Liyakat ve Namusun Terazisinde Toplum

Liyakat ve Namusun Terazisinde Toplum

Toplumsal yapının sağlamlığı, iki temel direk üzerine inşa edilir: Dürüstlük ve liyakat. Bu iki kavram, bir sanayi atölyesindeki çıraktan, bir ülkenin en saygın akademik kürsüsündeki profesöre kadar herkesin omuzlarında taşıdığı ortak bir vicdan yüküdür.
Sanayi atölyesinden gelen o ibretlik bir söz, bu hakikati en sade ve en çarpıcı şekilde dile getirir: “Aldatılan bir müşteri kaybedilen bir servettir… Hizmetin kalitesi işletmenin namusudur.”
Bu sözler, sadece bir iş ahlakını değil, aynı zamanda toplumun en küçük biriminde dahi var olması gereken bir güven ilişkisini tarif eder.
Bir tamirci, müşterisinin aracını teslim alırken, sadece bir makineyi değil, aynı zamanda müşterisinin hayatını, parasını ve en önemlisi de güvenini emanet alır. Bu emanete sadakat göstermek, o atölyenin sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki servetini de belirler.
Ancak bu güvenin sarsıldığı, namusun ayaklar altına alındığı bir yerde, toplumun da en temel bağları çözülmeye başlar.
Bu noktada, sanayi atölyesinin küçük dünyasından çıkıp, çok daha büyük ve tehlikeli bir tabloya bakmamız gerekir.

***********

Sahte diplomalarla, liyakatsiz bir şekilde atanmış yüzlerce akademisyen. Bu durum, sanayideki bir aracı kalitesiz parçalarla tamir etmeye benzemez; bu, ülkenin geleceğini, aklını, bilimini ve bilincini sahte belgelerle, sahte beyinlere emanet etmektir.
Bir akademisyen, bir profesör, sadece bilgi üreten değil, aynı zamanda gelecek nesillere ilim ahlakını aşılayan bir rehberdir. O makam, en yüksek liyakat ve dürüstlük standartlarına göre hak edilmesi gereken kutsal bir emanettir. Bu emanete hıyanet etmek, sadece bireysel bir ahlaksızlık değil, tüm bir milletin geleceğinden çalınan bir suçtur.

Bu iki farklı örnek, birbiriyle uzak gibi görünse de, aslında aynı hastalığın farklı semptomlarıdır:

Güven kaybı ve çürüyen liyakat.

Bir tamirhanedeki dürüstlük, müşterinin o işletmeye duyduğu inancı perçinlerken, akademideki sahtecilik, gençlerin bilime, devlete ve hatta adalete olan inancını sarsar.
“Aldatılan bir müşteri kaybedilen bir servettir” sözü, en basit haliyle ekonomik bir gerçeği ifade ederken,
“sahte diplomalarla atanan akademisyenler” gerçeği, bir toplumun ahlaki ve entelektüel servetinin nasıl fütursuzca yağmalandığını gösterir.

Toplumun her kademesi, bu iki direğin sağlamlığına muhtaçtır. Liyakatin olmadığı yerde ahlak, ahlakın olmadığı yerde ise güven kalmaz. İnsanların, emeklerinin karşılığını arayışında olduğu kadar, hak ettikleri makamlarda liyakatli insanları görme arzusu da, sağlıklı bir toplumun en temel dinamiklerindendir.
Bu nedenle, sahteciliğin ve liyakatsizliğin karşısında durmak, sadece bireysel bir talep değil, toplumun varoluş mücadelesinin en kritik parçasıdır. Aksi halde, ne sanayide ne de akademide, ne müşteride ne de gençlerin vicdanında, ne bir servet kalır ne de bir namus.

Özet
Bu makale, bir tamir atölyesindeki dürüstlük ve kaliteyi anlatırken, liyakat ve dürüstlüğün toplumsal önemini inceliyor.
Biri,hizmet kalitesinin ve müşteri güveninin bir işletmenin “namusu” olduğunu belirtirken, diğeri, akademi gibi kritik bir alandaki liyakatsizliğin ve sahteciliğin ne kadar büyük bir toplumsal yara açtığını gözler önüne seriyor.

Makale, her iki durumun da temelinde güven kaybı ve ahlaki çürüme olduğunu savunarak, dürüstlük ve liyakatin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir emanet olduğunu anlatıyor.

Sonuç olarak, toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için her alanda bu iki temel direğin korunması gerektiği belirtiliyor.

Ahlaksızlık liyakatsizliği, liyakatsizlik de Ahlaksızlığı doğuruyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

HAYA VE ÖRTÜNME: Fıtratın Sesi, İmanın Yüzü

HAYA VE ÖRTÜNME: Fıtratın Sesi, İmanın Yüzü

“Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık.” Araf.27

“Bunun üzerine ikisi de ondan yediler. Hemen çirkinlikleri kendilerine görünüverdi. Cennet yaprağından örtmeye başladılar. Adem, Rabb’ine asilik edip yanıldı.” Taha. 121.

  1. Haya: Vahyin Aynasıdır

Haya, insan ruhunun en derin refleksidir. Yaratılışın ilk anından itibaren Hz. Âdem ve Havva’nın cennet yapraklarıyla örtünmeye yönelmesi, haya duygusunun fıtrîliğine işaret eder. Ayetler bize gösterir ki, haya bir kültürün değil, insanlığın özüdür.

Kur’an, haya ve örtünme meselesini yalnızca kadınlara değil, tüm insanlığa hitap ederek işler:

> “Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar… Mümin kadınlara da söyle…”
(Nur, 24/30-31)

Bu ayetlerde geçen “gözlerin sakınılması” iffetin ve haya duygusunun sadece fiziki bir mesele değil, aynı zamanda ruhi ve zihinsel bir disiplin olduğuna delildir.

  1. Avret: İnsanın Hududu

“Avret” kelimesi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte, anlam olarak örtülmesi gereken, gizli ve mahrem alanı ifade eder. Bu açıdan Nur Suresi ve Ahzâb Suresi en dikkat çekici bölgelerdir:

> “Evlerinizde oturun; ilk cahiliye kadınları gibi açılıp saçılmayın.”
(Ahzâb, 33/33)

> “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına dış giysilerinden üzerlerine almalarını söyle.”
(Ahzâb, 33/59)

Burada geçen “cilbab” ve “teberrüc” kavramları, bedenin iffetle korunması gerektiği gibi, bakışların, duruşların ve davranışların da iffetli olması gerektiğini ortaya koyar.

  1. Şeytanın Stratejisi: Soymak ve Utandırmak

A’râf 27. ayet, Şeytan’ın en kadim taktiğini ifşa eder: Elbisesini soymak. Yani insanı fıtratından ve hayadan uzaklaştırmak, bedeni istismar etmektir. Bu durum, sadece fiziki çıplaklıkla değil; edepsizliğin, hayasızlığın ve iffetsizliğin normalleştirilmesiyle de gerçekleşir.

Bugünün modern çağında; reklamdan sosyal medyaya, eğitimden modaya kadar birçok mecra, Şeytan’ın bu eski stratejisinin güncellenmiş versiyonlarıyla doludur.

  1. Tarihî ve Toplumsal İbret: Hayanın Terki ve Yıkım

Tarih, hayanın kaybedildiği toplumların nasıl çöktüğünün örnekleriyle doludur. Lut kavminin helaki, sadece eşcinsel eylemleriyle değil, utanmazlıklarıyla başlamıştır:

> “Siz, sizden önce hiçbir ümmetin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?”
(A’râf, 7/80)

Toplumda haya duygusu öldüğünde, sadece birey değil; aile, nesil ve ahlâkî sistem de iflasa sürüklenir. Çünkü haya, sosyal düzenin görünmeyen harcıdır.

  1. Bilimsel Bakış: Haya Biyolojik midir?

Modern psikoloji ve nörobilim de hayanın bir öğrenme değil, doğuştan gelen bir duygu olduğunu tesbit etmiştir. Bebekler 2 yaşına yaklaştıklarında, bedenlerinin özel bölgelerinin farkına varır ve örtülme eğilimi gösterirler. Bu, vahyin işaret ettiği fıtrî gerçeğin bilimsel teyididir.

  1. Akli ve Mantıkî Bakış: Haya Olmadan İnsanlık Olmaz

Aklî olarak düşünüldüğünde; mahremiyetin ve hayânın kaybı, bireyin eşyaya ve kendisine olan saygısını da zedeler. Utanmayan bir insanın, haddini de bilmesi beklenemez. Haya, sadece cinsellikle sınırlı değil; konuşmada, davranışta, öfkede, tüketimde, hatta ilimde bile kendini göstermelidir.

  1. Peygamberler ve Haya

Efendimiz (s.a.v) için şöyle denmiştir:

> “Hayası o kadar kuvvetliydi ki, bakire bir kızdan daha çok haya sahibiydi.”
(Buhârî, Menâkıb 23)

Bu hadis, sadece fiziki mahremiyet değil, duygusal zarafet ve ahlâkî edep açısından da Resûlullah’ın örnekliğini gösterir. Zira haya, ahlâkın kalbidir.

SONUÇ & ÖZET

Haya, örtünme ve avret kavramı Kur’an’da hem fıtrî hem imânî bir gerçeklik olarak işlenmiştir.

Şeytanın ilk fitnesi, utanmayı ve örtüyü yok etmeye yöneliktir.

Kur’an’da Nur ve Ahzâb sureleri başta olmak üzere birçok ayet, iffetin ve hayânın korunmasını emreder.

Haya sadece bedensel değil, zihinsel ve ahlâkî bir hassasiyettir.

Toplumda hayâsızlık yaygınlaştıkça aile, nesil ve medeniyet zarar görür.

Bilimsel olarak da utanma duygusu insanın doğasında vardır.

Hz. Peygamber ve tüm Nebiler, haya ile en güzel örnektir.

> Hayâ imandandır. İmanı olmayanın hayâsı da olmaz. Hayâsı olmayanın sınırı, hududu, şerefi ve insaniyeti de kalmaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

İnsanlığın Sınavı: Haramdan Helale, İmandan Direnişe

İnsanlığın Sınavı: Haramdan Helale, İmandan Direnişe

Bu kâinat, bir düzen ve amaç üzerine kurulmuştur. Yeryüzü bir beşik, dağlar birer kazık gibi yerleştirilmiş, yedi kat gök sapasağlam bina edilmiş, gece dinlenme, gündüz çalışma vakti kılınmıştır. Bütün bu kusursuz düzen, bizi var eden ve terbiye eden Rabbimizin bir lütfudur.

Vücudumuzdaki en kıymetli azalarımız olan göz ve kulak gibi hassas duyu organları, bir tezgahtan yahut dükkândan alınmış basit nesneler değildir. Onların sahibi, bize bunları veren ve yalnızca Mabud olmaya layık olan Rabbimizdir.

Ancak insan, bu mükemmel düzenin içinde bazen nefsine yenik düşer ve haramın çekiciliğine kapılır.
İmam Şâfiî’nin hikmetli sözü, bu sürecin trajik bir portresini çizer: Haramın en zor olanı, başlangıcıdır. İlk adım atıldığında bir dirençle karşılaşılır, vicdan sızlar. Sonra o haram kolaylaşır, sıradanlaşır, adeta hayatın bir parçası haline gelir. Alışkanlık, tatlanmaya dönüşür ve en nihayetinde kalbe yerleşir. O kalp, bir haramla yetinmeyip başka haramların peşine düşer.
İşte bu, manevi yozlaşmanın, mayası bozuk olanın ne ar tanır ne de haya, hale geldiğinin en acı göstergesidir.
İnsanın fıtratı, bu gidişatla bozulur ve doğruyu yanlıştan ayırt edemez hale gelir.
Bu manevi düşüş, ferdi olmaktan çıkıp toplumsal bir hale geldiğinde, vicdanlar körleşir ve zulüm sıradanlaşır. Tarih, bu tür manevi çöküşlerin neticesinde ortaya çıkan dramatik olaylarla doludur.

Siyasi hesaplaşmalar, hakikatten uzaklaşmış kararlar ve vicdan azapları… Menderes’in asılmasının ardından, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in, “Menderes’in asılması için İsmet İnönü ve CHP’den gelen baskılara dayanamadım… Çok büyük bir haksızlık yapıldı. Bu içimde büyük bir yaradır. Üzgünüm Menderes…” şeklindeki itirafı, siyasi baskıların ve manevi zaafların bir insanın vicdanında nasıl bir yara açtığının tarihi bir isbatıdır. Bu, sadece bir siyasi figürün itirafı değil, aynı zamanda haramın ve zulmün kolaylaşarak vicdanları nasıl ifsat ettiğinin de ibretlik bir örneğidir.

Ancak tarih, sadece zulmün ve manevi çöküşün değil, aynı zamanda imanın ve direnişin de destanlarına şahittir. Zulme karşı başını eğmeyen, hakikat-i Kur’an’a feda olmaya hazır olanlar da vardır.
“Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse zındıkaya ve dalalete teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem” diyenlerin duruşu, zulme karşı sarsılmaz bir imanın simgesidir. Bu direniş ruhu, Gazze’deki gibi zorlu coğrafyalarda, ölümün, korkunun, açlığın, çığlığın, enkazın ve gözyaşının hüküm sürdüğü yerlerde dahi umudun, sessizliğin ve direnişin var olabileceğini gösterir. Bu tablo, mazlumların çığlığının ve umudunun bir saat gibi zamanı durdurduğunu ve zulmün sona ereceği anı beklediğini anlatır.

Sonuç olarak, bu mükemmel yaratılışın gayesini anlamak, nefsin haram tuzaklarına karşı uyanık olmak ve zulme karşı hakikatin yanında durmak, insanlığın en büyük sınavıdır.
Unutulmamalıdır ki, bozulan maya, ne ar tanır ne de haya.
Bu sebeple manevi değerleri korumak, zulme karşı direnmek ve her şeyden önce Yaratıcı’nın kudret ve adaletine sığınmak, bu fani dünyada ayakta kalmanın ve ebedi kurtuluşa ermenin yegâne yoludur.

Özet
Makale, evrendeki mükemmel düzenin ve insan vücudundaki hassas organların bir Yaratıcı’nın eseri olduğu tesbitiyle başlamaktadır.
Bu mükemmel yaratılış karşısında insanın harama düşüş sürecini anlatan İmam Şâfiî’nin sözleri üzerinden, manevi yozlaşmanın basamakları incelenmiştir. Bozuk mayalı insanların utanç ve edepten yoksun kalacağı, bu durumun tarihi ve siyasi dramlara yol açtığı, Cemal Gürsel’in Menderes hakkındaki itirafı ile örneklendirilmiştir. Bu olumsuz tabloya karşıt olarak, zulme boyun eğmeyen, vatan ve millete ihanet etmeyen imanlı direnişçilerin duruşu, manevi gücün kaynağı olarak gösterilmiştir.
Gazze’deki durum üzerinden ise, umutsuzluk ve zulüm ortamında dahi direnişin ve umudun varlığını koruduğu anlatılmıştır.
Makale, insanın Yaratıcı’ya sığınarak, haramdan kaçınarak ve zulme karşı durarak bu dünyadaki sınavı başarıyla geçebileceği sonucuna varmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

İnsanlığın Yolu: Hidayet, Merhamet ve İman

İnsanlığın Yolu: Hidayet, Merhamet ve İman

Bu fani dünyada, insanlık serüvenimiz bir halının üzerine ustaca yerleştirilmiş ilmekler gibidir. Her bir ilmek, bir hikmetin, bir ibretin ve bir imtihanın tezahürüdür. Tıpkı bir halı dokuyucusunun ipleri sanatkârane bir şekilde yerleştirmesi gibi, bu muazzam kâinatın da bir sahibi vardır. O ki, bu büyük sarayı kusursuz bir düzen içinde yöneten ve küçük mahlûkatı başıboş bırakmayan Yüce Allah’tır. O’na güvenmek, O’na dayanmak, bu fani ömrün en sağlam dayanağıdır. Zira O, kendisine dayanıp güvenenleri sever.

Hayatın akışında bazen sert, bazen yumuşak rüzgârlarla karşılaşırız. Kimi zaman birilerine karşı gönlümüz katılaşır, acımasızlaşırız. Oysa Allah’ın rahmeti sayesinde yumuşak ve merhametli olmak, mümince bir duruştur. Eğer katı yürekli olsaydık, çevremizdekiler bizden dağılıp giderlerdi. Bu sebeple, affedici olmak, onlar için bağışlama dilemek ve işlerimizde onlarla istişare etmek, peygamberî bir ahlaktır. Bir kere bir işe karar verip azmettikten sonra, artık Allah’a tevekkül etmek gerekir.

Yağmur damlalarına bir bakın… Her bir damlada, sayısız menfaatler, Rahmanî tecelliler ve hikmetler gizlidir. Tıpkı yağmur damlaları gibi, bu dünyanın her zerresi, her anı bir hikmet taşır. Hangi şeye dikkat etseniz, şehadet eder ki, bu faniden sonra bir baki var. Bu ölümlü dünyanın ötesinde, sonsuz bir yaşam bizi bekliyor.

Ölüm, sadece bir kapıdır. Fani olan, ancak bu dünyanın kendisidir, baki olan ise yaratılışın gayesidir.
“Ey iman edenler, iman ediniz!” hitabı, sadece bir çağrı değil, aynı zamanda bir hatırlatmadır. Zira iman, sürekli yenilenmesi, canlı tutulması gereken bir meşaledir.

İnsan, kendi kelamını idrak ettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın (canlıların) ve hatta camidatın (cansız varlıkların) tesbihlerini de fehmedebilir. Bu idrak, bizi “Ben de herkes gibiyim” demeye sevk etmez. Çünkü her insan, kendi mezar kapısına kadar tek başına yürür. Kibrin ve gafletin telafisi yoktur. Musibetlerle beraber olmak, kabrin diğer tarafında pek de teselli edici değildir.

Bu misafirhane-i dünyada, etrafımıza hikmet nazarıyla bakarsak, hiçbir şeyin nizamsız ve gayesiz olmadığını görürüz. Her şeyin bir düzeni, bir anlamı vardır. Öyleyse nasıl olur da insan, başıboş ve gayesiz kalabilir? Asıl imtihan, Allah’ı seviyorsak O’na tabi olmaktır. Çünkü O’na tabi olmak, O’nun sevgisini kazanmanın ve günahlarımızın bağışlanmasının anahtarıdır. O, günahları bağışlayan, örten ve kullarına karşı merhametli olandır.
İblis, Allah’ın emrine karşı gelerek secde etmekten kaçındı. Bu, büyüklenmenin ve kibirin en bariz örneğidir. Oysa secde, kulluğun ve teslimiyetin zirvesidir. İnsanoğlu, bu ibretten ders almalı ve kendisine emredilenleri yerine getirme konusunda tereddüt etmemelidir.
Kabirden bizi ihya edip, haşre getirip, huzur-u kibriyasında hesabımızı görecek olanın varlığına inanmak, bize ahiret için bir hazırlık yapma bilinci kazandırmalıdır.

Özet
Makale, Allah’ın merhameti, affediciliği ve her şeyi bir hikmetle yönettiği ana teması etrafında şekillenmektedir. Hayatın zorlukları karşısında yumuşak huylu, affedici ve istişareye açık olmanın önemi anlatılmıştır.

Yağmur damlalarından cansız varlıklara kadar her şeyin bir hikmet taşıdığı, fani dünyadan sonra baki bir hayatın olduğu ve ölümün bir son değil, bir başlangıç olduğu fikri işlenmiştir. İnsanlara imanlarını canlı tutmaları, Allah’a tabi olmaları, kibirden uzak durmaları ve hayatı hikmet nazarıyla değerlendirmeleri tavsiye edilmiştir.
Son olarak, iblisin secde etmemesi gibi ibretlik olaylar üzerinden kulluğun ve teslimiyetin önemi anlatılmış, herkesin bir gün Allah huzurunda hesap vereceği hatırlatılmıştır. Bu fani misafirhanede gayesiz kalınmaması gerektiği, zira her şeyin bir nizama tabi olduğu belirtilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

KANLA YAZILAN MEDENİYET: Gazze, Vicdan ve İnsanlık İmtihanı

KANLA YAZILAN MEDENİYET: Gazze, Vicdan ve İnsanlık İmtihanı

“Her şeyin bir dili vardır; zulmün dili kan, mazlumun dili duadır. Ama Allah’ın adaletinin dili sükût değildir.”

  1. Soykırımı Meşrulaştıran Zihniyetin Anatomisi

ABD Dışişleri Bakanı’nın “İsrail razı olmadan Filistin devleti kurulamaz” sözleri, sadece bir diplomatik kibir değil, aynı zamanda bir milletin varlık hakkına doğrudan saldırıdır. Bu beyan, uluslararası hukukun, adaletin ve insan haklarının bir süper gücün çıkarları karşısında nasıl ayaklar altına alındığını bir kez daha göstermiştir.

Bugün Gazze’de yaşananlar, bir çatışma değil, planlı bir yok ediş, bilinçli bir aç bırakma, kasıtlı bir susuz bırakma ve hesaplı bir kitlesel imhadır. İsrail, açlığı bir silaha çevirmiş, yardım tırlarını bekleyen çocukları bile hedef almıştır. Bu, “modern zamanların en rafine edilmiş barbarlığıdır.”

  1. BM Kamerasında Soykırım, Batı Vicdanında Sessizlik

Birleşmiş Milletler’in kameralarına yansıyan sahneler — yiyecek almak için sıraya giren insanların kurşunlanması, kumla karışmış pirinci avuçlayan çocuklar — insanlığın medeniyet maskesini yırtmış ve altındaki çıplak vahşeti ifşa etmiştir. Bu görüntüler, sadece bir halkın değil, çağımızın insanlığının da mahkemelik belgesidir.

OCHA’nın raporlarında geçen “1.373 kişinin yiyecek ararken öldürülmesi” ifadesi, insanlık tarihinin utanç sayfalarına yeni bir paragraf eklemektedir. Bu bir savaş değil, bir sabırla işlenen insanlık cinayetidir.

  1. Amerika: Kanla Sıvanmış Süper Güç

ABD’nin sadece İsrail’e askeri yardım değil, diplomatik kalkan da sağladığı aşikârdır. Bu, salt bir müttefiklik değil, bir suç ortaklığıdır. Irak’ta, Afganistan’da, Yemen’de ve şimdi Gazze’de dökülen kanın izi, Washington duvarlarında bir harita gibi dolaşmaktadır.

Tarihten örnek istersek, Kızılderili soykırımı, zenci köleliği, Hiroşima, Vietnam, Guantanamo, Abu Gureyb… Hepsi bu “özgürlük” maskesinin altına gizlenmiş kanlı bir medeniyetin katalog sayfalarıdır.

  1. Tarihî Bir Tekerrür: Firavunlar, Nemrutlar ve Zalimlerin Sonu

Kur’an’da Firavun’un “Ben sizin en yüce rabbinizim” sözüyle zulmü meşrulaştırması gibi, bugünün güç sahipleri de zulmü “güvenlik” gerekçesiyle perdelemektedir. Fakat zulüm asla ebedî kalmaz. Nemrut’un ateşi serinletildiği gibi, Firavun’un ordusu denizde boğulduğu gibi, modern zalimlerin kurduğu kanlı kuleler de bir gün çökecektir.

Elbette:
“Zulm ile âbâd olanın, âkıbeti berbad olur.”

  1. Bilim, Ahlak ve İnsan Hakları Nereye Gitti?

Dünya liderlerinin, üniversitelerin, insan hakları örgütlerinin üç maymunu oynadığı bu çağda, bilim adamları yapay zekâyı tartışırken, bir bebeğin açlıktan ölmesini görmezden gelmeleri, bilimin vicdandan ne kadar koptuğunu göstermektedir.

Bedenler inceliyor, kemikler sayılıyor ama insanlık hâlâ şişman yalanlarla besleniyor.

  1. Türkiye ve Direniş Cephesi: Geç Kalınmış ama Gerekli Adımlar

Hamas heyetinin Türkiye ziyareti, Dışişleri’nin İsrail’e karşı duruşu ve kamuoyunun Gazze duyarlılığı, ümmetin kalbinin hâlâ attığını göstermektedir. Bu, diplomatik değil, insanî ve imanî bir sorumluluktur. Çünkü Gazze yalnızca bir coğrafya değil; ümmetin şerefi, vicdanı ve sabır imtihanıdır.

Sonuç ve Özet:

Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş suçu değil, bir medeniyet çöküşüdür. ABD-İsrail ekseninde yürütülen bu vahşet, insanlığın yüzüne sürülmüş kara bir leke, çağdaş dünyanın ruhsuz bir iflasıdır. Çocukların açlıktan öldüğü, yardım almak için kurşunlandığı, liderlerin seyirci kaldığı bu tablo karşısında tarafsız kalmak, suça ortak olmaktır.

Unutulmamalıdır ki:

> “Mazlumun âhı arşa çıkar, zalimin sarayını başına yıkar.”

Ve yine unutulmamalıdır ki:

> “Bir gün olur, bütün halklar değilse de, Allah’ın halkı olan mazlumlar konuşur. Ve işte o gün kıyamet zalimlerin üzerine kopar.”

Özet:

Gazze’de yaşananlar, planlı bir soykırımın açık göstergesidir. ABD, diplomatik ve askerî desteğiyle bu sürecin ortağı olurken, İsrail, yardım noktalarında bile kurşun sıkarak vahşeti perçinlemektedir. BM, sivil ölümleri kayda geçirirken, Batı dünyası büyük oranda sessizliğini korumaktadır. Bu manzara, modern çağın vicdanî çöküşünü gözler önüne sermektedir. Ancak mazlumun duası, zalimin tahtını titretecek bir kudrete sahiptir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

KANLA YAZILAN MEDENİYET: Gazze, Vicdan ve İnsanlık İmtihanı

KANLA YAZILAN MEDENİYET: Gazze, Vicdan ve İnsanlık İmtihanı

“Her şeyin bir dili vardır; zulmün dili kan, mazlumun dili duadır. Ama Allah’ın adaletinin dili sükût değildir.”

  1. Soykırımı Meşrulaştıran Zihniyetin Anatomisi

ABD Dışişleri Bakanı’nın “İsrail razı olmadan Filistin devleti kurulamaz” sözleri, sadece bir diplomatik kibir değil, aynı zamanda bir milletin varlık hakkına doğrudan saldırıdır. Bu beyan, uluslararası hukukun, adaletin ve insan haklarının bir süper gücün çıkarları karşısında nasıl ayaklar altına alındığını bir kez daha göstermiştir.

Bugün Gazze’de yaşananlar, bir çatışma değil, planlı bir yok ediş, bilinçli bir aç bırakma, kasıtlı bir susuz bırakma ve hesaplı bir kitlesel imhadır. İsrail, açlığı bir silaha çevirmiş, yardım tırlarını bekleyen çocukları bile hedef almıştır. Bu, “modern zamanların en rafine edilmiş barbarlığıdır.”

  1. BM Kamerasında Soykırım, Batı Vicdanında Sessizlik

Birleşmiş Milletler’in kameralarına yansıyan sahneler — yiyecek almak için sıraya giren insanların kurşunlanması, kumla karışmış pirinci avuçlayan çocuklar — insanlığın medeniyet maskesini yırtmış ve altındaki çıplak vahşeti ifşa etmiştir. Bu görüntüler, sadece bir halkın değil, çağımızın insanlığının da mahkemelik belgesidir.

OCHA’nın raporlarında geçen “1.373 kişinin yiyecek ararken öldürülmesi” ifadesi, insanlık tarihinin utanç sayfalarına yeni bir paragraf eklemektedir. Bu bir savaş değil, bir sabırla işlenen insanlık cinayetidir.

  1. Amerika: Kanla Sıvanmış Süper Güç

ABD’nin sadece İsrail’e askeri yardım değil, diplomatik kalkan da sağladığı aşikârdır. Bu, salt bir müttefiklik değil, bir suç ortaklığıdır. Irak’ta, Afganistan’da, Yemen’de ve şimdi Gazze’de dökülen kanın izi, Washington duvarlarında bir harita gibi dolaşmaktadır.

Tarihten örnek istersek, Kızılderili soykırımı, zenci köleliği, Hiroşima, Vietnam, Guantanamo, Abu Gureyb… Hepsi bu “özgürlük” maskesinin altına gizlenmiş kanlı bir medeniyetin katalog sayfalarıdır.

  1. Tarihî Bir Tekerrür: Firavunlar, Nemrutlar ve Zalimlerin Sonu

Kur’an’da Firavun’un “Ben sizin en yüce rabbinizim” sözüyle zulmü meşrulaştırması gibi, bugünün güç sahipleri de zulmü “güvenlik” gerekçesiyle perdelemektedir. Fakat zulüm asla ebedî kalmaz. Nemrut’un ateşi serinletildiği gibi, Firavun’un ordusu denizde boğulduğu gibi, modern zalimlerin kurduğu kanlı kuleler de bir gün çökecektir.

Elbette:
“Zulm ile âbâd olanın, âkıbeti berbad olur.”

  1. Bilim, Ahlak ve İnsan Hakları Nereye Gitti?

Dünya liderlerinin, üniversitelerin, insan hakları örgütlerinin üç maymunu oynadığı bu çağda, bilim adamları yapay zekâyı tartışırken, bir bebeğin açlıktan ölmesini görmezden gelmeleri, bilimin vicdandan ne kadar koptuğunu göstermektedir.

Bedenler inceliyor, kemikler sayılıyor ama insanlık hâlâ şişman yalanlarla besleniyor.

  1. Türkiye ve Direniş Cephesi: Geç Kalınmış ama Gerekli Adımlar

Hamas heyetinin Türkiye ziyareti, Dışişleri’nin İsrail’e karşı duruşu ve kamuoyunun Gazze duyarlılığı, ümmetin kalbinin hâlâ attığını göstermektedir. Bu, diplomatik değil, insanî ve imanî bir sorumluluktur. Çünkü Gazze yalnızca bir coğrafya değil; ümmetin şerefi, vicdanı ve sabır imtihanıdır.

Sonuç ve Özet:

Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş suçu değil, bir medeniyet çöküşüdür. ABD-İsrail ekseninde yürütülen bu vahşet, insanlığın yüzüne sürülmüş kara bir leke, çağdaş dünyanın ruhsuz bir iflasıdır. Çocukların açlıktan öldüğü, yardım almak için kurşunlandığı, liderlerin seyirci kaldığı bu tablo karşısında tarafsız kalmak, suça ortak olmaktır.

Unutulmamalıdır ki:

> “Mazlumun âhı arşa çıkar, zalimin sarayını başına yıkar.”

Ve yine unutulmamalıdır ki:

> “Bir gün olur, bütün halklar değilse de, Allah’ın halkı olan mazlumlar konuşur. Ve işte o gün kıyamet zalimlerin üzerine kopar.”

Özet:

Gazze’de yaşananlar, planlı bir soykırımın açık göstergesidir. ABD, diplomatik ve askerî desteğiyle bu sürecin ortağı olurken, İsrail, yardım noktalarında bile kurşun sıkarak vahşeti perçinlemektedir. BM, sivil ölümleri kayda geçirirken, Batı dünyası büyük oranda sessizliğini korumaktadır. Bu manzara, modern çağın vicdanî çöküşünü gözler önüne sermektedir. Ancak mazlumun duası, zalimin tahtını titretecek bir kudrete sahiptir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 1. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 1. HAFTA

Kayyûmiyet: Varlığın İlahi Direği

> “Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.”
(Lem’alar, s. 341 – RNK)

🌿 Giriş:

Modern bilimin sunduğu yüzeysel açıklamalar, varlığın kendi başına kaim olduğunu vehmettirmekte. Oysa hakikat, her şeyin İlâhî bir nisbetle kaim olduğunu haykırır. Her şeyin varlığı, var kalması, hatta bir anlık durması bile Allah’ın “Kayyûm” ismine bağlıdır.

📖 Kayyûmiyet Nedir?

Risale-i Nur’da “Kayyûmiyet”, Allah’ın varlığı bizzat ezelî ve ebedî olarak kaim olduğu ve her şeyi de kendi varlığıyla ayakta tuttuğu anlamında kullanılır. Kâinat bir saray, mahlûkat bir ordu, zerreler bir mektup gibidir. Bu sistemin bir an bile Rabbimizin dikkatinden çıkması, her şeyin darmadağın olması demektir.

İşte bu hakikati Bediüzzaman Said Nursî şöyle ifade eder:

> “Eğer o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.”
(Lem’alar, s. 341)

Bu, şu demektir: Maddenin özünde bile Allah’ın kudretinin müdahalesi vardır. Çünkü zerreler bile başıboş değildir. Her bir zerreye yön ve görev veren bir İlâhî irade vardır. Aksi hâlde maddenin kararlılığı da, enerjinin devamı da açıklanamaz.

🔍 Ayetlerle Kayyûmiyet

Kur’ân-ı Kerim’de bu mana özellikle şu ayetle nazara verilir:

> “Allah, O’ndan başka ilâh yoktur. Hayy’dır, Kayyûm’dur.”
(Bakara, 2/255 – Âyetü’l-Kürsî)

“Hayy” – Hayatın kaynağı O’dur.
“Kayyûm” – Varlığı var eden, sürdüren yalnız O’dur.

📚 Hikmetli Bir Teemmül:

Atom altı parçacıklardan galaksilere kadar her şey bir düzende devam ediyor. Bu düzenin içinde tesadüfe asla yer yok. Kayyûmiyet, “her şeyin İlâhî bir bağ ile var olduğunu” ilan eder. Öyleyse insan da kendini bu bağla anlamlandırmalıdır.

Sadece yaratılış değil, süreklilik de bir mucizedir. Çünkü “devam etmek”, “yeniden yaratılmak” demektir. Her an yeni bir yaratılış, her an bir ilahi tecelli vardır.

🌙 Kapanış:

Peki ya biz?.. Kendi hayatımızda neyin üzerine kaim olduğumuzu hiç sorduk mu?

> “Her şey O’na dayanıyor; sen neye dayanıyorsun?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

İmanın Sırlı Penceresinden Dünyaya Bakmak: İnsan Olmak ve Yükseliş Yolculuğu

İmanın Sırlı Penceresinden Dünyaya Bakmak: İnsan Olmak ve Yükseliş Yolculuğu

Dünya, çoğu zaman gözlerimizi kamaştıran, bizleri oyalayan ve asıl amacımızdan uzaklaştıran bir meta olarak karşımıza çıkar. Bu fani ve geçici mekânın cazibesi, insanoğlunu en büyük imtihanlarından birine tabi tutar. Ancak her birimizin içinde, bu aldatıcı perdenin ardındaki gerçeği sezen bir hikmet pırıltısı vardır. Bu hikmet, ancak ve ancak sağlam bir imanla parlar ve bizi gerçek insanlık vasfına yükseltir.

Dünya, iman ve insan ilişkisini derinlemesine inceleyen bir yolculuğa çıkalım.
Risale-i Nur’un Uhuvvet Risalesi’nden iktibas edilen, “Dünya öyle bir meta’ değil ki, bir niza’a değsin. Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!..” sözü, bizlere en temel gerçeği hatırlatır. Bu dünya, üzerinde kavgalara, hırslara, kinlere değecek kadar değerli bir yer değildir. Onun geçiciliği ve fâniliği, tüm dünyevi meselelerin aslında ne kadar önemsiz olduğunu gözler önüne serer. Oysa nefs, bu gerçeği unutturur ve insanı, hayvani bir derecede sadece bu dünya için çalışmaya sevk eder. Bu durum, bir nevi körlüktür. Hayatı, sırf maddi lezzetlere ve anlık hazlara harcamak, insana bahşedilen ömür sermayesinin en büyük israfıdır.
Nitekim ömür sermayesini hayvan gibi hatta hayvandan aşağı bir derecede harcayan insan, sermayesiyle hayvandan elli derece yüksek olduğu halde, en ednâsından elli derece aşağı düşer.

Peki, bizi bu düşüşten koruyacak olan nedir? Bizi, hayvanlardan ayıran, hatta insanı “sultan” eden nedir? Cevap, açıktır: İmandır.

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.” sözü, bu gerçeği veciz bir şekilde ifade eder. İman, sadece bir inançtan ibaret değildir; o, insana bir anlam, bir yön ve bir amaç kazandıran en büyük ilimdir.
Zira “Bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.”
İman ilmi, bizi sadece bu fani dünyanın yalanlarından değil, aynı zamanda nefsin tuzaklarından da korur.
Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve manevi sürurla doludur. Bu, sadece maddi bir refah değil, aynı zamanda deruni bir huzur ve doyum demektir. İmanı zayıf olanlar veya Allah’ı tanımayanlar için dünya, bin türlü belanın ve sıkıntının kaynağıdır.
Ancak iman ve dünya arasındaki bu ilişki, sadece bireysel bir mesele değildir. Toplumsal bir boyutu da vardır.
Mesela;Gazze’deki aç çocuğun dramı, sadece bir haber değil, dünya ahalisinin iman ve merhamet imtihanıdır. ”
Amir yemek bulmak için 12 km yolu çırılçıplak ayakla yürüdü… Amerikalı görevliden alabildiği bir torba gıda için teşekkür etti, elini öptü… Gazelli aç çocuk, arkasını döndükten sonra sırtından vuruldu.”
Bu sahneler, insanoğlunun ne kadar aşağı derecelere düşebileceğinin acı bir göstergesidir.
Dünyanın fani olduğunu unutup, iktidar ve menfaat hırsına kapılanlar, en temel insani değerlerden uzaklaşarak canavarlığa evrilirler.
Bu, aynı zamanda Şems-i Tebrîzî’nin “Herkese iyi insan deyip açarsan gönül pencereni, kimi camını indirir kimi çerçevesini” uyarısının bir yansımasıdır.
İnsan, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, dünya hırsının ve nefsinin esiri olmuş bir başkası tarafından incitilebilir.

Sonuç olarak, hayat, nefs ve imanın kesişim noktasında bir mücadeleden ibarettir. İnsanın asıl vazifesi, bu mücadeleyi kazanmaktır. İman ve dua, bu mücadelede insanın en büyük silahıdır. İman, bizi dünya hırsının anlamsızlığından kurtarır, nefsin esiri olmaktan alıkoyar ve bizi gerçek insanlık vasfına yükseltir. Bizi bu fani dünyada bir sultan gibi yaşatır ve ebedi âleme hazırlayan bir köprü olur. Dolayısıyla, hayatımızı iman ilmiyle donatmak, dua ile kuvvetlendirmek ve Allah’ı tanımak, sadece Cumaları kutlamakla sınırlı kalmayıp, her anımızı bir ibadet şuuruyla geçirmekle mümkündür.

Özet
Bu makale, dünya hayatının fani ve geçici doğasına odaklanmaktadır. Dünya malı ve hırslarının anlamsızlığını anlatan makale, insanın asıl amacının nefsini terbiye ederek imanı kuvvetlendirmek olduğunu belirtmektedir. İmanın, insanı sadece insan yapmakla kalmayıp, onu manevi bir sultana dönüştüren en yüce ilim olduğu ifade edilir. Makale, bu imanın ışığında Allah’ı tanıyanların huzurlu bir hayat süreceğini, Allah’ı tanımayanların ise belalar içinde boğulacağını dile getirir.
Ayrıca, Gazze’deki çocuk dramı gibi toplumsal olayların, dünya hırsının insanlığı nasıl aşağı derecelere düşürdüğünün ibretli birer örneği olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, insanın asıl vazifesinin iman ve dua olduğu, bu sayede dünya hayatının aldatıcı tuzaklarından kurtulup gerçek insanlık vasfına ulaşılacağı belirtilmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Musibetler ve Kader Karşısında Bir Yolculuk: İnsanın Varlık Amacı

Musibetler ve Kader Karşısında Bir Yolculuk: İnsanın Varlık Amacı

İnsanlık tarihi, baştan sona musibetlerle ve imtihanlarla dolu bir yolculuktur. Bu yolculukta, kimi zaman beklenmedik bir dert, kimi zaman ani bir kayıp kapımızı çalar. İşte tam bu anlarda, insanlığın ortak hafızasına nakşedilen bir soru belirir:
“Bu musibet neden geldi?” İslam düşüncesinde bu soru, derin bir maneviyat ve hikmet arayışını tetikler. Risale-i Nur’dan feyz alan bu metin, musibetlerin ardındaki manayı, kaderin sırrını ve insanın bu zorlu yolculukta nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini ele almaktadır.

Musibet, bir dert veya felaket olarak görülse de, aslında “yolcu” olan insana bir duraklama, bir tefekkür ve bir uyanış çağrısıdır. Risale-i Nur’da belirtildiği gibi, “Sana bir musibet geldiği vakit, ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ yani ‘Ben mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünkü elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız'” ifadesi, musibete karşı takınılması gereken en asil duruşu sergiler. Bu duruş, musibeti bir düşman değil, Hakk’ın izniyle gelen bir misafir olarak kabul etme olgunluğudur. Bu misafir, aslında bizi asıl sahibimize, yani Allah’a yöneltir. O’na dönme ve O’nun huzuruna çıkma arzusu, musibeti bir yıkım değil, bir yükseliş vesilesine dönüştürür.

Kader, bu musibetler karşısında insanın en büyük sığınağıdır.

Zira, “Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.”
Bu söz, kaderin her bir tecellisinin, ilahi bir rahmet ve hikmetin sonucu olduğunu anlatır. İnsan, sınırlı aklıyla sonsuz ilahi hikmeti tam olarak kavrayamaz. Dolayısıyla, başına gelen her şeye itiraz etmek yerine, onu bir imtihan ve bir hayır kapısı olarak görmelidir. Bu idrak, insanı isyan bataklığından kurtarır ve teslimiyetin huzurlu limanına taşır.
İnsanlık, bu dünyanın cazibedar fitnesiyle sürekli sınanır.

Duada da belirtildiği gibi, “Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin.”
Bu fitne, insanı nefsinin esiri yapar, dünyevi arzuların peşine takar ve asıl varlık amacından uzaklaştırır. Musibetler, işte bu dünya uykusundan bizi uyandıran birer çalar saattir. Onlar, bize bu dünyanın fani olduğunu, asıl yurdumuzun ahiret olduğunu hatırlatır. Böylece, dünyanın gelip geçici beklentilerini beslemek yerine, kalplerimizi Allah’a ve ahirete yöneltmemiz gerektiğini öğretirler.

Ve yine”Herkesi mutlu etmeye çalışırsan, insanların yüreklerini değil, beklentilerini beslersin. Ve o beklentiler asla bitmez” sözü, bu fani beklentilerin yoruculuğunu ve anlamsızlığını çarpıcı bir şekilde ifade eder.

Peki, bu zorlu yolculukta insanlığa yol gösteren ne olmalıdır?
Şu hakikat bize evrenin işleyişini, kâinatın muhteşem düzenini hatırlatarak bu sorunun cevabını verir. “Şems, kamer, yıldız, arz gibi ecramı kabzasında tutan kudret, o ecramı öyle bir suhuletle tanzim etmiştir ki, dağılan tesbih tanelerini ipe dizen adam gibi, ne bir acz görmüştür ve ne başkasının yardımına ihtiyaç olmuştur.” Bu sözler, kâinatı kusursuz bir şekilde idare eden ilahi gücün, aynı zamanda insana da yol gösterdiğini, onu sahipsiz bırakmadığını anlatır.

Her bir nebatın ve ağacın “Bismillah” diyerek toprağı delip geçmesi, bu ilahi kudretin bir yansımasıdır.

Sonuç olarak, musibetler, kader, evrenin işleyişi ve insanın varlık amacı birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır. İnsan, başına gelen musibeti, bir imtihan ve bir yükseliş vesilesi olarak görmelidir. Kaderin sırrına boyun eğerek teslimiyet göstermeli, dünya beklentilerinden sıyrılıp ahiret yurduna hazırlanmalıdır. Ve en önemlisi, kâinatı kusursuz bir şekilde yaratan ve idare eden O yüce kudrete sığınarak, O’nun rahmetinden mahrum kalmamaya gayret etmelidir. Bu, “Cennet’i ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’de-l mevt’i” isteyen o şefkatli insan gibi, bütün insanlık namına dua ederek ve bu yolda ilerleyerek gerçekleşecektir.

Bu yol, bir yolcunun şafaklara durmaksızın yürümesi gibidir: “Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel insanlığı kurtarmaya Cennet’ten inen el!”

Özet
Bu makale, musibetlere karşı manevi bir duruş sergilemenin önemini vurgulamaktadır.
Makale, musibetlerin bir imtihan ve ilahi bir rahmetin tecellisi olduğunu, onlara karşı isyan yerine teslimiyet gösterilmesi gerektiğini savunur.
Kader inancının, insanı isyan ve ümitsizlikten kurtaran bir sığınak olduğu belirtilir.
Dünya hayatının cazibedar fitnesinden korunmak için ahiret odaklı bir yaşamın önemini  anlatır ve fani beklentilerin peşinde koşmanın anlamsızlığına değinilir.

Son olarak, evrenin kusursuz işleyişine atıfta bulunularak, insanlığın bu ilahi kudrete sığınması ve asıl amacının ebedi saadet olduğunu hatırlaması gerektiği anlatır.
Makale, bir yolculuk metaforuyla, bu zorlu yolda ilerlerken insana düşen görevin, sabır, teslimiyet ve yükseliş olduğunu anlatarak son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Gazze’de Sessiz Soykırım: İnsanlığın İmtihanı

Gazze’de Sessiz Soykırım: İnsanlığın İmtihanı

“Gazze artık bir coğrafya değil, bir vicdan terazisidir.”

Her çağın bir Firavunu olduğu gibi, her zulmün de bir Musa’sı olmuştur. Ancak çağımızın Firavunları tanklarla, uçaklarla, insansız hava araçlarıyla değil; açlıkla, susuzlukla, yardımın engellenmesiyle savaş yürütüyor. Gazze’de yaşanan trajedi, yalnızca bir savaş değil, insanlığın vicdanına karşı açılmış bir yok etme hareketidir. Bütün dünyanın gözleri önünde işlenen bu insanlık suçu, artık sadece toprakta değil; gökyüzünden, hatta uzaydan bile görülebiliyor. Ne var ki, kör olan gözler değil; merhametsizleşmiş kalplerdir.

Bir Lokma Ekmek İçin İki Kilometre

Yayınlanan uydu görüntülerinde, yardım kamyonlarının etrafında toplanan binlerce insan, iki kilometreye varan kuyruklar oluşturuyor. Bu manzara, bir halkın açlığa mahkûm edilişinin sadece görsel değil, ahlaki ve politik bir belgesi gibidir. İsrail’in insani yardımları kasıtlı olarak engellemesi, artık yalnızca savaş hukuku değil, insan olmanın gereklilikleriyle de çatışmaktadır.

Bu kıtlık, doğal bir afetin sonucu değil; bir devletin sistemli ve bilinçli olarak uyguladığı kuşatma politikasının neticesidir. Kızıl Haç’ın, BM’nin ve diğer uluslararası kurumların tepkisizliği ise, “medeniyet” iddiasının iflasıdır.

Çocuklar Gömülmeden İsrafil’in Sûru Üfleniyor

Washington Post’un yayınladığı 18.500 çocuğun ismi, artık Gazze’nin sessiz mezar taşlarıdır. Her biri, toprağa düşmeden önce göğe yükselmiş birer şehit. Bu çocuklar, bir devletin değil; insanlığın masumiyetini temsil ediyor. Ve her biri, “Bir daha asla!” sloganının Batı için sadece bir reklam cümlesi olduğunu haykırıyor.

Gideon Levy gibi vicdanlı sesler bu zulmü ifşa ederken, İsrail kamuoyunun bu suça ortak oluşu; sadece devlet değil, toplum olarak da bir çöküşe doğru sürüklendiklerinin delilidir. Bugün Gazze’de inkâr edilen hakikatler, yarın İsrail’in kendi tarihî enkazında yankılanacak.

Açlık Silahı, Sessiz Soykırımın Yeni Yüzü

İsrail’in Gazze’ye uyguladığı kıtlık politikası, klasik soykırımların modern varyantıdır. Bomba ile öldüremediğini açlıkla yok etmeye çalışan bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler nezdinde soykırım tanımına bire bir uymaktadır. Açlık, susuzluk, tıbbî yardımın engellenmesi birer silah olarak kullanıldığında; savaş sahası değil, insanlık değerleri yerle bir edilir.

Bu durumun bilimsel ve hukuki açıdan değerlendirilmesi, savaş suçları mahkemelerinin değil; tüm insanlığın ortak vicdanının mahkemesinde yapılmalıdır. Çünkü burada yargılanması gereken sadece bir devletin ordusu değil, o devlete destek olan küresel sistemin kendisidir.

Tarihte Eşi Görülmemiş Vicdan Testi

Tarih boyunca mazlumlar, zalimlerden daha çok iz bırakmıştır. Kudüs’te kurulan Haçlı Krallığı 88 yıl sürebilmiş; ama Selahaddin-i Eyyubi’nin adaleti yüzyıllarca anlatılmıştır. Hitler’in soykırımı lanetlenmiş; ama Gazze’de yaşanan soykırım, uluslararası ilişkiler uğruna sessiz geçiştiriliyor. Oysa adalet, sadece bir ulusa değil; bütün insanlığa eşit dağıtılmalı.

Haham Haim Sofer’in itiraf niteliğindeki sözleri, tarih boyunca İslam’ın adaletinin inanç farkı gözetmeksizin nasıl koruyucu olduğunu gösteriyor. Yahudilere uygulanan vergi muafiyeti, günümüzde açlığa terk edilen çocuklara gösterilmeyen merhametin tam zıddıdır.

İsrail’in Çöküşüne Doğru

Gazze’ye huzur vermeyen İsrail, içten içe çürümektedir. Asker intiharları, iç isyanlar, diplomatik yalnızlık; bu çöküşün habercisidir. Slovenya gibi ülkelerin silah ambargosu ilan etmesi; ABD’de ve Avrupa’da yükselen halk tepkileri; ve Yahudi entelektüellerin artan itirazları, İsrail’in meşruiyetini değil, zulmünü tartışılır hale getiriyor.

Artık mesele sadece Gazze değil; insanlık için bir “şeref testi” halini almıştır. Bugün Gazze’nin yanında durmak; sadece bir halkı değil, adaleti, vicdanı, insanlığı savunmaktır.

Özet:

Gazze, dünya tarihinin en uzun ve sistematik sivil kuşatmasına uğruyor; açlık bir silah olarak kullanılıyor.

18.500 çocuk öldürüldü; bu rakamlar bir soykırımın sessiz şahididir.

İsrail, uluslararası vicdan nezdinde meşruiyetini yitiriyor, içte çöküş sinyalleri veriyor.

Haham Sofer gibi anti-siyonist Yahudiler, İslam’ın adaletine dikkat çekerek hilafetin yeniden kurulmasını savunuyor.

Sessiz kalan dünya, sadece Gazze’yi değil, kendi insanlığını da kaybetme riskiyle karşı karşıya.

> Ve son söz:
Gazze yıkılırken, insanlık sınanıyor. Kimin insan, kimin zalim olduğu tarih kitaplarına değil, vicdan defterine yazılıyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik
📍www.tesbitler.com
✍️ “Hakikat susmaz; susturulan vicdanlar konuştuğunda yankı büyür.”

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Kâinatın Kayyûmiyetle Kaim Oluşu: Bir Anlık İrtibatın Kesmeyle Gelen Yok Oluş

Kâinatın Kayyûmiyetle Kaim Oluşu: Bir Anlık İrtibatın Kesmeyle Gelen Yok Oluş

“Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.” (Lem’alar. 341)

Kâinatın varlığı, düzeni, devamı ve işleyişi tesadüfe veya kendi kendine oluşa değil, mutlak bir iradeye, sonsuz bir kudrete ve her şeyi kuşatan bir ilme dayanmaktadır. Bu dayanak, Kur’ân’da “Kayyûm” ismiyle ifade edilir. Yani Allah, her şeyi varlıkta tutan, ayakta tutan, devam ettiren ve idare eden Zât’tır.

Risale-i Nur’un bu veciz ifadesiyle, “nisbet-i kayyûmiyetin” bir anlığına kesilmesi halinde kâinatın mahvolacağını belirtmesi, sadece bir teolojik dogma değil; derin hikmetler, ilmî tesbitler ve aklî temellere dayanan bir hakikattir.

  1. Kayyûmiyet Nedir?

“El-Hayyü’l-Kayyûm” ismi Kur’ân’da üç defa geçer:

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; hayy (diri) ve kayyûm (kâinatı ayakta tutan) O’dur.”
(Bakara, 2/255 – Ayetü’l-Kürsî)
(Âl-i İmrân, 3/2),
(Tâhâ, 20/111)

Kayyûm, varlığı kendinden olan ve bütün mevcudatın varlığını ve devamını kendisine bağlı kılan demektir. Her şey, her an, Allah’ın varlıkta tutmasıyla vardır. O irtibat kesilse, her şey aslına döner: “Yokluk”.

  1. Neden ve Niçin Mahvolur?

Çünkü hiçbir şey kendi kendine varlığını sürdüremez. Atomdan galaksiye kadar her şey, bir düzenle ve ölçüyle durmakta, hareket etmekte ve görev yapmaktadır.

Fizikî ve biyolojik sistemler kendiliğinden işlemez. Meselâ kalbin çalışması, DNA’nın onarımı, gezegenlerin yörüngesi… Bunlar hep süreklilik ister. Bu sürekliliğin kaynağı “bizzat işleyen bir kudret”tir. O kudret çekilirse, sistem dağılır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Her bir şeyin vücudu, binlerce imkânat içinde bir tek ihtimale bakar. Adem ise, bir tek imkânla binlerce yoldan gelebilir.”
(Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Yani: Var olmak, özel şartlara bağlıdır. Yokluk ise, serbesttir.
Bu sebeple o ilâhî bağ bir an kesilse, yokluk anında hâkim olur.

  1. Tarihî Misallerle Anlatım

Nemrud’un ateşi, Hz. İbrahim’i yakmamıştır. Çünkü ateşin yakıcılığı Allah’ın dilemesiyle işler. Dileme çekilince ateş, yakamamıştır.

> “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!” (Enbiyâ, 69)

Firavun’un boğulması, denizin bir anda onun için mahvoluşa dönmesi de bu bağın çekilmesindendir.
Denizin kaldırma kuvveti çalışmayıverdiği anda, bir hükümdar boğulur.

  1. İlmî ve Bilimsel Açıklama ile Bakış

Modern Fizik:
Kuantum seviyesinde parçacıklar boşlukta kaybolmaz; bir bağlayıcı enerji alanı içinde sabit kalır. “Bozon alanları” gibi teoriler, maddenin varlıkta kalabilmesi için bir zemin gerektirdiğini göstermektedir.

Termodinamik Kanunları:
Entropi ilkesi, evrenin başıboş bırakılırsa düzensizliğe ve çöküşe meylettiğini ortaya koyar. Bu da sürekli bir enerji, düzenleyici, yönlendirici varlık gerektirir.

Biyolojik Sistemler:
DNA’daki onarım mekanizmaları çalışmazsa, organizma kısa sürede mutasyona uğrar ve hayat biter. Kısaca: “Sürdürülmeyen sistem, çürür ve çöker.”

  1. Aklî ve Mantıkî Değerlendirme

Kendi kendine varlıkta kalmak, sonsuz güç gerektirir.
Madem hiçbir şey sonsuz değil, o halde varlığını sürdüremeyeceği açıktır. Demek ki o varlığı sürekli kılan, bizzat sonsuz olan Zât’tır: Allah.

Hiçbir varlık, kendi kendine sebep olamaz.
Meselâ bir çiçek kendini yapamaz. Atomlar ve elementler ne güzellik bilir, ne hikmet. Bu durumda her bir varlık ancak bir “irade” ve “ilim” ile kaimdir.

  1. Hikmetli ve İbretli Açılımlar

Kâinat Allah’ın kudretiyle sürekli yaratılmaktadır.
Sadece yaratmakla kalmaz; muhafaza eder, yönlendirir, gayeye hizmet ettirir.

> “Allah, gökleri ve yeri yok oluvermelerinden koruyor. Eğer onlar yok olursa, O’ndan başka kimse onları tutamaz.”
(Fâtır, 35/41)

İnsan da bu bağdan koparsa kendini yitirir.
Kalp Allah’tan koptu mu, ruh çürür. Aklın nuru gider. Hayat boşlukta salınan anlamsızlığa döner.

  1. Kısa Temsille Özetleyelim

Bir ampulü düşünelim. Işık vermesi, elektrik hattına bağlılığıyladır. O bağlantı bir an kesilirse, ampul karanlığa döner. Ampul ne kadar parlak ve pahalı olursa olsun, bağlantı olmadan yok hükmündedir.

İşte kâinat da, o kayyûmiyet cereyanıyla ayakta durmaktadır. Allah dilerse bir yaprak düşer, dilemezse galaksiler yok olur.

SONUÇ ve ÖZET

> “Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.” sözü, Risale-i Nur’un Kur’ânî bir bakış açısıyla ortaya koyduğu çok yönlü bir hakikattir.

Bu hakikat;
• Kur’ânîdir (ayetlerle sabittir),
• Hikmetlidir (her şeyde gaye ve düzen vardır),
• İlmîdir (bilimsel sistemler sürekli denetim ister),
• Aklîdir (hiçbir varlık kendi başına ayakta kalamaz),
• Tarihîdir (kudretin çekilmesiyle oluşan ibretler mevcuttur).

Kayyûmiyet, sadece bir yaratma değil, sürekli muhafaza etme, varlıkta tutma demektir.

O bağ bir an kesilse, her şey mahvolur; çünkü her şeyin özünde yokluk vardır. Varlık ise Allah’tan gelen bir ikramdır.

Veciz Hatırlatma ile Kapanış:

> “Hiçbir şey Allah’tan müstağni değildir; O’nun iradesi ve kudreti olmadan hiçbir şey ayakta duramaz. Kâinatın varlık ilmi, O’nun Kayyûmiyetinde yazılmıştır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Kâinatın Sırrı ve İnsanın Sorumluluğu: Bir Risale-i Nur Penceresinden Bakış

Kâinatın Sırrı ve İnsanın Sorumluluğu: Bir Risale-i Nur Penceresinden Bakış

İnsanoğlu varoluşundan beri kâinatın engin sırlarını çözmeye, evrenin işleyişini anlamaya ve kendi yerini sorgulamaya çalışmıştır. Bu kadim arayış, pek çok medeniyette farklı şekillerde tezahür etmiş, özellikle ilahi vahyin rehberliğinde eşsiz bir derinlik kazanmıştır. Risale-i Nur külliyatı da, modern çağın getirdiği sorulara Kur’an’ın ışığında cevaplar sunarak, kâinatı bir “kitap” gibi okumanın ve insanın sorumluluklarını idrak etmenin yollarını gösterir.

Kâinat: Daim İşleyen Bir Fabrika, Misafirhane, Saray
Bediüzzaman Said Nursi’nin şu hikmetli sözünü izah eder:
“Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir.”
Bu ifade, evrenin durağan bir yapı olmadığını, aksine sürekli bir dönüşüm ve işleyiş içinde olduğunu anlatır. Tıpkı bir fabrika gibi, kâinat da her an üretmekte, dönüştürmekte ve yaratılışın sonsuz mucizelerini gözler önüne sermektedir. Aynı zamanda bir “han” veya “misafirhane” benzetmesi, dünya hayatının geçiciliğine ve insanın bu hanedeki kısa süreli misafirliğine işaret eder. Bizler bu misafirhanede bir süreliğine konaklar, sonra da ebedi yurdumuza doğru yol alırız.

Diğer bir ifade de kâinatın “gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmünde” olduğu belirtilir ve ardından “Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır” denilir.
Bu ifadeler, evrendeki mükemmel düzenin, ahengin ve güzelliğin tesadüfen meydana gelemeyeceğini, aksine sonsuz bir kudret ve ilim sahibi Yaratıcı’nın varlığını açıkça gösterir. Her bir gezegenin yörüngesinde kusursuzca dönmesi, mevsimlerin döngüsü, canlılardaki mükemmel sistemler; hepsi de bu “Hakim”, “Malik” ve “Usta”nın varlığının şahitleridir.

İnsanın Nefsi ve Manevi Açlıkları, insanın maddi ihtiyaçları ile manevi ihtiyaçları arasında bir köprü kurar: “Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerekir.”
Bu pasaj, yeme-içme ve nefes alma gibi fiziksel ihtiyaçlarımızın tekrar etmesine rağmen bunlardan bıkmadığımızı, aksine zevk aldığımızı belirtir. Benzer şekilde, kalbin gıdası olan iman, ruhun hayat suyu olan ibadetler (özellikle namaz), ve ilahi lütufların tecelligâhı olan manevi hayatın da sürekli tekrarlanmasına rağmen insana usanç vermemesi gerektiğini anlatır. Bu, ibadetin bir angarya değil, aksine ruhun derin bir ihtiyacına cevap veren, insana zevk veren bir manevi beslenme olduğu gerçeğini ortaya koyar.

Modern Medeniyetin Tuzakları ve Riyakârlık
Bazı ifadelerde ise modern medeniyetin ve insanın zayıf yönlerine dikkat çekilir. “Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanları da o çamurla telvis ediyor. Riyâya şan ve şeref namını vermiş insanları da o pis ahlâka sevk ediyor.”
Bu ifadeler, günümüz medeniyetinin bazı yönlerinin ahlaki yozlaşmaya yol açabileceğine ve insanların “riya”ya, yani gösterişe ve yapmacık davranışlara “şan ve şeref” adı altında yönlendirildiğine işaret eder. Toplumun genelinde görülen bu tür davranışlar, bireyleri de olumsuz etkileyerek, gerçek değerlerden uzaklaştırabilir.

Ayrıca “insanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır” denilerek, şöhret düşkünlüğünün ve gösteriş arzusunun ne denli tehlikeli bir zaaf olduğu anlatılır. Bu hırs, hem ahiret hayatı için büyük bir engel teşkil ederken, hem de dünya hayatında pek çok kötü ahlaki özelliğin kaynağı olabilir.

İnsan: Zalim ve Nankör mü?
İbrahim Suresi’nin 34. ayetinde: “Şüphesiz İNSAN ÇOK ZALİMDİR ÇOK NANKÖRDÜR” denilmesi, insan tabiatındaki bu zayıf yönlere ve olumsuz potansiyellere dikkat çeker. Ancak bu, insanın tamamen kötü olduğu anlamına gelmez. Aksine, insanın bu potansiyellerinin farkında olması ve onları iyi yönde dönüştürmek için çaba sarf etmesi gerektiğinin bir hatırlatıcısıdır.

Manevi Yangınlar ve Zikirin Gücü
“Bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar” ifadesi, küçük gibi görünen kötü amellerin veya günahların, insan ruhunda ve toplumda ne denli büyük manevi yıkımlara yol açabileceğini gözler önüne serer. Şeytani düşünceler ve eylemler, bir kıvılcım gibi parlayıp büyük manevi yangınlara dönüşebilir.

Buna karşılık, zikirin (Allah’ı anmanın) gücüne dikkat çekilir: “Zikreden adamın feyz-i ilahiyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir.” Bu, zikirin sadece bilinçli bir anma eylemi olmadığını, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden ve farkında olmadan dahi ilahi feyzi celbeden bir ibadet olduğunu gösterir. Hatta “gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir” ifadesi, zikirin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisinin genişliğini ifade eder.

Güven ve Teslimiyet

Son olarak, “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur, ben yalnız O’na güvenip dayanırım…” (Tevbe Suresi, 129) ayeti, bütün bu düşüncelerin nihai noktası olan Allah’a tevekkül ve teslimiyetin önemini anlatır. İnsan kâinatın ihtişamını, kendi zayıflıklarını ve dünya hayatının geçiciliğini idrak ettiğinde, gerçek huzuru ve kurtuluşu yalnızca Yaratıcı’ya yönelmekte bulur. Bu ayet, insanın en büyük dayanağının ve güvencesinin Allah olduğunu hatırlatır.

Sonuç
Bu derinlikli ifadeler, kâinatın muazzam bir düzen içinde işlediğini, insanın ise bu düzen içinde hem bir misafir hem de büyük sorumlulukları olan bir varlık olduğunu hatırlatır. Modern çağın getirdiği maddi ve manevi hastalıklara karşı Risale-i Nur, Kur’an’ın eşsiz reçetesini sunar: Kâinatı bir kitap gibi okumak, nefsin kötü arzularına karşı uyanık olmak, gösteriş ve şöhret düşkünlüğünden sakınmak, zikir ve ibadetle ruhu beslemek ve her durumda Allah’a güvenmek ve dayanmak. Ancak bu şekilde insan, dünya ve ahiret saadetine ulaşabilir, kâinatın derin sırlarını idrak edebilir ve yaratılış gayesine uygun bir yaşam sürebilir.

Makalenin Özeti:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatından alınan ifadelerden ilhamla, kâinatın bir fabrika, han ve saray gibi düzenli işleyişini ve bunun arkasındaki ilahi kudreti ele alır. İnsan nefsinin maddi ve manevi ihtiyaçlarına değinerek, ibadetlerin ruhsal bir besin olduğunu anlatır. Modern medeniyetin riyakârlık ve şöhret düşkünlüğü gibi olumsuz etkilerine dikkat çekerek, küçük kötü fiillerin dahi büyük manevi yıkımlara yol açabileceğini belirtir.

Makale, insanın “zalim” ve “nankör” potansiyelini hatırlatırken, zikirin ruh üzerindeki olumlu etkisini ve ilahi feyzi celbetme gücünü öne çıkarır.
Son olarak, Tevbe Suresi’nin 129. ayetiyle Allah’a tevekkül ve teslimiyetin önemini anlatarak, insanın ancak bu şekilde dünya ve ahiret saadetine ulaşabileceği sonucuna varır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

İmanın Direkleri: İhlas, Kanaat ve Amellerin Semeresi

İmanın Direkleri: İhlas, Kanaat ve Amellerin Semeresi

İnsanlık, varoluşundan bu yana anlam arayışı içinde olmuştur. Bu arayışta, kimi zaman Mevlana’nın öğütleri gibi tekrar eden hakikatler, ruhumuza çivi gibi çakılır, sağlam bir temel oluşturur.
“Sık sık verilen aynı öğütten sıkılma. Çünkü bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir.” der Hz. Mevlana.
Bu söz, hakikatlerin ve hikmetli bilgilerin tekrar edilmesinin önemini anlatır. Zira insan tabiatı unutmaya meyillidir ve doğru bildiklerini, yaşamının merkezine oturtana dek hatırlatmaya ihtiyaç duyar. Bu hatırlatmalar, sadece zihnimize değil, ruhumuza da işlenerek hayatımızın bir parçası haline gelir.

Hayatın her anı, ilahi bir takdirle yoğrulmuştur. Mesnevi-i Nuriye’de buyrulduğu gibi, “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmına razı ol ki rahat edesin.”
Bu söz, tevekkülün ve teslimiyetin derin anlamını taşır. İnsan, kendi çabası ve iradesiyle birlikte, her şeyin nihai olarak bir kader programına bağlı olduğunu idrak etmelidir. Kadere rıza göstermek, iç huzurun ve kalp rahatlığının anahtarıdır. Bu, eylemsizliği değil, bilakis doğru bir çaba ile birlikte, sonucun Allah’ın iradesine bırakılmasını ifade eder. Tarihte birçok büyük şahsiyet, bu teslimiyetle büyük işler başarmış, zorluklar karşısında yılmamış, çünkü nihai sonucun Rablerinden geldiğini bilmişlerdir.

Bu teslimiyet ruhu içinde, amellerimizin değeri de samimiyetimizle doğru orantılıdır. “Samimî bir ihlas, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.” (Risale-i Nur Külliyatı).
İhlas, yani samimiyet ve sadece Allah rızasını gözetme, yapılan her işe bereket katar. Şer gibi görünen bir durumdan bile hayırlı sonuçlar doğurabilir. Çünkü niyetin saflığı, ilahi rahmetin celbine vesile olur.

Bu durum, bize Hz. Yusuf’un kıssasını hatırlatır. Kardeşlerinin kuyulara atması gibi bir şer, ihlaslı niyeti ve sabrı sayesinde Mısır’a sultan olmasına vesile olmuştur. İhlas, bazen görünmez kapıları açan, imkansızı mümkün kılan bir anahtardır.

Ancak bu dünya hayatındaki amellerimizin asıl hedefi, ahireti kazanmaktır.
“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fânî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” (Risale-i Nur Külliyatı).
Bu söz, insanlığa asıl hedefi unutmamasını hatırlatır. Dünya, bir imtihan sahnesidir ve bıraktığımız her iz, bu imtihanın bir parçasıdır. Mal, mülk, şan, şöhret gibi geçici değerler, ahirette bir karşılığı olmadığı sürece anlamsız kalır. Bu noktada, büyük İslam âlimleri ve düşünürleri, dünya zevklerine dalmak yerine ilim, irfan ve salih amellere yönelmenin önemini anlamışlardır. Onların bıraktıkları eserler, sadece dünyada değil, ahirette de kendilerine şefaatçi olacak niteliktedir.

Bu açıdan, ibadetlerin, özellikle de namazın hayatımızdaki yeri hayati bir önem taşır.
“Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır.” (Risale-i Nur Külliyatı).
Namaz, kul ile Rabbi arasındaki en güçlü bağlardan biridir. Terk edildiğinde, yapılan tüm çabaların, elde edilen tüm nimetlerin manevi bereketini kaybetmesine neden olur. Çünkü namaz, hayatın gayesini hatırlatan, insanı gafletten uyandıran ve rızkına bereket katan bir ibadettir. Namaz kılmayan bir kişi, ne kadar başarılı olursa olsun, elde ettikleri sadece fani dünyanın geçici süsleri olarak kalır. Asıl semere, yani ahiret karşılığı ve manevi kazanç, namazla birlikte gelir.

Sonuç olarak, hayatın karmaşık akışında, Mevlana’nın sabırla tekrarladığı öğütleri dinlemeli, kaderimize rıza göstererek iç huzura ermeli, her işimizde ihlası temel almalı ve dünya amellerimizi ahiret perspektifiyle değerlendirmeliyiz. Özellikle namaz gibi farz ibadetler, hayatımızın bereketini sağlayan ve bizleri asıl hedefimize ulaştıran yegâne araçlardır. Bu prensiplere sarıldığımızda, hayatımız anlam kazanır, çabalarımız bereketlenir ve hem dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluk buluruz.

Özet
Bu makale, Mevlana’nın öğütlerin tekrarlanması gerektiği ilkesinden hareketle, insanın manevi gelişiminde sabrın ve tekrarın önemine değinmektedir. Ardından, Mesnevi-i Nuriye’den iktibas edilen “kadere rıza” kavramı ile iç huzurun ve teslimiyetin kapıları aralanmıştır.
İhlasın, yani samimiyetin, yapılan her işe bereket kattığı ve ilahi lütfu celbettiği Risale-i Nur Külliyatı’ndan örneklerle açıklanmıştır.
Makale, dünya amellerinin asıl değerinin ahiret perspektifinden değerlendirilmesi gerektiğini ifade ederek, fanilik ve bakilik arasındaki ayrımı ortaya koyar.
Son olarak, farz namazın terk edilmesi durumunda dünya rızkının bereketini kaybedeceği uyarısı ile ibadetlerin hayatımızdaki merkezi rolüne dikkat çekilmiştir.
Tüm bu unsurlar, uyum içinde bir bütünlük oluşturarak, okuyucuya hikmetli bir yaşam için rehberlik etmeyi amaçlamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

Sessizliğin Derinliği, Hayatın İmtihanı ve Hakikatin Işığı

Sessizliğin Derinliği, Hayatın İmtihanı ve Hakikatin Işığı

Hayat, karmaşık bir dantel gibi örülmüş, her bir ipliği farklı bir hikaye, her bir deseni ayrı bir ders taşıyan büyük bir bilmecedir. İnsanoğlu bu bilmecenin içinde bazen kaybolur, bazen kendini bulur. Kimi zaman Mevlana’nın dediği gibi, “Toprak gibi sessiz olduğum an bil ki; Şimşek gibi gökte gürlüyor feryadım…!” İçimizdeki fırtınaların, dışarıdaki sükûnete tezat oluşturduğu anlar, aslında en derin dönüşümlerin, en hakiki arayışların başladığı anlardır. Bu sessizlik, bir çığlığın habercisi olabilir; bir tohumun çatlaması, bir düşüncenin yeşermesi gibi.
İnsanın bu çalkantılı yolculuğunda sığındığı limanlardan biri, şüphesiz ki Rabbine yönelişidir. “El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!” feryadı, aciz bir kulun, sonsuz kudret sahibine yakarışıdır. Bu yakarış, sadece günahların affı için değil, aynı zamanda iç huzuru bulma, ruhu arındırma ve kalbi aydınlatma arzusunun da bir ifadesidir. Bu, imtihanlarla dolu dünya hayatında, kulluk bilincinin en saf ve en samimi halidir.

Ne var ki, dünya hayatının cazibesi, çoğu zaman insanı gerçeklerden uzaklaştırır. “SAKIN DÜNYA HAYATI SİZİ ALDATMASIN!” uyarısı (Lokman/33), asırlardır yankılanan ilahi bir hatırlatmadır. Dünya, geçici bir durak, bir gölgelikten ibarettir. Gerçek ve kalıcı olan, ahiret yurdudur. Dünya malına, makamına, şöhretine aşırı bağlanmak, ebedi mutluluğun önündeki en büyük engeldir. Oysa insan, bu geçici dünyanın güzelliklerine değil, asıl güzelliğin kaynağına yönelmelidir.

Nitekim, “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı…” (Secde 7) buyruğu, Allah’ın yaratmasındaki mükemmelliği ve estetiği bizlere hatırlatır. Etrafımızdaki her bir canlı, her bir tabiat olayı, O’nun sanatkarlığının ve kudretinin bir delilidir. Bir kertenkelenin renk cümbüşü, bir çiçeğin zarafeti, kâinattaki her detay, bizlere sonsuz bir güzelliği fısıldar.

Peki, bu güzellikler içinde insan neden var edilmiştir?
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2) ayeti, hayatın temel gayesini gözler önüne serer: İmtihan.
Hayat ve ölüm, birer amaç değil, daha güzel amel işlemek için verilen birer vesiledir. Bu bilinçle yaşayan insan, her anını bir ibadet, her eylemini bir güzellik olarak değerlendirir.

Bu imtihan sürecinde namaz, insanın kalbinde ilahi azameti sabitleyen, akılları O’na yönelten, ilahi adaletin kanununa itaati ve Rabbanî nizama imtisali sağlayan yegâne ilahi bir vesiledir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin İşarat-ül İ’caz’da belirttiği gibi, “Zaten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u ilahîye muhtaçtır.”
Namaz, sadece ferdî bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal hayatı da düzene sokan, adaleti tesis eden ve insana huzur veren bir sistemdir.

Tarihe baktığımızda, İslamiyet’in yükselişinin silah ve kılıçla olduğu bir dönemi görmekteyiz. Ancak Bediüzzaman’ın yine Risale-i Nur’da işaret ettiği gibi, “istikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.”
Gelecek, fiziksel güçten ziyade, bilgi, medeniyet ve hakkaniyetin gücüyle şekillenecektir. Bu da, İslam’ın temel prensiplerine bağlı kalarak, ilim ve hikmetle yükselmenin önemini anlatır.

Hayatta karşılaştığımız zorluklar, özellikle de hastalıklar, birer nimet olarak kabul edilebilir.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan, “Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır.” sözü, bu bakış açısının bir özetidir.
Hastalık, insana acizliğini, dünyanın geçiciliğini hatırlatır ve ahirete hazırlık yapması için bir uyarı niteliği taşır.

Aynı şekilde, “Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur.” (Risale-i Nur) ifadesi, imanın gücüyle her türlü zorluğun hoş karşılanabileceğini gösterir. İman, insana öyle bir güç ve perspektif verir ki, hayatın tüm evreleri, hatta yaşlılık ve ölüm bile, ilahi bir takdirin parçası olarak kabul edilir.

Şeyh Sadi Hazretleri’nin hikmetli sözü ise, amellerimizdeki samimiyeti sorgulatır: “Çok hayır işledim diye övünme! Bahçıvanın padişaha takdim ettiği meyve, yine padişahın bahçesindendir.”
Bu söz, yapılan tüm iyiliklerin, hayırların Allah’ın lütfu ve yardımıyla gerçekleştiğini, kulun sadece bir vesile olduğunu hatırlatır. Övünmek yerine şükretmek, kibir yerine tevazu göstermek, gerçek kulluk bilincinin bir gereğidir.

Sonuç olarak, hayatın sessizliği içinde yankılanan çığlıklar, günahların ağırlığı altında hissedilen yakarışlar, dünyanın aldatıcı cazibesine karşı verilen mücadele, ibadetin ve imanın sağladığı huzur, zorlukların içindeki hikmet ve yapılan her iyiliğin aslında Allah’ın lütfu olduğu bilinci; tüm bunlar, insanın bu fani dünyadaki yolculuğunda rehber edinmesi gereken temel hakikatlerdir. Bu hakikatlere sarıldığımızda, hayatın her anı bir ders, her zorluğu bir fırsat, her nefes bir ibadet haline gelir.

Özet
Bu makale, Mevlana, Bediüzzaman Said Nursi, Şeyh Sadi Hazretleri gibi düşünürlerin ve Kuran-ı Kerim ayetlerinin ışığında, insan hayatının derinliklerini, imtihanlarını ve hakikat arayışını ele almaktadır.
Makalede, deruni sessizliğin bir çığlık olabileceği, Allah’a yakarışın önemi, dünya hayatının aldatıcılığına karşı uyanık olma gerekliliği ve ilahi yaratılışın güzelliği anlatılmıştır.
Ayrıca, hayatın amacının güzel amel işlemek olduğu, namazın bireysel ve toplumsal hayattaki yeri, geleceğin medeniyet ve hakkaniyetle şekilleneceği, hastalıkların birer ibret vesilesi olduğu ve yapılan iyiliklerin Allah’ın lütfu olduğu hatırlatılmıştır.
Tüm bu unsurların, imanın gücüyle nasıl birleştiği ve insanı kemalete erdirdiği anlatılarak, fani dünyadaki yolculuğumuzda bizlere ışık tutulmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025

İnsanlığın Ebedi Yolculuğu ve Risale-i Nur’un Rehberliği

İnsanlığın Ebedi Yolculuğu ve Risale-i Nur’un Rehberliği

Hayatın akışı içinde savrulup duran insanoğlu, varoluşun sırrını, ölümün ardındaki gerçeği ve ahiret yurdunun ebediliğini idrak etmekte çoğu zaman aciz kalır.
Aşağıdaki ifadeler, modern çağın gürültüsü içinde kaybolan ruhlarımıza hikmetli damlalar, derin düşüncelere sevk etmektedir.

“Ben olmazsam bütün işler yatar diyenlerin hepsi burada yatıyor..!” sözüyle karşılaştığımız kabristan manzarası, insani gururun ve enaniyetin ne denli boş bir vehim olduğunu tokat gibi yüzümüze çarpmaktadır.

Tarih boyunca nice Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gelip geçmiş, kendilerini dünyanın ve zamanın yegâne hakimi sanmışlardır. Ancak onların da sonu, nihayetinde iki metrelik bir mezar olmuştur.

Bu hakikat, Bâkî’nin “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî / Durup el bağlayalar karşında yaran saf saf” dizelerinde de ifadesini bulur.

İnsan, fani varlığını idrak ettiğinde, dünya malına ve makamına olan tutkusundan sıyrılır, gerçek malikin Allah olduğunu anlar ve bütün varlığıyla O’na yönelir. Bu, hem ferdi hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.

Diğer yandan, “Musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır” ve “Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz” sözleri, hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve her zorluğun aslında ilahi bir çağrı niteliği taşıdığını anlatır.

Tarih, musibetlerle olgunlaşan milletlere ve şahsiyetlere şahitlik etmiştir. Hz. Yusuf’un kuyuya atılmasıyla başlayan çileli yolculuğu Mısır’a sultan olmasına, Hz. Eyüp’ün sabrı ise şifa bulmasına vesile olmuştur. Her musibet, insana aczini, fakrını ve Rabbine olan ihtiyacını hatırlatır. Bu idrak, kişiyi gaflet uykusundan uyandırarak manevi bir uyanışa sevk eder.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Kastamonu Lahikası’nda belirttiği gibi, milletin anarşiden ve tehlikelerden kurtulması için merhamet, hürmet, emniyet, haramdan çekinmek ve itaati esas almak elzemdir. Bu ilkeler, sadece bireysel kurtuluşun değil, aynı zamanda toplumun huzur ve selametinin de temelidir.

“Her şey, nur-u Ahmedî (asm) ile alâkadardır” ve “Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever” ifadeleri, imanın merkezinde Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) sevgisinin ve Allah sevgisinin olduğunu açıkça ortaya koyar.

İslâm medeniyeti, bu iki temel sevgi üzerine kurulmuş, ilimden sanata, adaletten ahlaka kadar her alanda bu sevginin yansımalarını sergilemiştir. Endülüs’ten Osmanlı’ya kadar uzanan geniş coğrafyada Müslümanlar, bu sevgiyle yoğrulmuş bir medeniyet inşa etmişlerdir.

Nur-u iman ile tefekkür eden, hakikati gören bir göz, evrendeki her zerrenin Allah’ın bir ayeti olduğunu, her varlığın O’nu tesbih ettiğini idrak eder. Bu derin anlayış, kişiyi küfür zulmetinden kurtarır ve kalbini nur ile doldurur.

Ancak “İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa ahlâk-ı rezîleye ve israfat ve abesiyete medar olur” uyarısı, insanın nefsine ve dünya heveslerine esir düşmesi halinde karşılaşacağı tehlikeleri gözler önüne serer.
Günümüz dünyasında maddeye olan aşırı düşkünlük, teknolojinin kötüye kullanılması ve manevi değerlerden uzaklaşma, bireysel ve toplumsal çöküşlere yol açmaktadır.

Bütün bu hakikatler ışığında, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Çok emarelerle hem şarkta hem garbda Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak” tesbiti de dikkat çekicidir. Bu, sadece siyasi bir tahmin değil, aynı zamanda İslâm’ın evrensel mesajının ve Risale-i Nur’un hizmetlerinin gelecekteki yayılışına dair bir umudu ve müjdeyi ifade eder.

Risale-i Nur, günümüz insanının hem akli hem de kalbi ihtiyaçlarına cevap veren, iman hakikatlerini çağın idrakine sunan bir tefsirdir.

Mehmet Özçelik (@Mehmetözçelik) tarafından yürütülen www.tesbitler.com gibi çalışmalar (ımız), bu nurun yayılmasına vesile olan çabalardandır.

Sonuç olarak, Risale-i Nur, modern insanın maruz kaldığı gaflet, umutsuzluk ve anlamsızlık girdabından kurtulması için bir çıkış yolu sunar. Ölümün bir yok oluş değil, ebedi âleme açılan bir kapı olduğunu, musibetlerin birer terbiye aracı olduğunu, her şeyin Allah’ın nuruyla ilişkili olduğunu ve gerçek saadetin Allah’a olan muhabbette yattığını öğütler. Bu hikmetli dersler, insanı maddeperestlikten ve nefsanî arzulardan arındırarak, ahiret odaklı bir yaşam sürmeye teşvik eder.

Özet:
Bu makale, Risale-i Nur’dan ilham alan hakikatler aracılığıyla insanın fani varlığına, musibetlerin hikmetine, Allah ve Peygamber sevgisinin önemine ve dünya hayatının imtihan mahiyetine dikkat çekmektedir.
Gururun boşluğu, dünyanın geçiciliği ve manevi değerlere yönelmenin önemi anlatılmıştır. Makale, Risale-i Nur’un iman hakikatlerini çağımıza taşıyan bir rehber olduğunu ve insana hem bireysel hem de toplumsal anlamda kurtuluş yolunu gösterdiğini belirtmektedir.

Özellikle Mehmet Özçelik’in çabaları (mız) gibi hizmetlerin, Risale-i Nur’un mesajının yayılmasındaki rolüne değinilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 31st, 2025