Fırat Altınları: Kıyametin Sessiz İşaretlerinden Biri

Fırat Altınları: Kıyametin Sessiz İşaretlerinden Biri

Tarih boyunca nehirler, yalnızca su kaynakları değil; medeniyetlerin beşiği, ticaret yollarının kalbi ve insanlığın kaderini belirleyen unsurlar olmuştur. Fırat Nehri ise bu nehirler içinde ayrı bir yere sahiptir. Mezopotamya’nın ana damarı olan Fırat, hem kadim medeniyetlere hayat vermiş hem de nice sırları bağrında saklamıştır. Ne var ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in haber verdiği üzere bu nehir, kıyamete yakın zamanlarda büyük bir sırrını açığa çıkaracaktır: Altın hazinesi…

Hadislerin Işığında Fırat’ın Sırrı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Pek yakında Fırat nehrinin suyu çekilerek aktığı yatakta bir altın hazinesi meydana çıkacaktır. O günü gören kimse, o hazineden kesinlikle bir şey almasın.” (Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29-32. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Melâhim 13; Tirmizî, Sıfatü’l-cenne 26).

“Fırat nehrinin suyu çekilip, aktığı yatakta bulunan bir altın dağı meydana çıkmadıkça ve kurtulup kazanan ben olayım diye birbiriyle çarpışan her yüz kişiden doksan dokuzu ölmedikçe kıyamet kopmaz.” (Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29).

Bu iki rivayet, bize hem maddî bir hakikati hem de derin manevi uyarılar sunmaktadır. Maddî hakikat şudur: Bir gün gerçekten Fırat’ın yatağında değerli bir maden açığa çıkacaktır. Manevi uyarı ise, insanların bu servet uğruna birbirlerini boğazlayacak noktaya geleceğidir.

Tarihî ve Jeopolitik Yön

Fırat, Mezopotamya uygarlıklarının doğum yeri olmuştur: Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Urartular, Hititler… Bu uygarlıklar, nehrin sağladığı bereketle altın, gümüş, bakır gibi madenleri işleyip ihtişamlı yapılar inşa etmişlerdir. Günümüzde bu medeniyetlerin kalıntıları hâlâ Fırat’ın kıyılarında ve suları altında yatmaktadır.

2002 yılında basına yansıyan uydu görüntüleri, Fırat’ın derinliklerinde altın rezervleri olabileceğini ortaya koydu. Bu keşif hadislerle çarpıcı bir paralellik arz etmektedir. Ancak nehrin altındaki bu servetin ortaya çıkması, yalnızca ekonomik bir hadise olmayıp siyasi ve askerî güç mücadelelerini de tetikleyebilecektir.

İlmi ve Bilimsel Perspektif

Jeoloji açısından bakıldığında, nehir yatakları zaman içinde değerli madenlerin biriktiği alanlar olabilir. Özellikle altın, nehirlerin taşıma gücüyle alüvyonlarda ve yataklarında toplanabilir. Fırat’ın geçtiği bölgeler, tarih boyunca hem volkanik hem de mineral açısından zengin topraklardan beslenmiştir. Bu nedenle nehrin altında altın bulunması, bilimsel olarak imkânsız değildir.

Ayrıca iklim değişikliği, kuraklık ve baraj projeleri Fırat’ın su seviyesini ciddi biçimde düşürmektedir. Bu durum, hadiste işaret edilen “suyun çekilmesi” olayının maddi sebeplerini oluşturabilir.

Hikmet ve İbret Boyutu

Burada asıl mesele, altının kendisi değil; insanların ona vereceği tepkidir. Kur’ân-ı Kerîm, mal ve servetin insanı nasıl imtihan ettiğini defalarca anlatır:

> “Bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız bir imtihandır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.”
(Enfâl, 28)

> “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara acı bir azabı müjdele.”
(Tevbe, 34)

Resûlullah (s.a.v.), Fırat altınlarının ortaya çıkacağı gün, insanların gözü dönmüş şekilde birbirlerini öldüreceklerini haber vererek bize büyük bir fitneyi işaret etmiştir. Bu, insanlığın açgözlülük ve dünyevî ihtiras uğruna kendi kendini yok etmesinin sembolüdür.

Mantıkî ve Aklî Değerlendirme

Hadisteki ifadeler, yalnızca bir maden keşfi değil, insan tabiatının zaaflarının açık bir göstergesidir. Servet, kontrolsüz güç demektir; kontrolsüz güç ise çatışma getirir. Tarih boyunca madenlerin bulunduğu yerler hep savaş, işgal ve siyasi çekişmelere sahne olmuştur. Bugün petrol için verilen mücadeleler, yarın altın veya başka kaynaklar için verilebilir.

Düşündürücü Sonuç

Eğer bu altınlar gerçekten ortaya çıkarsa, bu olay hem ekonomik hem de ahlaki anlamda insanlık için büyük bir sınav olacaktır. Bu, aynı zamanda kıyamet alametlerinden biri olarak, bizlere dünyanın faniliğini ve malın geçici cazibesini hatırlatmalıdır.

> “Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
(En‘âm, 32)

Özet

Hadislerde Fırat Nehri’nin çekilerek altın hazinesinin ortaya çıkacağı ve bu nedenle büyük savaşların yaşanacağı haber verilmiştir.

Tarihî açıdan, Fırat havzası kadim medeniyetlerin hazinelerini bağrında saklamaktadır.

Bilimsel olarak, nehir yataklarının altın biriktirebileceği bilinmektedir; Fırat’ın altın rezervlerine dair modern gözlemler bu rivayetleri destekler niteliktedir.

Hikmet açısından, mesele altın değil; insanın servet karşısındaki imtihanıdır.

Kur’ânî uyarılar, mal sevgisinin insanı felakete götürebileceğini anlatır.

Sonuç olarak, bu olay hem kıyamet alameti hem de insanlığın ahlakî zaaflarının bir göstergesidir.

**********

28.9.2002 tarihli Yeni Şafak gazetesinin birinci sayfasında Fırat nehrinin derinliklerinde bol altın rezervlerinin bulunduğuna dair şu haber yayımlandı.

“İngiliz ve Amerikan uydularının uzaydan çektikleri fotoğraflarda Fırat nehrinin (Euphrates River) derinliklerinde bol altın rezervlerinin bulunduğu belirtildi. ABD’nin Irak’a olası saldırısının amacının da, Ortadoğu petrolünü kontrol altına almakla birlikte Fırat nehrinde gizli olan bu altın rezervlerine ulaşmak olduğu kaydedildi.

“Arap Forum adlı internet sitesinin, ismini gizli tuttuğu bir Arap maliye bakanına dayandırarak verdiği haberde, uzaydan çekilen görüntülerde Fırat nehrinde görünen altın rezervlerinin çok net olduğu ifade ediliyor.

“Fırat nehrinin suyunu yakın zamanda belirli ölçüde çekmesi, kuruması veya önüne kurulacak barajlar sonucu su seviyesinin düşmesi durumunda altın rezervlerinin küçük tepecikler halinde herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkacağı belirtiliyor.”

“Fırat nehri uygarlıkları

“Haberde Amerika, İngiliz ve İsrail devletlerinin asıl hedefinin Ortadoğu petrolüyle birlikte Fırat nehrinde bulunan altın rezervlerini ele geçirmek olduğu belirtildi.

“Fırat nehri, haberde bahsedilen altın rezervlerinin yanı sıra, tarih sayfalarında yer almış birçok eski medeniyetlerin hazinelerini de derinliklerinde bulunduruyor. Mezopotamya’da ortaya çıkan medeniyetlerin tümünün nehir eksenli uygarlıklar olması dikkat çekiyor. Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Medler, Urartular, Hititler, İbraniler, Helenler, Roma ve Bizans gibi kadim uygarlıklar geçmişte Fırat nehri havzasında uygarlıklarını inşa etmişlerdi. Miladdan sonra Fırat nehri kıyılarına yerleşen Araplar da buralarda Ad, Semud, Cedis ve İmlak gibi, kutsal kitaplara konu olmuş şehirler inşa etmişlerdi. Kimi rivayetlere göre Yemen Kraliçesi Belkıs’ın tahtı da Fırat sularının altında gömülü.”

“Uygarlıkları bağrında barındıran nehir

“Fırat nehrinin kenarlarına konuşlanan kadim medeniyetler, Fırat nehrinin kıyı şeridine, tarihe adını yazdırmış bir çok efsanevi şehirler inşa etmişlerdi. Altından tapınaklar, altın mozaiklerden surlar ve altından nice hazinelerin bugün Fırat nehrinin suları altında gömülü bulunan uygarlıkların bağrında saklı olduğu vurgulanıyor. Fırat nehrinde yapılan araştırmalarda, nehrin altın rezervlerini içinde barındırdığına dair bir çok kalıntıya rastlandığı belirtiliyor. Arkeologlar tarafından Türkiye, Suriye ve Irak’ta Fırat nehri çevresinde kadim medeniyetlerin bulundukları yerlerde yapılan kazılarda da altından aslan ve insan figürleri bulunmuştu. En son geçtiğimiz yıl eski Roma sınır kenti olan Zeugma şehri kalıntıları Fırat nehrinin kara sularına gömülmüştü.”

http://www.yasarkandemir.com/makaleler-iki-kesif-iki-hadis-497.html#:~:text=%E2%80%9CF%C4%B1rat%20nehrinin%20suyu%20%C3%A7ekilip%2C%20akt%C4%B1%C4%9F%C4%B1,%3B%20M%C3%BCslim%2C%20Fiten%2029).

Bak:
https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/kiyametin-buyuk-alametleri-arasinda-sulari-cekilen-firat-nehrinin-altindan-altin-cikmasi-ve-su-0%3famp

https://tesbitler.com/2023/10/25/nil-nehrinden-misir-firat-nehrine-kadar-olan-bolgenin-ozelligi-nedir/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 11th, 2025

YÜZ YILLIK MÜNAFIKANE BİR PLAN

YÜZ YILLIK MÜNAFIKANE BİR PLAN

Yüzyıllık Hesap: Yıkımın Sürekliliği ve İnşanın Hikmeti

Tarih, yalnızca olayların ardışık kaydı değil, milletlerin ruhunu şekillendiren bir tecrübe hazinesidir. Türkiye’nin son yüz yılına bakıldığında, görünen sahnelerin ardında görünmeyen bir akış vardır: Yapmak yerine yıkmayı gaye edinen bir zihniyetin, farklı dönemlerde farklı kılıklar altında varlığını sürdürmesi.

Bu zihniyet bazen “inkılap” adı altında ortaya çıkar, bazen “özgürlük” sloganıyla, bazen de “demokrasi” perdesiyle… Fakat değişmeyen bir şey vardır: Milletin manevî kökleriyle çatışma.

  1. “100 Yıl Önce” Söyleminin Arka Planı

Bir siyasetçinin “100 yıl önce başardık, 100 yıl sonra yine başaracağız. Bu düzeni biz yıkacağız.” sözleri, tesadüfî bir tarih hatırlatması değildir.
“100 yıl önce” ifadesi, Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte Osmanlı’nın siyasî yapısının sona ermesini hatırlatır. Ancak bu yıkım yalnızca siyasi değildi; milletin bin yıllık medeniyet birikimini, dinî hayatını, örfünü, kültürünü hedef alan köklü bir dönüşüm süreciydi.

Bu noktada Kur’ân’ın şu ikazı dikkat çekicidir:

“Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” (Bakara, 2/205)

Kur’ân’a göre “yıkım” eğer ıslah amacı taşımıyorsa, o bir reform değil, fesattır.

  1. Yıkmak ve Yapmak Arasındaki Fark

Yıkmak kolay, yapmak zordur. Tarihte camilerin kapatılması, ezanın Türkçe okutulması, medreselerin kapatılması gibi adımlar “inşa” değil, “tahrip”ti.
Kur’ân, gerçek değişimin yapıcı olmasını emreder:

“İyilik ve takva üzerine yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2)

Yıkıcı zihniyetin en tehlikeli tarafı, tahribatı ilerleme gibi sunmasıdır. Bu, psikolojik bir manipülasyondur. Halkın bir kısmı yeniliğe sevinirken, gerçekte köklerinden koparılmaktadır.

  1. İdeolojik Süreklilik

Eğer bir söz “100 yıl önce yıktık, şimdi de yıkacağız” anlamı taşıyorsa, bu yalnızca siyasi bir hedef değil, ideolojik bir zincirin halkasıdır. Bu zincir, halkın maneviyatını, kimliğini ve tarihini tehdit eden bir süreklilik taşır.
Kur’ân, Firavun’un kavmine uyguladığı psikolojik hâkimiyeti şöyle tasvir eder:

“Firavun kavmini küçümsedi de onlar kendisine itaat ettiler.” (Zuhruf, 43/54)

Bu ayet, ideolojik tahakkümün nasıl çalıştığını anlatır: Halkın hafızasını sil, değerlerini küçümse, sonra kendi düzenini dayat.

  1. Aklî ve Mantıkî Tahlil

Bir millet, kendi tarihî hafızasını yitirdiğinde her ideolojik saldırıya açık hâle gelir.

  • Yıkıcı zihniyet geçmişi inkâr eder.
  • Yapıcı zihniyet geçmişi ıslah eder.

Eğer yıkmak niyetindeyseniz, uzun vadede ülke çatışma ve kutuplaşmadan kurtulamaz. Çünkü inşa birleştirir, yıkım böler.

  1. İbret ve Hikmet

Tarih bize gösteriyor ki, köklerinden koparılan toplumlar medeniyet üretemez. Bir milletin ayakta kalması, ruhunu yaşatmasıyla mümkündür.

Tahrip kolaydır, yapmak zordur. Bir sarayı bir kibritle yakarsın; fakat yapmak için seneler lâzım.

Dolayısıyla mesele sadece bir siyasi iktidar değişimi değil, milletin manevî istiklalini koruma meselesidir.

Özet

  • “100 yıl önce” vurgusu, Osmanlı’nın tasfiyesi ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki köklü değişimlere atıf taşır.
  • “Bu düzeni yıkacağız” sözü, yapıcı değil tahripçi bir zihniyeti ima eder.
  • Kur’ân, bozgunculuğu değil, ıslahı emreder. (Bakara 2/205, Maide 5/2)
  • İdeolojik süreklilik, toplumsal kutuplaşmayı besler; inşa değil yıkım merkezlidir.
  • Tarihten ibret alarak, köklere bağlı ama çağın gereklerini kavrayan bir inşa anlayışına ihtiyaç vardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 11th, 2025

Bağımsızlık Bayrağı: Kimindir ve Nerede Dalgalanır?

Bağımsızlık Bayrağı: Kimindir ve Nerede Dalgalanır?

“Değerli bir ilim adamı Mısıra’ gitmek ister ve gemiye biner. Mısırlılar onun geleceği günü bildiklerinden, limanda onu karşılarlar ve gelişini protesto ederken, “Bizim ülkemizde binlerce Ezher mezunu var” derler.
O ilim adamı kafasını kaldırır ve limanda dalgalanan İngiliz bayrağını göstererek, “Eğer sizin ülkenizde yüz tane gerçek ilim adamı olsaydı, bu limanda İngiliz bayrağı dalgalanamazdı. Sizin ilim adamlarınız, beş yüz yıl önce yapılmış ve o çağın insanlarının hastalıklarına iyi gelmiş ilaçların adını ezberleyerek ilim adamı oluyorlar.
O ilaçların miadı dolduğu için şimdi insanlara zarar veriyor” der.”

Bir İslam memleketinde İngiliz muhipler cemiyeti, ABD, İngiliz, Rus , İsrail muhipleri, hayran ve destekçileri varsa ve onun kanunları, kültürleri, sefahet ve rezaletleri o memlekette hüküm sürüyorsa, o memleket ne kadar özgür, Milli ve değerlerine bağlı bir millet olur ve olabilir?

Tarlalar başkaları tarafından sürülmüş, tohum ve gübre başkasına ait ise, çiftçide sen değil de başkaları ise o mahsul ne kadar ve ne derece senindir?

Ve yiyeceğin o mahsulün sende yapacağı etki ve değişimden dolayı sen, ben ve biz ne derece ve ne kadar bu millete ait ve değerlerine ve de toprağına, vatanına bağlı bir millet olur ve bir ümmet kalırız?

***********

  1. Giriş: Bayrağın Gölgesinde İlim
    Mısır limanında yaşanan o ibretlik sahne, yalnız bir anekdot değil, milletlerin kaderini tayin eden bir ölçüdür.
    Gerçek ilim, sadece geçmişin bilgilerini ezberlemek değil; bugünün yaralarına merhem olacak çözümleri üretmektir. Bir ülkenin limanında yabancı bir bayrak dalgalanıyorsa, orada ilim de, fikir de, irade de esaret altındadır. Çünkü “ilim”, hürriyetin kalbidir; köle bir milletin gerçek âlimleri olmaz, olsa da susturulur.
  2. Dış Hayranlık ve İç Çürüme
    İslam diyarlarında İngiliz Muhipler Cemiyeti’nden Amerikan hayranlarına, Rusya ve İsrail dostlarına kadar çeşitli adlarla ortaya çıkan oluşumlar, aslında birer “fikrî işgal karargâhı”dır.
    Bir millet, başkasının kanunlarını, kültürünü, sefahet ve rezaletlerini kendi değerlerinin yerine koyarsa, artık bağımsızlığını yalnız askeri anlamda değil, ruhi ve fikri anlamda da kaybetmiştir.
    Kur’ân bu gerçeği asırlar öncesinden haber verir:

> “Onların çoğunu, inkârcılarla dostluk edenler olarak görürsün. Nefislerinin kendileri için hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazap etmiş, azap içinde sürekli kalacaklardır.” (Mâide, 80)

  1. Tohum, Toprak ve Mahsul Meselesi
    Tarlalar bizden gibi görünse de; eğer tohum, gübre, su ve hatta çiftçi başkasına aitse, o mahsul bizim değildir.
    Üstelik toprak, sahibine değil, tohumu verenin çıkarına ürün verir.
    Bu, sadece tarımda değil; eğitimde, ekonomide, teknolojide, sanatta ve hatta inanç sistemlerinde de geçerlidir.
    Başkasının müfredatını okuyan, başkasının teknolojisini kullanan, başkasının modasına uyan, başkasının propagandasına kulak veren bir toplum; kendi tarlasına başkasının ektiğini biçer.

Kur’ân’da bu gerçeğe şu uyarı ile işaret edilir:

> “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet; dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme; çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 77)

  1. İlim ve Hürriyet Arasındaki Bağ
    Gerçek ilim, milletleri başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır.
    İlim, sadece teorik bilgi değil; üretme, inşa etme, kendi yolunu açma kabiliyetidir.
    “Medeniyet fen ve san’atın çocuğudur; fakat iman ve ahlâk olmazsa canavar olur.”
    Başkasının ürettiği fen ve sanatı, kendi iman ve ahlak süzgecinden geçirmeden alan milletler, sonunda onun kültürel kölesi olurlar.

Kur’ân bu noktada şöyle der:

> “Allah, size kendinizden olanları sevdirdi, inkârı, fıskı ve isyanı ise size çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolda olanlardır.” (Hucurât, 7)

  1. Tarihten Dersler

Endülüs: En parlak çağında dünyanın ilim merkezi iken, kendi öz değerlerini bırakıp Batı’nın sefahatine özenince, ilmiyle birlikte hürriyetini de kaybetti.

Osmanlı’nın son asrı: Kendi kanunlarını terk edip Avrupa’nın kanunlarını tercüme eden meclisler, kısa sürede devletin bağımsızlığını da yabancı diplomatlardan “onay” alan bir şekle dönüştürdü.

Bugünün İslam ülkeleri: Yabancı üsler, ithal eğitim sistemleri, dışa bağımlı ekonomiler… Bütün bunlar, modern “manda”nın yeni yüzleridir.

  1. Aklî ve Mantıkî Değerlendirme
    Bir milletin fikrî bağımsızlığı olmadan maddî bağımsızlığı olamaz.

Eğer kanun başkasından, kültür başkasından, ilim başkasından geliyorsa, o millet yalnızca “idare edilen” bir topluluktur.

Mahsul ne kadar bol olursa olsun, eğer sahibi sen değilsen, karnını doyursan bile özgür değilsin.

Ruhunu kaybeden bir millet, bedenini koruyamaz; bedenini kaybeden ise toprağını koruyamaz.

  1. Çıkış Yolu: Asıl İlim ve Hakiki Bağımsızlık

İmanlı ilim: Ezbercilikten kurtulup üretken, faydalı, günün yaralarına derman olacak bilgi.

Manevî diriliş: Kur’ân’ın ahlakını, Peygamber’in (sav) örnekliğini yeniden hayatın merkezine almak.

Ekonomik ve teknolojik bağımsızlık: Kendi tohumunu, kendi teknolojini, kendi fikir adamını yetiştirmek.

Kültürel sahihleşme: Başkasının sefahatini değil, kendi medeniyetinin güzelliklerini model almak.

Kur’ân bu hedefi şu ayetle özetler:

> “Öyleyse inkârcılara itaat etme, onlara karşı Kur’ân ile büyük bir cihad et.” (Furkan, 52)

Özet

Bir milletin gerçek bağımsızlığı, limanlarında sadece kendi bayrağı dalgalanmasıyla değil; fikir, ilim, kültür ve ahlakında da özgür olmasıyla ölçülür. Başkasının tohumunu eken, onun mahsulünü biçer; başkasının kanununu, kültürünü, sefahatini alan millet, görünüşte özgür olsa da gerçekte esirdir. Çözüm, imanla yoğrulmuş ilimde, ekonomik ve kültürel bağımsızlıkta, Kur’ân’ın rehberliğinde yürümektedir. Çünkü bayrak, hür milletlerin göğünde dalgalanır; kölelerin göğünde değil.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

MAKALELER

MAKALELER

  1. Makale: “Allah’ın Nimetlerini Hatırlamak ve Şükrün Sırrı”
    “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” (Maide Suresi, 11)

Yeşeren taze bir yaprak, üzerinde parlayan bir damla su..
Maide Suresi’nden alınan o kutlu ayetle birleşince, hayatın ve varoluşun en temel hakikatlerinden birini fısıldar: Nimetlerin şuurunda olmak.
“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” Bu ilahi çağrı, sadece müminlere değil, aynı zamanda idrak sahibi her insana yöneltilmiş bir davettir.
Tarih boyunca nice medeniyetler, nimetlerin kıymetini bilmedikleri için zeval bulmuştur. Antik Yunan’da bolluk ve refah içinde yaşayan toplumlar, bir süre sonra yozlaşmış, ahlaki çöküntü yaşamış ve nihayetinde yok olmuşlardır. Kuran-ı Kerim’de anlatılan Ad ve Semud kavimlerinin hikayeleri de bu ibretlik sonu gözler önüne serer. Onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği güç, servet ve bereketli topraklara şükretmek yerine, kibir ve nankörlüğe kapılmış, sonunda ise ilahi bir ceza ile helak olmuşlardır.
Bu ayet, bizlere bu ibretlik sonlardan ders almamızı öğütler. Her an içinde bulunduğumuz sayısız nimeti, sağlıklı bir bedeni, huzurlu bir aileyi, içtiğimiz bir yudum suyu, soluduğumuz havayı, hatta yeryüzünün o güzel yeşilliğini düşünmek, bizi gaflet uykusundan uyandırır. Nimetleri hatırlamak, sadece bir zihin egzersizi değil, aynı zamanda kalbin bir eylemidir. O nimetleri verenin kim olduğunu idrak etmek, insanı şükür duygusuna sevk eder ve şükür, nimetleri artırmanın anahtarıdır.

Sonuç olarak, Maide Suresi’nin bu ayeti, hayatın en temel ilkesini hatırlatır: Nimetleri hatırlamak ve şükretmek. Bu, sadece bireysel bir fazilet değil, aynı zamanda toplumsal bir bilinçtir. Bir toplum nimetlerin kıymetini bildiği ve şükürle karşılık verdiği sürece ayakta kalır. Aksi takdirde, nimetler yoklukla, bolluk kıtlıkla, huzur ise kargaşayla yer değiştirir. İşte bu, tarihten günümüze uzanan en büyük hikmet ve en acı ibrettir.

Özet: Bu makale, Maide Suresi’nin “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” ayetini ele almaktadır.
Makale, nimetlerin şuurunda olmanın, hem bireysel hem de toplumsal bir fazilet olduğunu anlatır. Tarihteki Ad ve Semud kavimlerinin hikayelerinden örnekler vererek, nimetlere nankörlük etmenin ibretlik sonlarını gösterir. Sonuç olarak, nimetleri hatırlamanın şükür duygusunu geliştirdiğini ve bunun da nimetlerin devamı için bir anahtar olduğunu belirtir.

***********?

  1. Makale: “Boş Vakit ve Sağlık: En Büyük İki Nimet”
    “İki nimet vardır ki insanların çoğu, onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1)

Zamanın kum saati misali akıp gittiği, kalp ritminin yavaşladığı bir hal…
Bu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) o hikmetli Hadis-i Şerifi’nin bir tasviridir: “İki nimet vardır ki insanların çoğu, onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.”
Bu söz, modern çağın insanına en önemli hatırlatmalardan birini sunar. Zira bugün, hem sağlığımızı hem de zamanımızı hoyratça harcamaktayız.
Tarihte, nice büyük şahsiyetin başarıları, bu iki nimeti doğru kullanmalarına bağlı olmuştur. İmam-ı Gazali’nin eserlerini kısa bir ömre sığdırması, İbn-i Sina’nın tıp ve felsefeye dair devasa çalışmaları, boş vakitlerinin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Onlar, zamanın bir nehir gibi akıp gittiğinin farkında olarak, her anı ilimle, ibadetle ve faydalı işlerle doldurmuşlardır. Sağlıkları el verdiği sürece bu çabayı sürdürmüşlerdir. Aynı şekilde, Fatih Sultan Mehmet’in genç yaşta bir çağ kapatıp yeni bir çağ açması, sağlığın ve zamanın kıymetini bilen bir iradenin eseridir.
Ancak, bu iki nimete aldananların sayısı da az değildir. Birçok insan, sağlığının kıymetini ancak onu kaybettiğinde anlar. Hastalık yatağında geçen günler, sağlıklı iken yapılabilecekler için duyulan pişmanlıklarla doludur. Aynı şekilde, boş vakitler de çoğunlukla faydasız işlerle, anlamsız meşguliyetlerle heba edilir. Oysa o boş vakitler, öğrenmeye, düşünmeye, manevi gelişime, aileye ve faydalı işlere ayrılabilirdi. İşte bu, büyük bir aldanıştır ve bu aldanışın bedeli, hem dünyada hem de ahirette ağır olabilir.
Sonuç olarak, Hadis-i Şerif’in bu uyarısı, bize bir ibret dersi sunar. Boş vakitlerimizi ve sağlığımızı birer emanet olarak görmeli, onları en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Hayatın kum saati misali akıp gittiğini, sağlığın ise her an elimizden kayıp gidebileceğini unutmamalıyız. Bu bilinçle yaşayanlar, hem dünyada hem de ahirette huzuru ve bereketi bulurlar.
Özet: Bu makale, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Sağlık ve boş vakit” hakkındaki Hadis-i Şerifini ele almaktadır. İmam-ı Gazali ve İbn-i Sina gibi tarihi figürlerin bu nimetleri nasıl değerlendirdiğini örneklerle açıklar. Makale, insanların bu iki nimeti genellikle doğru kullanmada nasıl aldandıklarını, sağlığın kıymetinin kaybedilince, boş vaktin ise faydasız işlerle harcandığında anlaşıldığını anlatır.
Sonuç olarak, bu nimetlerin birer emanet olduğunu ve en iyi şekilde değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.

**********

  1. Makale: “İsraf ve Şükür: Kanaatin ve Hırsın Dengesi”

“Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır; hürmetsizliktir; haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.” (Mektubat – 366)

Dünyayı bir lokma gibi yutan bir figürle, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu hikmetli sözü, şükür ve israf kavramlarının derin bir tahlilini sunar. “Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır… Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır”
Bu söz, sadece maddi zenginliklerle ilgili değil, aynı zamanda insanın manevi dünyasındaki dengeyi de tarif eder.
Tarih boyunca, nice kavimler ve medeniyetler, israf ve hırs yüzünden çöküş yaşamıştır. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki lüks ve savurganlık, toplumun ahlaki yapısını çökertmiş, ekonomik dengesizliklere yol açmış ve nihayetinde imparatorluğun zayıflamasına sebep olmuştur. Aynı şekilde, Kur’an’da anlatılan Karun’un hikayesi de hırsın ve şükürsüzlüğün, bir insanı nasıl felakete sürüklediğinin ibretlik bir örneğidir. Karun, kendisine verilen serveti Allah’tan bilmeyip, kendi çabasıyla kazandığını iddia etmiş ve bu şükürsüzlüğün karşılığında, tüm servetiyle birlikte yerin dibine batırılmıştır.
Bu söz, insana, sahip olduğu her şeye bir “emanet” nazarıyla bakmayı öğretir. Şükür, sadece “Elhamdülillah” demekten ibaret değildir. Asıl şükür, nimetleri yerli yerinde kullanmak, israf etmemek ve kanaatkar olmaktır. İktisat, yani dengeli harcama yapmak, şükrün en önemli göstergelerindendir. Hırs ve israf ise, şükürsüzlüğün, dolayısıyla nankörlüğün bir işaretidir. Haram helal demeden kazanma hırsı, insanı manevi bir çöküşe götürür ve dünyayı bir lokma gibi yutmaya çalışan figürün temsil ettiği felaketle sonuçlanır.

Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın bu sözü, insanlık için zamansız bir uyarı niteliğindedir. Şükür ve israf, sadece kişisel tercihler değildir; aynı zamanda bir toplumun kaderini belirleyen iki temel unsurdur. Şükreden, kanaatkar ve iktisatlı bir toplum, hem maddi hem de manevi olarak bereketlenir. Hırsın ve israfın pençesine düşen bir toplum ise, er ya da geç kendi felaketine davetiye çıkarır.

Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin şükür ve şükürsüzlük kavramlarını ele alan sözünü incelemektedir.
Makale, şükrün kanaat ve iktisatla, şükürsüzlüğün ise hırs ve israfla ölçüldüğünü anlatır.
Tarihten Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve Karun’un hikayesi gibi örneklerle, israfın ve hırsın ibretlik sonlarını anlatır. Sözün, nimetlere emanet gözüyle bakmayı öğütlediğini ve asıl şükrün nimetleri yerli yerinde kullanmak olduğunu belirtir.
Sonuç olarak, şükreden ve kanaatkar bir toplumun bereket bulacağını, israf eden toplumun ise felakete sürükleneceğini ifade eder.

***********

  1. Makale: “Zulüm ve Adalet: İslâm Dünyasının Onurlu Duruşu”

ABD Başkanı Trump’ın Gazze’ye yardımlar, İsrail’in işgal planı ve İslam ülkelerinin buna karşı duruşu hakkında ifadeler ihtiva ediyor. Ayrıca “artık ne olacaksa olsun… ama buna müsaade edilmesin” gibi ifadelerle Gazze’deki masumların feryadının İslam dünyasını yakacağı uyarısında bulunuyor.

Bu metin, Gazze’deki masumların acısı ve İslam dünyasının bu acıya karşı alması gereken duruş hakkında tarihi ve ibretlik bir çağrıdır.
Metindeki ifadeler, zalimin pervasızlığına ve mazlumun feryadına karşı, onurlu bir duruş sergilenmesi gerektiğini anlatır. Bu, sadece siyasi bir mesele değil, aynı zamanda vicdan, adalet ve iman meselesidir.
Tarih boyunca, İslam ümmetinin en parlak dönemleri, zulme karşı dimdik durduğu, mazlumun yanında yer aldığı dönemlerdir. Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan geri alması, Osmanlı’nın adaletle hükmetmesi, hep bu şuurun bir yansımasıdır. O dönemlerde, İslam dünyası, dünyanın neresinde bir zulüm varsa, ona karşı durmayı kendine bir görev bilmiştir. Bu, İslam’ın evrensel adalet ve merhamet prensiplerinin bir gereğidir.
Ancak, günümüzde bu şuur ne yazık ki zayıflamıştır. Metinde belirtildiği gibi, “Gazze’ye yardımları İsrail dağıtacak” gibi pervasız ifadeler, zalimin kendi zulmünü meşrulaştırma çabasıdır. “Kuzuyu kurda teslim edeceğiz, üstüne de para alacağız” benzetmesi, zulmün ve adaletsizliğin ne kadar acımasız bir boyuta ulaştığının edebi bir ifadesidir. Bu durumda, İslam dünyasının “kararlı ve onurlu bir duruş” sergilemesi hayati önem taşır.
Metinde yapılan “ne olacaksa olsun… ama buna müsaade edilmesin” çağrısı, bir ibret vesilesidir. Eğer zulme göz yumulur, masumların feryatları duyulmazdan gelinirse, bu durumun vebali tüm İslam dünyasını sarar. Gazze’deki masumların acısı, sadece onların değil, tüm ümmetin acısıdır. Bu acıya sessiz kalmak, zalime destek olmaktır. İşte bu ibretlik dersi unutmamak gerekir.

Özet: Bu makale, Gazze’deki zulme ve İslam dünyasının buna karşı alması gereken duruşa odaklanan metni ele almaktadır. Makale, tarihten örneklerle, İslam ümmetinin zulme karşı duruşunun önemini anlatır.
Metindeki “Kuzuyu kurda teslim etme” benzetmesiyle, zulmün acımasız boyutunu gösterir ve İslam dünyasının “onurlu bir duruş” sergilemesi gerektiğini belirtir. Sonuç olarak, makale, zulme sessiz kalmanın tüm İslam dünyası için bir vebal olacağı uyarısında bulunur.

***********

  1. Makale: “Evliliğin Temeli: Tamir ve Vefa”
    Yaşlı amcaya sormuşlar; “Nasıl 65 yıl evli kaldınız?” “Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığın da; çöpe atılmaz tamir edilirdi.”

Yaşlı bir çiftin sevgi dolu anının resmedildiği, sözleri ise modern dünyada unutulmaya yüz tutmuş bir hikmeti fısıldıyor.
“Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığında; çöpe atılmaz tamir edilirdi.”
Bu söz, sadece bir evlilik sırrı değil, aynı zamanda vefa, sabır ve emek üzerine kurulu bir hayat felsefesinin özeti gibidir. Bu söz, evliliğin, sorunlar karşısında kolayca pes etmek yerine, tamir etme azmiyle ayakta tutulabileceğini gösterir.
Tarih boyunca, güçlü toplumların temelinde güçlü aile yapıları vardır. Aile, toplumun en küçük ve en önemli yapı taşıdır. Osmanlı toplumunda, boşanma oranlarının günümüze göre çok düşük olması, evliliğe verilen kıymeti ve problemleri çözme konusundaki sabrı gösterir. O zamanlarda, evlilikler sadece iki kişinin birleşmesi değil, aynı zamanda iki ailenin ve hatta iki neslin bir araya gelmesi olarak görülürdü. Bu, evliliğin kolayca feda edilemeyecek kadar kıymetli bir değer olduğunu gösterir.
Günümüzde ise, bu anlayış yerini “kullan-at” kültürüne bırakmıştır. Küçük bir anlaşmazlık, bir kırgınlık, hemen evliliğin sonu olarak görülmektedir. İlişkiler, tamir edilmek yerine kolayca sonlandırılmakta, insanlar yeni arayışlara girmektedir. Bu durum, sadece bireyleri değil, aynı zamanda toplumu da zayıflatmaktadır. Zira tamir edilmeyen her evlilik, arkasında kırık kalpler, travmalar ve parçalanmış aileler bırakır.
Sonuç olarak, yaşlı amcanın bu hikmetli sözü, bize evliliğin ve tüm ilişkilerin temelini hatırlatır: Vefa, sabır ve emek.
Kırılan her şeyi çöpe atmak yerine, tamir etmeye çalışmak, gerçek sevginin ve bağın bir göstergesidir. Bu, sadece evlilikler için değil, aynı zamanda dostluklar, aile ilişkileri ve hatta toplumun kendisi için de geçerli bir ilkedir. Unutmamak gerekir ki, tamir edilen her şey, eskisinden daha kıymetli ve daha sağlam olur.
Özet: Bu makale, yaşlı bir amcanın “kırılan şeylerin çöpe atılmayıp tamir edildiği” sözünü ele almaktadır. Makale, bu sözün, evlilik ve ilişkilerdeki vefa, sabır ve emeğin önemini anlattığını belirtir. Tarihten Osmanlı toplumundaki aile yapısı gibi örneklerle, evliliğe verilen değerin toplumun gücünü nasıl artırdığını anlatır. Günümüzün “kullan-at” kültürünü eleştirerek, ilişkilerin tamir edilmek yerine kolayca sonlandırılmasının bireylere ve topluma verdiği zararları ifade edilir.
Sonuç olarak, makale, vefa ve tamir etme bilincinin, ilişkilerin sağlamlığı için hayati önem taşıdığını ifade eder.

**********

  1. Makale: “İnsan ve Hırs: Nefsin Cihadı”

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, Risale-i Nur Külliyatı)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, insanın iç dünyasındaki en büyük mücadeleyi tasvir eder. “İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”
Bu söz, insan hayatının üç temel sacayağını özetler: Yaratıcısına karşı görevi, günahtan uzak durması ve nefsiyle verdiği mücadele.
Tarih boyunca, nice peygamberler, alimler ve veliler, bu cihadın en büyük savaşçısı olmuşlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir savaştan dönerken, asıl büyük cihadın nefisle yapılan cihad olduğunu söylemiştir. Bu, dış düşmanlarla savaşmaktan daha zor ve daha önemli bir mücadeledir. İmam-ı Gazali’nin “İhya-u Ulumi’d-Din” eseri, bu nefis terbiyesi mücadelesinin en önemli rehberlerinden biridir. İnsan, dışarıdaki düşmanları alt edebilir, ancak kendi içindeki hırsı, kibri, öfkeyi ve şehveti alt etmek çok daha çetin bir iştir.
Bu söz, insana bir ibret dersi sunar. Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmek, sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir; aynı zamanda bu kulluk bilincini tüm hayatına yaymaktır. Kebair’den, yani büyük günahlardan uzak durmak, sadece bir korku meselesi değil, aynı zamanda manevi bir olgunlaşma ve takva meselesidir. Nefis ve şeytanla uğraşmak, bu mücadelede sürekli uyanık ve diri olmayı gerektirir. Bu cihad, bir ömür boyu devam eder ve ancak bu cihadı kazananlar, gerçek huzura ve kurtuluşa ererler.

Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın bu sözü, insan hayatının gayesini ve en büyük mücadelesini özetler. Kulluk, takva ve cihad, insanın manevi varlığını güçlendiren üç temel direktir. Bu üç ilkeyi hayatına tatbik eden bir insan, nefsine esir olmaktan kurtulur, şeytanın vesveselerinden korunur ve Allah’a yakın bir kul olarak hayatını sürdürür.
Özet: Bu makale, Mesnevi-i Nuriye’den alınan, insanın Allah’a karşı vazifesi, takvası ve cihadı hakkındaki sözü ele almaktadır. Makale, bu sözü, insanın iç dünyasındaki en büyük mücadele olan nefis cihadı olarak yorumlar. Tarihten Peygamber Efendimiz’in ve İmam-ı Gazali’nin örnekleriyle, nefis terbiyesinin önemini anlatır. Sözün, kulluk, takva ve cihadın insanın manevi gelişim için temel ilkeler olduğunu anlattığını belirtir. Sonuç olarak, nefisle mücadele edenlerin gerçek huzura ve kurtuluşa erişeceğini ifade eder.

**********

  1. Makale: “Fitne, Adam Öldürmekten Daha Beterdir”

“Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” (Bakara Suresi 2/191. Ayet)

Bakara Suresi’nin bu ayeti, fitnenin yıkıcı gücünü, insanlık tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan cinayetle kıyaslayarak gözler önüne serer. “Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” Bu söz, sadece bir hukuki hüküm değil, aynı zamanda toplumsal barışı ve ahlaki düzeni korumak için yapılmış ilahi bir uyarıdır.
Tarih boyunca, nice devletler, toplumlar ve medeniyetler, dış düşmanlar tarafından değil, kendi içlerindeki fitne ve fesat yüzünden yıkılmıştır. Fitne, toplumu içeriden çürüten, insanlar arasındaki güveni ve kardeşliği yok eden sinsi bir hastalıktır. Dışarıdan gelen bir düşmanla mücadele edilebilir, ancak içeriden gelen fitne, dostu düşmandan, doğruyu yanlıştan ayırmayı zorlaştırır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan taht kavgaları ve iç isyanlar, bu fitnenin nasıl büyük bir imparatorluğu zayıflattığının tarihi bir ibretidir.
Bu ayet, fitnenin adam öldürmekten daha beter olmasının hikmetini de açıklar. Bir adamın öldürülmesi, bir ailenin ocağını söndürür, bir toplumda korku oluşturur. Ancak fitne, bir toplumun topyekün çöküşüne neden olur. Fitne, insanların birbirine olan güvenini yok eder, kin ve nefreti körükler, kardeş kanının dökülmesine zemin hazırlar. Bu nedenle, fitne, bir değil, binlerce insanın manevi ve hatta fiziksel ölümüne neden olabilir.
Sonuç olarak, Bakara Suresi’nin bu ayeti, bize fitnenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu ve ondan korunmak için ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatır. Toplumsal barışı korumak, kardeşlik bağlarını güçlendirmek ve dedikodu, iftira gibi fitne kaynaklarından uzak durmak, her müminin ve her aklıselim insanın görevidir. Unutmamak gerekir ki, fitnenin alevi, tüm toplumu yakabilir ve bu alevden korunmanın yolu, ilahi hikmete sarılmaktır.
Özet: Bu makale, Bakara Suresi’nden “fitnenin adam öldürmekten daha beter olduğu” ayetini ele almaktadır. Makale, fitnenin toplumu içeriden çürüten sinsi bir hastalık olduğunu ve tarihi örneklerle, nice medeniyetlerin fitne yüzünden yıkıldığını belirtir. Fitnenin bir kişiyi öldürmekten ziyade, bir toplumun topyekün çöküşüne neden olabileceğini anlatır.
Sonuç olarak, toplumsal barışı korumak ve fitneden uzak durmanın hayati önem taşıdığını ifade eder.

***********

  1. Makale: “İnkarcılar ve Zalimler: Kaderin Tezahürü”
    “İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz…” (Âl-i İmrân Sûresi, 12)

Bu ayet, sadece Mekke müşriklerine yönelik bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin her döneminde zulmeden, inkar eden ve adaletsizliği yayan tüm zalimlere karşı ilahi bir vaattir. Bu vaat, mazlumlar için bir umut, zalimler için ise kaçınılmaz bir sondur.
Tarih, bu ilahi vaadin nice kez tecelli ettiğine şahit olmuştur. Firavun, zulmü ve inkârı yüzünden Kızıldeniz’in sularında boğulmuştur. Roma ve Bizans imparatorlukları, İslam orduları karşısında mağlup olmuş ve tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Yakın tarihte, nice zalim rejim, kendi zulmünün ateşiyle yanıp yıkılmıştır. Bu örnekler, ilahi adaletin her zaman tecelli edeceğini ve hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını gösterir.
Bu ayet, aynı zamanda mazlumlar için bir direniş ve sabır kaynağıdır. Zulmün en yoğun olduğu anlarda bile, ayetin vaadi, kalplere bir serinlik ve umut verir. Mazlum, tek başına ve çaresiz gibi görünse de, arkasında ilahi bir kudretin olduğunu ve zalimin sonunun yaklaştığını bilmenin huzurunu yaşar. Bu, sadece pasif bir bekleyiş değil, aynı zamanda aktif bir direnişin, sabrın ve duanın da kaynağıdır.
Sonuç olarak, Âl-i İmrân Suresi’nin bu ayeti, tarihin en büyük derslerinden birini sunar. Zulmün ve inkârın galip gelemeyeceği, sonunun mutlaka mağlubiyet ve hezimet olacağı ilahi bir kanundur. Bu kanun, hem mazlumların gönlüne su serper, hem de zalimleri bir an önce durmaya ve adalete dönmeye davet eder. Unutmamak gerekir ki, ilahi vaat, şaşmaz ve değişmez bir hakikattir.
Özet: Bu makale, Âl-i İmrân Suresi’nden “İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız” ayetini ele almaktadır. Makale, ayetin sadece tarihi bir uyarı değil, aynı zamanda zulmeden tüm zalimlere karşı ilahi bir vaat olduğunu anlatır. Tarihten Firavun ve Roma İmparatorluğu gibi örneklerle, zulmün sonunun mağlubiyet olduğunu gösterir. Ayetin, mazlumlar için bir umut ve direniş kaynağı olduğunu, zalimler için ise kaçınılmaz bir sonun habercisi olduğunu belirtir. Sonuç olarak, ilahi adaletin her zaman tecelli edeceğini ve hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

İzzetle Göçmek: İnsan Kitabının Ebedî Takdiri

İzzetle Göçmek: İnsan Kitabının Ebedî Takdiri

İnsan, istemese de bu dünyadan çıkarılacak, tıpkı bir yolcunun tren istasyonundan uğurlanması gibi, belki de “Allah’a ısmarladık” bile diyemeden gidecektir. Ne vakti gelir haber verir, ne de vedası tam olur. Hakikat odur ki; ölüm bir yok oluş değil, varlığın başka bir âleme taşınmasıdır. Ve bütün mesele, bu ayrılışı izzetle gerçekleştirmek, aziz olarak gitmektir.

Çünkü her bir insan, bizzat bir kitaptır. Sayfaları, hayatın günleriyle yazılır; harfleri, sözleri ve amelleridir; mürekkebi, niyetidir; cildi, ahlâkıdır. Ve bu kitap, sadece kendi gözleri için değil; meleklerin yazdığı bir eser olarak ebedî âlemin kütüphanesinde okunacaktır.

Kur’ân, bu gerçeği şu şekilde ifade eder:

> “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 17/14)

Yani her insan, kendi hayatının yazarı, kendi kaderinin kâtibidir. Yazdığı satırların süsü, hayır ve fazilettir; lekesi ise günah ve zulümdür.

Tarihî Bir Gerçeklik

Tarih, izzetle ayrılanlarla zilletle göçenlerin hikâyeleriyle doludur. Peygamberler, veliler, âlimler; izzetle göçenlerin en güzel örnekleridir. Onlar, dünyayı bir “imtihan sahası” bilip, kitaplarının her sayfasını sabır, şükür ve doğrulukla süslediler.
Buna karşılık zalimler, dünyayı kendi mülkü zannedip, hırs, kibir ve zulümle kitabını kararttılar. Firavun’un kitabı, azametle başladığı hâlde, zillet ve boğulmayla bitti.

İlmî ve Mantıkî Bakış

Modern bilim, insanın biyolojik bedenini inceler; DNA’sını, sinir sistemini, beynini çözümler. Lakin hiçbir laboratuvar, insanın ahlâkını, niyetini ve vicdanını tartamaz. Çünkü insanın asıl özü, maddede değil, manada saklıdır.
Akıl, mantık ve bilim birlikte düşündüğünde bile şu sonuca varır: Ölümlü bir varlık, kendisini ölümsüz bir hikâyenin parçası olarak hazırlamalıdır. Eğer nihai hesap ve sonuç yoksa, adalet ve anlam da yoktur.

Kur’ânî Deliller

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 29/57)

“Kim izzet istiyorsa bilsin ki, bütün izzet Allah’ındır.” (Fâtır, 35/10)

“Her ne yaparsanız, onu yaparken biz size şahidiz. Hiçbir şey Rabbinin ilminden gizli kalmaz.” (Yâsîn, 36/12)

“O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük çıkacaklardır. Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görecek, kim zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzâl, 99/6-8)

Bu ayetler, hem ölümün kaçınılmazlığını hem de izzetin kaynağını ortaya koyar: Allah’a yönelmiş bir hayat.

İbret ve Hikmet

Bir mektup düşünün ki, yazarı hem yazan hem de okuyandır. İşte insan da kendi kitabını yazar ve ahirette onu okuyacaktır. O gün, ne süslü bahaneler, ne sahte imzalar, ne de unutturulmuş sayfalar fayda verir. Sadece hakikat yazılıdır.
Bu sebeple, hayatın her anı bir satırdır; her söz, bir kelime; her niyet, bir nokta. O hâlde başroldeki insan, kendi kitabını en güzel şekilde yazmakla mükelleftir.

Özet

İnsan, bu dünyadan mutlaka ayrılacaktır; mesele, izzetle ve aziz olarak gitmektir.

Her insan bir kitap gibidir; hayatının satırlarını ameller, sözler ve niyetler oluşturur.

Kur’ân, insanın kitabını okuyacağı günü ve ölümün kaçınılmazlığını anlatır.

Tarih, izzetle göçenler ile zilletle gidenlerin ibretlik örnekleriyle doludur.

İlmî ve mantıkî bakış, insanın manevî boyutunu görmezden gelemeyeceğini ortaya koyar.

Netice olarak, insan, ebedî kütüphanede okunacak kitabını güzellikle yazmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Kalaysız Bakır Kupa: CHP’nin Tarihî ve Fikrî Portresi

Kalaysız Bakır Kupa: CHP’nin Tarihî ve Fikrî Portresi

Merhum Hacı Veyis Efendi’nin, “Oğlum, bu fırka kalaysız bakır kaba benzer; içine ne konulursa zehir olur” sözü, bir mecaz olmanın ötesinde, derin bir tarihî teşhisin ifadesidir. Kalaysız bakır, doğası gereği içine konulan gıdayı bozup zehirler. Siyasî anlamda ise bu benzetme, bir yapının özünde bozuksa, içine giren iyi niyetli kişilerin bile ya bozulacağı ya da etkisizleşeceği anlamına gelir.

Nitekim Yaşar Nuri Öztürk gibi bir adam bile o partide barınamaz ve sabredip kalamadı.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Türkiye’deki tarihî rolü, sadece bir siyasi parti olmanın ötesinde, fikir açısından da ayrıca incelenmelidir. Bu yapı, kurulduğu günden itibaren, kendi ideolojik omurgasını laiklik, heykel kültürü ve içki serbestisi gibi “seküler modernleşme” unsurları üzerine bina etmiştir. Bu durum, hem Allah ile olan irtibatı hem de halk ile olan bağları koparan iki temel “illet”i sürekli beslemiştir.

Tarihî Arka Plan

CHP, 1923’te tek parti olarak Türkiye’nin siyasi hayatına girdiğinde, Osmanlı’nın dinî, kültürel ve sosyal mirasını kesintiye uğratma misyonu ile hareket etti. Harf inkılabı, ezanın Türkçeleştirilmesi, tekkelerin kapatılması, Kur’an eğitiminin yasaklanması gibi icraatlar, İslamî hayat damarlarının kurutulmasına yönelikti.
Bu süreçte “heykel” siyasî bir sembol, “içki” ise Batı’ya öykünmenin bir göstergesi olarak öne çıktı. İki unsur da cahiliye dönemindeki putperestlik ve sefahatin modern tezahürleri olarak okunabilir.

Kur’ânî Perspektif

Kur’ân-ı Kerim, bu tür zihniyet ve uygulamaları iki ayrı kategoride ele alır:

  1. Putlaştırma ve sembolleşmiş şirk unsurları:

> “Siz ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka, sizin taptıklarınız yoktur. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.” (Necm, 53/23)

  1. Aklı ve vicdanı iptal eden, toplum düzenini bozan sarhoşluk:

> “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/90)

Bu iki ayet, CHP’nin tarihî pratiğinde öne çıkan “heykel ve içki” kültürünün, İslâmî ölçülerle taban tabana zıt olduğunu açıkça ortaya koyar.

İlmî ve Mantıkî Tahlil

Kalaysız bakır benzetmesi, bilimsel olarak da isabetlidir. Bakır, koruyucu bir tabaka olmadan (kalay) asidik veya bazik gıdalarla temas ettiğinde, kimyasal tepkimeye girer ve zehirli bakır tuzları ortaya çıkar. Bu, “iyi niyetle gelen her şeyin bozulması”nın bilimsel izahıdır.
Siyasette de benzer şekilde, kuruluş felsefesi bozuk bir yapıya ne kadar iyi niyetli kadro gelirse gelsin, ya o kadrolar yapıyı değiştiremez ya da bizzat yapı onları dönüştürür.

İbretlik Tarihî Vakalar

Tek Parti Dönemi zulümleri: Şapka Kanunu ile darağaçları, İstiklal Mahkemeleri ile infazlar.

Dinî yasaklar: Kur’an kurslarının kapatılması, Arapça ezanın yasaklanması.

Milli kimliğin zedelenmesi: Osmanlıca’nın, geleneklerin, vakıfların ortadan kaldırılması.

Bütün bu icraatlar, Hacı Veyis Efendi’nin teşhisini doğrular niteliktedir.

Hikmetli Ders

Bir milletin kalbini iman besler, ruhunu değerler ayakta tutar. Bu bağlar koptuğunda, heykel ve içki gibi cahiliye kalıntıları, milletin yeni “kutsalı” hâline getirilir. CHP’nin tarihî pratiği, bu değişimin canlı örneğidir. Bu sebeple, kim bu yapıya girerse girsin, eğer kalay (yani sağlam bir iman ve ahlâk) yoksa, zamanla o zihniyetin tesirine girer.

Özet

CHP, kurulduğu günden itibaren İslâmî değerlerle çatışan bir modernleşme projesi yürütmüştür.

Hacı Veyis Efendi’nin “kalaysız bakır” teşbihi, hem ilmî hem siyasî olarak isabetlidir.

Parti tarihinde heykel ve içki, sembolik ve pratik olarak öne çıkmıştır.

Kur’ân, bu iki unsuru “şirk” ve “şeytan işi pislik” olarak nitelendirir.

İzzet ve kurtuluş, bu zihniyetten uzak durmakla mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Vehn İlleti ve Gazze: Bir Uyanış Çağrısı

Vehn İlleti ve Gazze: Bir Uyanış Çağrısı

Tarih boyunca ümmetin en zayıf anları, düşmanın silahının en güçlü olduğu anlar değil; ümmetin kendi gönlündeki cesaretin ve iman ateşinin sönmeye yüz tuttuğu anlardır. Bugün Gazze semalarında patlayan bombalar, yalnızca Filistinlilerin evlerini değil, aynı zamanda ümmetin kalplerine yerleşmiş “vehn” illetini de gözler önüne seriyor.

Rasûlullah’ın (asm) “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.” (Ebu Davud, Melahim, 5) uyarısı, asırlar öncesinden bugünün fotoğrafını çekmiş gibi. Müslümanlar olarak bugün sayıca çok, fakat selin önündeki çer-çöp gibi savruluyoruz. Gazze, yalnızca bir şehir değil; ümmetin ahlaki, vicdani ve siyasi nabzının ölçüldüğü mihenk taşıdır.

Gazze: Direnişin ve Zulmün Aynası

Gazze’nin sokaklarında açlıktan çocuklar düşerken, enkazlar arasında babalar bir konserve bulduğunda gözleri yaşarıyorsa, bu sadece oradaki dram değildir; bu bizim sorumluluk terazimizdir. İsrail, yalnızca toprağı değil; suyu, gıdayı, hatta nefesi bile kuşatmıştır. Açlığı silah olarak kullanan bir zihniyetin adı zulümdür.

Kur’ân bu zulme karşı tavrı net bir şekilde ortaya koyar:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.”
(Hud, 113)

Gazze’nin etrafını kuşatan abluka, yalnızca fiziksel bir çember değildir; uluslararası siyasetin, çıkar hesaplarının ve korkak diplomasi masalarının ördüğü görünmez zincirlerdir.

Tarih Tekrar Ediyor

Tarih boyunca zalimler hep aynı yöntemi kullandı: Halkı aç bırakmak, korkutmak ve direncini kırmak. Moğollar, Haçlılar, sömürgeci Batı güçleri… Hepsi önce ümmetin moralini hedef aldı. Ancak her defasında, bu ümmet içinden bir avuç adam çıktı, imanla dolu yürekleriyle devlere meydan okudu.

Bugün de Gazze’nin çocukları, açlığın ve bombardımanın ortasında, ümmete “Biz buradayız, siz neredesiniz?” diye soruyor.

Bilimsel ve Aklî Yön

Sosyoloji bize şunu öğretir: Bir millet, ortak acı etrafında birleşmezse, içten çözülmeye başlar. Bu çözülme, düşmanın saldırısından daha yıkıcıdır. İslam dünyasında “Vehn” dediğimiz illet, modern psikolojide konfor bağımlılığı ve ölüm korkusunun aşırı hazmedilmesi olarak açıklanabilir. Bu da ümmetin tepkisizliğinin bilimsel izahıdır.

Ne Yapmalı?

  1. Ahlaki Uyanış: Müslüman fert, dünyanın faniliğini yeniden idrak etmeli.
  2. Siyasi Bilinç: Diplomasi masalarında ümmetin onurunu pazarlık konusu etmeyecek liderler yetişmeli.
  3. Ekonomik Dayanışma: Abluka altındaki halklara sadece sözle değil, fiili yardımlarla destek olunmalı.
  4. Kültürel Diriliş: Genç nesiller, Batı’nın hedonist kültüründen değil, ümmetin izzetli tarihinden beslenmeli.

Kur’ân buyuruyor:

> “Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerindekini değiştirmedikçe değiştirmez.”
(Ra’d, 11)

Sonuç: İzzetle Yaşamak, İzzetle Ölmek

Gazze bize şunu haykırıyor: Ölümden korkarak yaşayanlar, aslında hayatta olduklarını zanneden ölülerdir. Dünyayı çok seven ve ölümü kötü gören toplumlar, tarihten silinmeye mahkûmdur. İzzet ise, bedeli ne olursa olsun hak üzere yaşamaktan ve hakkı savunmaktan geçer.

Özet

Gazze’de yaşananlar, ümmetin ahlaki ve manevi zayıflığını gözler önüne seriyor.

“Vehn” yani dünyayı aşırı sevme ve ölümü kötü görme, İslam toplumlarını savunmasız hale getiriyor.

Tarih, zalimlerin her zaman aynı yöntemleri kullandığını; fakat imanlı azınlıkların zafer kazandığını gösteriyor.

Çözüm; ahlaki uyanış, siyasi bilinç, ekonomik dayanışma ve kültürel dirilişten geçiyor.

İzzetle yaşamak ve izzetle ölmek, Müslüman’ın asli hedefidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 6. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 6. HAFTA

Kâinatın Şahitliği: Üç Delille Rabbe Yolculuk

> “Bu kâinat, Allah’ın varlığına ve birliğine bir kitap gibi şehadet eder.”

🌿 Giriş:

İnsan Rabbini görmek ister. Oysa o, görünmeyen ama her şeyi gösteren bir Nur’dur. Allah’ı doğrudan göremeyen insan için kâinat, bir tefsir kitabı, bir ayna, bir deliller yığınıdır. Bu delillerin en dikkat çekici olanları; nizam, hikmet ve hayattır.

🪐 1. Nizam (Düzen) Delili: Kâinatta Tesadüfe Yer Yoktur

Güneş sisteminden hücre içi faaliyetlere kadar her yerde bir plan, ölçü ve denge vardır.
Bu düzen, “kendi kendine olmuş” olamaz. Çünkü düzensizlik doğuran sebeplerin oluşturduğu düzene sebep denemez, ancak ilâhî irade açıklayabilir.

> “Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve en güzel şekilde yapan Allah’tır.”
(Secde, 32/7)

Bir binayı görünce ustasını sorarız. Kâinat gibi harika bir yapıyı görünce neden dururuz?

🧠 2. Hikmet Delili: Her Şeyde Bir Amaç Var

Risale-i Nur’da sıkça geçen “hikmet” kavramı, eşyanın gayesini ifade eder.
Bir sineğin kanadından, insanın göz bebeğine kadar her şey yerli yerindedir. Bu, bilinçli bir takdiri gösterir. Hikmetsiz hiçbir şey yaratılmamıştır.

> “İnsanın her uzvu, her duygusu bir hikmete binaen verilmiştir.”

İşte bu hikmet, yaratıcının hem ilmini, hem rahmetini, hem de iradesini gösterir.

🌱 3. Hayat Delili: Cansızdan Canlı Çıkmaz

Hayat, fizik ve kimya kurallarıyla açıklanamaz.
Çünkü hayat bir emirdir – Kur’ân’ın ifadesiyle:

> “Sonra ona ruh üfledik.”
(Secde, 32/9)

Hayatın kaynağı, İlâhî bir emirdir. Ne enerji ne atom, hayat veremez.
Hayatın her anı, yaratılış mucizesidir. Her can, Allah’ın varlığına bir delildir.

📖  Kâinat bir kitaptır.

> “Şu kâinat bir kitaptır; her harfi çok manalar ifade eden, bir mektub-u Rabbânîdir.”

Her şey ya bir isimdir, ya bir fiildir, ya da bir delildir.
Gören göz için her şey “اَللّٰهُ” der.

🧘 Kapanış ve Teemmül:

İnkar, körlük değil; görüp de anlamamaktır.
Bugün gözün açık olabilir ama gönlün kapalıysa hiçbir delil seni ikna etmez.

> “Her şey O’nu gösterirken, sen hâlâ kime bakıyorsun?”

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Gafletten İrfana: Kainata Bakışın Dönüşümü

Gafletten İrfana: Kainata Bakışın Dönüşümü

“Kezâlik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.” sözü, insanın kainata bakış açısının önemini anlatır. İlim, sadece nesnelerin ve olayların yüzeyini gözlemlemek değil, aynı zamanda onların arkasındaki ilahi kudreti ve hikmeti görmektir.
Bu, bir kelebeğin kanadındaki desenlerin estetiğinden, bir kuşun uçuşundaki aerodinamiğe kadar her şeyde Allah’ın sanatını ve kudretini okumaktır. Eğer bu bakış açısıyla kainata bakmazsak, her şeyi sadece tesadüflerin bir sonucu olarak görürüz. Bu ise, cehaletin en derinidir. Bu bakış açısı, insanoğlunun bilimle dini bir çatışma içinde değil, tam aksine, birbirini tamamlayan iki yol olduğunu idrak etmesini sağlar. Tarih boyunca, İbn-i Sina, Farabi gibi ilim ve irfanı birleştiren büyük düşünürler, bu hakikati yaşamış ve eserleriyle insanlığa yol göstermiştir.

*********

Gönül Sultanlığından İnsanlığın Mesuliyetine
“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevab versin.” bu vecize, modern insana yöneltilmiş sarsıcı bir sorudur. İnsanın varoluş krizini ve sorumluluklarını hatırlatır. Kim olduğumuzu, neden var olduğumuzu ve nereye gittiğimizi sorgulamak, manevi uyanışın ilk adımıdır.
Bediüzzaman, bu soruyu sorarak, insanı kendini bilmeye ve yaratanını tanımaya davet eder. “Sultanınız” sorusu, kimin otoritesine itaat ettiğimizi, kimin sözünü dinlediğimizi sorgulamamızı sağlar. Bu, dünya hayatında edindiğimiz makamların, zenginliklerin veya bilginin bir Sultanlık olamayacağını, gerçek Sultanın ve otoritenin ancak Allah olabileceğini hatırlatır.

*********

Gençliğin Fani Heveslerden İhlâsa Uzanan Yolu
“Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez.” sözü, gençliğin tehlikeli ve bir o kadar da kıymetli dönemine işaret eder. Gençlik, enerjinin ve duyguların coşkulu olduğu, ancak akıl ve tecrübenin henüz tam olgunlaşmadığı bir dönemdir. Bu dönemde hislerin ve heveslerin peşinden gitmek, çoğu zaman sonu pişmanlıkla biten yollara sürükler.

“Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün.” sözü ise, bu karmaşık dönemin pusulasını sunar. İhlâs, yani samimiyet, tüm amellerin, niyetlerin ve çabaların sadece Allah’ın rızası için yapılmasıdır. Bu, gençliğin coşkulu enerjisini doğru bir kanala yönlendirerek, fani heveslerden ebedi bir kazanca dönüştürmenin yoludur.

**********

Hakikat ve Tevazu
“Dindar bir adam din muhabbeti için ‘Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir.’ der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.”
Bu vecize, dini söylemin en hassas noktasını aydınlatır. Gerçek dindar, kendi düşüncelerini veya keyfi yorumlarını Allah’ın emri gibi sunmaktan kaçınır. O, tevazu ve edep ile sadece Hakikat’i ve Allah’ın emrini tebliğ eder. Kendi düşüncelerini, kendi zevk ve heveslerini Allah’a isnat etmek, haddini aşmak ve ilahi taklidin tehlikeli bir oyunudur. Bu söz, dini söylemin sorumluluğunu ve ciddiyetini anlatarak, her türlü fanatizm ve bağnazlığa karşı bir uyarı niteliği taşır.

*********

Fani Hayatın Ebedi Hikayesi
“Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir.”
Fani olan bu dünya hayatını, ebedi olan ahiret hayatının önüne koyanların düşeceği manevi boşluğu ifade eder. Dışarıdan bakıldığında her şeye sahip gibi görünen, cenneti andıran bir hayat yaşasa bile, manevi olarak bir cehennem azabı içindedir. Bu söz, maddi ve manevi tatmin arasındaki derin uçurumu gösterir. Gerçek tatmin, sadece Allah’a yakınlık ve O’nun rızasını kazanmaktır.

Özet
Bediüzzaman Said Nursi’nin vecizeleri, insanın kainatla, kendi nefsiyle ve Allah’la olan ilişkisini yeniden tanımlar. Bu makalede ele aldığımız konular, bir bütün içinde ele alındığında, bizi şu sonuçlara ulaştırır:
* İrfan ve İlim: Kainata Allah’ın hesabına bakmak, her zerreden ilim damıtmak ve cehaletten kurtulmaktır.
* Varlık ve Sorumluluk: Varoluş soruları cesurca sormak, gerçek otoriteyi tanımak ve sorumluluklarımızı idrak etmektir.
* Gençlik ve İhlâs: Gençliğin enerjisini his ve hevesten arındırıp, ihlâs ve rıza-yı İlâhî ile yoğurmaktır.
* Hakikat ve Tevazu: Dini sözlerde haddi aşmaktan sakınmak, Hakikat’i olduğu gibi tebliğ etmek ve tevazu sahibi olmaktır.
* Ebediyet ve Faniyat: Fani hayatı bir amaç değil, ebedi hayatın bir vesilesi olarak görmek ve manevi huzuru bulmaktır.
Bu vecizeler, bizlere hayatın her alanında doğru bir pusula sunarak, imanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda hayatın bütününe yayılan bir irfan ve şuur hali olduğunu hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

GAZZE: AÇLIĞIN SİLAHA DÖNÜŞTÜĞÜ COĞRAFYA

GAZZE: AÇLIĞIN SİLAHA DÖNÜŞTÜĞÜ COĞRAFYA
(Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli, İlmi ve Mantıki Bir Tahlil)

  1. Giriş: Açlığın En Eski Yüzü, En Yeni Yarası
    Tarih boyunca savaşlar yalnızca kılıçla, tüfekle, füzeyle yapılmadı. Açlık da insanlık tarihinin en eski savaş silahlarından biri oldu. Orta Çağ kuşatmalarında şehirler surlar ardında ekmek bitince teslim bayrağı çekmek zorunda kalırdı. Ama bugün, 21. yüzyılın gökyüzüne uzanan teknolojik kuleleri, yapay zekâ sistemleri, hızlı internet ağları arasında hâlâ bir insan, üstelik bir çocuk, bir lokma ekmek bulamadığı için ölüyorsa; medeniyetin dili susmuş, vicdanı kurumuş demektir.

Gazze, tam da bu sessizliğin ve vicdansızlığın ortasında kanayan bir yaradır. İsrail’in uyguladığı tam abluka, gıdayı bir savaş aracına, ekmeği bir pazarlık unsuruna, açlığı ise sistematik bir soykırım metoduna dönüştürdü.

  1. Tarihi Boyut: Kuşatma ile Açlık Arasındaki Eski İttifak
    Tarih kitapları bize açlığın bir savaş stratejisi olarak kullanıldığı sayısız örnek sunar.

Hz. Peygamber döneminde Taif kuşatması, kervan yollarının engellenmesiyle açlığa karşı bir direniş örneğidir.

Roma İmparatorluğu düşman şehirleri aylarca abluka altına alır, önce ekinleri yakar, sonra su yollarını keserdi.

  1. Dünya Savaşı’nda Leningrad Kuşatması, 900 gün boyunca milyonlarca insanın açlık ve soğukla sınandığı bir insanlık trajedisi olarak hafızalara kazındı.

Gazze’de bugün yaşanan ise bu tarihi uygulamaların modern bir versiyonu. Fark şu ki; bu kez dünyaya bilgi anında ulaşıyor, herkes görüyor… ama çoğu yine susuyor.

  1. İlmi ve Bilimsel Boyut: Açlığın Bedeni ve Toplumu Çökerten Gücü
    Biyoloji bize, insanın su olmadan ortalama 3 gün, yemek olmadan 30-40 gün yaşayabileceğini öğretir. Ancak özellikle çocuklar, hamile kadınlar ve yaşlılar için bu süre çok daha kısadır.

Protein eksikliği bağışıklık sistemini çökertir, hastalıklara açık hale getirir.

Kalori yetersizliği kas erimesi, organ yetmezliği ve beyin fonksiyonlarının durmasıyla sonuçlanır.

Açlığın uzun süreli etkileri, bir toplumun gelecek nesillerini hem fiziken hem zihnen sakat bırakır.

Gazze’de 94’ü çocuk 200’e yakın insanın açlıktan ölmesi, sadece bugünün kaybı değil; yarının zihinsel ve bedensel olarak zayıflatılmış bir toplumunun inşa edilmesi anlamına geliyor. Bu da açlığın sadece biyolojik değil, stratejik bir yıkım olduğunu gösteriyor.

  1. Hikmet ve Edebiyatın Gözüyle Açlık
    Açlık yalnızca mideyi değil, kalbi de sızlatır. Lübnanlı yaşlı bir kadının “Onlar açken ben tıka basa yiyemem” sözü, insanlığın hâlâ tükenmediğini gösteren küçük ama büyük bir ahlaki duruştur. Kur’ân’da buyurulur:

> “Onlar, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.” (Haşr, 9)

Bu, açlık karşısında gösterilen en yüksek ahlaki mertebedir: İsar. Yani kendin açken başkasını doyurmak…

  1. Akli ve Mantıki Değerlendirme: Sessizlik Suça Ortaklıktır
    Mantık bize şunu söyler: Eğer bir topluluk, bir zulmü durdurma gücüne sahip olduğu halde susarsa, o zulmün ortağı olur. Gazze’de açlığın silah olarak kullanılması, yalnızca İsrail’in değil, buna sessiz kalan küresel sistemin de insanlık suçudur.
  2. İbretler ve Sonuç

Açlık, sadece bir biyolojik eksiklik değil; insanlık imtihanıdır.

Kuşatma altındaki toplumlar yalnızca askeri değil, psikolojik olarak da teslim alınmak istenir.

Tarih, bu dönemi utanç sayfalarına yazacaktır. Ancak o sayfaların bir köşesinde, yardım edenlerin, yürüyüşe katılanların, ekmeğini paylaşanların adları da yazılacaktır.

  1. Kapanış: Hanzala’nın Sırtı
    Filistin’in simgesi Hanzala, yüzünü dönmediği için hâlâ masumiyetin sessiz çığlığıdır. Belki de onun yüzünü görmek, Gazze’nin açlıktan ölen son çocuğunun ardından mümkün olacaktır. Ama o gün gelene kadar, biz ya Hanzala’nın arkasında duran onurlu insanlar olacağız ya da sırtını döndüğü vicdansız kalabalığın bir parçası…

Özet

Bu makale, Gazze’deki açlık krizini tarihi, biyolojik, ahlaki ve mantıki boyutlarıyla ele almıştır. Açlığın bir savaş silahı olarak kullanılması, modern çağın en büyük insanlık suçlarından biridir. Tarihteki kuşatmalarla benzerlik gösteren bu strateji, çocuklar başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerini hedef almakta, hem bugünü hem geleceği yok etmektedir. Lübnanlı yaşlı kadının örneği, insanlığın hâlâ ayakta kalabileceğini gösterirken; küresel sessizlik ise zulme ortak olunduğunun isbatıdır. Hanzala’nın sırtı, dünya vicdanının hâlâ dönük olduğunu, ama dönebileceği bir günün umudunu simgeler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

HUKUK KOMADA

HUKUK KOMADA

Evet gerçekten Hukuk komada.
Hakim ve savcılar neye, nasıl karar veriyorlar?
Efendim, falan maddeye göre.
Yani eskiden kırk yamalı olan hukuk,bugün dört yüz yamalı.
Delil mi istersin?
İşlenen suçlara ve suçlulara bakıp, aklı ve vicdan gözlüğünü de gözüne takan herkes görür.
Suç dosyaları odalara sığmıyor.
Suçlunun işlediği suç sayıları yaşından daha çok.
Suçluya cezası gerçek manada verilmediği gibi, mağdurun hakkı da gerçek manada korunmuyor.
Kaç kere yazdım, kaç kere TV, radyo gibi platformlarda ve hukukçu arkadaşlarla dile getirdik, şu son ve özet cümleyi;
Türkiyenin birinci problemi, hukuk problemidir.
Polisleri bir dinlesenize ya hu.
Hayatını ortaya koyuyor,suçluyla karşı karşıya kalıyor, sonu fiyasko.
Geriye polise işin sitresi kalıyor, suçlunun hayreti ve yaptığı yanına kar olarak kalıyor.
Hukuk artık yama da tutmuyor.
Daha önce bir buçuk yıl hapishaneye derse gittiğimde bir daha hırsızlık yapmayacaklarını söyleyip, suç işlemeyeceklerine dair söz veren hırsızlar, bir hafta sonra gittiğimde Kırıkkale’de soyacakları bir marketin planını yapıp, bunu açıkça da dile getirdiler.
Bir yalan daha söyleyip, bunun da son olacağını söylediler.
Bu konuyu uzunca kendisiyle konuştuğum bir emniyet amiride benden daha dertli olup derdini şöyle dile getirdi.
Hocam, bende sabah Emniyete gelirken karşı kaldırımda giden ve bildiğim, tanıdığım, bir çok defa içeriye girmiş çıkmış hırsız karşıdan bana seslenerek;
Amirim, siz işe gidiyorsunuz, bizde gidiyoruz, diyerek rahatça ve dalga geçerek konuşabiliyorlar.

Hani nerede hukuk?
Hukukun çivisi mi çıkmış yoksa çivisi mi yok?
Peki, bu gibi insanları dinleyen bir kişi bunalıp da şöyle demez mi;
Batsın böyle hukuk!!!

Devletlerin batısı ve yıkılışı, hukukun çöküşüyledir.
Adalet ölünce, devlette ölür.

***********

Hukuk derken bu durum daha önceleri de dile getirdim, Milli Eğitimde de var.
O da az değil.
Nitekim Milli Eğitim Bakanlığına Cimerden yazdım.
Okullardaki Disiplin kurullarının ciddiyetle uygulanması ve gerçek öğrencilerin ve gerçek öğretmenlerin korunması için.
O ciddiyeti onlarda da görmedim.
Basit bir iki maddede belirtilmiş olduğu gibi, geçiştirme laflarının dışında.
Çünkü yaşananlarla yazılanlar arasında dağlar var.
Vakıaya bakılmayıp, üç maymuna oynanıyor.
Sanki, biz bir kere yazmışız, bana ne gerçeklerden ve uygulamalardan!!!
Der gibi.
Ne yaparsanız yapın, mı?
Bir çok disiplin suçu olan öğrenci, öğretmeni rencide etmiş,huzursuz etmiş, uykularını kaçırmış, sene sonu kurula geliyor,kalitesi ancak o kadar olan bazi öğretmenler tarafından affediliyor ve bu çocuk okulu temiz, yaptığı ve çektirdikleri yanına kar kalarak cehennem olup gidiyor.
Ciddi ve sorumlu öğretmenlere de sıkıntısı ve zamanla nefreti kalıyor.
Ondan sonra sen gel, o öğretmenden eğitim ve disiplin bekle.

Adalet Bakanlığının da, Milli Eğitimin de temel problemi; hukuk problemidir.
Ne suçluya hak ettiği ceza veriliyor, ne de her öğrenci hak ettiğini alıyor.
Sahte diploma vakası ve bazen kasıtlı da olsa çalıntı soru iddiaları; patlayıp taşan kanalizasyonun daha devede kulak bile olmayan kısmı.
Bu hamur daha çok su götürür.
Onun için sizlerin daha fazla midenizi bulandırmayıp, sizlerin insafınıza, basiretinize, bilgi ve görgünüze havale ediyorum.

( Daha geniş bilgi için bakınız.

https://tesbitler.com/index.php?s=Hukuk

https://youtube.com/@mehmetozcelik?si=FZe20O54Av4E8DUI

www.youtube.com/Mehmetözçelik

*********

HUKUK KOMADA: Çivisi Çıkmış Adaletin Sessiz Çığlığı

Giriş: Hukukun Nefesi Kesiliyor

Tarihin her döneminde devletlerin temel taşı adalet olmuştur. Adaletin sağlandığı yerlerde huzur, güven ve medeniyet filizlenmiş; adaletin yok sayıldığı toplumlar ise çürüme, çözülme ve çöküşle yüzleşmiştir. Bugün Türkiye’de sadece suçun kendisi değil, suçun karşılıksız kalması, cezasızlık duygusunun toplumu sarması, vicdanları susturmuş, akılları dumura uğratmıştır. Hukuk sadece kanun maddeleriyle değil, aynı zamanda adaletin toplumsal karşılığıyla da ölçülür. İşte bu yüzden deniliyor ki: Hukuk komada…

  1. Çivisi Çıkmış Hukuk: Suçlunun Cesareti, Mağdurun Sessizliği

Adalet sistemimizdeki temel problemlerden biri, suçun sıradanlaşmasıdır.
Suç işleyen kişi, cezasızlık duygusuyla “işine devam ederken”; mağdur olan vatandaş, hukuktan beklediği teselliyi bulamadan bir kenarda unutulmaktadır.
Polisler, suçluyu yakalamak için hayatını tehlikeye atarken, o suçlu kısa sürede özgürlüğüne kavuşup dalga geçerek tekrar suça dönmektedir. Bu durum, yalnızca emniyet mensuplarını değil; hukuk camiasını, mağdurları ve toplumu bir bütün olarak yıpratmakta, “adalet duygusunu” çürütmektedir.

  1. Eğitimde De Yara Büyük: Disiplinsizlik, Adalet Açığı ve Kuralsızlık

Benzer bir adalet problemi Milli Eğitim sisteminde de gözlenmektedir. Eğitimde disiplin; yalnızca sınıf düzenini değil, genç nesillerin karakter inşasını da belirler. Ancak bugün, öğretmene saygısızlık eden, sınıfı bozan, okul huzurunu dinamitleyen öğrenciler; yıl sonu disiplin kurullarında “affedilmekte”, yaşattığı sıkıntılar görmezden gelinmektedir. Bu, sadece öğretmeni değil, çalışkan ve ahlaklı öğrencileri de mağdur etmektedir. Neticede okullar, hakkın değil “hoşgörü kisvesi altında dayatılan zayıflığın” egemen olduğu kurumlara dönüşmektedir.

III. Sahte Diplomalar, Çalıntı Sorular ve Dökülen Sınav Sistemi

Adaletin sadece mahkemelerde değil; eğitim sisteminde, liyakatte, sınavlarda ve kariyer planlamasında da olması gerekir. Ancak sahte diplomalarla makamlara gelenler, çalıntı sorularla kariyer sahibi olanlar; sadece hakkı gasp etmiyor, aynı zamanda sistemin temelini kemiriyorlar. Bu durum, sadece kişisel bir ahlak sorunu değil; sistemik bir çöküş alametidir. Adaletin sadece adliyede değil; okulda, işyerinde, sokakta ve sınav kağıdında da olması gerekir.

  1. Tarihî Perspektif: Adaletin Çöküşü, Devletin Yıkılışı

Tarih şunu defalarca yazmıştır: Adalet ölürse, devlet de ölür. Roma’nın çöküşü, Abbasi’nin sönüşü, Osmanlı’nın gerileyişi hep adaletin zayıfladığı, yöneticilerin zulme sessiz kaldığı, hukuk düzeninin bozulduğu dönemlere denk gelir.
Hz. Ömer (r.a) bir koyunun Dicle kenarında aç kalmasından bile mesul olacağını söylerken; bugün insanların can, mal, onur güvenliği tehdit altındadır ve hukuk buna seyirci kalmaktadır.

  1. Hikmetle Düşünmek: Adaletin İzinde, Vicdanla Yüzleşmek

Mevlâna’nın dediği gibi: “Adalet; bir şeyi yerli yerine koymaktır.” Bugün adaletin yerinden oynatıldığı, değerlerin altüst edildiği bir çağda yaşıyoruz. Suçun ödüllendirildiği, erdemin cezalandırıldığı bir düzende hukuk, sadece kanun kitaplarındaki metinlerden ibaret hale gelir. Oysa hakikat şudur: Kanunlar, adaletin ruhunu taşımıyorsa; sadece mürekkep yığınından ibarettir.

  1. Bilimsel ve Mantıkî Boyut: Hukuk Neden Çöküyor?

Modern hukuk sosyolojisi, cezasızlığın suç oranlarını artırdığını defalarca ortaya koymuştur. “Suçun karşılıksız kalması”, suçluda pişmanlık değil, cesaret üretir. Hukukun ciddiyeti sarsıldıkça, hem bireylerin devlete olan güveni azalır, hem de toplumda anarşi eğilimleri artar. Devletin güvenlik güçleri, yargı organları ve eğitim sistemi bu güveni inşa edemezse, çöküş kaçınılmaz olur.

VII. Çıkış Yolu: Yeniden Diriliş İçin Hukuku Diriltmek

Hukukun merkezine adalet ve vicdan yerleştirilmelidir.

Polis ve yargı arasında bağ kopmamalı, suçlu gerçekten cezalandırılmalı.

Eğitimde disiplin kurulları sembolik değil, adil ve kararlı işlemeli.

Sahtecilikle mücadele, sistemsel ve köklü yapılmalı.

Hukuk, sadece “şeklen” değil, şuurla uygulanmalı.

Sonuç: Hukuk Ölürse Devlet De Ölür

Hukuk, bir milletin ruhudur. Hukuk çürürse, devlet sadece beden olarak yaşar; ruhunu kaybeder. Bugün yapılması gereken, yamalı bohçaya bir yama daha dikmek değil; bütün sistemi yeniden adalet ekseninde inşa etmektir. “Batsın böyle hukuk!” dedirtmeyecek bir adalet düzeni; milletin vicdanını, umudunu ve geleceğini ayağa kaldıracaktır.

ÖZET

Bu makalede, Türkiye’deki hukuk sisteminin ciddi şekilde yara aldığı, suçlunun cezalandırılmadığı, mağdurun korunmadığı bir düzenin sürdürülemez olduğu anlatılmıştır.
Eğitim sistemi dâhil olmak üzere, sahte diploma ve disiplin zaaflarıyla da beslenen bu hukuk açığı, toplumun her alanında hissedilmekte; adalet duygusunun zedelenmesine yol açmaktadır. Tarihî, ilmî ve ahlâkî çerçevede gösterildiği gibi, hukuk bir toplumun yaşama sebebidir. Hukukun ölmesi, devletin çöküşünü getirir. Çözüm, adaletin yeniden vicdanla tesis edilmesiyle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

İmanın Kilidi, Kalbin Sükûnu ve Varlığın İlhâmı

İmanın Kilidi, Kalbin Sükûnu ve Varlığın İlhâmı

İnsan, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren, “kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularıyla kuşatılmıştır. Bu sorular, kalbin derinliklerinde bir yankı uyandırır ve ruhun sükûnetini arayışının bir tezahürüdür. Tıpkı bir fırtınada savrulan geminin liman arayışı gibi, insan kalbi de daimi bir huzur ve istikrar noktasına ihtiyaç duyar.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in “Ey kalpleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabbim! Benim kalbimi dinin üzere sâbit kıl.” duası, bu arayışın en veciz ifadesidir.
Bu dua, sadece bir yakarış değil, aynı zamanda kalbin değişkenliğine karşı bir sığınma, imanın gelgitlerinden emin olma isteğidir.
Bu sükûnetin ve imanın temelinde, varlığın yaratılış sırlarını idrak etmek yatar. İnsan, kendi acziyetini ve kâinatın sonsuz ihtişamını gördükçe, Yüce Yaratıcı’nın varlığına ve kudretine daha yakından şahit olur. Öyle ki, bazı insanlar, ölüm ve ahiret hakkında şüpheye düşerek, çürümüş kemikleri kimin dirilteceğini sorarlar.
Bu, insan aklının sınırlarını gösteren bir soru olmakla birlikte, Kur’an-ı Kerim bu soruya en hikmetli cevabı verir:
“Sen de de ki: ‘Onları ilk defa kim inşa edip hayat vermiş ise, O diriltecektir.'” ve
“Sizin hazırdaki yaratılışınız, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.” (Yâsîn, 78-79).
İlk defa yoktan var eden, en ince ayrıntısına kadar hikmetle donatan, elbette ki ikinci defa yaratmaya da kadirdir. Bu ayetler, aklı ve kalbi, başlangıca ve sona dair şüphelerden arındırır. İnsan, kendi bedeninin karmaşık yapısına, beyninin muazzam işleyişine baktığında, bu kusursuz sanatın bir rastlantı eseri olamayacağını anlar.
Bu idrak, aynı zamanda kâinatın Hâkimsiz ve Sânisiz olamayacağı gerçeğine ulaştırır. Tıpkı bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız, bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi, bu nihayet derecede muntazam memleket de Hâkimsiz olamaz. Her mevsim, her tabiat hadisesi, her bir canlı, bir kitap misali, Yüce Hâkim’in fiillerinden, mânidar mektuplarından ve sanatlı nakışlarından bahseder. Bu muazzam intizam, sadece bir gözlemcinin değil, aynı zamanda bir Sâni’in varlığını haykırır. Bir sineğin kanadından, semavât kandillerine kadar her şey mükemmel bir düzen içinde yaratılmıştır. Bu düzen, birbiriyle çatışmayan, aksamayan, tam tersine birbiriyle ahenk içinde çalışan bir bütündür. Bu bütünlük, ancak tek bir Hâkim’in varlığıyla açıklanabilir.
İşte kalbin sükûnu, imanın istikrarı, bu mutlak hakikatleri idrak etmeye bağlıdır. Kâinatı dolduran bu harika sanatları, mânidar mektupları ve hikmetli fiilleri okuyabilen bir kalp, şüphelerden arınır. Kendini yalnız ve başıboş hissetmez. Çünkü o bilir ki, kendisi ve tüm varlık, nihayetsiz bir kudret ve ilim sahibi tarafından idare edilmektedir. Bu idrakle birlikte, kalplerin değişen hallerine karşı, Yüce Hâkim’e sığınmak ve O’nun dininde sabit kalmak için dua etmek, insanı manevi bir limana ulaştırır.

Özet
Makale, insanın kalbi sükûnete ve imanın istikrarına olan derin ihtiyacını ele alarak başlar. Peygamberimizin “Ey kalpleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabbim! Benim kalbimi dinin üzere sâbit kıl.” duası, bu arayışın veciz bir ifadesi olarak sunulur.
Makale, ahiret inancına dair şüpheleri, “çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusu üzerinden ele alır ve Kur’an’ın bu soruya verdiği cevabı açıklar. İlk yaratılışı gerçekleştiren Yüce Kudretin, ikinci yaratılışı da rahatlıkla yapabileceği anlatılır. Bu düşünce, kâinatın muntazam düzeninin bir Hâkimsiz olamayacağı gerçeğine bağlanır. Bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız olamayacağı gibi, bu muazzam kâinatın da bir idarecisi olması gerektiği mantığıyla tek bir Hâkim’in varlığına işaret edilir. Sonuç olarak makale, kalbin huzur bulmasının, varlıktaki hikmetleri ve sanatı idrak etmekle, Allah’a imanla ve O’nun dininde sabit kalmak için dua etmekle mümkün olduğunu özetlemektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Varlığın Perde Arkası ve İnsanî İdrakin Sınırları

Varlığın Perde Arkası ve İnsanî İdrakin Sınırları

Ey aziz insan! Her birimiz, içinde yaşadığımız bu âlemi, kendimize has bir pencereden seyrederiz. Tıpkı Kur’an-ı Kerim’in her bir insana, onun meşrebine göre ayrı bir fehm ve iktibas sunduğu gibi. Varlığın bu ummânında, her birimiz, o engin denizde yüzen bir gemiyiz. Kimi zaman medler ve cezirler, kimi zaman fırtınalar ve sükûnetler içinde yol alırız. Bu seyahatte, gözümüzle gördüğümüz, aklımızla kavradığımız her şey, birer mektuptur aslında. Tıpkı bir üzüm salkımı, bir gül goncası veya rengarenk bir kuş gibi…
Bunların her biri, kâinatın Yüce Sâni’sinin esmâsını, sonsuz kudretini ve sanatını fısıldar bize.
Peki, bu muazzam mektupların sahibini tanımayan bir kalp, bu fısıltıları nasıl duyabilir? Onu unutan bir ruh, içinde bulunduğu saraylarda dahi zindanda olmaz mı? Oysaki onu tanıyan, ona itaat eden bir kalp, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Çünkü o bilir ki, dünya hayatının geçici dostlukları ve rütbeleri, ancak kabir kapısına kadardır. Gerçek saadet, bu fani âlemde değil, onun ardında bizi bekleyendir.
Bizler, bu nazik, sanatlı ve mizanlı âlemde başıboş bırakılmış değiliz. Her şeyin bir kanunu, bir nizamı olduğu gibi, insan hayatının da bir maksadı vardır.
Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olamazken, bu kâinat nasıl olur da Hâkimsiz olur?
Bizler, bu soruların cevaplarını Kur’an’da buluruz. O Kur’an ki, ruhumuzu terbiye eden ve kalbimizi tedavi eden bir şifadır. Kalbinin tedavisi, onun kudsî dairesine girmek ve Kur’an’ın mübelliği olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetine tâbi olmaktır.
Böylece, kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden ve mevcutâtın öfkesinden kurtulmanın çaresini buluruz. Bu yolculukta, maruz kalabileceğimiz her türlü kötülüğe karşı da bir sığınağımız vardır. Peygamberimiz (s.a.s)’in nazara ve her türlü şerden korunmak için okuduğu dua, bizi Allah’ın sonsuz iradesine ve hükmüne sığınmaya davet eder.
Oysa, insaniyet-perver maskesi altında vicdansız ve gaddar olanların, savaşın ve yıkımın kol gezdiği bu asırda, “Yaşasın cehennem!” dercesine fütursuzca medeniyet-perestlik yapanların akıbeti, dehşet verici bir cezayla sonuçlanacaktır.
Öyleyse, hakiki saadetin anahtarı, bu fani dünya hayatını bir ibret nazarıyla seyretmek, her eserde o Yüce Sâni’nin sanatını görmek, Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde bir hayat sürmek ve her an Allah’a sığınmaktır.

Özet
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden ve hadislerden alıntılarla, varlığın amacını ve insan hayatının anlamını sorgulamaktadır. Her şeyin bir yaratıcısı olduğunu, kâinatın sanatlı ve mizanlı bir düzen içinde olduğunu anlatır. İnsanın bu düzende başıboş olmadığını, Kur’an-ı Kerim’in ruhu terbiye eden ve kalbi tedavi eden bir rehber olduğunu belirtir. Makale, dünya hayatının geçiciliğini ve asıl saadetin Allah’ı tanımakta ve ona itaat etmekte yattığını anlatır. Ayrıca, her türlü kötülükten korunmak için Allah’a sığınmanın önemine değinir ve vicdansız medeniyet-perestliğin sonuçlarının dehşetli olacağını ifade eder.
Sonuç olarak, makale, Allah’a iman ve Kur’an-Sünnet rehberliğinde bir hayatın, gerçek mutluluğun ve kurtuluşun anahtarı olduğunu özetlemektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Sahte Diplomalar, Sahte Adamlar ve Kaybolan Hakikat

Sahte Diplomalar, Sahte Adamlar ve Kaybolan Hakikat

Sahte diplomalılar türedi.
O da her alanda.
Lise mezunluğundan üniversite mezunluğuna, akademisyenden prof, dekan ve rektörüne kadar.
Doktorundan avukatına her birimde sahte diplomalı oldukları ortaya çıktı.
Tıpkı 16 milyonluk İstanbulu yöneten belediye başkanının diplomasından yolsuzluğunu kadar ortaya çıkmasıyla hapiste yatmasına kadar.
Ve bu adam dokunulmaz olsun diye CHP içinde Cumhurbaşkanı adayı gösterildi.
Allah korusun ya birde Cumhurbaşkanı olsaydı?
Sadece İstanbul ve İstanbullu kaybetmez, Türkiye kaybederdi.
Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belli olurmuş misali,
İnsan sahte olursa diplomasının sahte olması niye garipsensin ki?
Tıpkı, “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok; nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” Hz.Mevlânânın sözünde olduğu gibi.
Yürüyen ve insan görünen sahte insanlar.
Kendisi sahte olan bir insanın diplomasının sahte olmaması bir garip olur.
Eğitimde de görmüyor muyuz?
Adam 4, 5 sene gelip gidiyor. Dikiş tutturamıyor, bir vesile ile geçip diplomasını alıyor.
Milli eğitimden üniversiteye kadar kaçta kaçı hakkıyla diploma alıyor ve ehliyet kazanıyor?
Sahte diploma, sahte adamın sahte ürünüdür.
Ürünlerde de öyle değil mi?
Herşeyin sahtesi üretildi, sahte insanlar tarafından.

********

Bir Zihniyetin Çürümüşlüğü Üzerine Derinlemesine Bir Tahlil

> “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok; nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” – Hz. Mevlânâ

“Kişi sahte olursa, diplomasının sahte olması artık sadece bir ayrıntıdır.”

  1. Giriş: Sahtekârlığın Kurumsallaşması

Günümüz dünyasında sahtelik yalnızca ürünlerde değil, artık karakterlerde, unvanlarda, belgelerde ve yönetimlerde de kol gezmektedir. Eğitimde sahte diplomalılar, siyasette sahte vaatler, medyada sahte haberler, yargıda sahte kararlar ve toplumda sahte değerler baş göstermektedir. Bu, sadece bir insan tipi değil, bir zihniyet türüdür: sahte insan zihniyeti.

Diploması olmayanın doktor, hukukçu, profesör, dekan hatta rektör olarak ortaya çıkması; sadece kişisel bir dolandırıcılık değil, sistematik bir hastalığın belirtisidir. Tıpkı çürük bir dişin ağızda irin yayması gibi, sahte bir zihniyet de tüm topluma yayılır.

  1. Edebi ve Hikmetli Boyutu: Kıyafet ve Kıyafet-i İnsaniye

İnsanın kıymeti ilim ve hikmetle, sadakat ve samimiyetle ölçülür. Bugün ise bu kıymet, sahte belgelerle, torpille, ekran şovlarıyla oluşturuluyor. Elbise, kişiyi örtmek içindir; ama içi boşsa, örtü neyi örtsün?

Tıpkı Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Elbisesi olan ama içi boş” insanlar, toplumun yönetimine geçerse; o toplumun da içi boşalır. Sahte diplomalı adam, bir yere yönetici olduğunda sahte uygulamalar, sahte kadrolar, sahte değerlerle birlikte adalet de, liyakat de zayi olur.

> “Sahte adamdan sadır olan her şey sahtedir; ister diploma olsun, ister politika.”

  1. Tarihi Derinlik: Ehliyetin Yerine Sadakat

Tarih boyunca milletlerin yükseliş ve çöküş sebeplerine baktığımızda, temel ayrım hep aynı kalmıştır: Ehliyet ve liyakat varsa, yükselmişlerdir; adam kayırma, torpil, sahtecilik varsa, yıkılmışlardır.

İslam tarihinde Hz. Ömer (ra), valileri tayin ederken ilk kriteri “güvenilirlik” ve “ehliyet” idi. Bugün ise “bizden mi?” sorusu her şeyin önüne geçiyor.

Osmanlı’nın gerileme dönemine girdiği 17. ve 18. yüzyıllarda da benzer bir tablo vardı: Medreseye ilim yerine para girince, müderrislik “makam”, diploma “rüşvet”, kadılık “torpil” ile elde edilir olmuştu. Sonuç: Adaletin çöktüğü, ilmin itibarsızlaştığı, devletin zaafa uğradığı bir çöküş süreci…

  1. İlmi ve Sosyolojik Yönü: Kurumsal Sahtekârlığın Üretimi

Sahte diplomalar, sadece tek tek bireylerin değil, kurumların da iflasıdır. Çünkü bu sahtekârlık, tek başına yapılmaz; bir düzen kurulur, bir zemin hazırlanır, birileri göz yumar, birileri menfaat sağlar. Bu da bir “organize yalancılık ağı” oluşturur.

Üniversitelerin artık bilim üretim merkezi değil, kağıt dağıtım kurumu hâline gelmesi; eğitim kurumlarının “mezun verirken” bile sorgulamadığı kalite eksikliği; sahtecilik kültürünün resmîleştirilmesine neden olur.

Bugün bir kişi, 4 yıl boyunca hiçbir derse girmeden mezun olabiliyor; sınavlarda kopya, tezlerde intihal, diplomalarda sahte imza sıradanlaştı. Yani “sahte diploma, sahte sistemin ürünü” hâline geldi.

  1. Mantıki ve Akli Yönü: Değerin Ölçüsü Değişti

Bir toplumu ayakta tutan ölçüler bellidir: Doğruluk, adalet, liyakat, ehliyet, hikmet. Ancak bu ölçüler yerini sahte kavramlara bıraktığında, toplum içten içe çürür.

Bugün biri size “diplomalıyım” dediğinde, “nereden aldın?” diye sorma ihtiyacı hissediyorsanız; orada güven bitmiş, sistem iflas etmiştir.

> Gerçekten de: “İnsan sahte olduktan sonra, diplomasının sahte olması detaydır.”
Yalanla hayatını kuran birinin, bir belgeyi de yalanla almasına şaşırmamak gerekir.

  1. İbret: Eğer Cumhurbaşkanı Olsaydı?

Toplumun bir kısmı, İstanbul gibi bir şehri sahte diplomalı birine emanet etti. Dahası bu kişiyi, Cumhurbaşkanlığına layık gördü. Şayet bu gerçekleşseydi, yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye bir sahtekârlığın eline geçecekti. Allah korudu.

Burada mesele bir kişi değil, bir anlayıştır. Bu anlayış “görüntüye aldanan”, popülerliği liyakatin önüne koyan, sahteyi gerçeğin yerine tercih eden bir zihniyettir. Ve bu zihniyet değişmeden, kişi değişse de sonuç değişmez.

  1. Çözüm: Ölçüleri Gerçeğe Döndürmek

Diplomayı değil, ehliyeti sorgulayalım.

Unvanı değil, liyakati arayalım.

Görüntüyü değil, kişiliği ölçü alalım.

“Sahte adamlar” değil, sadık ve sadık olanlar kıymetlensin.

Eğitim kurumları gerçek bilgi üretmeli; toplum, ahlaki çıtasını yükseltmeli; her makam liyakatle doldurulmalıdır.

> Yoksa; sahte diplomalılar, sahte kararlar verir; sahte kararlar, gerçek hayatları mahveder.

ÖZET:

Bu makalede, sahte diplomaların yaygınlaşması üzerinden sahte karakterli insan tipinin ve bunun doğurduğu toplumsal tahribat analiz edilmiştir.

Sahte diplomaların, sahte karakterlerin ürünü olduğu,

Liyakat yerine sadakat, ehliyet yerine torpil anlayışının çöküş getirdiği,

Bu zihniyetin hem tarihî örneklerle hem de günümüz örnekleriyle izah edildiği,

Toplumun bu gidişata karşı çözüm üretmesi gerektiği ifade edilmiştir.

> Gerçek diplomanın adı: Doğruluk. Gerçek unvanın temeli: Liyakat. Gerçek insanın ölçüsü: Ahlak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025

Dinime Dahleden Bari Müslüman Olsa

Dinime Dahleden Bari Müslüman Olsa

Evet gerçekten, Dinime dahleden bari müsülman olsa.
Adamın camiyle cemaatle, cuma ile hutbeyle, dinle kuranla, namazla ezanla, tesettürle hayayla hiç mi hiç ilgisi yok, derdi yok ama kalkmış Müslümanın hutbesiyle cumasıyla, camisine cemaatine uğraşmakta, cami ve cemaati de kendisine benzetmeye çalışmaktadır.
Tam bir munafikane, hainane, sinsice bir hareket.
Bu insanların hristiyan ve yahudilikle hiç problemi olmazken, islamiyetle problem yaşamaktadırlar.
Bunlar din düşmanı değil, İslamiyet düşmanıdırlar.
Maalesef yüz yıldır hep aynı hal.
İlk yıllarda dışarıdan kaldıramadıkları islamiyeti, sonradan bizde Müslümanız sahte maske ve görüntüsüyle kaldırmaya ve en azından sulandırmaya çalışmaktadırlar.
Allah bunların şerlerinden bu milleti korusun.
Bunlar Agop misali hiç bir dine yar olamamaktadırlar
Türkiye’nin her alanda olduğu gibi dini alanda da en büyük tehlikesi harici değil, dahilidir, dahildedir.

**********

Sinsi Müdahaleler, Maskeli Yüzler ve Dahili Tehlike

“Dinime dahleden bari Müslüman olsa…” Bu ifade, sadece bir serzeniş değil; bir çağın, bir milletin, bir inancın maruz kaldığı en tehlikeli sabotajın özetidir. Zira bir dine karşı olan düşmanlık, aleni ve dışarıdan geldiğinde savunma kolaydır. Asıl yıkıcı olan, içten gelen, dost görünüp düşmanca davranan, maskeli ve sinsi bir muarızdır.

  1. Hikmet Cephesi: Din Düşmanlığı Değil, İslam Düşmanlığı

Yüce Allah, Kur’an’da münafıklardan bahsederken onları, “kalplerinde hastalık olanlar” (Bakara, 10) olarak tanımlar. Bu hastalık, imanla bağdaşmayan bir sinsi niyettir. Münafık, düşmanını dıştan değil içten vurur. Bugün camiye, ezana, tesettüre, namaza dil uzatan ama kendisini “dindar Müslüman” gibi gösteren güruh, tam da bu tanıma uyar.

Bu kişiler Hristiyanlığa veya Yahudiliğe hakaret etmez; onlara dair hoşgörü ve saygıdan dem vurur. Ancak aynı kişiler, İslam’a, Kur’an’a ve Müslümanların mukaddesatına dil uzatmaktan çekinmezler. Bu da gösterir ki, hedef din değil, bizzat İslam’dır.

  1. Edebi Yüzü: Maskelerle Yaşamak

Tarihte de bugün de bu maskeli karakterlerin çokluğu, edebî ve temsilî anlatımlarda yer bulmuştur. Meşhur hikâyedir:

> “Bir adam elinde zehirle suyu sulandırır ve halkın içmesine sunar. Zehir doğrudan verilse halk içer mi? Ama su kılığına büründürülünce, şifa diye içirilir.”

Bugün, “Biz de Müslümanız ama…” diye başlayan cümlelerin büyük kısmı, bu zehirli sulardandır. Sözde dinî kaygılarla, özde ise seküler ve inkarcı bir niyetle hareket eden bu kimseler, dine müdahale hakkını kendilerinde görmektedir.

  1. Tarihi Derinlik: İçerden Yıkımın Kronolojisi

Osmanlı’nın son döneminden bugüne kadar, İslam’a dış müdahale, çoğu zaman iç destekle mümkün olmuştur. II. Abdülhamid’in hal edilmesinde rol oynayanlardan bazıları, Müslüman ismi taşıyan ama Batı’nın fikir işçiliğini yapan adamlardı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, dış güçler hilafeti kaldırtamamışken, içerideki Batıcı elit, bu misyonu seve seve üstlendi. Camilere zincir vuruldu, Kur’an yasaklandı, ezan susturuldu. Tüm bunlar, dışarıdan gelen bir haçlı ordusuyla değil, içeriden gelen gömlekli, kravatlı ve Batı’nın kopyası zihinlerle yapıldı.

  1. İlmi ve Sosyolojik Tahlil: Dönüştürülen Dindarlık

Bugün yaşanan hadise, “din karşıtlığı”ndan ziyade “dinin dönüşümü” projesidir. Sosyoloji bilimi açısından bu, bir “soft ideolojik hegemonya”dır. Dine doğrudan savaş açılmaz, ama dinin içeriği boşaltılır.

Dindar görünümde olan bazı medya yüzleri veya akademik figürler, “akılcı din”, “çağdaş Kur’an yorumu”, “yenilikçi İslam” gibi süslü ama içi boş kavramlarla İslam’ı sekülerleştirme çabasındadır.

Bu tarz yaklaşımların temelinde, dini asli hüviyetinden koparıp devlete, modernizme veya bireyin keyfine hizmet eden bir sistem hâline getirme arzusu vardır.

  1. Mantık ve Akıl Yönü: Çelişkiler Yumağı

Bir insan, ilgilenmediği bir konu hakkında konuşmaz. Sporla ilgisi olmayan, futbol maçını yorumlamaz. Edebiyatla ilgilenmeyen, şiiri tahlil etmez. Ancak dinle ilgisi olmayan, namaz kılmayan, camiye uğramayan adam, hutbeyi eleştirir, cemaate karışır, ezana ayar vermek ister. Bu aklen ve mantıken izah edilemez bir çelişkidir.

Çünkü mesele sadece “eleştirmek” değil, “dönüştürmek”, “kendi hevasına uydurmak”tır.

  1. İbret: Aynı Oyun, Yeni Perde

Tarihte firavunlar, İslam peygamberlerini tanımamış; Roma İmparatorluğu, Hz. İsa’yı reddetmiş; Emevîler ve Abbâsîler döneminde ise zındıklar “dine zarar verme” işini içeriden yürütmüştür.

Bugün de benzer bir manzara vardır: Agop misali, hiçbir dine yar olamayanlar, İslam’ı da içten vurmak isterler. Ne kiliseye giderler, ne havraya… ama camiye müdahale ederler. Ne İncil’le dertleri vardır, ne Tevrat’la… ama Kur’an’a dil uzatmaktan çekinmezler.

  1. Tehlike: Harici Değil, Dahili

Türkiye’nin İslamî geleceği için en büyük tehlike, dışardan gelen değil, içerideki kimliksizliktir. Bu tehlike, tanınamaz hâle getirilmiş bir İslam, sulandırılmış bir Kur’an anlayışı ve içi boşaltılmış bir ümmet şuurudur.

Sözde Müslüman ama özde dine karşı olan bu zihniyet, eğitimden sanata, medyadan siyasete kadar her yerde etkilidir. O yüzden tehlike cephenin önünde değil, karargâhın içindedir.

ÖZET:

Bu makalede, “Dinime dahleden bari Müslüman olsa” sözü çerçevesinde, İslam’a karşı içerden yapılan müdahaleler analiz edilmiştir. Bu müdahaleler;

Hikmet yönüyle sinsi ve münafıkça,

Edebi yönüyle maskeli ve çift yüzlü,

Tarihi yönüyle Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanan derin bir proje,

İlmi ve sosyolojik yönden dini dönüştürme operasyonu,

Akli ve mantıki olarak ise çelişkili ve samimiyetsizdir.

En büyük tehlikenin dışardan değil, içeriden geldiği bu açıdan anlatılmıştır. Müslümanların bu sinsi saldırılara karşı uyanık olması, İslam’ı asli hüviyetiyle koruması ve dinin kendi öz kaynaklarından (Kur’an ve Sünnet) beslenmeye devam etmesi gerekmektedir.

> “Allah’ım! Bu milleti maskeli münafıkların şerrinden muhafaza eyle.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 10th, 2025