İsrail’in Ortadoğu’daki Rolü: ABD’nin Zulüm Yumruğu ve Küresel Krizin Merkezi

İsrail’in Ortadoğu’daki Rolü: ABD’nin Zulüm Yumruğu ve Küresel Krizin Merkezi

Ortadoğu, tarih boyunca imparatorlukların, dinlerin ve stratejik hesapların çatışma alanı olageldi. Günümüzde ise bu rolü en açık biçimde İsrail temsil ediyor.
ABD’nin bölgedeki “zulüm yumruğu” olarak kurulan ve desteklenen İsrail, sadece Filistin’de değil, tüm İslam coğrafyasında güvenlik krizlerinin, savaşların ve istikrarsızlığın merkezinde yer alıyor.

İsrail’in Askerî Çıkmazı: Hamas’ı Yenememek

İsrail Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir’in “Hamas’ı yenebileceğimizi sanmıyorum” şeklindeki itirafı, Tel Aviv’in askeri hegemonyasının çöktüğünü gözler önüne serdi. Gazze’de aylardır süren saldırılar, on binlerce sivilin hayatına mal oldu. Buna rağmen, direniş ruhunu kırmaya yetmedi. Netanyahu hükümeti, saldırıların bitiminde ortaya koyabileceği bir siyasi vizyona dahi sahip değil.

Batı’da İsrail’e Yönelik Tepkiler Yükseliyor

İngiltere’deki Chatham House toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un yüzüne karşı dile getirilen suçlamalar, uluslararası arenada algıların değiştiğini gösterdi. Sunucunun “Gazze’de 60 bin Filistinli öldürüldü, kıtlık doğrulandı” sözleri, Batı kamuoyunda İsrail’in imajının çöküşünü simgeliyor. Herzog, ziyaret ettiği her yerde protestolarla karşılanıyor.

Türkiye Faktörü ve İsrail’in Endişesi

İsrail medyasında çıkan analizlerde, Türkiye ile çıkacak bir savaşın “felaket” olacağı itiraf edildi. Türkiye’nin kara gücü, stratejik konumu ve bölgesel etkinliği Tel Aviv için ciddi bir tehdit olarak görülüyor. Haaretz gazetesi, böyle bir çatışmanın yalnızca iki ülkeyi değil, küresel dengeleri de altüst edeceğini kabul etti.

Avrupa’dan Boykot ve Filistin Devletine Destek

İspanya’nın uluslararası satranç turnuvasında İsrail bayrağını yasaklaması, AB’nin giderek daha cesur adımlar attığının işareti. Eurovision boykotu da aynı çizginin devamı. İngiltere, Fransa, Belçika ve Kanada gibi ülkelerin Filistin’i tanımaya hazırlandığı yönündeki açıklamalar, iki devletli çözüm için BM’de alınan 142 oyluk kararla birleşince, İsrail’in yalnızlığını derinleştirdi.

Arap Dünyası ve İsrail’in Çıkmazı

Yemen’de halkın silahlanarak İsrail’e meydan okuması, Suudi Arabistan’ın Katar’a yönelik saldırıları kınaması ve Suriye’nin BM’ye yazı göndermesi, Arap dünyasında yeni bir dirilişe işaret ediyor. Artık sadece Filistin değil; Katar, Lübnan, Suriye, Yemen ve İran gibi ülkeler de doğrudan İsrail saldırılarının hedefinde. Bu durum, İsrail’in yalnızca Filistin’le değil, bütün bir coğrafyayla savaştığını gösteriyor.

Genç Neslin Tavrı: Dijital Direniş

Türk gençlerinin İsrail Savunma Bakanı’nı arayarak Ebu Ubeyde’nin posterini göstermeleri, dijital çağda yeni bir direniş tarzının ortaya çıktığını gösteriyor. Sosyal medya, işgalciye karşı uluslararası bir dayanışma ağı oluşturuyor.

İsrail: Dünyanın Problemi

Neticede İsrail, sadece Ortadoğu’nun değil, dünyanın problemi haline geldi. Gazze’de akan kan, Batı Şeria’daki işgal, uluslararası hukuk tanımazlığı ve küresel barışı tehdit eden saldırgan politikaları, bu gerçeği daha görünür kılıyor.

İlahi Adalet Beklentisi

Tarihte Bedir’de meleklerin yardımı, Ebrehe ordusunun ebabil kuşlarıyla helakı, Nuh’un gemisinin ilahi desteği, mazlumlar için Allah’ın yardımının mutlak geleceğini gösteriyor. Bugün de Gazze’de, Filistin’de ve mazlum coğrafyalarda aynı yardımın beklendiği bir dönemden geçiyoruz.

Sonuç

ABD’nin Zulüm yumruğu olarak kurulan İsrail, artık hem bölgesel hem küresel düzeyde bir kriz kaynağıdır. Gazze’de işlenen insanlık suçları, Batı kamuoyunda bile sorgulanmaya başlanmış; Arap dünyası ve Türkiye gibi bölgesel güçler İsrail’in pervasızlığını frenleyecek stratejik adımlar atmaktadır.

Tarih bize göstermiştir ki, zulmün ömrü kısa, direnişin nefesi uzundur. Filistin davası, artık yalnızca bir toprak meselesi değil; insanlığın adalet imtihanıdır.

*****

-Sumud Filosu yürüsün
Zira Sumud Filosu bir umud filosudur.
-Allah umudları boşa çıkarmasın.
Allah yardımcıları olsun.
Nuhun ilahi destekli gemisi olsun.

-Ağlayın, su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et, emi!

-Yerlerin ve göklerin cünudu Allah’ındır.
Bedirde melekler yardıma geldi.
Ebrehe ordusuyla ebabil kuşlarının attığı füzelerle helak oldu
Allahdan gazze içinde bu semavi yardımını bekliyoruz.
Allah israilin başına tufanını indirsin.
Gazzenin destekçilerini de Nuhun gemisi kılsın.
Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne, Tükürün.
Yaşasın zalimler için cehennem 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Maneviyatın Sesi: Kalpten Gelen İmana Davet

Maneviyatın Sesi: Kalpten Gelen İmana Davet

İnsanoğlunun varoluş serüveni, daima bir arayışla doludur. Bu arayış, bazen maddî zenginliklerin peşinde koşarken, bazen de ruhun derinliklerinde bir huzur limanı bulma çabasıyla belirginleşir. Ancak asıl arayış, kâinatın ve insanın yaratılışındaki hikmeti anlamak, Yaradan’a ulaşmak ve O’nunla bir bağ kurmaktır. Bu bağ, sadece bireysel bir yolculuk değil, aynı zamanda toplumun varlığını ve ahlaki dokusunu ayakta tutan en temel unsurdur.

Metinler, işte tam da bu manevî yolculuğa ve imanın korunmasına dair derin, düşündürücü ve ibretli mesajlar sunmaktadır.

İmanın Kalesi ve Dışardan Gelen Sesler

“İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz…” ifadesi, imanın ve manevi değerlerin tehdit altında olduğu bir döneme işaret etmektedir. Bu “baykuş sesleri”, insanların kalplerindeki iman tohumlarını kurutmaya, gençleri maneviyattan uzaklaştırarak kendi ideolojilerine bağlamaya çalışan yıkıcı akımları temsil eder. Bu durum, sadece bir siyasî veya ideolojik karşıtlık değil, aynı zamanda ruhun ve aklın bir çatışmasıdır.
Bu noktada Said Nursi, bütün varlığıyla bu yıkıma karşı mücadele etme ve gençleri yeniden imana davet etme kararlılığını ortaya koymaktadır. Bu çağrı, tarihin her döneminde geçerli olan, manevi değerlerin sarsıldığı anlarda ortaya çıkan bir aydınlanma meşalesidir. İman, bir milletin ayakta durmasını sağlayan manevi bir kaledir; bu kale yıkıldığında, geriye sadece çorak bir toprak kalır.

Yaratılışın Sırrı: Tohum ve Tarla

Manevi mücadelenin temelinde, kâinatın ve yaratılışın derinliğini anlamak yatar.

“Kâinattaki masnuat (sanat eserleri), tohum gibidir. Âlem ve anasır (elementler) da tarla gibidir.”

Bu hikmetli ifade, evrenin Allah’ın sanatı olduğunu ve her şeyin birbiriyle mükemmel bir uyum içinde çalıştığını anlatır. Bir tohumun toprağa düşmesi ve uygun şartlarda bir ağaca dönüşmesi gibi, kâinattaki her bir varlık da (masnuat) ilahi bir amaç için yaratılmıştır. Toprak (âlem ve anasır), bu tohumların yeşermesi için gerekli ortamı hazırlar. Bu, yaratılışın bir tesadüf eseri olmadığını, aksine sonsuz bir kudretin ve ilmin eseri olduğunu gösterir. Bu anlayış, insanın kâinattaki yerini ve görevini idrak etmesini, her şeyde Allah’ın varlığını görmesini sağlar. Bu, aynı zamanda, imanın sadece soyut bir kavram değil, aynı zamanda somut ve gözle görülebilir delillere dayandığını da vurgular.

Kulluk Bilinci ve Süreklilik

İman, yalnızca kalpte taşınan bir inanç değil, aynı zamanda hayatın her anına sirayet eden bir bilinçtir.

“Namazdan sonraki tesbihatlar…”
ile başlayan ifade, kulluk bilincinin ibadetlerle sınırlı kalmaması gerektiğini anlatır. Namaz, Allah ile kurulan en güçlü bağlardan biridir. Ancak bu bağ, namaz bittikten sonra da devam etmelidir. Tesbihatlar, bu bağın sürekliliğini sağlayan, kalbi daima diri tutan manevi bir zikirdir. Bu, aynı zamanda Hz. Muhammed’in ve O’nun yolunda gidenlerin bir mirası, bir evradıdır. İmanlı bir hayat, sadece ibadetlerden değil, aynı zamanda bu ibadetlerin getirdiği derin maneviyatı gündelik hayata taşımaktan ibarettir.

Yalnızlık ve Dua: Enbiya Suresi’nden Bir Çığlık

Bütün bu manevî mücadeleler ve idrak çabaları içinde, insan bazen kendini yalnız ve çaresiz hissedebilir.

“Rabbim! Beni tek başıma bırakma” duası, Hz. Zekeriya’nın bir duası olsa da, insanın her çağdaki ortak çığlığını temsil eder. Bu dua, en zor anlarda, umutların tükendiği yerde, bütün kapıların kapandığı anda bile Allah’a sığınmanın ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Bu dua, bir yandan insanın aczini ve Rabbine olan mutlak muhtaçlığını vurgularken, diğer yandan da O’na sığınmanın verdiği güveni ve huzuru hissettirir. İmanlı bir insan, ne kadar yalnız görünse de, Allah’a yönelerek asla tek başına kalmayacağını bilir.

Özet

Bu makale, metinlerin ortak temasını, yani imanın önemini, manevi değerlerin korunması gerektiğini ve bu yolda yapılması gerekenleri ele almaktadır.

İlk olarak, “bolşevik baykuşları” metaforuyla maneviyata yönelik tehditler ve bu tehditlere karşı duruşa dikkat çekilir.

İkinci olarak, kâinatın “tohum ve tarla” benzetmesiyle ilahi düzenin hikmeti ve imanın bu düzeni anlamaktan geçtiği vurgulanır.

Üçüncü olarak, namaz sonrası tesbihatların manevi sürekliliği ve kulluk bilincinin hayatın her anına yayılması gerektiği anlatılır.

Son olarak, “Beni tek başıma bırakma” duasıyla, en zor anlarda bile Allah’a sığınmanın ve O’nunla bağ kurmanın insana yalnızlık hissettirmeyeceği ifade edilir.

Sonuç olarak, bu metinler, bireysel ve toplumsal manevi direnişin, yaratılışı doğru okumanın ve sürekli bir kulluk bilincine sahip olmanın birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanın Hakikat Yolculuğu: Tohumdan Yuvaya

İnsanın Hakikat Yolculuğu: Tohumdan Yuvaya

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en hassası, en derin sırrıdır. Risale-i Nur’un hikmetli satırları, bu hakikati gözler önüne seriyor ve bize varlığımızın manasını, fıtratımızın derinliklerini hatırlatıyor.

Yaratılışın En İhtiyaçlısı: İnsan

Risale-i Nur, bizi deniz üzerinde dalgalanan bir gemi gibi, sonsuz bir ihtiyaç okyanusunda yüzdüğümüz gerçeğiyle yüzleştirir. Eser, “Enva-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak, insanı bütün esmasına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin ve sanatlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip maddî ve manevî rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir.” diyerek, insanın fiziki ve ruhani açlığının sonsuzluğuna vurgu yapar.

Bu metin, insanın sıradan bir varlık olmadığını, aksine Allah’ın sonsuz isimlerini ve rahmetini yansıtacak bir ayna olarak yaratıldığını anlatır. İnsan, bu muazzam potansiyelle, ilahi sanatın inceliklerini idrak edebilecek bir donanıma sahiptir. Ancak bu eşsiz donanım, beraberinde sonsuz bir muhtaçlığı da getirir. İnsan, sadece fiziksel gıdaya değil, aynı zamanda sevgiye, bilgiye, merhamete ve manevi rızka da muhtaçtır. Bu ihtiyaçlar, onu sürekli arayışa, şükretmeye ve varoluşun gizemlerini çözmeye yönlendirir.

Şükür, insanı en yüce makam olan “ahsen-i takvime” yükseltirken, nankörlük ise onu “esfel-i sâfilîne” düşürerek büyük bir zulüm işlemesine neden olur.

Tohumdan Doğan Mucize: Hayatın Temsili

Risale-i Nur, hayatın ve ahiretin manasını en çarpıcı şekilde anlatmak için doğadan ibretli bir örnek sunar.

“Evet, geçen baharın defter-i a’malinin sahifeleri ve hidematının sandukçaları olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şaşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelal; elbette sizin de netaic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükafat verecektir.”

Bu satırlar, ilk bakışta sadece bir tohumun yeniden yeşermesini anlatıyor gibi görünse de, aslında çok daha derin bir anlam taşır.
Bir tohum, bir önceki yılın bütün hayatını içinde saklayan küçük bir sandık gibidir. O tohum, toprak altına atıldığında adeta ölür, ancak ikinci bir baharla birlikte yüz kat daha ihtişamlı bir şekilde yeniden canlanır. Bu mucizevi süreç, insanın da dünyadaki amellerinin bir tohum gibi korunduğunu ve ahirette misliyle, hatta kat kat fazlasıyla mükafatlandırılacağını simgeler. Hayatımızın her anı, her eylemi, bu tohumlar gibi saklanır ve ilahi adaletin tecellisiyle en güzel şekilde karşılığını bulur.

Ölümsüzlüğün Kapısı: Ölüm ve Berzah Âlemi

Toplumda genellikle bir yok oluş, bir son olarak görülen ölüm, Risale-i Nur’un penceresinden bambaşka bir anlam kazanır.

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkaraz değil, sönmek değil, fırak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâ’ilsiz bir in’idam değil. Belki bir fâ’il-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediyeye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır.”

Bu cümleler, ölümün bir son değil, sonsuzluğa giden bir kapı olduğunu müjdeliyor.
Ölüm, canlının yok oluşu değil, aksine Yaratıcı tarafından tayin edilmiş bir görevden terhis ve daha güzel bir mekana, ebedi mutluluğun yurduna doğru bir yolculuktur. Bu yolculuk, dünya hayatının bir rüya, ahiretin ise asıl vatan olduğu fikrini pekiştirir. İnsan, ölümle birlikte sevdiklerine kavuşacağı “alem-i berzaha bir visal kapısıdır.” Yani ölüm, sevdiklerimizden ayrılmak değil, onlara yeniden kavuşmaktır. Bu bakış açısı, ölüm korkusunu ortadan kaldırır ve hayatı daha anlamlı hale getirir.

Hakikatten Sapmak: Küfre Giden Yol

Risale-i Nur, yaratılışın inceliklerini görmezden gelmenin ne kadar büyük bir sapkınlık olduğunu da net bir şekilde ortaya koyar.

“Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i sanatı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecelli-i sırr-ı ehadiyeti, Zat-ı Ehad-i Samed’e verilmediği vakit; her bir zîhayatta, hatta bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i Fâtıra içinde saklandığını ve her şeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcud olduğunu, belki Vâcibü’l-vücud’a mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek, âdeta o çiçeğin, o sineğin her bir zerresine bir uluhiyet vermek gibi dalaletin en eblehçesine, hurafatın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir.”

Bu satırlar, bir sinekteki, bir çiçekteki mükemmel sistemi bir tesadüfe bağlamanın veya ona ilahi sıfatlar atfetmenin ne kadar mantıksız olduğunu vurgular. İnsan, bu mükemmelliğin bir yaratıcıya ait olduğunu kabul etmezse, her bir zerreye adeta bir ilahlık atfetmek gibi en aptalca bir sapkınlığa düşer. Bu, kainattaki her şeyin birbirine bağlı bir sistemle işlediğini, her şeyin bir yaratıcının ilim, irade ve kudretinin eseri olduğunu kabul etmeyi gerektirir.

Makalenin Özeti

Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan dört ana temayı ele almaktadır.

İlk olarak, insan fıtratındaki sonsuz ihtiyaçlar ve şükrün bu ihtiyaçları nasıl bir üstünlüğe dönüştürdüğü anlatılmıştır.

İkinci olarak, bir tohumun yeniden dirilişi metaforuyla ahiret hayatının ve amellerin karşılığının verileceği gerçeği vurgulanmıştır.

Üçüncü olarak, ölümün bir yok oluş değil, ebedi bir vatana yolculuk olduğu ve sevdiklere kavuşma kapısı olduğu anlatılmıştır.

Son olarak, kainattaki her zerrenin bir yaratıcıya ait olduğu gerçeğini inkar etmenin, en büyük akılsızlık ve sapkınlık olduğu vurgulanmıştır.

Makale, bu dört tema üzerinden insanın varoluşsal yolculuğunu, hakikati arayışını ve bu yolda karşılaşabileceği manevi tuzakları gözler önüne sermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulmün Karanlığında Vicdanın Uyanışı

Zulmün Karanlığında Vicdanın Uyanışı

Gazze semaları aylarca bombaların dumanıyla kaplandı. Her gün yeni bir çocuk, yeni bir anne, yeni bir masum, toprağın koynuna bırakıldı. İsrail, ölümün dilini konuşmaya devam ederken, dünya vicdanı da derin uykusundan silkelenmeye başladı.

Artık Batı’nın parlamento salonlarında bile fısıltılar yükseliyor. Belçikalı bir vekilin haykırışı, “Gazze kırılma noktasında!” sözü, Avrupa’nın kirli sessizliğini yırtan bir çığlık oldu. Hollanda ve İspanya, İsrail’in aşırılık yanlısı bakanlarını Schengen’den men ederek, işgal devletine kapılarını kapattı. Avrupa Komisyonu ticareti durdurmaktan bahsediyor. Yıllarca “demokrasi ve insan hakları” diye dünyaya nutuk atan Avrupa, şimdi kendi aynasına bakmak zorunda.

Öte yandan, Amerika’da bir anne yüreği ağladı. 17 yıl orduya hizmet etmiş Josephine Guilbeau, gözyaşları içinde, “Gazze’de ölen çocuklar hepimizin çocuklarıdır” dedi. Bir annenin gözyaşı, bin tankın gücünden daha ağırdır. Zira anneler susmaz; kalpleriyle dünyaları titretir.

Latin Amerika’da ise meydanlar Filistin’in sesi oldu. Meksika’da 180 bin kişi, bir konseri direniş marşına dönüştürdü. Şarkılar isyanın, müzik vicdanın dili oldu. Bayraklar dalgalandı, pankartlar yükseldi, “Özgür Filistin” haykırışı gökleri titretti.

Ancak işgalin saldırganlığı sınır tanımıyor. Dün Katar’a, bugün Yemen’e bomba yağdırıyor. Zulüm adeta zehirlenmiş bir canavar gibi sağa sola saldırıyor. Buna rağmen Yemen’den fırlatılan bir füze, zalime meydan okuyan mazlumların cevabı oldu. Suudi Arabistan veliahtı bile sessiz kalamayarak, “İslam âlemi harekete geçmeli” demek zorunda kaldı. Türkiye ve Katar, ittifak çağrısıyla omuz omuza veriyor.

Londra’da binler, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’a “savaş suçlusu” diye bağırdı. Dubai’de BAE, İsrailli şirketleri konferanstan dışladı. Hakkı haykıran halklar, suskun liderlerin önüne geçmiş durumda.

Ama en ibretli sahne, Türkiye’den geldi. Bir vatandaş, İsrail Savunma Bakanı Katz’ı görüntülü arayıp yüzüne karşı hakkı söyledi. Sosyal medya o anlarla çalkalandı. İşte hakikat bazen bir milletin değil, bir tek yüreğin cesaretiyle haykırılır.

Bugün düşman okları Gazze’ye yönelmiş durumda. Ama İmam Şafii’nin dediği gibi:
“Fitne zamanında hakkı tutanları anlamak için düşman okunu takip ediniz; o sizi hak ehline götürür.”

Evet, oklar Gazze’ye yağıyor. Ama o okların hedefi bize bir hakikati gösteriyor: Hakkın safı Filistin’dir, mazlumların yanıdır. Zulmün gölgesi büyüyor gibi görünse de, tarih bize bir şeyi öğretmiştir: Zulüm payidar olmaz.

İsrail, kendi yalnızlığını derinleştirecek; Gazze direnişi ise insanlığın vicdanında bir çınar gibi kök salacaktır. Çünkü zulüm karanlığı büyüttükçe, vicdanın ışığı daha da parlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulmün Karanlığında Vicdanın Uyanışı

Zulmün Karanlığında Vicdanın Uyanışı

Gazze semaları aylarca bombaların dumanıyla kaplandı. Her gün yeni bir çocuk, yeni bir anne, yeni bir masum, toprağın koynuna bırakıldı. İsrail, ölümün dilini konuşmaya devam ederken, dünya vicdanı da derin uykusundan silkelenmeye başladı.

Artık Batı’nın parlamento salonlarında bile fısıltılar yükseliyor. Belçikalı bir vekilin haykırışı, “Gazze kırılma noktasında!” sözü, Avrupa’nın kirli sessizliğini yırtan bir çığlık oldu. Hollanda ve İspanya, İsrail’in aşırılık yanlısı bakanlarını Schengen’den men ederek, işgal devletine kapılarını kapattı. Avrupa Komisyonu ticareti durdurmaktan bahsediyor. Yıllarca “demokrasi ve insan hakları” diye dünyaya nutuk atan Avrupa, şimdi kendi aynasına bakmak zorunda.

Öte yandan, Amerika’da bir anne yüreği ağladı. 17 yıl orduya hizmet etmiş Josephine Guilbeau, gözyaşları içinde, “Gazze’de ölen çocuklar hepimizin çocuklarıdır” dedi. Bir annenin gözyaşı, bin tankın gücünden daha ağırdır. Zira anneler susmaz; kalpleriyle dünyaları titretir.

Latin Amerika’da ise meydanlar Filistin’in sesi oldu. Meksika’da 180 bin kişi, bir konseri direniş marşına dönüştürdü. Şarkılar isyanın, müzik vicdanın dili oldu. Bayraklar dalgalandı, pankartlar yükseldi, “Özgür Filistin” haykırışı gökleri titretti.

Ancak işgalin saldırganlığı sınır tanımıyor. Dün Katar’a, bugün Yemen’e bomba yağdırıyor. Zulüm adeta zehirlenmiş bir canavar gibi sağa sola saldırıyor. Buna rağmen Yemen’den fırlatılan bir füze, zalime meydan okuyan mazlumların cevabı oldu. Suudi Arabistan veliahtı bile sessiz kalamayarak, “İslam âlemi harekete geçmeli” demek zorunda kaldı. Türkiye ve Katar, ittifak çağrısıyla omuz omuza veriyor.

Londra’da binler, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’a “savaş suçlusu” diye bağırdı. Dubai’de BAE, İsrailli şirketleri konferanstan dışladı. Hakkı haykıran halklar, suskun liderlerin önüne geçmiş durumda.

Ama en ibretli sahne, Türkiye’den geldi. Bir vatandaş, İsrail Savunma Bakanı Katz’ı görüntülü arayıp yüzüne karşı hakkı söyledi. Sosyal medya o anlarla çalkalandı. İşte hakikat bazen bir milletin değil, bir tek yüreğin cesaretiyle haykırılır.

Bugün düşman okları Gazze’ye yönelmiş durumda. Ama İmam Şafii’nin dediği gibi:
“Fitne zamanında hakkı tutanları anlamak için düşman okunu takip ediniz; o sizi hak ehline götürür.”

Evet, oklar Gazze’ye yağıyor. Ama o okların hedefi bize bir hakikati gösteriyor: Hakkın safı Filistin’dir, mazlumların yanıdır. Zulmün gölgesi büyüyor gibi görünse de, tarih bize bir şeyi öğretmiştir: Zulüm payidar olmaz.

İsrail, kendi yalnızlığını derinleştirecek; Gazze direnişi ise insanlığın vicdanında bir çınar gibi kök salacaktır. Çünkü zulüm karanlığı büyüttükçe, vicdanın ışığı daha da parlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dünya Vicdanının Uyanışı ve İsrail Gerçeği

Dünya Vicdanının Uyanışı ve İsrail Gerçeği

Tarihin en karanlık sayfalarından biri, günümüzde Gazze’nin yıkık sokaklarında yeniden yazılıyor. İşgalci İsrail, 7 Ekim 2023’ten bu yana, üç dalga halinde yürüttüğü saldırılarla yalnızca bir milleti değil; insanlığın vicdanını da hedef alıyor. Bir günde 360 noktayı vuran ve on binlerce insanı yerinden eden bu barbarlık, artık yalnızca Ortadoğu’nun değil, bütün dünyanın meselesi hâline gelmiştir.

Mısır’dan İsrail’e Rest: “Sonuçları Yıkıcı Olur”

Son günlerde beş ülkeye birden saldırı düzenleyen İsrail’e karşı Mısır’ın açık uyarısı, bölgenin yeni bir eşiğe geldiğini gösteriyor. Kahire yönetimi, topraklarına yapılacak bir saldırının felaketle sonuçlanacağını ilan ederek, işgalciye karşı tarihi bir duruş sergiledi. Bu çıkış, İsrail’in bölgeyi ateşe atma planlarının karşısında ciddi bir caydırıcılıktır.

İsrail Ordusunda Çözülme

İsrail ordusunun kendi askerleri artık bu vahşete ortak olmak istemiyor. Gazze’deki saldırılara katılmayı reddeden 6 askerin hapse atılması, işgal ordusundaki çözülmenin ve psikolojik çöküşün en somut göstergesidir. İsrail, içeriden dağılmanın sancılarını yaşamaktadır.

Türkiye’nin Haklılığı: S-400 Gerçeği

İsrail’in Katar saldırısında devreye girmeyen Patriot sistemleri, ABD’nin müttefiklerini savunmasız bıraktığını ortaya koydu. Türkiye’nin yıllardır eleştirilen S-400 tercihi bugün bir kez daha haklılığını göstermektedir. Maskeler düşmüş, kimin kiminle iş tuttuğu gün yüzüne çıkmıştır.

ABD ve İsrail İttifakının Çatlakları

Fox News ekranlarında Netanyahu’ya yönelik sert eleştiriler yayımlanıyor. “ABD başkanlarını yıllardır manipüle etti” denilen reklam, Amerikan halkının gözünü açmaktadır. ABD derin bir uykudan uyanmalı, Evanjelist ve Siyonist ortaklığın kendisini nasıl içten çürüteceğini görmelidir. Çünkü Amerika’yı çökerten, kendi içindeki Yahudi lobisinin baskısı olacaktır.

Dünya Vicdanı Ayağa Kalkıyor

Japonya’da 206 milletvekili, Filistin Devleti’nin tanınması için hükümete çağrı yaptı. İspanya’da İsrail protestoları büyüyor, spor bakanı “İsrail’i sporlardan men edin” çağrısında bulunuyor. Avrupa Parlamentosu’nda bile İsrail yanlısı bir ABD’li aktivist için yapılan saygı duruşu reddedildi. Bu gelişmeler, dünya vicdanının artık ayağa kalktığını gösteriyor.

Sanat Dünyasından Sinema İntifadası

Hollywood’dan başlayarak binlerce sanatçı, İsrail kurumları ile işbirliği yapmayacağını ilan etti. Bu adım, sanatın Siyonist korku duvarını aştığını göstermektedir. Yüzyıllardır Yahudi lobisinin hâkim olduğu kültür ve film endüstrisi, bugün çatırdamaktadır. Küresel bir “sinema intifadası” başlamıştır.

İslam Dünyasına Çağrı

Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif’in çağrısı nettir: Müslümanlar birlik olmalıdır. Tek çözüm İttihad-ı İslam’dır. Aksi halde bir bir parçalanacak, işgalciye yem edileceğiz. Tarih, bize İslam Birliği’nin olmadığı dönemlerde ümmetin nasıl zelil hâle geldiğini göstermektedir.

Kültürel Soykırım: Hafızayı Silme Girişimi

İsrail yalnızca cana değil, tarihe ve hafızaya da kastetmektedir. Kudüs’te mezar taşları kırılıyor, Gazze’de cenazeler gömülemiyor. Bu, bir kültürel soykırımdır; Filistin kimliğinin kökünden kazınmak istenmesidir.

Dua ile Direniş

Bu şartlarda, Hz. Nuh’un duası hepimizin duasıdır:
“Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma… Onlar senin kullarını yoldan çıkarır, ancak günahkâr ve azılı nesiller yetiştirirler.” (Nuh 27-28)

Bugün ümmetin duası, mücadelesi ve direnişi birleşmelidir. Çünkü işgalcinin en çok korktuğu şey, İslam dünyasının ortak vicdanla ayağa kalkmasıdır.

Sonuç

Dünya artık eski dünya değildir. İsrail ve hamisi ABD’ye karşı vicdanlar uyanmakta, maskeler düşmektedir. Kültürden siyasete, meydanlardan diplomasi masalarına kadar geniş bir cephede direniş büyümektedir. Tek kurtuluş yolu, Müslümanların birlik ve beraberliğidir. Zira Kur’an, “Zalimlerin kökünü kurut!” (Nuh, 28) duasıyla bizlere yol göstermektedir.

ÖZETLE;

-Dünya israil ve onun ağa babası ABD’ye karşı
-Tek çözüm ittihadı İslam,
İslam Birliği.
-Saldırgan, eşkıya, işgalciye, teröriste mısırdan cevap var;
-İsrail’de çözülme var
-Dünya ayağa kalkıyor.
Vicdanlar uyanıyor.
-Evet gerçekten de;
İçimizdeki şuursuz ve ihanet edenler varsa yüzleri kızarsın.
Neden . S400 aldık, geri verelim demişlerdi.
Kimlerle beraber oldukları anlaşılmış, maskeleri düşmüş oldu.
Türkiye’nin S-400 haklılığını ortaya çıkaran saldırı! İsrail vurdu Patriotlar uyudu
İsrail’in Katar’a saldırısı sırasında Patriot sistemleri devreye girmedi. Rus uzman Knutov, ABD’nin milyar dolarlık işbirliği anlaşmalara rağmen müttefiklerini savunmasız bıraktığını söyleyerek ekledi: ‘İşte Türkiye bu yüzden S-400 aldı.’
-ABD derin uykudan uyanmalı.
Evanjelist; Hristiyan Yahudi ortaklığında vaz geçmeli.
İpinin kimin elinde olduğunu görmeli.
ABD’Yİ çökertecek ve içten yıkacak olan İsrail ve abddeki yahudilerdir.
-Dünya İsraile hiç bir zamanda görmediği şekilde haddini bildirecek.
-Sanat dünyası Dünya yahudi ve Fransaıin dünyayı etkilediği Sanat, kültür ve filim dünyasına mahkum.
İnşallah artık bu perde yırtılıyor.
-Kalbinden vurulasın İsrail.
Ve Hz. Nuh’un duası duamızdır;
“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
27: “Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
28: “Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” ( Nuh. 26-28.)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




NEYDEN SAKININ ?

NEYDEN SAKININ ?

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, kullarını hem yaklaşmaktan sakındırdığı şeyler hem de doğrudan yasakladığı şeyler vardır. Bunlar bazen “iktirâb etmeyin (yaklaşmayın)” ifadesiyle, bazen de “ittakû, sakının, uzak durun” şeklinde geçer.

  1. Şirk ve Allah’a Ortak Koşmaktan Sakınmak

“Şirkten sakının. Çünkü şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)

“Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (Nisa, 36)

  1. Fuhşiyat (Zina ve Çirkin Ahlaksızlıklar)

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir hayasızlık ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ, 32)

Dikkat edilirse sadece zina değil, yaklaşmak bile yasaklanmıştır. Yani zinaya götüren yollar, bakış, teşhir, halvet gibi şeyler de yasaktır.

  1. Yetim Malına Yaklaşmak

“Yetim malına, en güzel (meşru) bir tarz dışında yaklaşmayın. Nihayet (yetim) olgunluk çağına erince (malı kendisine teslim edin).” (En’âm, 152; İsrâ, 34)

  1. Haksız Yere Can Almaktan Sakınmak

“Allah’ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymayın.” (İsrâ, 33)

  1. Faizden Sakınmak

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve faizden arta kalanı bırakın, eğer gerçekten iman etmiş iseniz.” (Bakara, 278)

“Faiz yiyenler, ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar… Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.” (Bakara, 275)

  1. İçki, Kumar, Putlar ve Fal Okları

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 90)

  1. Zan, Gıybet ve Casusluk

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü bazı zanlar günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini gıybet etmesin…” (Hucurât, 12)

  1. Kibir, İsyan ve Haddi Aşmak

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen yeri asla yarıp geçemezsin, boyca da dağlara erişemezsin.” (İsrâ, 37)

“Aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (A’râf, 31)

  1. Allah’ın Hududuna Yaklaşmamak

“İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse… Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı gelir, O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar.” (Nisa, 13-14)

Özetle:
Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz bizden özellikle şirk, zina, faiz, içki, kumar, haksız yere cana kıyma, yetim malı yeme, gıybet, zan, kibir ve haddi aşmak gibi fiillerden sakınmamızı istemiştir. Ayrıca haram olan şeylere yaklaşmamak, vesilelerinden dahi uzak durmak gerektiğini vurgulamıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze Odaklı Küresel Tepki ve Direniş

Gazze Odaklı Küresel Tepki ve Direniş

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına karşı yükselen küresel tepkiler ve Filistin direnişine dair çeşitli iddialar.
“İsrail vurulduğunu ancak GAZAP’ın ateşinde yanarken öğrenir” gibi ifadeler, Türkiye’nin askeri kapasitesine olan güveni ve İsrail’in savunma sistemlerine yönelik bir küçümsemeyi ortaya koyuyor.
Bu ifade, Türkiye’nin bölgedeki askeri gücünün belirgin bir şekilde arttığına ve bu gücün potansiyel olarak İsrail’e karşı kullanılabileceğine dair bir duygu oluşturmayı hedefliyor.
Öte yandan, İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarına karşı Filistin direnişinin başarısını vurguluyor.
“İsrail askerleri tankın içinde cayır cayır yandı” şeklindeki başlık, Kassam Tugayları’nın Cibaliye’deki operasyonunun altını çizerek, İsrail’in askeri üstünlüğünü sorgulanıyor.
Bu tür haberler, Filistin direnişinin sadece pasif bir kurban olmadığını, aynı zamanda aktif bir askeri güç olduğunu vurgulayarak, konunun uluslararası duygusunu değiştirmeyi amaçlıyor.

Uluslararası Siyasette Derinleşen Çatlaklar

Uluslararası siyasetin Filistin meselesi etrafında nasıl kutuplaştığına dair çarpıcı örnekler yer alıyor.
ABD Başkanı Trump’a yönelik “Çağımızın Hitler’isin” protestosu, Batı’daki İsrail yanlısı politikalara karşı kamuoyu tepkisinin ne kadar keskinleştiğini gösteriyor.
Trump’ın İsrail’e karşı, özellikle Katar saldırısı sonrası, sergilediği “iki yüzlülük” eleştirisi, ABD-İsrail ilişkilerinde bir çatlak olduğu izlenimini veriyor.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un “Doha’daki saldırı hepimizin gözünü açsın” açıklaması, Türkiye’nin bu saldırıyı sadece bir askeri olay olarak değil, aynı zamanda bölgesel jeopolitik dengeleri değiştirmeye yönelik bir hamle olarak gördüğünü ortaya koyuyor.
Bu açıklama, Türkiye’nin Katar ile olan stratejik ortaklığını ve bölgesel çıkarlarını koruma kararlılığını simgeliyor.

Eurovision gibi kültürel bir platformun bile siyasi bir arenaya dönüştüğü görülüyor.
İrlanda, İspanya ve Slovenya’nın “İsrail katılırsa çekiliriz” tehdidi, İsrail’in uluslararası alanda yalnızlaştığına dair bir delil olarak sunuluyor.
Bu tür boykot tehditleri, Gazze’deki durumun sadece siyasi liderleri değil, aynı zamanda sivil toplumu ve kültürel kurumları da harekete geçirdiğini gösteriyor.

Hukuk, Vicdan ve İnsanlık Krizleri

Hukuki ve vicdani boyutları da işleyerek, konuyu sadece siyasi bir mesele olmaktan çıkarıp bir insanlık krizine dönüştürüyor.

İtalyan aktör Roberto Benigni’nin “Neden çocukları öldürmeye devam ediyorlar?” sorusu, sanat ve vicdanın siyasete karşı bir duruş sergilediğini gösteriyor. Yaralı Filistinli babanın hikayesi, bu insani dramın somut bir örneği olarak herkesin duygularına hitap ediyor.

Almanya’daki cami olayında imamın Gazze için dua etmemesi üzerine gelen tepki, Müslüman toplumu içinde bile bu konuda farklı yaklaşımların olduğunu, ancak büyük bir kesimin Filistin davasına güçlü bir şekilde sahip çıktığını gösteriyor.
“Kilisede bile papazlar açık açık Gazze’ye dua ederken bizim imamlarımız sistemden korkuyor” yorumu, bu meselede vicdanın ve imanın ne kadar öncelikli olduğunu vurguluyor.

“Netanyahu’nun ‘gönüllü göç’ planı”, uluslararası hukuku hiçe sayan ve Filistin halkını zorla yerinden etmeye çalışan bir politika olarak eleştiriliyor. Bu durum, İsrail yönetiminin, uluslararası baskıya rağmen, hedeflerinden sapmadığına dair bir sinyal olarak yorumlanabilir.

Makalenin Özeti

Bu metin, İsrail-Filistin çatışmasını çok yönlü bir şekilde ele alan, eleştirel ve ideolojik bir anlatım sunuyor. Ana hatlarıyla, İsrail’in askeri gücünün tartışmaya açıldığı, uluslararası alanda diplomatik ve kültürel boykotlarla karşı karşıya kaldığı ve bu durumun hem ABD hem de Avrupa’da ciddi siyasi gerilimlere yol açtığı vurgulanıyor. Türkiye’nin bu meseledeki aktif rolü ve Katar ile olan ilişkileri ön plana çıkarılırken, Filistin direnişinin gücü ve küresel vicdanın harekete geçtiği belirtiliyor. Metin, hukuki, vicdani ve dini boyutlarıyla konuyu derinleştirerek, İsrail’in politikalarına karşı topyekün bir muhalefetin oluştuğu tezini destekliyor.

*Bugün 11 Eylül.
Bundan 26 yıl önce bir proje ile ikiz kuleler vurulmuş ve Mossadın bundan haberi olup o gün 3 bin Yahudi işe, o kuleye gitmemiş ve de arkasından hemen 20 yıl sürecek olan Abd’nin Afganistan işgali başlamıştı.

Ve aynı 26 yıl sonra bugun;

ABD Başkanı Trump’ın adeta Beyin takımından olup kazanmasını sağlayan :
İsrail destekçisi Amerikalı aktivist Charlie Kirk, Utah Valley Üniversitesi’nde katıldığı etkinlikte boynundan tüfekle vuruldu.
Peki şimdi ne olacak?
Nereye saldırılacak veya neyin üstü örtülecek?
Hiç israilin Katarı vurduğu konuşuluyor mu?
Hiç Trump’ın Katarı koruma sözü vermesine rağmen, ondan habersiz israilin katarı vurmasına bir şey diyiyor mu?

Hamas’tan İslam dünyasına Gazze için dua ve namaz daveti

Hamas’ın askeri kanadı Kassam Tugayları, Gazze’deki sıkıntıların sona ermesi için ümmetin evlatlarını dua ve namaza davet etti. Açıklamada, gecenin derinliğinde iki rekat namaz kılınarak 100 defa okunacak özel bir duayla Gazze halkı için Rabb’e niyazda bulunulması istendi.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İsrail’in Saldırganlığı ve Küresel Vicdanın Uyanışı

İsrail’in Saldırganlığı ve Küresel Vicdanın Uyanışı

Dünya, uzun yıllardır şahit olduğu kanlı sahnelerle bir kez daha tarihe ibret levhaları yazıyor. Terör devleti İsrail, Gazze başta olmak üzere işgal ettiği topraklarda masumları hedef alıyor; çocukların, kadınların ve yaşlıların feryatları göğe yükseliyor. Bu vahşet karşısında sadece İslam dünyasında değil, Batı toplumlarının vicdanlı fertleri arasında da güçlü bir itiraz yükseliyor.

Küçük Bir Devlet, Büyük Bir Fitne

Coğrafi bakımdan Konya’nın çeyreği kadar bile olmayan İsrail, sahip olduğu askeri imkânlarla bölgeyi tehdit eden bir güç merkezi haline gelmiştir. Ancak asıl kudreti, Amerika ve Batı’dan aldığı destekten gelmektedir. Bu destek olmasa, İsrail’in tek başına ayakta kalamayacağı açıktır.

Bununla beraber, artık Batı toplumlarında da güçlü bir vicdan sesi duyulmaktadır. Hollywood’dan Avrupa siyasetçilerine, dini liderlerden sanatçılara kadar pek çok farklı kesim İsrail’in işlediği suçları dile getirmektedir. İtalyan sanatçı Roberto Benigni’nin “Çocuk yaralandığında bile savaş durmalı” sözleri, insanlığın ortak feryadının bir yankısıdır.

Siyonizm ve Yahudilik Ayrımı

İsrail’in en büyük yalanlarından biri, bütün Yahudileri arkasına almış gibi görünmesidir. Dünyanın bir kısım yerinde yaşayan hahamlar, İsrail’in varlığını reddetmekte ve onun Yahudilik değil, Siyonizm üzerine kurulduğunu dile getirmektedir. Nitekim Haham Weiss’in “Siyonist İsrail Devleti’nin yok olması için dua ediyoruz” sözleri, bu hakikati teyit etmektedir.

ABD ve Çifte Standart

ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği, aslında kendisini de çıkmazlara sürüklemektedir. 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan işgaline bahane üreten Amerikan siyasetinin, İsrail’in Katar’a yönelik saldırılarını görmezden gelmesi, çifte standardın en açık örneklerindendir. Trump’ın İsrail politikalarındaki zikzakları ve tepkileri, ABD içinde bile ciddi bir kriz alanı haline gelmiştir.

Avrupa’da Tepkiler

Avrupa’da Eurovision boykotu tehdidi, İrlanda, İspanya ve Slovenya gibi ülkelerin “İsrail katılırsa biz yokuz” çıkışı, sadece kültürel alanda değil, siyasi zeminde de yükselen bir karşı çıkışı göstermektedir. İngiltere’de SNP lideri Stephen Flynn’in Başbakan Starmer’ı eleştirmesi, vicdanlı siyasetçilerin hâlâ var olduğunu gösteren umut verici bir işarettir.

İslam Dünyası ve İmtihan

Ne yazık ki İslam ülkeleri, birlik içinde hareket edememekte, kimi zaman da İsrail’in oyunlarına alet olmaktadır. Katar saldırısı sonrasında Türkiye ve Mısır’dan gelen sert açıklamalar, İsrail’in Arap coğrafyasına da doğrudan meydan okuduğunu göstermektedir. Ancak bu tepkilerin sahici bir siyasi ve askeri adımla birleşip birleşmeyeceği henüz belirsizdir.

Halkların Duruşu

Gazze’de şehit düşen yavrularına veda eden bir babanın gözyaşı, Berlin’de, Paris’te, İstanbul’da, Roma’da yükselen “Nehirden denize özgür Filistin” sloganlarıyla birleşiyor. İnsanlık, ortak bir vicdan zemini buluyor.

Sonuç: Zulüm ile Abad Olanın Sonu

Netanyahu hükümetinin dillendirdiği “gönüllü göç” planı, aslında bir başka isimle etnik temizliktir. Tarih şahitlik etmiştir ki zulüm ile abad olunmaz. Firavunlar, Nemrutlar, Hitlerler ve diğer zalimler gibi, İsrail’in de zulüm düzeni er geç çökecektir.

Bugün dünya toplumları tek bir sloganla birleşiyor:
“Nehirden denize, özgür Filistin!”

Bu feryat sadece bir slogan değil, zulmün karanlığını yaracak bir sabahın müjdesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Görevimiz Hizmet, Sonuçlar Allah’tan

Görevimiz Hizmet, Sonuçlar Allah’tan

Hayatın karmaşık dokusunda, insanoğlu sürekli bir arayış ve mücadele içindedir. Başarıya ulaşmak, hedeflere varmak ve bir iz bırakmak arzusu, iç tepkidir. Ancak bu yolculukta sıklıkla gözden kaçan bir gerçek vardır: Bizler, yalnızca üzerimize düşeni yapmakla yükümlüyüz. Sonuçların ve başarıların nihai sahibi ise başka bir gücün elindedir.
Bu derin hakikati en güzel şekilde ifade eden sözlerden biri Risale-i Nur Külliyatı’ndan geliyor:

“Biz, hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakiyet Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu ifade, sadece bir cümle değil, aynı zamanda hayata bakış açımızı kökten değiştirebilecek bir duşuncedir.
Bu sözün hikmetini anlamak için tarihin sayfalarına göz atmak yeterlidir. Hz. Nuh’un gemi yapımı, Hz. İbrahim’in ateşe atılması, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i yarması ve Hz. Peygamber’in hicret yolculuğu… Tüm bu olaylarda peygamberler, üzerlerine düşen görevi titizlikle yerine getirmişlerdir. Nuh (a.s) gemiyi inşa etmiş, ama tufanı durdurmamıştır; İbrahim (a.s) ateşe teslim olmuş, ama onu gülistana çevirmemiştir; Musa (a.s) asasını vurmuş, ama denizi yarıp geçmemiştir. Onlar, kendilerine yüklenen görevi yerine getirmiş, sonuçları ise her şeyin yegane sahibi olan Allah’a bırakmışlardır. Bu, insan iradesinin acziyetini kabul etmek ve ilahi kudretin sonsuzluğunu tasdik etmektir. Bir çiftçi tarlasını sürer, tohumlarını eker ve sular. Ama o tohumların yeşermesi, büyüyüp ürün vermesi onun elinde değildir. Bu, tam anlamıyla “hizmetle mükellef olma”nın pratik bir örneğidir.

Gerçek Tesir Eden Yalnızca O’dur

İnsanoğlu, yaşadığı dünyada olayların nedenlerini ve sonuçlarını kendi çabalarına bağlama eğilimindedir. Başarıyı kendi zekasına, gücünü kendi iradesine, mutluluğunu kendi imkanlarına yorar. Bu durum, bizi farkında olmadan gizli bir şirke ve kibre sürükleyebilir. Oysa ki olayların ardındaki gerçek fail ve tesir eden, yalnızca Allah’tır. Bu hakikat, Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şu şekilde açıklanır:

“Müessir-i hakiki yalnız Allah’tır. Tesir-i hakiki esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir.”

Bu söz, neden-sonuç ilişkisinin arkasındaki ilahi hikmeti anlamak için kritik bir anahtardır. Bir doktorun hastayı iyileştirmesi, bir mühendisin köprüyü inşa etmesi, bir öğretmenin öğrenciyi bilgilendirmesi… Tüm bu fiillerde görünen sebepler, aslında ilahi kudretin birer perdesidir. Sebeplere aşırı anlam yüklemek, bizi asıl yaratıcıyı görmekten alıkoyar. Örneğin, bir hasta iyileştiğinde, bu durum doktora atfedilir. Ancak doktor sadece Allah’ın şifa kanunlarını uygulayan bir vesiledir. Asıl şifayı veren Allah’tır. Sebepler, ilahi gücün ve hikmetin tezahür ettiği birer araçtır. Onları aşırı yüceltmek, asıl kudret sahibini göz ardı etmektir. Bu, aynı zamanda insanın acziyetini ve Allah’ın her şeye gücünün yettiğini idrak etmenin bir yoludur. Sebeplere takılıp kalmak yerine, onları birer basamak olarak görmek, bizleri hem tevazuya hem de şükre sevk eder.

Sünnet-i Seniye ve Edebin Kaynağı

Din, sadece ibadetlerden ibaret bir sistem değildir; aynı zamanda bir edep, bir ahlak ve bir yaşam tarzıdır. İslami geleneğin kalbinde yer alan ve tüm yaşamı kuşatan bu edep anlayışının kaynağı, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Sünnet-i Seniye’sidir. Bu derin hakikat, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur – Lem’alar kitabında şu şekilde ifade edilir:

“Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder.”

Bu söz, İslam’daki edep anlayışının Hz. Peygamber’in yaşamıyla olan doğrudan ilişkisini vurgular. O’nun konuşması, susması, yürümesi, yemeği, aile ilişkileri, tebessümü… Her biri, insana örnek teşkil eden birer edep dersidir. Hz. Peygamber’in hayatı, insanlık için ahlaki bir kılavuz, bir edep anayasasıdır. O’nun sünnetini terk etmek, sadece bir ibadeti ihmal etmek değil, aynı zamanda insanı insan yapan ahlaki değerlerden, edepten uzaklaşmaktır. Modern dünyada ahlaki yozlaşmanın, edepsizliğin ve manevi boşluğun artışının temelinde, Sünnet-i Seniye’den uzaklaşmanın payı büyüktür. Zira sünnet, sadece tarihi bir miras değil, aynı zamanda her çağda geçerli olan ve insanı en yüce ahlaki mertebelere ulaştıran bir yaşam biçimidir.

Şirk: Tüm Mahlukatın Hakkına Tecavüzdür

İnsanlık tarihi boyunca en büyük günah olarak kabul edilen şirk, yani Allah’a ortak koşmak, basit bir inanç sapması değil, aynı zamanda evrensel bir ahlaki yozlaşmadır. Şirk, yalnızca ilahi haklara bir tecavüz değil, aynı zamanda tüm varlık aleminin haklarına ve onuruna karşı işlenmiş büyük bir cürümdür. Bu, Bediüzzaman Said Nursi’nin Şualar adlı eserinde şu şekilde açıklanır:

“Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.”

Bu çarpıcı ifade, şirkin ne kadar derin ve yıkıcı bir günah olduğunu gözler önüne serer. Allah’a ortak koşmak, O’nun yaratma, rızık verme ve yönetme gibi sıfatlarına tecavüz etmek demektir. Bu, aynı zamanda her bir canlının haklarına da bir tecavüzdür. Zira her bir varlık, yaratıcısına karşı sorumludur. Onları yaratıcısından başkasına kulluk ettirmek, onların fıtri onuruna ve haysiyetine aykırıdır. Bir taşın, bir ağacın, bir yıldızın bile yaratıcısına karşı bir saygısı vardır. Onları putlaştırmak veya onlar aracılığıyla başka bir güce sığınmak, bu varlıkların yaratıcısına olan bağlılıklarına bir saygısızlıktır. Bu nedenle şirk, yalnızca bireysel bir günah değil, aynı zamanda tüm evrenin düzenine ve ahlakına karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Bu cürüm, o kadar ağırdır ki, ancak Cehennem ateşi gibi mutlak bir cezalandırma ile temizlenebilir.

Makalenin Özeti

Bu makale, dört farklı kaynaktan alıntılanan derin manalı sözleri, kendi konu bütünlükleri içinde ele alarak geniş bir perspektif sunmaktadır.

İlk bölümde, insanoğlunun asıl görevinin hizmet etmek olduğunu ve sonuçların Allah’a ait olduğunu belirten bir ifade incelenmiştir. Bu, eylemin kendisini önemli kılan ve sonuçlara takılıp kalmamamızı öğütleyen bir yaşam düşüncesidir.

İkinci bölümde, olayların arkasındaki gerçek etkenin yalnızca Allah olduğu ve görünen nedenlerin birer perde işlevi gördüğü vurgulanmıştır. Bu, tevazu ve şükre sevk eden, gizli şirkten koruyan bir bakış açısı sunar.

Üçüncü bölümde, Hz. Peygamber’in Sünnet-i Seniye’sinin tüm edep ve ahlaki değerlerin kaynağı olduğu ve bu yoldan ayrılmanın ahlaki bir boşluğa yol açtığı açıklanmıştır.

Son olarak, dördüncü ve en çarpıcı bölümde ise şirk’in, sadece Allah’ın haklarına değil, aynı zamanda tüm varlıkların onuruna ve haysiyetine karşı işlenmiş büyük bir cürüm olduğu ve bu nedenle en ağır cezalara layık bir günah olduğu ifade edilmiştir.

Tüm bu sözler, yaşamın farklı yönlerini kapsayan, ahlaki, manevi ve hikmetli bir derinlik sunarak okuyucuyu düşündürmeye ve ibret almaya davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İman ve Teslimiyet Zinciri: Dünya ve Ahiret Saadeti

İman ve Teslimiyet Zinciri: Dünya ve Ahiret Saadeti

İnsanoğlunun en büyük amacı, şüphesiz ki hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluğu yakalamaktır. Bu arayış, çoğu zaman karmaşık ve meşakkatli bir yolculuk gibi görünse de, İslam’ın temelinde yatan manevi bir zincir, bu hedefe ulaşmanın anahtarını sunar.
Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen şu veciz ifade, bu zincirin halkalarını bir bir gözler önüne serer:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktizâ eder.”

Bu söz, bir felsefe ya da soyut bir düşünce değil, tam anlamıyla bir yol haritasıdır.
Bu derin sözün ilk halkası olan iman, bizi tevhide götürür. İman etmek, her şeyden önce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Yaratıcı’nın tek olduğu inancı, kainatın düzeninde ve kendi iç dünyamızda bir bütünlük hissi uyandırır. Bu bütünlük, parçalanmış ve anlamsız görünen hayatı anlamlı bir hale getirir. Tevhid, tüm varlıkların ve olayların tek bir iradenin eseri olduğunu bilmektir. Bu bilgi, bizi karmaşadan ve şüpheden kurtarır.
Tevhidin getirdiği huzur, bizi bir sonraki halkaya, teslime ulaştırır. Tevhidin derin idrakiyle insan, kendi acziyetini ve Allah’ın mutlak kudretini kabul eder. Bu kabul, O’nun iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi, yani teslimiyeti beraberinde getirir. Teslimiyet, pasif bir kabullenme değil, aksine aktif bir tevekkül halidir. Tarih boyunca peygamberler ve alimler, teslimiyetin en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Hz. İbrahim’in (a.s) ateşe atılırken söylediği “Hasbunallah ve nimel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) sözü, teslimiyetin zirvesidir. Bu teslimiyet, kalbe öyle bir dinginlik verir ki, en büyük felaketler bile kişiyi sarsamaz.
Teslimiyetin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan tevekkül ise, bu zincirin en kritik halkalarından biridir. Tevekkül, tüm gücümüzle çalışıp çabaladıktan sonra, sonuçları Allah’a bırakmaktır. Bu, sonuçların ne olacağını değil, asıl çabanın ve niyetin önemini vurgular. Tevekkül eden bir insan, elinden geleni yaptıktan sonra gerisini Allah’a havale eder. Bu durum, onu aşırı kaygı ve stresten uzak tutar. Bir tacir, dükkanını en iyi şekilde yönetir, en güzel ürünleri satar ama kazancı Allah’tan bekler. Bir öğrenci, elinden gelen en iyi şekilde dersine çalışır ama başarının Allah’ın takdiriyle geleceğini bilir. İşte bu tevekkül hali, insanı hem dünyevi başarıya hem de manevi huzura ulaştırır.
Zincirin son halkası olan tevekkülün getirisi ise saadet-i dareyn, yani hem dünya hem de ahiret saadetidir. Tevekkül eden bir kişi, dünya hayatının gelip geçici sıkıntılarından daha az etkilenir, çünkü bilir ki her şey Allah’ın takdiriyledir. Başarıda şımarmadığı gibi, başarısızlıkta da yıkılmaz. Ahiret hayatı için ise, tevhid ve teslimiyetle attığı her adım, ebedi mutluluğun kapılarını aralar. Bu zincir, hayatı rastgele olaylardan ibaret olmaktan çıkarıp, ilahi bir düzenin parçası haline getirir.

Fitne ve Anarşi: Dinin Şiddetle Men Ettiği Şey

Dinin asıl amacı, toplumsal huzur ve barışı tesis etmektir. İnsanlar arasında sevgi, saygı ve adalet temelli ilişkiler kurarak, yaşanabilir bir dünya inşa etmeyi hedefler. Ancak, bu yüce amaca en büyük tehditlerden biri fitne ve anarşidir.

Risale-i Nur Külliyatı’nda bu durum şu sözlerle açıklanır:

“Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir.”

Bu söz, dinin barışçıl doğasını ve kaos karşıtı duruşunu net bir şekilde ortaya koyar.
Fitne, insanlar arasına nifak tohumları ekmek, onları birbirine düşürmek ve toplumsal düzeni bozmak demektir. Tarihte nice medeniyetler, dış düşmanlardan ziyade iç çatışmalar ve fitne yüzünden yıkılmıştır. Dinin fitneyi bu denli şiddetle men etmesinin sebebi, onun toplumu içten içe kemiren, güveni yok eden ve barışı dinamitleyen yıkıcı gücüdür.
Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde Medine’de kurulan toplumsal yapı, fitneyi ortadan kaldıran ve farklı inançlardan insanları bir araya getiren bir antlaşmaya dayanıyordu. Bu durum, dinin asli amacının birleştirici ve barışçı olduğunu ispatlar.
Anarşi ise, otoritenin ve düzenin tamamen ortadan kalktığı, bireylerin keyfi davranışlarının hakim olduğu bir kaos halidir. Anarşi, her türlü ahlaki ve hukuki düzenin çözülmesine, hakların çiğnenmesine ve toplumsal karmaşaya yol açar. Din, bu kaosa karşı durarak, belirli kurallar ve sınırlar koyar. Bu sınırlar, bireysel özgürlükleri kısıtlamak için değil, toplumun genel faydası ve her bireyin güvenliği için vardır. Namaz, oruç gibi ibadetler, kişisel ahlakı geliştirirken, hırsızlık, cinayet gibi suçların cezalandırılması, toplumsal düzeni korur. Dinin şiddetle karşı çıktığı bu iki unsur (fitne ve anarşi), sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir yıkımdır ve bu nedenle dinin temel prensipleriyle çelişir.

Manevi Yaralar ve Ebedi Hayat

İnsan, sadece fiziksel bir bedenden ibaret değildir; aynı zamanda bir ruh ve maneviyat sahibidir. Bu yüzden, tıpkı fiziksel yaralar gibi, manevi yaraların da ciddi sonuçları olabilir. Risale-i Nur Külliyatı’ndan gelen bir başka derin söz, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade eder:

“Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.”

Bu söz, manevi meselelerin dünya hayatından çok daha önemli olduğunu vurgular.
Hz. Eyüp’ün (a.s) yaşadığı bedensel acılar ve yaralar, onun kısa olan dünya hayatını etkilemiş, fiziksel varlığını tehdit etmiştir. Ancak bu acılar, onun imanını zedelememiş, aksine teslimiyetini pekiştirmiştir. Bu yüzden, onun acısı sadece dünyevi bir imtihan olarak kalmıştır.
Bizim manevi yaralarımız ise, yalan, gıybet, kibir, haset, haksızlık gibi günahlardan kaynaklanır. Bu yaralar, fiziksel olarak gözle görülmezler ve belki de dünya hayatında bizi anında cezalandırmazlar. Ancak bu yaraların etkisi, Hz. Eyüp’ün yaralarından çok daha derindir, çünkü ebedi hayatımızı tehdit ederler. Bir yalan, sadece anlık bir yanılmaya neden olmaz, aynı zamanda ahiretteki konumumuzu tehlikeye atar. Bir gıybet, sadece başkasının onurunu zedelemez, aynı zamanda kendi manevi varlığımıza büyük bir darbe vurur. Bu manevi yaralar, ruhumuzu kirletir, kalbimizi katılaştırır ve Allah’tan uzaklaşmamıza neden olur. Bu yüzden, bu manevi yaraları tedavi etmek, dünyevi dertlerimizden çok daha büyük bir öncelik taşır.

Hayırlı İşlerin Engelleri

Hayatın her alanında, iyilik yapmak, güzellikler ortaya koymak ve topluma faydalı olmak gibi niyetler taşıyan her insan, bu yolun kolay olmadığını bilir. İyi niyetlerle başlayan nice proje, nice girişim, beklenmedik zorluklar ve engellerle karşılaşır. Bu durum, Risale-i Nur Külliyatı’nda şu hikmetli sözle açıklanır:

“Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur.”

Bu söz, hayırlı işlerin ve büyük hedeflerin, beraberinde birçok zararlı engel getireceğini ifade eder. Bu engeller, dışarıdan gelebileceği gibi, insanın kendi iç dünyasından da kaynaklanabilir. Bir iyilik hareketi başlatmak isteyen bir kişi, çevresinden eleştirilerle, maddi zorluklarla veya beklenmedik ihanetlerle karşılaşabilir. Bu engeller, o işin ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar büyük bir gayret gerektirdiğini gösterir. Örneğin, bir yardım kuruluşu kurmak, sadece para toplamak veya insanları organize etmekle sınırlı değildir. Bu yolda, bürokratik engeller, insan kaynaklı sorunlar ve hatta niyetini sorgulayan kötü niyetli insanlar ortaya çıkabilir.
Bu engeller, aslında bir imtihan ve aynı zamanda bir elemedir. Gerçekten o hayırlı işe inananlar ve sebat edenler, bu engeller karşısında yılmazlar. Bu engellerin üstesinden gelmek, o işin değerini ve bereketini daha da artırır. Bir nevi, bu zorluklar, o hayırlı işin sağlam bir temel üzerine inşa edilmesini sağlar. Bu söz, hayırseverleri ve idealist insanları zorluklar karşısında moral ve motivasyonlarını kaybetmemeye, aksine bu zorlukları aşarak daha güçlü ve kararlı olmaya teşvik eder.

Makalenin Özeti

Bu makale, dört farklı kaynaktan alıntılanan derin anlamlı sözleri, kendi konuları içinde detaylı bir şekilde incelemektedir.

İlk bölümde, imanın tevhide, tevhidin teslimiyete ve teslimiyetin tevekküle ulaştıran bir zincir olduğu ve bu zincirin dünya ve ahiret mutluluğunu getirdiği açıklanmıştır.

İkinci bölümde, fitne ve anarşinin, dinin en şiddetle karşı çıktığı ve toplumsal huzuru bozan unsurlar olduğu belirtilmiştir.

Üçüncü bölümde, maddi yaraların dünya hayatını tehdit ettiği gibi, manevi yaraların da ebedi hayatı tehdit ettiği vurgulanarak, manevi temizliğin önemi anlatılmıştır.

Son olarak, dördüncü bölümde ise büyük hayırlı işlerin beraberinde birçok engel ve zorluk getirdiği, ancak bu engellerin aşılmasının o işin değerini ve bereketini artırdığı ifade edilmiştir. Bu makale, hayatın farklı yönlerini kapsayan, düşündürücü ve ibret verici bir bakış açısı sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Çıplaklık ve Teşhircilik: Manevî Çöküşün Zirvesi

Çıplaklık ve Teşhircilik: Manevî Çöküşün Zirvesi

İnsanın varlığı, ona bahşedilen akıl, irade ve edep ile kıymet kazanır. Bir varlığı değerli kılan, onun sahip olduğu beden değil; bedenin ardında saklı olan ruh, ahlak ve asalettir. Ne var ki günümüzde bu hakikatin gölgelenmeye başladığını görmek acı vericidir. Çıplaklık ve teşhircilik, sadece bir giyim tercihi yahut bireysel özgürlük meselesi değildir. Bu, aslında insanın kendi kıymetini düşürmesi, asaletten kopması ve seviyesini yitirmesidir.

Edep ve haya, insana insanlığını kazandıran iki temel ölçüdür. Edebin kaybolduğu yerde hoyratlık, hayasızlığın hâkim olduğu yerde de fıtrata aykırılık baş gösterir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, helak edilen Lut kavminin en belirgin özelliğini fıtratın sınırlarını aşmak olarak bize bildirir. Bu sınırların en temel taşı da iffet ve haya çizgisidir. Onlar bu çizgiyi aştıklarında sadece kendilerini değil, toplumlarını da felakete sürüklemişlerdir.

Bugün modern toplumlarda “özgürlük” adı altında yaygınlaştırılan çıplaklık, aslında insanın kendi değerini meta seviyesine indirmesidir. Bedenini teşhir eden kişi, farkında olmadan şeytanın oyuncağına dönüşmekte; hem kendi maneviyatını tüketmekte hem de başkalarının gönül ve göz temizliğini kirletmektedir. Bu sebeple sadece bireysel bir günah değil, aynı zamanda toplumsal bir yozlaşma aracı haline gelmektedir.

Çıplaklık ve teşhircilik, kalite kaybıdır. Çünkü kalite, asaletten ve manevî duruştan doğar. Şahsi haysiyetini koruyamayan bir kimse, hangi maddî zenginliğe veya dünyevî mevkie sahip olursa olsun, hakiki manada değerini kaybetmiştir. Bu, insanı hayvani arzuların seviyesine indirirken, ruhu ve kalbi zayıflatır. Neticede geriye, manevî çöküş ve bedbahtlık kalır.

İnsan, yaratılış gayesini unuttuğunda kendi kıymetini de unutur. Rabbimiz bizi mükerrem bir varlık olarak yarattı. Bu mükerremiyetin korunması ise edep ve hayadan geçer. Dolayısıyla çıplaklık, sadece bir bedenin örtüsüz kalması değil; aynı zamanda ruhun soyunması, insanlığın asaletten kopmasıdır.

Sonuç olarak, çıplaklık ve teşhircilik bir özgürlük değil, esaretin adıdır. Şeytanın vesveselerine esir olmak, nefsin kölesi haline gelmektir. İffeti korumak ise, insanın hem dünya hem ahirette saadet yolunu bulmasıdır. İffet, asalettir; haya, kalitenin ölçüsüdür. Bunları kaybetmek, dünyayı da ahireti de kaybetmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gerçek Özgürlüğe Giden Yol: Sadece Allah’a Kulluk

Gerçek Özgürlüğe Giden Yol: Sadece Allah’a Kulluk

İnsanoğlunun tarih boyunca en büyük arayışlarından biri, özgürlüktür. Ancak bu arayışta sıklıkla gözden kaçan bir gerçek vardır: Mutlak özgürlük, ancak Allah’a kul olmakla elde edilir.
Bu derin ve paradoksal görünen hakikat, Risale-i Nur Külliyatı’nda şu veciz sözle ifade edilir:

“Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olmaz.”

Bu ifade, yalnızca bir inanç prensibi değil, aynı zamanda bir yaşam düşüncesidir.
Bir kişi, Allah’ın mutlak ve sınırsız gücüne teslim olduğunda, diğer tüm fani varlıklara ve güçlere karşı özgürleşir. O artık ne paranın kölesidir, ne makamın nefsine esir düşer, ne de insanların beklentileri altında ezilir. Çünkü bilir ki, rızkı veren Allah’tır, makamları takdir eden O’dur ve insanların beğenisi de O’nun takdirindedir. Bu durum, onu patronunun, toplumun, hatta kendi nefsânî arzularının köleliğinden kurtarır.
Bir kişi, kalbini ve aklını yalnızca Allah’a yönelttiğinde, her türlü dünyevi kaygıdan arınır. Bu, gerçek bir özgürlük hissi, bir iç huzur ve bağımsızlık getirir.
Tarih, bu gerçeğin sayısız örnekleriyle doludur.
Hz. Yusuf (a.s), zindana atılmayı, efendisinin karısının günahkâr isteğine boyun eğmeye tercih etmiştir. Onun bu kararı, sadece bir ahlaki duruş değil, aynı zamanda Allah’a olan mutlak teslimiyetinin bir sonucudur. O, insanların zindanından korkmamış, çünkü kalbinde Allah’ın kudreti ve iradesi yer almıştır.
Benzer şekilde, Hz. Bilal-i Habeşi (r.a), işkenceler altında dahi tevhid inancından vazgeçmemiştir. O, köle olarak dünyaya gelse de, Allah’a kul olmakla, tüm fani efendilerine karşı gerçek bir özgürlük kazanmıştır.
Bu örnekler, Allah’a kul olmanın, dünyevi bağlardan kurtulmanın ve gerçek özgürlüğe ulaşmanın yegâne yolu olduğunu bizlere göstermektedir.

Gerçek Üstat ve Tevhid-i Kıble

İnsan, hayatı boyunca bir rehbere, bir kılavuza ihtiyaç duyar. Tarihin farklı dönemlerinde, insanlar bu rehberliği bazen karizmatik liderlerde, bazen ideolojilerde, bazen de popüler kültürde aramıştır. Ancak bu arayışın nihai hedefi, insanlığı gerçek bir bütünlüğe ve doğru yola ulaştıracak olan tek rehberi bulmaktır.
Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde bu gerçeği şu şekilde dile getirir:

“Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.”

Bu söz, Kuran’ı sadece bir ibadet kitabı olarak değil, aynı zamanda hayatın her alanına rehberlik eden tek ve en üstün kılavuz olarak tanımlar. Kuran, insanlığın tüm sorularına cevap veren, ahlaki değerleri belirleyen ve doğru ile yanlışı ayırt etmemizi sağlayan ilahi bir fener gibidir. Onun rehberliği, bizi ideolojilerin, liderlerin ve fani üstatların getirdiği karmaşadan korur.
“Tevhid-i kıble” ifadesi ise bu sözün en can alıcı noktasıdır. Kıble, Müslümanların namazda yöneldikleri yöndür ve birliği, ortak hedefi simgeler. Kuran’ın rehberliğinde, tüm Müslümanlar, farklı görüşleri ve felsefeleri olsa bile, ortak bir “kıbleye” yönelirler. Bu yöneliş, toplumsal, siyasi ve manevi bir birliği tesis eder. Bu birliği sağlayan tek güç, Kuran’ın evrensel ve değişmez hakikatleridir. Kuran’dan uzaklaşıldığı zamanlarda, farklı felsefeler, ideolojiler ve liderler ortaya çıkar ve her biri insanları farklı yönlere çeker. Bu da toplumsal bölünmelere, anlaşmazlıklara ve manevi karmaşaya yol açar. Bu yüzden, gerçek bir üstat arayan her birey ve toplumsal birlik arayan her ümmet, kılavuzunu Kuran’dan almalıdır.

Aziz Mahmud Hüdâyi’den İbretli Bir Teslimiyet Örneği

İnsanoğlunun en temel özelliklerinden biri, aciz ve muhtaç olmasıdır. Ne kadar zengin, ne kadar güçlü ya da ne kadar başarılı olursa olsun, her insan, temelde bir hiç olduğunu, varlığının Allah’a bağlı olduğunu idrak etmelidir. Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri, bu gerçeği “abd-i âciz” (aciz kul) kavramıyla özetlemiş ve şu mısralarla dile getirmiştir:

“Veren Sen’sin, alan Sen’sin, kılan Sen,
Ne verdinse odur, dahi nemiz var?!”

Bu mısralar, derin bir teslimiyetin ve tevazuun ifadesidir. Hüdâyi Hazretleri, tüm varlığımızın, sahip olduklarımızın ve hatta yaşadığımız her olayın Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Bu, pasif bir kadercilik değil, her şeyin mutlak sahibi olan Allah’a karşı duyulan derin bir saygıdır. Bize verilenin de, bizden alınanların da O’ndan olduğunu bilmek, kalpteki hırsı, kibri ve nankörlüğü ortadan kaldırır.
Bu anlayış, insana gerçek bir huzur ve kanaat duygusu kazandırır. Bir insan, başarıyla karşılaştığında bunu kendi çabalarına değil, Allah’ın lütfuna bağlar. Bir kayıpla karşılaştığında ise sabreder, çünkü bilir ki her şey O’nun takdiridir. Bu teslimiyet, kişiyi dünyevi kaygıların ve hırsların esaretinden kurtarır. Hüdâyi Hazretleri’nin bu sözleri, modern insanın sahip olma ve kontrol etme arzusuna karşı, çok kıymetli bir manevi ders sunar: “Dahi nemiz var?!” Yani, O’nun verdikleri dışında neyimiz var ki? Bu soru, bizi bencillik ve gururdan uzaklaştırmaya, kendi acziyetimizi idrak etmeye ve her anımızı O’nun rızası doğrultusunda yaşamaya davet eder.

Her Şey O’nun İrade ve Meşiyetiyle Olur

Hayatın akışında gerçekleşen olaylar, çoğu zaman bizim kontrolümüz dışındadır. İnsan, kendi hayatının yegâne mimarı olduğunu düşünse de, derinlemesine düşündüğünde, her şeyin çok daha büyük bir irade tarafından yönetildiğini fark eder.

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”

Bu söz, mutlak tevhidin ve ilahi kudretin en temel prensiplerinden birini özetler.
Bu prensip, sadece büyük olayları değil, hayatımızın en küçük detaylarını da kapsar. Bir yaprağın dalından düşmesi, bir damla yağmurun yere inmesi, kalbimizin atması… Bütün bu olaylar, Allah’ın iradesi ve dilemesi (meşieti) ile gerçekleşir. İnsan, ne kadar plan yaparsa yapsın, ne kadar çabalarsa çabalasın, Allah istemedikçe hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini bilir. Bu durum, insanı mutlak bir acziyet hissine sevk ederken, aynı zamanda O’nun sonsuz gücüne karşı bir huşu ve hayranlık duygusu uyandırır.
Bu inanç, bizi gereksiz kaygılardan ve anlamsız mücadelelerden kurtarır. Bir kişi, eğer bir şeyin olmasını gerçekten istiyorsa, bunun için tüm çabasını gösterir ama sonucunu Allah’a bırakır. Zira bilir ki, “istediği olur, istemediği olmaz”. Bu, tevekkülün en güçlü kaynağıdır. Öte yandan, bu gerçeklik, her türlü haksızlığa ve zulme karşı mücadele etmemiz gerektiği gerçeğiyle çelişmez. Zira bu mücadele de Allah’ın iradesiyle mümkün olur ve bu çaba, O’nun rızasını kazanmanın bir yoludur.

Makalenin Özeti

Bu makale, dört farklı kaynaktan iktibas edilen derin manalı sözleri, kendi konu bütünlükleri içinde ele almaktadır.

İlk bölümde, Allah’a gerçek kul olmanın, insanı tüm dünyevi güçlerin ve hırsların köleliğinden kurtaran gerçek özgürlük olduğu vurgulanmıştır.

İkinci bölümde, Kuran’ın insanlığın tek ve hakiki rehberi olduğu ve bu rehberlik sayesinde toplumsal birliğin (tevhid-i kıble) sağlanabileceği anlatılmıştır.

Üçüncü bölümde, Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri’nin mısraları aracılığıyla, insanın aciz bir kul olduğu ve sahip olduğu her şeyin Allah’tan bir lütuf olduğu gerçeğinin, kişiyi tevazuya ve kanaate sevk ettiği ele alınmıştır.

Son olarak, dördüncü bölümde ise hayattaki her şeyin Allah’ın mutlak iradesiyle gerçekleştiği ve O’nun dilemediği hiçbir şeyin olamayacağı gerçeğinin, tevekkülün temelini oluşturduğu açıklanmıştır.

Tüm bu sözler, insanın manevi yolculuğunda birbirini tamamlayan ve derinlik katan bir bütünlük sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




DÜNYAYI BİTİREN KANSER HÜCRESİ FAİZDİR

DÜNYAYI BİTİREN KANSER HÜCRESİ FAİZDİR

Evet, gercekten de dünyayı bitiren kanser hücresi faizdir.
Dünyada en büyük savaş ve en büyük yıkım faizin bir sarmal halinde dünyayı sarması ve sarmalamasıdır.
Faiz dünyayı kanser hücresi gibi içten içe bitirmekte ve eritmektedir.
Dünyanın, öyleki Rus-Ukrayna savaşının bitmesinden daha önemli alması gereken çözümü, faizin bitirilmesidir.

Bundan 25 yıl kadar önce orta bir şehir olan Adıyaman’ın bankalarında bir yakınım 30 trilyon paranın olduğunu söylemişti.
Kendisine, bunun 1 trilyonu piyasaya çıksa ne olur, dediğimde;
Çıldırır, demişti.

Şimdi mi?
Varın siz düşünün!

Bunu birde tüm Türkiye,  İslam dünyası ve tüm insanlık dünyası için düşünün.
Azında azınlığı olan bir kesim dünyanın sülük gibi kanını emmektedir.

*****

Dünyayı Sülük Gibi Emen Faiz

İnsanlık tarihi boyunca nice savaşlar, nice istilalar, nice yıkımlar yaşandı. Topların, tüfeklerin, orduların yapamadığını kimi zaman bir kalem darbesi, kimi zaman bir faiz oyunu yaptı. Çünkü faiz, görünmez bir savaşın en tehlikeli silahıdır. Kan dökmez ama kanı emer; şehirleri yakmaz ama şehirlerin kalbini söndürür; bombalar patlatmaz ama toplumları sessiz sedasız çökertir.

Faiz, adeta bir kanser hücresi gibidir. Bedenin sağlıklı hücrelerine sızar, onların gıdasını emer, çoğalır, büyür ve sonunda bütün vücudu esir alır. Bugün dünyanın içine sürüklendiği ekonomik krizlerin, borç batağının, enflasyonun, açlık ve sefaletin kökünde işte bu faiz illetini görmek mümkündür.

Sessiz Savaşın Silahı

Günümüz dünyası, görünürde savaşlarla meşgul. Ukrayna-Rusya savaşı, Gazze’deki katliamlar, Afrika’daki iç çatışmalar gündemi meşgul ediyor. Fakat perde arkasında daha büyük ve küresel bir savaş sürüyor: Faiz savaşı.
Devletler borç batağına sürükleniyor, şirketler zincirleme iflas ediyor, milletlerin alın teri faiz çarkında öğütülüyor. Sadece zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olduğu bir düzene kapı aralanıyor.

Adıyaman’dan Dünyaya

Bundan 25 yıl kadar önce orta ölçekli bir şehir olan Adıyaman’ın bankalarında, bir yakınımın anlattığına göre 30 trilyon lira mevduat vardı. Ona, “Bunun yalnızca 1 trilyonu piyasaya çıksa ne olur?” diye sorduğumda, aldığım cevap çarpıcıydı:
— “Çıldırır!”
Bu, sadece bir şehrin ekonomisi için geçerliydi. Bugün Türkiye genelinde, İslam dünyasında ve bütün kürede bu rakamların neye tekabül ettiğini düşünün. Sülük gibi yapışmış bir azınlık, milyarlarca insanın kanını emiyor.

Kur’ân’ın İkazı

Kur’ân-ı Kerim, faizi açık bir şekilde yasaklamış, faizle uğraşmayı Allah ve Resulü’ne savaş açmakla eş tutmuştur:

> “Eğer faizcilikten vazgeçmezseniz, artık Allah ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı, onların da size savaş açtığını bilin. Eğer tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz..” (Bakara, 279)
Bu tehdit, faizin sadece bir ekonomik tercih değil, aynı zamanda insanlık için ölümcül bir hastalık olduğunu haber veriyor.

Çözüm Nerede?

Savaşların bitmesi, barış masalarının kurulması elbette önemlidir. Ancak asıl barışı sağlayacak olan, insanlığı faiz prangalarından kurtarmaktır. Çünkü faiz bitmeden adalet, üretim, bereket, paylaşım ve gerçek özgürlük de olmayacaktır.
Adaletin temeli, alın teri ve emeğe hakkını vermektir. Faiz ise emeğin hakkını sömürür, üretimi baltalar, tembelliği teşvik eder. O yüzden faizle mücadele, sadece ekonomik bir reform değil, aynı zamanda insanlığın onur mücadelesidir.

Sonuç

Bugün dünyanın en büyük meselesi, savaşlardan daha yakıcı, krizlerden daha sarsıcı, açlıktan daha tehlikeli olan faiz belasından kurtulmaktır. Faiz zincirini kırmadan, toplumların huzur bulması mümkün değildir. Çünkü faiz, dünyayı sülük gibi emen, kanser gibi büyüyen görünmez bir savaştır.
Savaş kanı akıtırken, faiz kanı emmektedir.
İkisinin de hedefinde insan hayatını bitirme vardır.
Biri maddi hayatı bitirirken, faiz maddi ve manevi hayatı bitirmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Sünnetin Önemi: İhmal, Cinayet ve Dalalet

Sünnetin Önemi: İhmal, Cinayet ve Dalalet

İslam dininin temel direklerinden biri olan Sünnet-i Seniye, sadece Hz. Peygamber’in (s.a.v) söz ve fiillerinden ibaret değildir; o, aynı zamanda bir yaşam tarzı, bir ahlak rehberi ve dünya-ahiret dengesini kurmanın en sağlam yoludur. Bu nedenle, Sünnet’e olan yaklaşımımız, manevi hayatımızın kalitesini doğrudan belirler.
Risale-i Nur Külliyatı’nda bu konu, üç farklı şekilde ele alınmıştır:

“Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, HASARET-İ AZÎME; ehemmiyetsiz görür ise, CİNAYET-İ AZÎME; tekzibini işmam eden tenkid ise, DALALET-İ AZÎMEDİR.”

Bu ifadeler, Sünnet’e karşı gösterilen farklı tavırların, manevi hayatımızda ne denli büyük sonuçlar doğuracağını çarpıcı bir şekilde özetler.
Tenbellik nedeniyle Sünnet’e uymamak, “Hasaret-i Azîme” yani büyük bir hüsrandır. Bu, bilerek ve isteyerek Sünnet’ten uzaklaşmak değil, daha çok gaflet ve ihmalkârlıktan kaynaklanan bir durumdur. Örneğin, bir Müslümanın sabah namazına kalkmamak için alarmı kurmaya erinmesi, ya da Peygamberimizin yeme-içme adabına dikkat etmemesi, bu tür bir hüsrana örnektir. Bu kişi, Sünnet’in getirdiği manevi huzurdan, bereketten ve ahiretteki büyük mükâfattan mahrum kalır. Peygamberimizin her davranışı bir hikmet taşır ve onu taklit etmemek, bu hikmetlerden ve feyizlerden gönüllü olarak vazgeçmektir.
Sünnet’i “ehemmiyetsiz” görmek ise, “Cinayet-i Azîme”, yani büyük bir cinayettir. Bu, tenbelliğin ötesinde, Sünnet’in değerini küçümsemek ve önemini önemsememektir. Bu tavır, Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği ilahi mesaja karşı bir saygısızlıktır. Sünnet, Kur’an’ın bir tefsiri, bir açılımıdır. Sünnet’i önemsiz görmek, adeta Kur’an’ı anlamayı, hayatımıza uygulamayı reddetmek gibidir. Bu, İslam’ın ruhuna ve fıtratına aykırı bir cinayettir. Tarihte, Sünnet’i terk eden toplumların manevi ve ahlaki olarak çöküşe geçtiği görülmüştür.
Sünnet’i yalanlamak anlamına gelen bir şekilde “tenkid” etmek ise, “Dalalet-i Azîme”, yani büyük bir sapkınlıktır. Bu, en tehlikeli aşamadır. Bazı kişiler, Sünnet’in bazı uygulamalarını akla ve mantığa aykırı görerek, onu açıkça eleştirir ve reddeder. Bu tavır, kişinin imanını tehlikeye atar. Zira, Sünnet’in kaynağı vahiy ve ilahi ilhamdır. Bir Sünnet’i eleştirmek, aslında onunla gelen hikmeti ve ilahi iradeyi sorgulamaktır. Bu, insanı doğru yoldan saptırarak, dalalete sürükler.

Kaderin Adaleti ve Musibetlerin Hikmeti

Hayat, kimi zaman beklenmedik acılar, haksızlıklar ve musibetlerle dolu olabilir. Bazen, hak etmediğimizi düşündüğümüz şeyleri yaşarız ve bu durum, adalet duygumuzu sarsar. Ancak bu zorlukların altında, bizim göremediğimiz derin bir hikmet ve adalet yatar.
Bediüzzaman Said Nursi, bu gerçeği Emirdağ Lahikasında şöyle açıklar:
“Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işe sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.”

Bu söz, musibetlere bakış açımızı kökten değiştirir. İnsanlar bize haksızlık yapsa bile, bu haksızlığın bir sonucu olarak yaşadığımız sıkıntıların arkasında ilahi bir adalet mevcuttur. Dışarıdan bakıldığında, bir masumun zulme uğraması anlamsız ve adaletsiz görünebilir. Ancak Bediüzzaman, bu durumun kişinin “gizli hatalarına” bir “kefaret” olduğunu söyler. Bu, kişinin geçmişte işlediği ve belki de unuttuğu günahların bir temizliği, bir arınmasıdır.
Musibetler aynı zamanda ilahi birer “terbiye” aracıdır. Zorluklar, insanı olgunlaştırır, sabrı öğretir, kibir ve gururu kırar. Bir musibetle karşılaşan kişi, kendi acziyetini ve Allah’a olan ihtiyacını daha derinden hisseder. Bu, onu Allah’a daha çok yaklaştırır ve manevi olarak yükselmesine vesile olur. Tarihte nice peygamberler, alimler ve salih kullar, en büyük imtihanları yaşamışlardır. Hz. Eyyub (a.s), ağır hastalıklarla; Hz. Yusuf (a.s), zindanla; Hz. Peygamber (s.a.v), türlü türlü zulümlerle imtihan edilmiştir. Bu musibetler, onların manevi derecelerini yükseltmiş ve tüm insanlığa ibret olmuştur. Dolayısıyla, musibetler bir ceza değil, bir terbiye ve arınma vesilesidir.

Ebedi Dostluk ve Varoluşun Gayesi

İnsanın en temel arayışlarından biri, fani ve geçici olan bu dünyada, baki ve kalıcı bir anlam bulmaktır. Her şeyin gelip geçici olduğu bu hayatta, neye tutunmalı, neye bağlanmalıyız?
Bediüzzaman Said Nursi bu sorunun cevabını, Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekilde verir:

“Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkînin âyine-i zîşuur’u bâkî olmak lâzım gelir.”

Bu söz, sonsuz bir varlık olan Allah’a iman ve dostluk kuran kişinin, kendisinin de fani olmaktan çıkıp ebediyete ulaşacağını ifade eder. Baki olan (sonsuz olan) ile dostluk kuran fani bir varlık, bu dostluk sayesinde ebedileşir. Bu, ölümden sonraki hayatın, yani ahiretin kaçınılmaz bir sonucu ve ilahi bir vaadidir.

Sözün ikinci kısmı ise bu hakikati daha da güçlendirir.

“Âyine-i zîşuur”, yani “şuurlu ayna”, insanoğludur. Kainat, Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir aynadır. İnsan ise, bu aynaların en şuurlu ve en mükemmelidir. Güzelliği yansıtan ayna, o güzelliği görebilen, fark edebilen bir varlık olmalıdır. Bu şuurlu ayna (insan), Bâkî olan Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve kudretini yansıttığına göre, kendisinin de o Bâkî’ye yaraşır şekilde bâkî (ebedî) olması gerekir. Fani olan bir şey, Baki’yi tam olarak yansıtamaz. Bu, ölümden sonraki yaşamın, yani ahiretin sadece bir inanç değil, aynı zamanda varlığın ve varoluşun mantıksal bir sonucu olduğunu gösterir.

Hakkı Tanıyan, Hakkın Hatırını Feda Etmez

Hayat, sürekli bir tercih ve fedakârlıklar zinciridir. Bazen kendi menfaatlerimizden, bazen sevdiklerimizden, bazen de değerlerimizden vazgeçmemiz istenir. Bu noktada, bizi doğru yolda tutan yegâne prensip, Hakk’ı bilmek ve ona bağlı kalmaktır. Bediüzzaman bu prensibi şöyle formüle etmiştir:

“Hakkı tanıyan, Hakkın hatırını hiç bir hatıra feda etmez.”

Bu söz, “Hak” kavramının hem mutlak hakikat anlamını hem de Allah’ın bir ismi olduğunu ifade eder. Hakkı tanıyan bir kişi, doğruyu, adaleti ve mutlak hakikati bilendir. Bu bilgi, ona öyle bir güç ve kararlılık verir ki, hiçbir dünyevi menfaat, hiçbir şahsi ilişki, hiçbir baskı onu bu hakikatten vazgeçiremez. Bu kişi, yalanın, zulmün ve haksızlığın karşısında dimdik durur.
Tarih, bu ilkenin en parlak örnekleriyle doludur. Hz. Ömer’in adaleti, ne akrabalarının ne de en yakın dostlarının hatırı için eğilmemiştir. O, “Hakk’ın hatırını” her şeyin üstünde tutmuştur. Aynı şekilde, Hz. Hüseyin (r.a), Emevi halifeliğinin zıddına, adaletsizliğe ve zulme karşı durarak, kendi ve ailesinin hayatını “Hakk’ın hatırı” için feda etmiştir.
Bu prensip, günümüz insanı için de büyük bir rehberdir. Modern dünyada, insanlar sıklıkla kariyerleri, sosyal statüleri veya popülerlikleri uğruna ahlaki değerlerinden, dürüstlüklerinden ve inançlarından taviz vermektedir. Oysa, “Hakkın hatırını” her şeyin üstünde tutan bir birey, geçici menfaatler uğruna ebedi değerlerini feda etmez. Bu, sadece manevi bir duruş değil, aynı zamanda karakterli ve onurlu bir yaşamın da anahtarıdır.

Makalenin Özeti

Bu makale, dört farklı kaynaktan alınan hikmetli sözleri, kendi konuları içinde derinlemesine incelemektedir.

İlk bölümde, Sünnet-i Seniye’ye karşı takınılan üç farklı tavrın (tenbellik, önemsememek, inkar etmek) sırasıyla büyük hüsran, büyük cinayet ve büyük sapkınlığa yol açtığı açıklanmıştır.

İkinci bölümde, bireyin başına gelen musibetlerin altında kaderin bir adaleti olduğu, bu sıkıntıların hem terbiye hem de gizli hatalara kefaret işlevi gördüğü belirtilmiştir.

Üçüncü bölümde, fani insanın, Baki olan Allah’la dostluk kurarak ebediyete ulaşacağı ve şuurlu bir ayna (insan) olarak ebedi olması gerektiği vurgulanmıştır.

Son olarak, dördüncü bölümde ise gerçekten Hakk’ı tanıyan bir insanın, hiçbir dünyevi hatır için adaletten ve hakikatten taviz vermeyeceği anlatılmıştır.
Bu makale, farklı konulara değinse de, insanın manevi yolculuğunda karşılaştığı temel meselelere ışık tutan, ibret verici bir bütünlük sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com