Tarih, zulmün ve haksızlığın en sadık şahididir. Her çağda, güç sarhoşluğuna kapılan topluluklar, hakikati çiğneyip zulmü hükümran kıldıklarında, kendi sonlarını da inşa etmişlerdir. Firavun’un taş duvarlı saraylarından, Roma’nın mermer sütunlarına; Moğol istilasının yıkıntılarından, 20. yüzyılın zalim ideolojilerine kadar uzanan bu zincir, tek bir hakikati haykırır: Zulmün evi temelsizdir, çöküşü kaçınılmazdır.
Gazze’deki zulmün arka planı
İsrail, 1948’den bugüne, politik ve askerî gücünü, korku ve işgal üzerine bina etti. Ancak bu güç, vicdanların önünde eriyor. Gazze’de gazetecilerin, çocukların, annelerin hedef alınması; açlığı, susuzluğu bir silaha dönüştürmesi, yalnızca bölgesel bir trajedi değil, insanlığın vicdan defterine kazınmış kara bir leke oldu.
Bugün dünyada Yahudi karşıtlığının yükselmesi, yalnızca antisemitist ideolojilerin ürünü değil; bizzat İsrail’in politikalarının, kendi halkını küresel izolasyona sürüklemesinin bir sonucudur. Propaganda savaşını kaybettiklerini bizzat kendi liderleri itiraf ediyor. Çünkü hiçbir medya gücü, bombalanmış bir çocuğun sessiz bakışını susturamaz.
Tarihten ibret tabloları
Roma İmparatorluğu, adalet yerine köleliği ve zulmü yücelttiğinde, barbar kavimler onun görkemli şehirlerini ateşe verdi.
Haçlı Seferleri, “kutsal” söylemiyle başlayan ama katliamla anılan bir hareket olarak, nihayetinde İslam dünyası karşısında yenilip dağıldı.
Nazizm, ırk üstünlüğü iddiasıyla milyonlarca insanı katlederken, kendi milletini de savaşın enkazında bıraktı.
Güney Afrika’daki apartheid rejimi, zulüm politikasının küresel boykot ve diplomatik tecrit karşısında çözüldüğünü gördü.
İsrail de aynı tarihî kanuna tabidir: Zulüm, hem zalimi hem düzenini çürütür. Bugün uyguladığı politikalar, yalnızca Filistin’i değil, kendi güvenliğini ve geleceğini de yok ediyor.
İlahi kanun ve toplumsal yasalar
Kur’ân-ı Kerîm, zalim toplumların akıbetini tekrar tekrar hatırlatır:
> “Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, oranın varlıklılarına emrederiz; onlar orada kötülük işlerler, böylece o ülke üzerine hüküm hak olur. Biz de orayı kökünden yıkarız.” (İsrâ, 16)
Sosyoloji de benzer bir gerçeği dile getirir: Bir toplum, adalet terazisini bozarsa, o toplumun iç bütünlüğü çözülür. İsrail, bugün sadece Filistinlilerin değil, Yahudi halkının da güvenliğini yok eden bir nefret iklimi üretiyor. Bu nefret, bir gün kendi kapısını da çalacaktır.
Bilimsel ve aklî perspektif
Tarih biliminde “meşruiyet krizi” kavramı, bir devletin yıkılışındaki kritik eşiği ifade eder. İsrail, uluslararası hukuku, insan haklarını ve vicdani değerleri çiğnedikçe, küresel meşruiyetini kaybediyor. Ekonomik boykotlar, diplomatik tecritler, kültürel izolasyon — bunlar başlangıçtır. Sosyal psikolojide “geri tepme etkisi” diye bilinen olgu, baskının bizzat karşıt güçleri büyüttüğünü gösterir. Bugün Gazze’deki her saldırı, İsrail karşıtlığını daha geniş bir halkaya yayıyor.
Akıbetin işaretleri
Diplomatik yalnızlık: Birçok ülke, büyükelçilerini çekiyor; uluslararası mahkemelerde davalar açılıyor.
Ekonomik baskılar: Boykot kampanyaları, şirketleri İsrail yatırımlarından çekilmeye zorluyor.
Kültürel izolasyon: Spor, sanat, akademi gibi alanlarda İsrailli temsilcilere yönelik protestolar artıyor.
Güvenlik krizi: İçerde toplum bölünüyor; dışarda ise dost sayısı azalıyor.
Hikmet penceresinden bakış
Zulüm, kendi içinde bir intihar mekanizması taşır. Unutulmamalıdır ki;
> “Zulm ile abad olunmaz; zalimin zulmü, kendine eder.”
Çünkü zulüm, adaletle ayakta duran evrenin düzenine savaş açmaktır. Adaletin sahibi olan Allah, zulmün devamına izin vermez.
İbret ve sorumluluk
Gazze bugün bir turnusol kâğıdıdır: İnsanlığın vicdanı nerede, kim adaletten yana? Sessizlik, suça ortak olmaktır. Bu nedenle, yalnızca Filistinliler değil, bütün insanlık İsrail zulmüne karşı durmalıdır. Çünkü adaletsizlik, yalnızca mazlumu değil, seyirci kalanları da mahveder.
Özet
İsrail’in Gazze’deki saldırıları, yalnızca Filistin halkına değil, kendi geleceğine de zarar veriyor. Tarih boyunca zulümle hükmeden güçler, hem içten hem dıştan çöküşe uğramıştır. İsrail, bugün diplomatik yalnızlık, ekonomik boykot ve kültürel tecrit sürecine girmiştir. İlahi ve toplumsal yasalar, zulmün uzun süre devam edemeyeceğini gösterir. Vicdan sahibi herkes, bu zulme karşı durmakla sorumludur; aksi halde zulmün ateşi, zalimi de seyirciyi de yakar.
Kur’ân-ı Kerim, yalnızca 7. yüzyıl Arap toplumuna hitap eden bir kitap değildir. O, kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin aklını, kalbini ve vicdanını aydınlatacak ilahi bir rehberdir. Kur’ân’ın ele aldığı meseleler; insanın yaratılışından itibaren var olan, bugün hâlâ gündemde olan ve kıyamete kadar da tartışılacak olan meselelerdir.
Bu nedenle Kur’ân’daki her konu, belli bir coğrafyaya veya döneme hapsedilemez.
“Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En‘âm, 38) ayeti, Kur’ân’ın hayatın bütün alanlarını kapsayan bir rehber olduğunu açıkça ortaya koyar.
İnsanlığın Ortak Problemleri: Kur’ân’dan Örnekler
a) Tevhid ve Şirk Meselesi
İnsanlık tarihi boyunca en temel tartışma, tek yaratıcıya iman ile çok tanrılı inançlar arasında olmuştur. Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’dan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler aynı daveti yapmıştır:
“Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilahınız yoktur.” (A‘râf, 59)
Bu mesele, günümüzde de farklı formlarda sürmektedir; putların yerini ideolojiler, paralar, güç merkezleri almıştır.
b) Adalet ve Zulüm
Adalet, sadece mahkemelerde değil, toplumun bütün düzeninde olması gereken bir ilkedir. Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar; güçlerini zulüm için kullanmışlardır. Kur’ân, bu zulümleri örnek verirken, aynı zamanda her dönemde tekrar eden güç yozlaşmasına işaret eder.
“Zulmedenler kurtuluşa eremezler.” (En‘âm, 135)
c) Servet, Fakirlik ve Paylaşım
Karun kıssası (Kasas, 76-82), zenginliğin bir imtihan olduğunu gösterir. İnsanlık tarihindeki ekonomik adaletsizlikler, bugünkü gelir uçurumu, kapitalist düzenin sömürü mekanizmaları — hepsi bu konunun hâlâ gündemde olduğunu ispatlar.
d) Savaş, Barış ve İnsan Onuru
Bedir, Uhud, Hendek gibi savaş örnekleri; adalet, savunma hakkı ve saldırmazlık prensipleri çerçevesinde Kur’ân’da yer alır. Ancak savaşın amacı yok etmek değil, zulmü durdurmaktır.
“Size savaş açanlarla, Allah yolunda savaşın; haddi aşmayın.” (Bakara, 190)
e) Ahlak ve Fesat
Lût Kavmi’nin helakı (A‘râf, 80-84) sadece cinsel sapkınlık meselesi değil; ahlaki çöküşün toplumsal yıkıma yol açacağı gerçeğidir. Bugün de ahlaki yozlaşma, aile kurumunun çöküşü ve sosyal bağların zayıflamasıyla kendini gösteriyor.
İlmî, Aklî ve Mantıkî Değerlendirme
Kur’ân’ın konuları, salt dini nasihat değil; insan fıtratına, toplumsal düzenin doğasına, hatta biyolojik ve psikolojik gerçeklere uygundur. Örneğin:
İçki yasağı (Maide, 90) modern tıp tarafından da doğrulanan zararlara dayanır.
Adalet emri (Nisâ, 135) evrensel hukuk normlarıyla birebir uyumludur.
Mantıkî açıdan Kur’ân’ın mesajı şudur: İnsanın problemleri değişmez; sadece isim ve şekil değiştirir. Bu yüzden çözüm reçetesi de zamanlar üstü olmalıdır.
Tarihten İbret ve Ders
Firavun’un zulmü, Karun’un hırsı, Lût Kavmi’nin ahlaksızlığı; hepsi tarihte yaşandı. Ama aynı hatalar bugün başka isimler ve sistemler altında tekrar ediyor. Kur’ân, tarihten ders almayanların aynı akıbete uğrayacağını bildirir:
“Onlardan öncekilerin başına gelenler, bunların da başına gelmedi mi?” (Tevbe, 70)
Ayetlerle Destek
Tevhid: “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ, 25)
Adalet: “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ, 58)
Zulüm: “Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hud, 113)
Paylaşım: “Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” (Zâriyât, 19)
Özet
Kur’ân’ın ele aldığı meseleler, belirli bir dönemin değil, insanlık tarihinin değişmeyen problemleridir. Tevhid, adalet, paylaşım, ahlak, zulümle mücadele gibi konular; hem ilk insandan beri vardır hem de kıyamete kadar sürecektir. Bu konular tartışıldıkça insanlık var olacak; tamamen çözüldüğünde ise dünya imtihanı sona erecektir. Kur’ân, bu meseleleri hem ilahî hikmet hem bilimsel gerçek hem de aklî delillerle ele alır.
Sonuç olarak, insanlık Kur’ân’a kulak verdiği ölçüde huzur bulacak, kulak tıkadığında ise tarihin tekerrür eden felaketlerini yaşayacaktır.
Bugün (11.08.2025 tarihi itibariyle), önümüzdeki gazetelerin manşetleri, bizi sadece güncel olaylar hakkında bilgilendirmekle kalmıyor, aynı zamanda insanlık durumumuza, tarihimizin derinliklerine ve vicdanımızın en mahrem köşelerine dair düşündürücü birer ayna tutuyor. Büyük puntolarla atılan başlıklar, aslında birer çığlık, birer yakarış, birer uyarı niteliğindedir. Her biri, kendi açısından bir hikaye, bir ibret ve bir ders barındırır.
“SEÇİLMİŞ DEĞİL ŞEYTANSINIZ” manşeti, tarihin en kadim çekişmelerinden birine, hak ile batılın mücadelesine bir atıftır. Bu başlık, kendini üstün gören, ilahi bir seçilmişlik kisvesine bürünerek zulmü meşrulaştıran bir zihniyete karşı dik duruşu simgeler. Ancak bu, sadece siyasi bir eleştiri değil, aynı zamanda felsefi ve ahlaki bir meydan okumadır. Kutsallık iddiasının arkasına saklanan şeytanın, yani bencilliğin, açgözlülüğün ve insanlık dışılığın ta kendisi olduğunu haykırır. İnsanlık tarihi, bu tür seçilmişlik vehimlerinin yol açtığı felaketlerle doludur. Unutmamalıyız ki, hakikat, kibri değil, tevazuu; zulmü değil, adaleti; nefreti değil, sevgiyi emreder. Bu başlık, bize, insanın, kendini diğerlerinden üstün görme eğiliminin ne kadar tehlikeli olabileceğini ve gerçek seçkinliğin, erdemli olmakla, alçakgönüllü olmakla ve tüm insanlığa hizmet etmekle mümkün olduğunu hatırlatır.
********
“ZULME KARŞI BÜYÜK YÜRÜYÜŞ” başlığı, zulmün karşısında susmayan vicdanların bir araya gelişini, bir nevi “hakikat ordusunu” tasvir eder. Bu yürüyüş, sadece fiziksel bir hareket değil, aynı zamanda manevi bir direniştir. Tarih boyunca, zalimlerin gücü karşısında bireylerin veya küçük toplulukların değil, bir araya gelmiş vicdanların, hakikate susamış kalabalıkların zafer kazandığına şahit olduk. Bu başlık, bize, bir araya gelmenin, dayanışmanın ve ortak bir ideal uğruna mücadele etmenin gücünü gösterir. Unutmamalıyız ki, zulüm bireysel olabilir, ancak zulmün sona ermesi ancak kolektif bir iradeyle mümkündür.
**********
“100 ÇOCUK AÇLIKTAN ÖLDÜ” başlığı, vicdanımızın en derinliklerinde bir yara açar. Bu, sadece bir istatistik değil, yüzlerce küçük hayatın, umudun ve geleceğin yok oluşunun sembolüdür. Açlık, sadece bir gıda eksikliği değil, aynı zamanda bir insanlık krizidir. Bu başlık, bizi, dünyanın kaynaklarının adil olmayan dağılımı, siyasi çekişmelerin masum çocukları nasıl kurban ettiğini sorgulamaya davet eder. Her bir çocuk, potansiyel bir bilim insanı, bir sanatçı, bir lider olabilirdi. Onların ölümü, sadece bir kayıp değil, aynı zamanda geleceğe vurulan bir darbedir. Bu başlık, bize, başta Gazze olmak üzere dünyanın her köşesindeki yoksulluk ve adaletsizliğe karşı duyarsız kalamayacağımızı, her birimizin bu soruna karşı bir sorumluluğu olduğunu hatırlatır.
***********
“ALLAH’IN NURUNU KİNİNİZLE SÖNDÜREMEZSİNİZ” manşeti, bir inanç ve direniş beyanıdır. Bu başlık, tarihin en kadim tecrübelerinden biri olan, hakikatin ve adaletin, ne kadar güçlü olursa olsun kin ve nefretle yok edilemeyeceğini vurgular. Zorbaların, baskıcıların ve nefretin tohumlarını ekenlerin tarihi, daima kısa ömürlü olmuştur. Çünkü hakikat, daima bir ışık gibi yolunu bulur. Bu başlık, bizlere, umudun, sabrın ve inancın gücünü anlatır. Unutmamalıyız ki, en karanlık gecenin bile bir sabahı vardır ve hakikat ışığı, en kalın perdelerin arkasından bile sızar.
Özet: Bu gazete manşetleri, insanlık durumunun farklı yönlerini ele alan birer ders niteliğindedir. “Seçilmiş Değil Şeytansınız” ile kibir ve zulme karşı duruşu, “Zulme Karşı Büyük Yürüyüş” ile dayanışmanın ve ortak mücadelenin gücünü, “100 Çocuk Açlıktan Öldü” ile vicdanın sesini ve küresel sorumluluğu, “Allah’ın Nurunu Kininizle Söndüremezsiniz” ile ise inancın ve hakikatin sarsılmazlığını anlatmaktadır. Her biri, bireysel ve kolektif sorumluluklarımızı, tarihten aldığımız dersleri ve geleceğe dair umutlarımızı hatırlatan, derin ve düşündürücü birer metindir.
******
Günümüz dünyasının karmaşık ve acımasız gerçekleri, çoğu zaman gazete manşetlerinin soğuk ve çarpıcı puntolarında kendisini gösterir. Bugün, önümüzdeki gazetenin manşetlerinden biri, sadece bir olayı değil, aynı zamanda insanlığın en derin vicdanî yaralarından birini de gözler önüne seriyor:
“5816 giyotin gibi”. Bu başlık, sadece bir sayıyı ve bir benzetmeyi ihtiva etmiyor; aynı zamanda binlerce masumun, özellikle de çocukların, hayatını ve geleceğini tehdit eden sistemik bir zulmü ve adaletsizliği sembolize ediyor.
“Giyotin”, tarih boyunca haksız yargılamaların, acımasız idamların ve politik tasfiyelerin sembolü olmuştur. Fransız Devrimi’nin kanlı sahnelerinden, totaliter rejimlerin muhaliflerini susturma araçlarına kadar, giyotin, daima gücün acımasız yüzünü temsil etmiştir. Bu başlıkta bu eski idam aracına yapılan gönderme, modern dünyanın karmaşık hukuk sistemlerinde dahi, adaletin nasıl bir “giyotin” gibi işleyebileceğini, hele de bu sistemin hedefinde savunmasız çocuklar varsa, ne kadar yıkıcı olabileceğini vurgulamaktadır.
Bu başlık, bizi sadece güncel bir haberin detaylarına değil, aynı zamanda tarihin ibretlik sayfalarına da götürür. İnsanlık tarihi, masumların kurban edildiği, çocukların savaşların ve siyasi çekişmelerin ortasında kaldığı trajedilerle doludur. Spartalıların zayıf çocukları uçurumdan atmasından, Haçlı Seferleri’nde masum çocukların ön saflarda savaştırılmasına; Endüstri Devrimi’nin karanlık günlerinde çocuk işçiliğin sömürülmesine kadar, tarih, çocuklara yönelik zulmün çeşitli biçimleriyle doludur. Bu “giyotin”ler, şekil değiştirse de, özünde hep aynı kalmıştır: güçlü olanın, savunmasız olan üzerindeki acımasız iktidarı.
Bu başlık, sadece bir hukuki sorunun değil, aynı zamanda ahlaki, vicdanî ve toplumsal bir çöküşün de habercisidir.
Bu başlık bizi, modern dünyanın karmaşıklığı içinde adaletin ne anlama geldiğini, “hukuk” kılıfı altında yapılan “hukuksuzlukların” nasıl işlediğini sorgulamaya davet ediyor. Giyotin, sadece bir infaz aracı değildir; aynı zamanda adaletin ve vicdanın öldürülmesinin bir sembolüdür.
Dünya tarihinde hiç bir zaman, firavun ve nemrutlarda dahil, kanunla bu derece hukuksuz ve keyfi olarak uygulanmamıştır.
Bu tarihe ve tarihi hakikatlere vurulan bir pranga ve bir tehdittir.
Özet: “5816 giyotin gibi” başlığı, modern dünyada insanlara ve özellikle çocuklara yönelik adaletsizliği sembolize eden güçlü bir ifadedir. Giyotin benzetmesi, bu adaletsizliğin ne kadar yıkıcı ve acımasız olabileceğini anlatır. Tarihi olarak, masumların kurban edilmesi, toplumların vicdanını zedelemiştir. Bu başlık, bize bir toplumun kendi halkına nasıl davrandığının, o toplumun ahlaki düzeyinin bir göstergesi olduğunu hatırlatır.
Sonuç olarak, bu haber, bizi sadece güncel bir olayı okumaya değil, aynı zamanda insanlık vicdanının ve adalet kavramının en temel ilkelerini yeniden sorgulamaya davet eden, hikmetli ve ibret dolu bir ders niteliğindedir.
Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet
“Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Nâziât, 24)
Bu çığlık, sadece Nil kıyısında yankılanmadı. Tarih boyunca, ilahlık davasına kalkışan her despotun ağzından bu cümle başka şekillerde de çıktı: “Herkes bana muhtaç.”, “Ben olmazsam hiçbir şey yürümez.”, “Benden başka sığınacak yeriniz yok.”
Bu Firavunî ruh, sadece saraylarda veya tahtlarda değildir. O, her çağda şekil değiştirerek insanın içine, toplumların dokusuna ve medeniyetlerin merkezine kadar sızmıştır.
Bir Tesbit :
> “Enâniyet, mahiyet itibariyle bir ‘nokta-i istinaddır.’ Yani, mânevî bir ‘dayanak noktası’ gibi görünür. Fakat, tevehhüm-ü istiklâl ile hâkimiyet dâvâ eder. Kendi zatında hiç hükmünde olduğu halde, bizzat varım, hâkimim der. Hattâ, mabudiyet dâvâ edecek dereceye çıkar.”
Açıklama ve Genişletme:
Enaniyet, insanın benliğini merkeze alarak her şeyi kendi etrafında döndürme çabasıdır. Risale-i Nur’da enaniyetin “tevehhüm-ü istiklâl” (bağımsız olduğunu vehmetme) şeklinde tarif edilmesi, onun özünü ifşa eder: Kendi aczini, fakrını, ihtiyaçlarını unutup sanki her şeyi kontrol edebilecek bir güce sahip olduğunu zannetmek.
Bu düşünce tarzı, Firavunların saraylarında olduğu kadar, günümüz bireyinde de vardır. Kimi zaman bir makamda oturan kişi, kimi zaman bir servetin başında duran biri, kimi zaman ise bir ekran karşısında milyonları etkileyen bir medya gücü, bu enaniyetle ilahlık taslayabilir.
Firavunî Zihniyetin Günümüzdeki Yansımaları:
Modern Putlar: Teknoloji, bilim, ideoloji ve şahsi görüşler mutlak doğru gibi sunuluyor. “Benim görüşüm en doğrudur” anlayışı, modern bir ilahîlik taslamadır.
Sosyal Medya Enaniyeti: Beğeni, takipçi ve etkileşim ile beslenen bir “ben” inşası var.
Devletlerarası Siyaset: Uluslararası sistemde bazı güçler, kendilerini dünyanın hakimi ve düzenleyicisi gibi görüp adalet yerine çıkarlarını kutsallaştırıyor.
Tarihten Misaller:
Nemrut: Ateşe atılmak pahasına hakikati haykıran Hz. İbrahim’e karşı “Ben de diriltirim, öldürürüm” diyerek kibirle ilahlık davası güden bir despot.
Firavun: Hz. Musa’nın tebliğine karşı “Ben sizin en büyük Rabbinizim” diyerek hem halkını kandırdı hem kendini helake sürükledi.
Modern Firavunlar: Hitler, Stalin, Mao gibi modern diktatörler; kendi sistemlerini tanrılaştırarak, milyonların kanını dökerek aynı hastalığın çağdaş versiyonlarını temsil ettiler.
İlahi Terbiye: Enaniyetin Kırılması
Cenab-ı Hak, kulunu terbiye ederken bazen acizlik, fakirlik, hastalık, ölüm gibi musibetlerle onun benliğini kırar. Çünkü insan, gerçek kudreti ve büyüklüğü anlamak için önce kendi küçüklüğünü idrak etmelidir.
> İnsan, enâniyetin menfi cihetini bırakıp, müsbet cihetine baksa ve onu bir ‘ayna’ gibi bilse, o vakit enâniyet bir ‘mîzân-ı marifetullah’ olur.
Risale-i Nur’un Teklif Ettiği Yol:
Enaniyeti mutlak anlamda yok etmek değil, onu “ayna” yapmak gerekir. Yani insan, benliğini ilahlık taslamak için değil; acz, fakr, naks ve kusur aynasında Allah’ı tanımak için kullanmalıdır.
Risale-i Nur, bu noktada “benliğin iptalini değil, istikametli kullanılmasını” teklif eder. Çünkü insan, kendi küçüklüğüyle Allah’ın azametini idrak edebilir.
Sonuç ve Öz:
Firavunlar öldü ama Firavunluk ruhu yaşıyor. Enaniyetin türlü şekilleri, bireyden toplumlara kadar yayılıyor. Risale-i Nur, bu çağın hastalığı olan benlik davasına Kur’anî bir ilaç sunar: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. Bu dört esasla hareket eden bir insan, enaniyetin zulmünden kurtulur; kulluğun izzetine kavuşur.
Tarih boyunca mazlum ile zalim arasındaki mücadele, sadece toprak, maden veya güç savaşı değil; hak ile batılın, vicdan ile zulmün çarpışması olmuştur. Firavun’un Nil’i kana boyaması, Nemrut’un ateşi tutuşturması, Moğol’un şehirleri yakıp yıkması… Her biri kendi döneminde insanlığın hafızasına kazınan kara lekelerdi. Bugün Gazze’de yaşananlar ise bu asrın kara lekesidir.
Gazze, sadece bombalarla değil, açlıkla öldürülüyor. İnsanlık tarihinde açlık çoğu zaman kuraklık, afet veya yoksulluk sebebiyle yaşanmışken; burada açlık bilinçli bir silah olarak kullanılıyor. Bu, tarihin gördüğü en aşağılık savaş yöntemlerinden biridir. Aç bırakılan çocuk, suyu kesilen yaşlı, ilacı olmayan hasta… Hepsi “uluslararası toplum”un gözleri önünde ölüyor ve oluyor.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de zalimlerin bu tavrı, “Ve onlar, Allah’ın yolundan alıkoyarlar; üstelik onu eğri göstermeye çalışırlar. Onlar ahireti inkâr edenlerdir.” (Hud, 19) şeklinde tanımlanır. Bu, hakka set çekme, hayat hakkını engelleme ve insanı temel ihtiyaçlarından mahrum bırakma tavrıdır.
Kur’ân’ın Perspektifinden Zulüm ve Adalet
Kur’ân, zulmü sadece başkasına haksızlık olarak tanımlamaz; aynı zamanda bütün bir düzeni fesada uğratmak olarak görür.
“Fitne öldürmekten beterdir.” (Bakara, 191) ayeti, fitnenin toplumsal çürüme ve kitleleri yok etme boyutunu ortaya koyar. Gazze’de uygulanan abluka, hem maddi hem manevi anlamda bir fitnedir.
Bilimsel veriler, açlığın çocuklar üzerindeki etkilerini açıkça gösterir: Yetersiz beslenme, gelişim geriliğine, bağışıklık sisteminin çökmesine ve erken ölüme yol açar. Ancak burada mesele, doğal bir felaket değil, planlı bir aç bırakma politikasıdır. Bu, “İnsanları yurtlarından haksız yere çıkaran, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı düşmanlık edenler” (Hac, 40) tanımına uyar.
Kur’ân’da adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, tüm hayatın düzeninde gözetilmesi gereken bir ilkedir:
“Ey iman edenler! Kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, adaleti titizlikle ayakta tutun.” (Nisâ, 135)
Bugün Gazze’de adaletin ayakta durması için gereken, sadece kınama değil; somut müdahale, zulmün durdurulmasıdır.
Dünya ve İslam Âleminin İmtihanı
Gazze, sadece İsrail’in değil, bütün dünyanın imtihanıdır. Modern çağın tüm hukuk, insan hakları ve insancıllık iddiaları, Gazze’nin enkazı altında kalmıştır. “Bir daha asla” denilen soykırımların, 21. yüzyılda canlı yayında yapılabildiğini gördük.
İslam âlemi açısından ise durum daha da acıdır. Siyasi çıkar, enerji anlaşmaları, diplomatik hesaplar; mazlumun ahının önüne geçmiştir. Osmanlı tokadı misali caydırıcı bir irade ortaya konulmamış, “stratejik sabır” adı altında stratejik zillet yaşanmıştır.
Kur’ân, zalime karşı susmayı zulme ortak olmak olarak nitelendirir:
“Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hud, 113)
Bu meyil, fiili destek kadar, sessizlik ve pasiflik şeklinde de ortaya çıkabilir.
Mantıkî ve İlmi Değerlendirme
Tarihte hiçbir zulüm, sonsuza kadar sürmemiştir. Zulmün ömrü, mazlumun sabrıyla değil, zalimin haddi aşmasıyla kısalır. İsrail’in bugün yaptığı, hem uluslararası hukukta hem de vicdanlarda geri dönüşü olmayan bir suç inşa etmektir. Amerikan desteği bu suçun ömrünü uzatabilir, ama nihai çöküşünü engelleyemez.
Sosyal bilimler bize şunu gösteriyor: Toplumlar, haksızlığa uzun süre dayanabilir ama bir noktada bu, küresel dengeleri değiştirir. Nitekim tarih, Filistin meselesinin sadece bölgesel bir mesele değil, küresel vicdanın kırılma noktası olduğunu isbatlayacaktır.
Özet
Gazze, 21. yüzyılın soykırım laboratuvarı hâline getirildi. Açlık, susuzluk ve bombalar; modern dünyanın “insan hakları” yalanını ifşa etti. Kur’ân’ın zulüm, adalet ve fitneye dair uyarıları, bugün birebir karşımızda duruyor. Dünya, bu imtihanda sınıfta kaldı; İslam âlemi ise siyasi korkaklık ve çıkar hesaplarıyla zillete düştü. Ancak tarih bize şunu öğretir: Zulüm ile abad olunmaz. İsrail, kısa vadede güçlü görünse de, mazlumun ahı ve tarihin adaleti karşısında nihai yenilgiden kaçamayacaktır.
Hayat, fani bir misafirlik, bitmez bir yolculuk ve çetin bir imtihan sahnesidir. Bu sahne, adalet, musibet, şükür ve nihayetinde ebedi saadetin sırlarını barındırır. İnsan, bu sahnede, kendisine verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü, başıboş bırakılmamış bir varlıktır.
Bu makale, insan olmanın manevi boyutunu, hayatın zorlukları karşısında takınmamız gereken duruşu ve ebedi kurtuluşun anahtarlarını ele alacaktır.
Adalet ve Kur’an-ı Kerim
“Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…” (Hutbe-i Şamiye)
İnsanlığın yegâne saadeti, adil bir düzende yaşayabilmesinde saklıdır. Ne var ki, bu adalet, kişisel çıkarların, nefsin ve dünyevi heveslerin gölgesinde değil, ilahi bir kaynaktan beslenerek tesis edilebilir. Kur’an-ı Kerim, insanlığa bu adaletin en mükemmel örneğini sunar. Hukuktan ahlaka, sosyal ilişkilerden ekonomik düzene kadar hayatın her alanında adaletli bir yol gösterir. Kur’an’ın gösterdiği bu yoldan sapan toplumlar, zulme ve kaosa sürüklenmeye mahkumdur.
Musibetler ve Tasaffi (Saflaşma)
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi (saflaşma) eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.” (Lemalar – 9)
Hayat, sadece neşe ve sevinçten ibaret değildir. Musibetler ve hastalıklar, insan ruhunu arındıran, olgunlaştıran ve kâmil bir noktaya ulaştıran birer imtihan vesilesidir. Bir hastalık, bedeni zayıflatırken, sabır ve tevekkül ile ruhu güçlendirir. Bir musibet, dünya nimetlerinin geçiciliğini hatırlatır ve insanı asıl yurduna, ahirete yöneltir. Bu musibetler, vazife-i hayatiyemizi, yani bu dünyadaki görevimizi hatırlatır ve bizi daha ileriye götürür.
Şükür ve Kanaat
“Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.” (Risale-i Nur)
Şükür, sadece dil ile “elhamdülillah” demek değildir. Şükür, yaşamın her anında, nimetlerin kıymetini bilmek ve israftan kaçınmaktır. Elindekiyle yetinmek, kanaat etmek ve her şeyin Allah’tan geldiğini bilerek razı olmak, şükrün en büyük alametidir. Mesela ekmek israfı, şükürsüzlüğün ve hürmetsizliğin acı bir tablosudur. Hırs ve israf, nimete karşı nankörlüğün, haram-helal demeden her şeyi tüketme eğiliminin bir sonucudur.
Ebedi Yolculuk ve Vazife-i Beşeriye
“Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratani düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.” (Şualar, Risale-i Nur)
“Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim…” (Bediüzzaman)
İnsan, ölümsüz değil, başıboş da değildir. Bu dünyada belirli bir görevi vardır ve ebedi bir yolculukta ilerlemektedir. Gururu ve benliği bir kenara bırakarak, yaratıcısını düşünmek ve kabre hazırlık yapmak, bu yolculuğun en önemli adımıdır. Kur’an-ı Kerim’i dinlemek, hükümlerine uymak, namazı kılmak ve büyük günahlardan uzak durmak, bu yolculukta insana rehberlik eden temel ibadetlerdir.
Yâ Bâkî ve Şükür Borcu
“Yâ Bâkî (Ya Baki) ‘Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var.'” (Lemalar – 15)
“İnsanın Cenab-ı Hak’tan hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima ona şükretmeye medyundur. Çünkü mülk onundur. İnsan onun memluküdür.” (Mesnevi-i Nuriye – 229)
Fani dünyada her şeyin geçici olduğu gerçeği karşısında, insanın en büyük tesellisi, ebedi olan Bâkî ism-i şerifi’ne sığınmaktır. Bâkî olan Allah, her şeyin sahibi ve kaynağıdır. İnsanoğlu, O’nun mülkünde bir misafirdir ve O’na karşı bir hak talep etmek şöyle dursun, daima şükretmekle yükümlüdür. Bu şükür, hayatın her anında, O’nun varlığına ve nimetlerine karşı duyulan bir minnetin ifadesidir.
Özet
Makale, insan olmanın manevi boyutunu, hayatın imtihanlarını ve ebedi kurtuluşun anahtarlarını ele alıyor. İnsanlığın saadeti için Kur’an’ın gösterdiği adalet yolunun önemini anlatıyor. Musibetlerin ve hastalıkların, insan ruhunu arındıran ve olgunlaştıran birer imtihan vesilesi olduğunu belirtiyor. Şükrün sadece dil ile değil, aynı zamanda kanaat, iktisat ve memnuniyetle gerçekleştiğini, israfın ise şükürsüzlüğün bir göstergesi olduğunu açıklıyor. İnsanın bu dünyada bir görevi olduğunu ve ebedi bir yolculukta olduğunu hatırlatarak, Kur’an’a uymanın, namaz kılmanın ve büyük günahlardan kaçınmanın bu yolculukta ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Son olarak, her şeyin sahibi ve ebedi olan Allah’a karşı insanın bir hak talep edemeyeceğini, aksine daima şükretmekle yükümlü olduğunu belirtiyor.
Dünya Hayatının Gerçek Anlamı ve İmtihanın Sırları
İnsan, bu dünyaya sadece eğlenmek, keyif sürmek ve rahat bir ömür geçirmek için gelmemiştir. Bu fani hayat, bir imtihan sahnesi, ebedi bir yolculuğun başlangıç noktasıdır.
Dünya Hayatının Gerçek Mahiyeti
Bediüzzaman Said Nursi’nin de belirttiği gibi, “İnsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir.”
Bu söz, dünya hayatının temel amacının nefsi arzuları tatmin etmek olmadığını, aksine daha yüce bir gayenin peşinde koşmak olduğunu hatırlatır. Bu gaye, Yaratıcı’yı tanımak, O’na kulluk etmek ve O’nun rızasını kazanmaktır.
Bu yolda en büyük engellerden biri, nefsin, heveslerin ve bedenin geçici lezzetlerinin esiri olmaktır. “Ya Rabbi! Aklımızı midemize, ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize hakim eyle” duası, bu mücadelenin anahtarını sunar. Akıl, beden ve kalp arasında bir denge kurmak, dünya hayatının imtihanlarından başarıyla çıkmanın yegâne yoludur. Bu dengeyi kuran kişi, fani lezzetlere takılıp kalmaz, ebedi mutluluğun peşine düşer.
İnsan İlişkileri ve Sabır İmtihanı
Kur’an-ı Kerim’de (Furkân, 20) buyurulduğu gibi: “(EY İNSANLAR!) Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?” Bu ayet, insan ilişkilerinin basit bir sosyalleşme aracı olmadığını, aksine bir sabır ve tahammül imtihanı olduğunu tebarüz ettirir.. İnsanlar arası ilişkilerde karşılaşılan zorluklar, yanlış anlamalar ve anlaşmazlıklar, sabır ve hoşgörü faziletlerini geliştirmek için birer fırsattır. Bu imtihanı başarıyla geçenler, hem dünyada huzura kavuşur hem de ahirette yüksek derecelere ulaşır.
Kelamın ve Gıybetin Önemi
Şems-i Tebrizi’nin “Sözü süz de söyle, gönlü bulandırmasın. Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın. Sözü yüze söyle, gıybet olup utandırmasın” sözü, dilin ve kelamın ne kadar önemli bir emanet olduğunu gösterir. Sözler, insanları birbirine yaklaştırabileceği gibi, kin ve nefrete de sebep olabilir. Gıybet, yani bir kimsenin arkasından konuşmak, bu emanete ihanetin en büyük göstergesidir. Kelamımızı süzmek, güzel ve faydalı sözler söylemek ve gıybetten kaçınmak, insan olmanın ahlaki ve edebi bir gereğidir.
Ebedi Yolculuk ve Fani Nimetler
“Bu elbise hiç giyilmeyecek gibi davranıyoruz. Ama herkes mutlaka giyecek! Modası geçmeyen tek şey kefendir. Hâlâ cebi yok, hâlâ beyaz.”
Bu sözler, dünya hayatının fani ve geçici olduğunu, ölümün ise kaçınılmaz bir son olduğunu çarpıcı bir şekilde hatırlatır. İnsan, ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar makam sahibi olursa olsun, en sonunda kefene sarılıp toprağa verilecektir. Bu gerçek, dünyaya aşırı bağlanmaktan, gurur ve kibirden uzak durmamız gerektiğine dair önemli bir uyarıdır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nimetin zevalinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez… Ağacı baki ise, meyve gitse de yerine gelen var” sözü ise, fani olan her şeyin yerine ebedi ve daimi olanın geleceğini müjdeler. Geçici nimetlerin elden çıkmasından dolayı üzülmek yerine, asıl olan rahmet hazinesine yönelmek, müminin en büyük tesellisidir.
Zamanın Kıymeti ve Ebedi Olanı Seçmek
“Bâkî-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir.” (Lemalar – 16)
Bu hikmetli söz, zamanın göreceliğini ve gerçek kıymetinin ne olduğunu gösterir. Allah’a olan sevgi, marifet ve rıza yolunda geçen her an, ebedi bir kazanç kapısıdır. Bu yolda geçirilen bir an bile, fani dünya hayatının bir senesinden daha değerlidir. O’nun yolundan sapıldığında ise, uzun bir ömür bile boşa harcanmış bir andan ibaret kalır.
Özet
Makale, hikmetli sözler ışığında, dünya hayatının gerçek anlamını ve insan olmanın manevi sorumluluklarını ele almaktadır. İnsanların bu dünyaya sadece eğlenmek için değil, imtihan olmak için geldiği anlatılır. Akıl, ruh ve kalp arasındaki dengeyi kurmanın önemi üzerinde durulur. İnsanlar arasındaki ilişkilerin bir sabır imtihanı olduğu, kelamın dikkatli kullanılması ve gıybetten kaçınılması gerektiği belirtilir. Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğu, kefenin modasının geçmediği ve dünyanın fani nimetlerine aşırı bağlanmaktan kaçınılması gerektiği hatırlatılır. Son olarak, zamanın değerinin, Allah’ın sevgisi, marifeti ve rızası yolunda harcanan her an ile ölçüldüğü anlatılarak, ebedi olanı seçmenin önemi anlatılır.
Fani Dünyanın Aldatmacası ve Ebedi Kurtuluşun Yolu
Dünya, her ne kadar cazip ve süslü görünse de, perişan ve fani bir hanedir. İnsan, bu fani mekânda, aciz ve miskin bir varlık olarak, ebedi bir memlekete doğru yolculuk etmektedir. Görsellerde yer alan ayetler, hadisler ve hikmetli sözler, bu yolculuğun anlamını, insan olmanın sorumluluklarını ve ahiretteki gerçek yurdumuza nasıl hazırlanmamız gerektiğini bizlere hatırlatır.
İnsanlığın Fani Tabiatı ve Ebedi Olanı Aramak
Bediüzzaman Said Nursi, “Evet şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder” diyerek insanın fani tabiatını ve dünya hayatının geçiciliğini vurgular. En yüksek makam ve servet bile, aciz bir insanı ölümden ve ebedi hayattaki yalnızlıktan kurtaramaz. Asıl olan, bu perişan dünyada bir hami, bir sahip bulmaktır ki bu da ancak Rabbimizdir.
İnsan bu acizliği ve fâniliği karşısında, daimi ve gerçek bir memlekete hazırlanmalıdır.
“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir” sözü, bizi dünya hayatına aşırı bağlanmaktan alıkoyar ve asıl vatanımızın ahiret olduğunu hatırlatır. Bu idrak, bizi boş heveslerden uzaklaştırır ve ebedi hayatımız için salih amellerde bulunmaya teşvik eder.
Ebedi Cennete Hazırlık ve Salih Amel
Araf Suresi’nin 42. ayeti, “iman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır” diyerek, ebedi cennete giden yolu açıkça gösterir. Bu yol, iman etmek ve salih amellerde bulunmaktır. Allah, kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez. Herkes, kendi gücü ve imkanı dahilinde sorumlu tutulur. Bu, Allah’ın rahmetinin ve adaletinin bir göstergesidir. Cennet, sadece iman edenlere değil, aynı zamanda bu imanı salih amellerle süsleyenlere de vaat edilmiştir.
Ahlak ve İnsan İlişkileri
Hadis-i Şeriflerde de anlatıldığı gibi, “Mü’minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlılarınız da kadınlarına ahlâkça güzel davrananlarınızdır.”
Bu hadis, imanın sadece kalpte bir tasdikten ibaret olmadığını, aynı zamanda güzel ahlakla da tezahür etmesi gerektiğini belirtir. Gerçek mümin, çevresine karşı adil, merhametli ve hoşgörülü olandır. Aile içinde, özellikle kadınlara karşı sergilenen güzel ahlak, bu imanın en önemli göstergelerinden biridir.
Yunus Emre’nin “Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme. Bir gönül yapamazsan, yıkıp viran eyleme” sözü, insan ilişkilerinde takınılması gereken hassas duruşu özetler.
İnsanların kalpleri, Allah’ın evidir. Bu evleri inşa edemiyorsak bile, yıkmaktan kaçınmalıyız. Bu söz, iyilik yapamıyorsak kötülükten de uzak durmanın önemini anlatır.
Kalbin Sızısı ve İman Koruması
“Teessür ve ızdırab karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.”
Bu söz, bir müminin iman kardeşlerine karşı duyduğu derin şefkati ve sorumluluğu ifade eder. Maddi bir kayıp karşısında duyulan üzüntüden çok daha fazlası, bir insanın imanını kaybetmesi karşısında hissedilmelidir. Bu, müminin kendi imanını koruması ve çevresindeki insanlara da sahip çıkması gerektiğinin bir göstergesidir.
Bu açıdan Tahrim Suresi’nin 6. ayeti bizlere yol gösterir: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…”
Bu ayet, her müminin kendisine ve ailesine karşı bir koruma kalkanı vazifesi üstlenmesi gerektiğini vurgular. İman ve salih ameller, bu koruma kalkanının en önemli unsurlarıdır.
Özet
Makale, dünya hayatının perişan ve fani bir konak olduğunu, insanın ise bu hayatta ebedi bir memlekete doğru yolculuk ettiğini ele alıyor. İnsanın acizliğine ve dünyanın geçiciliğine dikkat çekerek, asıl gayenin Allah’a sığınmak ve ahirete hazırlanmak olduğunu anlatıyor.
Cennete giden yolun, iman ve salih amellerden geçtiğini, Allah’ın kimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemediğini belirtiyor. İmanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda güzel ahlakla da tezahür etmesi gerektiğini, özellikle aile içinde bu ahlakın önemini hadis-i şeriflerle açıklıyor. Yunus Emre’nin sözleriyle insan ilişkilerinde gönül yapmanın önemine değiniyor.
Son olarak, bir müminin iman kardeşlerine karşı duyduğu sorumluluğu ve kendisini ve ailesini cehennem ateşinden koruma vazifesini ayet ve hadislerle destekleyerek konuyu bütünlüyor.
Maneviyatın Yüceliği ve İnsan Olmanın Sırları
İnsanoğlunun hayat yolculuğu, sadece maddi kazanımlardan ibaret değildir. Bu yolculuk, aynı zamanda manevi bir arayış, edep, ihlas, hak ve adalet mücadelesiyle şekillenir. Görsellerde yer alan hikmetli sözler, bu derin manevi yolculuğa ışık tutarak, fani dünyanın aldatmacalarına karşı bizi uyarır ve ebedi kurtuluşun anahtarlarını sunar.
Maddi Kazanımların Aldatmacası ve Gerçek Kazanç
İmam Gazali’nin “Her gün ömürleri azalmasına rağmen, malları arttığından dolayı sevinen ahmaklar gibi olma! Mal artıyor ama ömür azalıyor. Bunun neresinde hayır var. İlmin ve amelin dışında hiçbir şeye sevinme..!” sözü, insanın en büyük yanılgısını gözler önüne serer. Dünya malı ve serveti, ömür azaldıkça bir anlam ifade etmez. Asıl değerli olan, ömür sermayesinin ilim ve salih amellerle değerlendirilmesidir. Gerçek kazanç, fani olanı biriktirmek değil, baki olan için çaba sarf etmektir. İlmin ve amelin getirdiği manevi tatmin, geçici dünya lezzetlerinden çok daha üstündür.
İhlas ve Neticesiz Kalmayan Dua
Bediüzzaman Said Nursi’nin belirttiği gibi, “Samimî bir ihlas, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.” İhlas, bir işi sadece Allah rızası için yapmaktır. Bu samimiyet, duaların kabul olmasının, niyetlerin gerçekleşmesinin ve en zor durumlarda bile bir çıkış yolunun bulunmasının anahtarıdır. Hatta şer gibi görünen bir durumda bile, ihlaslı bir kalple yapılan dua, mutlaka bir hayra vesile olur. Bu, Allah’ın vaadidir ve O’nun kereminin bir tecellisidir.
Edep ve Kâmil İnsan Olmak
İmam Şa’rânî’nin “Edebi olanlar, kendilerini noksan başkalarını kâmil görürler. Edebi az olanlar ise kendilerini kâmil başkalarını noksan görürler” sözü, tevazu ve edep ahlakının temelini oluşturur. Gerçek edep sahibi kişi, kendini daima eksik ve kusurlu görürken, başkalarının fazilet ve iyiliklerini takdir eder. Bu, kişiyi gurur ve kibirden uzak tutar, sürekli olarak kendini geliştirmeye sevk eder. Edepsizliğin en büyük göstergesi ise, kendini kusursuz görmek ve başkalarını hor görmektir. Bu tutum, insanı hem dünyada hem de ahirette alçaltır.
Hak ve Haksızlık Karşısında Duruş
“Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara müracaat etmek; bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir.”
Bu söz, hak ve adalet mücadelesinde takınılması gereken hassas duruşu ifade eder. Haksızlık yapan birine, hakkın isbatı için tekrar haksızlık yoluyla başvurmak, hakkın kendisine karşı bir saygısızlıktır. Hak, her zaman doğru ve meşru yollarla aranmalıdır. Haksızlık, başka bir haksızlıkla düzeltilemez. Bu, ahlaki ve manevi bir prensip olarak, hak mücadelesinin sınırlarını belirler.
Kur’an ve Kerem Sahibi Allah
“Kur’an âyetleri İslâmiyetin muhteşem bünyesinde altun bir kordon gibi işlenmiştir.”
Bu benzetme, Kur’an-ı Kerim’in İslam dinindeki merkezi ve birleştirici rolünü vurgular. Kur’an ayetleri, İslam’ın temel direklerini oluşturan bir bütünlük içindedir ve bu bütünlük, tüm müminleri bir araya getiren manevi bir bağdır. Her ayet, İslam binasının bir parçasıdır ve bu parçalar, altın bir kordon gibi birbirine bağlıdır.
Hazreti Mevlânâ’nın “Sükût bürünmüşse dillere, Yara derindir! Yara derinse Allah kerimdir!” sözü ise, çaresizlik anlarında dahi Allah’a olan tevekkülün ve O’nun keremine sığınmanın önemini anlatır. En derin yaralar karşısında dahi, konuşmaktan aciz kalınsa bile, Allah’ın sonsuz keremi ve lütfu vardır. O, tüm dertlere çare, tüm yaralara merhemdir. Bu söz, müminlere umut ve teselli aşılar.
Özet
Makale, manevi değerlerin maddi kazanımlardan üstün olduğunu, ömür sermayesinin ilim ve salih amellerle değerlendirilmesi gerektiğini İmam Gazali’nin sözleriyle ele alıyor.
İhlasın, duaların kabul olmasının ve her durumda hayra vesile olmasının anahtarı olduğunu Bediüzzaman Said Nursi’den alıntılarla açıklıyor. Edep sahibi olmanın, kendini noksan, başkasını kâmil görmekle mümkün olduğunu İmam Şa’rânî’nin sözüyle vurguluyor.
Hak ve adalet mücadelesinde bile haksızlığa başvurmanın, hakka karşı bir hürmetsizlik olduğunu belirtiyor.
Kur’an-ı Kerim’in İslamiyet bünyesindeki birleştirici ve merkezi rolünü altın kordon benzetmesiyle açıklıyor.
Son olarak, Hazreti Mevlânâ’nın sözleriyle en derin yaralar karşısında dahi Allah’ın sonsuz keremine sığınmanın önemine değiniyor ve makaleyi bu manevi derinlikle tamamlıyor.
Yâ Rab! Kusurumuzu affet…
İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından itibaren fani ve aciz bir varlık olduğunu idrak eder. Bu idrak, onu yüce bir güce, Rabbine yöneltir. İnsanın yaratılış gayesi, Allah’a kulluk etmek ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yolda işlenen her hata, yapılan her kusur, insanı Rabbinden uzaklaştıran birer engel teşkil eder. Bu nedenle mümin, daima Rabbine sığınır ve “Yâ Rab! Kusurumuzu affet” yakarışında bulunur. Bu yakarış, sadece bir dilek değil, aynı zamanda bir teslimiyetin, bir pişmanlığın ve bir umudun ifadesidir.
Tarih boyunca peygamberler ve alimler, bu teslimiyeti en güzel şekilde yaşamışlardır.
Hz. Adem, işlediği hatanın ardından Rabbine yönelerek tövbe etmiş ve af dilemiştir. Hz. Yusuf, iftiraya uğradığında sabırla Rabbine sığınmış ve O’nun affını beklemiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.), hayatı boyunca Allah’a olan bağlılığını ve kulluğunu en yüksek seviyede tutmuş, her fırsatta O’na yönelerek af ve mağfiret dilemiştir.
Bu yakarış, sadece bireysel bir kurtuluş değil, aynı zamanda toplumsal bir şuurun da anahtarıdır. Bir toplum, fertleri kusurlarının farkında olup tövbe ettikçe, Allah’ın rahmetine ve mağfiretine nail olur. Aksine, kusurlarını görmezden gelen, kibir ve gurura kapılan bir toplum, ilahi azaba davetiye çıkarır.
“Bizi kendine kul kabul et” ifadesi, insanın en yüce makamını, yani kulluğu arzuladığını gösterir. Kulluk, sadece bir itaat değil, aynı zamanda bir sevgi, bir teslimiyet ve bir bağlılık ilişkisidir. İnsan, kendi arzularından, heveslerinden ve nefsinden sıyrılarak, Allah’ın iradesine boyun eğdikçe gerçek özgürlüğe kavuşur.
**********
Bu açıdan, “Risale-i Nur Külliyatı”ndan Bediüzzaman Said Nursi’nin şu sözleri derin bir anlam taşır: “Ubudiyet, emr-i ilâhiye ve rızâ-yı ilâhiye bakar. Ubudiyetin dâisi emr-i ilâhî ve neticesi rızâ-yı Hakk’tır. Semerâtı ve fevâidi, uhreviyedir.” Yani kulluk, ilahi emirlere ve Allah’ın rızasına yönelir. Kulluğun sebebi ilahi emir, neticesi ise Allah’ın rızasıdır. Bunun meyveleri ve faydaları ahirete aittir.
“Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl” duası ise, fani hayatımızın en önemli gayelerinden birini ortaya koyar. Bedenimiz, ruhumuz, malımız, mülkümüz, hatta ömrümüz, Allah’ın bize emanetidir. Bu emanetlere ihanet etmemek, onları en güzel şekilde korumak ve geliştirmek, her müminin görevidir.
Bu noktada, “En’am suresi 95. Ayet” bize önemli bir ders verir: “Şüphesiz ALLAH, tohumu ve çekirdeği çatlatandır; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte ALLAH budur. O halde haktan nasıl döndürülüyorsunuz?”
Bu ayet, Allah’ın her şeye gücü yettiğini ve O’nun iradesi dışında hiçbir şeyin olamayacağını anlatır. Bu güç ve kudret karşısında, emanetine sadık kalmak ve O’nun yolundan sapmamak, aklıselim her insanın yapması gerekendir.
Sonuç olarak, bu üç temel yakarış, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden birer anahtardır. Kusurlarımızı itiraf etmek, Allah’a kul olmak ve emanetine sadık kalmak, bizi ilahi rızaya ulaştıran yoldur.
Özet
Makale, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu, bu nedenle daima Rabbine yönelmesi gerektiğini anlatır.
“Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl” duasının anlamını ve önemini ele alıyor.
Tarihten ve Risale-i Nur Külliyatı’ndan örnekler vererek, kulluğun sadece bir itaat değil, aynı zamanda bir sevgi ve teslimiyet olduğunu açıklıyor. Emanete sadık kalmanın önemini ve bu sadakatin ahiret mutluluğuna nasıl bir katkı sağladığını anlatıyor.
Makale, Allah’ın kudretini anlatan En’am suresi 95. ayetiyle de konuyu destekliyor ve insanın bu kudret karşısında doğru yoldan sapmaması gerektiğine işaret ediyor.
Sonuç olarak, bu duanın insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden temel bir anahtar olduğunu belirtiyor.
“Yaşlı amcaya sormuşlar; Nasıl 65 yıl evli kaldınız?
‘Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığın da; Çöpe atılmaz tamir edilirdi.'”
Modern çağın hızına kapılmış, tüketim odaklı dünyamızda, ilişkiler de maalesef tek kullanımlık eşyalar gibi görülmeye başlandı. Ufak bir pürüzde, en küçük bir anlaşmazlıkta kolayca pes etme ve yeni arayışlara girme eğilimi, evlilik gibi kutsal bağları dahi sarsıyor. Oysa yaşlı amcanın 65 yıllık evliliğinin ardındaki o bilgece söz, sadece bir evlilik sırrını değil, aynı zamanda kaybolmaya yüz tutmuş bir hayat felsefesini de gözler önüne seriyor: Tamir ve İhya Etme Sanatı.
Tarih sayfalarında gezinirken, sağlam temeller üzerine kurulmuş medeniyetlerin, kırılanı onarmayı, eskiyeni yenilemeyi ve zayıflayanı güçlendirmeyi ilke edindiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nun yıkılan köprüleri yeniden inşa etmesi, Selçuklu mimarlarının yıpranan kervansarayları restore etmesi, bu medeniyetlerin ayakta kalma azminin birer göstergesidir. Tıpkı bir binanın temelindeki çatlak gibi, bir ilişkinin de temelinde anlaşmazlıklar, yanlış anlamalar ve incinmeler olabilir. Ancak önemli olan bu çatlakları görmezden gelmek değil, onları özenle onarmak, üzerini yeni bir sevgi harcıyla sıvamak ve binayı eskisinden daha sağlam hale getirmektir.
Yaşlı amcanın sözü, bize yalnızca bir ilişkiyi kurtarmayı değil, aynı zamanda kendi benliğimizi de onarmayı hatırlatır. Kırılan hayaller, zedelenen gururlar, yapılan hatalar… Hepsi birer çöpe atılacak enkaz değildir. Her biri, ders alınacak, tecrübe edinilecek ve yeniden inşa edilecek birer malzemedir. Tıpkı bir Japon sanatında olduğu gibi, kırılan bir vazonun parçalarını altınla birleştiren Kintsugi sanatı, kusurların gizlenmesi yerine onurlandırılmasını öğütler. Kırılanın daha değerli hale geldiği bu felsefe, insan ilişkileri için de geçerlidir. Kırılan gönüller, tamir edildiğinde ve yeniden inşa edildiğinde, önceki halinden daha derin, daha anlamlı ve daha değerli bir bağa sahip olur.
Sonuç olarak, yaşlı amcanın sözü, bir ilişkinin sadece aşk ve sevgi üzerine kurulmadığını, aynı zamanda sabır, fedakarlık ve onarım yeteneği üzerine inşa edildiğini gösterir. Bir şeylerin kırıldığı, zedelendiği zamanlarda hemen vazgeçmek yerine, tamir etme, onarma ve daha iyi hale getirme çabası, sadece evlilikleri değil, aynı zamanda insanlık bağlarını da güçlendirir. Bu, kaybolmaya yüz tutmuş bir bilgeliktir ve modern dünyanın hızına karşı duran, zamana meydan okuyan bir duruştur.
Özet: Yaşlı bir adamın 65 yıllık evliliğinin sırrını “kırılanı tamir etmek” olarak açıklaması, günümüzün tüketim odaklı ilişkilerine önemli bir ders sunmaktadır. Makale, bu hikmetli sözü, medeniyetlerin onarım ve yenileme çabalarıyla, Japon sanatı Kintsugi’nin kusurları onurlandırma felsefesiyle ilişkilendirerek derinleştirir.
Sonuç olarak, makale, bir ilişkinin sağlamlığının, kırıldığında tamir etme ve daha güçlü bir bağ kurma becerisine bağlı olduğunu vurgulayarak, bu felsefenin sadece evlilikler için değil, tüm insanlık bağları için geçerli olduğunu ortaya koyar.
***********
“Nimet ve Şükür Arasındaki Köprü: Besmele”
“Her bir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.” (Risale-i Nur)
İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu andan itibaren sayısız nimetle kuşatılmıştır. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek, hepsi birer nimet zincirinin halkalarıdır. Ancak ne yazık ki, çoğu zaman bu nimetlerin varlığını normal görür, onları birer hak olarak görürüz. Oysa İslam ahlakının temel taşlarından biri olan şükür, bu normalleştirmenin perdesini yırtar ve bize her bir nimetin ardındaki ilahi eli gösterir. Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, işte bu şükür yolculuğunun ilk ve en önemli adımı olan Besmeleyi işaret eder.
Tarih boyunca, Besmele’nin sadece bir sözden ibaret olmadığı, aynı zamanda bir duruş, bir niyet ve bir bilinçlilik hali olduğu görülmüştür. Gemi kaptanları fırtınalı denizlere Besmele ile açılmış, çiftçiler tarlalarına Besmele ile tohum atmış, alimler ilim yolculuğuna Besmele ile başlamışlardır. Bu, sadece bir başlangıç ritüeli değil, aynı zamanda tüm eylemleri ilahi bir maksada bağlama, yapılan işin sadece dünyevi bir amaç taşımadığını, aynı zamanda bir kulluk vazifesi olduğunu idrak etme eylemidir. Besmele, adeta bir anahtar gibidir; her nimetin, her eylemin kapısını ilahi bir boyuta açar.
Besmele okumak, bir yiyeceği tüketirken sadece biyolojik bir ihtiyacı karşılamaktan öteye geçerek, o yiyeceğin yaratıcısını, toprağı, suyu ve güneşi var edeni hatırlamaktır. Bu bilinç hali, insanı bencillikten, nankörlükten ve israftan korur. O yemeğin sofraya gelene kadar geçen süredeki zahmetleri, alın terlerini ve en nihayetinde o nimeti lütfeden Rabb’i düşünmek, insana derin bir tevazu ve minnettarlık hissi kazandırır. Bu şükürle beslenen ruh, sadece maddesel doyuma ulaşmakla kalmaz, aynı zamanda manevi bir huzur ve tatmin de bulur.
Sonuç olarak, Besmele, sadece dini bir görev değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesidir. O, nimetlerle aramızdaki köprüyü kurar, bize her anın ve her şeyin bir lütuf olduğunu hatırlatır. Bu köprüden geçenler, sadece midelerini değil, aynı zamanda ruhlarını da doyurur. Besmele ile başlayan her iş, berekete ve hayra kapı aralar; Besmele ile yenen her lokma, şükürle harmanlanır ve kalbi aydınlatır. Böylece insan, Rab’bine minnet ve şükranla mukabelede bulunarak, hem bu dünyada hem de ahirette huzur bulur.
Özet: Makale, Risale-i Nur’dan alınan “Besmele”nin önemi hakkındaki sözü ele almaktadır. Besmele’nin sadece bir sözden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir duruş ve niyet hali olduğunu anlatır. Tarihten örneklerle Besmele’nin, eylemleri ilahi bir amaca bağlama ve nimetlerin yaratıcısını hatırlama faaliyetini anlatır. Besmele’nin şükür bilincini artırarak insanı bencillikten ve nankörlükten koruduğunu belirtir. Sonuç olarak, Besmele’nin bir yaşam tarzı olduğunu ve onunla başlayan her işin berekete, her lokmanın ise manevi huzura vesile olduğunu anlatır.
***********
“Çocuğun Kalbi: Ekin Biçen Bir Bahçıvanın Mesuliyeti”
“Çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer; ne eksen tutar.” (Hz. Ali (r.a))
Hz. Ali’nin (r.a.) bu derin hikmeti, çocuk eğitimine dair söylenmiş en veciz ve en etkili sözlerden biridir. Bir çocuğun kalbini “ekilmemiş tarlaya” benzetmesi, aslında ebeveynlere ve eğitimcilere ne kadar büyük bir sorumluluk yüklendiğini gösterir. Bu tarla, boş ve verimli bir zemindir; ne ekersen, ne dikersen, o yeşerir ve o ürün verir. Bu, sadece bir pedagoji dersi değil, aynı zamanda insanın inşasına dair, geleceğin tohumlarının nasıl atıldığına dair bir ibrettir.
Tarih boyunca, büyük düşünürler ve liderler, çocuk eğitiminin toplumun geleceği için ne kadar kritik olduğunu anlamışlardır. Sokrates’in “yetişkinleri eğitmeyin, gençlere yönelin” sözü ve öğüdü, hep bu tarlaya ne ekileceği sorusunun cevaplarıdır. İslam medeniyetinde de çocuk terbiyesine verilen önem, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “çocuklarınıza iyi isim verin ve iyi ahlak öğretin” tavsiyesinde kendini gösterir. Bu sözler, çocuğun kalbine sadece bilgi değil, aynı zamanda ahlak, fazilet, sevgi ve merhamet gibi değerlerin de ekilmesi gerektiğini anlatır.
Bir çocuğun kalbi, ekilmemiş bir tarla gibi olduğu için, onu ihmal etmek, boş bırakmak en büyük hatadır. İhmal edilen bir tarla, ya yabani otlarla dolar ya da çoraklaşır. Çocuk da böyledir; ona güzel ahlak, doğruluk, dürüstlük ve sevgi tohumları ekilmezse, kalbi kötü niyetlerin, kıskançlığın ve nefretin yabani otlarıyla dolabilir. Bu sebeple ebeveynler ve eğitimciler, birer bahçıvan gibi, bu tarlayı sadece ekmekle kalmamalı, aynı zamanda onu sulamalı, havalandırmalı ve zararlı otlardan arındırmalıdır.
Çocuğa ne ekersek, sadece onun geleceğini değil, aynı zamanda toplumun geleceğini de belirleriz. Ektiğimiz bir sevgi tohumu, yarın koca bir merhamet ağacına dönüşebilir; ektiğimiz bir adalet tohumu, yarın adil bir toplumun temeli olabilir. Tersine, ektiğimiz bir nefret tohumu ise, gelecekteki toplumsal çatışmaların tohumu olabilir. Bu sebeple, bir çocuğun kalbine ekilen her tohum, sadece o çocuğun hayatını değil, bir neslin ve bir medeniyetin kaderini de şekillendirir.
Özet: Hz. Ali’nin (r.a.) “çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer” sözü, çocuk eğitiminin ve ebeveynliğin önemini anlatmaktadır.
Makale, bu sözü, tarihteki filozofların ve peygamberlerin çocuk eğitimine dair görüşleriyle destekleyerek konuyu derinleştirir. İhmal edilen bir tarlanın yabani otlarla dolması gibi, eğitilmeyen bir çocuğun kalbinin de kötü niyetlerle dolabileceğini belirtir. Sonuç olarak, makale, çocuklara ekilen her tohumun, sadece o çocuğun değil, aynı zamanda toplumun ve geleceğin kaderini de şekillendirdiğini anlatarak ebeveynlere ve eğitimcilere büyük bir sorumluluk yükler.
************
“Âlemin Kıymeti: Mana-yı Harfiyle Bakış”
“Kezâlik bu âlem de, eğer Kur’an’ın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymetdar olur.” (Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye – 228)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, kainatın varlık sebebine ve insanın ona nasıl bakması gerektiğine dair derin bir perspektif sunar. “Mana-yı harfiyle” bakış açısı, bir varlığa kendi başına bir anlam yüklemek yerine, onu yaratanın azametine ve sanatına bir ayna olarak görmeyi ifade eder. Bu bakış, sadece dini bir talim değil, aynı zamanda evrenin güzelliğini, düzenini ve inceliğini derinden idrak etmeye yönelik hikmetli bir duruştur.
Tarih boyunca bilim ve sanatın gelişimi, bu “mana-yı harfiyle” bakış açısının bir yansımasıdır. Astronomlar yıldızlara, gezegenlere bakarken sadece fiziksel cisimler görmemiş, aynı zamanda ilahi bir düzenin ve kudretin izlerini aramışlardır. Sanatçılar bir çiçeği, bir kuşu resmederken, sadece o varlığın suretini çizmekle kalmamış, onun ardındaki estetik ve yaratılış mucizesini de yakalamaya çalışmışlardır. Bu, varlıkları kendi başlarına birer “şey” olarak görmekten ziyade, onları birer “ayet” olarak okuma çabasıdır. Her bir varlık, her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tecellisi, O’nun azametine işaret eden birer harf, birer kelimedir.
Bu perspektif, insanı dünyevi ve gelip geçici olanın ötesine taşır. Bir kuşun cıvıltısı, sadece bir ses değil; bir çiçeğin kokusu, sadece bir koku değil; bir ağacın gölgesi, sadece bir gölge değildir. Bunlar, yaratıcının sanatının, merhametinin ve cömertliğinin birer delilidir. Bu bilinçle kainata bakan bir kişi, içinde bulunduğu âlemi kuru bir madde yığını olarak görmekten kurtulur ve onu canlı, anlamlı ve ilahi bir mektup olarak okumaya başlar. Bu, hayatı sıradanlıktan kurtaran, her anı ve her şeyi ibretle dolduran bir bakış açısıdır.
Öte yandan, “mana-yı ismiyle” yani varlıklara kendi başlarına birer amaç olarak bakıldığında ise, âlem ve içindekiler kıymetini yitirir, manasız birer enkaz haline gelir. Tüketim toplumunun getirdiği bu bakış açısı, doğayı sadece bir kaynak olarak görmeye, insanı sadece bir meta olarak değerlendirmeye iter. Bu, hem insanın hem de âlemin manevi bir çoraklaşmasına yol açar.
Özet: Makale, Risale-i Nur’dan alınan “mana-yı harfiyle” bakış açısını ele almaktadır. Bu bakış açısının, varlıklara kendi başlarına bir anlam yüklemek yerine, onları yaratıcının azametine işaret eden birer araç olarak görmeyi ifade ettiğini anlatır. Tarihten örneklerle, bilim ve sanatın bu düşünceyle nasıl geliştiğini gösterir. Bu perspektifin insanı dünyevi olandan öteye taşıdığını, her varlığı bir “ayet” olarak okumayı öğrettiğini belirtir. Karşıt olarak, varlıklara “mana-yı ismiyle” bakmanın manevi bir çoraklaşmaya yol açtığını vurgulayarak, makale, bu derin bakış açısının hayatı nasıl anlamlı hale getirdiğini ortaya koyar.
************
“Suyun Çekilmesi: En Büyük İbret”
“‘Hiç düşündünüz mü ki: suyunuz çekilse, size kim temiz bir su getirebilir?’ (67- Mülk suresi 30)”
Mülk Suresi’ndeki bu ayet, sadece bir su sorunu uyarısı değil, aynı zamanda insanın acizliğini ve kainatın mutlak sahibi karşısındaki konumunu hatırlatan derin bir ibrettir. Su, hayatın kaynağıdır. Medeniyetler su kenarlarında kurulmuş, şehirler su yolları sayesinde gelişmiştir. Ancak modern insanın suya bakışı, maalesef onu kabullenmiş bir kaynak, tükenmeyecek bir nimet olarak görme eğilimindedir. Bu ayet ise bu kabullenmeyi sarsar ve bize bir kez daha hatırlatır: En büyük nimetlerin bile kaynağı, bizim kontrolümüz dışında, ilahi bir kudretin elindedir.
Tarih boyunca, su kıtlığının ve kuraklığın nice medeniyetleri yok ettiğine, nice güçlü toplumları zayıflattığına şahit olduk. Mayalar’ın gizemli çöküşünün ardında, su kaynaklarının tükenmesi olduğuna dair teoriler, suyun medeniyetler için ne kadar hayati olduğunu gösterir. Bugün dahi, küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi sorunlar, dünyanın farklı bölgelerinde su savaşlarının habercisi niteliğindedir. Bu durum, bize suyun çekilmesi ihtimalinin sadece bir ayet meselesi olmadığını, aynı zamanda günümüzün en büyük gerçeklerinden biri olduğunu gösterir.
Bu ayet, suyun varlığının bir lütuf, bir hediye olduğunu bize tekrar tekrar hatırlatır. Suyun çekilmesi ihtimali, bizi sadece gelecekteki mümkün olan bir felaket konusunda uyarmakla kalmaz, aynı zamanda elimizdeki nimete şükretmeye, onu israf etmemeye ve onu korumaya davet eder. “Size kim temiz bir su getirebilir?” sorusu, aynı zamanda insanın sahip olduğu tüm imkanlara, teknolojik gelişmelere rağmen, bazı temel ihtiyaçlar karşısında ne kadar aciz kalabileceğini de gösterir. En gelişmiş arıtma teknolojileri dahi, suyun kaynağını, yağmurun bulutlardan inmesini sağlayamaz.
Sonuç olarak, Mülk Suresi’ndeki bu ayet, sadece suyun önemine dikkat çeken bir uyarı değil, aynı zamanda bir ibret dersidir. O, insana haddini bilmeyi, yaratıcının kudretini ve lütfunu idrak etmeyi öğretir. Suyun çekilmesi ihtimali, bizi sadece bir felaket senaryosuyla korkutmak için değil, aynı zamanda sahip olduğumuz en temel nimetlere şükretmeye, onları korumaya ve onları var edenin sonsuz kudretini düşünmeye davet etmek içindir.
Özet: Makale, Mülk Suresi’ndeki “suyunuz çekilse, size kim temiz bir su getirebilir?” ayetini temel alarak suyun önemini ve insanın acizliğini işler. Tarihten örneklerle su kıtlığının medeniyetlerin çöküşündeki rolünü ve günümüzdeki iklim değişikliği sorununu ilişkilendirir. Ayetin, suyun bir lütuf olduğunu hatırlatmakla kalmayıp, sahip olunan nimetlere şükretmeye ve onları korumaya davet ettiğini vurgular.
Son olarak, ayetin, en temel ihtiyaçlar karşısında dahi insanın ne kadar aciz kaldığını ve yaratıcının kudretinin idrak edilmesi gerektiğini öğrettiğini belirtir.
Modern dünyanın koşturmacası içinde, insanoğlu genellikle en önemli gerçeği göz ardı etme eğilimindedir: Ölüm.
Ölüm telefonu çaldığı her an, aslında ölümün bize ne kadar yakın olduğunu fısıldıyor.
“Ölüm seni her an arayabilir” ifadesi, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda hayatın kırılganlığına ve her an sona erebilecek bir nefeslik mühlet olduğuna dair edebi bir ifadedir. Bu, bizi, hayatın sonsuz bir döngüden ibaret olmadığı, her anın bir sonun başlangıcı olabileceği gerçeğiyle yüzleştirir.
Tarih sayfalarında, bu gerçeği idrak eden nice şahsiyetin hikayeleri vardır. Kimi zalim hükümdarlar, ölümün soğuk nefesini enselerinde hissettiklerinde tövbe kapısına yönelmiş, kimi bilgeler ise bu gerçeği bir ibret vesilesi yaparak hayatlarını anlamlandırmışlardır.
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” hakikati, bu bilincin en güzel örneklerinden biridir.
Ölüm bilinci, kişiyi dünyevi hırs ve boş meşguliyetlerden uzaklaştırarak, asıl gayeye yönlendirir: İman, salih amel ve kulluk vazifesi.
Ölümün kapısını çalmasını beklemek yerine, o kapıyı çalmadan önce hazırlıklı olmak gerekir. Bu hazırlığın en önemli iki sütunu ise tövbe ve namazdır. Tövbe, insanı günahlarından arındıran, kalbin pasını silen manevi bir yıkım aracıdır. Yapılan hataların pişmanlığıyla Allah’a yöneliş, kalbi yeniden diriltir. Namaz ise, yaratıcıyla kurulan en özel ve en güçlü bağdır. O, sadece bir beden hareketinden ibaret değil, aynı zamanda kalbin Allah ile buluştuğu, ruhun huzur bulduğu bir miraçtır. Her namaz, adeta bir sonraki hayata hazırlık provasıdır; her secde, dünyanın geçiciliğini ve Allah’ın yüceliğini hatırlatır.
Sonuç olarak, Ölüm, her an çalabilecek bir telefondur ve ne zaman çalacağı bilinmez. Bu nedenle, o çağrı gelmeden önce tövbe ve namaz ile kendimizi hazırlamak, hayatın en büyük sorumluluğudur. Unutmamalıyız ki, tövbenin samimiyeti ve namazın huşusu, ölümün soğukluğunu giderecek, ahiret yurdunun aydınlığını sağlayacaktır.
Özet: Bu makale, “Ölüm seni her an arayabilir” uyarısını merkeze alarak, ölüm bilincinin önemini vurgulamaktadır.
Makalede, bu çağrıya hazırlıklı olmanın yolunun tövbe ve namazdan geçtiği belirtilir. Tövbe’nin manevi bir arınma, namazın ise Allah ile kurulan özel bir bağ olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, makale, ölüm gelmeden önce bu iki temel ibadete sarılmanın, hayatın en büyük sorumluluğu olduğunu belirtir.
************
“İman ve Amel: Ecrin Zayi Olmadığı Vaadi”
“İMAN EDİP DÜNYA VE AHİRET İÇİN YARARLI İŞLER YAPANLAR BİLMELİDİRLER Kİ, BİZ GÜZEL İŞ YAPANLARIN ECRİNİ ASLA ZÂYİ ETMEYİZ. (KEHF, 18/30)”
Yeryüzünde insanoğlu var olduğu günden beri, yaptığı işlerin bir karşılığı olup olmadığını merak etmiştir. İyilik yapanlar, fedakarlık gösterenler ve zor zamanlarda doğru yolda kalanlar, emeklerinin boşa gitmeyeceğinin bir garantisini aramışlardır. Kehf Suresi’ndeki bu ayet, işte bu arayışa en kesin ve en güven verici cevabı sunar: İyilik, asla zayi olmaz. Bu, sadece bir dini vaat değil, aynı zamanda evrenin ve hayatın temel bir kanunudur.
Tarih, bu kanunun sayısız örneğiyle doludur. Yalnızca imanlarıyla değil, aynı zamanda insanlığa faydalı işler yaparak iz bırakan nice şahsiyet vardır. Sokrates’in öğrencilerine ahlakı öğrettiği, İbn-i Sina’nın tıp alanında çığır açtığı, Mevlana’nın insanlara sevgi ve hoşgörüyü aşıladığı çalışmalar, sadece kendi dönemlerine ışık tutmakla kalmamış, asırlar boyu insanlığın yolunu aydınlatmıştır. Onların bıraktıkları bu miraslar, dünyevi bir karşılıktan öte, Allah katında ebedi bir ecir olarak kabul edilmiştir. Zira ayetin de ifade ettiği gibi, güzel işlerin asıl karşılığı, sonsuzluk yurdundadır.
Bu ayet, bir yandan insanı iyilik yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da yaptığı iyiliklerin karşılığını bekleme kaygısından kurtarır. İyilik, bir karşılık için değil, sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Çünkü biliyoruz ki, en küçük bir iyilik dahi, en ufak bir zerre kadar bile olsa, karşılıksız kalmayacaktır. Bu, insanı ihlasa yönlendirir, yani yaptığı işlerde sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetmeye teşvik eder. İyilik, bir ticaret değildir; o, imanın amele dönüşmüş halidir.
Sonuç olarak, Kehf Suresi’ndeki bu ayet, insanlık için bir umut kaynağı ve bir eylem çağrısıdır. O bize, dünya hayatının geçiciliğinde boğulmak yerine, ebedi hayat için yatırım yapmayı öğretir. İmanla birleşen ve insanlığa faydalı olan her güzel iş, bir tohum gibi ekilir ve ahiret yurdunda en güzel meyveleri verir. Bu nedenle, yaptığımız her güzel işin, söylediğimiz her güzel sözün, gösterdiğimiz her fedakarlığın karşılıksız kalmayacağını bilerek, iyilikten vazgeçmemeli ve güzel işler yapmaya devam etmeliyiz.
Özet: Bu makale, Kehf Suresi’ndeki “güzel iş yapanların ecrini asla zayi etmeyiz” ayetini ele almaktadır. Makale, iyiliğin asla karşılıksız kalmayacağı inancının, hem tarihte iz bırakan şahsiyetlerin hayatlarında hem de İslam ahlakında temel bir yer tuttuğunu belirtir. Ayetin, iyiliği bir karşılık beklemeden, sadece Allah rızası için yapmaya teşvik ettiğini anlatılır.
Sonuç olarak, makale, imanla yapılan her faydalı işin, dünyevi karşılığının ötesinde, ahiret yurdunda sonsuz bir ecirle mükafatlandırılacağını belirterek insanları iyiliğe davet eder.
***********
“Eş: Huzurun ve Aşkın Kaynağı”
“A’raf Suresi 189. Ayet Meali: Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini ondan var edendir. (İnsan) eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklenir (gebe kalır) ve (bir müddet) onu taşır…”
A’raf Suresi’ndeki bu ayet, evliliğin ve eşlerin birbirine olan ilişkisinin, sadece biyolojik bir birliktelikten ibaret olmadığını, aynı zamanda derin bir manevi temele dayandığını anlatan ilahi bir beyandır.
“Kendisi ile huzur bulsun diye” ifadesi, evliliğin asıl gayesinin, iki insanın birbiri için birer sığınak, birer liman ve birer huzur kaynağı olması gerektiğini gösterir. Bu, modern dünyanın yalnızlaştırdığı insan için, manevi bir sığınak arayışına cevap veren, en güzel tariflerden biridir.
Tarih boyunca, güçlü toplumların ve sağlam ailelerin temelinde, eşler arasındaki bu huzur ve güven bağının olduğu görülmüştür. Asil bir aile kurmanın, sadece nesil yetiştirmekten öte, birbirine destek olan, merhametle yaklaşan ve zor zamanlarda birlikte omuz omuza duran eşler sayesinde mümkün olduğu bilinir.
Ayetteki “hafif bir yük yüklenir (gebe kalır)” ifadesi, evliliğin sadece huzur ve sevgi anlarından ibaret olmadığını, aynı zamanda fedakarlık, sabır ve sorumluluk gerektiren zorlu bir yolculuk olduğunu da gösterir.
Bu ayet, aynı zamanda eşlerin, özellikle de kadınların kutsal annelik vazifesine yönelik büyük bir saygıyı da barındırır. Gebeliğin, “hafif bir yük” olarak adlandırılması, aslında yaratıcının bu sürece ne kadar hassasiyetle baktığının bir göstergesidir. Bir can taşımanın, yeni bir hayatın müjdecisi olmanın ağırlığına rağmen, bu süreci sabırla ve şükürle karşılamak, annelik vazifesinin ilahi bir lütuf olduğunu hatırlatır. Eşlerin bu süreçte birbirlerine olan duaları ve destekleri, bu kutsal yolculuğu daha da anlamlı hale getirir.
Sonuç olarak, A’raf Suresi’ndeki bu ayet, evliliğin, sadece bir nikah sözleşmesinden ibaret olmadığını, aksine derin bir manevi bağın, huzurun, sevginin ve fedakarlığın harmanlandığı kutsal bir yolculuk olduğunu öğretir. Eşler, birbirleri için birer huzur kaynağı olduklarında, aile de bir sığınak haline gelir ve bu sığınakta yetişen nesiller, hem kendileri hem de toplumları için birer umut ışığı olur.
Özet: Bu makale, A’raf Suresi’ndeki evliliğin temel amacını anlatan 189. ayet mealini işlemektedir. Ayetin, eşler arasındaki ilişkinin bir huzur ve sığınak kaynağı olması gerektiğini anlatır. Tarihsel olarak güçlü toplumların sağlam aile yapılarından örnekler verilerek, bu bağın önemine değinilir. Ayetteki gebelikle ilgili kısım, annelik vazifesinin kutsallığını ve eşler arasındaki fedakarlığı anlatmak için ele alınır.
Sonuç olarak, makale, evliliğin manevi bir yolculuk olduğunu ve eşlerin birbirine huzur kaynağı olmasının önemini ortaya koyar.
***********
“İnsanlığın Üç Vazifesi: Ubûdiyet, Takva ve Cihad”
“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” (Mesnevi-i Nuriye)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, insan hayatının amacını ve sorumluluklarını üç ana başlık altında toplar: Ubûdiyet (kulluk), takva ve cihad. Bu üç kavram, sadece dini birer terim değil, aynı zamanda insanın bu dünyadaki varoluş serüveninin birer yol haritasıdır. Her biri, insanın kendi benliğiyle, çevresiyle ve nihayetinde yaratıcısıyla olan ilişkisini düzenleyen temel ilkelerdir.
Ubûdiyet (Kulluk): Bu, insanın varlığının en temel amacıdır. İnsan, yaratıcısına karşı acizliğini, minnetini ve muhtaçlığını idrak ederek, O’na teslim olur. Bu teslimiyet, bir kölelik değil, aksine en yüce özgürlüktür. Zira sadece Allah’a kul olanlar, dünyevi hırsların, tutkuların ve diğer insanların esaretinden kurtulurlar. Ubûdiyet, namazda eğilmek, oruçta nefsi terbiye etmek ve hayatın her anında Allah’ın rızasını gözetmektir. Bu, insanın varlığa anlam katan en temel vazifesidir.
Terk-i Kebâir (Büyük Günahları Terk Etmek) Takvası: Takva, sadece dindar görünmek değil, aynı zamanda Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak durmaktır. “Terk-i kebâir” yani büyük günahları terk etme takvası, bu yolda atılan en önemli adımlardan biridir. Zira büyük günahlar, kalbi karartan, ruhu kirleten ve insanı yaratıcısından uzaklaştıran manevi zehirlerdir. Bir insan, büyük günahlardan sakındıkça, kalbi arınır, ruhu aydınlanır ve takva derecesi yükselir. Bu, nefsi terbiye etmenin ve manevi olarak yükselmenin bir yoludur.
Nefis ve Şeytanla Uğraşmak (Cihad): Cihad, genellikle yanlış anlaşılıp sadece savaşla ilişkilendirilen bir kavramdır. Ancak bu söz, cihadın en önemli cephesini, yani insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadeleyi anlatır. Nefsin bitmek bilmeyen arzularıyla, şeytanın vesveseleriyle mücadele etmek, en büyük cihadlardan biridir. Bu, insanın kendi zaaflarıyla yüzleşmesi, kötü alışkanlıklarını terk etmesi ve nefsini terbiye etme çabasıdır. Bu mücadele, dış dünyadaki düşmanlarla yapılan savaştan daha zor ve daha önemlidir. Zira insan, önce kendi nefsini yendiğinde, diğer tüm zorlukların üstesinden gelebilir.
Sonuç olarak, Mesnevi-i Nuriye’den alınan bu söz, insan hayatının bir bütün olduğunu ve bu bütünlüğün üç temel direk üzerine kurulduğunu gösterir: Kulluk bilinciyle yaşamak, haramlardan sakınmak ve nefisle mücadele etmek. Bu üç vazifeyi yerine getiren bir insan, sadece dünyada huzur ve manevi bir tatmin bulmakla kalmaz, aynı zamanda ahiret yurdunda da en yüce mertebelere ulaşır.
Özet: Makale, Mesnevi-i Nuriye’den alınan bir sözü temel alarak insanın üç temel vazifesini ele almaktadır: Ubudiyet (kulluk), takva (büyük günahları terk etmek) ve cihad (nefis ve şeytanla mücadele). Her bir kavramın anlamı ve önemi ayrı ayrı açıklanır. Ubudiyet’in varoluşun temel amacı olduğu, takvanın büyük günahlardan sakınarak kalbi arındırdığı ve cihadın en büyük cephesinin insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadele olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, bu üç vazifenin bir bütün olarak insan hayatını anlamlandırdığı ve hem dünyada hem de ahirette huzur getirdiği belirtilir.
************
“Âyâtın Belâgatına Secde: Sanat ve Aşkınlık”
“Hem bedevi bir edib: ‘FASDAĞ BİMA TÜ’MER’ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: ‘Sen müslüman mı oldun?’ O demiş: ‘Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.'” (Asay-ı Musa)
Kur’an’ın sadece bir din kitabı değil, aynı zamanda eşsiz bir edebi mucize olduğunu anlatan en etkileyici örneklerden biridir. “Âyâtın belâgatına secde eden” o bedevi edip, İslam’ın kutsal kitabının sanatını, derinliğini ve dilbilimsel gücünü, herhangi bir dini kabulden bağımsız olarak dahi idrak edebilen bir dehanın sembolüdür. Bu olay, bize, Kur’an’ın evrenselliğini ve sadece inananlara değil, tüm insanlığa hitap eden edebi bir eser olduğunu gösterir.
Tarih, Kur’an’ın edebi gücü karşısında hayranlık duyan nice şahsiyetin hikayeleriyle doludur. İslam’ın ilk dönemlerinde, şairler ve edipler, Kur’an’ın eşsiz üslubu ve nazmı karşısında kendi şiirlerinin zayıflığını kabul etmişlerdir. O dönemin en büyük şairlerinden olan Lebid bin Rabia, İslam’ı kabul ettikten sonra şiiri tamamen bırakmış ve “Kur’an varken artık ne şiir?” demiştir. Bu, sadece bir iman eylemi değil, aynı zamanda edebi bir teslimiyettir. O bedevi edibin hikayesi de, bu tarihi teslimiyet zincirinin halkalarından biridir. O, bir dahi olarak, kelimelerin ötesinde bir gücün, bir sanatkarlığın varlığını hissetmiş ve bu his, onu secdeye kapatacak kadar etkilemiştir.
Bu hikaye, aynı zamanda sanata ve estetiğe bakış açımızı da sorgular. Günümüzde sanat, genellikle dünyevi hazlar ve geçici güzellikler üzerine kuruludur. Oysa o bedevinin secdesi, sanatın asıl amacının, insanı yaratılışın ve yaratıcının büyüklüğüne yönlendirmek olduğunu gösterir. Kelimelerin gücüyle, ilahi bir mesajın insan kalbine nasıl dokunabileceğini, nasıl bir huşu ve hayranlık uyandırabileceğini isbatlar. Bu, sadece edebi bir metin okumak değil, aynı zamanda bir varlık felsefesini, bir estetik anlayışını idrak etmektir.
Sonuç olarak, “âyâtın belâgatına secde eden” bedevi edibin hikayesi, bize Kur’an’ın sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda insanlığa sunulmuş eşsiz bir edebi mucize olduğunu hatırlatır. O, sadece inananlara değil, sanatı, güzelliği ve hakikati arayan herkese hitap eder. Bu hikaye, bizi, Kur’an’ı sadece dini bir görev olarak okumaktan ziyade, onun edebi derinliğini, sanatsal inceliğini ve belâgatını anlamaya ve takdir etmeye davet eder.
Özet: Bu makale, bir bedevi edibin Kur’an ayetinin belagatı karşısında secdeye kapanması hikayesini ele almaktadır. Olay, Kur’an’ın sadece bir inanç kitabı değil, aynı zamanda eşsiz bir edebi mucize olduğunu anlatmak için kullanılır. Makalede, İslam’ın ilk dönemlerinde şairlerin ve ediplerin Kur’an’ın edebi gücü karşısında duydukları hayranlık ve teslimiyetten örnekler verilir. Bu hikayenin, sanatın asıl amacının insanı yaratıcının büyüklüğüne yönlendirmek olduğunu gösterdiği belirtilir. Sonuç olarak, makale, Kur’an’ın edebi derinliğinin sadece inananlara değil, tüm insanlığa hitap eden evrensel bir güzellik taşıdığını anlatır.
*********
“İnkâr ve Mağlubiyetin Kaderi”
“İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz…” (Âl-i İmrân Sûresi, 12)
Âl-i İmrân Suresi’nin bu ayeti, sadece inkâr edenlere yönelik bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin tecellisinin ve ilahi adaletin bir beyanıdır. Ayet, inkârın ve zulmün sonunda mağlubiyeti ve ahiretteki cezayı kaçınılmaz bir son olarak gösterir. Bu, sadece geleceğe dair bir kehanet değil, aynı zamanda geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan her zalimliğin ortak kaderidir.
Tarih, bu ayetin haklılığını isbatlayan sayısız örnekle doludur. Firavun’un kudretli ordusunun denizde boğulması, Nemrut’un kibirle kurduğu imparatorluğun yıkılışı, zalimlerin zulümlerinin kendi sonlarını getirmesi, hep bu ilahi kanunun tecellisidir. En güçlü ordular, en sarsılmaz görünen imparatorluklar dahi, inkâr ve zulüm üzerine kurulu olduklarında er ya da geç mağlubiyete uğramışlardır. Bu, sadece askeri bir yenilgi değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir çöküştür.
Ayet, bugünün dünyasına da ışık tutar. Kendini yenilmez sanan, güç ve kibirle hareket eden her zulüm odağı, bu ilahi kanunun bir hedefi haline gelir. Zira zulüm, kendi içinde yıkım tohumlarını taşır. Mazlumların ahı, zalimlerin saltanatını sarsar ve en nihayetinde o saltanatın yıkılışına neden olur. Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir kanundur: Zulmün olduğu yerde huzur, adalet ve barış kalıcı olamaz.
Ancak ayetin en ibretlik tarafı, mağlubiyetin sadece dünyevi bir sonla sınırlı kalmayacağını, aynı zamanda cehenneme sürüklenme gibi sonsuz bir cezayla da sonuçlanacağını belirtmesidir. Bu, zulmün ve inkârın asıl ve en büyük bedelinin ahirette ödeneceğini hatırlatır. Bu nedenle, bu ayet, sadece zalimlere bir uyarı değil, aynı zamanda mazlumlara bir umut kaynağıdır. Zalimin geçici zaferlerinin, sonsuz bir mağlubiyetin habercisi olduğunu bilmek, mazlumlara sabır ve direnç verir.
Özet: Bu makale, Âl-i İmrân Suresi’ndeki, inkâr edenlerin mağlup olacağı ve cehenneme sürükleneceği mealindeki ayeti ele almaktadır. Makale, bu ayetin sadece bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin tecellisi ve ilahi adaletin bir beyanı olduğunu anlatır. Firavun ve Nemrut gibi tarihi örneklerle, inkâr ve zulüm üzerine kurulu her gücün er ya da geç mağlup olduğunu gösterir. Ayetin, zulmün sadece dünyevi bir sonla kalmayıp, sonsuz bir cezayla da sonuçlanacağını hatırlattığı belirtilir. Sonuç olarak, makale, bu ayetin zalimlere bir uyarı, mazlumlara ise bir umut kaynağı olduğunu ortaya koyar.
*********
“Musibetler ve Şükür: Kula Yakışan Duruş”
“Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, âciz insanların dikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.” (Risale-i Nur – Mektubat – 281)
İnsan hayatı, musibetler, sıkıntılar ve imtihanlarla doludur. Bu zorlu anlarda, insanoğlunun ilk tepkisi genellikle şikayet etmek, isyan etmek ve başına geleni başkalarına anlatmak olur. Ancak Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, musibetlere karşı takınılması gereken en doğru duruşu gösterir. Musibeti “Allah’a şekva etmek”, yani sabırla, tevekkülle ve dua ile Allah’a yönelmek, kula yakışan asil bir davranıştır.
Tarih boyunca, nice büyük şahsiyet, musibetlere karşı bu tevekkül ve sabır duruşunu sergilemiştir. Peygamberler, en ağır imtihanlardan geçerken bile isyan etmemiş, aksine musibetleri birer dua kapısı olarak görmüşlerdir. Hz. Eyyub’un (a.s.) sabrı, Hz. Yakub’un (a.s.) evlat acısıyla çektiği hüzün, hep Allah’a yönelişle ve O’ndan yardım dilemeyle neticelenmiştir. Bu örnekler, musibetlerin sadece birer ceza değil, aynı zamanda kulun Allah’a daha çok yakınlaşması için birer vesile olduğunu gösterir.
Sözün diğer kısmı ise, musibeti insanlara şikayet etmenin “zarar ve manasız” olduğunu vurgular. “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, başkalarının merhametini veya dikkatini çekmeye çalışmak, aslında bir nevi Allah’ı insanlara şikayet etmektir. Bu, hem Allah’ın takdirine karşı bir isyan belirtisi taşır, hem de insanı aciz ve zayıf gösterir. Zira insanlar, musibetler karşısında bize ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Aksine, bizim bu zor anlarda sığınacağımız tek merci, her şeye gücü yeten Yüce Yaratıcı’dır.
Sonuç olarak, musibetler karşısında doğru duruş, ne isyan ne de şikayettir; o, sabır, şükür ve tevekküldür. Musibeti Allah’a şikayet etmek, aslında O’nun takdirine razı olmak ve O’ndan yardım dilemektir. Bu, hem ruhumuzu güçlendirir, hem kalbimizi huzurla doldurur, hem de musibeti birer manevi yükseliş basamağına dönüştürür. Unutmamalıyız ki, zor zamanlarda sığınacağımız tek liman Allah’ın rahmetidir ve O’na tevekkül edenlerin kalbi asla yalnız kalmaz.
Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan, musibetler karşısında takınılması gereken doğru duruşu anlatan sözü ele almaktadır. Musibetlerin Allah’a şikayet edilmesi gerektiği, yani sabır ve dua ile O’na yönelinmesi gerektiği anlatılır. Peygamberlerin musibetlere karşı sabır ve tevekkül örnekleri verilerek, zor zamanların kulun Allah’a yakınlaşması için birer vesile olduğu belirtilir. Musibeti insanlara şikayet etmenin ise manasız ve zararlı olduğu, bu durumun Allah’a karşı bir isyan belirtisi taşıdığı ifade edilir. Sonuç olarak, makale, musibetler karşısında sabır, şükür ve tevekkülün önemini anlatır.
“İnsan, Seyyiatından Mes’uldür: Özgür İradenin Bedeli”
Evet:
“İnsan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” (Risale-i Nur)
Yolların ikiye ayrıldığı, İyilik ve kötülük arasındaki tercih. “İnsan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” sözü, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda insanın özgür iradesine ve bu iradenin getirdiği ağır sorumluluğa dair mantıki bir beyandır.
Tarih boyunca, nice düşünür ve hikmet erbabı, insanın iyi ve kötü arasındaki tercihini sorgulamıştır. Hristiyanlıkta “İlk Günah” kavramı, insanlığın doğuştan getirdiği bir zaafı işaret ederken, İslam, insanın fıtratının temiz olduğunu, ancak kötüye yönelme eğiliminin nefis ve şeytanın etkisiyle oluştuğunu belirtir. Ancak bu söz, tüm mazeretleri ortadan kaldırır ve insanı kendi eylemlerinden sorumlu tutar. Kötülüğü, günahı, yanlışı seçen ve isteyen, bizzat insanın kendisidir. Bu, kader inancıyla çatışmaz; aksine, kaderin, insanın özgür iradesine müdahale etmediğini, ona sadece iyilik ve kötülük yollarını gösterdiğini hatırlatır.
Bu söz, insana vicdan muhasebesi yapmayı öğretir. Kötü bir şey yaptığında, “Şeytan beni kandırdı” demek kolaydır. Ancak bu söz, asıl kandırılanın kendi nefsi olduğunu, kendi iradesinin bu kötü eyleme meylettiğini gösterir. Bu, suçu başkasına atmak yerine, sorumluluğu üstlenmeyi ve hatalardan ders çıkarmayı gerektirir. Kötülük, dışarıdan gelen bir zorlama değil, içeriden gelen bir arzudur. Bu nedenle, insan kötü arzularını terbiye etmek, nefsine hakim olmak ve doğru yolu seçmekle yükümlüdür.
Sonuç olarak, Her gün, her an iyilik ve kötülük yollarının kesiştiği bir kavşakta duruyoruz. Risale-i Nur’un bu hikmetli sözü, bize hangi yolu seçersek seçelim, sonuçlarından tamamen sorumlu olduğumuzu hatırlatır. Kötülüğü seçen, kendi iradesiyle seçer ve o kötülüğün tüm bedelini ödemekle yükümlüdür. Bu, hem dünyada hem de ahirette geçerli olan temel bir ilkedir. İnsan, ancak bu sorumluluğu idrak ettiğinde, özgür iradesini doğru ve hayırlı işlerde kullanabilir.
Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan “insan, seyyiâtından tamamen mes’uldür” sözünü ele almaktadır. Yolların ayrımıyla ilişkilendirilerek, insanın iyilik ve kötülük arasındaki seçiminden bizzat sorumlu olduğu fikri işlenir. Makale, bu sözün insanın özgür iradesini ve bu iradenin getirdiği sorumluluğu ifade ettiğini belirtir. Kötülüğün dışarıdan gelen bir zorlama değil, içeriden gelen bir arzu olduğunu anlatarak, insanı nefis muhasebesi yapmaya davet eder.
Sonuç olarak, makale, insanın özgür iradesiyle yaptığı seçimlerin tüm sonuçlarından sorumlu olduğunu ve bu sorumluluğun idrak edilmesinin doğru yolu bulmada kritik bir rol oynadığını ortaya koyar.
************
“Âhiret: Kuruyan Toprağın Yeşil Umudu”
“Madem Allah var, elbette âhiret vardır.” (Risale-i Nur)
Güneşin kavurduğu, çatlamış bir toprak üzerinde filizlenen yeşil bir yaprak…Risale-i Nur’dan alınan veciz sözün en çarpıcı ifadesi “Madem Allah var, elbette âhiret vardır.”
Bu söz, sadece bir inanç beyanı değil, aynı zamanda varoluşun ve adaletin temel bir mantıki sonucudur. Yeryüzünün, sonsuz kudret ve hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından var edildiği gerçeği, bu yeryüzünde yaşanan her şeyin bir karşılığının olması gerektiği fikrini zorunlu kılar.
Tarih boyunca, insanlar, ölümden sonra bir hayat olup olmadığını merak etmişlerdir. Pek çok medeniyetin, ölülerini ahiret inancına göre hazırladığı görülmüştür. Antik Mısır’da firavunların mezarlarına eşyalarının konulması, eski Türklerde kurganlara ölülerin atlarıyla birlikte gömülmesi, hep bu sonsuzluk arayışının birer yansımasıdır. Zira insan fıtratı, bu dünyada yaşanan adaletsizliklerin, çekilen acıların ve yapılan iyiliklerin karşılıksız kalmayacağını hissetmektedir. Bir zalimin zulmünün yanına kalması, bir mazlumun acısının dinmemesi, bu sonsuz adalet hissini zedeler. İşte ahiret inancı, bu zedelenmiş hissi onarır ve evrensel bir adalet vaadi sunar.
Kurumuş topraktan yeşeren taze bir filiz, bu inancın en güzel sembolüdür. Nasıl ki ölüm zannettiğimiz bir tohumdan, yepyeni bir hayat filizleniyorsa, nasıl ki kışın cansız görünen tabiat, baharın gelmesiyle yeniden diriliyorsa, insan da öldükten sonra yeniden diriltilecektir. Bu, yaratılışın bir kanunudur ve bu kanun, ölümün bir yok oluş değil, aksine sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu gösterir. Ahiret, bu dünyadaki tüm güzelliklerin, tüm iyiliklerin ve tüm adalet arayışlarının asıl karşılığını bulacağı yerdir.
Sonuç olarak, “Madem Allah var, elbette âhiret vardır” sözü, sadece bir iman ilkesi değil, aynı zamanda aklı ve kalbi tatmin eden bir hakikattir. Bu söz, bizi, dünyanın geçiciliğinde boğulmak yerine, ahiret için çalışmaya, adaleti tesis etmeye ve iyilikleri çoğaltmaya davet eder. Çünkü biliyoruz ki, çatlamış topraktan filizlenen o küçük yeşil yaprak gibi, ölüm de bir son değil, sonsuzluğun bir başlangıcıdır.
Özet: Bu makale, “Madem Allah var, elbette âhiret vardır” sözünü, çatlamış bir topraktan yeşeren filiz temsiliyle ilişkilendirerek ele almaktadır. Makale, ahiret inancının sadece dini bir dogma değil, aynı zamanda evrensel bir adalet ve mantık sonucu olduğunu anlatır. Tarihten örneklerle, insanların daima sonsuzluk arayışında olduğunu gösterir. Kurumuş topraktan yeşeren filiz metaforuyla, ölümün bir son değil, sonsuzluğun bir başlangıcı olduğu fikrini işler.
Sonuç olarak, makale, ahiret inancının insanın dünyadaki eylemlerini anlamlandırdığını ve ona bir umut kaynağı sunduğunu belirtir.
***********
“Âhirzaman Fitnesi: Nefsin Esaretinden Kurtuluş”
“Rivayette var ki: ‘Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.’ Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş…” (Şuâlar)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, günümüz dünyasının manevi atmosferine dair derin bir tahlil sunar.
“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” ifadesi, sadece dini bir uyarı değil, aynı zamanda modern insanın yaşadığı deruni krizin bir tasviridir. Bu çağda, bilgiye erişimin kolaylığı, dünyevi zevklerin çeşitliliği ve nefsin bitmek bilmeyen arzuları, insanı adeta bir girdaba sürüklemektedir. Bu girdapta, nefsin esaretinden kurtulmak, en büyük cihad haline gelmiştir.
Tarih boyunca, İslam ümmeti, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) miras kalan bir bilinçle, bu büyük fitneden Allah’a sığınmıştır. Cihadın kılıçla yapılanı kadar, nefisle yapılanı da önemlidir. Hatta bir rivayette, asıl cihadın, nefisle yapılan mücadele olduğu belirtilmiştir. Âhirzaman, bu cihadın en çetin geçtiği zamandır. Zira şeytanın ve nefsin vesveseleri, en görünmez ve en sinsi yollarla kalplere nüfuz etmektedir. Bilgi kirliliği, ahlaki yozlaşma ve materyalist yaşam tarzı, nefsi terbiye etmeyi neredeyse imkansız hale getirmektedir.
Ancak bu söz, bir umutsuzluk mesajı değil, aksine bir kurtuluş reçetesidir. Binüçyüz yıl boyunca tüm ümmetin bu fitneden istiaze etmesi, yani Allah’a sığınması, bize yol gösterir. Bu, sadece dua etmekle kalmayıp, aynı zamanda aktif bir şekilde nefse karşı mücadele etmek, manevi bağları güçlendirmek ve ilahi hakikatlere sarılmak demektir. Bu çağın fitnesinden korunmanın yolu, Kur’an’ın hikmetine sarılmak, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetini takip etmek ve manevi hayatı canlı tutmaktır.
Sonuç olarak, âhirzaman fitnesi, insanı nefsine esir etme tehlikesi taşır. Ancak bu tehlike, aynı zamanda büyük bir manevi uyanışın da kapısını aralar. Nefsine hakim olmakta zorlanan her insan, kendisini bu büyük cihadın bir neferi olarak görmeli ve Allah’a sığınarak, manevi gücünü artırmalıdır. Bu bilinçle hareket edenler, âhirzamanın dehşetinden kurtulur ve nefsin esaretinden azat olarak, gerçek özgürlüğe kavuşurlar.
Özet: Bu makale, “Âhirzaman fitnesi o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” rivayetini ele almaktadır. Günümüzün manevi krizini bu fitne kavramıyla ilişkilendirir ve nefsin esaretinden kurtulmanın en büyük cihad olduğunu anlatır. Tarih boyunca ümmetin bu fitneden nasıl Allah’a sığındığını anlatarak, bu durumun bir kurtuluş reçetesi sunduğunu belirtir.
Sonuç olarak, makale, âhirzaman fitnesinden korunmanın yolunun, manevi bağları güçlendirmek ve nefisle mücadele etmekten geçtiğini anlatarak okuyucuyu bir uyanışa davet eder.
**********
“Ey Âlem-i İslam UYAN! Kur’an’a sarıl; İslamiyete maddi ve manevi varlığınla müteveccih ol!” (Risale-i Nur)
Sözler, sadece harflerden ibaret değildir; bazıları, içinde bulunduğumuz zamanın ve mekanın ruhunu sarsan birer feryat, birer davet haline gelir. Risale-i Nur’dan alınan bu çağrı da, “Ey Âlem-i İslam UYAN!”, tam da böylesi bir feryattır. Bu söz, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa, pasifliğe ve manevi gaflete karşı yükselen, tarihi bir ikazdır.
Tarih, İslam’ın en parlak dönemlerinde, Müslümanların Kur’an’a ve İslamiyet’e maddi ve manevi varlıklarıyla yöneldikleri zamanlar olduğunu gösterir. Endülüs’te ilmin, sanatın ve mantığın zirveye çıktığı, Osmanlı’nın adalet ve hoşgörüyle üç kıtaya hükmettiği dönemler, hep bu uyanışın birer neticesidir. O dönemlerde Müslümanlar, sadece ibadetlerini yerine getirmekle kalmamış, aynı zamanda bilime, sanata, ticarete ve toplumsal adalete de tüm varlıklarıyla sarılmışlardır. Bu, İslam’ın sadece bir ibadetler bütünü değil, aynı zamanda bir medeniyet ve yaşam biçimi olduğunu gösterir.
Ancak, ne yazık ki, günümüzde bu uyanışın yerini, bir nevi uyku hali almıştır. İslam dünyası, siyasi parçalanmışlık, ekonomik geri kalmışlık ve manevi zayıflıkla boğuşmaktadır. Bu durum, bizi, “Kur’an’a sarıl!” çağrısının ne kadar hayati olduğunu yeniden düşünmeye sevk eder. Kur’an, sadece bir okuma kitabı değil, aynı zamanda bir hayat rehberidir. O, bireylere ahlakı, toplumlara adaleti, devlete ise yönetim ilkelerini öğretir. Kur’an’a sarılmak, sadece onun ayetlerini okumak değil, aynı zamanda onun ilkelerini hayata geçirmek, onun adaletini tesis etmek ve onun merhametini yaşatmaktır.
Sonuç olarak, bu çağrı, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan kurtuluşunun reçetesini sunar: Uyanmak, Kur’an’a sarılmak ve İslamiyet’e tüm maddi ve manevi varlıkla yönelmek. Bu, sadece bir temenni değil, aynı zamanda bir zorunluluktur. Zira ancak bu uyanışla, İslam dünyası, geçmişindeki parlak günlere geri dönebilir, zalimin karşısında dimdik durabilir ve insanlığa yeniden huzur ve adalet getirebilir.
Özet: Bu makale, “Ey Âlem-i İslam UYAN! Kur’an’a sarıl” çağrısını ele almaktadır. Bu sözün, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa ve gaflete karşı bir ikaz olduğunu belirtir. Tarihten Endülüs ve Osmanlı gibi örneklerle, Müslümanların Kur’an’a tüm varlıklarıyla sarıldıklarında nasıl bir medeniyet inşa ettiklerini anlatır. Günümüzdeki problemlerin, bu uyanışın kaybedilmesinden kaynaklandığını anlatır.
Sonuç olarak, makale, İslam dünyasının kurtuluşunun ancak Kur’an’ın ilkelerini hayata geçirmekle mümkün olacağını belirtir.
***********
“Âhiret ve Kıyamet: Sarayların Harabesi”
“Mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise: Bir anda bir seyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması; bu hanemizi harab edebilir. On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi…” (Risale-i Nur – Şuâlar)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, dünyanın ve kıyametin sonunu, insana en anlaşılır ve en etkileyici bir şekilde anlatır. “On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi…” benzetmesi, dünya hayatının geçiciliğini ve kıyametin ne kadar ani ve yıkıcı olabileceğini edebi bir dille ifade eder. Bu, sadece bir kıyamet senaryosu değil, aynı zamanda insanın fani varlığına dair derin bir ibrettir.
Tarih boyunca, nice kavim ve medeniyet, kendi saraylarını, kalelerini, şehirlerini inşa ederken, bunların sonsuza dek süreceğini sanmıştır. Roma’nın ihtişamı, Babil’in asma bahçeleri, Mısır’ın piramitleri, hepsi insanlığın sonsuzluk arayışının ve dünyevi gücün birer simgesi olmuştur. Ancak zamanın ve ilahi takdirin hükmü karşısında, hepsi birer harabeye dönüşmüştür. Bu, dünyevi olanın geçiciliğini ve sonsuzluğun sadece Allah’a ait olduğunu gösterir.
Bu söz, aynı zamanda insanın hayatı inşa etme çabasıyla, o hayatın ani bir şekilde sona ermesi arasındaki tezatı da gözler önüne serer. İnsan, bir ömür boyu çalışır, çabalar, mal mülk edinir, evler yapar, ancak ölüm ve kıyamet, tüm bu çabaların bir anda anlamsız hale gelebileceğini hatırlatır. Tıpkı on yılda inşa edilen bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi, bir ömürlük birikimler ve planlar da bir anda anlamsız hale gelebilir. Bu, insanın dünyevi hırslarını sorgulamasına, asıl yatırımını sonsuzluk için yapması gerektiğine dair bir uyarıdır.
Sonuç olarak, bu söz, kıyameti, bilimsellikten ve soyutluktan çıkararak, somut bir metaforla anlatır. “Misafirhanemiz” olarak adlandırılan küremizin, ilahi bir emirle bir anda harab olabileceği gerçeği, bizi, bu misafirhanede ne kadar sorumlu olduğumuzu düşünmeye davet eder. Bu, hem dünyayı imar etmekten vazgeçmemeyi, hem de onun geçiciliğini asla unutmamayı öğütler. Zira asıl gaye, geçici olanı sonsuzluğa bağlamaktır.
Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin kıyameti, bir sarayın bir dakikada harab olması benzetmesiyle anlatan sözünü ele almaktadır. Makale, bu benzetmenin, dünya hayatının geçiciliğini ve kıyametin ne kadar ani olabileceğini belirtir. Tarihteki medeniyetlerin yıkılışından örnekler vererek, dünyevi olanın fani olduğunu gösterir. Sözün, insanın dünyevi hırslarını sorgulamasını ve asıl yatırımını ahiret için yapması gerektiğini öğütlediğini anlatır.
Sonuç olarak, makale, dünyanın geçiciliğinin ve kıyametin yakınlığının, bizi daha sorumlu ve anlamlı bir hayata yöneltmesi gerektiğini anlatır.
Tâ-Hâ Suresi’ndeki bu dua, sadece Hz. Musa’nın (a.s.) zalim Firavun’a karşı tebliğ vazifesine başlamadan önce ettiği bir yakarış değildir; aynı zamanda, tarihin her döneminde, zorluklarla, sıkıntılarla ve endişelerle dolu bir hayatta, insanın kalbinin huzur bulması için sığınabileceği en güzel dualardan biridir. “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” ifadesi, insanın iç dünyasındaki karmaşaya, sıkıntıya ve bunalıma karşı en güçlü ilacı sunar: İlahi bir huzur ve ferahlık talebi.
Tarih boyunca, nice peygamberler, alimler, dervişler ve sıradan insanlar, zor zamanlarda bu duaya sığınmışlardır. Hz. Musa, Firavun’un zulmü karşısında bu duayı ederek, kalbinin ferahlamasını, dilinin bağının çözülmesini ve tebliğ vazifesini kolayca yerine getirmeyi dilemiştir. Bu, bize, gönül ferahlığının sadece bir konfor meselesi değil, aynı zamanda zorlu görevlerin üstesinden gelmek için gereken manevi bir güç kaynağı olduğunu gösterir. Gönlü ferah olan bir insan, en zor anlarda bile sabırla ve dirayetle hareket edebilir.
Modern çağın insanı için, bu duanın anlamı daha da derindir. Teknolojinin getirdiği hız, rekabetin getirdiği stres ve dünyevi kaygıların getirdiği yorgunluk, insan kalbini adeta daraltmakta, sıkıntıya boğmaktadır. Bu durumda, dışarıdaki huzur arayışları yetersiz kalır. Asıl huzur, kalpte başlar. Bu dua, insana, dış dünyanın karmaşasından uzaklaşarak, kendi iç dünyasına dönmeyi ve bu dahili huzuru doğrudan Yaratıcı’dan dilemeyi öğretir.
Sonuç olarak, “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” duası, sadece bir sözden ibaret değildir; o, insanın kalbindeki tüm sıkıntıları gidermek, ruhunu aydınlatmak ve hayatın zorluklarına karşı güç kazanmak için bir anahtar gibidir. Bu duaya sığınanlar, en karanlık anlarda bile bir umut ışığı bulur, kalplerindeki huzurla hem kendilerine hem de çevrelerine ferahlık saçarlar.
Özet: Bu makale, Tâ-Hâ Suresi’ndeki “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” duasını ele almaktadır. Bu duanın sadece Hz. Musa’ya özel olmadığını, zor zamanlarda kalbin huzuru için en etkili yakarışlardan biri olduğunu belirtir. Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki duruşuyla bu duanın, zor görevler için manevi bir güç kaynağı olduğu anlatılır. Makale, modern çağın getirdiği stres ve sıkıntıya karşı asıl huzurun kalpte başladığını ve bu duanın bu deruni huzuru sağlamada bir anahtar olduğunu anlatır.
**********
“Zulme Karşı Yakınlık ve Adaletin Bedeli”
“Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın.” (Hud, 113) ve “Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak… adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir.” (Risale-i Nur)
Hud Suresi’ndeki bu ayet ve Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, adalet kavramının en temel ve en hassas noktasını aydınlatır: Zulme karşı duruş. “Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın” uyarısı, sadece zulme ortak olmaktan değil, aynı zamanda ona sessiz kalmaktan, ona destek vermekten de kaçınmayı emreder. Bu, insanın vicdani ve ahlaki bir sorumluluğudur.
Tarih, zulme yakınlık gösterenlerin, o zulmün ateşinde nasıl yandığını gösteren sayısız örnekle doludur. Zalim hükümdarların çevresindeki dalkavuklar, onların zulümlerine ortak olarak kendi sonlarını hazırlamışlardır. Bu, sadece dünyevi bir cezayla sınırlı kalmamış, aynı zamanda onların ahiretteki konumlarını da tehlikeye atmıştır. Ayetteki “ateş” uyarısı, bu dünyevi ve uhrevi sonuçların bir habercisidir. Zulüm, bir veba gibidir; ona yakın duran herkesi kendi ateşiyle yakar.
Risale-i Nur’dan alınan ikinci kısım ise, adalet ve merhamet arasındaki ince çizgiyi çizer. “Bir zalimi cezalandırmak… mazlumlara bin rahmettir.” Bu söz, merhametin yanlış anlaşılmaması gerektiğini ifade eder. Bir zalimi affetmek, o zalimin zulmünün devamına izin vermek ve dolayısıyla nice masumun canına, malına ve onuruna zarar vermek demektir. Bu, bir tek kişiye gösterilen yanlış bir merhamete karşılık, yüzlerce masuma karşı işlenmiş büyük bir merhametsizliktir. Bu, adaletin, merhametten önce geldiğini ve gerçek merhametin, zulmün kökünü kazımakla mümkün olduğunu gösterir.
Bu hikmet, bugün de geçerliliğini korur. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan zulümlere karşı sessiz kalanlar, bu zulümlerin devamına dolaylı olarak ortak olmaktadırlar. Zalimin cezalandırılmasını istemeyenler, aslında mazlumların acılarının devam etmesini istemektedirler. Bu, vicdanları sarsan, insanlığı sorgulatan bir durumdur.
Özet: Bu makale, Hud Suresi’ndeki “Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin” ayeti ve Risale-i Nur’dan alınan adalet hakkındaki sözü ele almaktadır. Makale, ayetin zulme sessiz kalmamanın önemini ifade ettiğini ve zalime yakın duranların o zulmün ateşinde yanacağını belirtir.
İkinci kısımda ise, adalet ve merhamet arasındaki ilişki işlenir; bir zalimi cezalandırmanın binlerce mazluma rahmet olduğu, onu affetmenin ise büyük bir merhametsizlik olduğu anlatılır. Sonuç olarak, makale, zulme karşı aktif bir duruş sergilemenin ve adaleti tesis etmenin, hem dünyevi hem de uhrevi bir sorumluluk olduğunu anlatır.
***********
“Mü’minlerin Misali: Vahdetin Beden-i Temsili”
“Birbirlerini sevmede, birbirlerini merhamette, birbirlerini şefkatte müminlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” (Hadis-i Şerif)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu Hadis-i Şerifi, İslam ümmetinin ideal birliğini, edebi ve akılda kalıcı bir metaforla anlatır: Vahdetin beden-i temsili. Bir bedenin uzuvları gibi, Müslümanlar da birbirlerine sevgi, merhamet ve şefkatle bağlı olmalıdır. Bu, sadece bir toplumsal ilişki tavsiyesi değil, aynı zamanda manevi bir bütünlüğün ve dayanışmanın temel ilkesidir.
Tarih boyunca, Müslümanların bu vahdet bilincine en güçlü şekilde sarıldıkları dönemler, aynı zamanda en güçlü ve en parlak oldukları dönemlerdir. Asr-ı Saadet’te Ensar ve Muhacir’in kardeşliği, farklı köklerden gelen Müslümanların bir araya gelerek büyük medeniyetler kurması, hep bu bedenin bir uzvu gibi hareket etme bilincinin bir sonucudur. O dönemlerde bir Müslüman, dünyanın diğer ucundaki bir Müslümanın derdine derman olmaya çalışır, onun acısını kendi acısı bilir, onun sevincine ortak olurdu.
Ancak, ne yazık ki, günümüzde bu beden-i temsili parçalanmış, uzuvlar birbirinden kopmuştur. İslam dünyasının bir köşesinde kan akarken, diğer köşelerinde Müslümanlar buna sessiz kalabilmektedir. Bu, Hadis-i Şerif’in ruhuna aykırı bir durumdur. Bir uzvun rahatsızlığına, diğer uzuvların uykusuzluk ve hararetle iştirak etmemesi, o bedenin hasta olduğunun en açık göstergesidir. Bu parçalanmışlık, İslam dünyasını zayıflatmakta, zalimlerin zulmüne karşı savunmasız bırakmaktadır.
Bu Hadis-i Şerif, bize sadece Müslümanların birbirine olan sorumluluğunu hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda bir ibret vesilesi olarak, vahdetin gücünü ve parçalanmışlığın zayıflığını gösterir. Vahdet, sadece siyasi bir birlik değil, aynı zamanda kalbi bir birlikteliktir. Müslümanlar, kalplerini birbirine bağladıklarında, aralarındaki mesafeler ve farklılıklar anlamsız hale gelir ve büyük bir güç doğar.
Özet: Bu makale, Müminlerin birbirini seven, merhamet eden ve şefkat gösteren bir bedenin uzuvları gibi olduğunu anlatan Hadis-i Şerifi ele almaktadır. Makale, bu Hadis’in, İslam ümmetinin ideal birliğini ve dayanışmasını sembolize ettiğini belirtir. Tarihten Asr-ı Saadet dönemindeki kardeşlik gibi örneklerle, bu bilincin Müslümanları nasıl güçlü kıldığını anlatır. Ancak günümüzde bu vahdetin zayıfladığını ve bunun İslam dünyasının gücünü azalttığını anlatır.
Sonuç olarak, makale, Müslümanların yeniden bu vahdet bilincine dönerek güçlenmesi gerektiğini ortaya koyar.
*********
“İnsan Kalbinin Cihatları”
“Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.” (Sözler)
İnsan, sadece etten ve kemikten oluşan bir varlık değildir. O, içinde akıl, kalp, ruh gibi manevi “cihazat” ve “letaif” barındıran, çok katmanlı ve karmaşık bir yapıdır. Risale-i Nur’dan alınan bu söz, bu iç dünyamızın zenginliğini ve her bir manevi duygunun ayrı bir vazifesi, lezzeti ve hatta acısı olduğunu anlatır. Bu söz, bizi, hayatı sadece maddi bir boyutta yaşamak yerine, iç dünyamızın derinliklerine yolculuk yapmaya davet eder.
Tarih boyunca, büyük düşünürler ve maneviyat önderleri, insanın bu iç dünyasını keşfetmeye çalışmışlardır. Mevlana’nın “Ney’den” bahsederken, kalbin ve ruhun çektiği aşkın acısından bahsetmesi, İbn-i Arabi’nin “Vahdet-i Vücud” felsefesiyle, ruhun ilahi bir varlıkla birleşme arzusunu dile getirmesi, hep bu deruni yolculukların birer eseridir. Her bir manevi duygu, kalbin bir dileği, aklın bir sorgulaması, ruhun bir özlemi olarak ayrı bir maceradır. Bu macerada, her birinin farklı bir lezzeti olduğu gibi, farklı bir acısı ve zorluğu da vardır. Aklın şüpheyle yüzleşmesi, kalbin kırılması, ruhun gurbet acısı çekmesi, bu acıların birer tecellisidir.
Ancak bu acılar, birer yok oluş değil, aynı zamanda manevi bir terbiye aracıdır. Acı çeken bir kalp, merhameti öğrenir. Şüpheyle yoğrulan bir akıl, imanı daha sağlam bir temele oturtur. Gurbet acısı çeken bir ruh, asıl vatanına olan özlemini pekiştirir. Bu, hayatın sadece keyifli anlardan ibaret olmadığını, aynı zamanda elemlerin de manevi gelişim için birer vesile olduğunu gösterir.
Sonuç olarak, bu söz, insanı tek boyutlu bir varlık olmaktan çıkarır ve onun içindeki manevi zenginliği keşfetmeye davet eder. Akıl, kalp ve ruh gibi letaiflerin ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri olduğunu idrak etmek, hayatın her anını daha anlamlı hale getirir. Bu dahili cihada sarılanlar, sadece kendi benliklerini değil, aynı zamanda varoluşun sırlarını da keşfederler.
Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan, insanın iç dünyasındaki akıl, kalp ve ruh gibi manevi duyguların ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri olduğunu anlatan sözü işlemektedir. Makale, bu sözü, insanın dahili bir yolculuğa daveti olarak yorumlar. Mevlana ve İbn-i Arabi gibi tarihi figürlerden örneklerle, bu dahili keşfin maneviyat için önemini anlatır. Acıların ve elemlerin manevi bir terbiye aracı olduğunu belirterek, hayatın çok boyutlu yapısını anlatır. Sonuç olarak, makale, insanın iç dünyasını keşfetmesinin, hayatı daha anlamlı kıldığını ve varoluşun sırlarını açığa çıkardığını belirtir.
Zulümle Âbâd Olan, Zulmüyle Berbâd Olur: Gazze ve İsrail’in Kendi Sonunu Hazırlayan Tarihi
Tarih, mazlumların ahıyla yıkılan imparatorlukların sessiz mezarlığıdır. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Hitlerler… Her biri zulmün zirvesinde “yenilmez” sanılırken, tarihin tozlu sayfalarında birer ibret vesikası olarak kaldılar. Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihin bu değişmez kanununu bir kez daha hatırlatmaktadır:
> “Zalim, zulmüyle tarihten silinecektir.”
Gazze’de İnsanlık Dramı
7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’ye uyguladığı saldırılar, yalnızca bir askeri operasyon değil; açlık, kuşatma ve toplu cezalandırma yöntemleriyle işleyen bir soykırım tablosudur.
61 bini aşkın sivil hayatını kaybetti.
200’den fazla insan açlıktan öldü, bunların neredeyse yarısı çocuk.
18 binden fazla Filistinli tutuklandı.
Yardım noktaları bile hedef alındı, ekmek almak için odun satan küçük Halid’in feryadı dünya vicdanını kanattı.
Bu tablo, Birleşmiş Milletler’in tanımıyla “insanlığa karşı suç” olmanın ötesinde, Kur’ân’ın tarif ettiği zalim kavimlerin akıbetine birebir uyan bir haldir:
> “Nice memleketleri helâk ettik ki, halkı zulmediyordu. Şimdi o memleketler, çatılarının üstüne yıkılmış, kuyuları susuz, sarayları bomboş kalmıştır.”
(Hacc, 45)
İsrail’de Çatırdayan Sistem
Bugün İsrail yalnızca Gazze’de değil, kendi içinde de büyük bir krizin eşiğinde.
Kabine içi bölünmeler, ordu ve istihbarat çatışmaları.
Batılı müttefiklerin giderek mesafe koyması.
Akademisyenler, mimarlar ve şehir plancılarının hükümete karşı ses yükseltmesi.
Bu durum, tarihte Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne benzer bir “içten çözülme” sürecidir. Roma da bir dönem dünyanın en güçlü devleti iken, hem içeriden ahlaki çöküş hem dışarıdan adalet talebi karşısında çökmüştü.
İlmi ve Aklî Boyut
Toplum bilimleri bize şunu öğretir: Devletlerin bekası adaletle mümkündür. Adalet yok olduğunda, halk desteği ve uluslararası meşruiyet erir. Bugün İsrail, sadece Filistinlilerin değil, kendi halkının da vicdanında sorgulanır hale gelmiştir.
Sosyoloji ve tarih, zulmün sürdürülebilir bir yönetim biçimi olmadığını teyit eder.
İbn Haldun’un şu tesbiti, yaşananların ilmi özeti gibidir:
> “Zulüm, medeniyetleri harap eder. Harap olan medeniyet, devleti yıkar.”
Hikmet ve İbret
Gazze halkı, açlık ve bombalar arasında bile kalemini bırakmayan, hakikati yazmaktan vazgeçmeyen bir direniş örneği sergiliyor. 21 yaşındaki Sara Awad’ın sözleri, ümmete bir ders gibidir:
> “Açlık bile bizi hakikati anlatmaktan alıkoyamaz.”
Bu, Kur’ân’ın “sabredenler” tarifine uyan bir duruştur:
İsrail hükümetinin Gazze’de uyguladığı politika, Firavun’un İsrailoğullarına uyguladığı baskının bir yansımasıdır. Ancak Firavun’un akıbeti, zulmün değişmez sonunu ilan etmiştir:
> “Firavun ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar… Nihayet onları denizde boğduk.”
(Kasas, 39-40)
Bugün Netanyahu’nun adımları, hem içeriden hem dışarıdan İsrail’i zayıflatıyor. Zulüm, zalimi kendi eliyle yıkar.
Düşündürücü Sonuç
Dünya, bir yanda israf içinde yüzüyor; diğer yanda Gazze çocukları bir avuç un için odun topluyor. Bu zıtlık, insanlığın ahlaki iflasını gözler önüne seriyor. İnsanoğlu, sahip olduğu teknoloji ve zenginliği merhametle değil, güç yarışıyla kullanıyor.
Kur’ân, bu ahlaki çöküşün sonucunu şöyle bildirir:
> “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır ki belki dönerler.”
(Rûm, 41)
Özet
Gazze’de yaşananlar, modern çağın en büyük insanlık trajedilerinden biri ve soykırım boyutuna ulaşmıştır.
İsrail içinde siyasi ve toplumsal çatırdama artmakta, bu durum tarihî “zulmün sonu” yasasını hatırlatmaktadır.
Tarihî örnekler (Firavun, Roma vb.) zulmün uzun süre ayakta kalamayacağını gösterir.
Bilimsel ve sosyolojik olarak adaletin kaybolduğu devletler kendi içlerinden çöker.
Kur’ân zulmün sonunun yok oluş olduğunu açıkça beyan eder.
İbret: Gazze’nin direnişi, zalimin geçiciliği ve hakikatin kalıcılığıdır.
Zulümle Âbâd Olan, Zulmüyle Berbâd Olur: Gazze ve İsrail’in Kendi Sonunu Hazırlayan Tarihi
Tarih, mazlumların ahıyla yıkılan imparatorlukların sessiz mezarlığıdır. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Hitlerler… Her biri zulmün zirvesinde “yenilmez” sanılırken, tarihin tozlu sayfalarında birer ibret vesikası olarak kaldılar. Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihin bu değişmez kanununu bir kez daha hatırlatmaktadır:
> “Zalim, zulmüyle tarihten silinecektir.”
Gazze’de İnsanlık Dramı
7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’ye uyguladığı saldırılar, yalnızca bir askeri operasyon değil; açlık, kuşatma ve toplu cezalandırma yöntemleriyle işleyen bir soykırım tablosudur.
61 bini aşkın sivil hayatını kaybetti.
200’den fazla insan açlıktan öldü, bunların neredeyse yarısı çocuk.
18 binden fazla Filistinli tutuklandı.
Yardım noktaları bile hedef alındı, ekmek almak için odun satan küçük Halid’in feryadı dünya vicdanını kanattı.
Bu tablo, Birleşmiş Milletler’in tanımıyla “insanlığa karşı suç” olmanın ötesinde, Kur’ân’ın tarif ettiği zalim kavimlerin akıbetine birebir uyan bir haldir:
> “Nice memleketleri helâk ettik ki, halkı zulmediyordu. Şimdi o memleketler, çatılarının üstüne yıkılmış, kuyuları susuz, sarayları bomboş kalmıştır.”
(Hacc, 45)
İsrail’de Çatırdayan Sistem
Bugün İsrail yalnızca Gazze’de değil, kendi içinde de büyük bir krizin eşiğinde.
Kabine içi bölünmeler, ordu ve istihbarat çatışmaları.
Batılı müttefiklerin giderek mesafe koyması.
Akademisyenler, mimarlar ve şehir plancılarının hükümete karşı ses yükseltmesi.
Bu durum, tarihte Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne benzer bir “içten çözülme” sürecidir. Roma da bir dönem dünyanın en güçlü devleti iken, hem içeriden ahlaki çöküş hem dışarıdan adalet talebi karşısında çökmüştü.
İlmi ve Aklî Boyut
Toplum bilimleri bize şunu öğretir: Devletlerin bekası adaletle mümkündür. Adalet yok olduğunda, halk desteği ve uluslararası meşruiyet erir. Bugün İsrail, sadece Filistinlilerin değil, kendi halkının da vicdanında sorgulanır hale gelmiştir.
Sosyoloji ve tarih, zulmün sürdürülebilir bir yönetim biçimi olmadığını teyit eder.
İbn Haldun’un şu tesbiti, yaşananların ilmi özeti gibidir:
> “Zulüm, medeniyetleri harap eder. Harap olan medeniyet, devleti yıkar.”
Hikmet ve İbret
Gazze halkı, açlık ve bombalar arasında bile kalemini bırakmayan, hakikati yazmaktan vazgeçmeyen bir direniş örneği sergiliyor. 21 yaşındaki Sara Awad’ın sözleri, ümmete bir ders gibidir:
> “Açlık bile bizi hakikati anlatmaktan alıkoyamaz.”
Bu, Kur’ân’ın “sabredenler” tarifine uyan bir duruştur:
İsrail hükümetinin Gazze’de uyguladığı politika, Firavun’un İsrailoğullarına uyguladığı baskının bir yansımasıdır. Ancak Firavun’un akıbeti, zulmün değişmez sonunu ilan etmiştir:
> “Firavun ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar… Nihayet onları denizde boğduk.”
(Kasas, 39-40)
Bugün Netanyahu’nun adımları, hem içeriden hem dışarıdan İsrail’i zayıflatıyor. Zulüm, zalimi kendi eliyle yıkar.
Düşündürücü Sonuç
Dünya, bir yanda israf içinde yüzüyor; diğer yanda Gazze çocukları bir avuç un için odun topluyor. Bu zıtlık, insanlığın ahlaki iflasını gözler önüne seriyor. İnsanoğlu, sahip olduğu teknoloji ve zenginliği merhametle değil, güç yarışıyla kullanıyor.
Kur’ân, bu ahlaki çöküşün sonucunu şöyle bildirir:
> “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır ki belki dönerler.”
(Rûm, 41)
Özet
Gazze’de yaşananlar, modern çağın en büyük insanlık trajedilerinden biri ve soykırım boyutuna ulaşmıştır.
İsrail içinde siyasi ve toplumsal çatırdama artmakta, bu durum tarihî “zulmün sonu” yasasını hatırlatmaktadır.
Tarihî örnekler (Firavun, Roma vb.) zulmün uzun süre ayakta kalamayacağını gösterir.
Bilimsel ve sosyolojik olarak adaletin kaybolduğu devletler kendi içlerinden çöker.
Kur’ân zulmün sonunun yok oluş olduğunu açıkça beyan eder.
İbret: Gazze’nin direnişi, zalimin geçiciliği ve hakikatin kalıcılığıdır.