TOPRAĞIN DAVETİ: İNSAN NEREDE CAN VERİR?

TOPRAĞIN DAVETİ: İNSAN NEREDE CAN VERİR?

Vaktiyle Şamlı bir âlim şöyle der:
“İnsanlar, topraklarının alındığı yerde ölürler.”
Basit bir cümle gibi görünür, ama içinde derin bir sır, kadim bir hikmet ve ebediyeti ilgilendiren bir işaret taşır.

Kur’an’da insanın yaratılışı şöyle anlatılır:
“Allah, sizi (babanız Âdem’i) yerden (bitki bitirir gibi) bitirdi (yarattı.)’
Sonra sizi yine oraya döndürecek ve kesinlikle sizi (yeniden) çıkaracaktır.’(Nûh, 17-18)

İnsanın bedeni, yeryüzünden alınan bir avuç topraktan yoğrulmuştur. Rivayetlere göre Hz. Âdem’in yaratılışı için melekler yeryüzünün dört bir yanından toprak toplamıştır: Siyah, beyaz, sarı, kırmızı… Sert ve yumuşak…
İşte bu yüzden, insanların mizacı, rengi ve ruh hali farklı farklıdır. Çünkü her biri başka bir toprağın çocuğudur.

Ama Şamlı âlimin sözünde daha farklı bir işaret vardır:
Her insan, yaratıldığı toprağın çağrısına kulak verir ve sonunda o toprağa döner.

Bunu sadece coğrafi bir gerçeklik olarak değil, takdir edilmiş bir kader sırrı olarak anlamak gerekir.
Nice insan vardır ki, yıllarca gurbette yaşar; ama canı, memleket toprağında teslim olur.
Nice insan vardır ki, uzak diyarlarda doğar; ama ruhu, ecdadının toprağında huzur bulur.
Ve nice insan da vardır ki, doğduğu yeri hiç görmemiştir ama ölmek üzere oraya çekilir sanki…
Bu bir tür toprağın çağrısıdır.

Toprak unutmaz.
Kime ne emanet verildiğini, kimin nereden yaratıldığını, kimin hangi yüke talip olduğunu bilir.
Belki bu yüzden Kur’an, Herkesin bir menzili vardır,der.
“O, sizi tek bir nefisten yaratandır. Sizin için bir müddet emânet olarak kalacağınız, bir de sürekli kalacağınız bir yer vardır.”(En’âm, 98)

TOPRAKLA OLAN BAĞIMIZ

Toprak, sadece maddi bir unsur değil, aynı zamanda ruhun iz düşümüdür.
Bir insanın karakteri, sabrı, sertliği veya yumuşaklığı, aldığı toprakla bağlantılı olabilir.
Toprak onu çağırır çünkü ona emanettir.
Ve her emanet, bir gün sahibine döner.

Bu yüzden bazen, hiç anlam veremediğimiz bir yere meyledişimiz olur.
Oraya gitmek isteriz, yerleşmek isteriz ya da orada son nefesimizi veririz.
Bilinmez bir çekim…
Belki o, bizim yaratıldığımız toprağın kokusudur.

SONUÇ YERİNE:

Ey insan!
Sen bir toprağın evladısın.
Bir yer seni bekliyor.
Bir menzil sana ayrılmış.
Belki de o toprağın duası kabuldür:
“Ya Rabbi! Beni onunla şereflendir, onu bana emanet et.”
Ve sen farkında olmadan, adım adım o toprağa yürürsün.

Unutma:
Hangi topraktan alındıysan, oraya döneceksin.
Ve hangi yerde son nefesi vereceksen, orası seni tanıyor.
Toprak çağırır… Kul döner.
Çünkü toprak emanetini tanır.

Makale Özeti: “Toprağın Çağrısı: İnsan Nerede Can Verir?”

Bir Şamlı âlimin “İnsanlar, topraklarının alındığı yerde ölürler” sözü, insanın yaratıldığı toprağa olan manevi bağını anlatır. Kur’an’a göre insan topraktan yaratılmıştır ve her bedenin mayası farklı bir topraktan gelmiştir. Bu yüzden her insanın mizacı farklıdır. Makale, insanların ömrü boyunca doğrudan ya da dolaylı olarak yaratıldıkları toprağa çekildiğini, ruhen o yere ait hissettiklerini ve sonunda yine orada can verdiklerini anlatır.

Bu çekim bir tür “toprağın çağrısı”dır; çünkü toprak, içinde barındırdığı canı tanır ve zamanı geldiğinde onu geri çağırır. Herkesin bir menzili vardır ve bu menzil, yaratıldığı toprakla ilgilidir. İnsan, farkında olmadan adım adım o toprağa yürür.

Sonuç:
Toprak bir emanettir. Hangi topraktan yaratıldıysan, oraya döneceksin. Çünkü toprak çağırır, kul döner.

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Sevinci de Adaletle Paylaşmak: Osmanlı’da Kutlamalar, Ahlâk ve Toplumsal Denge

Sevinci de Adaletle Paylaşmak: Osmanlı’da Kutlamalar, Ahlâk ve Toplumsal Denge

GİRİŞ
Osmanlı toplumunda sevinç, sadece kalpte yaşanmaz; sokağa da, sofraya da yansırdı. Ancak her kutlama, bir ahlak ve ölçü terazisine vurulurdu. Düğünlerden sünnet şenliklerine, fetih törenlerinden nevruz kutlamalarına kadar birçok vesile vardı. Fakat bu neşeler bile kadı defterlerinde kontrol altındaydı. Çünkü sevinç başıboş bırakılırsa taşkınlığa, taşkınlık zulme dönüşürdü.

1. KUTLAMA BİR HAK DEĞİL, BİR EDEP MESELESİYDİ
Osmanlı’da kutlamalar ferdî değil, cemiyetin ortak neşesiydi. Ramazan ve bayramlar, mevlitler, sünnetler, zafer kutlamaları gibi çeşitli vesilelerle toplu etkinlikler yapılırdı. Ancak her biri mahallenin, devletin ve dinin çizdiği sınırlarda kalmalıydı.

Hikmetli Söz:

> “Sevincin fazlası, kalbi azdırır. Ölçüsüz eğlence, ibadeti unutturur.”

2. BAYRAMLAR: HUZURUN VE PAYLAŞMANIN TÖRENİ
Ramazan ve Kurban bayramlarında camiler süslenir, mahyalar asılır, mahalle fukaraları doyurulurdu. Lakin gösterişe kaçan sofralar veya gürültülü eğlenceler hoş karşılanmazdı.

Kadı Defteri Örneği:

1589 İstanbul Kadı Sicili: “Bayram sabahı davulcuların gece vakti mahallede aşırı gürültü yapması sebebiyle mahalle halkının rahatsız olduğu, kadı tarafından ihtar verilerek ‘sükûnetle sevinin’ denilmiştir.”

3. SÜNNET VE DÜĞÜN ŞENLİKLERİ: TOPLUMSAL BİR VAZİFE
Şehzade sünnetleri ya da zengin ailelerin düğünleri bazen haftalarca süren eğlencelere dönüşürdü. Ancak israf, kadın-erkek karma oturumu ya da sokak düzenini bozan taşkınlıklar kadıların doğrudan müdahale ettiği hususlardı.

Kadı Defteri Örneği:

1603 Üsküdar Kadılığı: “Bir sünnet düğününde sokakları kapatıp halkın geçişini engelleyen aileye ‘umuma zarar vermeyecek şekilde sevinin’ hükmüyle ceza verilmiştir.”

İbretli Not:

> “Sevincin şükürsüz olanı, israfa dönüşür. İsraf ise nimetin kesilme sebebidir.”

4. FETİH, ZAFER VE HÜKÜMDAR TÖRENLERİ: ŞÜKÜR İLE GÖSTERİŞİN FARKI
Fetihlerin ardından İstanbul’da yapılan kutlamalar; mehter takımıyla, dua halkalarıyla, kurbanlarla olurdu. Lakin halkın gözüne girmeye çalışanların abartılı davranışları hoş görülmezdi.

Kadı Defteri Örneği:

Fatih Devri Sicili: “Bir tüccarın zafer kutlaması bahanesiyle eğlence tertip edip kadınları aleni gösteriye çıkarması üzerine ‘örfe ve dine mugayir’ olduğu gerekçesiyle para cezası verilmiştir.”

5. NEVRUZ VE MEVSİMSEL KUTLAMALAR
Nevruz, halk arasında yaygın bir eğlence günüydü. Özellikle Anadolu’da piknikler, ateş yakmalar, eğlenceler yapılırdı. Ancak içki içilmesi, oyunların taşkınlığa dönmesi kadıların dikkat ettiği hususlardandı.

Kadı Defteri Örneği:

Konya Kadı Sicili 1667: “Nevruz eğlencesinde içki içip kavga edenlerin cezalandırıldığı, halkın ‘mevsim sevinci şehvet sevincine dönmesin’ diye uyarıldığı belirtilmiştir.”

6. HİKMETLİ KISSA: “GÖSTERİŞİN KURBANI OLAN BİR DAMAT”
Bir zengin adam, oğluna düğün yapar. Borçla, gösterişle, aşırı israfla… Oğlan daha düğünden sonra aylarca borç öder, aile dağılır. Mahkemeye taşınır. Kadı şöyle der:

> “Sevincin yüzü güldürür, ama kalbi borçla kararanın yuvası olmaz. Düğün sevinç değil, sabırla başlar.”

SONUÇ: SEVİNCİ DE ADALETLE YÖNETMEK
Osmanlı’da sevinç, hür bir duyguydu ama başıboş değildi. Mahalle gözetirdi, kadı denetlerdi, toplum ayarlardı. Çünkü Osmanlı biliyordu ki:
“Eğer sevinç, şükrü doğurmuyorsa; ya nefsin esiridir, ya şeytanın vesvesesi.”

SON SÖZ:
Bugün eğlencelerimiz neyi kutluyor, kim üzülüyor farkında mıyız? Gösterişin, israfın ve başıboşluğun hüküm sürdüğü kutlamalar; Osmanlı’nın hikmetli dengesini bizlere yeniden hatırlatmalı.

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Bir Ömürlük Niyet: Osmanlı’da Evlilik, Düğün ve Aile Hukuku

Bir Ömürlük Niyet: Osmanlı’da Evlilik, Düğün ve Aile Hukuku

GİRİŞ
Osmanlı’da evlilik; aşkın ötesinde bir emanet, düğün; sevinçten önce bir sorumluluktu. Kız istemek; ailelerin edep ve istişareyle attığı ilk adımdı. Nikâh ise sadece bir akit değil, ilahi huzurda verilen bir sözdü. Kadı defterlerindeki kayıtlar, evliliğin toplumsal denetimle nasıl bir nizam içinde yürüdüğünü gösterir. Çünkü aile bozulursa toplum da çözülür, nizam zedelenirse millet sarsılırdı.

1. KIZ İSTEME: EDEP, LİYAKAT VE İSTİŞARE İLE
Osmanlı’da kız isteme; günümüzdeki gibi yüzük takma ve çay içmeyle sınırlı değildi. Evvela “ehliyet” aranırdı: damat namazında niyazında mı, işi gücü var mı, aile düzeni sağlam mı? Kız tarafı da sadece güzellik veya zenginlik değil, ahlâk ve terbiyeye bakardı. Damat adayı bir yahut birkaç aracıyla niyetini bildirir, kız tarafı istişare ettikten sonra cevabını bildirirdi.

Bir Osmanlı âlimi şöyle der:

> “Kız istemek, kapı çalmaktır. O kapı, Allah’a açılan bir evse, edep ile girilir. Yoksa niyet değil, nefis konuşur.”

2. DÜĞÜNLER: GÖSTERİŞ DEĞİL, BEREKET VE ŞÜKÜR
Düğünler, mahallenin ortak sevinciydi. Ancak israf yasaktı. Kadı defterlerinde şu tür hükümler yer alır:

Örnek Kadı Hükümleri:

“Bir düğünde aşırı gürültüyle gece geç saatlere kadar eğlence yapıldığı” şikâyeti üzerine kadı tarafından düğün sahiplerine ihtar verilmiş, ‘şükür gecesi, azgınlığa dönmesin’ denilmiştir.

“Bir düğünde kadın ve erkeklerin karışık oturması ve taşkınlık yapılması” üzerine kadı tarafından soruşturma açılmış, vakıf düğün yemeği yardımı geçici süreyle kesilmiştir.

“Bir gelinin çeyiz eşyasında eksik olduğu” iddiasıyla damat ailesi mahkemeye başvurmuş, kadı ‘sözleşmede ne yazıldıysa o verilir, fazlası kalbi kırar’ diyerek karar vermiştir.

Düğünlerde müzik, davul ve mehter de olurdu; ama hep ölçüyle, mahalle rızasıyla ve kadın-erkek mahremiyetine dikkatle yapılırdı.

3. NİKÂH: ŞAHADETLE BAŞLAYAN EMANET AKDİ
Nikâh, kadı huzurunda veya mahalle imamı önünde kıyılırdı. Mehir miktarı yazılır, şahitler alınır, dua edilirdi. Kayıtlara geçerdi. Nikâh sadece erkek ve kadının değil, toplumun huzur ve istikrar sözleşmesiydi.

Kadı Defterlerinden Nikâh Hükümleri:

“Bir mehirin ödenmemesi üzerine kadın boşanmak isteyince” kadı, ‘hak ertelenebilir ama çiğnenemez’ diyerek ödeme emri vermiştir.

“Bir damadın nikâhta söz verip evlendikten sonra evi terk etmesi” üzerine kadı, nikâh şartlarına sadakat gösterilmediği gerekçesiyle boşanma ve tazmin hükmü vermiştir.

“Bir kadın, eşinin şiddetli geçimsizlik gösterdiğini” bildirince kadı, aile büyükleriyle hakem heyeti oluşturmuş; barış sağlanamazsa boşanma kararı verilmiştir.

4. HİKMETLİ KISSA: “BEREKET, ÇEYİZDE DEĞİL, NİYETTE”
Bir köylü, kızını zengin bir tüccara verir. Tüccar çeyizi az bulup hor davranır. Kadı huzurunda kız şöyle der:

> “Benim çeyizim sabrımdır, sadakatimdir. Malı bulan şükreder, insanı bulan sabreder. Hangisine layıksanız orada durun.”

Kadı, damadı azarlar ve şöyle der:
“Kadını eşya sanan, kendini insan zanneder. Çeyiz sayan değil, eşini seven kazanır.”

5. BUGÜNE DERS: AİLE, SADECE NİKÂH DEĞİL, AHLAK İLE KORUNUR
Bugünün düğünleri çoğu zaman gösterişin, borcun ve israfın gölgesinde. Osmanlı’da ise nikâh; kul hakkı bilinciyle, düğün; komşu rızasıyla, evlilik; ahlak ve denetimle yürütülürdü. Kadı defterleri, evliliğin ilahi bir emanet gibi korunduğuna şahittir.

SON SÖZ: NİKÂH, BİR SÖZLE BAŞLAR; AMA ÖMÜR BOYU AHLAKLA DEVAM EDER
Osmanlı’da evlilik, sadece iki kişinin değil, bir medeniyetin dirliğiydi. Bu düzenin sırrı şuydu:
“Nikâhta yalnızca şahitler yoktu; Allah da hazırdı. Ve Allah’ın olduğu yerde ne edepsizlik olurdu, ne israf, ne de zulüm.”

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Mihraptan Hayata: Osmanlı’da Cami Hayatı ve Adaletin Sessiz Tanıkları

Mihraptan Hayata: Osmanlı’da Cami Hayatı ve Adaletin Sessiz Tanıkları

GİRİŞ
Osmanlı’da cami, taş duvarlardan ibaret bir ibadethane değil; toplumun ruhunu yoğuran bir hayat merkezidir. Orada sadece secde edilmezdi; ilim öğrenilir, ahkâm okunur, yetim doyurulur, mazlum dinlenir, zalime “dur” denilirdi. Minberden yalnızca hutbe değil; hikmet, öğüt, toplumsal mesaj yükselirdi. Cami, toplumun kalbiydi; kalbin bozulmaması için de hem manevî hem hukuki temizlik şarttı.

1. CAMİ: SADECE İBADET DEĞİL, MEDENİYETİN MERKEZİ
Osmanlı şehir planlaması, camiyi merkeze alırdı. Cami etrafında medrese, aşevi, kütüphane, hamam ve çarşı yer alır; cami sadece namaz kılınan değil, yaşayan bir mekân olurdu. Sabah ezanı ile hayat başlar, öğle vakti halk toplanır, akşam namazından sonra sohbet halkaları kurulur, Kur’an tilavetleriyle kalpler yıkanırdı.

İmam sadece namaz kıldırmaz, örnek olurdu. Müezzin sadece ezan okumaz, vaktiyle dürüstlüğü temsil ederdi. Cami cemaatinde fakir de olurdu, kadı da. Saflar eşitlik, secde ise adalet öğretirdi.

2. KADILARIN HİMAYESİNDE BİR MABED
Kadı defterleri, camilerin düzeni ve işleyişinin sıkı bir denetim altında olduğunu gösterir. Camiler vakıflar aracılığıyla fonlanır, temizliği, bakım ve görevlilerinin maaşları bu sistemle sağlanırdı. Ancak bu düzen kötüye kullanıldığında, kadı hemen devreye girerdi.

Örnek Kadı Hükümleri:

“Bir cami görevlisinin, vakıf gelirinden fazla maaş aldığı” tespit edilmiş, kadı kararıyla maaşı düşürülmüş ve fazlası iade ettirilmiştir.

“Bir imamın hutbe sırasında siyasi kışkırtıcı ifadeler kullandığı” şikâyeti üzerine kadı tarafından ifadesi alınmış, görevden alınarak yerine daha mutedil bir imam atanmıştır.

“Bir caminin temizlik ve bakım işlerinin ihmal edilmesi” sebebiyle cami vakfı yöneticileri mahkemeye çağrılmış, ihmalleri belgelenmiş ve uyarı cezası verilmiştir.

“Namaz vakitlerinde yüksek sesle ticaret yapan bir esnafın” cami cemaatini rahatsız ettiği gerekçesiyle kadı kararıyla dükkânına vakit sınırlaması getirilmiştir.

“Bir kişi, cami avlusunda çocuklara bağırarak ders veriyor” diye şikâyet edilince, kadı “eğitim güzel ama cami edebi korunmalı” diyerek yer tayini yapmıştır.

Bu hükümler gösteriyor ki; cami, sadece ibadet edilen değil, ahlâk ve toplum düzeninin şekillendiği bir merkezdir.

3. HİKMETLİ KISSA: “SAFLARI BOZAN CEMAAT”
Bir gün kadıya bir şikâyet gelir: “Bir cemaat, sabah namazında sürekli aynı safta yer kavgası yapıyor.” Kadı, imamı çağırır ve şunu söyler:

> “Cami safları kalp saflığını temsil eder. Kalbi bozuk olanın yeri, en önde de olsa dardır. Onlara yer göster, kalp dersi ver, gerekirse cami dışında saf tuttur. Çünkü bu ev, Allah’ın evidir; ne kibre ne kavgaya yer yoktur.”

Bu kıssa bize, cami hayatının ne kadar hassas, ama bir o kadar eğitici ve düzeltici olduğunu gösterir.

4. BUGÜNE MESAJ: CAMİ SESSİZ BİR MUALLİMDİR
Günümüz camileri çoğu zaman sadece namaz mekânına dönüşmüş durumda. Oysa Osmanlı’da cami; ilim, ibadet, adalet, paylaşım ve birlik yeriydi. Kadı defterleri gösteriyor ki, cami çevresi denetimle, vakıflar şeffaflıkla, görevliler ahlâkla iş yapardı.

SON SÖZ:
Osmanlı’da cami, adaletin mihrapla buluştuğu bir adresti. Çünkü bir toplumun ne kadar güçlü olduğu, en çok nerede sustuğuyla değil; nerede konuştuğuyla ölçülür. Ve Osmanlı, camide Allah’tan konuştu.

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Kalpte Kurulan Devlet: Osmanlı’da Tekke Hayatı ve Adaletin Manevî Yüzü

Kalpte Kurulan Devlet: Osmanlı’da Tekke Hayatı ve Adaletin Manevî Yüzü

GİRİŞ
Osmanlı sadece kaleler fethetmedi; gönüller de inşa etti. Bu gönül mimarisinin en önemli sütunlarından biri tekkelerdi. Tekkeler; ilim, irfan, ahlâk ve hizmetle yoğrulmuş; fukaraya sofra, garibe kucak, topluma nefes olmuştu. Tekkelerin kapısı herkese açıktı; ama gönlü ve hâli olgunlaşmamış kimseye yol gösterilmeden izin verilmezdi. Kadı defterlerindeki hükümler ise bu kurumun denetimle yoğrulan ciddiyetini gözler önüne serer.

1. TEKKE: MÂNEVİYATIN OCAĞI, HALKIN TERBİYE YURDU
Tekke, tasavvufun yaşandığı ve öğretildiği yerdi. Derviş burada nefsini terbiye eder, hizmetle pişer, sabırla olgunlaşırdı. Her tarikatın âdâbı, her şeyhin irşad usulü vardı. Ancak hepsinin ortak amacı; kulun, Rabbine karşı sadakatini ve halka karşı merhametini kemale erdirmekti.

Tekkelerde sabah namazı sonrası zikir, gündüz hizmet, akşam sohbet yapılır; geceler tefekkürle geçerdi. Aşevleriyle fakir doyurulur, misafirhanelerde yolcu ağırlanır, hastalara şifa, dertlilere dua sunulurdu.

2. KADILAR VE TEKKELER: MANEVİYATIN HUKUKLA BULUŞTUĞU NOKTA
Osmanlı’da tekkeler vakıf düzenine tabiydi. Her tekkenin vakfiye kuralları vardı ve bu kurallar kadı gözetiminde denetlenirdi. Kadı defterlerinde tekkelerle ilgili birçok hükme rastlanır:

Örnek Hükümler:

“Bir tekke şeyhinin vakıf malını zimmetine geçirdiği” tespit edilince görevden alınmış, yerine ehil bir zat atanmıştır.

“Bir dervişin şehir içinde halkı rahatsız edecek şekilde yüksek sesle zikretmesi” üzerine kadı, “tasavvuf edep iledir” diyerek uyarı cezası vermiştir.

“Bir tarikat erbabı, başka bir tekkeye mensup olanlara hakaret ettiği” gerekçesiyle kadı huzuruna çıkarılmış; fitne çıkaran ayrıştırıcı tavırdan dolayı tazir cezası verilmiştir.

“Bir kadının, oğlunun bir tekkeye bağlanıp evine bakmaktan uzaklaştığı” şikâyeti üzerine kadı, şeyhle görüşerek denge ve sorumluluk dersi istemiştir.

“Bir tekkede ayin sırasında meşale yakılması sonucu yangın çıktığı” ve mahalle zarar görünce, tekke görevlileri maddi sorumluluğa tabi tutulmuştur.

Bu hükümler, tekkelerin ne kadar manevî bir kurum olsa da dünyevî denetimden uzak olmadığını ve halkın huzurunun her şeyin üstünde tutulduğunu gösterir.

3. HİKMETLİ VE İBRETLİ BİR KISSA: “NEFİS DERVİŞİ”
Bir gün bir genç tekkede dervişliğe başvurur. Şeyh, bir yıl boyunca kapı eşiğini süpürmesini ister. Genç sabreder. Tam bir yıl sonra içeri alınır. Fakat ilk zikirde uyuyakalır. Şeyh şöyle der:

> “Oğul, süpürge toz alır, ama pası çıkarmaz. Nefsi süpürmek değil, silmek gerek. Sabırla hizmet ettin, şimdi sabırla nefsini dinle!”

Bu kıssa, Osmanlı tasavvufunda “hizmet ile terbiye, irfan ile denge” anlayışını gösterir.

4. BUGÜNE DERS: HAKİKİ TEKKE, NEFSİN SUSTUĞU YERDİR
Bugün “tekke” kelimesi bazı çevrelerde nostaljik ya da eleştirel bir ifadeye dönüşmüş olabilir. Oysa Osmanlı’da tekke; kibirli bir dervişin susturulduğu, fakir bir misafirin doyurulduğu, zalim bir şeyhin kadı önünde yargılandığı yerdir. İhlâsın kurumsallaştığı ve edebin kanunla denetlendiği bir düzendir.

SON SÖZ: GÖNÜL YAPMAK, DEVLET YAPMAKTIR
Tekkeler, sadece zikir yapılan yerler değil; kalp eğitiminin, toplumsal barışın ve hikmetli insan yetiştirmenin ocaklarıydı. Kadı defterleri gösteriyor ki; maneviyat da hukukla dengelenmiş, aşk da akıl ile süslenmiştir.

Ve belki de en özlü tarif şudur:
“Osmanlı’nın kaleleri dışta, tekkeleri içtedir. Dış kaleleri ordu korur, iç kaleleri edep.”

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Kalemle Kurulan Medeniyet: Osmanlı’da Medrese Hayatı ve Adaletin Kitapla Yazılan Hükümleri

Kalemle Kurulan Medeniyet: Osmanlı’da Medrese Hayatı ve Adaletin Kitapla Yazılan Hükümleri

Giriş
Osmanlı, kılıçla fetheden ama kalemle hükmeden bir medeniyetti. Bu hükümranlığın ilim kaleleri ise medreselerdi. Medrese, sadece ders yapılan bir yapı değil; fikir üreten, ahlâk inşa eden, nesil yetiştiren ve hukuk üreten bir kurumdu. Ve bu kurumun gölgesinde yetişen âlimler, sadece kitapla değil, hikmetle ve adaletle konuşurdu.

Medrese: İlmin, Ahlâkın ve Nizamın Beşiği
Osmanlı medreseleri, Selçuklu geleneğini devralarak sistemli bir ilim teşkilatı haline geldi. Sıbyan mektebinden başlayan eğitim, rüşdiye, medrese ve ihtisas düzeyine kadar uzanırdı. Kur’an, hadis, fıkıh, kelâm, mantık, tefsir, astronomi ve hatta tıp dersleri okutulurdu. Medresenin en büyük hedefi, sadece bilen değil, doğruyu ve hakkı yaşayan insan yetiştirmekti.

Medrese Sadece Bilgi Yeri Değildi, Terbiye Yurduydu
Talebe, hocasının önünde edeple oturur, sual sorarken bile önce kalbini arındırırdı. Çünkü bilgi, temiz kalpte meyve verirdi. Medreselerde kalacak yer, günlük çorba, kırtasiye masrafı, hatta bazen elbise vakıf sistemiyle karşılanırdı. İlmin bu kadar desteklenmesi, toplumun “ilimle dirileceğine” olan imanının göstergesiydi.

Kadı Defterlerinden Medreseye Dair Hükümler
Kadı defterleri, sadece ticaretin değil, ilmin de hukukunu barındırır. İşte medreselerle ilgili bazı dikkat çekici örnek hükümler:

Bir müderrisin, öğrencilerden para alarak not karşılığı icazet verdiği şikâyet edilmiş, araştırma sonucu görevden alınarak “ilmi istismar”dan ötürü uyarı verilmiştir.

Bir talebe, diğer arkadaşlarına sürekli hakaret ettiği ve sınıf düzenini bozduğu gerekçesiyle kadıya şikâyet edilmiş, nasihatle düzelmezse “medreseden uzaklaştırılma” kararı verilmiştir.

Medrese vakfının yönetiminde usulsüzlük yapan bir görevliden hesap istenmiş, yolsuzluk sabit olunca yerine emin bir kişi atanmıştır.

Bir hocanın öğrencilere dayakla ders vermesi üzerine kadı, “terbiye ile işkence karıştırılamaz” hükmüyle hocayı uyarmış; cezanın sınırlarını Kur’an ve sünnet ölçüsüyle belirlemiştir.

Bir kadın, oğlunun da medresede okumasını talep etmiş; vakıf kayıtlarında yer bulamayınca kadı, vakıf yetkililerine “eşitlik ve liyakat” ilkesiyle yeniden değerlendirme yapılmasını emretmiştir.

Bu örnekler, Osmanlı’da sadece kılı kırk yaran bir ilim değil, aynı zamanda adaletle çevrelenmiş bir eğitim sisteminin varlığını ispatlar.

Hikmetli Bir Hadise: İlimde Niyetin Tartısı
Şöyle bir kıssa aktarılır:

> “Bir gün kadı huzuruna bir müderris çıkar. Şikâyet şudur: ‘Hocamız sabah dersine geç gelir, öğleye doğru iki ders verir ve gider. Talebe dersi değil, uykusunu öğreniyor.’ Kadı müderrisi çağırır. Hoca, ‘Ben geceleri kitap yazıyor, gündüzleri uykusuz kalıyorum’ der. Kadı şöyle hüküm verir: ‘Geceleri yazdığın kitap, gündüzleri uyuttuğun nesli kurtarmaz. İlim halkın içinde yaşanırsa kalıcıdır. Ya düzenini değiştir ya da görevini!’”

Bu kıssa bize şunu gösterir: Osmanlı’da ilim, sadece bilgi değil; ahlâk, süreklilik ve toplumla paylaşım demekti. Niyet bile mahkemeye konu olabiliyordu.

Sonuç: Kalem Kılıçtan Keskinse, Medrese O Kalemin Kınıydı
Osmanlı’da medrese, sadece bireyin değil; ümmetin aklını, ruhunu ve geleceğini inşa eden kurumdu. Kadı defterlerinden anlaşılıyor ki; ilim kadar, ilmin nasıl verildiği ve yaşandığı da büyük bir hassasiyetle takip ediliyordu. Bugün medrese sistemi yok belki, ama şu ders baki:

Eğitim sadece öğretmek değil; terbiye etmektir. Adalet sadece yargılamak değil; yön göstermektir. Ve ilim sadece kitapta değil; ahlakta hayat bulur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Sünnetullah’tan Kaçış Yok: Zulüm ve Hile Kendi Sahibine Döner

Sünnetullah’tan Kaçış Yok: Zulüm ve Hile Kendi Sahibine Döner

“Yeryüzünde büyüklendiler ve kötü planlar yaptılar. Oysa kötü planlar, sahibinden başkasını kuşatmaz. Öyleyse onlar, öncekilerin sünnetinden başkasını mı bekliyorlar? Halbuki Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde asla bir sapma bulamazsın.”
(Fâtır Suresi, 43)

Tarih, zulmün ömrünün kısa olduğunu defalarca göstermiştir. Nice zalim devletler, kibirle ve hileyle yükselmiş; ama aynı hilelerin içinde boğulmuştur. Bugün İsrail’in işgal ettiği topraklarda yaşananlar, bu ilahi yasaya meydan okunamayacağının yeni bir ispatıdır.

1. Kibir Üzerine Kurulan Hükümler Yıkılmaya Mahkûmdur

İsrail, Filistin topraklarında yalnız bir işgalci değil; aynı zamanda küresel kibirin, teknolojik üstünlüğün ve siyasi despotluğun simgesidir.

Mescid-i Aksa’nın gölgesinde işlenen cinayetler,

Bebeklere ve kadınlara uzanan zulüm,

Hastaneleri bombalayacak kadar alçalan hırs…

Bu zulüm ve büyüklük taslama, Kur’an’ın ifadesiyle bir “istikbâr” (kibirli tutum)dır. Ancak bu kibir, Allah’ın değişmeyen yasaları (sünnetullah) karşısında er geç yıkılır.

2. Hile ve Tuzaklar Kendi Sahibine Döner

Ayet açıkça bildiriyor:

> “Kötü planlar sahibinden başkasını kuşatmaz.”

Siyonist rejimin propaganda savaşları, bilgi kirliliği, medya manipülasyonu, uluslararası diplomatik oyunları birer “mekr-i seyyi” (kötü plan)dir. Lakin bu tuzaklar, sonunda o tuzağı kuranları yakalayacaktır. Zira:

Zulümle abat olunmaz,

Masumun ahı yerde kalmaz,

Ve mazlumun gözyaşı arşı titretir.

3. Allah’ın Sünnetinde Değişiklik Yoktur

Ayetin en çarpıcı mesajı şudur:

> “Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik ve sapma bulamazsın.”

Firavun’un zalimliği ne kadar büyükse, denizdeki boğuluşu da o kadar ibretliydi.
Nemrud’un kibrini sivrisinek alt etti.
Ebrehe ordusu taşlarla yok oldu.

Tarih, bu örneklerle doludur. Şimdi aynı sünnetin, işgalci İsrail’in akıbeti için de çalışmakta olduğunu görmek için basiret yeterlidir.

4. Zulüm Geçici, Direniş Kalıcıdır

Bugün mazlum Filistin halkı, Hz. Musa’nın duasını, Hz. İbrahim’in teslimiyetini, Hz. Muhammed’in sabrını miras alarak direnmektedir.

Şehitler, zulme karşı feda-i can etmekte,

Anneler, “Ya Rab!” diyerek zalimin kalbini titreten dualar etmektedir,

Çocuklar taşlarla tanklara meydan okumaktadır.

Bu direnişin ruhunda, Allah’ın değişmez yasalarına olan güven yatmaktadır:

> Zulüm devam etmez, ama sabır zafere gebedir.

5. Son Söz: İbret Alan Kurtulur, Unutan Kaybeder

Bugün, İsrail ve onu destekleyenler, Allah’ın evrensel adalet yasasına (sünnetullah) kafa tutmaktadırlar. Lakin bu yasa, ne Amerikan siyasetine, ne BM kararlarına ne de diplomatik çevre oyunlarına boyun eğer. O yasa hak ile batılı ayırır, zulmün sonunu hazırlar ve ilahi adaleti tecelli ettirir.

Onlar Allah’ın sünnetine meydan okurken, biz sünnetullahın yaklaştığını görüyoruz.

> “Zulüm ile abat olanın sonu berbat olur” sözü, sadece atasözü değil; Kur’an’ın dilinde değişmeyen bir kanundur.

Dua ve Umutla Bitirelim:

Allah’ım!
Zulme rıza gösterenleri rezil eyle.
Zulme karşı direnenlere sabır, izzet ve zafer ver.
Mazlumların gözyaşını rahmet, zalimlerin planlarını felaket eyle.
Ve bizleri bu büyük imtihanda, safını doğru belirleyen kullarından eyle. Âmin.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Hz. Musa ile Hz. Yusuf’un hayatlarının simetrik olarak anlatımı…

Hz. Musa ile Hz. Yusuf’un hayatlarının simetrik olarak anlatımı…

1. Başlangıç: Aileden Koparılma

Hz. Yusuf: Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atıldı; babasından zorla ayrıldı.

Hz. Musa: Doğar doğmaz annesi tarafından sepete konup nehre bırakıldı; annesinden zorla ayrıldı.

Simetri: İkisi de çocuk yaşta ailelerinden ayrıldı, ilahi bir planla farklı yerlere ulaştırıldılar.

2. Yeni Ortam: Saray Hayatı

Hz. Yusuf: Mısır’da vezirin (Aziz’in) evinde büyüdü, sonra zindana atıldı.

Hz. Musa: Doğrudan Firavun’un sarayında büyüdü, sonra Medyen’e kaçtı.

Simetri: İkisi de Mısır’ın sarayında yetişti, ama sonrasında biri hapse, diğeri sürgüne gitti.

3. Zorluk ve İmtihan

Hz. Yusuf: İffet imtihanı, zindan yılları, haksız yere mahkumiyet.

Hz. Musa: Kavmini korumaya çalışırken istemeden adam öldürmesi ve kaçışı.

Simetri: İkisi de büyük bir musibetle genç yaşta yüzleşti ve bu onları ilahi bir göreve hazırladı.

4. Yükseliş

Hz. Yusuf: Rüyaları yorumladı, kıtlık zamanında Mısır’ın hazinelerini yönetti.

Hz. Musa: Peygamber olarak gönderildi, Firavun’a karşı çıktı, İsrailoğullarını kurtardı.

Simetri: İkisi de birer devlet adamı ve peygamber oldular. Her ikisi de toplumun yönetiminde yer aldı.

5. Kardeşlik Sınavı

Hz. Yusuf: Kardeşlerini affetti, onları Mısır’a aldı.

Hz. Musa: Kardeşi Harun’a liderlik verdi, onu destekledi.

Simetri: Kardeşlik bağları her iki kıssada da önemli yer tutar. Yusuf, kardeşlerinden zulüm görüp affetti; Musa, kardeşiyle birlikte yürüdü.

6. İlahi Takdir ve Sabır

Hz. Yusuf: “Gerçekten Rabbim, dilediğine lütufta bulunur.” (Yusuf, 100)

Hz. Musa: “Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.” (Şuarâ, 62)

Simetri: İkisi de zorluklarda sabırla Allah’a dayandı ve sonunda Allah’ın yardımıyla başarıya ulaştı.

Farklılıklar Üzerine Kısa Not:

Yusuf’un hayatı: Sabır, iffet ve affediciliği öne çıkarır.

Musa’nın hayatı: Cesaret, mücadele ve toplumsal liderlik vurgulanır.

Yusuf tek başına bir fert olarak imtihanları aştı, Musa ise kavmiyle birlikte çetin sınavlardan geçti.

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Allah peygamberleri neden farklı yönlere ve çözüm yollarına sevk eder?

Allah peygamberleri neden farklı yönlere ve çözüm yollarına sevk eder?”

Cevap, ilahi hikmetin çeşitliliğinde, insanlık tarihinin çeşitliliğinde ve imtihanın boyutlarında saklıdır. İşte bu soruya hikmetli bir açıklama:

1. Toplumların Farklılığı, Çözümleri de Farklılaştırır

Her peygamber, farklı zamanlara, farklı kavimlere ve farklı zihniyetlere gönderilmiştir.

Hz. İbrahim, putperest bir toplumla mücadele etti.

Hz. Musa, despot Firavun’a ve esir bir millete gönderildi.

Hz. Yusuf, siyasi entrikaların döndüğü bir saray ortamında yaşadı.

Hz. İsa, ruhban sınıfının yozlaştığı bir çağda geldi.

Hz. Muhammed ise çoktanrıcılığın, kabile asabiyetinin hâkim olduğu bir döneme gönderildi.

Her toplumun hastalığı farklı olduğundan, şifa reçetesi de farklı verilmiştir. Doktor, her hastaya aynı ilacı vermez; hikmetli bir Rabb ise her kavme aynı mücadele tarzını emretmez.

2. İmtihanın ve Tevhid Mücadelesinin Renkli Yüzleri

Allah’ın her peygambere farklı çözüm yolları göstermesi, insanlığa tek tip değil, çok boyutlu ibretler sunmak içindir.

Yusuf sabırla ve sessizce bir kıyam örneğidir.

Musa, zulme karşı aktif direnişin ve cesaretin rehberidir.

Nuh, yılmadan tebliğ eden bir davetçinin simgesidir.

İbrahim, tek başına ümmet olmanın örneğidir.

Böylece insanlık her dönemde kendi hâline en yakın peygamberden ders çıkarabilir.

3. İlahi Sanatın Tezahürü: Tek Hakikat, Farklı Aynalar

Tıpkı gökyüzünün tek olmasına rağmen su birikintilerinde, camlarda, denizlerde farklı şekillerde yansıması gibi, tevhid hakikati de peygamberlerde farklı farklı yansımıştır.

Allah, Kur’an’da buyurur:

> “İşte bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık…” (Bakara, 253)

Bu farklılıklar, eksiklik değil; tamamlayıcılık ve zenginliktir. Her biri Allah’ın bir isminin ayrı bir yansıması gibidir:

Yusuf’ta “el-Latif” (ince hikmet)

Musa’da “el-Kahhar” (kahredici kudret)

İsa’da “er-Rahim” (şefkat ve merhamet)

Muhammed’de ise hepsinin cem’i (toplanması) vardır.

4. Ümmetlere ve Bireylere Örnek Model Sunmak İçin

İnsanlar farklı karakterde yaratıldıkları için, Allah her peygamberle farklı karakterlere de örneklik eder:

Sabırlı bir insan Hz. Eyyub’dan ilham alır,

Aklı ön planda tutanlar Hz. İbrahim’in delilleriyle ikna olur,

Haksızlık karşısında dik duranlar Hz. Musa’yı rehber bilir.

Allah, her mizaca, her kişiliğe bir model sunar ki; hiç kimse “Benim örnek alacağım kimse yoktu” diyemesin.

Sonuç olarak:
Allah’ın peygamberleri farklı yönlere sevk etmesi, imtihanın, rahmetin, hikmetin ve insan fıtratının çeşitliliğiyle doğrudan ilgilidir. Tek bir yol değil, hakikatin birçok aynası gösterilir ki; herkes kendi kalbine en uygun yolu bulsun.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

I. Peygamberlerin Ortak İmtihanları

  1. Peygamberlerin Ortak İmtihanları

    1. Tebliğ Görevi ve Muhalefetle Karşılaşmaları

    Tüm peygamberler, Rablerinden aldıkları mesajı toplumlarına iletmekle görevlendirilmişlerdir. Ancak bu tebliğ, neredeyse hiçbir zaman kolay olmamıştır.

    Her biri yalancı, deli, sihirbaz ya da şair olmakla suçlanmıştır.

    Halkın çoğu onları reddetmiş, inkar etmiş ve alay etmiştir.

    > Ortak imtihan: Hakikatı söylemekle yükümlü olup halkın çoğunluğunun karşı çıkışına sabretmek.

    2. Sabır, Direniş ve Kararlılık Sınavı

    Peygamberlerin yolu dikenlidir. Hepsi zorluklarla, baskılarla ve tehditlerle karşı karşıya kalmıştır.

    Hz. Nuh 950 yıl sabırla tebliğ etti.

    Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zalimin karşısına dikildi.

    Hz. Muhammed, taşlandı, boykota uğradı, hicret etmek zorunda kaldı.

    > Ortak imtihan: Zorluklara rağmen yılmadan devam etmek ve sabrın zirvesini göstermek.

    3. Ahlâkî Mükemmellik ve Günahsızlık

    Peygamberler masumdur. Halkın karşısında örnek bir ahlâk sergilemek zorundadırlar.

    Onlar yalan söylemez, emanete hıyanet etmez, adaletten sapmaz.

    İmtihanları, her hâlükârda dürüstlük ve istikamet üzere yaşamaktır.

    > Ortak imtihan: Söz ve fiilde mutlak doğruluğu temsil etmek.

    4. Kendi Ailelerinden Gelen Sınavlar

    Birçok peygamber, en yakınlarından imtihan olmuştur.

    Hz. Nuh’un oğlu ona iman etmemiştir.

    Hz. İbrahim’in babası putperesttir.

    Hz. Lut’un hanımı helâk olanlar arasındadır.

    > Ortak imtihan: En yakınlarının inkârı karşısında teslimiyet ve Allah’a güven.

    II. Peygamberlerin Farklılaştığı İmtihan Alanları

    1. Toplumların Yapısı ve Sorunları

    Her peygamber farklı bir sosyo-kültürel yapıya gönderilmiştir:

    Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda hile yapan topluma.

    Hz. İsa, ruhban sınıfının yozlaştığı bir kavme.

    Hz. Muhammed, kabile asabiyetinin ve çoktanrıcılığın hâkim olduğu bir topluma.

    > Farklılık: Her peygamber, yaşadığı dönemin hastalıklarına uygun bir mesajla görevlendirilmiştir.

    2. Mucizeler ve İlahi Müdahaleler

    Allah, her peygambere farklı mucizeler vermiştir:

    Hz. Musa’ya asâsı ve eli,

    Hz. İsa’ya ölüleri diriltme,

    Hz. Salih’e deveden mucize,

    Hz. Muhammed’e Kur’an-ı Kerim.

    > Farklılık: Mucizeler, toplumların akıl ve anlayış seviyesine göre verilmiştir.

    3. Görev Süreleri ve Tebliğ Yolları

    Hz. Nuh asırlarca görev yapmışken, bazı peygamberler kısa ömürlü görevlerle gönderilmiştir.

    Bazıları krallar önünde mücadele verirken, bazıları halk tabakasıyla muhatap olmuştur.

    > Farklılık: Süre, zorluk ve mücadele yöntemi her peygamberde farklıdır.

    4. Toplumsal Sonuçlar

    Hz. Yunus’un kavmi topluca iman etmiştir.

    Hz. Lut’un kavmi helâk olmuştur.

    Hz. Muhammed’in tebliği tüm insanlığa ve kıyamete kadar geçerli kılınmıştır.

    > Farklılık: Neticeler ve ümmetlerinin akıbetleri değişkendir.

    Sonuç: Hikmetin Tezahürü

    Allah Teâlâ her peygamberi farklı şartlarda, farklı milletlere, farklı hikmetlerle göndermiştir.
    Ama hepsinin ortak yönü şudur:
    Allah’a kul olmayı, hakikati söylemeyi ve sabrı temsil etmeleri.

    Kur’an’da buyurulur:

    > “İşte onların kıssalarında, akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yusuf, 111)

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Tekrarın Hikmeti: Kur’ân’daki Tekrarlar Bir Kusur mu, Yoksa Kudsi Bir Sanat mı?

Tekrarın Hikmeti: Kur’ân’daki Tekrarlar Bir Kusur mu, Yoksa Kudsi Bir Sanat mı?

Kur’ân-ı Kerîm, beşerî kitaplar gibi okunup geçilecek bir metin değil, her kelimesinde bir kasıt, her tekrarında bir hikmet barındıran mucizevi bir kelâmdır. Kur’an’ı hakkıyla anlayabilmek için onun hem lafzî hem de mânevî derinliklerine inmek gerekir. Bu açıdan, Kur’ân’daki tekrarlar, bazı zihinlerde “neden aynı olaylar, ifadeler, kıssalar tekrar tekrar geçiyor?” sorusunu doğurabilir. Oysa bu tekrarlar bir eksiklik değil, Kur’an’ın eğitimci, hatırlatıcı ve tefekkür ettirici yönünün bir yansımasıdır.

1. Tekrar, İnsanın Unutkanlığına İlâhî Bir Cevaptır

İnsan unutur. Öğrenir ama unutur. Unutur ama hatırlatıldığında toparlanır. Kur’an, insana hitap eden bir kitap olduğundan, tekrarlar yoluyla zihni diri tutar.

“Ve zekkir fe inne’z-zikrâ tenfeu’l-mu’minîn” (Zâriyât, 55): “Hatırlat! Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.”

Bu ilâhî emir, tekrarın pedagojik bir zorunluluk olduğunu gösterir.

Kur’an, bir eğitim metodudur. Eğitimde ise tekrar; unutmayı engeller, zihne işler, kalpte kök salar.

2. Aynı Kıssaların Farklı Sûrelerde Tekrarı, Farklı Yönleri Açığa Çıkarır

Örneğin:

Hz. Mûsâ kıssası: A’râf, Tâhâ, Kasas, Şuarâ ve daha birçok sûrede geçer.

Her sûrede başka bir yönüyle: Tebliğdeki cesareti, Firavun’a karşı mücadelesi, halkının inadı, mucizeler, duâları…

Bu tekrar değil, tamamlamadır. Aynı kıssanın farklı perspektiflerle sunulması, tarihten ibret alma, psikolojik derinlik kazanma ve hikmetle meseleleri kavrama imkânı sağlar.

3. Tekrarlar, Vahyin Şartlarına Uygun İndirilmiştir

Kur’an, bir kitap gibi bir defada değil; parça parça, olaylara ve durumlara göre indirilmiştir. Bu yüzden bazı ayetler veya kıssalar, farklı zamanlarda, farklı muhataplara tekrar edilmiştir.

Hz. Peygamber’in karşılaştığı müşrik inadı, münafık tuzakları, savaşlar ve toplumsal olaylara göre tekrar edilen mesajlar, o günkü ruh haline en uygun ifadelerle inmiştir.

Bu cihetle tekrar, bir tekrar değil, yeniden bir hatırlatma ve yaşanılan ana özel bir cevap hâlini almıştır.

4. Kalpleri Cilalayan Zikir Tekniği

Kur’an’ın bir ismi de Zikr’dir. Zikir, kalbi uyanık tutmak için tekrar edilen ifadelerdir. Kur’an’daki tekrarlar bu anlamda bir kalp eğitimidir.

“Er-Rahmân” ismi 114 sûrede 170’ten fazla tekrar edilir. Bu tekrarlar, Allah’ın rahmetinin evrensel hâkimiyetini sürekli zihinlerde tutar.

“Veyl o yalanlayanlara!” gibi uyarı cümleleri, kalpleri titreten darbeler gibi Kur’an boyunca yankılanır.

Bu tekrarlar, kuru bilgi değil; ruhu işleyen mesajlardır.

5. Kur’ân’da Tekrar, Sanatın Bir Biçimidir

Kur’an, aynı zamanda edebî bir mucizedir. Tekrarlar, Arap edebiyatında “tasrî” ve “iltifât” gibi belâgat sanatları çerçevesinde de değerlendirilir.

Aynı ifadenin farklı makam ve muhataplarla yeniden sunulması, anlam derinliği ve estetik zenginlik oluşturur.

Mesela, “Febi-eyyi âlâ-i rabbikumâ tukezzibân?” (Rahmân Sûresi) ayeti tam 31 kez tekrar edilir. Bu tekrar:

Hem bir uyarı,

Hem bir hatırlatma,

Hem de sanatsal bir ritm oluşturur.

6. Her Tekrar Aynı Değildir: Bağlam ve Tonlama Değişir

Yüzeyde aynı gibi görünen ayetler, çoğu zaman bağlam, tonlama, muhatap ve maksat açısından farklıdır.

“Yûsuf kıssası” sadece Yusuf Sûresi’nde detaylı geçer, fakat başka sûrelerde ona atıfla verilen mesajlar tamamen farklıdır.

Aynı cümle, bir yerde merhameti hatırlatırken; başka bir yerde azabı haber verir.

Bu da gösterir ki Kur’an’da “lafzen tekrar” olsa da, “manen tekerrür” yoktur. Her biri yeni bir hikmet penceresi açar.

7. Tekrarlar, Hedefi Vurmak İçin Atılan Kur’anî Oklar Gibidir

> Özetle:Kur’ân, bir zikir ve davettir; zikirde tekrar, tesir için şarttır. Kur’ân, bir duâdır, münâcâttır; duâda tekrar, samimiyetin göstergesidir. Kur’ân, bir tebliğdir, hakikati ilan eder; tebliğde tekrar, gayretin ve ciddiyetin alâmetidir.
(Bak. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/asa-yi-musa/onuncu-mesele-emirdag-cicegi/55
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Tekrarat )

Böylece tekrar, yalnızca lafzî değil; ruhî bir ihtiyaçtır.

Sonuç: Tekrar, Kur’an’ın Kusuru Değil; Kudretli Bir Hikmetin Tezahürüdür

Kur’an’da tekrar, ne bir eksikliktir, ne bir tekrar hatasıdır. O, eğitimdeki sabrı, tebliğdeki ısrarı, zikirdeki tesiri, kıssadaki derinliği, lafızdaki ahengi gösteren bir mucizevî özelliktir.

Beşer, unuttuğu için tekrar eder. Allah ise kulları unutmasın, düşünmeyi bırakmasın diye tekrar eder. Bu da gösteriyor ki, Kur’an’ın her tekrarında ayrı bir ses, ayrı bir nefes ve ayrı bir ders vardır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Kur’an’da İlâhî Ahenk: Sureler Arasındaki Tenasüb ve Hikmet

Kur’an’da İlâhî Ahenk: Sureler Arasındaki Tenasüb ve Hikmet

Kur’ân-ı Kerîm, lafzı ve manasıyla bir mucizedir. Sadece ayetleri değil, sureleri arasında da ince bir uyum, derin bir ilişki ve hikmetli bir bütünlük vardır. Bu bütünlük, Kur’an’ın rastgele bir kitap olmadığını; her bir sûrenin diğeriyle bir bağ kurduğunu, bir soruya cevap olduğunu, bir konunun devamı veya açıklayıcısı olduğunu gösterir. Bu durum “tenâsübü’s-süver” yani sûreler arası uyum olarak ifade edilir.

1. Surelerin Dizilişi: İlâhî Bir Tertip

Kur’an’daki surelerin sıralanışı tarihsel ya da konu başlıklarına göre değildir. Fakat bu sıralamada hikmetli bir denge gözetilmiştir. Mesela, Fâtiha Sûresi, Kur’an’ın özeti hükmündedir ve ardından gelen Bakara Sûresi onun bir açıklaması gibidir. Fâtiha’da “Bize doğru yolu göster” duası edilir, Bakara’da ise “O kitap, müttakiler için rehberdir” ifadesiyle bu duaya cevap verilir. Bu, sadece iki sûre arasındaki tenasüb değil, Kur’an’ın bir bütün halinde “cevap veren” bir kitap olduğunun da göstergesidir.

2. Zıtlık ve Tamamlayıcılık

Bazı sûreler birbiriyle zıtlık ilişkisi kurar, fakat bu zıtlık bile bir bütünlük sağlar. Örneğin, Kevser Sûresi Allah’ın lütuflarını anlatırken, ardından gelen Kâfirûn Sûresi, inanç ayrılığını kesin çizgilerle belirler. Lütuf ve tefrik yan yana getirilerek tevhidin hem rahmet hem de izzet yönü gösterilir.

Benzer şekilde, Mülk Sûresi Allah’ın yaratma ve hükmetme sıfatını işlerken, Kalem Sûresi hemen arkasından ahlâkî ölçüleri ve peygamber ahlâkını anlatır. Yani hüküm ve hikmet beraber zikredilir.

3. Geçişler: Konudan Konuya Değil, Derinlikten Derinliğe

Kur’an’da bir sûrenin sonunda yer alan tema, bazen sonraki sûrenin başında yeni bir boyut kazanır. Örneğin, Şems Sûresi nefsi arındırmayı işlerken, ardından gelen Leyl Sûresi bu ahlaki temizliğin sonuçlarını anlatır. Bu geçişler sathi değil, derinlik kazandırıcıdır. Yüzeyde farklı konular gibi görünse de, özde aynı hakikatin farklı tezahürleridir.

4. Surelerin Birbirine Açıklık Getirmesi

Bir sûrede değinilen kısa bir kıssa, başka bir sûrede tafsilatlı şekilde ele alınır. Hz. Mûsâ’nın hayatı neredeyse Kur’an’ın tamamına yayılmıştır. A’râf, Tâhâ, Kasas ve Şuarâ sûreleri, bu kıssayı farklı yönlerden işler. Her bir sûre, diğerinin eksik bıraktığı değil, tamamlayıcısıdır. Bu, Kur’an’ın öğretici metodunun bir parçasıdır: Parça parça vererek düşünmeye, kıyaslamaya ve hazmetmeye sevk eder.

5. Hikmetli Bir Davet ve Terbiye Metodu

Sureler arası uyum, bir eğitim metodudur aynı zamanda. Kur’an bir müfredat gibidir. Önce kalbi hazırlar, sonra aklı ikna eder, sonra amele teşvik eder. Mesela önce iman (İhlâs), sonra amel (Asr), sonra sonuç (Tekâsür) anlatılır. Bu, sadece bir kitap değil, bir terbiye sistemidir.

Sonuç: Tenasüb Bir Tesadüf Değil, Tevhidin Tezahürüdür

Kur’an’daki sûreler arası tenasüb, bir sanatkârın eserinde görülen simetri gibidir. “Kur’an, kelâm sıfatından gelen bir sonsuz hikmet hazinesidir.” Bu hazinede hiçbir şey tesadüfî değildir. Her sûre, bir diğerine ayna tutar. Bir konu biterken diğeri başlar, ama bu bitiş yeni bir başlangıcın perdesidir.

Kur’an’ın bu iç içe geçmişliği, sadece metin düzeniyle sınırlı değildir. O, bir ömür boyunca okunsa da her defasında yeni bir ilişki, yeni bir anlam kapısı aralanır. Bu da bize Kur’an’ın diri bir kitap, yaşayan bir rehber olduğunu bir kez daha gösterir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Kur’ân’da Sureler Arası Kudsi Diyalog: Kıssalarla Kurulan İlâhî Bütünlük

Kur’ân’da Sureler Arası Kudsi Diyalog: Kıssalarla Kurulan İlâhî Bütünlük

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ayetler bütünü değil; aynı zamanda sûreler arasında derin bağlantılarla örülmüş bir ilâhî örgüdür. Her sûrenin diğeriyle ya bir tamamlayıcılık, ya bir açıklayıcılık, ya da bir derinlik kazandırıcılık ilişkisi vardır. Bu açıdan, özellikle peygamber kıssaları, sûreler arası bu tenasübün (uyumun) en çarpıcı ve ibretli örneklerini sunar.

1. Hz. Mûsâ Kıssası: Kur’an’ın Ana Damarı

Hz. Mûsâ’nın kıssası, tam 34 sûrede farklı yönleriyle geçer. Bu kadar yaygın anlatılması, hem zamanlar üstü bir mesaj taşıdığına hem de sûreler arası ilişkilere dikkat çektiğine işarettir.

Bakara Sûresi: Mûsâ kavminin inatçılığı ve inkârı vurgulanır.

A’râf Sûresi: Detaylı bir tarihî akış içinde Firavun’la olan mücadelesi anlatılır.

Tâhâ Sûresi: Kıssa, daha çok tebliğ psikolojisi ve peygamberin sabrı açısından derinlik kazanır.

Kasas Sûresi: Mûsâ’nın gençlik dönemi, Medyen’deki yılları ve Firavun sarayına giriş süreci anlatılır. Bu yönüyle biyografik bütünlük sağlanır.

Şuarâ Sûresi: Mûsâ’nın diliyle yapılmış etkileyici bir hitabet ve meydan okuma tarzı öne çıkar.

Tarihî ve Hikmetli Bağlantı: Bu çok yönlü anlatımlar sayesinde, sadece Mûsâ’nın hayatı değil, zalimlere karşı direniş, ilâhî adaletin tecellisi ve peygamberin görev sorumluluğu gibi temalar da katmanlı olarak işlenir. Her sûre, diğer sûrede eksik gibi görünen bir boşluğu doldurur.

2. Hz. İbrâhim Kıssası: Tevhid Mücadelesinin Yüzü

Hz. İbrâhim’in kıssası, birçok sûrede geçmesine rağmen özellikle şu sûrelerde bir bütünlük arz eder:

Bakara: Kâbe’nin inşası ve tevhid duası.

En’âm: Putlarla mücadelesi ve yıldızlara bakan tefekkür sahnesi.

Meryem: Babasıyla olan diyalog ve müşfik tebliği.

Saffât: Oğlunu kurban etme sahnesi, teslimiyetin zirvesi.

İzah ve Tamamlama: En’âm’daki tefekkür, Meryem’deki içli hitapla, Saffât’taki teslimiyet ise Bakara’daki ümmet kuruculuğuyla anlam kazanır. Her sûre, Hz. İbrâhim’in farklı bir yönünü tamamlar: Akıl, kalp, amel ve ailevi yön.

3. Hz. Nûh Kıssası: Sabır, Tebliğ ve Helâk Uyarısı

Hûd Sûresi: Toplumsal isyan ve Nûh’un direnişi anlatılır.

Nûh Sûresi: Nûh’un uzun tebliğ hayatı ve ümmetine karşı yakarışı detaylandırılır.

Şuarâ Sûresi: Peygamberlerin ortak mesajları içinde Nûh’un sözlü tebliği yer alır.

Düşündürücü Boyut: Her anlatım, farklı bir zaman ve muhataba hitap eder gibidir. Nûh’un 950 yıllık sabrı, farklı sûrelerde dini tebliğde yılmamanın ve Allah’ın takdirine teslim olmanın derslerini sunar. Hûd’da toplumun sosyal yapısı, Nûh’ta bireysel yakarış, Şuarâ’da evrensel mesaj öne çıkar.

4. Hz. Yusuf Kıssası: Bir Sûreyle Yetinen Kıssa, Ama Diğerleriyle Anlam Kazanan Tema

Yûsuf Sûresi: Bu sûre baştan sona tek bir kıssayı anlatan nadir sûredir.

Fakat Enbiyâ, Gâfir gibi sûrelerde geçen kısa atıflar, Yusuf’un sabrını, iffeti ve Allah’a güvenini hatırlatır.

Kur’anî Strateji: Ana kıssa bir sûrede toplanmış ama başka sûrelerdeki atıflarla “evrenselleştirilmiştir.” Bu, kıssanın tarihî bir anlatım değil, ahlâkî bir sembol olduğunu gösterir.

5. Kıssalar Arası Tenasübün Düşündürücü Yönü

Peygamber kıssalarının farklı sûrelerde farklı yönleriyle anlatılması, yalnızca tarihî veya estetik bir tercihten ibaret değildir. Bu çok yönlülük:

Her nesle farklı bir pencere açar.

Aynı kıssayı tekrar değil, tefekkür vesilesi yapar.

“Ders almayanlar için tekrar” olur, “düşünenler için yeni bir bakış” sunar.

Kur’an’da Kıssalarla Kurulan İlâhî Diyalog

Kur’an kıssaları “bir bütün” olarak okunmadığında, hikmetin derinliği kaçırılır. Kur’an kıssaları “ibret aynası”dır. Her biri sûreler içinde parça gibi görünse de, aslında bir ilmî haritanın bütünleyici unsurlarıdır.

Tıpkı bir duvarın taşları gibi, her sûre bir tuğla gibidir. Ancak bütün duvar örüldüğünde, kıssaların anlamı tam olarak ortaya çıkar. Bu da Kur’an’ın sadece okunacak değil, yaşanacak ve düşünülecek bir kitap olduğunu gösterir.

Sonuç: Sureler Arası Tenasüb, İlâhî Bir Mimari Sanatıdır

Kur’an, kelimeleriyle olduğu kadar yapısıyla da mucizedir. Sûrelerin birbiriyle bağlantısı, kıssaların parçalı ama bir bütün olarak işlenişi, bu mucizenin içten içe işleyen yönüdür. Her sûre, diğerini açıklayan, tamamlayan veya ona farklı bir ışık tutan parçadır.

Bu da bize gösterir ki: Kur’an sadece sözle değil, düzeniyle de ilâhîdir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Suların Taşıyamadığı Yük: Kanunî, Zenbilli Ali Efendi ve Batı’ya Açılan Kapı

Suların Taşıyamadığı Yük: Kanunî, Zenbilli Ali Efendi ve Batı’ya Açılan Kapı

Osmanlı padişahlarının en ihtişamlısı olarak bilinen Sultan Süleyman Han, sadece askerî zaferleriyle değil, medeniyet inşasıyla da tarih sahnesinde derin izler bırakmıştır. Kanunî sıfatını alması, adalete verdiği önemin bir işaretiydi. Ancak ne gariptir ki, onun zamanında içeri sızan bir başka “kanun”, yani Batı’dan ithal edilen akılcı fakat ruhsuz yasalar, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin ifadesine göre, İstanbul’a görünmeyen bir “pislik” olarak sirayet etmişti.

Ali Efendi’nin meşhur sözü şöyledir:

> “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Bu cümle, zahiren sert ve ağırdır. Fakat içinde derin bir hikmet barındırır. Zira burada, görünüşte hayırlı ve hizmet gibi görünen bir eylem — kırk çeşme sularını getirmek — bir başka gözle eleştirilmekte ve manevî bir tahribatın altı çizilmektedir. Peki nedir bu sözün arkasındaki derinlik?

Batı’dan Gelen “Kanun”: Suret mi, Hakikat mi?

Kanunî döneminde Osmanlı, Avrupa ile olan münasebetlerinde artık savunmadan çok etkileşim dönemine girmiştir. Hukukta, eğitimde ve sanatta Batı’ya göz kırpma başlamış; “akılcı” düzenlemeler, İslamî hükümlerin yerine geçmeye başlamıştır. Ali Efendi’nin eleştirisi, bir şeriat âlimi olarak bu “hikmetsiz” ve “meşru temelden kopuk” düzenlemelerin ilerde meydana getireceği fitneye karşı bir uyarıdır.

Zira o biliyordu ki, bir milletin kanunları sadece ceza ve müeyyide değildir; o milletin ruhunu, ahlâkını, kıblesini şekillendirir. Ve batıdan alınan kanun, batının balığını da beraberinde getirir. Bu balık, tuzağıyla birlikte gelir; oltadaki yem, medeniyet gibi görünür, fakat ardında bağımlılık, zihin işgali ve kimlik erozyonu vardır.

Balıkçılık Mecazı: Oltadaki Yem ve Büyük Yutkunma

Balıkçılık, bu çerçevede mühim bir mecazdır. Batı, Osmanlı’ya sadece balık vermemiştir; balık tutmayı da öğretmiş ama kendi oltasıyla, kendi kurallarıyla. Şark’ın irfanı, kendi sahilinde sabırla rızık bekleyen bir derviş iken, Batı’nın denizlerinde hırsla, rekabetle ve benlikle balık avlamaya koşulmuştur.

Sonuç: kendi denizinde yabancı, yabancı denizlerde kayıp bir balıkçıya dönüştük. Avcı olduk derken avlandık. Yem olduk, oltayı tutan ellerin kim olduğunu bile göremez olduk.

Bugüne Yansıması: Batılılaşma, Kimliksizlik ve Ruhsuz Medeniyet

Ali Efendi’nin uyarısının üzerinden beş yüz yıl geçti. Ve gerçekten de, o görünmeyen pislik temizlenemedi. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve modern dönem boyunca “batıya açılma” adı altında yapılan her hamle, biraz daha kimlik kaybı ve taklit ile sonuçlandı. Şehirler büyüdü, kalabalıklaştı ama insan küçüldü. Sular aktı, yollar yapıldı ama ruh kurudu. Kanunlar çoğaldı, mahkemeler kuruldu ama adalet yerini bulamadı.

Bugün dahi, hukuk fakültelerimizde Roma Hukuku okutulmakta; genç beyinler, kendi kadim fıkıh sistemlerini değil, Fransız modeliyle yoğrulmaktadır. Sonuç: vicdan yerine prosedür, merhamet yerine şekilcilik hâkim.

Sonuç: Hakk’a Dayanmayan Hiçbir Kanun, İnsanı Kurtaramaz

Zenbilli Ali Efendi’nin o çarpıcı sözü, bize bir gerçeği haykırır: Şeriatın, yani Allah’ın hükmünün dışında aranan her nizam, her sistem, her çözüm, sonunda insanı ifsad eder. Sultan Süleyman’ın getirdiği kırk çeşme suyu, bir şehri arındırabilir ama bir milleti arındırmak için “kaynağın” temiz olması gerekir. Kaynak batıdan değil, vahiyden akmalıdır.

Ve bugün dahi, bu necaseti temizlemenin yolu, tekrar aslımıza dönmek; kendi kaynağımızdan, yani Kur’ân ve Sünnet pınarlarından su içmektir. Yoksa, modern çağın ne kadar “temiz” suyu akarsa aksın, batının “kanun” pisliği içimize sızmışsa, hiçbir çeşme bizi temizleyemez.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Babalar Kaybolunca: Avrupalı Kadınlar Neyi Arıyor?

Babalar Kaybolunca: Avrupalı Kadınlar Neyi Arıyor?

Bir medeniyetin çöküşü, savaşla değil, aile ile başlar. Aile çöktüğünde toplum, toplum çöktüğünde insan yalnız kalır. İşte modern Batı’nın kadınları, bu yalnızlığın içinde neyi aradıklarının bile farkında olmadan “baba”yı arıyorlar. Kaybolan sadece biyolojik bir baba değil; otoriteyi, koruyuculuğu, değerleri temsil eden “baba” figürüdür.

Modernleşmenin Bedeli: Babanın İntiharı

Avrupa, Aydınlanma Çağı ile birlikte Tanrı’yı göğe gönderdi; ardından baba otoritesini evden kovdu. Freud, baba figürünü psikanaliz masasına yatırdı; feminizm, ataerkil düzeni yıkarak “baba”yı suçlu ilan etti. Neticede, kadının karşısında artık yol gösteren, koruyan ve kimlik inşa eden bir baba değil; ya çekilmiş bir gölge ya da bir istismar faili kaldı.

Ve şimdi, o büyük özgürlük çığlıkları arasında büyüyen Avrupalı kadınlar, iç dünyalarının derinliklerinde bir boşlukla karşı karşıya: “Kime sığınacağım? Kim beni sevecek ama satın almayacak? Kim beni özgürleştirecek ama terk etmeyecek?”

“Baba” Ne Demektir?

Baba, İslam medeniyetinde sadece bir geçim kaynağı değil, bir istikamet işaretidir. Kur’ân’da Hz. İbrahim’in duasında, Hz. Yakup’un oğullarına öğüdünde, Hz. Lokman’ın evladına vasiyetinde hep bir “baba” hikmeti vardır. Baba, çocuğuna sadece ekmek değil, hedef verir; sadece ev değil, yön tayin eder. Kadın için ise baba, değerini hissettiren, sınır çizen, himaye eden ilk şahsiyettir.

Baba giderse ne olur?

Kadın kendini değerli hissetmez, çünkü değeri ilk kez babasından duymamıştır. Bu defa sevgiyi sokakta, şefkati internette, kimliği ise ideolojide arar.

Batı’da Kadın Kimliksizleşti, Çünkü Baba Yok

Avrupa kadını, geçmişte kilisenin baskısından kurtulmak isterken, sonrasında “serbest piyasanın metası” oldu. Bugün bir reklam afişinde bir kadının bedeni, bir ürünün tanıtım malzemesi olabilir. Kadın, özgürleştiğini sanarken, belki de tarihin en büyük sömürüsüne uğradı: Ne baba kaldı, ne eş, ne evlat…

Sonuç? Şiddet, depresyon, yalnızlık, evliliğe yabancılaşma, annelikten uzaklaşma.

Bugün Avrupa’da evlilik yaşı 30’ları aşmış, doğum oranı çöküşe geçmiş, tek ebeveynli aileler çoğunluk haline gelmiştir. Kadın özgürleşti ama yalnızlaştı. Çünkü aradığı “otorite” değil “otoritenin rahmeti” idi. Onu da yalnızca gerçek bir baba verebilirdi.

Mültecide Baba Arayan Avrupa Kadını

Günümüzde ilginç bir toplumsal kırılma yaşanıyor: Avrupalı birçok kadın, göçmen ve mülteci Müslüman erkeklerle evleniyor. Sosyologlar bunun ardında “sert erkek” arayışını, “otorite ve sorumluluk sahibi erkek” ihtiyacını görüyorlar. Zira batılı erkek, artık ne bir baba ne de bir eş olma sorumluluğunu taşıyor. Kadın ise ilahi bir sevk duygusu olarak sığınılacak bir “gölge” arıyor. Bu gölgeyi bazen İslam kültüründen gelen bir erkekte bulabiliyor.

Bu tablo, modernitenin maskesini düşürmektedir. Çünkü kadının kalbi, kendisini özgürleştirecek olanın “sınırsız özgürlük” değil, “şefkatli sınır” olduğunu fark etmiştir.

İslam’ın Babanın Yerini İnşa Eden Medeniyeti

İslam toplumu, aileyi “rahmet merkezli” bir yapı olarak kurar. Baba, Allah’ın “Kavvam” (koruyucu, ayakta tutucu) isminin tecelligâhıdır. Bu görev bir tahakküm değil, bir emanet ve mesuliyettir. Otoriteyi sevgiyle yoğuran, varlığıyla huzur, adaletiyle denge kuran bir yapı…

Bu yüzden İslam toplumunda kadın, özgürlüğünü babasının gölgesinde hissederdi. O gölge onu örtmezdi sadece; aynı zamanda değerli kılardı. Bugün Avrupa’nın “özgürlük” diye sattığı şey, İslam’da “emanet” ve “itibar” olarak vardı.

Sonuç: Baba Yoksa Kadın Arar, Toplum Yıkılır

Batı’nın kaybettiği şey, sadece bir aile babası değil; aynı zamanda toplumu ayakta tutan “hikmetli otorite”dir. Bu otoritenin yokluğu, sadece kadınları değil, bütün insanlığı arayışa sürükledi.

Avrupalı kadınlar babalarını arıyor… Fakat ne sokakta ne medyada ne de ideolojilerde o babayı bulabilecekler. O baba, ancak fıtrata, vahye ve merhametli adalete dönülerek bulunabilir.

Ve belki de bu yüzden, İslam’a yöneliş, bugün kadınlar arasında artıyor. Çünkü kalp, fıtraten bildiği bir şeyi arıyor: Bir sığınak… Bir baba…

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025