image_pdfimage_print

İlim ve Teknolojinin Ahir Zamandaki Yükselişi: Risale-i Nur’un İşaretleri ve Günümüz Gerçekleri

image_pdfimage_print

İlim ve Teknolojinin Ahir Zamandaki Yükselişi: Risale-i Nur’un İşaretleri ve Günümüz Gerçekleri

“Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: ‘Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.’ “

“Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: ‘Ulum ve fünûnun en parlağı olan belagat ve cezâlet, bütün envâıyla ahir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”
bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

*****

Kur’ân-ı Kerîm’in mu’cizü’l-beyân üslubunu çözümleyen Bediüzzaman Said Nursî, geleceğin insanlık için hangi alanlarda şekilleneceğine dair dikkat çekici işaretler verir. Onun ifadesiyle:

> “Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”

Bugün, bu sözlerin gölgesinde yaşadığımız çağın manzarası nettir: İnsanlık tarihinde hiçbir dönemde ilim ve teknoloji, bugünkü kadar hayatın merkezine oturmamıştır. Devletlerin gücü, artık sadece askeri kuvvetle değil, sahip oldukları bilimsel birikim, teknolojik üstünlük ve inovasyon kabiliyetiyle ölçülmektedir.

Bilimin Elinde Hüküm ve Kuvvet

Geçmiş yüzyıllarda gücün kaynağı kılıç, toprak veya servet iken, bugün yapay zekâ, biyoteknoloji, nükleer enerji, uzay çalışmaları ve iletişim teknolojileri belirleyici bir güç unsuru hâline gelmiştir. En gelişmiş teknolojiye sahip olan ülkeler, küresel siyasetin yönünü tayin etmekte; ekonomilerini büyütmekte; toplumlarına refah sunmakta; hatta kültürel nüfuzlarını artırmaktadır.

Bu noktada, Bediüzzaman’ın ifadesi, yalnızca bir tesbit değil, aynı zamanda bir hakikati hatırlatır:
İlim ve teknolojiye yatırım yapan kazanır; geri kalanlar ise bağımlı hâle gelir.

Belâgat ve İletişim Çağı

Bir diğer işaret ise Kur’ân’ın belâgat vurgusudur:

> “İnsanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”

Bugünün dünyasında bu işaretin karşılığı çok açıktır: İletişim teknolojileri. İnternet, sosyal medya, dijital platformlar, yapay zekâ destekli iletişim araçları… Artık fikirler, ordulardan daha güçlüdür.
Bir “tweet”, bir “video” ya da bir “sanal söylem”, milyonlara ulaşarak toplumları yönlendirebilmektedir. Kamuoyu yönetimi, reklamcılık, medya savaşları ve diplomasi hep bu “belâgat çağının” ürünleridir.

Dolayısıyla günümüz insanı için sadece bilimsel üretim değil, aynı zamanda fikir ve ifade becerisini teknolojiyle birleştirebilmek de büyük önem taşımaktadır.

Günümüz İçin Dersler

İlim ve teknolojiye yatırım yapan kazanır: Bugün Amerika, Çin, Avrupa gibi güç merkezleri, teknolojideki yatırımlarıyla küresel rekabette öne çıkmaktadır.

İletişim silahı en az teknoloji kadar güçlüdür: Toplumlar, fikir ve ifade gücüyle yönlendirilmektedir. Medya üstünlüğü, askeri üstünlük kadar belirleyici olabilmektedir.

İslâm dünyası için mesaj: Müslüman ülkelerin geri kalmaması için, eğitim, ilim ve teknolojiye yoğun yatırım yapmaları şarttır. Aksi hâlde, sahip oldukları maddî kaynaklar bile başkalarının teknolojisine bağımlı kılacaktır.

Sonuç

Bediüzzaman’ın işaret ettiği hakikatler, bugün gözlerimizin önünde gerçekleşmektedir. İlmin elinde hüküm ve kuvvet toplanmış; belâgat ve ifade, toplumları yönlendiren en güçlü araç hâline gelmiştir. O hâlde bizim için en büyük vazife, bu hakikati görmezden gelmeyip, bilim ve teknolojiyi Kur’ân’ın rehberliğiyle bütünleştirerek insanlığın hizmetine sunmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Peygamber’in “verdiği şeyler

image_pdfimage_print

Peygamber’in “verdiği şeyler”

Haşir Suresi, 7. ayet şöyle buyuruyor:

> “Peygamber size ne verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan sakının. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir, 59/7)

  1. Ayetin bağlantısı

Bu ayet aslında ganimet ve fey mallarının dağıtımı meselesiyle alakalıdır. Allah Teâlâ, bu malların kimlere verileceğini saydıktan sonra, işin ölçüsünü Rasûlullah’ın taksim ve tasarrufuna bağlamaktadır. Yani:

Peygamber neyi verirse, onu almak meşrudur.

Neyi yasaklarsa, ondan kaçınmak vaciptir.

Bu yönüyle ayet, sadece ganimet değil, genel olarak Peygamber’in emir ve yasaklarının bağlayıcılığını bildirmektedir.

  1. Peygamber’in “verdiği şeyler”

Kur’an-ı Kerim: En başta, Allah’tan aldığı vahyi ümmete vermesi.

Ganimet ve fey malları: Ayetin doğrudan bağlandığı konu. Rasûlullah bunları belirlenen sınıflara dağıtır.

Hüküm ve emirler: Farz ibadetler, zekâtın tarifi, namazın vakitleri, hac menasiki gibi detaylı uygulamalar.

Helâl kıldığı şeyler: Yenilmesine, kullanılmasına, yapılmasına izin verdikleri.

  1. Peygamber’in “nehyettiği şeyler”

Kur’an’da yasaklananlar: Şirk, haram yiyecekler, faiz, zina vb.

Sünnette yasakladıkları: Mesela; altın ve ipek erkeklere, şarap, kumar, kabirleri bayram yeri edinmek, bidat ve hurafeler.

Toplumsal düzeni bozan şeyler: Zulüm, haksızlık, israf, rüşvet, gıybet, nifak, fitne.

  1. Hikmeti

Bu ayet, ümmete şunu öğretmektedir:

Allah Rasûlü’nün sözü Kur’an’dan ayrı bir kaynak değil, Kur’an’ın canlı tefsiri ve tatbikidir.

Onun emir ve yasakları Allah’ın emri ve yasağı mesabesindedir.

Dolayısıyla, Rasûlullah’ın sünneti dinin ikinci ana kaynağıdır.

📌 Özetle:
Haşir 7’de geçen “Rasûl’ün verdikleri” Kur’an, ganimet/fey mallarının dağılımı, emir ve helâl kıldıklarıdır. “Nehyettikleri” ise Kur’an ve sünnetle yasakladığı haramlar, mekruhlar ve toplumsal düzeni bozan yasaklardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Gazze Katliamı, Küresel Direniş ve Çöken Siyonist Düzen

image_pdfimage_print

Gazze Katliamı, Küresel Direniş ve Çöken Siyonist Düzen

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beştepe’de düzenlenen Mevlid-i Nebi Haftası Açılış Programı’nda yaptığı konuşmada, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlara karşı sert bir çıkışta bulundu. “Bu Netanyahu denilen gaddarın, kafirin o kıyımına asla seyirci kalamayız” sözleri, Türkiye’nin Filistin davasına verdiği desteği bir kez daha ortaya koydu.

İsrail: İnsanlığın Düşmanı

Gazze’de aylardır süren soykırım saldırıları, yalnızca insanları değil, insanlığı hedef alıyor.

Ambulanslar yakılıyor, yaralıların kurtarılmasının önü kesiliyor.

Çocuklar su kuyruğunda katlediliyor.

Yerleşimci terörü Batı Şeria’da ev gasplarıyla sürüyor.

Siyonist siyasetçiler, “minimum nüfus, maksimum toprak” diyerek işgalin stratejisini açıkça ilan ediyor.

Bu tablo, İsrail’in sadece bir devlet değil; şeytani bir ideolojinin yeryüzündeki tezahürü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Çöküşün İşaretleri: İsrail Ordusunda Moral Krizi

Gazze’de görev alan bir İsrailli askerin itirafı, ordudaki psikolojik çöküşün boyutunu gözler önüne serdi:
“Bu lanet savaş bitince İsrail’i büyük bir intihar dalgası bekliyor.”

Bu sözler, askeri güce dayalı düzenin içeriden çürüdüğünü gösteriyor. Her ne kadar tanklar, füzeler ve uçaklarla Filistin’i yok etmeye çalışsalar da, mazlumların duası ve adaletin yasası karşısında bu güçlerin uzun ömürlü olamayacağı anlaşılıyor.

ABD ve İsrail’i Sarsacak Skandal

İsrail’in arkasındaki en büyük destekçi ABD de çalkantıda. Jeffrey Epstein dosyalarının 33 bin sayfalık belgelerle yeniden gündeme gelmesi, küresel düzenin ahlaki çürümesini gözler önüne serdi. Batı’nın sözde “demokrasi ve özgürlük” sözlerinin ardında çocuk istismarı, sömürü ve karanlık ilişkiler olduğu bir kez daha açığa çıktı.

Küresel Sumud Filosu: Umudun Yelkenleri

Gazze’ye yönelik ablukayı kırmak için 44 ülkeden aktivistlerin katıldığı Küresel Sumud Filosu, insanlığın vicdanını harekete geçirdi. İtalya’dan İspanya’ya, Yunanistan’dan Türkiye’ye kadar yüzlerce gönüllü, “Gazze’ye yardım, özgürlüğe destek” sloganlarıyla yola çıktı. Katanya’da on binler, “Filistin’e özgürlük” nidalarıyla yürüdü.

Bu tablo, zalim düzenin karşısında küresel bir dayanışma bilincinin yükseldiğini gösteriyor.

Filistin’in Çığlığı: Sanat ve Vicdan

Gazze’de katledilen 5 yaşındaki Hind Receb’in hikâyesini anlatan film, Venedik Film Festivali’nde ayakta alkışlandı. Salon, “Özgür Filistin” sloganlarıyla inlerken, Filistin bayrağı bir sanat sahnesinde tüm dünyanın gözleri önünde yükseldi.

Bu, yalnızca bir film gösterimi değil; mazlum bir çocuğun çığlığının insanlığın ortak vicdanına ulaştığının işaretiydi.

Sonuç: Zalim Düzen Yıkılacak

Bugün Netanyahu ve ekibi kanlı saldırılarla ömrünü uzatmaya çalışıyor. Fakat zulmün her türlüsü, tarihte olduğu gibi çökmeye mahkûmdur. Filistin’in çocukları, şehitleri ve direnişçileri, bu hakikatin canlı şahitleridir.

Erdoğan’ın sözleri, bu hakikati İslam dünyasına yeniden hatırlattı:
“Dünyanın neresinde bir Müslüman varsa, gönlümüz, aklımız, ruhumuz oradadır.”

Bugün Gazze’nin kanı, bütün insanlığın vicdanında akıyor. Ve insanlık, zalimlerin değil mazlumların yanında saf tutarak yeni bir tarihe doğru yürüyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

image_pdfimage_print

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın en mühim İslâm âlimlerinden biri olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile modern çağın tahribatlarına karşı bir maneviyat kalesi inşa etmiştir. Hayatı boyunca sürgünler, hapishaneler ve baskılarla dolu bir mücadele veren Nursî, eserlerinde iman hakikatlerini, nefs muhasebesini ve ümmet birliğini derin bir hikmetle ele almıştır.
Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak inceleyeceğiz.
Bu sözler, takva ile tahribata direnişten, nefsin körlüğüne; heveslerin aldatıcılığından, Türkiye’nin İslâm dünyasındaki stratejik konumuna kadar uzanan bir bütünlük arz eder.

#### 1. Takva: Çağın Tahribatına Karşı En Büyük Esas

“Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 303)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, modern çağın manevi yıkımlarına karşı takvanın rolünü vurgulayan bir manifestodur. Takva, sadece bireysel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir kalkandır. Tarihi perspektiften bakıldığında, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, dünya savaşları ve seküler akımların yükselişi gibi olaylar, “menfi cereyan” olarak adlandırılan yıkıcı akımları doğurmuştur. Nursî, kendi hayatında bu tahribatı bizzat yaşamış; Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş, Cumhuriyet döneminde sürgün edilmiş ve eserleri nedeniyle yargılanmıştır. Bu deneyimler, onun takvayı “en büyük esas” olarak görmesine zemin hazırlamıştır.

Edebi bir bakışla, takva bir kale gibidir; farzları yerine getirmek surları örmek, kebirelerden (büyük günahlardan) kaçınmak ise kapıları sağlamlaştırmaktır. Düşünün ki, bir gemi fırtınada yol alırken, kaptanın rotayı koruması gibi, takva da insanı manevi fırtınalardan korur. İbretli bir kıssa olarak, Hz. Yusuf’un zindanda takvasıyla kurtuluşunu hatırlayalım: O, farzları terk etmeyip büyük günahlardan kaçınarak, sonunda Mısır’a vezir olmuştur. Benzer şekilde, Nursî’nin talebeleri, zor zamanlarda takvayla direnmiş, Risale-i Nur’un yayılmasına vesile olmuşlardır.

Düşündürücü yanı ise şudur: Günümüzde teknoloji ve tüketim kültürü, tahribatı hızlandırmakta; sosyal medya gibi menfi cereyanlar, gençleri günahlara sürüklemektedir. Takva, bu akımlara karşı bir direniş manifestosudur. Genişçe ele alacak olursak, takva sadece ibadetlerle sınırlı değil; ahlakî, sosyal ve ekonomik boyutları da kapsar. Örneğin, tarihi bir ibret olarak, Endülüs’ün düşüşünde takva eksikliğinin rolü büyüktür – lüks ve hevesler, manevi surları zayıflatmıştır. Nursî, bu sözüyle bizi uyarır: Kurtuluş, farzları yapıp kebirelerden kaçınmakta yatar; bu, basit ama derin bir hikmettir. Böylece, birey ve toplum, tahribata karşı manevi bir kale inşa eder.

#### 2. Nefsin Körlüğü: Hakikat Güneşine Mani Bir Hicab

“Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur. Evet, müşahedemele sabittir ki; kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taş bir za’fiyet görünürse, o kör olan nefs o kaleyi tamamen inkâr eder.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 82)

Nursî’nin bu iktibası, nefsin manevi körlüğünü edebi bir metaforla resmeder: Körlük, hakikat güneşini perdeleyen bir hicabdır. Tarihi bağlamda, Nursî’nin Eski Said’den Yeni Said’e geçişi bu körlüğün aşılmasına örnektir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgali ve kendi iç mücadelesi sırasında, nefsini muhasebeye çekmiş, Risale-i Nur’un temellerini atmıştır. Bu, bir âlimin nefisle savaşının hikmetli bir yansımasıdır.

Edebi olarak, nefis bir kale içindeki küçük bir taş gibidir; zaafiyet gösterirse, tüm kaleyi inkâr eder. Bu, Shakespeare’in Hamlet’inde “Bir çürük elma tüm sepeti bozar” deyişine benzer – küçük bir kusur, büyük hakikatleri yok sayar. İbretli bir örnek, Firavun’un hikâyesidir: Musa’nın mucizelerine rağmen, nefsin körlüğüyle inkâra sapmış, Nil’de boğulmuştur. Nursî, müşahedesiyle bunu doğrular; kendi hayatında, talebelerinin küçük zaafiyetlerle imanlarını sorguladığını görmüştür.

Düşündürücü yanı, modern psikolojide “bilişsel önyargı” olarak bilinen kavramla örtüşmesidir: İnsan, kusurlarını büyütürken hakikatleri küçültür. Genişçe inceleyecek olursak, nefis körlüğü bireysel değil, toplumsal bir sorundur. Tarihi olarak, Haçlı Seferleri’nde Batı’nın Doğu’yu inkârı, bu körlüğün bir tezahürüdür. Nursî, bizi uyarır: Hakikat kalesini korumak için, nefsin zerre kadar körlüğünü temizlemek şarttır. Bu, manevi bir arınma yolculuğudur; küçük zaafiyetler, büyük inkârlara yol açar. Böylece, hakikat güneşi, kalpte doğar.

#### 3. Heveslerin Peşinde Koşma: Fâni Lezzetlerin Aldatıcılığı

“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” (Emirdağ Lahikası)

Bu söz, Nursî’nin nefs muhasebesini hevesler üzerinden ele alır; çocuksu hevesler, manevi olgunluğa engeldir. Tarihi açıdan, Nursî’nin sürgün yıllarında yazdığı lahikalar, talebelerine bu uyarıyı yapmıştır. 1940’ların zorluklarında, maddi lezzetlere kapılmamak, iman hizmetinin anahtarı olmuştur.

Edebi bir tasvirle, hevesler geçici bir oyuncağa benzer; çocuk gibi peşinde koşan, sonunda pişmanlık duyar.
Bu, Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki “Dünya bir oyundur” deyişini çağrıştırır. İbretli bir kıssa, Hz. Süleyman’ın hikâyesidir: Tüm zenginliğine rağmen, hevesleri aşmış, “Bu dünya bir hiçtir” demiştir. Nursî, kendi hayatında hevesleri terk ederek, Risale-i Nur’a odaklanmıştır; bu, bir âlimin manevi zaferidir.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde tüketim toplumu, hevesleri körükler; sosyal medya, anlık lezzetlerle manevi boşluk oluşturur. Genişçe ele alacak olursak, hevesler tarihi facialara yol açmıştır – Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde lüks ve eğlence rol oynamıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Fâni lezzetler elemler bırakır, kalıcı olan ise uhrevî sevaplardır. Bu, olgunluk yolculuğudur; hevesleri aşmak, manevi lezzetlere kapı açar.

#### 4. Türkiye: İslâm Dünyasının Garbî Kalesi

“Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz İttihad-ı İslâm mümkün değildir.”” (Tarihçe-i Hayat, s. 720)

Nursî’nin bu sözü, Türkiye’nin jeopolitik ve manevi rolünü anlatır. Tarihi olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde Nursî, İttihad-ı İslâm’ı savunmuş; Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir. Bu, ümmet birliğinin hikmetli bir çağrısıdır.

Edebi bir metaforla, Türkiye bir kale gibidir; garbî konumunda İslâm’ı korur. Bu, kale savunmalarını hatırlatan destansı bir anlatımdır. İbretli bir örnek, İstanbul’un fethidir: Fatih’in zaferi, İslâm’ın garbî kalesini güçlendirmiştir. Nursî, Cumhuriyet döneminde bile bu vizyonu sürdürmüştür; Risale-i Nur, Türkiye üzerinden ümmete yayılmıştır.

Düşündürücü yanı, günümüz küresel siyasetindedir: Türkiye’siz bir İslâm birliği, eksik kalır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi olarak, Selçuklu ve Osmanlı, garbî kale rolünü üstlenmiştir – Haçlılara karşı direniş bunun isbatıdır. Nursî, bizi uyarır: Bu kale zayıflarsa, ümmet dağılır. Bu, birlik ve direniş çağrısıdır; Türkiye, manevi bir misyon taşır.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi tahribata karşı takva, nefs körlüğü, heves aldatıcılığı ve Türkiye’nin kale rolünü ele alır. Takva kurtuluşun esasıdır; nefis körlüğü hakikati perdeler; hevesler fâni elemler getirir; Türkiye ise İslâm birliğinin anahtarıdır. Bu sözler, tarihi ibretlerle yoğrulmuş, düşündürücü bir bütünlük sunar: Çağın yıkımlarına karşı manevi kaleler inşa etmek, her müminin vazifesidir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu imanî bir yolculuğa davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında İhlâs, Meşru Daire, İmtihan ve Muhabbet Yolculuğu

image_pdfimage_print

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında İhlâs, Meşru Daire, İmtihan ve Muhabbet Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın manevi mimarı olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile insan ruhunu aydınlatan bir fener olmuştur. Hayatı imtihanlar, sürgünler ve mücadelelerle dolu olan Nursî, eserlerinde ihlâsı, meşru daireyi, dinin imtihan niteliğini ve muhabbetin sınırlarını derin bir hikmetle işlemiştir. Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak ele alacağız.
Bu sözler, ihlâstan başlayarak muhabbete uzanan bir zincir oluşturur; hepsi manevi bir bütünlük içinde, çağımızın ruhî yaralarına merhem olur.
Tarihi olaylar, edebi metaforlar, ibretli kıssalar ve düşündürücü tefekkürlerle genişleteceğimiz bu inceleme, okuyucuyu fıtratın derinliklerine davet eder. Her bölüm, Nursî’nin hikmetli bakışı ile yoğrulmuş olup, bireysel ve toplumsal kurtuluşa işaret eder.

#### 1. İhlâs: Sevabın ve Rıza-yı İlâhî’nin Anahtarı

“Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün.” (Risale-i Nur, Lem’alar)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, amellerin değerini belirleyen ihlâsı, manevi bir pusula olarak sunar. İhlâs, sadece samimiyet değil, aynı zamanda rıza-yı İlâhî’ye odaklanan bir kalp duruşudur. Tarihi açıdan, Nursî’nin kendi hayatı bu hikmetin canlı bir örneğidir: Birinci Dünya Savaşı’nda cephede, sürgünlerde ve hapishanelerde, tüm hizmetini yalnız Allah rızası için yapmıştır. Risale-i Nur’un yazımı sırasında, maddi karşılık beklemeden, ihlâsı esas tutması, eserlerinin milyonlara ulaşmasına vesile olmuştur. Bu, bir âlimin tarihi direnişidir; Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in seküler baskıları karşısında, ihlâs manevi bir kale olmuştur.

Edebi bir tasvirle, ihlâs bir nehir gibidir; saf ve duru akar, rıza-yı İlâhî ise onun denize kavuştuğu sonsuz ufuktur. Sevap arayışı, bu nehirde yelken açmaktır – rüzgârı ihlâs olan yelkenli, fırtınalara direnir. İbretli bir kıssa olarak, Hz. İbrahim’in Nemrud’un ateşine atılırkenki hali hatırlanır: O, sevap için değil, yalnız Allah rızası için direnmiş, ateş gül bahçesine dönmüştür. Nursî, benzer şekilde, Denizli Hapishanesi’nde ihlâsla yazdığı meyveler, talebelerini kurtarmıştır.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde, sosyal medya ve şöhret tutkusu, ihlâsı zedeler; ameller gösterişe kurban gider. Genişçe ele alacak olursak, ihlâs tarihi zaferlerin sırrıdır – Endülüs’ün altın çağında âlimlerin samimiyeti, ilmi yükseltmiş; ancak ihlâs kaybı, çöküşe yol açmıştır. Nursî, bizi uyarır: Çok sevap istiyorsak, yalnız rıza-yı İlâhî’yi düşünelim; bu, kalbi kirlerden arındırır. Böylece, amellerimiz ebedî bir değere kavuşur, manevi bir miras bırakır.

#### 2. Meşru Daire: Ruh, Kalp ve Nefsin Hakiki Lezzetleri

“Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeye sebebdir.” (Gençlik Rehberi – 150)

Nursî’nin bu iktibası, meşru daireyi bir cennet bahçesi olarak resmeder; burada ruh, kalp ve nefs, helal lezzetlerle doyar. Gayr-ı meşru daire ise, zehirli bir meyve gibidir – anlık tat, sonsuz acılar doğurur. Tarihi perspektiften, Nursî’nin Gençlik Rehberi’ni yazdığı dönem, 1940’ların gençliğinin seküler akımlara kapıldığı yıllardır. O, kendi gençliğinde ilim peşinde koşarken, meşru daireyi keşfetmiş; bunu, talebelerine miras bırakmıştır.

İbretli bir örnek, Hz. Yusuf’un zindan tercihi: Gayr-ı meşru lezzete kapılmayıp, iltifat-ı Rahmanî’yi kazanmış, Mısır’a hükümdar olmuştur. Nursî, benzer şekilde, sürgünlerinde helal dairede kalmış, Risale-i Nur’un lezzetini tatmıştır.

Düşündürücü yanı, modern tüketim toplumunda belirgindir: Bağımlılıklar ve haram ilişkiler, anlık keyif için daimî elemler getirir. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi facialar bu hikmeti doğrular – Roma’nın çöküşünde gayr-ı meşru lezzetler rol oynamış, toplum manevi iltifattan mahrum kalmıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Meşru daire kâfidir; iltifat-ı Rahmanî, hakiki lezzettir. Bu, nefsi terbiye yolculuğudur; helal sınırlar, ruhu özgür kılar.

#### 3. Din: İmtihan ve Tecrübe Meydanı

“Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın.” (Risale-i Nur Külliyatı’ndan)

Bu söz, dini bir arena olarak tanımlar; burada yüksek ruhlar (ervah-ı âliye) ile düşük ruhlar (ervah-ı sâfile), imtihanla ayrılır. Tarihi açıdan, Nursî’nin külliyatı, 20. yüzyılın materyalist fırtınalarına karşı yazılmıştır; dinin imtihan niteliği, inananları güçlendirmiştir. O, kendi hayatında bu tecrübeyi yaşamış – savaşlar, sürgünler, onun ruhunu âliye katmıştır.

Edebi bir metaforla, din bir müsabaka meydanıdır; teklif-i İlâhî, hakemin düdüğüdür – yüksek ruhlar zaferle ayrılır, düşükler mağlup olur. Bu, epik bir destan gibidir; kahramanlar imtihanla yükselir.
İbretli bir kıssa, Hz. Eyyub’un hikayesi: Hastalık imtihanıyla, ervah-ı âliye olduğunu göstermiş, mükâfatını almıştır.
Nursî, benzer şekilde, hapishanelerde talebeleriyle müsabaka etmiş, Risale-i Nur’un zaferini kazanmıştır.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüz dünyasında, maddi başarılar imtihanı gizler; ancak din, ruhları sınıflar. Genişçe ele alacak olursak, tarihi olaylar bu ayrımı gösterir – Peygamberlerin mucizeleri, ervah-ı âliye’yi ortaya çıkarmış; inkârcılar sâfile kalmıştır. Nursî, bizi uyarır: İmtihan, ayrılık içindir; tecrübe, ruhu olgunlaştırır. Bu, varoluşun hikmetidir; müsabaka, ebedî mertebeleri belirler.

#### 4. Gayr-ı Meşru Muhabbet: Merhametsiz Azabın Kaynağı

“Gayr-ı meşru muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.”

Nursî’nin bu kısa ama derin sözü, meşru olmayan sevginin acı sonunu anlatır; muhabbet, yanlış yöne saparsa, azaba dönüşür. Tarihi olarak, Nursî’nin eserlerinde bu, nefsin tuzaklarına karşı bir uyarıdır; kendi hayatında, muhabbetini yalnız Allah’a hasretmiş, talebelerine örnek olmuştur.

Edebi bir tasvirle, gayr-ı meşru muhabbet bir zehirli ok gibidir; kalbe saplanır, merhametsiz azab doğurur. Bu, trajik bir aşk hikâyesine benzer – başlangıç tatlı, sonu felaket.
İbretli bir örnek, Kerbela vakası: Yanlış muhabbetler, Hüseyin’in şehitliğine yol açmış, azab getirmiştir. Nursî, modern çağda haram ilişkileri bu açıdan ele alır; muhabbeti helale yöneltmek, kurtuluştur.

Düşündürücü yanı, ilişkilerdeki kırılganlıktadır: Günümüzde, gayr-ı meşru sevgiler boşanma ve acıları çoğaltır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi edebiyatta bu tema yaygındır – Romeo ve Juliet’in trajedisi, meşru sınırların ihlalinden doğar.
Nursî, bizi düşünmeye iter: Muhabbet, merhametli olmalı; yoksa azab kaçınılmazdır. Bu, kalp eğitimidir; meşru muhabbet, ebedî saadete kapı açar.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi yolculuğun anahtarlarını sunar: İhlâs sevabın esasıdır; meşru daire hakiki lezzetleri barındırır; din imtihanla ruhları ayırır; gayr-ı meşru muhabbet azab getirir.
Bu sözler, tarihi ibretler ve edebi metaforlarla bütünleşir, düşündürücü bir uyum oluşturur: İhlâstan muhabbete, her adım rıza-yı İlâhî’ye yönelir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu nefis muhasebesine davet eder, çağın tahribatına karşı manevi direniş çağrısı yapar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Kuşların Tüy Yenilenmesi: Yaratılışın Hikmetli Bir Mucizesi

image_pdfimage_print

Kuşların Tüy Yenilenmesi: Yaratılışın Hikmetli Bir Mucizesi

Tabiatın derinliklerinde gizlenen mucizeler, insanoğlunu her daim düşündürmüş ve ilham vermiştir. Bu mucizelerden biri, kuşların tüylerini periyodik olarak yenilemesidir. Bu süreç, yalnızca biyolojik bir olay değil, aynı zamanda ilahi bir rahmetin, hikmetin ve düzenin tezahürüdür. Aşağıda, Risâle-i Nur Külliyâtı’ndan alınan bir metni birebir iktibas ederek, bu konuyu hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü yönleriyle ele alacağım.

#### Hikmetli Yönü: İlahi Düzenin ve Rahmetin Tezahürü

Metin şöyle der:
“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”

Bu metin, kuşların tüy yenilenmesini, evrenin büyük düzenine bağlayan bir hikmet penceresi açar. Hikmetli yönüyle ele aldığımızda, bu süreç Allah’ın (c.c.) sonsuz rahmetinin bir yansımasıdır. Kuşların tüyleri, her yıl dökülüp yenilenirken, bu yalnızca korunma ve uçuş için değil, aynı zamanda yaratılışın sürekli tazelenmesinin bir delilidir. Düşünün ki, bir serçe veya papağanın tüyleri, soğuktan korunmak, su geçirmezlik sağlamak ve aerodinamik uçuş için tasarlanmış bir sanat eseridir. Bu yenilenme, biyolojik bir zorunluluktan öte, ilahi bir kanunun parçasıdır: Zerreden güneşe kadar her şey, aynı hikmetli yasalarla yönetilir. Bu, insana şu dersi verir: Hayatımızdaki zorluklar, tıpkı kuşun tüy dökümü gibi, yenilenme için bir fırsattır. Hikmet burada, küçük bir detayın büyük bir kozmik düzenle bağlantısında yatar; evrenin her atomu, bu ilahi senfonide rol oynar. Eğer kuşun tüyü bu kadar hassas bir dengede yenileniyorsa, insan ruhunun da manevi tazelenmeye ihtiyacı vardır – bu, hikmetin en derin katmanıdır.

#### Edebi Yönü: Şiirsel Bir Yaratılış Senfonisi
Metnin devamı şöyle:
“Hem hangi kanunla senin bedenindeki hücreyâtın zerrelerini tazelenidiriyor, tamir ve tahli ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir.
Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.
Hem o Sâni’-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder;
aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder.”

Edebi açıdan, bu metin bir şiir gibi akar; metaforlar ve benzetmelerle dolu bir edebiyat şaheseridir. Kuşların tüy yenilenmesi, “tüylü libas” olarak tasvir edilir – bu, giysi metaforuyla Tabiatın zarif bir elbise gibi değişimini hatırlatır. Edebiyat tarihinde, tabiat ifadeleri sıkça kullanılmıştır; örneğin, Wordsworth’ün romantik şiirlerinde tabiat, ruhun yenilenmesinin sembolüdür. Burada ise, kuşun tüyü, bir “libas” olarak, ilahi bir terzinin elinden çıkan bir sanat eseri gibi sunulur. Bu yenilenme, bahar mevsiminin çiçek açmasıyla paraleldir: Her bahar, dünya yeni bir “peçe” üstüne çeker, tıpkı kuşun tüylerinin tazelenmesi gibi. Edebi olarak, bu süreç bir senfoni gibidir – zerrelerin hareketi, hücrelerin tamiri, ağaçların canlanması… Hepsi, büyük bir şiirin mısralarıdır. Okuyucu, bu ifadelerde hayal gücünü harekete geçirir; bir kuşun kanadındaki renk cümbüşü, evrenin renkli bir tablosu olur. Bu edebi zenginlik, insanı sıradan bir biyolojik olaydan çıkarıp, mistik bir yolculuğa çıkarır, tıpkı Mevlana’nın Mesnevi’sindeki doğa alegorileri gibi.

#### Tarihi Yönü: Geçmişten Günümüze Yaratılışın İzleri
Tarihi perspektiften bakıldığında, kuşların tüy yenilenmesi, insanlık tarihinin tabiat bakışlarıyla iç içedir. Antik Mısır’da kuşlar, tanrı Horus’un sembolü olarak yenilenmeyi temsil ederdi; firavunlar, kuş tüylerini amuletlerde kullanarak sonsuz hayatı simgelerdi. Ortaçağ Avrupa’sında, Aristoteles’in doğa tarihine dair yazıları, kuşların mevsimsel değişimlerini incelemiş, bu yenilenmeyi Tanrı’nın düzeninin bir parçası olarak görmüştür. İslam tarihinde ise, İbn Sina gibi düşünürler, kuş anatomisini inceleyerek, bu süreçleri ilahi hikmetle bağdaştırmıştır.
Risâle-i Nur’un bu metni, 20. yüzyıl başlarında Bediüzzaman Said Nursi tarafından kaleme alınmış olup, modern bilimin doğa kanunlarını keşfettiği bir dönemde, bunları tevhid inancıyla bütünleştirmiştir. Tarihi ibret burada yatar: İnsanlık, kuşların tüy yenilenmesini binlerce yıldır gözlemlemiş, ancak bu gözlemler, materyalist bir bakışla sınırlı kaldığında anlamını yitirmiştir. Tarih bize gösterir ki, bu yenilenme, imparatorlukların yükseliş ve düşüşü gibi tekrarlıdır; Osmanlı’dan Roma’ya, her medeniyet doğanın bu dersini alarak ayakta kalmıştır. Bugün, ekoloji tarihiyle bağlantılı olarak, iklim değişikliği nedeniyle kuş göçleri ve tüy yenilenmesi etkilenmekte; bu, tarihi bir uyarıdır: Doğanın dengesini bozmak, kendi yenilenmemizi tehlikeye atar.

#### İbretli Yönü: Dersler ve Uyarılar
İbretli yönüyle, metin bize şu dersi verir: Kuşun tüyü dökülüp yenilenirken, acı çeker gibi görünse de, bu bir rahmettir. İbret burada, acıların ardındaki güzelliktedir – tıpkı kışın ardından baharın gelmesi gibi. Tarih boyunca, peygamber kıssalarında doğa mucizeleri ibret olarak anlatılır; örneğin, Hz. İbrahim’in kuşları diriltmesi, yenilenmenin ilahi gücünü gösterir. Bu süreç, insana ibret olur: Hayatımızdaki “dökülmeler” – kayıplar, hastalıklar – aslında yeni bir başlangıcın habercisidir. Eğer kuş, tüylerini yenilemeden uçamazsa, insan da manevi tazelenme olmadan yükselemez. İbretli bir hikaye olarak, Darwin’in evrim teorisinde kuş tüyleri adaptasyon olarak görülür, ancak bu metin bize daha derin bir ibret sunar: Bu adaptasyon, rastgele değil, hikmetli bir tasarımın sonucudur. Günümüzde, kuş popülasyonlarının azalması, çevre kirliliği nedeniyle tüy yenilenmesinin bozulması, bize ibret verir: Yaratılışa saygı duymazsak, kendi sonumuzu hazırlarız.

#### Düşündürücü Yönü: Felsefi ve Manevi Derinlik
Düşündürücü olarak, bu yenilenme süreci hikmetli soruları tetikler: Neden her şey tekrarlıdır?
Metin, zerreden kainata uzanan bir bağlantı kurarak, bizi tefekküre davet eder. Felsefede, Herakleitos’un “her şey akar” sözü gibi, bu tazelenme değişimin kaçınılmazlığını düşündürür. Manevi açıdan, haşir (diriliş) ile bağlantılıdır: Kuşun tüyü nasıl yenileniyorsa, ölümden sonra diriliş de öyle olacaktır. Bu, insanı düşündürür: Kendi hücrelerimiz her yedi yılda yenilenirken, ruhumuz neden tazelenmesin? Düşündürücü bir paradoks burada yatar: Küçük bir kuşun kanunu, evrenin kanunudur; bu, insanın acizliğini ve Yaratıcı’nın kudretini hatırlatır. Modern bilim, genetik ve epigenetikle bu süreçleri açıklar, ancak düşündürücü soru kalır: Bu kanunların kaynağı nedir? Bu tefekkür, okuyucuyu varoluşun derinliklerine çeker.

### Makalenin Özeti
Bu makale, Risâle-i Nur’dan iktibas edilen metin doğrultusunda, kuşların tüy yenilenmesini hikmetli (ilahi düzen), edebi (şiirsel ifadeler), tarihi (geçmiş gözlemler), ibretli (dersler) ve düşündürücü (hikmetli derinlik) yönleriyle incelemiştir. Her yön, metnin bütünlüğünü koruyarak ayrı ele alınmış; sonuçta, bu mucize, yaratılışın rahmet dolu bir tezahürü olarak sunulmuştur.
Özetle, kuş tüylerinin tazelenmesi, evrenin büyük kanunlarının küçük bir aynasıdır ve insana manevi yenilenmeyi hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Zalim Zulmünde Boğulacak: Gazze Direnişi ve Dünyanın Uyanışı

image_pdfimage_print

Zalim Zulmünde Boğulacak: Gazze Direnişi ve Dünyanın Uyanışı

Tarih, mazlum ile zalim arasındaki mücadelenin sahnesidir. Firavun’un zulmü karşısında Musa’nın (a.s.) asası nasıl bir direnişin sembolü olmuşsa, bugün Gazze’de yaşananlar da zalimlerin akıbetini ve mazlumların sebatını hatırlatıyor.

  1. Zalimlerin Yeni Oyunu: “Gideon’un Savaş Arabaları”

İsrail, “Gideon’un Savaş Arabaları” adı altında Gazze’yi bütünüyle işgal etmeyi planlıyor. On binlerce sivilin hayatını kaybettiği bu saldırılar, sadece bir askeri harekât değil, insanlık vicdanına vurulan büyük bir darbedir. Ancak zalimin hesabı, her zaman mazlumun duasıyla bozulmuştur. Tarih boyunca hiçbir işgal kalıcı olmamış, zorbalık üzerine kurulan yapılar er ya da geç kendi zulümlerinde boğulmuştur.

  1. ABD’nin Kirli Geçmişi ve İhaneti

ABD’nin desteği olmasa, İsrail’in bu derece pervasız olması mümkün değildir. Ancak Washington’un sicili de kirli: Jeffrey Epstein dosyasıyla ortaya çıkan çocuk istismarı ağları, savaşlarla milyonların kanına giren politikalar, kendi halkının vicdanında dahi telafi edilemez yaralar bırakmıştır. Bugün Gazze’de akan kanın arkasında, ABD’nin ikiyüzlü siyaseti ve çıkar merkezli tavrı vardır.

  1. Direnişin Yeni İsmi: Musa’nın Asası

Kassam Tugayları, operasyonlarına “Musa’nın Asası” adını vererek tarihe ve vahye atıf yapıyor. Bu isim, zalime karşı mazlumun Allah’a dayanarak ayağa kalkışının sembolüdür. Firavun’un sarayında büyüyen Musa’nın, sonunda o saraya meydan okuyarak mazlumları kurtarması, bugün Gazze’de yeniden okunuyor.

  1. Dünyada Uyanış: Vicdanların Dirilişi

Bir yanda zalimler İsrail’in yanında saf tutarken, öte yanda vicdanlar uyanıyor. İngiltere’de Lush mağazalarının kepenk indirmesi, Belçika’nın Filistin’i tanıması, İspanya’da halkın Filistin bayraklarıyla sokağa çıkması, küresel bir vicdan hareketinin yükseldiğini gösteriyor. Devletlerin çıkar hesaplarıyla sustuğu yerde, halkların yürekleri konuşmaya başladı.

  1. Zalimlerin Akıbeti

Bugün İsrail ordusunda intiharların artması, moral çöküntüsü ve umutsuzluk, zalimlerin yenilgisinin içerden başladığını göstermektedir. Zulüm, zalimi de zehirler; zulmün kanıyla beslenenler sonunda kendi kanlarında boğulurlar. Dün Sovyetler Birliği yıkıldı, bugün İsrail ve ABD’nin de zulüm üzerine kurdukları düzenin çöküşe doğru gittiği açıktır.

  1. İslam Dünyasının Mesuliyeti

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle, “Kafirin kıyamına seyirci kalmak” mümkün değildir. İslam dünyası birlik olup, sadece siyasi değil, ekonomik, kültürel ve manevi bir direniş göstermelidir. Çünkü Gazze sadece Gazze değildir; insanlığın şerefi, ümmetin onuru ve adaletin geleceği orada savunulmaktadır.

Sonuç

Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve zalim diktatörler tarih boyunca hep aynı akıbeti paylaştı: zulümlerinde boğulmak. Bugün İsrail ve ABD’nin kanla beslenen politikaları da er ya da geç aynı sonla yüzleşecektir.

Mazlumun duası, zalimin tankından güçlüdür. Zalim yenilecek, mazlum kazanacaktır. Çünkü tarih bize her defasında şunu fısıldar:

“Zalim zulmünde boğulacak, mazlum sabrında kurtulacaktır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

“Edeb yâ hû!”

image_pdfimage_print

“Edeb yâ hû!”
Bu ifade, bir zikir, bir ihtar, bir nasihat, bir uyarı ve aynı zamanda bir hayat düsturudur. Asırlar boyunca tasavvuf meclislerinde, tekkelerde, sohbetlerde en çok duyulan sözlerden biridir. Zira edeb, insanı insan eden, ahlakı kemale erdiren, haddini bilmeyi öğreten ve kulluğun hakikatini gösteren en temel esaslardandır.

  1. Edeb Nedir?

Lügat anlamı: Güzel ahlak, terbiye, ölçülü ve dengeli davranış.

Tasavvufta: Allah’a, Resulüne, insana, mahlûkata karşı konumunu bilmek; saygı, tevazu, nezaket, adab-ı muaşeret ile yaşamak.

İnsan, küçüklüğünü bilip haddini tanıdıkça kâinatın hakiki seyircisi, şahit ve nazırı olur. Haddini bilmeyen ise kendini kaybeder.

  1. Edeb ve Edeb bilmek

Edeb, sadece şekilsel nezaket değil, ruhun zarafetidir.

Konuşmada edeb: Yerinde ve ölçülü söz söylemek.

Dinlemede edeb: Susmayı, anlamayı, kulak vermeyi bilmek.

Bakışta edeb: Gözünü haramdan korumak, hayâ ile bakmak.

Yemekte edeb: Şükürle ve kanaatle yemek.

Toplumda edeb: Hakkı gözetmek, kimseyi hor görmemek, nefsini dizginlemek.

Kulluğun edebi: İbadeti sırf Allah için yapmak, riya ve gösterişten uzak durmak.

  1. Ahlak ve Ahlakilik

Ahlak: İnsanın iç dünyasındaki duyguların ve değerlerin dışa yansımasıdır.

Ahlakilik: Ahlakı bir süs değil, bir yaşayış hâline getirmektir.

Günümüzde çoğu kez ahlak sadece “bilgi” olarak kalmakta, “amel”e dönüşmemektedir. Halbuki ahlak, yaşanmadıkça ahlak değildir.

  1. Haddini Bilmek

Haddini bilmek, kendini tanımakla başlar.

Allah karşısında kul olduğunu bilmek.

İnsanlar karşısında aczini, fakrını bilmek.

Nefsinin sınırsız isteklerini dizginleyebilmek.

Hadsizlik ise ölçüsüzlüktür:

Dilin sınırını aşması: Lüzumsuz, kırıcı, yıkıcı sözler.

Malın sınırını aşması: İsraf, gösteriş.

İlimde sınırı aşmak: Bilmediğini iddia etmek.

Dinde sınırı aşmak: Bid’at ve ifratlara sapmak.

  1. Tasavvufta Edeb

Mevlânâ der ki:

> “Edeb, insanın kendi ayıbını bilmesidir.”

Yunus Emre:

> “Edeb elden gidince, insan insanlığından çıkar.”

Tasavvuf ehline göre edeb, her hâlde Allah’ı görüyormuş gibi yaşamaktır. Edeb kaybolunca, ibadetler şekil, ahlak ise süs olur.

  1. Hadsizlik ve Tehlikesi

Toplumda hadsizlik: Büyükleri küçümsemek, küçüklere merhametsiz olmak.

Dinde hadsizlik: Âlimleri yok saymak, nassı çarpıtmak, kendi aklını mutlak görmek.

Siyasette hadsizlik: Halkın iradesine saygısızlık, adaletsizlik.

Ailede hadsizlik: Ana-babaya isyan, eşe saygısızlık, evlada şefkatsizlik.

Hadsizliğin kökü, benliktir. Benlik azdıkça edeb kaybolur; edeb kayboldukça insan insanlıktan uzaklaşır.

  1. Edeb ve Ahlakın Meyveleri

İç huzuru, gönül rahatlığı

İnsanlar arasında güven ve saygı

İman ve kullukta derinlik

Hikmetli bir bakış ve dengeli bir yaşam

  1. Sonuç: Edeb Ya Hu!

“Edeb ya hu!” sadece bir söz değil, bir hayat düsturudur.
Her hâlimizde, her sözümüzde, her işimizde, kısacası varoluşumuzun bütününde bir ihtar gibi kalbimize asılmalı:

Konuşmadan önce: Edeb ya hu!

Bakmadan önce: Edeb ya hu!

Hareket etmeden önce: Edeb ya hu!

Allah’ın huzurunda dururken: Edeb ya hu!

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Gazze’de Zulmün Çöküşü: Esfeli Sâfilîn’den İnsanlığın İmtihanına

image_pdfimage_print

Gazze’de Zulmün Çöküşü: Esfeli Sâfilîn’den İnsanlığın İmtihanına

İsrail’in Gazze’de aylardır sürdürdüğü saldırılar, artık sadece bir savaş ya da çatışma değil, tarihe kara bir leke olarak geçen bir soykırım hâline gelmiştir. Çocukların açlıktan ölmesi, gıdanın silah olarak kullanılması, şehirlerin harabeye çevrilmesi, işgalin bir oyun ve eğlence hâline getirilmesi; Kur’ân’ın “esfeli sâfilîn” (aşağıların aşağısı) diye tarif ettiği hâlin en bariz tezahürüdür.

  1. Zulmün Oyun ve Eğlenceye Dönüşmesi

Son günlerde bir İsrailli geliştiricinin Gazze’deki soykırımı konu alan bir bilgisayar oyunu yapması, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını gösteriyor.
Kur’ân, “Onların kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdırlar.” (A’râf, 179) buyurur.
Gazze’deki ölümleri bir eğlence ve simülasyon hâline getirmek, bu ayetin canlı tefsiri mahiyetindedir.

  1. Açlıktan Ölümler ve Kıtlık Dayatması

Son 24 saatte Gazze’de 1’i çocuk 6 kişi daha açlıktan hayatını kaybetti. Böylece açlıktan ölenlerin sayısı yüzlerceyi buldu. İsrail, insanlara gıda ve suyu dahi çok gören bir kuşatma siyasetiyle adeta “toplu kıtlık” uygulamaktadır.
Kur’ân’da, Firavun’un halkı kıtlık ve yoklukla cezalandırdığı anlatılır. Bugün İsrail, kendi zulmünü aynı yöntemle sürdürmektedir.

  1. Dünyanın Tepkisi: Sumud Filosu ve Dayanışma

44 ülkeden yüzlerce aktivistin katıldığı Küresel Sumud Filosu, Gazze’nin ablukasını delmek için yeniden yola çıktı. Barselona’dan hareket eden tekneler, insanlığın vicdanî bir cevabı olarak denizlere açıldı. Bu filo, sadece yardım götürmek değil, aynı zamanda zalim karşısında direnişin küresel sembolü oldu.

  1. Uluslararası Arenada İsrail’in Yalnızlaşması

Katar, İsrail’in barışa niyeti olmadığını açıkladı.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve sözcülerin demeçleriyle, Gazze soykırımını en yüksek perdeden dünyaya duyurmaya devam ediyor.

Trump bile artık İsrail’in “savaşı kazansa bile halkla ilişkilerde kaybettiğini” itiraf etti. Bu, İsrail’in en büyük destekçilerinden birinin bile hakikati görmek zorunda kalmasıdır.

İsrail, askeri alanda üstün görünse de, siyasi ve insani alanda “istenmeyen devlet” olma yolunda hızla ilerlemektedir.

  1. Esfeli Sâfilîn Tezahürü

Kur’ân, insana yüksek bir makam verdiğini, fakat nankörlüğe, zulme, inkâra saparsa onu “esfeli sâfilîn” derekesine düşüreceğini bildirir (Tin, 5).
Gazze’de kadın, çocuk, masum insanlar açlıktan ölürken bunu bir strateji olarak gören; insanların canını hiçe sayan bir zihniyetin, bu ayetin manasını en açık biçimde sergilediği görülmektedir.

  1. Zulmün Sonu ve İlahi Adalet

Tarih göstermiştir ki, zulüm ile abad olunmaz. Firavun’un sarayları Nil’de boğuldu, Nemrud’un saltanatı sinek ile yıkıldı. İsrail de zulmüyle yükseliyor görünse de, bu gidişin sonu çöküştür.
Bugün uluslararası dayanışma, vicdanların sesi, Sumud filoları ve yükselen tepkiler; zulmün artık sürdürülemez olduğunun işaretidir.

Sonuç: İnsanlığın İmtihanı

Gazze’de yaşananlar sadece Filistinlilerin değil, bütün dünyanın imtihanıdır. Çünkü zulüm karşısında sessizlik, dolaylı ortaklıktır.
Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası toplumun, bu soykırımı durdurmak için harekete geçmemesi, kendi meşruiyetlerini tüketmektedir.

Gazze, insanlık için bir ayna olmuştur. Bu aynada kimimiz edebi, ahlakı ve vicdanı; kimimiz de esfeli sâfilîn derekesini göstermekteyiz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

İslam Dünyasının Uyanışı ve Geleceğe Yönelik Bir İttifak

image_pdfimage_print

İslam Dünyasının Uyanışı ve Geleceğe Yönelik Bir İttifak

“Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccallane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; ÂLEM-İ İSLÂM’IN TAM İNTİBAHIYLA VE YENİ DÜNYA’NIN, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve ÂLEM-İ İSLÂM’LA İTTİFAK ETMESİ ve İncil, Kur’ana ittihad edip tâbi’ olması, O DEHŞETLİ GELECEK İKİ CEREYANA karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder…” (EMİRDAĞ LÂHİKASI-1/ KUR’AN TEFSİRİ RİSALE-İ NUR’DAN/ 58.sh)”

İslam dünyası, tarih boyunca büyük medeniyetler inşa etmiş, geniş coğrafyalarda huzur ve adaletin sembolü olmuştur. Ancak, modern çağda karşılaşılan zorluklar ve Batı medeniyetinin etkisi, bu zengin mirası gölgede bırakmış gibi görünmektedir.
Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Emirdağ Lâhikası-1” adlı eserinde, 58. sayfada dile getirilen düşünceler, bu durumun bir teselli ve endişe kaynağı olduğunu anlatıyor. Nursi, İslam dünyasının yeniden uyanışına ve geleceğe yön verecek bir ittifaka işaret ederken, bu sürecin Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde gerçekleşmesi gerektiğini savunuyor.

Metne göre, Batı medeniyetinin geniş boğuşmalarından daha büyük bir zararın, İslam dünyasının kendi iç dinamiklerini kaybetmesiyle ortaya çıktığı belirtiliyor. Bu açıdan, Nursi’nin önerdiği çözüm, Hristiyanlığın özündeki hakiki din anlayışının, İslam ile uyumlu bir şekilde harmanlanmasıdır.
Tevhide gelmesidir. Çünkü esas ve asıl mesele Tevhid yani Allah’ın birliği meselesidir.
Bu ittifak, yalnızca dini bir dayanışma değil, aynı zamanda insanlık için ortak bir gelecek vizyonu sunar. Kur’an’a dayalı bir hareket tarzı benimsenirse, bu ittifakın, inançlı nesillerin önderliğinde, ilahi bir muavenetle (yardımla) galibiyete ulaşacağı umulmaktadır.

Bu görüş, günümüzde de geçerliliğini koruyan evrensel bir mesaj taşır. Farklı inançların bir araya gelerek ortak değerler etrafında buluşması, küresel barış ve adaletin tesisi için bir umut ışığı olabilir. Said Nursi’nin bu öngörüsü, İslam dünyasının kendi köklerine dönerek, evrensel insanlık değerleriyle buluşması gerektiğini hatırlatıyor. Gelecek, bu bilinçle şekillendirilirse, inançlı nesillerin öncülüğünde daha aydınlık bir dünya mümkün olabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 3rd, 2025

Dostu Üzmekten Daha Ağırı: Düşmanı Sevindirmek

image_pdfimage_print

Dostu Üzmekten Daha Ağırı: Düşmanı Sevindirmek

Evet, Dostu üzmekten daha kötüsü, düşmanı sevindirmektir.
Dostla iftirak ve ihtilafın en büyük zararı, dolaylı olarak düşmana destek olmaktır.
Düşmanın gücü zatından değil, dostun zafındandır.
Israilin İslam dünyası hatta dünya karşısındaki gücü kendinden değil, diğerlerinin dağınıklığı ve ortak noktalarda bir araya gelememelerindendir.
Çünkü hayırda tereddüt edip ittifak edilmezken, şerde ittifak edilmektedir.
Şeytan bir iken ve onun karşısında Allah, melekleri, vahiy, din, Müslümanlar gibi büyük bir güç varken, zahiren şeytan ve mensupları geçici de olsa galip gelmektedir.

Ancak;
“Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.
Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbini düşü-nüp tevfikine itimad ederek gittiklerinden, mâ-nen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissetti-ği vakit, insanların yerine Rabbine müracaat eder, medet Ondan ister. Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve re-kabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîr ü ze-ber olur.” Lem’alar. 154.

“Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve faydalar ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhimînin gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidâyete yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalâlet neden çok defa galebe eder ve bazen yirmisi, yüz tane ehl-i hidâyeti perişan eder?” diye, mânen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde şeytanın gayet zayıf desiselerine karşı Kur’ân’ın büyük tahşidatı ve melâikeleri ve Cenâb-ı Hakkın yardımını ehl-i imana göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nur’un onun hikmetini kat’î hüccetlerle izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, bazen serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmaya çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi, yüzer adamın muhafazasıyla ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünkü, onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbâbın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harap olması, birtek şartın ademiyle vâki ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ve cin şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli mânevî yangınlar yaparlar. Evet, bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mayası ve esasları ademdir, tahriptir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zayıf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakkın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur’ân, onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksan dokuz esmâ-i İlâhiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
Bu cevaptan, birden pek büyük bir hakikatin ucu ve azametli, dehşetli bir meselenin esası göründü. Şöyle ki:
Nasıl ki Cennet, vücut âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne sümbüllendiriyor. Öyle de, Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için, o adem mahsulâtlarını kavuruyor. Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” Asa-yı Musa. 69.[1]

*******

Tarih boyunca milletlerin en büyük zaafı, dışarıdan gelen saldırılardan ziyade, içeride yaşanan ihtilaflar ve dağınıklık olmuştur. Dostla ihtilaf, sadece dostu incitmekle kalmaz; düşmanı sevindirir. Ve çoğu zaman düşmanın gücü, kendi kuvvetinden değil, dostların zaafından doğar.

Bugün İslam dünyasının karşı karşıya olduğu tablo, bu hakikatin en açık göstergesidir. İsrail’in görünürdeki gücü, kendi silahından ya da zekâsından ziyade, İslam dünyasının dağınıklığı, ittifaksızlığı ve müşterek noktalarda bir araya gelememesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun kökleri, insanlığın ezelî imtihanına kadar gitmektedir: Şeytan bir iken, karşısında Allah, melekler, vahiy ve müminler gibi muazzam bir güç bulunmasına rağmen, geçici de olsa galip gelebilmektedir.

Dalâletteki İttifak, Hidayetteki İhtilaf

Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi veciz bir şekilde şu hakikatle açıklar:

> “Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. … Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.” (Lem’alar, s. 154)

Dalâlet ehli, hakikate dayanmadıkları için zayıf ve zelildirler. Bu zayıflık onları ittifaka zorlar. Menfaatleri uğruna aralarındaki ihtilafları unutur, bir araya gelirler. Bu dayanışma onlara muvakkat bir güç kazandırır. Hatta dinsizlikte bile bir taassup ve ihlâs gösterirler.

Buna karşılık, hidayet ehli, hakka dayanmanın verdiği izzet sebebiyle ittifaka ihtiyaç hissetmez. Rabbine dayanır, O’na iltica eder. Ancak bu izzet, bazen enâniyetle birleştiğinde, kardeşler arasında ihtilafa sebep olabilir. Neticede ittifak zedelenir, ihlâs kaybolur, düşman sevinir.

Tahrip Kolay, İmar Zor

Risale-i Nur, şeytanın muvakkat galebesinin sırrını “tahribin kolaylığı” ile açıklar:

> “Bir serserinin bir kibritiyle bir saray yanar; ama o sarayın yapılması için yüzlerce usta, yüzlerce gün çalışmak gerekir.” (Asa-yı Musa, s. 69)

Evet, iman, ilim, birlik ve ahlâk, imar ister. Emek, sabır, gayret gerektirir. Buna karşılık küfür, nifak, fitne ve ifsat için az bir hareket yeter. Şeytanın zayıf bir desisesi, gafletle birleştiğinde büyük tahribatlar doğurur. Bu sebeple Kur’ân, müminlere büyük tahşidat yapar, doksan dokuz Esmâ-i Hüsnâ’yı ellerine verir ve sebat etmelerini emreder.

İsrail ve İslam Dünyası: Güncel Bir Yansıma

Bugün İsrail’in zulmü, İslam dünyasının dağınıklığı ile birleşince daha güçlü görünmektedir. Halbuki hak ve adalet onun karşısındadır. Fakat müminlerin ihtilafı, bu hakikati gölgeler. Birleşilemeyen hayır, bölünülen dava, düşmanı sevindirir.

İsrail, görünüşteki kuvvetini, Müslümanların ittifaksızlığından alır. Evet, Kur’ân’ın beyanıyla:

> “Onların kalpleri dağınıktır. Sen onları toplu sanırsın, fakat kalpleri paramparçadır.” (Haşr, 14)

Bu ayet, aslında düşman için olduğu kadar, ihtilaf eden müminler için de bir ikazdır. Çünkü dağınıklık, dostu incitirken düşmanı sevindirir.

Sonuç ve Dersler

Dostu üzmekten daha ağır olan, düşmanı sevindirmektir.

Dalâlet ehli, zayıflığından dolayı ittifak eder; hidayet ehli ise izzetinden dolayı ihtilafa düşebilir.

Tahrip kolaydır, imar zordur. Şeytan az bir hile ile büyük tahribat yapar.

İsrail’in gücü kendinden değil, İslam dünyasının dağınıklığındandır.

Müminlerin kurtuluşu, ihlâs ve ittifakladır. Kur’ân’ın tahşidatı da buna işaret eder.

Bugün İslam dünyasının yapması gereken en büyük vazife, ihtilafları bir kenara bırakıp müşterek noktalarda birleşmek, dostu sevindirmek, düşmanı hüsrana uğratmaktır. Zira:

> “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât, 10)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] Bak. http://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/on-ucunu-lem-a/74

Loading

No ResponsesEylül 3rd, 2025

Sızan Gölge: İran-İsrail Çatışması ve Türkiye’de Casusluk Gerçeği

image_pdfimage_print

Sızan Gölge: İran-İsrail Çatışması ve Türkiye’de Casusluk Gerçeği

Tarih bize şunu öğretmiştir: Devletler çoğu kez düşman ordularının saldırısıyla değil, içeriden sızan ihanetle yıkılır. Çünkü dışarıdaki düşman, içeride kapı açılmadan asla içeri giremez. Bugün İran ile İsrail arasındaki görünmez savaş, bu hakikati bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

İsrail’in İran’daki Görünmez Ordusu

İran’ın en mahrem noktalarına kadar nüfuz eden Mossad’ın, yıllardır İran’ın siyasi ve askeri damarlarına işlediği herkesin malumu.

Cumhurbaşkanları, üst düzey komutanlar, nükleer bilim insanları, nokta atışıyla ortadan kaldırıldı.

Öyle ki, operasyonların bir kısmı “yatak odası” seviyesinde bile gerçekleşti.

Bu tablo bize şunu gösteriyor: İsrail, sadece füze ve teknolojiyle değil; yıllar süren sızmalarla, içeride kurduğu ağlarla İran’ı zayıflatıyor. Bir ülkenin en mahrem sırlarını ancak içeriden bilgi akışıyla deşifre etmek mümkündür. Mossad’ın başarısı, sadece dış operasyon gücünde değil, içerideki işbirlikçilerinde saklıdır.

Peki Biz? Türkiye’deki Casusluk Gölgesi

Şimdi dönüp kendimize bakalım. Acaba biz bu konuda fazla mı rahatız?
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda; İsrail’in, ABD’nin ve diğer küresel güçlerin rahatça hareket etmelerinin sebebi, onların gücünden çok, bizim içimizde açılan gediklerdir.

İstihbarat zaafları: Uzun yıllar MİT ile CIA’nın aynı binada çalıştığı, hatta binanın kirasını Amerikalıların ödediği iddiası, aslında bağımsız bir istihbaratın ne kadar hayati olduğunu gösteriyor.

Mühendis ve bilim insanlarının ölümü: Savunma sanayii projelerinde çalışan Türk mühendislerin esrarengiz kazalarda hayatını kaybetmesi hâlâ hafızalarda. Bunlar, Türkiye’nin kendi teknolojisini üretmesinden rahatsız olan güçlerin içeriden uzattıkları elin izleridir.

Medya ve yöneticiler: Bugün bile medyada, akademide, hatta bazı kritik bürokrasilerde “başka ajandalara” hizmet eden unsurların varlığı gizlenemiyor. Kimi zaman Atatürkçülük, kimi zaman Fetö, kimi zaman da başka bir kimlik maskesiyle faaliyet gösteriyorlar. Ama netice hep aynı: Türkiye’nin gücünü kırmak, enerjisini iç çatışmalara yöneltmek.

İbretlik Darbe Gerçeği

Türkiye’nin darbeler tarihi, aslında casusluk tarihidir.

27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan 15 Temmuz’a kadar bütün darbelerde dış bağlantıların ve içerideki işbirlikçilerin izi vardır.

Darbeleri yapanlar hep bu toprakların çocuklarıydı, ama emirler çoğu zaman dışarıdan geliyordu.

15 Temmuz bunun en çarpıcı örneğidir: İçimizde yıllarca örgütlenen bir yapı, içeriden devleti çökertmeye çalıştı. Eğer millet uyanık olmasaydı, sonuç İran’ın yaşadığı tabloya benzer olabilirdi.

İbret ve Hikmet

Bugün İsrail’in İran’a karşı pervasızlığının kaynağı, kendi gücünden çok içeride kurduğu köprülerdir. Aynı pervasızlığı Türkiye’de de görmek mümkündür. Medyada, siyasette, teknolojide, ekonomide, hatta güvenlik bürokrasisinde “ajan ruhlular” bulundukça düşmanlar cesur olur.

“Düşman sana hücum etmez; evvela içinden bir kapı açılır, ondan girer.

Sonuç: Uyanıklık ve Tedbir

İran örneği bize şunu gösteriyor: Casusluk, devletleri ordudan önce çökertebilir.

Türkiye’nin darbelerle, faili meçhul cinayetlerle, casusluk ağlarıyla yoğrulmuş tarihi de aynı hakikati teyit ediyor.

En büyük ihanet, içeriden gelen ihanettir.

Bu yüzden uyanıklık sadece bir tercih değil, milli bir görevdir.

📌 Son Söz: Eğer biz içimizdeki ajan ruhluları temizlemezsek, düşman dışarıdan değil, içeriden bizi vuracaktır. Ve tarih, bunun acı örnekleriyle doludur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 3rd, 2025

Kudretin Kaleminden: Tekrar ve Tazelenme

image_pdfimage_print

Kudretin Kaleminden: Tekrar ve Tazelenme

“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”

Kâinatın işleyişi, her zerrede kendini gösteren bir ahenk ve düzen içinde saklıdır. Mevsimlerin tekrarı, bir tohumun çatlaması, bir kuşun kanadındaki desen…

Tüm bu küçük, büyük hadiseler, evrensel bir kanunun eseri olarak gözlerimizin önünde cereyan eder. Risale-i Nur Külliyatı’ndan ilhamla, bu muazzam düzenin sırrına, yeniden yaratılışın ve tazelenmenin hikmetine bakarak, hem tarihi hem de edebi bir yolculuğa çıkalım.

Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; Bu ilahi kanun, en basitinden en karmaşığına, canlıların her bir zerresinde işler. Baharın gelmesiyle yeryüzünün uyanışı, bir kuşun solan tüylerinin yenilenmesi, hatta bir canlının hücrelerinin sürekli olarak onarılması ve tazelenmesi hep aynı kudretin eseridir. Bu tekrar, varoluşun kendisinde var olan bir mucizedir. Her tazelenme, bir sanat eseri gibi yeniden işlenmiş ve kusursuz kılınmıştır. Bu durum, sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda manevi bir işarettir. Yaratan, her an yaratmaya devam ederek, varlığını ve kudretini her zerrede hissettirir.

Hikmet ve Edebiyat: Sonsuz Tekerrürün Dilinden

O Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Bu cümle, tabiatın edebi bir tasviridir. Yeryüzünün her bahar yeni bir giysi giymesi, sanat ve hikmetin iç içe geçtiği bir haldir. Şairler, yazarlar ve düşünürler asırlardır bu tekrardan ilham almış, onu aşkın, umudun ve yeniden dirilişin sembolü olarak kullanmıştır. Mevsimlerin değişimi, sadece bir tabiat olayı değil, insan ruhunun da bir aynasıdır. Kışın kasvetinden sonra baharın cıvıltısı, en derin hüzünlerden sonra gelen umudu temsil eder. Bu edebi tasvir, kâinatın sadece bilimsel kurallarla açıklanamayacak kadar derin bir anlam taşıdığını gösterir.

Tarih ve İbret: Geçmişin Tekrarı

Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. Tarih, sadece olayların bir sıralaması değil, aynı ilahi kanunun yeryüzündeki yansımalarıdır. Medeniyetler yükselir, geriler, değişir ve yerini yenisine bırakır. Tıpkı mevsimler gibi, her asır kendi “baharını” ve “kışını” yaşar. Büyük imparatorluklar, bir zamanlar dünyanın en güçlü yapılarıyken, zamanla toz olur ve tarih sayfalarında bir ibret vesikası olarak kalır.
Bu tekrar, bizlere hiçbir şeyin baki olmadığını ve her şeyin değişime tabi olduğunu hatırlatır. Kâinatın sonu da, bu tekrarın büyük tecellisi olacaktır.

İbretli ve Düşündürücü: Varoluşun Derin Manası

Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevi gibi tahrik ederse; aynı kanunla Küre-i Arz’ı meczup ve semaa kalkan mevlevi gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. En küçük atomdan en büyük gezegene kadar her şeyin bir düzen içinde hareket etmesi, varoluşun ne kadar ince hesaplanmış bir sistem olduğunu gösterir. Bu tekrar, bilimsel bir gerçekliğin ötesinde, hikmet ve manevi bir anlam taşır. Her zerre, evrenin bir parçası olarak kendi görevini yerine getirir. Bu, hayatın ve evrenin rastgele bir olaylar zinciri olmadığını, aksine, bir amaç ve hikmet doğrultusunda işlediğini düşündürür.

Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. Toprağın her bahar yeniden canlanması, sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda manevi bir vaattir. Bu vaat, ölümden sonra dirilişin, yani ahiret inancının bir tecellisidir. Tabiat, Allah’ın emir ve izniyle bahar bize bir nevi diriliş provası sunar.

Hem O Sâni’-i Kadir, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder. Bir sineğin yaşam tekrarıyla bir çınar ağacının canlanması, hatta bütün bir yeryüzünün tazelenmesi, aynı ilahi kanunla işler. Bu, Yaratan’ın kudretinin büyüklüğünü ve sınırsızlığını gösterir. Ve bu kudret, nihayetinde tüm canlıları haşir günü yeniden diriltecektir.

Makalenin Özeti
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bir metin üzerinden, kâinatın işleyişindeki ilahi kanunları ve bu kanunların barındırdığı hikmetleri ele almaktadır. Makale, bir kuşun tüyünün yenilenmesinden gezegenlerin hareketine, mevsimlerin tekrarındandan medeniyetlerin yükseliş ve çöküşüne kadar her şeyin, aynı evrensel yaratılış ve yenilenme kanunuyla işlediğini anlatmaktadır. Bu kanun, hem bilimsel bir düzeni hem de manevi bir anlamı ifade eder.
Metin, varoluşun tesadüfi değil, aksine, derin bir amaç ve hikmetle dolu olduğunu belirtir. Aynı zamanda, tabiatta gözlemlenen her bahar dirilişinin, ahiret inancının bir işareti olduğunu anlatır.
Sonuç olarak, makale, yaratılıştaki düzenin ve tekrarın, sadece fiziki bir gerçeklik olmadığını, aynı zamanda insanlığa ibretler, edebi zenginlikler ve düşünceli derinlikler sunan bir kaynak olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 3rd, 2025

Kudretin Kaleminden: Tekrar ve Tazelenme

image_pdfimage_print

Kudretin Kaleminden: Tekrar ve Tazelenme

“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”

Kâinatın işleyişi, her zerrede kendini gösteren bir ahenk ve düzen içinde saklıdır. Mevsimlerin tekrarı, bir tohumun çatlaması, bir kuşun kanadındaki desen…

Tüm bu küçük, büyük hadiseler, evrensel bir kanunun eseri olarak gözlerimizin önünde cereyan eder. Risale-i Nur Külliyatı’ndan ilhamla, bu muazzam düzenin sırrına, yeniden yaratılışın ve tazelenmenin hikmetine bakarak, hem tarihi hem de edebi bir yolculuğa çıkalım.

Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; Bu ilahi kanun, en basitinden en karmaşığına, canlıların her bir zerresinde işler. Baharın gelmesiyle yeryüzünün uyanışı, bir kuşun solan tüylerinin yenilenmesi, hatta bir canlının hücrelerinin sürekli olarak onarılması ve tazelenmesi hep aynı kudretin eseridir. Bu tekrar, varoluşun kendisinde var olan bir mucizedir. Her tazelenme, bir sanat eseri gibi yeniden işlenmiş ve kusursuz kılınmıştır. Bu durum, sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda manevi bir işarettir. Yaratan, her an yaratmaya devam ederek, varlığını ve kudretini her zerrede hissettirir.

Hikmet ve Edebiyat: Sonsuz Tekerrürün Dilinden

O Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Bu cümle, tabiatın edebi bir tasviridir. Yeryüzünün her bahar yeni bir giysi giymesi, sanat ve hikmetin iç içe geçtiği bir haldir. Şairler, yazarlar ve düşünürler asırlardır bu tekrardan ilham almış, onu aşkın, umudun ve yeniden dirilişin sembolü olarak kullanmıştır. Mevsimlerin değişimi, sadece bir tabiat olayı değil, insan ruhunun da bir aynasıdır. Kışın kasvetinden sonra baharın cıvıltısı, en derin hüzünlerden sonra gelen umudu temsil eder. Bu edebi tasvir, kâinatın sadece bilimsel kurallarla açıklanamayacak kadar derin bir anlam taşıdığını gösterir.

Tarih ve İbret: Geçmişin Tekrarı

Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. Tarih, sadece olayların bir sıralaması değil, aynı ilahi kanunun yeryüzündeki yansımalarıdır. Medeniyetler yükselir, geriler, değişir ve yerini yenisine bırakır. Tıpkı mevsimler gibi, her asır kendi “baharını” ve “kışını” yaşar. Büyük imparatorluklar, bir zamanlar dünyanın en güçlü yapılarıyken, zamanla toz olur ve tarih sayfalarında bir ibret vesikası olarak kalır.
Bu tekrar, bizlere hiçbir şeyin baki olmadığını ve her şeyin değişime tabi olduğunu hatırlatır. Kâinatın sonu da, bu tekrarın büyük tecellisi olacaktır.

İbretli ve Düşündürücü: Varoluşun Derin Manası

Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevi gibi tahrik ederse; aynı kanunla Küre-i Arz’ı meczup ve semaa kalkan mevlevi gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. En küçük atomdan en büyük gezegene kadar her şeyin bir düzen içinde hareket etmesi, varoluşun ne kadar ince hesaplanmış bir sistem olduğunu gösterir. Bu tekrar, bilimsel bir gerçekliğin ötesinde, hikmet ve manevi bir anlam taşır. Her zerre, evrenin bir parçası olarak kendi görevini yerine getirir. Bu, hayatın ve evrenin rastgele bir olaylar zinciri olmadığını, aksine, bir amaç ve hikmet doğrultusunda işlediğini düşündürür.

Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. Toprağın her bahar yeniden canlanması, sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda manevi bir vaattir. Bu vaat, ölümden sonra dirilişin, yani ahiret inancının bir tecellisidir. Tabiat, Allah’ın emir ve izniyle bahar bize bir nevi diriliş provası sunar.

Hem O Sâni’-i Kadir, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder. Bir sineğin yaşam tekrarıyla bir çınar ağacının canlanması, hatta bütün bir yeryüzünün tazelenmesi, aynı ilahi kanunla işler. Bu, Yaratan’ın kudretinin büyüklüğünü ve sınırsızlığını gösterir. Ve bu kudret, nihayetinde tüm canlıları haşir günü yeniden diriltecektir.

Makalenin Özeti
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bir metin üzerinden, kâinatın işleyişindeki ilahi kanunları ve bu kanunların barındırdığı hikmetleri ele almaktadır. Makale, bir kuşun tüyünün yenilenmesinden gezegenlerin hareketine, mevsimlerin tekrarındandan medeniyetlerin yükseliş ve çöküşüne kadar her şeyin, aynı evrensel yaratılış ve yenilenme kanunuyla işlediğini anlatmaktadır. Bu kanun, hem bilimsel bir düzeni hem de manevi bir anlamı ifade eder.
Metin, varoluşun tesadüfi değil, aksine, derin bir amaç ve hikmetle dolu olduğunu belirtir. Aynı zamanda, tabiatta gözlemlenen her bahar dirilişinin, ahiret inancının bir işareti olduğunu anlatır.
Sonuç olarak, makale, yaratılıştaki düzenin ve tekrarın, sadece fiziki bir gerçeklik olmadığını, aynı zamanda insanlığa ibretler, edebi zenginlikler ve düşünceli derinlikler sunan bir kaynak olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 3rd, 2025

İçimizdeki Gölge: Sızıntıların Tarih Boyunca Devletleri Çökertmesi

image_pdfimage_print

İçimizdeki Gölge: Sızıntıların Tarih Boyunca Devletleri Çökertmesi

Tarih, sadece meydan savaşlarının değil; görünmez savaşların da tarihidir. Ordular karşı karşıya gelmeden önce, zihinlerde, kurumlarda ve kalplerde casusluk ve ihanet savaşları yaşanır. Ve çoğu kez devletleri yıkan, dışarıdan gelen darbe değil, içeride açılan gedikler olmuştur.

Bugün İran-İsrail geriliminde gördüğümüz manzara, bu gerçeğin yeni bir örneğidir. İsrail’in Mossad aracılığıyla İran’ın en mahrem noktalarına kadar sızabilmesi, cumhurbaşkanlarından generallere, nükleer bilim insanlarına kadar nokta operasyonlar yapabilmesi, aslında sadece teknolojik üstünlük değil, içeride işleyen bir ihanet ağının eseridir.

Osmanlı’dan Gelen İbret

Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıl boyunca üç kıtada hüküm sürdü. Ancak çöküşü top gücüyle değil, içerideki zaaflarla başladı.

  1. yüzyılda Osmanlı bürokrasisine yerleşen yabancı etkiler, “Tanzimat ve Islahat” maskesiyle devleti yönlendirir hale geldi.

Düyun-u Umumiye ile ekonomik bağımsızlık kaybedildi; imparatorluk kendi gelirini değil, yabancıların tayin ettiği vergileri toplar hale geldi.

Babıali’nin bazı memurları, Avrupa elçilikleriyle gizli temaslarda bulunarak devlet sırlarını sızdırıyordu.

Yani Osmanlı’yı yıkan, cephedeki top değil; içerideki işbirlikçilerdir.

Endülüs’ün Acı Hatırası

İberya’da 800 yıl boyunca İslam medeniyetinin incisi olan Endülüs, sadece dışarıdan gelen Haçlı saldırılarıyla değil, içeriden bölünmeyle yok oldu.

Emirlikler birbirine düşürüldü.

İspanyollarla işbirliği yapan Müslüman prensler, kendi şehirlerinin kapısını düşmana açtı.

Neticede bir zamanlar dünyanın ilim ve kültür merkezi olan Kurtuba, Granada ve Sevilla, birkaç asır içinde tarihten silindi.

Endülüs’ün çöküşü, “düşmanı dışarıda arama; önce içindeki gediklere bak” dersiyle hâlâ ibret verir.

Cumhuriyet Dönemi ve Darbeler

Türkiye’nin yakın tarihi de aynı gölgenin izleriyle doludur.

27 Mayıs 1960 darbesi, NATO’ya girişten kısa süre sonra gerçekleşti. Darbenin arkasında, ordudaki bazı unsurların dış bağlantıları olduğu artık sır değil.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Türkiye “sağ-sol çatışması”yla kan gölüne çevrildi. Silahları kim sağlıyordu? Çatışmaları kim körüklüyordu? Darbe sonrası bunların büyük kısmı ortadan kayboldu.

28 Şubat sürecinde medya, üniversite ve sermaye üzerinden yürütülen baskılar, sadece içeriden değil; küresel merkezlerle bağlantılı bir dizaynın parçasıydı.

15 Temmuz 2016 ise ibretlerin en büyüğü oldu. Kendi ordumuzun içine yerleşen bir yapı, yabancı akılların yönlendirmesiyle devleti yıkmaya kalkıştı.

Her darbe, aslında bir “casusluk başarısı”dır; içeriden kök salmadan yapılabilecek işler değildir.

Türkiye’deki Casusluk Faaliyetleri

Bugün de tablo farklı değil.

Savunma sanayiinde çalışan mühendislerin faili meçhul ölümleri, İsrail ve Batı istihbaratlarının içeriden uzattığı elleri hatırlatıyor.

MİT’in bir dönem CIA ile aynı binada çalıştığı ve hatta binanın kirasını Amerikalıların ödediği söylentisi, sembolik olarak büyük bir uyarıdır: “Kendi istihbaratının çatısını başkasına yaptırıyorsan, bağımsızlığın da sorgulanır.”

Medyada, akademide, teknoloji alanında ve üst düzey bürokraside hâlâ başka ajandalara çalışan unsurlar çıkmaya devam ediyor. Kimisi Atatürkçülük maskesiyle, kimisi Fetö paravanıyla, kimisi farklı ideolojik kisvelerle.

İran-İsrail Gerçeğinin Bizim İçin Mesajı

İsrail’in İran’da bu kadar rahat hareket edebilmesinin sebebi, kendi gücünden çok, içeride bulduğu işbirlikçilerdir. Aynı cesareti Türkiye’de de gösterebilmesinin sebebi, içerideki zaaflarımızdır.

Bugün eğer biz tedbirli olmazsak, Endülüs’ün akıbeti, Osmanlı’nın çöküşü, darbelerin acısı tekrar edebilir. Çünkü tarih tekerrür eder; ama ibret alınırsa tekerrür etmez.

Son Söz: İçten Fethedilmemek İçin

Bir milleti çökerten, içindeki gaflet ve ihanettir; dışarıdan gelen darbeler, içte kapı açılmadıkça zarar veremez.

İbret bellidir:

Endülüs içeriden çöktü.

Osmanlı içeriden sızdırıldı.

Cumhuriyet darbelerle içeriden vuruldu.

İran, içeriden Mossad’a teslim edildi.

Bugün bize düşen tek şey, tarihin bu acı derslerini görmezden gelmemek ve şu hakikati unutmamaktır:
En büyük ihanet, içeriden gelen ihanettir. En büyük tedbir de, uyanıklık ve birliktir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 3rd, 2025