Risale-i Nur Külliyatı’ndan Hikmetli Sözler ve Düşündürücü Yansımalar

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Hikmetli Sözler ve Düşündürücü Yansımalar

Risale-i Nur Külliyatı, yüzyılı aşkın bir süre önce Bediüzzaman Said Nursi tarafından kaleme alınmış, Kur’an ve iman hakikatlerini modern çağın anlayışına uygun bir şekilde izah eden bir tefsir külliyatıdır.
Bu eserler bütünü, derin bir hikmet ve manevi zenginlik ihtiva eder.

Bu makalede, bu sözlerin sunduğu derin manaları, tarihi bağlantılarını günümüz insanına olan yansımalarını inceleyeceğiz.

İman ve İnsanın Gerçek Değeri

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”
Bu söz, imanın insanın kimliğini ve değerini nasıl şekillendirdiğini çarpıcı bir şekilde ifade eder. İman, insanı sadece et ve kemikten oluşan bir varlık olmaktan çıkarıp, onu kainatın en şerefli misafiri, Allah’ın halifesi makamına yükseltir. Küfür ise bu manevi sultanlığı reddederek insanı, sadece maddi arzularının peşinde koşan, aciz ve nihayetinde yok olmaya mahkum bir varlığa dönüştürür. Bu, tarihin her döneminde kendini göstermiş, ibretlik bir gerçektir. İnsanlık tarihi, imanın getirdiği medeniyetleri ve küfrün yol açtığı yıkımları net bir şekilde gözler önüne sermiştir.

**********

Dünyanın Aldatıcı Cazibesi ve Ahiret Kapısı

Mesela “Dünya” yazan dev bir mıknatısın, bir insana doğru yaklaştığını ve insanın bir mescide sığınmaya çalıştığını düşünün.
Bu durum, “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” hakikatine bir göndermedir. Dünya, cazibesiyle insanı kendine çeker, onu kalıcı sandığı meşgalelerle oyalayıp asıl amacından uzaklaştırır. Ancak gerçek şu ki, dünya sadece bir imtihan sahnesidir. Asıl yurt, ebedi hayatın başladığı âhirettir.

Bu gerçeği anlayan bir mümin için kabir, korkulacak bir çukur değil, aksine “Ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.”
Bu söz, ölümün son değil, yeni bir başlangıç olduğunu anlatarak, ölüm korkusunu imanla birleştirerek aşmaya bir davettir.

Kainatın Dili ve Sanatkarının İmzası
“Bu kainatta görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki…” alıntısı, Kur’an’ın en temel mesajlarından biri olan Tevhid (Allah’ın birliği) ilkesini anlatır. Kainattaki her şey, birbiriyle uyumlu ve mükemmel bir şekilde işleyen bir düzenin parçasıdır.

Ve meyve dolu ağaç dalı gibi, her bir varlık, adeta bir ayna gibi, Allah’ın cemalini ve sanatını yansıtır. Bu sözler, doğaya sadece estetik bir bakış açısıyla değil, aynı zamanda tefekkürle bakmaya, her bir zerrenin arkasındaki hikmeti görmeye davet eder.

Güneşin odunsuz, gazsız sürekli ışık vermesi gibi hadiseler karşısında “Sübhanallah, maşaallah, berekellah” demek, bu ilahi sanata hayranlıkla tanıklık etmektir.

Risale Okumak Bir İbadettir
“İbadet niyetiyle Risale okumak…” başlıklı sözler, Risale-i Nur’un sadece bir tefsir külliyatı değil, aynı zamanda manevi bir terbiye aracı olduğunu gösterir. Risaleleri okumak veya yazmak, sadece bilgi edinmek değil, aynı zamanda kalbi temizleyen, imanı güçlendiren ve gafletten uyandıran bir ibadet olarak görülür.
Bu eserler, modern insanın aradığı huzuru ve manevi tatmini sunar.

Sonuç: Hikmet ve Düşünce Yolculuğu

Bu makale boyunca incelediğimiz Risale-i Nur iktibasları, hayatın temel meselelerine dair derin ve düşündürücü cevaplar sunmaktadır. Her biri, imanın insanı nasıl yücelttiğini, dünyanın aldatıcı yüzünü, kainatın bir sanat eseri olduğunu ve ilahi rızayı kazanmanın yollarını farklı açılardan ele almaktadır.
Bu sözler, okuyucuyu sadece düşünmeye değil, aynı zamanda eyleme geçmeye ve hayatını bu hakikatler doğrultusunda yeniden şekillendirmeye davet eder. Risale-i Nur, bu çağın insanına hem ilim hem de hikmetle dolu, manevi bir yol haritası sunar.

Özet
Bu makalede, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan çeşitli alıntılar üzerinden, imanın insanı nasıl yücelttiği, dünyanın geçiciliği ve ahiretin kalıcılığı, kainatın bir sanat eseri olduğu ve Risale okumanın ibadet hükmünde olduğu gibi konular ele alınmıştır.
Sözlerin tarihi ve edebi yönleri incelenmiş, günümüz insanı için taşıdığı anlamlar anlatılmıştır. Makale, bu hikmetli sözlerin insanı hem düşünmeye hem de hayatını bu doğrultuda yeniden şekillendirmeye davet ettiğini belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

https://www.youtube.com/watch?v=3XzmMBa0SfQ&list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Açlıkla Gelen Sessiz Soykırım: Gazze’de İnsanlığın Çöküşü

Açlıkla Gelen Sessiz Soykırım: Gazze’de İnsanlığın Çöküşü

  1. GİRİŞ: Susturulmuş Feryatlar ve Çatlayan Tabaklar

Gazze… Bir şehrin değil, bir milletin boğazına kadar sıkılmış yumruğun adıdır artık. Her çatal kaşık sesi, bir yardım konvoyunun geç gelmiş yankısı gibidir. Her çocuğun açlıktan çıkardığı inilti, dünyanın sessizliğine atılmış bir tokattır.

Bugün Gazze’de yalnızca insanlar değil, insanlık da açlıktan ölüyor. Yüzlerce çocuk, daha dünya nimetini tadamadan toprakla buluşurken, devletler diplomatik satrançlar oynuyor. Zulmün en rafine hali olan açlıkla imha siyaseti, “bomba atmadan öldürmenin” soğukkanlı formülüdür.

  1. TARİHİN TEKERRÜRÜ: Abluka Savaşının Siyah Sayfaları

Tarih boyunca açlık bir silah olarak kullanıldı. Roma, düşmanı teslim almak için kuşatma yapardı. Orta Çağ’da kaleleri aç bırakarak dize getirirlerdi. Fakat Gazze’de yaşanan bu durum, tarihin tanık olduğu en uzun ve en sistematik aç bırakma politikasıdır.

İsrail, BM kararlarını hiçe sayarak, Gazze’yi açık hava hapishanesine çevirdi. Abluka artık sadece askeri değil, biyolojik bir silah halini aldı. 75 yaşındaki müezzin Selim Asfur’un “beş gün üst üste ekmek bulamadım” demesi, sadece açlığın değil, “toplu ceza”nın belgesidir.

  1. HİKMETİ GÖREMEMEK: Gözlere İnen Perde

Kur’ân’da buyurulur:

> “Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.”
(Maide, 32)

Gazze’de çocuklar tek tek değil, toplu toplu ölüyor. Bu artık yalnızca bir işgal değil, bir imtihandır: Sadece Filistinliler için değil; suskun kalan bütün insanlık için…

İnsanlığın sınıfta kaldığı bu yer, ilahi terazinin kurulacağı yerdir. Zulmü alkışlayan değil, zulme susan da bu terazide mahkûm olur.

  1. BİLİMSEL VE SAĞLIK BOYUTU: Açlığın Sessiz Tahribatı

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre çocuklar 3-4 günlük açlıkla geri dönüşü olmayan beyin ve organ hasarı yaşayabilir. 9 yaşındaki Meryem’in 10 kiloya düşmesi, tıbben ölümle yaşam arasında bir çizgide kalmaktır. Gazze’de bu tablo artık norm hâline geldi.

Kronik açlık, yalnızca fiziksel değil; psikolojik, nesiller arası travmalara da sebep olur. Açlığı yaşamış bir çocuk, hayata güvenini yitirir. Gazzeli çocuklar ellerinde tabaklarla yardım beklemiyor artık; aslında adalet ve merhamet bekliyorlar.

  1. SESSİZLİK DE BİR TARAF OLMADIR

İnsanlığın vicdanı, artık diplomatik kınama cümleleriyle temizlenemez. Yeryüzünün sustuğu, sadece sosyal medyada birkaç paylaşım yaptığı yerde; açlıktan ölen bir çocuk, dünya sisteminin meşruiyetini yerle bir eder.

Birleşmiş Milletler, uluslararası hukuk, insan hakları beyannamesi… Hepsi bir bir rafa kaldırılmıştır. Çünkü sistem, mazlumu değil, menfaati korumaktadır.

  1. TÜRKİYE VE KIZILAY’IN ROLÜ: İyiliğin Enkaz Altında Filizlenmesi

Tüm bu karanlık tabloda, Türkiye’nin Gazze’ye gönderdiği yüzlerce TIR yardım, iyiliğin hâlâ nefes aldığına dair bir delildir. Kızılay’ın 50 bin kişilik gıda yardımı, yalnızca karın doyurmaz, umut da verir.

Ancak bu yardımların sürekliliği kadar, yardım yollarının açık kalması da bir o kadar hayatidir. Yardım dağıtım noktalarının bombalandığı yerde, insanî yardım bir risk değil, bir cihat olur.

  1. HAKİKATİN SAHNESİ: Kamera Arkasında Kalan Sessizlik

Bir Gazzeli annenin çocuğuna “belki de son kez” sarılarak yardım kuyruğuna gitmesi, modern çağın en dramatik sahnelerindendir. Bu yalnızca bir anne-çocuk hikayesi değil; medeniyetin çöküş hikayesidir.

Hiçbir anne, ekmek almak için çocuklarına veda etmemeli. Bu tabloya bakan herkesin kendi yüreğinde şu soruyu sorması gerekir:
“Ben bu zulmün neresindeyim?”

  1. SONUÇ: İnsanlık Gözden Değil, Gönülden Uzaklaştı

Gazze’de olanlar sadece politik değil, ahlaki bir yıkımdır. Açlıkla terbiye edilen bir toplumun karşısında duran herkes, tarih önünde ve Allah katında sorumludur.

Bir gün hesaplar kapandığında, çocukların boş tabağı, o günün en ağır delili olacaktır.

ÖZET

Gazze, tarihin en sistematik aç bırakma politikasıyla karşı karşıya.

İsrail, insani yardımları engelleyerek açlığı bir silah haline getirdi.

En çok etkilenenler çocuklar ve yaşlılar; 180 kişinin açlıktan öldüğü bildiriliyor.

Dünya sistemi, bu soykırım karşısında etkisiz ve suskun kalıyor.

Türkiye ve Kızılay, yardım ulaştırmak için aktif rol oynasa da yeterli değil.

Açlıktan ölen bir çocuk, insanlığın çöküş belgesidir.

Bu olaylar karşısında tarafsız kalmak mümkün değildir: Susmak da bir tercihtir.
Ancak zulme taraf olmak, tarafsız kalmak ve suskun durmak; namusun yitirilmesi ve bertaraf olmaktır.

Gazze, sadece bir coğrafya değil, vicdanın sınavıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 3. HAFTA

🧎 HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 3. HAFTA

Secdesizlik: Huzurdan Kaçışın Anatomisi

> “Secdesizlik, huzurdan kaçıştır. Rabbini ve kendini unutmaktır. Emre itaatsizliktir. İnsanın hakikatinin Hakla buluşmasına engel olmaktadır.”
(Veciz Sözler – M. Özçelik)

Secde, bir insanın kendi hiçliğini ve Rabb’inin azametini idrak etmesinin en derin ifadesidir. Bu yüzdendir ki şeytan, kibriyle bu kapıyı kapattı ve huzurdan kovuldu. Modern çağda ise secdesizlik, fiziki bir eylem eksikliğinden çok daha öte bir anlam yitimi hâline geldi.

🕋 Secde Nedir, Neye Denir?

Secde, sadece alnı yere koymak değildir. O, kalbin yere eğilmesi; aklın, en büyük hakikate boyun eğmesidir.
Kur’ân’da defaatle “secde edenler” övülür; secde, ibadetin zirvesi olarak gösterilir:

> “Öyleyse Rabbine secde et ve yaklaş!”
(Alak, 96/19)

Secde yaklaşmaktır. Bütün benliğiyle, Rabbin huzuruna girmektir. Secde, insanın kibrini kırar; hakikate eğilmeye mecbur bırakır.

🚫 Secdesizlik Ne Demektir?

  1. Ruhî bir huzursuzluktur: Huzurdan kaçmak, nefsin karanlığında kalmaktır.
  2. Emre itaatsizliktir: Şeytanın ilk günahı secdesizlikti.
  3. İnsanın kendi hakikatinden kopmasıdır: Çünkü insanın öz istikameti, secdede saklıdır.

> “Secdesizlik, istikametin kaybıdır.”
(Veciz Sözler – M. Özçelik)

🔍 Secdeye yalnızca bedenin değil, aklın ve kalbin de girmesi gerekir.

> “Sâcide giden her baş, Allah’ın rububiyetini tasdik eder.”

Yani secde, bir imzadır; “Ben Sen’in kulunum” mühürüdür.

📖 Secdesizlikle Gelen Manevî Çöküş

Secde etmeyen, kendini ilahlaştırır. Kendi iradesini kutsar. Ve en sonunda, anlamdan, hakikatten, huzurdan kaçar.

Bu çağın modern şeytanları, “özgürlük” adı altında insanı secdeden uzaklaştırmakta. Oysa secdeden uzaklaşan, aslında özünden uzaklaşır.

> “Secde etmediği için huzurdan kovulan bir varlığın peşinden giderek, huzuru bulamazsın.”

🧘‍♂️ Kapanış ve Teemmül:

Her secde, bir iç temizliğidir. İnsan ruhunun yıkandığı yerdir.
Peki biz ne kadar eğiliyoruz?
Yoksa başımız dik ama ruhumuz çökük mü geziyoruz?

> “Senin alnın yerden kalktı, ya kalbin?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Kudüs’te Kırmızı Çizgiler Aşıldığında: Zalimlerin Zulmü, Mazlumların Sabır Ordusu ve İnsanlığın İmtihanı

Kudüs’te Kırmızı Çizgiler Aşıldığında: Zalimlerin Zulmü, Mazlumların Sabır Ordusu ve İnsanlığın İmtihanı

  1. Mukaddes Topraklarda Kirli Ayak Sesleri

Mescid-i Aksa’ya yönelik son baskın, sadece bir camiye yapılan tecavüz değil; insanlığın vicdanına, tarihe ve mukaddesata karşı işlenmiş bir cürümdür. İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir’in, Müslümanların en kutsal üç mekânından biri olan Aksa’da “dua” adı altında yaptığı bu baskın, aslında ırkçı Siyonist ideolojinin kutsalı ayaklar altına alışıdır. Bu eylem, sadece bir provokasyon değil; uluslararası hukukun, dinî özgürlüklerin ve barışın üzerine indirilen yeni bir darbeydi.

Ancak bu yalnız bir adamın cür’eti değil; arkasında ABD’den gelen sınırsız bir destek, Avrupa’nın sessizliği ve ümmetin parçalanmışlığı vardır.

  1. Kudüs’te Kıyamet Alarmı: Kırmızı Çizgiler ve Kırılan Sessizlikler

Trump’ın “Benim tabanım artık İsrail’den nefret ediyor” sözü, Batı’daki değişen dengelerin habercisidir. Bu söz, sadece siyasi bir kaygının değil, Batı kamuoyunun vicdanen çatladığının göstergesidir. Artık milyonlarca insan, Filistin’de yaşananların soykırım olduğunu görmezden gelemiyor. Avustralya’dan İrlanda’ya, Amerika’dan Latin Amerika’ya kadar sokaklara dökülen yüzbinlerce insan, “Filistin insanlıktır” diye haykırıyor.

İsrailli yazar Grossman’ın “gördüklerime sessiz kalamazdım” ifadesi, Siyonist devletin içinden yükselen ilk ciddi itiraf dalgasıdır. Zira gerçek olan, artık inkârın sınırlarını aşmıştır. Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, tankların gölgesinde bebekler can verirken, dünyanın sessizliği suç ortaklığına dönüşmektedir.

  1. Tarihten Ders: Zalimler Hep Ortaklıdır, Zulüm Yalnız Yürümez

Firavun’un etrafında büyücüleri, Nemrut’un yanında askerleri vardı. Zulüm, hiçbir zaman yalnız dolaşmaz; kendine bir medya, bir sermaye, bir ordu, bir lobi bulur. Bugün İsrail’in cinayetleri, ABD’nin generalleriyle kutsanmakta, bazı dijital platformlarca dolaylı olarak finanse edilmekte, BM’nin “dilsiz şeytanlığı” ile korunmaktadır.

Ancak tarih, zalimlerin gücünden çok mazlumların sabrını yazar. Nail el-Bergusi gibi 45 yıl zindanda kalıp da “Zafer bir saatlik sabırdır, o bir saat 45 yıl sürebilir” diyenlerin iradesi, zulümden daha köklüdür. Çünkü zulüm süreklilik değil, ancak gecikmiş bir çöküştür.

  1. Açlık ve Abluka: İnsanlığın Son Sınavı

UNICEF ve Sağlık Bakanlığı raporlarına göre Gazze’de her üç kişiden biri tam gün aç kalmakta, çocuklar beslenememekte, ilaç yokluğu ölümleri artırmaktadır. Aç bırakılan İsrailli esirlerin hali bile, ablukayı koyanların acımasızlığını gösteriyor. Zira abluka silahı, artık sadece savaşta değil; aç bırakmakta, susuz bırakmakta, vicdanı boğmakta kullanılmaktadır.

Bu tablo karşısında İrlanda Cumhurbaşkanı’nın 7. BM Bölümünün devreye sokulmasını istemesi; artık devletler düzeyinde bir vicdan sesinin yükselmeye başladığını gösteriyor.

  1. Filistin Davası: Bugün Hak ile Batılın En Net Ayrımıdır

Bugün Gazze’deki mücadele, bir toprak meselesi değil, bir ahlak ve insanlık savaşıdır. Kudüs, ümmetin kalbidir; kalp susarsa beden dağılır. Mescid-i Aksa, sadece taş ve tuğladan ibaret değildir; o, ümmetin şuurunun mihenk taşıdır. Kudüs susarsa, Mekke de Medine de yetim kalır.

Bu nedenle İsrail’e karşı durmak, sadece bir siyasi duruş değil, Kur’anî bir emirdir. Zulmün her türlüsüyle mücadele etmek, sadece Müslümanların değil, vicdan sahibi herkesin sorumluluğudur. Zira Kur’ân buyurur:

> “Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.” (Hud, 113)

Özet:

Mescid-i Aksa’ya yapılan provokatif baskın, Siyonist politikanın kutsal değerlere saldırısının yeni bir örneğidir.

Gazze’deki soykırım, sadece İsrail’in değil; onu destekleyen ABD, sessiz kalan Avrupa ve bölgedeki terör aparatlarının ortak ürünüdür.

İrlanda gibi bazı Batılı devletlerde bile vicdan sesleri yükselmekte, Filistin’e destek artmaktadır.

İsrailli yazar Grossman gibi sesler, içeriden gelen çöküşün işareti olabilir.

Filistinli esir Nail el-Bergusi’nin sabrı, mazlumun nasıl zafere yürüyebileceğini göstermektedir.

BM ve uluslararası sistemin sessizliği, modern çağın ahlaki çöküşünü resmetmektedir.

Bugün Filistin davası, hak ile batılın, zalimle mazlumun, vicdanla menfaatin net bir şekilde ayrıldığı bir turnusol kâğıdıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Hayatın Hakikati ve Ahiret Bilinci Üzerine Bir Makale

Hayatın Hakikati ve Ahiret Bilinci Üzerine Bir Makale

İnsanoğlu, bu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, varoluşunun derin anlamını ve bu kâinattaki yerini sorgulayan bir yolculuğa çıkar. Gündelik hayatın telaşı, dünyevi meşgalelerin cazibesi, bazen bu kutlu yolculukta bizi yoldan çıkarabilir. Fakat kadim bilgelik, bize bu yolun hakikatini fısıldar. Hayatın gelgitleri arasında kaybolmamak, ruhun derinliklerindeki manevi açlığı dindirmek için, bazı hikmetli sözler birer pusula vazifesi görür.

  1. Sığınma ve Hizmetkârlık Bilinci: “Ey Bu Yerlerin Hâkimi! Senin Bahtına Düştüm…”
    Bu söz, insanın acizliğinin ve Yaratıcısına olan mutlak ihtiyacının en veciz ifadesidir. Hayatın fırtınaları karşısında tek limanın, “bu yerlerin Hâkimi” olduğunu bilmektir. İnsanın kendi gücüne olan itimadını bir kenara bırakıp, O’nun himayesine sığınması, aynı zamanda O’na hizmetkâr olduğunu idrak etmesidir. Tıpkı bir geminin kaptanı gibi, dümeni Hâkim-i Mutlak’a emanet etmek, huzura ve rızaya giden yolda atılan ilk adımdır. Bu bilinç, insanı gururdan, kibirden ve benlik davalarından kurtarır. Dünya nimetlerinin geçiciliğini anlar, her şeyin sahibinin O olduğunu bilir ve kalbi bir huşu içerisinde O’na yönelir.
  2. Cennet ve Cehennem Hakikati: “Cehennem Lüzumsuz Değil…”
    Bu kâinatın boş yere yaratılmadığı gibi, ahiretin de lüzumsuz olmadığı gerçeği, adaletin tecellisidir. Cehennem, sadece bir azap yeri değil, aynı zamanda hakkaniyetin, adaletin ve ilahi nizama isyanın kaçınılmaz bir sonucudur. Kimi işler vardır ki, bu dünyada karşılığı verilemez, öyle büyük cürümler işlenmiştir ki, cehennem dahi o amellerin hakkını vermek için “Yaşasın!” der. Benzer şekilde, cennet de ucuz değildir. O, ancak samimi bir imanla, takva ile ve salih amellerle kazanılır. Cennet, basit bir hediye değil, ilahi rızayı kazanmanın, nefsi terbiye etmenin ve kulluğun bedelidir. Bu hakikat, insanı dünyada attığı her adıma, söylediği her söze, yaptığı her amele dikkat etmeye sevk eder.
  3. Fani Olanın Acısı ve Baki Olanın Hakikati: “Karşımda Müthiş Bir Yangın Var…”
    Bir baba figürünün elinde yanan evladını tutması, ancak imanını kurtarmak için koşması, bu dünya hayatının ne kadar fani, ahiretin ise ne kadar baki olduğunun güçlü bir sembolüdür. En değerli varlığımız olan evlatlarımız bile, imanın ateşi karşısında ikinci planda kalır. Bu, fani olanın sevgisinden, baki olana olan sevgiye ve bağlılığa geçişin dramatik bir ifadesidir. Dar düşünceler ve dar görüşler, bu büyük resmi göremeyenlerin halidir. Onlar, dünyevi meselelerin, eften püften olayların peşinde koşarken, ahiretin büyük yangınını görmezden gelirler. Oysa mümin, bu fani dünya yangınını söndürmek için değil, sonsuz ahiret yurdunu kurtarmak için çabalamalıdır.
    4. Kâinatın Tek Sahibi: “Sultan-ı Kâinat Birdir…”
    Bu âlemin bir tek sahibi vardır. Her şeyin anahtarı O’nun elindedir. Kudreti ve iradesi her şeyi kuşatmıştır. O’na kul olan, O’na sığınan, O’na tevekkül eden, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulur. İnsan, ne kadar zengin, ne kadar güçlü olursa olsun, bir gün her şeyini kaybedeceği korkusuyla yaşar. Ancak kâinatın Sultanı’na bağlanan bir kalp, bu fani korkulardan azade olur. O’nun rızasını arayan, O’nun emriyle hareket eden, dünya ve ahiret saadetini bulur.
  4. İnsanın Boş Yaratılmadığı Hakikati: “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”
    Bu soru, insanı derinden sarsar ve gaflet uykusundan uyandırır. İnsan, bir ağaç gibi, hayvan gibi başıboş ve sahipsiz değildir. Yaptığı her hareket, söylediği her söz, attığı her adım kaydedilir. Amellerinin neticeleri, ilahi bir muhasebede kendisine sunulur. Bu, insanı sorumlu bir varlık kılar. Bedenindeki her organın, aklındaki her düşüncenin, kalbindeki her niyetin bir karşılığı vardır. Bu bilinç, insanı daha dikkatli, daha ahlaklı ve daha sorumlu bir hayat yaşamaya sevk eder.
  5. Hastalık ve Gaflet: “Hastalık olmazsa sıhhat ve âfiyet gaflet verir…”
    Bazen bir hastalık, bir musibet, insanı dünya hayatının gafletinden uyandırır. Sağlıklı ve zengin bir hayat, insanı dünya zevklerine düşürür ve ahireti unutturabilir. Oysa bir hastalık, insana acizliğini hatırlatır, fani olanın kıymetini unutturur ve asıl baki olan ahiret yurduna yöneltir. Bu, ilahi bir uyarıdır, bir ikazdır. Bu yüzden hastalıklar, musibetler, birer dert değil, ilahi bir rahmet, bir uyarı ve bir fırsattır.
  6. Güzelliğin Yaratıcısı ve Aşkın Kaynağı: “Gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren zat…”
    Güllerin ve çiçeklerin güzelliği, arıları ve bülbülleri onlara âşık eder. Bu, güzelliğin Yaratıcısı’nın bir tecellisidir. O, fani olan bu güzellikleri yaratıyorsa, elbet sonsuz olan kendi cemalini de sevenleri ve âşıkları yaratır. Bu, ilahi bir aşkın ve estetiğin kâinattaki yansımasıdır. İnsanı, bu fani güzelliklerden, sonsuz güzelliğin sahibine yönlendirir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur külliyatından derlenmiş hikmetli sözler ışığında, insanın varoluş meselelerini ele almaktadır. Makalenin temel tezi, insanın bu dünyada başıboş, sahipsiz ve hesapsız olmadığıdır. Hayatın hakikati, Yaratıcıya sığınmak, O’na hizmetkâr olmak ve O’nun rızasını aramaktır. Cehennemin adalet, cennetin ise ancak çaba ile kazanılabileceği anlatılmaktadır. Dünyevi musibetlerin, özellikle hastalıkların, insanı gafletten uyandıran birer ilahi ikaz olduğu belirtilmiştir.
Son olarak, kâinatın ve içindeki tüm güzelliklerin, sonsuz güzellik ve aşkın sahibi olan Yaratıcıya işaret ettiği anlatılmaktadır. Makale, okuyucuyu fani dünya hayatından sıyrılıp, sonsuz ahiret yurduna yönelik bir bilinç geliştirmeye davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Dünya Bir Han, Hayat Bir Yolculuk: İnsanın Kendisiyle ve Kaderiyle İmtihanı

Dünya Bir Han, Hayat Bir Yolculuk: İnsanın Kendisiyle ve Kaderiyle İmtihanı

İnsan, varoluşunun başlangıcından itibaren kendisini, içinde bulunduğu dünyayı ve hayatın anlamını sorgulayan bir varlıktır. Bu dünya, kimi zaman şen şakrak bir panayır, kimi zaman ise ıssız bir çöldür. Hayat ise, ne zaman biteceği bilinmeyen, sayısız durakları olan bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız her olay, her insan ve her duygu, bize kendi iç dünyamızla ve ilahi iradeyle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirme fırsatı sunar.
Dünya: Ebedi Olmayan Bir Konak,
“Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir.” İnsanın bu fani dünyaya olan bağlılığı, genellikle onu asıl amacından uzaklaştırır. Mal, mülk, makam, şöhret gibi geçici hevesler, insana bu dünyanın ebedi bir yurt olduğu yanılgısını verir. Ancak hayatın sonu geldiğinde, dünya bize “Haydi dışarı!” der ve bizi terk etmeye zorlar. Tıpkı bir misafirhaneden ayrılan yolcu gibi, bu dünyadan geriye sadece yaptıklarımız ve bıraktığımız izler kalır. Bu nedenle, dünya bizi kovmadan ve “haydi dışarıya” demeden, bu fani zevkleri arkamızda bırakıp, asıl yurdumuza hazırlık yapmalıyız.

*********

Şeytanın Vesvesesi ve İnsanın İç Savaşları

Hz. Ali’nin hikmetli sözünde, insanın iç dünyasına dair önemli bir gerçeği işaret eder: “Boş eve hırsız girmez.”
Şeytanın vesveseleri, ancak kalbi ve zihni boş kalmış, manevi birikimi olmayan insanları etkisi altına alabilir. Kalbi imanla, hikmetle ve ilimle dolu olan bir insan, şeytanın fısıltılarına karşı daha dirençlidir. Bu durum, insanın nefsiyle olan mücadelesini de simgeler. Nefis, tıpkı şeytan gibi, sürekli olarak bizi kötüye ve tembelliğe sürüklemeye çalışır. Bu deruni savaşta galip gelmek, ancak irademizi güçlendirerek ve kalbimizi ilahi aşkla doldurarak mümkün olur.

**********

Kader ve Musibetler: Tevbenin Kapısı

Hayatta karşılaştığımız musibetler ve zorluklar, kader-i ilahinin birer tecellisidir.
“Kader-i ilahi isyanımız için musibet verir.” Bu musibetler, aslında bize birer uyarı niteliğindedir. İşlediğimiz hataları, ihmallerimizi ve isyanlarımızı hatırlatır. Bu zorluklara rızâdâde olmak, yani ilahi takdire teslim olmak, o günahtan tövbe etmektir. Zira her zorluğun ardında bir kolaylık, her karanlık gecenin ardında ise parlak bir sabah vardır. “Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur” sözü de bu umudu ve sabrı anlatır.

**********

Hayatın Kıymeti: Dün, Bugün ve Yarın

Hayat, “dün gitti, yarın meçhul, bugün senin elinde” gerçeğiyle anlam kazanır. Geçmişi değiştiremeyiz, geleceği bilemeyiz. Sahip olduğumuz tek şey, içinde bulunduğumuz andır. Bu anı, tıpkı bir yatırımcı gibi, en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.
“Gerçek ömrünü, içinde bulunduğun gün bil” sözü, bu kıymetli anın ne kadar önemli olduğunu anlatır. Bu nedenle, geleceğe yönelik gerçek bir yatırım, bugünü faydalı amellerle, ibadetle ve iyilikle geçirmekten geçer.

Özet
İnsanın dünya hayatı, fani bir handa geçen geçici bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığı zorluklar, musibetler ve dahili savaşlar, aslında onun manevi olgunlaşması için birer imtihandır. Şeytanın vesvesesine karşı kalbini imanla doldurmak, kaderin cilvelerine karşı sabır ve rıza göstermek, ve en önemlisi, elindeki anın kıymetini bilmek, bu zorlu yolculukta insana rehberlik eden temel ilkelerdir. Unutmamalıyız ki, dünya bizi kovmadan evvel, bu fani hevesleri arkamızda bırakmalı ve ebedi yurdumuza hazırlık yapmalıyız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Dünya Bir Han, Hayat Bir Yolculuk: İnsanın Kendisiyle ve Kaderiyle İmtihanı

Dünya Bir Han, Hayat Bir Yolculuk: İnsanın Kendisiyle ve Kaderiyle İmtihanı

İnsan, varoluşunun başlangıcından itibaren kendisini, içinde bulunduğu dünyayı ve hayatın anlamını sorgulayan bir varlıktır. Bu dünya, kimi zaman şen şakrak bir panayır, kimi zaman ise ıssız bir çöldür. Hayat ise, ne zaman biteceği bilinmeyen, sayısız durakları olan bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız her olay, her insan ve her duygu, bize kendi iç dünyamızla ve ilahi iradeyle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirme fırsatı sunar.
Dünya: Ebedi Olmayan Bir Konak,
“Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir.” İnsanın bu fani dünyaya olan bağlılığı, genellikle onu asıl amacından uzaklaştırır. Mal, mülk, makam, şöhret gibi geçici hevesler, insana bu dünyanın ebedi bir yurt olduğu yanılgısını verir. Ancak hayatın sonu geldiğinde, dünya bize “Haydi dışarı!” der ve bizi terk etmeye zorlar. Tıpkı bir misafirhaneden ayrılan yolcu gibi, bu dünyadan geriye sadece yaptıklarımız ve bıraktığımız izler kalır. Bu nedenle, dünya bizi kovmadan ve “haydi dışarıya” demeden, bu fani zevkleri arkamızda bırakıp, asıl yurdumuza hazırlık yapmalıyız.

*********

Şeytanın Vesvesesi ve İnsanın İç Savaşları

Hz. Ali’nin hikmetli sözünde, insanın iç dünyasına dair önemli bir gerçeği işaret eder: “Boş eve hırsız girmez.”
Şeytanın vesveseleri, ancak kalbi ve zihni boş kalmış, manevi birikimi olmayan insanları etkisi altına alabilir. Kalbi imanla, hikmetle ve ilimle dolu olan bir insan, şeytanın fısıltılarına karşı daha dirençlidir. Bu durum, insanın nefsiyle olan mücadelesini de simgeler. Nefis, tıpkı şeytan gibi, sürekli olarak bizi kötüye ve tembelliğe sürüklemeye çalışır. Bu deruni savaşta galip gelmek, ancak irademizi güçlendirerek ve kalbimizi ilahi aşkla doldurarak mümkün olur.

**********

Kader ve Musibetler: Tevbenin Kapısı

Hayatta karşılaştığımız musibetler ve zorluklar, kader-i ilahinin birer tecellisidir.
“Kader-i ilahi isyanımız için musibet verir.” Bu musibetler, aslında bize birer uyarı niteliğindedir. İşlediğimiz hataları, ihmallerimizi ve isyanlarımızı hatırlatır. Bu zorluklara rızâdâde olmak, yani ilahi takdire teslim olmak, o günahtan tövbe etmektir. Zira her zorluğun ardında bir kolaylık, her karanlık gecenin ardında ise parlak bir sabah vardır. “Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur” sözü de bu umudu ve sabrı anlatır.

**********

Hayatın Kıymeti: Dün, Bugün ve Yarın

Hayat, “dün gitti, yarın meçhul, bugün senin elinde” gerçeğiyle anlam kazanır. Geçmişi değiştiremeyiz, geleceği bilemeyiz. Sahip olduğumuz tek şey, içinde bulunduğumuz andır. Bu anı, tıpkı bir yatırımcı gibi, en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.
“Gerçek ömrünü, içinde bulunduğun gün bil” sözü, bu kıymetli anın ne kadar önemli olduğunu anlatır. Bu nedenle, geleceğe yönelik gerçek bir yatırım, bugünü faydalı amellerle, ibadetle ve iyilikle geçirmekten geçer.

Özet
İnsanın dünya hayatı, fani bir handa geçen geçici bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığı zorluklar, musibetler ve dahili savaşlar, aslında onun manevi olgunlaşması için birer imtihandır. Şeytanın vesvesesine karşı kalbini imanla doldurmak, kaderin cilvelerine karşı sabır ve rıza göstermek, ve en önemlisi, elindeki anın kıymetini bilmek, bu zorlu yolculukta insana rehberlik eden temel ilkelerdir. Unutmamalıyız ki, dünya bizi kovmadan evvel, bu fani hevesleri arkamızda bırakmalı ve ebedi yurdumuza hazırlık yapmalıyız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Hayatın Kum Saati ve Gerçek Değerler

Hayatın Kum Saati ve Gerçek Değerler

Hayat, tıpkı bir kum saati gibi işlemeye devam ediyor. Üst haznedeki kum taneleri, her an birer birer aşağı akıyor ve her geçen saniye, hayatımızın sonuna bir adım daha yaklaşıyoruz. Bu kum taneleri, nefeslerimiz, saatlerimiz, günlerimizde ve yıllarımızda gizli. Peki, bu değerli zamanı ne uğruna harcıyoruz?

“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun!” sorusu, tam da bu noktada ruhumuza bir neşter gibi saplanıyor ve bizleri derin bir muhasebeye davet ediyor.

Tarih boyunca nice medeniyetler, büyük imparatorluklar kuruldu ve yıkıldı. Firavunların piramitleri, Babil’in asma bahçeleri, Roma’nın ihtişamlı arenaları, hepsi zamanın kum taneleri içinde toz oldu, silinip gitti. Hükümdarların tahtları, zenginlerin hazineleri, alimlerin kütüphaneleri dahi eninde sonunda toprağa karıştı. Bu durum, bize dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu ve asıl amacın bu misafirhaneyi en iyi şekilde değerlendirmek olduğunu fısıldar. Ecdadımız, bu gerçeği idrak ederek, fanilik üzerine derin hikmetler inşa etmişlerdir. Camiler, külliyeler, medreseler inşa ederken sadece dünyaya değil, ahirete de yatırım yapmışlardır. Çünkü bilirlerdi ki, dünyalık zenginlikler sadece geçici bir aldanış, gerçek zenginlik ise ruhun ve ahlakın derinliğinde gizlidir.

Bu noktada ahlakın önemi de su yüzüne çıkar. Pisagor’a atfedilen hikmetli sözde, “Bir deliye kılıç vermek ne kadar tehlikeliyse, ahlaksız bir insana güç vermek de o kadar tehlikelidir,” der. Dünya hayatı bir güç ve kudret mücadelesine dönüşürken, bu gücün doğru ellerde olması, ahlaki bir temele oturması elzemdir. Zira ahlaktan yoksun bir güç, sadece yıkıma, zulme ve karmaşaya yol açar. Tıpkı kum saatinin alt haznesinde biriken kumun, eğer doğru bir amaç için kullanılmazsa bir hiç uğruna harcanması gibi, ahlaksız bir kudret de sadece boş bir çabaya dönüşür.

Peki, hayatın asıl gayesi nedir? Risale-i Nur Külliyatı, bu sorunun cevabını, ezanın kudsi nidasıyla birleştirir. Ezanın, sadece bir köy ahalisini namaza davet etmek olmadığını, “belki kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlukat namına bir ilân-ı Tevhid” olduğunu beyan eder. Bu ifade, bizi sadece kendi dar dünyamızdan çıkarıp, evrenin ve bütün mahlukatın içinde bir bütün olarak düşünmeye davet eder. Hayatın anlamı, sadece şahsi menfaatler peşinde koşmak değil, kâinattaki bu büyük düzenin bir parçası olmak, Yaratan’a karşı kulluk görevimizi idrak etmektir. İşte bu idrak, kum saatindeki zamanı en verimli şekilde kullanmamızı sağlar.

Sonuç olarak, hayat bir kum saatine benzer. Bu kum saatinin içindeki kum, zamanımızdır. Her bir kum tanesi, bize verilen bir fırsattır. Bu fırsatı sadece dünya telaşıyla, geçici zevklerle heba etmek yerine, asıl ve kalıcı olan değerler için kullanmalıyız. Ahlaklı bir duruş sergileyerek, hem kendimize hem de çevremize faydalı olmalı, ve en önemlisi, hayatın gerçek amacının farkında olarak, bütün mahlukatın bir parçası olduğumuzu bilmeliyiz. Aksi takdirde, kum saati boşaldığında, geriye sadece anlamsız bir koşuşturma ve boşa harcanmış bir ömür kalır.

Makale Özeti
Bu makale, hayatın geçiciliğini ve kum saati metaforu üzerinden zamanın değerini ele almaktadır. Dünya malına ve geçici zevklere odaklanmanın anlamsızlığına değinerek, hayatın asıl gayesinin bu fani dünyayı doğru değerlendirmek olduğunu anlatmaktadır.
Makale, ahlakın önemini Pisagor’un sözüyle pekiştirerek, gücün ahlak temeline oturtulmadığı takdirde yıkıma yol açacağını belirtir.
Son olarak, Risale-i Nur’dan yapılan iktibasla, ezanın evrensel bir tevhid ilanı olduğuna işaret ederek, hayatın anlamının sadece bireysel çıkarlar değil, kâinatın bütünlüğü içinde Yaratan’a karşı kulluk görevini idrak etmek olduğunu ifade eder.
Makale, okuyucuyu zamanını bilinçli ve anlamlı bir şekilde kullanmaya davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 2. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 2. HAFTA

Fabrika-i Dimağiye: Aklın İlahi Dizaynı

> “Aklın fabrikası hükmünde olan dimağ bozulsa, elbette fikir, mâkul olmaz; hayal dahi hakikatle karışır, bir hayâl-i muhâl olur.”
(Lem’alar, s. 284)

🌿 Giriş:

İnsanın en kıymetli cihazı olan akıl, Allah’ın insan üzerindeki en mükemmel sanat tecellisidir. Bu akıl, zihnin derinliklerinde yer alan ve Risale-i Nur’da “fabrika-i dimağiye” olarak tanımlanan sistemle işler. Bu fabrika, hem bilgiyi işler hem de insanın hayatını yönlendiren en temel merkezlerden biridir.

🧩 Dimağ Ne Demektir?

Dimağ; aklın ve zihnin biyolojik, nörolojik ve manevî boyutlarını kapsayan bir merkezdir. Beynin fiziksel yapısı gibi görünse de, faaliyeti sadece maddî değil, aynı zamanda mânevî bir işlem merkezidir.
Nitekim Bediüzzaman bu merkeze dikkat çekerken şöyle der:

> “Fabrika-i dimağiye bozulsa, hayal hakikatle karışır, bir hayâl-i muhâl olur.”
(Lem’alar, s. 284)

Bu cümle, çağımız insanının yaşadığı en temel buhranlardan birine işaret eder: Gerçeği idrak edememe ve hakikatten kopuk bir zihin yapısı.

🧠 Dimağın Vazifesi Nedir?

  1. Bilgiyi ayıklamak ve tasnif etmek: Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayırır.
  2. İdrak etmek: Görünenin ardındaki anlamları kavrar.
  3. Temyiz yeteneği: Doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırma gücüdür.
  4. Tasavvur ve tahayyül: Hayal kurar ama hakikate yaslanarak…

Bozulmuş bir dimağ, bu görevleri yerine getiremez. İşte bu yüzden, modern çağın zihin krizleri de aklî değil, “fabrika arızası” mesabesindedir. Hak ile bâtılı ayıramayan bir zihin, “doğru görünen yanlışlar”la avunur.

📖 Ayet ve Hikmet Penceresi

Kur’ân-ı Kerim, aklı çalıştırmayı defalarca emreder:

> “Onlar, akıllarını kullanmazlar mı?”
(Yâsîn, 36/62)

Zihni bozulmuş bir insan, hakikati görse bile tanıyamaz. Çünkü görme, sadece gözle değil, idrakle olur. Bu yüzden zihin terbiyesi, sadece ilim değil, aynı zamanda irfan ve ihlas ister.

🧭 Bilimsel Yönüyle Dimağ

Modern nöroloji, beynin işleyişinde “filtreleme” mekanizmasına vurgu yapar. İnsan zihni saniyede milyonlarca bilgiyi işler ama sadece bir kısmını bilinç düzeyine alır. Bu filtreleme, insanın hayatını yönlendiren değerler, inançlar ve niyetlerle bağlantılıdır. Risale-i Nur’un “niyet, mahiyet-i insaniyenin bir mayasıdır” sözü bu yönüyle çok anlamlıdır.

🧘 Sonuç ve Soru:

Aklın fabrikası sağlam mı? Yoksa paslanmış, çarpık ve ifsat edilmiş mi?
Zihin fabrikası işlemezse, insan hakikate değil, hayâl-i muhâle sapar.

> “Senin aklın çalışıyor, peki ya dimağın ayıklıyor mu?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Açlığın ve Zulmün Coğrafyası: Gazze’de İnsanlık Sınavı

Açlığın ve Zulmün Coğrafyası: Gazze’de İnsanlık Sınavı

İnsanlık tarihi, savaşlarla, işgallerle, açlıkla sınanmış pek çok dönem tanımıştır. Ancak günümüzde, gelişmiş teknolojilere, uluslararası hukuk normlarına ve sözde medeniyet iddialarına rağmen, hâlâ bir halk açlıkla, bombalarla ve sistematik bir yok edilişle karşı karşıya bırakılıyorsa, orada sadece insan hayatı değil, insanlık bilinci de çökmüş demektir. Gazze, bu çöküşün en trajik ve kanlı sahnelerinden birine dönmüştür.

AÇLIĞIN GÖLGESİNDE YÜRÜYENLER

12 kilometreyi yalın ayak yürüyerek ailesine bir lokma yemek getirmeye çalışan küçük Amir’in şehadeti, sıradan bir ölüm değil, sessiz bir çığlığın sembolüdür. Bu çığlık, dünyanın dört bir yanına ulaşması gereken bir vicdan çağrısıdır. Bir çocuğun açlıktan yere serilmesi, sadece bir coğrafyanın sorunu değil, küresel bir ahlak iflasının yansımasıdır.

Aynı şekilde, karnına taş yerine ip bağlayarak açlıkla mücadele eden babanın, evlatlarına ekmek getiremeden şehit düşmesi, çağdaş dünyanın gözleri önünde işlenen en derin dramdır. O ip, aynı zamanda Batı’nın suskunluğunu, uluslararası örgütlerin acziyetini ve insanlığın boğazına dolanan utancı temsil eder.

BİR BİT TARAĞI GİBİ ÖLDÜRMEK: ZİHNİYETİN ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜ

İsrail ordusunun eski subaylarından Shimon Elkabetz’in sarf ettiği “bit tarağı gibi” ifadeleri, yalnızca düşmanlaştırmayı değil, insanı insan olmaktan çıkaran bir zihniyetin açığa çıkışıdır. Bu ifade, bir milletin topyekûn yok edilmesini sıradan bir tarama işlemine indirmektedir. Oysa insan, bit değildir; çocuklar, böcek değildir. Bu sözler, faşizmin dilidir. Bu dil, soykırımın dilidir.

FİLİSTİN’DE AÇLIK OYUNLARI: GERÇEK BİR DİSTOPYA

ABD’li eski subay Aguilar’ın Gazze’yi Açlık Oyunları filmine benzetmesi yerinde ama eksiktir. Zira Açlık Oyunları bir kurgu, Gazze ise gerçektir. Ve bu gerçeklikte, insanlar sadece yemek için değil, yaşamak için savaşmak zorundadır. Tünellerde kendi kabrini kazan İsrailli esir dahi, bu sistematik açlığın boyutunu ve sorumlusunun kendi hükümeti olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Bu, sadece düşmana değil, kendi halkına da acımasız bir stratejinin uygulandığını göstermektedir. İsrail hükümeti, açlığı bir savaş silahı olarak kullanmaktadır. Bu, Cenevre Sözleşmelerine göre bir savaş suçudur. Ancak suçlular hâlâ dokunulmazlık zırhı altındadır.

ÇOCUKLARIN MEZARLIĞINA DÖNEN GAZZE

18.500 çocuk… Bu rakam, sadece istatistik değil; isimsiz mezarlara gömülen hayallerdir, umutlardır, gülüşlerdir. Henüz dünyayı tanımadan, dünyanın zulmünü tadan yavruların acı bilançosudur. Doğduğu gün toprağa düşen bebekler, 1 aylıkken bombardımanla tanışan masumlar…

İnsaniyetin temel refleksi olan “çocuğu koruma” ilkesi bile burada yerle bir edilmiştir. Gazze, çocuk mezarlığına dönüşmüştür ve bu tablo, uluslararası hukuk için bir iddianame değilse, insanlık için bir ayıptır.

TÜRKİYE’NİN DURUŞU: BİR VİCDAN TEPKİSİ

Türkiye’nin 2 Mayıs itibarıyla İsrail ile ticareti durdurması, Uluslararası Adalet Divanı’ndaki soykırım davasına müdahil olması ve Filistin için diplomatik mücadele yürütmesi, tarihin doğru tarafında yer alma çabasıdır. Yardımların ve siyasi baskıların anlamlı olması için bu duruşun daha da yaygınlaşması gerekir.

Erdoğan’a video mesajla ulaşmaya çalışan Gazzeli Meryem’in sözleri bir siyasal hamle değil, bir feryattır: “Ben ölmekten korkmuyorum, ama annem evlat acısı yaşamasın.” Bu sözler, her türlü siyasetin ötesinde insan olmanın ölçüsüdür.

İŞGALCİLERİN DÖNÜŞÜMÜ: ASKERDEN YAĞMACIYA

Gazze’de savaşmak istemeyen İsrailli yedek askerlerin yerine, Batı Şeria’dan gelen yağmacı yerleşimcilerin orduya dahil edilmesi, bu savaşın sadece bir askeri operasyon değil, bir “ganimet ve talan” zihniyetiyle yürütüldüğünü göstermektedir. Bu, bir işgalin nasıl sömürgeci barbarlığa dönüştüğünün belgesidir.

SONUÇ VE HİKMET

Gazze bugün bir coğrafya değil, insanlığın aynasıdır. Kim bu aynaya bakarsa, kendi vicdanını görecektir. O vicdan, ya sustuğu için çürüyordur ya da direndiği için onurludur.

Amir’in yalın ayak yürüyüşü, açlıkla mücadele eden babanın bağırsaklarına bağladığı ip, tünellerde kazılan kabirler, aç çocukların gözyaşları… Bunlar bir trajedinin parçaları değil; çağın en ağır imtihanıdır.

Bir gün tarih yazıldığında, kimlerin zalim kimlerin mazlum olduğu değil, kimlerin sustuğu, kimlerin haykırdığı konuşulacaktır.

ÖZET

Bu makalede, Gazze’de yaşanan insanlık dışı kuşatma, açlık ve soykırım; hikmetli, edebi, tarihî, ilmî ve mantıkî boyutlarıyla ele alınmıştır. Küçük bir çocuğun ölümünden, bir babanın açlıktan karnına bağladığı ipe; tünellerde kazılan kabirlere kadar yaşananlar, çağdaş dünyanın iç yüzünü yansıtan sembollerdir. İsrail’in bu eylemleri savaş suçu kapsamındayken, uluslararası toplumun sessizliği daha büyük bir insanlık suçuna dönüşmektedir. Türkiye’nin diplomatik ve insani duruşu ise, bu karanlık tabloda bir vicdan ışığı olarak öne çıkmaktadır. Bu yazı, Gazze trajedisinin sadece bir bölgesel mesele değil, insanlığın aynadaki yansıması olduğunu hatırlatmak için kaleme alınmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Mana ile Madde Arasında: Doğu ile Batı’nın Ayrıldığı Yol

Mana ile Madde Arasında: Doğu ile Batı’nın Ayrıldığı Yol

Batı ile doğunun arasındaki temel farklar şunlardır;
Doğuda mana var  batıda madde.
Doğuda ruh var, batıda beden.
Doğuda ahiret ve ahiret sevabı, batıda dünya ve dünya menfaati.
Doğuda cihat ve ilayı kelimetullah, batıda savaş ve işgal.
Doğuda yardımlaşma, batıda cidal ve çatışma.
Doğuda umumi fayda, batıda ferdi
menfaat.

**********

İnsanlık tarihinin doğusu ile batısı, sadece coğrafi bir ayrım değil, medeniyetlerin kalbinde atan iki farklı ruhun, iki farklı bakış açısının yol ayrımıdır. Doğu ve Batı arasında var olan fark, yüzeyde yalnızca kültürel alışkanlıklar, mimari üsluplar veya siyasal sistemler olarak görünse de, hakikatte bu fark ruh ile bedenin, mana ile maddenin, ebedî olanla fânî olanın farkıdır.

Bu fark, insanlığın geçmişini anlamada olduğu kadar geleceğini inşa etmede de belirleyici olacaktır. Zira bir taraf maddenin peşinde koşarken diğer taraf mananın izini sürmüştür. Bu yazı, o izlerin izahıdır.

  1. Mana ve Madde: Gözle Görülmeyenin Savaşı

Doğu, tarih boyunca manaya yönelmiş bir medeniyettir. Hakikatleri maddenin ötesinde, görünmeyende, ruhta ve maneviyatta aramıştır. Kur’an’ın ve vahyin İrfan’ın coğrafyasıdır. Doğu insanı bir taşa değil, taşın ardındaki hikmete; bir olayın zahirine değil, onun batınındaki sırra bakar.

Batı ise Rönesans’tan itibaren manayı terk ederek maddeye sarılmıştır. Bilimsel pozitivizm, her şeyin ölçülebilir ve gözlemlenebilir olması gerektiğini savunurken; ruhu, gaybı ve ilahi olanı dışlamıştır. Modern Batı, manasız bir madde yığını arasında kaybolmuş bir uygarlık gibidir.

  1. Ruh ve Beden: İnsanın Yarısı Kayıp

Doğu, ruhu merkeze koyar. Nefs terbiyesi, tasavvuf, çile, sabır, hikmet… Hep ruhun kemâli için bir yolculuktur. Ruhun hastalıkları vardır ve bu hastalıkların ilacı manevîdir. Ruhsal tekâmül, Doğu’nun insan tasavvurunun özüdür.

Batı ise beden merkezlidir. Bedenin sağlığı, dış görünüşü, estetiği yüceltilir. Ruhsal boşluklar psikolojik reçetelerle giderilmeye çalışılır; fakat çoğu zaman bu çabalar bir boşluğun başka bir boşlukla doldurulmasından öteye geçemez. Sonuç: Maddeyle doymayan, ilaçla susmayan bir iç çığlık.

  1. Ahiret ve Dünya: Sonsuz ile Sonlu’nun Dengesi

Doğu’da zaman sonsuz bir akıştır. Ahiret, asıl yurttur; dünya ise bir imtihan alanı, bir durak. Yapılan her fiil, ebediyetle ilişkilidir. Bu yüzden iyilik, sadece sosyal fayda için değil, Rabbin rızası içindir. Cihat, Hakk’ı yüceltmek; yaşamak, ebediyete hazırlanmak içindir.

Batı ise sekülerleşmenin etkisiyle bu dünyayı her şeyin merkezi haline getirmiştir. Hayat bir fırsattır, onu tüketmek gerekir. “Öldüğünde en çok şeye sahip olan kazanır” anlayışı, Batı’nın hayat felsefesini özetler. Ahireti unutan toplumlar, dünya için savaşır; çünkü ötesine inancı yoktur.

  1. Cihad ve Savaş: Gayenin Ruhu

Doğu’da savaş, zulme karşı direniştir. Cihad, nefsiyle, kötülükle, cehaletle mücadele demektir. İlâ-yı Kelimetullah uğruna can vermek, Doğu’nun ruhunda mukaddes addedilir. Silah, adaleti korumak içindir.

Batı’da ise savaş genellikle işgal, sömürü ve kaynak gasbı için yapılır. “Medeni” kisvesi altında yürütülen birçok operasyon, insanlık suçu olarak tarihe geçmiştir. Demokrasi ihracı bahanesiyle yıkılan şehirler, talan edilen ülkeler, nesli tükenmiş bir hakikat duygusunun eseridir.

  1. Yardımlaşma ve Çatışma: Merhamet ile Menfaatin Kavgası

Doğu’nun özünde “komşusu açken tok yatan bizden değildir” düsturu vardır. Sadaka, zekât, infak; yani malda başkasının da hakkı vardır. Doğu paylaşmayı ibadet bilir.

Batı ise bireyselliği kutsamıştır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi; çıkar, rekabet, piyasa koşulları ve ekonomik egoizm ile meşrulaştırılmıştır. Kapitalist yapı, bireyin menfaati üzerine bina edilmiştir. Bu yüzden yardım çoğu zaman gösteri, bağış ise PR’dır.

  1. Umumi Fayda ve Ferdî Menfaat: Medeniyetin Kök Farkı

Doğu’da toplum ön plandadır. Aile, akraba, ümmet, cemiyet gibi yapılar bireyi kucaklar. Fert, o yapının bir parçası olarak anlam bulur. Ahlâk, bireyin değil toplumun selameti için vardır.

Batı ise bireyi merkeze koymuştur. Haklar, özgürlükler, kararlar bireyseldir. Toplum, birey için vardır. Bu, kısa vadede özgürlük gibi görünse de uzun vadede yalnızlık, bunalım ve yabancılaşma getirir.

SONUÇ: YÜZÜ BATIYA DÖNEN AMA KALBİ DOĞUDA ATAN BİR DÜNYA

Dünya bugün büyük bir buhranın içindedir. Teknoloji zirvede ama huzur dibe vurmuş; bilgi çağında cehalet kol geziyor; iletişim çağında insanlar birbirine yabancı.

Bu çelişki, Batı’nın maddeye abanmaktan dolayı ruhunu kaybetmiş olmasındandır. Doğu’nun hikmetinden uzaklaşmak, dünyayı makineleştirmiş ama insanı makineleştirmiştir. Bu yüzden insanlık, yeniden manaya, yeniden ruha, yeniden ahireti hatırlamaya muhtaçtır.

Belki de kurtuluş, maddeyi inkâr etmekte değil, madde ile manayı; beden ile ruhu; dünya ile ahireti dengelemekte gizlidir. Ve bu dengeyi asırlardır ayakta tutan yegâne miras, Doğu’nun hikmetli yoludur.

ÖZET

Bu makale, Doğu ile Batı arasındaki temel farkları felsefi, tarihî, ilmî ve ahlâkî yönleriyle ele almaktadır. Doğu; mana, ruh, ahiret, cihat, yardımlaşma ve umumi fayda üzerine kuruludur. Batı ise madde, beden, dünya menfaati, savaş, bireysel çıkar ve çatışma üzerine bina edilmiştir. Bu karşıtlıklar, sadece kültürel bir ayrım değil, medeniyetin temel değer farklılıklarıdır. Bugünün insanlık krizi, Batı merkezli anlayışın manayı terk etmesinden kaynaklanmaktadır. Çözüm ise, Doğu’nun hikmetli değerlerini yeniden hatırlamak ve evrensel adalet, merhamet ve ruhaniyet yolunu inşa etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Mana ile Madde Arasında: Doğu ile Batı’nın Ayrıldığı Yol

Mana ile Madde Arasında: Doğu ile Batı’nın Ayrıldığı Yol

Batı ile doğunun arasındaki temel farklar şunlardır;
Doğuda mana var  batıda madde.
Doğuda ruh var, batıda beden.
Doğuda ahiret ve ahiret sevabı, batıda dünya ve dünya menfaati.
Doğuda cihat ve ilayı kelimetullah, batıda savaş ve işgal.
Doğuda yardımlaşma, batıda cidal ve çatışma.
Doğuda umumi fayda, batıda ferdi
menfaat.

**********

İnsanlık tarihinin doğusu ile batısı, sadece coğrafi bir ayrım değil, medeniyetlerin kalbinde atan iki farklı ruhun, iki farklı bakış açısının yol ayrımıdır. Doğu ve Batı arasında var olan fark, yüzeyde yalnızca kültürel alışkanlıklar, mimari üsluplar veya siyasal sistemler olarak görünse de, hakikatte bu fark ruh ile bedenin, mana ile maddenin, ebedî olanla fânî olanın farkıdır.

Bu fark, insanlığın geçmişini anlamada olduğu kadar geleceğini inşa etmede de belirleyici olacaktır. Zira bir taraf maddenin peşinde koşarken diğer taraf mananın izini sürmüştür. Bu yazı, o izlerin izahıdır.

  1. Mana ve Madde: Gözle Görülmeyenin Savaşı

Doğu, tarih boyunca manaya yönelmiş bir medeniyettir. Hakikatleri maddenin ötesinde, görünmeyende, ruhta ve maneviyatta aramıştır. Kur’an’ın ve vahyin İrfan’ın coğrafyasıdır. Doğu insanı bir taşa değil, taşın ardındaki hikmete; bir olayın zahirine değil, onun batınındaki sırra bakar.

Batı ise Rönesans’tan itibaren manayı terk ederek maddeye sarılmıştır. Bilimsel pozitivizm, her şeyin ölçülebilir ve gözlemlenebilir olması gerektiğini savunurken; ruhu, gaybı ve ilahi olanı dışlamıştır. Modern Batı, manasız bir madde yığını arasında kaybolmuş bir uygarlık gibidir.

  1. Ruh ve Beden: İnsanın Yarısı Kayıp

Doğu, ruhu merkeze koyar. Nefs terbiyesi, tasavvuf, çile, sabır, hikmet… Hep ruhun kemâli için bir yolculuktur. Ruhun hastalıkları vardır ve bu hastalıkların ilacı manevîdir. Ruhsal tekâmül, Doğu’nun insan tasavvurunun özüdür.

Batı ise beden merkezlidir. Bedenin sağlığı, dış görünüşü, estetiği yüceltilir. Ruhsal boşluklar psikolojik reçetelerle giderilmeye çalışılır; fakat çoğu zaman bu çabalar bir boşluğun başka bir boşlukla doldurulmasından öteye geçemez. Sonuç: Maddeyle doymayan, ilaçla susmayan bir iç çığlık.

  1. Ahiret ve Dünya: Sonsuz ile Sonlu’nun Dengesi

Doğu’da zaman sonsuz bir akıştır. Ahiret, asıl yurttur; dünya ise bir imtihan alanı, bir durak. Yapılan her fiil, ebediyetle ilişkilidir. Bu yüzden iyilik, sadece sosyal fayda için değil, Rabbin rızası içindir. Cihat, Hakk’ı yüceltmek; yaşamak, ebediyete hazırlanmak içindir.

Batı ise sekülerleşmenin etkisiyle bu dünyayı her şeyin merkezi haline getirmiştir. Hayat bir fırsattır, onu tüketmek gerekir. “Öldüğünde en çok şeye sahip olan kazanır” anlayışı, Batı’nın hayat felsefesini özetler. Ahireti unutan toplumlar, dünya için savaşır; çünkü ötesine inancı yoktur.

  1. Cihad ve Savaş: Gayenin Ruhu

Doğu’da savaş, zulme karşı direniştir. Cihad, nefsiyle, kötülükle, cehaletle mücadele demektir. İlâ-yı Kelimetullah uğruna can vermek, Doğu’nun ruhunda mukaddes addedilir. Silah, adaleti korumak içindir.

Batı’da ise savaş genellikle işgal, sömürü ve kaynak gasbı için yapılır. “Medeni” kisvesi altında yürütülen birçok operasyon, insanlık suçu olarak tarihe geçmiştir. Demokrasi ihracı bahanesiyle yıkılan şehirler, talan edilen ülkeler, nesli tükenmiş bir hakikat duygusunun eseridir.

  1. Yardımlaşma ve Çatışma: Merhamet ile Menfaatin Kavgası

Doğu’nun özünde “komşusu açken tok yatan bizden değildir” düsturu vardır. Sadaka, zekât, infak; yani malda başkasının da hakkı vardır. Doğu paylaşmayı ibadet bilir.

Batı ise bireyselliği kutsamıştır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi; çıkar, rekabet, piyasa koşulları ve ekonomik egoizm ile meşrulaştırılmıştır. Kapitalist yapı, bireyin menfaati üzerine bina edilmiştir. Bu yüzden yardım çoğu zaman gösteri, bağış ise PR’dır.

  1. Umumi Fayda ve Ferdî Menfaat: Medeniyetin Kök Farkı

Doğu’da toplum ön plandadır. Aile, akraba, ümmet, cemiyet gibi yapılar bireyi kucaklar. Fert, o yapının bir parçası olarak anlam bulur. Ahlâk, bireyin değil toplumun selameti için vardır.

Batı ise bireyi merkeze koymuştur. Haklar, özgürlükler, kararlar bireyseldir. Toplum, birey için vardır. Bu, kısa vadede özgürlük gibi görünse de uzun vadede yalnızlık, bunalım ve yabancılaşma getirir.

SONUÇ: YÜZÜ BATIYA DÖNEN AMA KALBİ DOĞUDA ATAN BİR DÜNYA

Dünya bugün büyük bir buhranın içindedir. Teknoloji zirvede ama huzur dibe vurmuş; bilgi çağında cehalet kol geziyor; iletişim çağında insanlar birbirine yabancı.

Bu çelişki, Batı’nın maddeye abanmaktan dolayı ruhunu kaybetmiş olmasındandır. Doğu’nun hikmetinden uzaklaşmak, dünyayı makineleştirmiş ama insanı makineleştirmiştir. Bu yüzden insanlık, yeniden manaya, yeniden ruha, yeniden ahireti hatırlamaya muhtaçtır.

Belki de kurtuluş, maddeyi inkâr etmekte değil, madde ile manayı; beden ile ruhu; dünya ile ahireti dengelemekte gizlidir. Ve bu dengeyi asırlardır ayakta tutan yegâne miras, Doğu’nun hikmetli yoludur.

ÖZET

Bu makale, Doğu ile Batı arasındaki temel farkları felsefi, tarihî, ilmî ve ahlâkî yönleriyle ele almaktadır. Doğu; mana, ruh, ahiret, cihat, yardımlaşma ve umumi fayda üzerine kuruludur. Batı ise madde, beden, dünya menfaati, savaş, bireysel çıkar ve çatışma üzerine bina edilmiştir. Bu karşıtlıklar, sadece kültürel bir ayrım değil, medeniyetin temel değer farklılıklarıdır. Bugünün insanlık krizi, Batı merkezli anlayışın manayı terk etmesinden kaynaklanmaktadır. Çözüm ise, Doğu’nun hikmetli değerlerini yeniden hatırlamak ve evrensel adalet, merhamet ve ruhaniyet yolunu inşa etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Sorumluluk Bilinci ve İnsan Olmanın Hakikati

Sorumluluk Bilinci ve İnsan Olmanın Hakikati

“İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir.” (Sözler-76).

Bu metin, insanın dünyaya gönderiliş amacını ve sorumluluklarını son derece güçlü bir metaforla anlatmaktadır.

İnsanlık tarihi, varoluşun en temel sorularıyla şekillenmiştir:
Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve bu yolculuktaki amacımız ne?
Çoğu zaman, modern çağın gürültüsü ve karmaşası içinde bu soruların cevaplarını aramaktan ziyade, onları unutup, kendimizi adeta başıboş bir at gibi hissetmeye meyilli oluruz. Ancak, Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler bölümünde geçen o hikmetli ifade, bu yanılgıya sert bir tokat vurur: “İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir.”
Bu benzetme, sıradan bir hayvanın sevki ilahi ile ilgili yaşamından farklı olarak, insana yüklenen o ağır sorumluluğu ve eşsiz değeri gözler önüne serer. Başıboşluk, nefsî arzuların, anlık hazların peşinde koşmak demektir. Bu, bir medeniyetin değil, bir sürünün mantığıdır.
Tarih boyunca bu başıboşluğa kapılan kavimlerin, kendi elleriyle nasıl helak oldukları, bugün dahi arkeolojik kalıntılarda ve ilahi kitaplarda okunmaktadır.
Adalet duygusunu, merhameti ve sorumluluğu yitiren her toplum, kendi çöküşüne zemin hazırlamıştır.

İnsanlık, sadece fiziksel bir varlık olmanın ötesinde, iradesi, aklı ve vicdanıyla donatılmış, “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar kılınmış bir varlıktır. Bu sır, onu basit bir otlak hayvanından ayırır ve her bir eyleminin, her bir düşüncesinin bir karşılığı olduğunu fısıldar. Yapılan her hayır, atılan her doğru adım, yazılan bir mektup gibi kaydedilirken; işlenen her zulüm, söylenen her yalan da ahiretteki “muhasebe” anı için biriktirilmektedir. Bu kayıt sistemi, ilahi adaletin en temel tecellisidir. Bu adalet, güneşin her gün doğuşu kadar kesindir ve ölümle sona ermez; aksine, ölümle yeni bir boyuta geçer. Tıpkı ölü ağaçların yeniden dirilip yeşillenmesi gibi, odun gibi kemikler de yeniden hayat bulacak ve her şeyin hesabı görülecektir.
Dolayısıyla, insanoğlu, Rabbi tarafından kendisine verilen bu nimetleri (akıl, irade, beden) bir emanet olarak görmeli ve onlara sahip çıkmalıdır. Vücudunu heva ve heveslerine feda etmek yerine, onu “Mûcid”ine (Yaratıcısına) feda etmelidir. Zira feda edilmeyen her şey ya zayi olup gidecek ya da zaten sahibinin malı olduğundan yine O’na dönecektir.

Bediüzzaman Said Nursi, bu hususta çok net bir şekilde dile getirir: Asıl musibet, dine gelen musibettir. Yani bir insanın dünyevi sıkıntılarla karşılaşması bir musibet değil, belki bir ihtarı Rabbani’dir. Asıl musibet, bu sıkıntılar karşısında imanını, kulluk bilincini ve sorumluluğunu yitirmesidir.
Bu nedenle, fırtınalı denizlerde yolunu kaybeden bir gemi gibi çaresiz kaldığımızda, dergâh-ı ilahiyeye iltica etmeli ve O’na feryat etmeliyiz.

Sonuç olarak, insanoğlu başıboş bir gezgin değil, aksine ilahi bir projenin en değerli parçasıdır. Her eylemi bir iz bırakır ve her iz bir gün hesaba dökülecektir. Bu, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bir hakikat ve geleceği inşa edecek olan en temel sorumluluktur. Hayat, bir ahiret tarlasıdır ve bu tarlaya ne ekersen, ahirette onu biçersin. Bu bilincin farkında olmak, fuzuli bir çabayla buğday ekerken arpa biçmeyi beklememek demektir.

Özet
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır…” sözünden hareketle, insanın yaratılış amacını ve bu dünyadaki sorumluluklarını ele almaktadır. Makale, insanın basit bir hayvan gibi sevki ilahi ile bir yaşam sürmek için değil, aksine her fiilinin kaydedildiği ve hesaba çekileceği bir varlık olarak yaratıldığını anlatır. Bu sorumluluk bilincinin yitirilmesi durumunda, hem bireysel hem de toplumsal çöküşlerin kaçınılmaz olduğunu, ilahi adaletin ise ahirette tam olarak tecelli edeceğini belirtir. Makalede ayrıca, dünyevi musibetlerin birer uyarı niteliğinde olduğu ve asıl musibetin dinî musibetler olduğu ifade edilir. Sonuç olarak, insan hayatının bir ahiret tarlası olduğu ve her eylemin bir karşılığı olduğu bilincinin, hayatı anlamlandırmanın temel unsuru olduğu sonucuna varılır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

İnsan: Kâinatın Aynası ve Varlık Sırrı

İnsan: Kâinatın Aynası ve Varlık Sırrı

İnsanoğlu, varoluş sahnesinde adeta bir sır perdesiyle örtülü bir eserdir. Kimi zaman bir hiçlik girdabında kaybolmuş, kimi zaman ise kâinatın en yüce gayesi olarak tecelli etmiştir. Bu iki zıt durum, aslında insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadelenin bir yansımasıdır.
Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmet dolu sözleri ve Kur’an-ı Kerim’in derin ayetleri, bu mücadelenin kodlarını çözmemize yardımcı olur.

İnsan, annesinin rahminde bir damla sudan başlayarak, etten ve kemikten oluşan bir surete bürünür. Bu süreç, sadece biyolojik bir gelişimden ibaret değildir; aksine, ilahi bir iradenin, muazzam bir nizamın ve mükemmel bir sanatın tecellisidir. Her bir uzuv, belirli bir vazife için yaratılmıştır ve bu uzuvların hepsi, kâinatın Hâlık’ı olan Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eder. Nasıl ki bir ağacın meyvesi, ağacın kendisini ve onu var edeni gösteriyorsa, insanın her bir parçası da onu yaratan Sonsuz Kudret ve Rahmet Sahibi’nin delili olur.
Ancak insan, bu mükemmel yaratılışın şuuruna vardığında bile, şeytanın ve nefsinin tuzaklarıyla imtihan edilir.
İnadın, bencilliğin ve kibirin pençesine düşen kişi, iyilik meleğini dahi bir düşman gibi görebilir. Şeytanın yardımıyla elde ettiği dünyalık başarılara “melek” derken, kalbine ilham edilen ilahi rahmet ve hakikati göz ardı edebilir. Aksine, hakikat libasını giyinmiş bir meleği gördüğünde, onu şeytan zannedebilir ve ona karşı adâvet besleyebilir. Bu, insanın körleşmiş kalbinin, hakikati ters yüz etmesinin trajik bir göstergesidir.
İbadet, bu körleşmeyi önleyen en önemli manevi kalkanlardan biridir. İbadeti terk etmek, kâinatın kemalâtını inkâr etmek ve ilahi hikmete karşı bir tecavüzdür. Böyle bir insan, en şiddetli cezalara müstahak olur, zira kendisini yaratanı unutmuştur.

Bu dünya da her an, bir imtihan sahnesidir. Cennet, öyle kolay elde edilecek bir yer değildir. Oraya ulaşmak, bir parça meşakkati, şevkle, şükürle ve sabırla karşılamayı gerektirir. Başa gelen her musibeti, ilahi rıza ve hikmet dairesinde karşılamak, müminin en önemli vasıflarındandır. Cenabı Hak, “Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak verilir” buyurarak, sabrın ehemmiyetine işaret etmiştir.

İnsanı kemale erdiren bir diğer unsur da ahlaki faziletlerdir.
Haset, öncelikle haset edeni yakar, mahveder ve içten içe bitirir. Haset edilen kişiye ise ya çok az zarar verir ya da hiç vermez. Bu, hasedin zehirli bir ok gibi sadece atanı vurduğunun, kinin ise kalbi bir hastalık olduğunun açık bir delilidir.

Kadınların, erkeklerle konuşurken yumuşak bir eda ile konuşmamaları emri de, kalbinde hastalık olanların ümide kapılmaması, dolayısıyla ahlaki zaafların önlenmesi hikmetine dayanır.

Bediüzzaman’ın da dediği gibi, insan “Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var.”
Bu fani dünya hayatı, ebedi bir yolculuğun sadece bir durağıdır. Gururdan, kibirden sıyrılıp, bizi yaratanı düşünmek, kabre gideceğimizi bilmek ve buna göre hazırlanmak, insanın bu dünyadaki en önemli vazifesidir. Aklımızı kullanmak, ayetleri tefekkür etmek, şeytanın saptırmalarından korunmak için yegane yoldur. Zira “Andolsun, şeytan, içinizden birçok nesli saptırmıştı. Aklınızı hiç işletmiyor muydunuz?” ayeti, bu hakikati en çarpıcı şekilde ortaya koyar.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur ve Kur’an-ı Kerim ışığında insanın yaratılışını, dünya hayatındaki imtihanlarını ve manevi sorumluluklarını ele almaktadır.
İnsanın bir damla sudan başlayıp mükemmel bir surete bürünmesinin ilahi bir sanat eseri olduğunu, her bir uzvunun Allah’ın varlığına işaret ettiğini anlatmaktadır.
Makale, inadın ve kibirin insanı hakikatten nasıl uzaklaştırdığını, şeytanın tuzaklarını ve ibadetin bu tuzaklardan korunmadaki önemini anlatmaktadır.
Cennete giden yolun sabır, şükür ve rıza ile döşendiği, hasedin öncelikle haset edeni yok ettiği ve ahlaki erdemlerin önemine dikkat çekilmektedir.
Son olarak, Bediüzzaman Said Nursi’nin “başıboş değilsin, bir vazifen var” sözüyle, insanın dünya hayatındaki asıl gayesinin farkına varması, aklını kullanarak Yaratan’ı düşünmesi ve ahiret için hazırlanması gerektiği anlatılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025

Kaderin Değirmeninde Çaba ve Adalet

Kaderin Değirmeninde Çaba ve Adalet

İnsanlık, varoluşun başlangıcından bu yana iki temel kavramın gölgesinde yaşamıştır: Kader ve irade.
Bu iki kavram, kimi zaman birbirine zıt kutuplarda gibi görünse de, aslında Fuzuli’nin “Buğday ektinde arpa mı biçtin?” sözüyle özetlenen derin bir hakikatin tamamlayıcı parçalarıdır.
Bu söz, kaderi bir bahane kapısı olarak görenlere karşı bir uyarı, bir sorgulama ve bir idrak çağrısıdır. Zira kader, tembelliğin ve miskinliğin kılıfı değil, ilahi bir programın anahtarıdır.
Fuzuli’nin bu sözü, eylem ile sonuç arasındaki kaçınılmaz bağı anlatırken, tohum ile mahsul arasındaki hikmetli bağı da gözler önüne serer.
Toprak bir kaderse, tohum atmak da insanın iradesidir. Ne ekersen, onu biçersin.
Bu basit gibi görünen kaide, aslında sadece ziraat ilmini değil, tüm yaşamı ve ahiret inancını özetler. Ettiğin hayır tohumları, ahirette Cennet’in bahçeleri olarak karşına çıkarken; ektiğin şer tohumları da, ilahi adaletin tecelli ettiği ceza tarlalarına dönüşür.
Bu durumda, insan “Buğday ekmedim ama neden arpa biçiyorum?” diye serzenişte bulunamaz, çünkü ilahi adalet en ince ayrıntısına kadar her şeyi kayda geçirmiştir.

Bu durum, Risale-i Nur’da geçen o derin ifadeyle de örtüşür:
“Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’ad ediyorsunuz.”
Bu söz, kainattaki ilahi adalet ve kudretin en büyük delilini sunar. Bahar, her yıl toprağın öldükten sonra yeniden can buluşudur. Bu mucizevi dirilişi gören insanoğlu, kendi kemiklerinin de çürüdükten sonra yeniden dirileceğini ve yaptıklarının hesabını vereceğini neden akla uzak görür?

Bu şüphe, ancak kalplerin üzerindeki kilitlerle açıklanabilir. Tıpkı Kur’an’da geçtiği gibi: “Onlar Kur’an’ın söyledikleri üzerinde düşünmezler mi? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed Sûresi, 24).

İnsan, bu dünyanın fani zevkleri ve nefsinin arzuları peşinde koşarken, kendini “başıboş” zannetme yanılgısına düşer. Oysa ne kadar özgür olduğunu düşünse de, her adımı ilahi bir kamerayla kaydedilmektedir. Bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir. Bu durum, insana verilen “vüs’at-i istidad” (geniş kabiliyet) ve “ubudiyet-i külliye” (kapsamlı kulluk) vazifesiyle açıklanır.
İnsan, sadece basit bir hayvan gibi yaşamak için yaratılmamıştır; o, kainatın bir meyvesi olarak, ilahi isimlerin tecelligahıdır. Dolayısıyla, hayatı ve ölümü başıboş bir şekilde değil, ilahi bir planın parçası olarak idrak etmelidir.

Sonuç olarak, Fuzuli’nin hikmetli sözü ile dini metinlerin mesajı tek bir noktada birleşir: İnsanın bu dünyadaki eylemleri, ahiretteki kaderini belirler. Kader, sadece bir yazgıdan ibaret değildir; o, insanın iradesiyle şekillenen bir levha gibidir.
Adalet-i sermediye (sonsuz adalet), en zalimlerin ve en mazlumların bile akıbetini, ahiretsiz bırakmaz. Ne zulüm eden cezasız kalır ne de mazlumun ahı yerde kalır.
Tıpkı bir ağacın yeniden yeşillenmesi gibi, ilahi adalet de eninde sonunda tecelli eder ve her şeyin hesabı görülür. Bu bilinçle yaşayan insan, buğday ektiğinde arpa biçmeyi beklemeyecek, aksine ektiği her tohumun hesabını vererek, hakiki saadet ve adalete ulaşacaktır.

Özet
Bu makale, Fuzuli’nin “Buğday ektinde arpa mı biçtin?” sözünü temel alarak, kader ve irade bağını ele almaktadır.
Sözün, insanın eylemleriyle sonuçları arasındaki kaçınılmaz bağı ifade  ettiği belirtilmiştir. Ardından, dini metinlerdeki diriliş ve ahiret inancıyla bu fikrin nasıl örtüştüğü açıklanmıştır.
Makale, insanoğlunun başıboş bırakılmadığını, her eyleminin kaydedildiğini ve ilahi adaletin mutlaka tecelli edeceğini anlatmaktadır.
Sonuç olarak, insan, eylemlerinin sorumluluğunu taşıyan ve bu sorumluluk bilinciyle hareket ettiğinde hakiki saadete ulaşacak bir varlık olarak tanımlanmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025