde anıdır.” (Müslim, Salât 215) buyurmuştur.

O secde ki, yeri ayak altına alır ama kalbi arşın huzuruna çıkarır.

  1. Bilimsel ve Psikolojik Yönüyle Secde

Secde yalnızca ruhî değil, bedenî ve zihinsel bir arınmadır.

Beyin, secde anında yerçekimine ters çalışır.

Kan akışı artar, beyin daha fazla oksijen alır.

Kalp ritmi sakinleşir, stres hormonu azalır.

Zihin huzura kavuşur.

Modern bilim, secdenin terapötik (iyileştirici) etkilerini araştırıyor.
Ama müminler, bu hakikati bin yıldır kalpleriyle tecrübe ediyor.

  1. Secde: Modern İnsan İçin Bir Kurtuluş Kapısı

Bugünün insanı kibir dağlarında yalnız, hız girdabında yorgun, benlik çukurunda kaybolmuş durumda.
Oysa secde, insana;

Yavaşlamayı,

Boyun eğmeyi,

Anlamayı,

Tevazuya ulaşmayı
öğretir.

Secde; “ben”in kırıldığı, “Sen”in doğduğu andır.
Kibirle şişen nefsin patladığı, hakikatin sızdığı yerdir.

  1. Secdeyi Kaybeden, Huzuru Kaybeder

Bugün dünyada huzursuzluk artıyor çünkü insanlar secdeyi unutuyor.
Sadece namazdaki değil, hayattaki secdeleri de terk ediyoruz.

Mal karşısında eğilen,

Makam için bükülen,

Moda için şekillenen,

Şehvet için düşen insanlar çoğalıyor.

Secde etmesi gereken ruh, boyun eğdiği nesnelerin kölesi oluyor.
Gerçek özgürlük, yalnızca Allah’a secdede saklıdır.

  1. Secde: İmanın ve Hürriyetin Zirvesi

Secde eden insan:

Kullukta özgürlüğü,

Tevazuda yüceliği,

Huzurda gözyaşını,

Yerdeyken göğe yakınlığı yaşar.

Secde, dünyadan sıyrılıp arşa yönelmenin şifreli kapısıdır.
Ve o kapı, her namazda, her gönülde, her gözyaşında yeniden açılır.

Sonuç ve Özet

Secde, sadece bir ibadet hareketi değil; kulluğun kalp atışı, ruhun sığınağıdır.
İnsanı, yaratıcısıyla en derin bağa ulaştıran mana dolu bir teslimiyet hâlidir.
Bugün ruhun bunalımı, benliğin taşması, toplumun yozlaşması; secdenin unutulmuşluğunun açık göstergesidir.

Secdesi olanın istikameti vardır.
Secdesi olmayanın yönü kaybolur.

Kısa Özet:

Secde, insanın Allah’a en yakın olduğu andır; ruhun sükûnetidir.

Kur’an’da secde, yaratılışın merkezindedir ve iblisin isyanı, secdeyi reddedişle başlamıştır.

Peygamberler, secdeyle ilahî yakınlığı aramış; secde hayatlarının merkezinde olmuştur.

Bilimsel olarak da secde, zihni ve bedeni rahatlatan etkiler göstermektedir.

Bugün insanlığın kaybolan huzuru, kaybolan secdelerle ilgilidir.

Gerçek secde; sadece yere kapanmak değil, benliği Allah’a teslim etmektir.

************

Secdesizlik mi?

Secdesizlik şeytanî bir özelliktir.
Huzurdan kaçıştır.
Rabbini ve kendini unutmaktır.
Emre itaatsizliktir.
İnsanın hakikatinin Hakla buluşmasına engel olmaktadır.
Huzurdan kaçarak, huzursuzluğa koşmaktır.
Huzur ve huzuru bulmamak ve bulamamaktır.
Secdesizlik istikametin kaybıdır.

**********

SECDESİZLİK: ŞEYTANÎ BİR ÖZELLİKTİR

Secde, kulun Rabbine en yakın olduğu andır. Yüzü yere sürmek suretiyle, “Ben hiçim, Sen her şeysin” demektir. Bu sebepledir ki, secde sadece bir fiziksel eğilme değil, aynı zamanda ruhun Hakk’a yönelişi, nefsin diz çöküşüdür. Ve işte tam da bu yüzden, secdesizlik sıradan bir ihmalkârlık değil, şeytanî bir tavrın dışavurumudur.

Secdesizlik: Huzurdan Kaçış ve Huzursuzluğa Koşuştur.

Kur’an-ı Kerim’de şeytanın secdeden kaçışı, insanlık tarihindeki ilk büyük isyanın sembolüdür:

> “Emrimize karşı kibirlendi ve kâfirlerden oldu.”
(Bakara, 34)

Secdesizlik, sadece bir emre karşı gelmek değildir; aynı zamanda Hakk’a karşı benliğini ilahlaştırmaktır. Şeytanın “Ben ondan üstünüm” (Sad, 76) sözü, secdesizliğin ardındaki psikolojik ve varoluş bunalımı ifşa eder: Kibir.

Secde bir yöneliştir, secdesizlik bir savruluş. Hakk’a yüz çevirmekle insan, iç huzurunu kaybeder ve kendini boşlukta bulur. Zira secde, insanın yeryüzündeki en ilahi kıvamıdır; onu terk eden, kendi asli dengesini de yitirir.

Tarihte Secdesizlik ve Hüsranın İzleri

Firavun, Nemrud ve Karun… Bu isimler, secdesizliğin tarih boyunca aldığı farklı formlardır. Her biri ilahi emir karşısında secde yerine isyanı tercih etmiş, kendi benliklerini ilahlaştırmıştır. Sonuçları mı?

Firavun denizde boğulurken imana yöneldi ama kabul edilmedi. Çünkü secdeyi zamanında yapmamıştı.

Nemrud sineğin saldırısıyla yere yıkıldı. İzzet ararken zillete düştü.

Karun yeryüzünde yürürken yere batırıldı. Çünkü secde etmeyen yerin üstünde duramaz.

Bu tarihi örnekler, secdesizliğin sonunun ya yerin dibine batmak ya da boğulmak olduğunu gösterir. Huzurdan kaçan, huzursuzluğa mahkûmdur.

Secdenin Bilimsel ve Psikolojik Yansımaları

Modern psikoloji, “yere kapanma” eylemini teslimiyetin ve egonun bastırılmasının simgesi olarak tanımlar. Secde hali, bedensel olarak en alçak pozisyonu almakla beraber, zihinsel ve ruhsal bir boşalmayı da beraberinde getirir.

Beyin dalgalarının secde anında “alfa” seviyesine düştüğü, bunun ise derin bir huzur ve konsantrasyon hali doğurduğu bilimsel olarak tespit edilmiştir. Ayrıca, düzenli secde ve namazın, anksiyete, stres ve depresyonu azalttığı, serotonin düzeyini artırdığı araştırmalarla ispbatlanmıştır.

Secde: İnsanın Hakikatine Dönüşüdür

İnsan, “secde eden bir varlık” olarak yaratılmıştır. Meleklerin secde ettiği bir varlıktır o. Ancak bu şeref, ancak kendisinin de secde etmesiyle korunabilir.

Secdesizlik, insanın kendi özünden uzaklaşması, ruhunun kıblesini şaşırmasıdır. Kıblesini şaşıran ise hayatın yönünü kaybeder.

Bu sebeple secdesiz bir hayat, istikametsiz bir hayattır. Secdeyle yoğrulmamış bir benlik, ne kendiyle ne de Rabbiyle barışabilir. Ve insan kendi içinde savaşırken, dış dünyada da barışı kuramaz.

Bir Şairin Dediği Gibi…

> “Secde bir iniltidir,
Diz çöküş değil, ruhun kanat çırpışıdır.”

Ve her secde, kalbin yeniden inşa edildiği bir mabettir. O mabet yıkıldığında, geriye sadece harabe kalır.

Sonuç: Secde Ya Hayattır Ya Hiçlik

Secde, Hakk’ın huzurunda durabilmenin adıdır. Secdesizlik ise huzura çıkmamak, huzuru kaybetmektir.

Secdesizlik:

Emre isyan,

Hakka yabancılaşma,

Nefse tapınma,

Benliğe secde,

Ve hakikatten kaçıştır.

Oysa secde, ruhun kıyamıdır. En alçak duruşta, en yüksek mana saklıdır. Kaldırdığın başın değil, yere koyduğun alnındır seni yücelten.

Özet

Bu makalede secdesizliğin şeytanî bir vasıf olduğu, huzurdan uzaklaştırdığı, tarihî örneklerle hep bir hüsranla sonuçlandığı ifade edildi. Bilimsel olarak secdenin insana psikolojik faydaları ortaya kondu. Secdenin insana hem yön hem değer kazandırdığı, secdesizliğin ise istikametsizlik ve benlik putu olduğu anlatıldı.
Sonuç olarak, secde eden kurtulur, secdeden kaçan ise kaybolur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

İLİM ARTTI HİKMET AZALDI

İLİM ARTTI HİKMET AZALDI
GERÇEK İLİM HİKMETLE BERABER YÜRÜYEN İLİMDİR

Hikmetsiz ilim, vitaminsiz yiyecek gibidir.
Yüktür.
Zihni isgaldir.
Sahip olunan zenginliği yerinde ve yerli yerince kullanmamak demektir.
Sentez ve analiz yapmamak ve yapamamaktır.

İlim Arttı, Hikmet Azaldı: Hakikî Bilginin Kayıp Kardeşi

İlim, insan aklının nurudur; hikmet ise kalbin rehberidir.
İlim öğrenmek kolaylaştı; bilgiye erişim saniyelerle ölçülür oldu.
Ama bu kadar çok ilme rağmen insanlık niçin bu kadar yönsüz, yorgun ve yitik?
Sebebi açık: Hikmetsiz ilim, yönsüz bir kaptan, pusulasız bir gemi gibidir.

  1. Hikmetsiz İlim: Gölgesiz Bir Ağaç Gibi

Bugünün insanı, bilgi denizinde yüzüyor ama hikmet susuzluğundan kavruluyor.
Çünkü öğrendiği bilgi, sadece zihninde yığılıyor; kalbine inmiyor, davranışına dönüşmüyor.
Böylece:

İlmiyle kibirlenenler çoğalıyor,

Bilgisiyle hakikati çarpıtanlar çoğalıyor,

Ama o ilmiyle dünyaya ve ahirete yön veren hikmet ehli azalıp kayboluyor.

İlim artıyor ama insan azalıyor.

  1. İslam’da İlim-Hikmet Dengesi

Kur’an’da ilim kadar “hikmet” de öne çıkar.
Hz. Lokman, peygamber değilken “hikmet sahibi” olarak övülür.
Kur’an’da hikmet, sadece bilgi değil; bilgiyi doğru yerde kullanma, anlamlandırma ve hayra yöneltme kabiliyetidir.

Okumak ancak Rabbin adıyla okumak.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Kime hikmet verilmişse, ona çok büyük bir hayır verilmiştir.”
(Sure: Bakara, 269)

Bu ayet, hikmeti üstün bir lütuf olarak takdim eder.
Çünkü hikmet, ilmin hedefini, ahlakını, hadlerini tayin eder.

Bugün ise çok bilen ama doğru düşünemeyen, çok öğrenen ama az anlayan bir nesil türedi.
Zira ilim var, hikmet yok.

  1. Tarihten Hikmetsiz İlim Örnekleri

Firavun’un sihirbazları bilgi sahibiydi, ama hikmetten mahrumdu. Musa (a.s.)’a ancak kalplerine hikmet dokununca iman ettiler.

Ebu Cehil, Arap yarımadasının en bilgili kişisiydi, ama cehlin lideri oldu. Çünkü bildiği şeylerin hakikatiyle buluşamadı.

Batı medeniyeti, ilimde zirve yaptı, ama iki dünya savaşını çıkardı, nükleer bombalarla şehirleri yaktı. Çünkü ilim vardı ama hikmet yoktu.

  1. Hikmetin Azaldığı Günümüz: Zihinsel İşgal Çağı

Bugün eğitim kurumları niceliksel başarıya odaklı.

Test çözmeyi öğretiyorlar, tefekkür etmeyi değil.

Ezberletiyorlar, anlamayı değil.

Bilgi yığıyorlar, irfan inşa etmiyorlar.

Sonuçta; bilgi bombardımanına tutulmuş ama mana yoksunu bir gençlik ortaya çıktı.
İlim var ama hikmet yoksa;

Bilim silaha dönüşür,

Teknoloji felakete neden olur,

Ahlâk yozlaşır, ruh kurur.

Bu sebeple hikmetsiz ilim, vitaminsiz yiyecek gibidir:
Doyurur gibi görünür ama çürütür.

  1. Hikmeti Diriltmek: İlimle Kalbi Buluşturmak

Hikmeti artırmak için sadece bilgiyi çoğaltmak yetmez.
İlim:

Kalple buluşmalı,

Ahlâkla yoğrulmalı,

Sorumlulukla yön bulmalı.

Hikmet, akıl ile vahyin, kalp ile bilginin izdivacıdır.
İnsanlık, bu izdivacı yeniden kurmak zorundadır.
İlimli olmak değil, hikmetli olmak hedeflenmelidir.

SONUÇ VE ÖZET

İlim artıyor ama hikmet azalıyor.
Oysa hikmetsiz ilim, yanlışta ısrarın aracı, zulmün süsü ve zihnin işgali olabilir.
İslam’da ilim; hikmetle beraber yürüdüğünde anlamlıdır.
Bugün ihtiyaç; ezber değil tefekkür, malumat değil irfan, bilgi değil bilgeliğe geçiştir.
Gerçek ilim, hikmetle yürüyen ilimdir.

Kısa Özet:

Hikmetsiz ilim, sadece bir yük ve yozlaşma sebebidir.

Kur’an’da hikmet, büyük bir lütuf ve yüksek bir fazilet olarak anılır.

Tarih, hikmetten mahrum ilmin felakete sebep olduğunu gösterir.

Günümüz eğitim anlayışı, bilgi verir ama hikmet kazandırmaz.

Hakiki çare: Kalple buluşan, ahlâk ve irfanla beslenen hikmetli ilimdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

NİCELİK Mİ NİTELİK Mİ?

NİCELİK Mİ NİTELİK Mİ?

Eğitim mi Veriyoruz, Geleceği mi Öğütüyoruz?

Bugünkü Milli Eğitimin egitimi ise;

Bugün eğitim kurumları niceliksel başarıya odaklı.

Test çözmeyi öğretiyorlar, tefekkür etmeyi değil.

Ezberletiyorlar, anlamayı değil.

Bilgi yığıyorlar, irfan inşa etmiyorlar.

Lafız var, ruh ve mana yok.

Öğrenci Google’ laştırılırken ki, o da yetersiz kalmakta, yorum, düşünme ve üretmekten uzaklaşmaktadır.

Eğitim geleceğe yönelik ve geleceği inşa etmekten uzak, günü ve en insaflısı elini uzatıp kurtarabildiğiyle yetinilmektedir.

Akan selin önünden kurtarabilindiği kadar.

Eğitim eğitiyor mu, üğütüyor mu?

Bir okul açıldığında bir hapishane kapanıyor mu?

Eğitim seviyesi yükselince, suç oranı düşüyor mu yoksa artıyor mu?

Öğrenilen bilgi suçun büyüklüğüne ve kalitesine katkıda mı bulunuyor yoksa zorlaştırıyor mu?

***********

Her okul açıldığında bir hapishane kapanıyor muydu?
Peki bugün her okulda eğitim verilirken, insanlık mı inşa ediliyor yoksa insan öğütülüyor mu?

Eğitim, bir milletin ruhunu şekillendiren en derin nehir, en geniş vadidir.
Ama o nehir kirlenmişse, o vadi çoraklaşmışsa;
Artık eğitim eğitmez, sadece öğütür.

  1. Nicelik Arttı, Nitelik Kayboldu

Bugün sınıflar dolu, diplomalar renkli, tabelalar süslü.
Ama bu süs, bir hakikati örtemiyor:
Tefekkür yok. Tahlil yok. İrfan yok.

Testler bilgi veriyor ama şuur kazandırmıyor.
Ezber var ama anlama çabası yok.
Google’dan bilgi arayan çocuklar, kendilerini bile aramıyor.
Soru çözüyorlar ama hayatın sorularına cevapsız kalıyorlar.

  1. Eğitimde Ruh Kaybı: Sadece Akla, Sadece Niceliğe Odaklanmak

Modern eğitim sistemleri, insanı sadece akıl ve zeka üzerinden tanımlar oldu.
Kalp, ruh, mana, ahlâk, hikmet dışlandı.
Bu yüzden eğitilen insan sayısı arttı ama bilgeliğe ulaşan insan azaldı.

Tıpkı Mimarlık Fakülteleri ve Mimarlar arttı ancak bir Mimar Sinan’a denk bir mimar çıkmadı.

Tıp Fakülteleri ve Doktorlar çoğaldı  ancak İbn-i Sina’ya denk kaç tane doktor yetişti?

Örnekler çoğaltılabilir.

Bir zamanlar medreseler sadece ders vermezdi, şuur inşa ederdi.
Bugünse öğrenci “okul”dan çıkıyor ama “okumuş” olmuyor.
Çünkü ruhsuz bir eğitimden, duyarsız bir nesil doğar.

  1. Eğitim Suçları Azaltıyor mu, Yoksa Daha Kalitelisini mi Üretiyor?

Bir paradoks:
Eğitim seviyesinin artmasıyla suç oranlarının da artması arasında gizli bir ilişki var.

Cahil suç işlerken, suçu kabadır.

Ama eğitimli bir zihinden çıkan suç, planlı, derin ve yıkıcıdır.

Tıpkı dağdaki cahil eşkıyanın soyduğu kervan ile, bugün bir şehrin soyulması ve Euro (yuro) ların baklava kutularında götürülmesi arasındaki fark; okumamış ile okumuş arasındaki farkı gösteriyor.
Her ne kadar bu genelleme anlamına gelmese de, bir vakıadır.

Çünkü bilgi ahlâkla, hikmetle, sorumlulukla birleşmemiştir.
Nitekim Einstein bile uyarır:

> “Ahlâkî değerlerden yoksun bir eğitim, toplumu felakete sürükler.”

Tilkiyi kümese bekçi yapmaya benzer.

  1. Geleceği İnşa Eden Eğitim Nerede?

Bugünkü eğitim, günü kurtarıyor.
Biraz daha iyisi, belki yarını hedefliyor.
Ama geleceği kurmak, medeniyet inşa etmek, insanı diriltmek gibi bir kaygısı yok.
Çocuklar sisteme adapte ediliyor,
Sistem ise ahlâkı dışlayan bir çark gibi dönüyor.

Sorgulayan değil, suskun nesil isteniyor.
Üreten değil, tüketen birey aranıyor.
Düşünen değil, diz çöken akıl talep ediliyor.

  1. Hakiki Eğitim: Marifetten İrfana, Bilgiden Hikmete Giden Yol

Gerçek eğitim nedir?

Sadece bilgi vermek mi?

Ezberletmek mi?

Testlerde başarı sağlamak mı?

Hayır!
Gerçek eğitim;
İnsanı tanımaktır. Kalbi uyandırmaktır. Aklı işlettirmektir. Vicdanı konuşmaktır.

Zira;

> “Terbiye-i İslâmiye ile yetişen bir fert, milyonlara bedeldir.”
Çünkü o insan, sadece bilgiyle değil, şuurla, hikmetle, ahlâkla yoğrulmuştur.

Sonuç: Okul Açmak Yeter mi?

Bir okul açmak, bir hapishaneyi kapatır mı?
Eğer o okul insanı inşa ediyorsa, evet.
Ama sadece bilgi yükleyip vicdanı uyutuyorsa;
O zaman yeni hapishaneler açılır, sadece duvarları farklı olur.

Bugünkü eğitim, nefsaniyeti besliyor ama şahsiyeti kurutmaktadır.
Bu gidişle diploması olan ama hayata dair hiçbir derinliği olmayan bir nesil ortaya çıkar.

Özet:

Bugünkü eğitim, bilgiye ulaşımı kolaylaştırsa da hikmeti, irfanı ve şahsiyeti ihmal etmektedir.

Eğitim sistemimiz, öğrenciyi bilgiye boğmakta ama düşünmeden, üretmeden uzaklaştırmaktadır.

Eğitim seviyesi arttıkça suç oranları da artmakta; çünkü ahlâksız bilgi, suça hizmet edebilmektedir.

Geleceği inşa edecek eğitim, sadece aklı değil kalbi de beslemeli, sadece öğretmemeli, aynı zamanda terbiye etmelidir.

Gerçek eğitim; tefekkür, ahlâk ve hikmetle bütünleştiğinde anlamlı olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

FABRİKA-İ DİMAĞİYE: AKLIN MABEDİ, FİKRİN ATÖLYESİ

FABRİKA-İ DİMAĞİYE: AKLIN MABEDİ, FİKRİN ATÖLYESİ

Bozulmasının Felaketleri Üzerine Hikmetli, Edebi ve İlmî Bir Makale

Giriş: Fabrika-i Dimağiye Nedir?

“Fabrika-i dimağiye” tabiri, özellikle Bediüzzaman Said Nursî tarafından kullanılan bir ifadedir. Bu kavram mecazî bir anlatımla insanın akıl, düşünce ve muhakeme mekanizmasını ifade eder. “Fabrika” kelimesiyle üretim yapan bir merkez, “dimağ” kelimesiyle de beynin özellikle düşünme ve analiz eden yönü kast edilir. Yani bu terkip, insanın düşünce üretim merkezine işaret eder.

Dimağ, sadece biyolojik bir yapı değil, aynı zamanda zihnî, ruhî ve fikrî faaliyetlerin işlendiği bir metafizik alandır. Akıl, hayal, hafıza, anlayış ve tefekkür gibi kabiliyetlerin hepsi bu fabrikanın şubeleri gibidir.

Dimağın Vazifesi: Akleden Kalbin Müşaviri

Dimağın temel vazifesi, gelen malumatı anlamlandırmak, analiz etmek, hakikat ile hurafeyi ayırmak, hikmeti keşfetmek ve nihayetinde marifetullah’a ulaşmak için zihni bir yol haritası çizmektir. Tıpkı bir fabrikanın gelen hammaddeleri işleyip mamul hâle getirmesi gibi, fabrika-i dimağiye de duyularla alınan bilgileri işleyerek fikir, kanaat ve sonuç üretir.

Bediüzzaman bu noktada aklın bir fabrika gibi işlediğini, fikrin ise bu fabrikanın enerjisi olduğunu belirtir. Eğer bu enerji bozulursa ya da yanlış yönlendirilirse fabrika işe yaramaz hale gelir. İşte tam da burada felaket başlar.

Bozulmasının Tehlikesi: Akıl Azraile Dönüşür

Fabrika-i dimağiyenin bozulması, aklın istikametini kaybetmesiyle başlar. Bu bozulma:

İlmi gerçeklerin çarpıtılması,

Yalanın hakikat diye satılması,

Nefsin ve hevanın aklı ele geçirmesi,

Zanların ilim yerine konulması,

Aklın kalple olan bağının koparılması ile olur.

Tarihte birçok sapmanın, ideolojik zulmün ve fikrî cinnetin arkasında bozulmuş dimağların olduğunu görürüz. Firavunlar, Nemrutlar, Stalin’ler, Hitler’ler hep fabrikası ters işlemeye başlayan dehaların içi boşalmış hâlleridir. Aklını yalnız dünyevî faydaya hasreden bir beyin, zamanla şeytanın enstrümanı hâline gelir.

Tarihî Bir Bakış: Eflatun’dan Gazâlî’ye

Eflatun, ideal devleti kurmak için aklın eğitilmesi gerektiğini söyler. Ona göre düşünceyi şekillendiren zihin, eğer nefsin emrine girerse toplum helake sürüklenir. Farabî ve İbn Sînâ da aklı nûrânî bir cevher olarak görür; fakat Gazâlî, daha derin bir uyarıda bulunur: Aklın selameti, vahyin rehberliğine girmesindedir. Aksi hâlde akıl şeytana maskara olur.

İbretli Bir Temsil: Ters Dönen Fabrika

Düşünün ki bir fabrika var; hammaddeleri yanlış alıyor, işlemesi bozulmuş, sonuç olarak zehirli ürünler üretiyor. Bu fabrika artık bir üretim merkezi değil, bir yıkım makinasıdır. Bozulmuş bir dimağ da böyledir: Fikri, inancı, ahlakı zehirler. Tefekkür eden değil; saptıran, ifsad eden, kandıran bir yapı haline gelir.

Bugünün dünyasında bilgiye ulaşmak kolaylaştı, fakat hikmetten uzaklaşıldı. Bilgi çağında cehaletin yayılması, işte bu bozulmuş fabrika-i dimağiyelerin eseridir. Sosyal medya, yapay zekâ, dijital çağ gibi modern kavramlar, eğer doğru bir dimağın elinde değilse, felaket getirir.

Bilimsel Yön: Nörolojik ve Psikolojik Açıdan Dimağ

Beyin, nörolojik olarak bilgi işleme merkezidir. Sinapslar arasında kurulan bağlar, öğrenme, karar verme ve düşünmeyi sağlar. Ancak aşırı stres, yanlış bilgi bombardımanı, bağımlılıklar ve ahlaki yozlaşma bu işleyişi bozabilir. Psikolojik bozulmaların çoğu, düşünce sistemlerinin çöküşünden kaynaklanır. Fikrin yönü saparsa, ahlaki pusula da bozulur.

Aklî ve Mantıkî Yön: Hakkı ve Batılı Ayıran Ölçü

Akıl, mantık terazisiyle ölçer. Eğer bu terazi eğrilirse, yanlış doğruya karışır. Kur’an’da sürekli “akletmez misiniz?” sorusu, bu yüzden sorulur. Akleden kalp, doğru aklı bulur. Bozuk dimağ ise aklı kendine hizmet ettirir. Bu, hakikatin üzerine perde çekmek demektir.

Sonuç: Kalp ile Dimağ Arasındaki Kutsal İttifak

Dimağ fabrika ise, kalp onun ruhudur. Kalpsiz bir fabrika, üretim yapamaz. Kalpsiz bir dimağ da hakikate ulaşamaz. Akıl, ancak vicdanla iş birliği yaparsa hikmete ulaşır. Bu yüzden fabrika-i dimağiyeyi bozmamak, onu iman ve ahlak ile beslemek gerekir.

Özet:

Fabrika-i dimağiye, insan aklının düşünce üretim merkezidir.

Bozulduğunda, akıl hakikati saptırır, yanlışları doğru gösterir.

Tarihte, sapkın liderlerin çoğu bozulmuş dimağların ürünüdür.

İlmî olarak, dimağ stres, bilgi kirliliği ve yanlış yönlendirmeyle ifsad olabilir.

Aklî ve mantıkî yönden, doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği yitirildiğinde felaket kaçınılmazdır.

Çözüm, dimağı vahiy ve vicdanla beslemek, kalp ile akıl arasında denge kurmaktır.

“Akıl nûrdur, fakat kalbin mumu sönmüşse, o nûr karanlığa hizmet eder.”

–Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

CEBRAİL ŞEYTANLA BARIŞMAZ

CEBRAİL ŞEYTANLA BARIŞMAZ

Düşmanın düşmanlığı unutulur mu?
Unutulursa vicdanlar kurutulmaz mı?
Geçmişte yapılan olumsuzlukları görmemek saflık mıdır, iyi niyet midir, ahmaklık mıdır ve de yanlışın tekrarı mıdır?
Düşmanlığı sürdürmemek ayrıdır, düşmanın Düşmanlığını düşünmemek daha başkadır.
Bu millete ihanet etmiş birinin veya birilerinin aldığı cezasını merhamet kuruntusuyla ve de sırf muhalefet düşüncesiyle taraf olup savunmak, onun affını istemek en az tabirle ahmaklıktır.

Zulme ve zulmüne rıza göstermektir.
Unutulmamalıdır ki;
“İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.” (bk. Hutuvat-ı Sitte.)
Cebrail hiç şeytanla barışır mı?
Bu mümkün mü?
Arı şu içer bal akıtır, yılan şu içer zehir akıtır.
Yılan yılanlığını, akrep akrepliğini yapacaktır.
Katranı kaynatsan olur mu şeker,  cinsine yandığım cinsine çeker.

Bizim husumetimiz, İslamiyet muhabbetindendir.
Bizim husumetimiz, husumet ettiğimiz kişinin İslamiyete, bu millete, bu milletin inançlı insanlarına, tesettürüne, tarihine, İmam Hatiplerine, camisine, din adamlarına, vs. düşmanlığından dolayıdır.

**********

Unutulan Düşmanlık: Merhamet mi, Ahmaklık mı?

Tarih, insanlığın hafızasıdır. Bu hafızanın en acı veren sayfaları ise çoğu zaman düşmanlıklarla, ihanetlerle ve zulümlerle yazılır. Her milletin tarihinde olduğu gibi, bizim tarihimizde de bu milletin değerlerine, dinine, inancına ve mukaddesatına düşmanlık etmiş odaklar ve şahsiyetler vardır. Bugün mesele; bu düşmanlıkları hatırlayıp hatırlamamak, hatırlanırsa nasıl tavır alınması gerektiğiyle ilgilidir. Bu, sadece bir hafıza meselesi değil; aynı zamanda akıl, iman, vicdan ve izan meselesidir.

  1. Düşmanlığı Unutmak Mümkün mü?

İnsanoğlunun fıtratında unutmak vardır. Ancak her unutmak bir fazilet değildir. Bazı şeyleri unutmak ihanetin kapısını aralar. Hele hele düşmanlığı, hele ki planlı, örgütlü ve ideolojik bir düşmanlığı unutmak; ya safdilliktir, ya da ihmalin ta kendisidir.

Kur’an-ı Kerim, birçok ayetinde insanlara düşmanlık edenleri, münafıkları ve zalimleri unutmamayı; onların yöntemlerini, saptırmalarını ve fitne faaliyetlerini hatırda tutmayı emreder. Çünkü unutulan düşmanlık, tekrarlanan ihanetle sonuçlanır.

  1. Vicdan ile Merhamet Arasındaki İnce Çizgi

Vicdan, hak ile batıl arasında adalet terazisini kuran ulvî bir hissiyattır. Merhamet ise bu terazinin şefkat kefesidir. Fakat bu terazinin bir kefesine şeytan, diğer kefesine melek oturmuşsa; adalet terazisi şaşar.

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Cebrail, şeytanla barışamaz.”
Bu ifade, hakkın batılla barışamayacağını, imanın küfürle uzlaşamayacağını gösterir. Bazı kişiler, “herkesi affedelim, herkesle barışalım” diyerek hayalî bir iyilik kurgularlar. Lakin bu iyi niyet, zulmü meşrulaştıran bir merhamet kuruntusu haline gelir. Oysa ki gerçek merhamet; mazluma yapılır, zalime değil.

  1. Tarihte Unutulan Düşmanlıkların Bedeli

Tarih, düşmanlıkların unutulmasının ne büyük bedellere yol açtığını gösteren sayfalarla doludur:

Endülüs’te Müslümanlar, Hristiyanlarla barışın sürekli olacağına inandılar, ama zamanla katliam ve asimilasyona uğradılar.

Osmanlı’nın son döneminde, Batı’ya duyulan hayranlık, içteki ihanet odaklarının göz ardı edilmesine yol açtı. Sonuç: İmparatorluk çöktü, milyonlarca Müslüman yurdu işgal edildi.

15 Temmuz gibi yakın tarihte bile, “ne olacak canım, bu da bir cemaat” denilerek göz yumulan bir yapı, bu millete kurşun sıkar hâle geldi.

Unutulan her ihanet, yeni bir ihanete kapı aralar.

  1. Düşmanlık Kinle Değil, İmanla Anlaşılır

Bizim düşmanlığımız; şahsa değil, şerre yöneliktir. Bu fark, çok mühimdir.

Eğer bir kişi İslam’a, bu milletin imanına, camisine, örtüsüne, ahlakına düşmanca tavır aldıysa, ona karşı dostluk kurmak; en azından ahmaklıktır, gaflettir.

Biz nefretle değil, imanla karşı koyarız.

Nefret geçicidir, iman ise bakidir.

Zulme karşı durmak, imanî bir duruştur.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Mekke fethi sonrası düşmanlarını affetmiştir; ama onları asla unutmadı. Onların geçmişteki düşmanlıklarını göz önünde bulundurarak siyasî ve idarî kararlar almıştır.

  1. Yılan Zehirini Unutur mu?

Şairin dediği gibi:

> “Katranı kaynatsan olur mu şeker,
Cinsine yandığım cinsine çeker.”

Bu mısra, tabiatın kolay kolay değişmeyeceğini ifade eder. Fıtraten fesada meyilli olan bir yapı, fırsat bulursa aynı kötülüğü yapmaktan geri durmaz.

Sonuç ve Özet

Unutmak, bazen bir nimettir. Ama düşmanın düşmanlığını unutmak; gafletin, saflığın ve hatta ihanetin zeminidir. İslam, zulme rıza gösterilmemesini, merhametin yerli yerince kullanılmasını emreder. Zulmü affetmek değil, adaletle karşı koymak gerekir. Düşmanlık etmek ayrı, düşmanın geçmişini unutmak ayrıdır.

Zalimlere değil, mazlumlara merhamet edilmelidir.

Özetle:

Düşmanın düşmanlığını unutmak, yeni bir ihanete zemin hazırlar.

Vicdan, hakkı savunur; merhamet ise zulme değil, mazluma yönelmelidir.

Tarih, unutulan düşmanlıkların ağır bedellerini ödetmiştir.

Düşmana sevgi değil, hak ve adaletle mukabele gerekir.

Cebrail şeytanla barışamaz. İman küfürle uzlaşamaz.

**********

Kıssadan hisse:

“TİLKİ İLE YILANIN ARKADAŞLIĞI..”

Hikaye bu ya!

Ormanın birinde Tilki ve Yılan arkadaş olur ve birlikte uzun bir yolcu­luğa çıkmaya karar verirler..

Ancak Yılanın yüzü asılır..
Tilki hayrola diye sorar?

Yılan: “Tilki kardeş yolumuz çok uzun; senin gibi koşamam ve sana engel olurum ben düşündümde sen en iyisi yola tek başına koyul” der!

Tilki: “Hiç olur mu öyle şey sarıl belime der” ve öyle olur..

Yola koyulurlar; günlerce yürümekten perişan olan Tilki hastalanır ve sonunda hedefe ulaşırlar. Sadece arada aşmaları gereken bir ırmak kalır..

Irmağın kenarına geldiklerin­de yılan tilkiye “Tilki kardeş; ben yüzme bil­mem, buraya kadarmış, hadi sen geç uğurlar olsun ben başımın çaresine bakarım” der!.

Tilki: “Ben kimseyi yarı yolda komam, sarıl boynuma karşı kıyıya beraber geçelim!” der..

Yılan tilkinin boynuna sarılır ve karşı kıyıya varırlar. Yılan Tilkinin boynunu sıkmağa başlar ve “Tilki kardeş kusura bakma seni sokmak zorundayım bu benim fıtratım” der!.

Neye uğradığını şaşıran tilki “Yılan kardeş! Biz seninle arkadaş değil miyiz? Bak, ben sana bunca iyilik ettim, belimde taşıdım, seni boynuma almasam ırmağı geçemezdin!” diye ne kadar dil dökmeye çalıştıysa da yılan hiç oralı olmaz ve “Bu benim huyum ne yapayım” der. Bunun üzerine tilki bir an durur, sonra yılana “Peki yılan kardeş! Sok, ne yapa­lım? Bu benim kaderimmiş. Yalnız yüzüme bir defacık bak ki, ölmeden önce o güzel göz­lerini son bir defa göreyim” der.

Yılan boynu benim elimde diye düşünür ve başını uzatır! O an tetikte duran tilki derhal atılıp başını kapıverir. Sonra da ölen yılanı ırmağın kenarında, kumların üzerine boylu boyunca uzatır ve kendi hilesine kurban giden yol arkadaşına şöyle der: “Yoook yılan kar­deş! Ben öyle eğri büğrü arkadaş istemem! Benimle arkadaş olacaksan, işte böyle dosdoğru olacaksın!”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

ABBASİ DEVLETİ NASIL YIKILDI

ABBASİ DEVLETİ NASIL YIKILDI

Abbâsîler, 750 yılında Emevîler’i devirerek İslâm dünyasında hâkimiyet kurmuş ve uzun bir dönem (1258 yılına kadar) halifelik makamını ellerinde tutmuşlardır. Ancak zamanla birçok iç ve dış etken Abbâsî Devleti’nin zayıflamasına ve nihayetinde yıkılmasına yol açmıştır.

Abbâsîlerin yıkılış nedenleri siyasi, askerî, sosyal, ekonomik ve dış tehditler açısından sistemli bir bakış açısıyla bakılacak olursa:

📌 1. Merkezi Otoritenin Zayıflaması

Abbâsî halifeleri zamanla gerçek iktidarlarını kaybetti; özellikle vezirler, emîrler ve komutanlar devlet yönetiminde daha etkili hâle geldi.

Özellikle Büveyhoğulları ve Selçuklular gibi güçler dönem dönem halifeyi sadece bir sembol olarak bıraktı.

Halifelik makamı manevî bir otoriteye dönüşürken, gerçek idare bölgesel güçlerin eline geçti.

📌 2. İç İsyanlar ve Mezhep Kavgaları

Şiîler, Abbâsî yönetimini gayrimeşru görerek isyanlar çıkardı. Özellikle Fâtımîler, Abbâsî otoritesine meydan okudu.

Zenc İsyanı, Karmatîler gibi hareketler hem ekonomik hem askerî anlamda devleti yıprattı.

Bu isyanlar halkın devlete olan güvenini sarstı ve sürekli iç karışıklıklar yaşanmasına neden oldu.

📌 3. Türk ve Dış Unsurların Etkisi

Abbâsîler, orduyu güçlendirmek için Türk asıllı askerleri kullanmaya başladı. Bu askerî sınıf zamanla sarayda etkinlik kazandı.

Özellikle Samarra döneminde Türk askerlerin kontrolü artmış, halifeler onların baskısı altına girmiştir.

Bu durum devletin yönetim istikrarını bozmuş, halifeler saray entrikalarına kurban gitmiştir.

📌 4. Ekonomik Çöküş ve Mali Zorluklar

Sürekli savaşlar, isyanlar ve dış tehditler ekonomiyi zayıflattı.

Vergi gelirleri azaldı, ticaret yolları güvensiz hale geldi.

Basra ve Bağdat gibi ticaret merkezleri eski canlılığını yitirince devlet mali yönden çöküşe geçti.

📌 5. Farklı Hanedanların Güç Kazanması

Abbâsîler döneminde Endülüs Emevîleri, Fâtımîler, Büveyhîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Samanoğulları, Gazneliler, Selçuklular gibi hanedanlar ortaya çıktı.

Bu hanedanlar kendi bölgelerinde bağımsız hareket etmeye başladılar ve halifeye sadece sembolik bağlılık gösterdiler.

Bu bölünme Abbâsîleri sadece Bağdat ve çevresiyle sınırlı bir güce indirdi.

📌 6. Haçlı Seferleri ve Dış Saldırılar

  1. ve 12. yüzyıllarda gelen Haçlılar, İslâm dünyasının birlik içinde olmasını zorunlu hâle getirmişti.

Ancak Abbâsî halifeleri bu birlikten yoksundu. Haçlılara karşı etkin bir direniş gösteremediler.

📌 7. Moğol İstilası (Yıkılışın Asıl Sebebi)

1258 yılında Hülagû Han komutasındaki Moğollar, Bağdat’ı işgal etti.

Abbâsî Halifesi el-Mu’tasım-Billâh, katledildi.

Bağdat yakılıp yıkıldı, milyonlarca insan öldürüldü, kütüphaneler yakıldı (özellikle Beytü’l-Hikme).

Bu saldırı, Abbâsîlerin fiilen sonu oldu.

📌 8. İlmi ve Manevî Gerileme

İlk dönemlerde çok ileri olan ilim, düşünce ve kültür faaliyetleri zamanla yavaşladı.

İslâm dünyasında ictihad kapısı kapandı, taklitçilik yayıldı.

İlmi ilerleme ve siyasî gelişme durunca, toplum kendini savunma gücünü de kaybetti.

🧩 Özetle

> Abbâsîlerin yıkılışına yol açan nedenler şunlardır:

Merkezi otoritenin zayıflaması

İç isyanlar ve mezhep çatışmaları

Askerî gücün saray entrikalarına karışması

Ekonomik dar boğaz

Bölgesel hanedanların bağımsızlaşması

Haçlı seferleri ve dış tehditler

Moğol istilasıyla Bağdat’ın yıkılması

📚 Not:

Abbâsî halifeliği 1258’de Bağdat’ta sona erse de, halifelik kurumu Memlûklar döneminde Kahire’ye taşınarak sembolik olarak devam ettirilmiştir.

1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonrası halifelik Osmanlı’ya geçmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

GAZZE: DÜNYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE TÜKENEN BİR VİCDAN HARİTASI

GAZZE: DÜNYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE TÜKENEN BİR VİCDAN HARİTASI

Giriş: Göz Göre Göre Bir İnsanlık Çöküşü

Gazze… Artık sadece bir coğrafi bölgenin adı değil; vicdanın sınandığı, insanlığın çırılçıplak teşhir olduğu bir kıyamet eşiği. Bu kadim topraklar, tarihin en uzun işgallerinden birine sahne olurken, şimdi göz göre göre açlığa, susuzluğa, hastalığa ve ölüme terk ediliyor. Kapılar kapalı, göklerden yardım inmiyor, yeryüzünde ise merhamet sus pus. Öyle bir suskunluk ki, bombalardan daha ağır. Öyle bir tıkanmışlık ki, Gazze artık sadece Filistinlilerin değil, bütün insanlığın mezarlığına dönüşüyor.

  1. Şeytanın Çocukları: Vahşetin Sınırlarını Zorlayanlar

Kur’ân’da Firavun’un zulmü, Nemrut’un kibri, Ebu Cehil’in inkârı bize anlatılır. Ancak bu çağda yeni bir isim çıktı karşımıza: İsrail. Sadece bir devlet değil; vicdansızlıkta birleşmiş bir zihniyetin kod adı. Zulümle büyüyen bu yapı, artık insanlık dışı eylemleriyle “insan” kavramını zorluyor.

Bir zamanlar çocukları diri diri toprağa gömen cahiliye toplumu vardı. Bugünse çocukları diri diri bombalayan modern barbarlar var. Üstelik bunu “güvenlik” adı altında meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Hâlbuki her atılan bombayla sadece binalar değil, insanlık da çöküyor.

  1. Sessiz Çığlıklar: Suyun ve Gıdanın Bile Yasak Olduğu Topraklar

DSÖ’nün verileri açık: Temmuz ayında açlıktan 63 kişi öldü. Su bulmak artık bir mucize, temiz içme suyu ise hayal. Ve bu rakamlar sadece istatistik değil; her biri, bir annenin evlatsız kalışı, bir çocuğun gözlerinin kapanışı, bir babanın eli kolu bağlı çaresizliğidir.

Gazze’de su da öldürüyor. Çünkü su aramak, kurşunla burun buruna gelmek demek. Açlık ise sessizce bedenleri kemiren bir silah. İnsanlar sadece bombalarla değil, ambargolarla da öldürülüyor.

  1. İsrail İtirafları ve Suskun Dünyanın Suçu

Bizzat bazı İsrailli vekiller bile yapılanların soykırım olduğunu dile getiriyor. Ama bu sesler anında susturuluyor. Gerçekleri söyleyenler ya baskıya uğruyor ya da dışlanıyor. Peki ya dünya? En çok konuşması gerekenler en sessiz olanlar. En güçlü olması gereken kurumlar en zayıf halkaya dönüşmüş durumda.

Bir ABD’li eski özel kuvvet subayının, “Böyle barbarlık görmedim,” demesi, Batı’nın kendi kurduğu yapının ifşasıdır. Bu beyanlar, artık bu işin sadece siyasi değil, ahlaki bir çöküş olduğunu da gözler önüne seriyor.

  1. Tarih Tekerrür Ediyor Ama Ders Alınmıyor

Geçmişte Kudüs işgal edildiğinde Haçlılar meydanlarda kan akıttı. Bugün aynı zulüm, daha sofistike araçlarla yapılıyor. Ama öz aynı: Mazluma zulmetmek.

Tarihte Emevîlerin yaptığı ırkçılık, Abbasîlerin yaptığı baskı, Moğolların yaktığı kitaplar, Endülüs’te Müslümanların kıyımı ve bugün Gazze… İnsanlık, adeta hatalarla dolu bir kaseti tekrar tekrar oynatıyor.

  1. Bilim Susturulmuş, Akıl Tutsak Edilmiş

Bu kadar ölümün, yıkımın ortasında bilimsel akıl ne yapıyor? Sessiz. Çünkü bilim bugün insanlık için değil, menfaat için çalışıyor. Yıkım makineleri üretirken susuzluk çeken çocuklara bir damla su göndermiyor. Bilim, “insan”a hizmet etmedikçe, şeytanın emrine girer. Bugün Gazze’de bilim değil, zulmün teknolojisi çalışıyor.

  1. Vicdan Tükenirse İnsanlık da Tükenir

İsrail, sadece toprak işgal etmiyor; hafızayı, umudu, inancı da işgal ediyor. Ama en büyük yıkım, dünya insanının vicdanında yaşanıyor. Artık insanlar ölü çocuk fotoğraflarına alıştı. Artık “63 kişi açlıktan öldü” denilince kimsenin yüzü bile kızarmıyor.

Vicdanın sustuğu yerde, akıl işe yaramaz. İnsanın insanla olan bağı kesilince, geriye sadece bir tür kalır: Yamyamlaştırılmış insanlar.

Sonuç: Gazze Yalnız Değil, Biz Kaybediyoruz

Sanılıyor ki Gazze kaybediyor. Hayır! Asıl biz kaybediyoruz. Sessizliğimizle, duyarsızlığımızla, iki yüzlülüğümüzle. Gazze’nin açlığı bizim ruhumuzun açlığıdır. Oradaki susuzluk, bizim vicdanımızın kurumasıdır. Her bomba sadece Filistinlilerin evine değil, insanlığın haysiyetine düşüyor.

Yarının tarihi bugün yazılıyor. Ve bir gün şu cümle yazılacak:

> “Gazze yandı… Ama onunla birlikte insanlık da yanmıştı. Ve o yangına kimse bir damla gözyaşı bile dökmedi.”

Özet

Bu makale, Gazze’de süregelen insanlık dramını çok yönlü olarak ele alıyor. İsrail’in zulmü yalnızca bir siyasi çatışma değil, ahlaki, insani ve ilmi bir çöküştür. Açlık, susuzluk ve hastalıkla kıvranan insanların dramı, vicdanların tükenişini de göstermektedir. Tarihî örneklerle desteklenen yazıda bilimsel suskunluk, siyasi ikiyüzlülük ve bireysel duyarsızlık da eleştirilmektedir. Sonuç olarak Gazze’nin değil, insanlığın kaybettiği anlatılmaktadır. Bu yazı, sadece bir çağrı değil; aynı zamanda bir yüzleşmedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 29th, 2025

BU MİLLETİN AYARLARIYLA OYNANDI

BU MİLLETİN AYARLARIYLA OYNANDI

Fetö bu milletin genetik ayarlarıyla oynadı.
Ayarları bozdu.
Bir virüs gibi.
El atmadığı ve attırmadığı alan kalmadı.
İnancıyla oynadı.
Ahlakıyla oynadı.
Ve hedefe ulaşmak için her gayri meşru yol, meşru ve mübah sayıldı .
“Amaca ulaşmak için her yol mübah” veya “Zafere giden her yol mubah” denildi.
Ekonomisiyle oynadı. Yumurta gibi milletin hassasiyetiyle fiyatlarını bile kasıtlı arttırarak enflasyonu yükseltti.
Milletin midesiyle oynandı.
Milletin gençleri çalındı.
Milletin yılları bitirildi.
Bir nesil mahvedildi.
Aynı milletin ve dinin evlatlarını birbirine düşman eyledi.
Ki bununla da kalınmayacak bu yara kanamaya ve irin üretmeye devam edecek.
Bir asırdır devam eden Atatürkçülüktü, sağcılık,
solculuk, alevi,Sünni, pkk derken yıllar sürecek bir de Fetö kavgası bu milletin ve gelecek nesillerin önüne açılmış oldu.
Tavsiyem odur ki; Fetö mensupları da tıpkı Pkk gibi silah bırakmalıdır.!?!
Kavgayı sürdürmemeliler.
2013 yılı FETÖ’nün bedduası münasebetiyle; biri esnaf, diğeri öğretmen olan iki kişi; bu durum ne olacak diye sorduklarında kendilerine açıkça şöyle demiştim,
Eğer yarın öbür gün Gülen sizin elinize silah verip diğer cemaatlerle ve bu milletle karşı karşıya getirirse şaşırmayın, demiştim.
Esnaf olan ve 15 Temmuzdan bir kaç ay önce dükkanını devredip Hollandaya kaçtı.
Ve hayretini dile getirip; olur mu yaa, demişti.
Ve fazlası oldu.
Diğer öğretmen görevden alınıp, 4 sene sonra göreve geri döndü.
Korkumu hep şöyle dile getirdim;
50 yıl sürecek Fetö- Millet kavgasının devam edecek olması.
Nitekim Bursada şimdiye kadar görülmemiş orman yangınını benzin dökerek yakan kişinin yakalanarak; askeriyeden atılmış bir Fetö mensubunun bunu yaptığına dair itiraf etmiş olması.

Ayette:”Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!” Nisa.105.

“Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.”Nisa.107.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; yoksa bile bile size emânet edilen şeylere de hâinlik etmiş olursunuz.” Enfal.27.

“Eğer onlar sana hâinlik etmek isterlerse, bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü onlar daha önce de Allah’a hâinlik etmeye kalkışmışlardı da, Allah da onlara karşı sana güç ve imkân vermişti. Çünkü Allah, hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.”Enfal.71.

“Şüphesiz, Allah mü’minleri dâimâ koruyup müdafaa edecektir. Çünkü Allah, hiçbir hâin ve nankörü sevmez.” Ha.38.

“Allah gözlerin hâince bakışlarını da, göğüslerin gizlediklerini de bilir.” Mümin.19.

**********

FETÖ: BU MİLLETİN HAFIZASINA SAPLANMIŞ SİSTEMATİK BİR VİRÜS

Giriş: İhanetin Biyolojisi ve Ruhî Tahribatı

Her milletin tarihinde travmalar vardır. Lakin bazı travmalar, milletin sadece geçmişini değil, geleceğini de zehirler. FETÖ denilen yapı, işte böyle bir travmadır. Bir virüs gibi bu milletin damarlarına sızmış, genetiğiyle oynamış, aklı, vicdanı, inancı, ahlakı ve aidiyet duygusunu hedef alarak her yönüyle bozucu bir “mutasyon projesi”ne dönüşmüştür. Tıpkı Kur’ân’ın tarif ettiği “hâinlerin dost görünerek içerden vurması” gibi…

  1. Genetik Ayarlarla Oynamak: Millet Mühendisliği

Her milletin kendine özel “manevî genleri” vardır: İnanç, ahlak, kültür, gelenek, aile yapısı, devlet-millet bağı… FETÖ bu genleri hedef aldı. “Din”i araçlaştırdı, “cemaat”i şirkete, “takvayı” ise istismara dönüştürdü. Samimi insanları kullanarak bir “siber virüs” gibi topluma yayılırken, arka planda bir başka toplumu, bir başka milleti ve bir başka aklı temsil etti.

Bu bir örgüt değildi sadece, bu bir “zihin işgali”ydi. Kur’ân’ın Enfal 27 ve 71. ayetlerinde ifade edilen “Allah’a ve Rasulü’ne hıyanet edenler” kategorisinde bir yapıydı. İçten içe çürütüyor, ama dışarıdan “güzel ahlak” maskesiyle parlıyordu.

  1. Ahlâkî Bozulma ve Gayri Meşrulaştırma Sanatı

“Amaca ulaşmak için her yol mubah” düşüncesiyle meşrulaştırılan her hile, ahlakı paramparça etti. Yalanlar “takiyye”, iftiralar “hikmet”, kumpaslar “cihad” adı altında ambalajlandı. Böylece Kur’ân ahlâkı yerle bir edildi. Peygamber ahlâkı olan “emanet, sadakat, adalet” yerini; iftira, sızma ve ihanet üçlüsüne bıraktı.

İslam tarihinde benzer fitne hareketleri çoktur. Haricîler, Batınîler, Haşhaşîler… Hepsi de din kisvesiyle ihanetin ustalığını sergilemiştir. FETÖ ise modern dünyada bunun bir dijital ve kurumsal versiyonudur.

  1. Ekonomik Sabotaj: Midenin Fethi

FETÖ’nün sadece akılları değil, mideleri de hedef aldığı açıktır. Gıda sektörüne, yumurtaya, temel tüketim maddelerine sızarak ekonomik manipülasyon yapacak bir altyapı oluşturdu. Enflasyonun bazı dönemlerde bilinçli artırılması, yumurta gibi temel besin maddelerinde oynanan fiyat oyunları, sadece ekonomiyle değil milletin psikolojisiyle de oynamak demektir.

Nitekim HAKMAR, TATBAK ve YUMTAT gibi firmaların FETÖ ile bağlantılı çıkması, yapının stratejik olarak halkın en zayıf karnına—midesine—bile sızdığını göstermektedir.

  1. Kaybedilen Nesiller ve Geleceğin Yarası

Bir nesil çalındı. En zeki öğrenciler, en temiz duygularla bu yapıya kaptırıldı. Eğitim kurumlarında sistematik beyin yıkama faaliyetleriyle bir “kopya nesli” yetiştirildi. Bu nesil, inançla ihaneti karıştırdı. Allah için değil, “abi” için yaşadı. Din değil, yapı kutsallaştırıldı.

Bugün birçok anne-baba, çocuğunun hâlâ FETÖ propagandasıyla aklının bulanmış olmasından dolayı derin bir vicdan azabı yaşamaktadır. Bu, sadece bir nesli değil, gelecek nesilleri de zehirleyebilecek derinlikte bir travmadır.

  1. Kavgalar Zinciri: Bitmeyen İmtihanlar

Atatürkçülük, sağcılık, solculuk, Alevîlik, Sünnîlik, PKK… Ve şimdi FETÖ. Bu ülke sürekli iç kavgalarla tüketiliyor. Her gelen fitne, milletin enerjisini emiyor. Her bölünme, birliğe indirilen darbe oluyor.

FETÖ, bu zincire yeni bir halka ekledi. Üstelik öyle bir yara açtı ki, bu yara nesiller boyu kanayacak gibi. Aynı aileden bireyler birbirine düşman oldu. Tıpkı sahabe arasında Cemel ve Sıffin’de yaşandığı gibi, bir kavga başladı. Ama bu kez kavga, dış güçlerin istihbarat destekli planlarıyla daha organize, daha derin, daha sinsi…

  1. Çözüm Ne? Silahı Bırakmak ve Tövbe Etmek

Bugün hâlâ FETÖ’yü savunan, onun adına mücadele eden kişiler bilmelidir ki, artık bu hareketin “cemaat” değil, “cebirî bir yapı” olduğu ortaya çıkmıştır. Her ne şekilde olursa olsun, kavga değil, helalleşme ve tövbe zamanıdır.

FETÖ’nün gerçek yüzünü görenlerin, tıpkı PKK’dan ayrılanlar gibi bu yapıya karşı mesafe koymaları gerekir. Aksi takdirde milletle olan kavga, sadece bireylerin değil, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden bir iç savaşa dönüşebilir.

Kur’ânî Uyarılar: Hainlik Karşısında Tarafsız Kalma!

“Sakın, hâinlerin savunucusu olma!” (Nisâ, 105)

“Allah, hâin ve günahkârları sevmez.” (Nisâ, 107)

“Allah, gözlerin hain bakışını da, kalplerin gizlediklerini de bilir.” (Mü’min, 19)

Bu ayetler, sadece bireysel değil, toplumsal bir tavrı da emreder: Hainin yanında değil, mazlumun ve adaletin yanında yer almak.

Sonuç: FETÖ Bir İmtihandır – Ama Sonsuz Değildir

FETÖ bir yapıdan fazlasıdır; bir sınavdır, bir tahribattır, bir ibrettir. Ancak her yara şifa bulur. Bu millet, tarih boyunca Selçuklu’yu çökerten Batınîler’i, Osmanlı’yı içerden çürüten devşirme isyanlarını ve Cumhuriyet döneminde millî iradeye karşı darbeleri nasıl atlattıysa, FETÖ’yü de atlatacaktır.

Yeter ki hainlere karşı gaflet gösterilmesin, mağdurların feryadı duyulsun ve adalet terazisi teraziliğini yitirmesin.

Özet

Bu makale, FETÖ’nün milletin inancına, ahlakına, ekonomisine ve geleceğine yönelik çok katmanlı tahribatını derinlemesine ele alıyor. Yapının dini değerleri istismar ederek adeta bir “hainler ordusu” oluşturduğu, ekonomik manipülasyonla halkı açlığa ve sıkıntıya ittiği, özellikle genç kuşakları hedef alarak bir zihin işgali gerçekleştirdiği anlatılıyor. Kur’ân ayetleri ışığında ihanetin mahiyeti, tarihî örneklerle desteklenerek açıklanıyor.
Sonuçta bu yapının durdurulması, ancak samimi bir tövbe ve milletle barışma süreciyle mümkün olabileceği belirtiliyor. FETÖ, sadece bir cemaat değil, bir fitne dönemidir ve bu fitneden ders alınmazsa, milletin geleceği de tehlikededir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 29th, 2025