HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

Tarihte İmanla Dirilenler: Hz. Eyyûb’un Sabrı

> “Eyyûb Aleyhisselâm’a gelen musibet, maddî idi. Bizim musibetimiz ise mânevîdir… Onunkinden daha ziyade sabır ister.”

🌿 Giriş:

Tarih, sadece olayların değil, imanla dirilen insanların hikâyesidir. Onlardan biri de sabrın sembolü olan Hz. Eyyûb’dur. Malıyla, canıyla, bedeniyle imtihan edildi ama bir an olsun Rabbine küsmek, şikâyet etmek nefsine ağır geldi. O sadece dua etti; hem de edebin zirvesinde bir niyazla…

🤲 Hz. Eyyûb’un İmtihanı Neydi?

Bedeni yara bere içinde kaldı,

Evlatlarını kaybetti,

Halktan uzaklaştırıldı,

Ama sabırdan vazgeçmedi.

Onun duası sadece bir yardım istemek değil, edep ve teslimiyetin bir fihristiydi:

> “Ya Rabbi, bana zarar dokundu. Sen Erhamü’r-Râhimînsin.”
(Enbiyâ, 21/83)

🧠 Risale-i Nur’un Bakışıyla:

Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Eyyûb’un kıssasını sadece tarihî bir anlatım olarak görmez; onu günümüz müminine örnek olacak bir sabır dersi olarak yorumlar:

> “Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.”
(Lem’alar. 2. Lem’a)

Zira Hz. Eyyûb’un bedenini saran yaralar yerine, bugün kalpleri saran isyanlar, zihinleri kemiren şüpheler, ruhları karartan gafletler daha tehlikelidir.

🔥 Sabır Ne Demektir?

  1. Teslimiyettir: Başına gelenin hikmetli olduğunu bilmektir.
  2. Şikâyeti terktir: İnsanlara değil, sadece Allah’a yönelmedir.
  3. Zorlukta imanı muhafaza etmektir.

📖 Kur’ân’dan Bir Sabır Dersi

> “Sabredenlerle beraber olun. Allah sabredenleri sever.”
(Bakara, 2/153)

Sabır, sadece bir bekleyiş değil; imanı diri tutma eylemidir.
Sabır, suskunluk değil; imanla konuşan bir sessizliktir.

🧘 Kapanış ve Teemmül:

Her çağın Eyyûb’ları vardır. Bedeni yara almayan ama ruhu yorgun düşen. Malı eksilmeyen ama maneviyatı çoraklaşan.
Bugün senin sabrın neyle sınanıyor?

> “Eyyûb Aleyhisselâm hastaydı ama isyan etmedi. Peki senin mânevî yaraların, seni nereye götürüyor?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 13th, 2025

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

Tarihte İmanla Dirilenler: Hz. Eyyûb’un Sabrı

> “Eyyûb Aleyhisselâm’a gelen musibet, maddî idi. Bizim musibetimiz ise mânevîdir… Onunkinden daha ziyade sabır ister.”

🌿 Giriş:

Tarih, sadece olayların değil, imanla dirilen insanların hikâyesidir. Onlardan biri de sabrın sembolü olan Hz. Eyyûb’dur. Malıyla, canıyla, bedeniyle imtihan edildi ama bir an olsun Rabbine küsmek, şikâyet etmek nefsine ağır geldi. O sadece dua etti; hem de edebin zirvesinde bir niyazla…

🤲 Hz. Eyyûb’un İmtihanı Neydi?

Bedeni yara bere içinde kaldı,

Evlatlarını kaybetti,

Halktan uzaklaştırıldı,

Ama sabırdan vazgeçmedi.

Onun duası sadece bir yardım istemek değil, edep ve teslimiyetin bir fihristiydi:

> “Ya Rabbi, bana zarar dokundu. Sen Erhamü’r-Râhimînsin.”
(Enbiyâ, 21/83)

🧠 Risale-i Nur’un Bakışıyla:

Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Eyyûb’un kıssasını sadece tarihî bir anlatım olarak görmez; onu günümüz müminine örnek olacak bir sabır dersi olarak yorumlar:

> “Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.”
(Lem’alar. 2. Lem’a)

Zira Hz. Eyyûb’un bedenini saran yaralar yerine, bugün kalpleri saran isyanlar, zihinleri kemiren şüpheler, ruhları karartan gafletler daha tehlikelidir.

🔥 Sabır Ne Demektir?

  1. Teslimiyettir: Başına gelenin hikmetli olduğunu bilmektir.
  2. Şikâyeti terktir: İnsanlara değil, sadece Allah’a yönelmedir.
  3. Zorlukta imanı muhafaza etmektir.

📖 Kur’ân’dan Bir Sabır Dersi

> “Sabredenlerle beraber olun. Allah sabredenleri sever.”
(Bakara, 2/153)

Sabır, sadece bir bekleyiş değil; imanı diri tutma eylemidir.
Sabır, suskunluk değil; imanla konuşan bir sessizliktir.

🧘 Kapanış ve Teemmül:

Her çağın Eyyûb’ları vardır. Bedeni yara almayan ama ruhu yorgun düşen. Malı eksilmeyen ama maneviyatı çoraklaşan.
Bugün senin sabrın neyle sınanıyor?

> “Eyyûb Aleyhisselâm hastaydı ama isyan etmedi. Peki senin mânevî yaraların, seni nereye götürüyor?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 13th, 2025

Kısasta Hayat Vardır – Adaletin İlahi Denge Noktası

Kısasta Hayat Vardır – Adaletin İlahi Denge Noktası

Kur’ân’ın kısa ama derin anlamlı ayetlerinden biri olan “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara, 179), adaletin ve toplum düzeninin temel taşlarından birini ifade eder.
Bu ayet, ilk bakışta paradoks gibi görülebilir: Bir canın alınması nasıl olur da hayata hizmet eder? Fakat meseleye hikmet penceresinden bakıldığında, bu ilahi beyanın hem bireysel hem toplumsal anlamda hayat kurtarıcı olduğu anlaşılır.

  1. Kısas: İlahi Adaletin Sigortası

Kısas, İslam hukukunda “işlenen suçun misliyle cezalandırılması” anlamına gelir. Ancak bu, intikam duygusunun değil, adalet terazisinin işlemesidir. İlahi adalet, kin ve öfke üzerine değil, hak ve hakkaniyet üzerine bina edilir.
Suçun cezasız kalması, toplumda güveni yıkar, kaosu büyütür; kısas ise suçun önünü alır, mazlumu korur, zalime sınır çizer.

  1. “Hayat”ın Derin Manası

Ayette geçen “hayat” kelimesi sadece biyolojik yaşamı ifade etmez. Buradaki hayat; toplumun huzuru, emniyeti, güvenliği, ahlaki düzenin sürekliliği demektir.
Bir katilin cezasız kaldığı bir toplumda korku, intikam zinciri ve kan davaları başlar. Kısas hükmü uygulandığında ise potansiyel katiller caydırılır, suçların önü kesilir, masumlar korunur. İşte bu, adaletin sağladığı “hayat”tır.

  1. Tarihten Bir Sayfa

Tarih boyunca toplumların ayakta kalmasının en büyük unsuru, adaletin işlerliğiydi. Roma hukukunda, eski Türk töresinde, Babil kanunlarında ve İslam hukukunda suçun karşılığını bulması, devletin devamı için şart görülmüştür.
İslam öncesi Arap toplumunda kan davaları nesiller boyu sürer, yüzlerce masum insan ölürdü. Kur’ân, kısas ile bu zinciri kırdı: “Suçlu cezalandırılır, masum korunur.” Böylece intikam kanunu, yerini adalet yasasına bıraktı.

  1. Akıl ve Hikmet Vurgusu

Ayetin başında özellikle “Ey akıl sahipleri” denmesi, meselenin sadece dini değil, akli bir hakikat olduğunu vurgular. Çünkü kısasın amacı, ceza vermekten çok caydırmaktır.
Bir toplumda adalet ne kadar güçlü işlerse, suç oranı o kadar düşer. Bu, bugün modern ceza hukukunun da kabul ettiği bir ilkedir. İlahi hüküm ile aklın tesbit ettiği kural, burada tam bir uyum içindedir.

  1. Merhamet Boyutu

İlginçtir ki kısas, aynı zamanda merhamet ihtiva eder. Çünkü İslam’da kısasın uygulanması şart değildir; mağdur taraf dilerse affedebilir, kan bedeli (diyet) kabul edebilir. Bu hem affın kapısını açık tutar hem de intikam duygusunu törpüler. Böylece kısas, “adalet” ile “merhamet” arasında ilahi bir denge kurar.

Sonuç

Bakara 179, insanlığın en kadim problemlerinden biri olan adalet meselesine ilahi bir çözüm sunar. Kısas, can güvenliğini sağlamakla kalmaz, toplumu anarşiden korur, suçluyu caydırır, mazlumu muhafaza eder.
Bu ayet hem geçmişte hem bugün hem de yarın için geçerli bir toplumsal reçetedir. Çünkü adalet, hayatın sigortasıdır; adaletin olmadığı yerde hayat, hayat olmaktan çıkar.

Özet

  • Kısas, intikam değil adalet mekanizmasıdır.
  • Toplumu korku, kaos ve kan davasından korur.
  • “Hayat” kelimesi hem bireysel yaşamı hem toplumsal düzeni ifade eder.
  • Tarihte güçlü adalet sistemi, devletlerin devamını sağlamıştır.
  • Akıl ve hikmet kısasın caydırıcılığını onaylar.
  • Affetme ve diyet gibi seçeneklerle merhamet kapısı da açıktır.

 

Loading

No ResponsesAğustos 13th, 2025

NAMAZIN EMREDİLİŞ SIRASI VE TEDRİCÎLİĞİN HİKMETİ

NAMAZIN EMREDİLİŞ SIRASI VE TEDRİCÎLİĞİN HİKMETİ

İbadetler içerisinde namaz, Allah ile kul arasındaki bağı en güçlü tutan iptir. Bu bağ, insanın hayatına birden değil, tedricen, adım adım girmiştir. Zira insanın kalbi, yükü bir anda değil, yavaş yavaş taşıyabilir. İlâhî hikmet hem akla hem ruha hem de toplumsal yapıya uygun olan bu tedriciliği, namazın teşri sürecinde açıkça göstermiştir.

  1. Mekke Döneminde Başlangıç: Gece Namazı ile Terbiye

İlk vahyin ardından inen Müzzemmil Sûresi’nde, Peygamber Efendimiz (asm) ve ona tabi olanlara gece kalkmaları emredildi. Bu, henüz günde beş vakit farz namazın olmadığı dönemdi.
Gece ibadeti, az sayıdaki mümini, iman yükünü taşıyacak manevî güçle donatmak için bir ruh terbiyesi vazifesi gördü. Bu dönemde namaz, daha çok müminlerin gönüllerini eğiten bir mektep oldu.

  1. Günde İki Vakit Namaz – Mekke’nin Orta Dönemi

Mekke davetinin ilerleyen yıllarında, İsra Sûresi 78. ayet ile sabah ve akşam olmak üzere iki vakit namaz kılınması emredildi.
Bu, bir bakıma sabah yeni bir hayata doğuşu, akşam ise günü Allah ile kapatmayı simgeliyordu. Müminler artık, günün başı ve sonunu secde ile mühürlemeyi öğreniyorlardı.

  1. Mi’rac Gecesi – Beş Vakit Farziyet

Hicretten yaklaşık bir buçuk yıl önce, büyük mucize Mi’rac gerçekleşti. Mi’rac’ta, Allah Resûlü’ne (asm) ümmeti için günde elli vakit namaz farz kılındı.
Ancak rahmetin tecellisi olarak bu sayı, Hz. Musa (as) ile yapılan istişarelerde beş vakte indirildi, sevabı ise elli vakit olarak bırakıldı. Böylece farz namaz, beş vakit olarak sabitlendi.
Bu olay, ibadetlerdeki tedriciliğin zirvesidir: Önce gece namazı, sonra iki vakit, en sonunda beş vakit… Ruh, adım adım hazırlandı.

  1. Medine Dönemi – Cemaat ve Düzen

Hicretin hemen ardından Mescid-i Nebevî inşa edildi. Namaz artık yalnız bireysel bir ibadet değil, toplumu birleştiren bir cemaat ibadeti haline geldi.
Ezanla birlikte vakitler netleşti, namaz saati geldiğinde Medine adeta durur, herkes Rabbine yönelirdi. Bu hem düzen hem birlik hem de kimlik inşasıydı.

Tedriciliğin Hikmeti

Namazın teşri sürecinde tedricilik, insan fıtratına uygunluğun, rahmetin ve hikmetin göstergesidir.

  • Psikolojik hikmet: İnsanın kalbi ağır sorumluluklara bir anda değil, alışarak bağlanır.
  • Toplumsal hikmet: İman esasları kökleşmeden ibadet yükümlülüğü tam olarak konulmamıştır.
  • Edebi hikmet: Allah, kulunu tedricen huzuruna davet eder; önce gece yalnızlığında, sonra günün başında ve sonunda, en sonunda ise bütün vakitlerde…
    Bu süreç, imanla ibadetin nasıl iç içe geliştiğinin canlı bir şahididir.

İbret ve Düşündürücü Boyut

Namaz, İslam’ın ilk günlerinden bugüne, hiçbir vakit terk edilmeyen en temel ibadettir. Bir milletin dirilişi de çöküşü de namazla ilgilidir. Mekke’de zulme direnen o küçük topluluk, namazla ayakta durdu.
Tedricilik bize şunu öğretir: Büyük dönüşümler bir anda değil, istikrarlı adımlarla olur. İman, amel, ihlas… Hepsi sabırla büyür. Namazın emrediliş süreci, her Müslüman’a kendi hayatında bir manevî inşa modeli sunar.

ÖZET

  • Mekke başı: Gece namazı (Müzzemmil Sûresi) – Ruh terbiyesi.
  • Mekke ortası: Sabah ve akşam iki vakit namaz – Günü Allah’la başlatmak ve bitirmek.
  • Mi’rac: Beş vakit farz namaz – Rahmetle kolaylaştırma.
  • Medine: Cemaat, ezan, düzen – Toplumsal kimlik.
  • Hikmet: Fıtrata uygun, rahmet dolu, sabır ve istikrar gerektiren ilahî bir terbiye süreci.
    Namazın emredilişindeki tedricilik, hem ibadet terbiyesinin hem de hayatın değişim yasasının en büyük derslerinden biridir.

 

Loading

No ResponsesAğustos 13th, 2025

7. HAFTA ÖZ ve ÖZET MAKALE

  1. HAFTA ÖZ ve ÖZET MAKALE

Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

  1. Giriş: Enaniyetin Kökü Nereden Geliyor?

“Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât, 79/24)
Bu söz, tarihin en ibretli kibir çığlığıdır. Mısır Firavunu’nun bu sözü, sadece bir kişinin değil, bir zihniyetin, bir çağlar üstü ilahlık dâvâsının özüdür. Enaniyetin karanlık aynasında kendine tapan insanın, Rabbin nurunu gölgelemeye çalışmasıdır.

Enaniyetin temeli şu şekilde teşhis edilir ve izah edilir:
Enaniyet, mahiyet-i insaniyenin bir noktasıdır ki, Cenab-ı Hakk’ın ehadiyetini ve samediyetini anlamak için bir vahid-i kıyasî hükmünde olabilir.

Ancak bu vahid-i kıyasî, yani ölçü birimi olan enaniyet yerinde kullanılmayıp, kendine bir vücut, bir kudret, bir rablık izâfe ettiğinde; Firavunlaşma başlar.

  1. Firavunluk Sadece Tarihte Kalmadı: Modern Firavunluklar

Her çağın bir Firavunu, her zihniyetin bir ilahlık iddiası vardır.
Bugünün Firavunları, “ben yaptım”, “ben yönetirim”, “ben karar veririm” diyen seküler, materyalist ve kibirli zihniyetlerde gizlidir.

Bu çağdaş Firavunlar şöyle teşhis edilir:
Enâniyet cihetiyle kendini unutup, kendi nefsine mâlik zanneder. Ve hayat-ı dünyeviyeyi esas maksat bilir.

İşte bu zihniyetle insan, artık kendini bir kul değil, bir hâkim gibi görmeye başlar. Emir almaya değil, emir vermeye; ibadete değil, ibadet edilmeye yönelir. Böylece kendini, kendi nefsinin putu yapar.

  1. Enaniyetin En Tehlikeli Şekli: İlmî Enaniyet ve Manevî Firavunluk

Zamanımızın en sinsi Firavunluğu, din kisvesiyle gelen enaniyettir.
İlmî ve manevî kisveye bürünmüş, ama kendi nefsini hakikatlerin önüne geçirmiş insan tipi, toplumları ifsat eder.
Bediüzzaman bu noktaya özetle şöyle dikkat çeker:
Enâniyetin en tehlikelisi, enâniyet-i ilmiyedir,der.

Bu enaniyet, kişinin kendini âlim, mürşid, rehber veya “seçilmiş kişi” görmesiyle başlar; sonra da Allah’ın kullarına kendi nefsini otorite yapar. Böylece bâtınî Firavunluk doğar.

  1. Enaniyetin Panzehiri: Tevhid ve Ubudiyet

Firavunluğu yıkan şey, Musa’nın asası değil, onun arkasındaki tevhid inancıydı. Enaniyetin panzehiri ubudiyettir.

Kendini Cenab-ı Hakk’ın mâliki değil, memlûkü ve abd-i olduğunu bilse; o vakit enâniyet, mahiyet-i insaniyenin camiiyetine bir ayine-i samediyet olur.

Yani enaniyet, doğru kullanıldığında “Ben bir kulum, o ise Rabbim” diyeceğimiz bir aynadır. Ama yanlış kullanıldığında bu ayna kendine çevrilir, Rabbini değil, nefsini gösterir.

  1. Netice: İçimizdeki Firavunla Hesaplaşmak

Günümüz insanı dışındaki Firavunlara söverken, içindeki Firavunla yüzleşmezse hiçbir şey değişmez.
Zira,Nefis Firavun gibidir. Fakat, menfaati için en hasîs şeylere ibadet eder.

İçimizdeki enaniyeti terbiye etmek; ilahlık iddiasını değil, kulluk iddiasını yaşamakla olur.

  1. Özet:

Firavunluk, sadece tarihî bir şahsiyet değil; çağlar boyunca süren bir enaniyet hastalığıdır.

Modern çağın Firavunları, kibirle karar veren, kendini ilahlaştıran kişi ve sistemlerdir.

En tehlikeli Firavunluk, manevî enaniyetle gelen “ilmî Firavunluk”tur.

Bu tuzağa düşmemek için kişi, “Ben kulum” diyebilmeli; tevhid aynasında kendi nefsini değil, Rabbini görebilmelidir.

Gerçek kurtuluş, enaniyeti ubudiyete inkılâp ettirmekle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

Fani Dünya ve Baki Âhiret: Hayatın İbretli Sırları

Fani Dünya ve Baki Âhiret: Hayatın İbretli Sırları

Hayat, kimi zaman akıntıya kapılmış bir gemi gibi bizi sürüklerken, kimi zaman da önümüze çıkan derin ve anlamlı duraklarla bizi durup düşünmeye sevk eder.
Her biri, hayatın farklı bir yönüne ışık tutan, ancak temelde tek bir gerçeğe işaret eden birer fener gibi. Bu fenerlerin ışığında, dünya ve ahiret, nefs ve ruh, ümit ve tevekkül gibi temel kavramları yeniden idrak etmeye çalışalım.

  1. Dünyanın Kırılganlığı ve Ahiretin Sağlamlığı
    Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmet dolu sözüyle başlayalım: “Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.” Bu söz, dünya hayatına bakışımızı yeniden şekillendiriyor. Tarih boyunca nice imparatorluklar, nice servetler ve nice şöhretler, birer cam şişe gibi kırılarak toz olup gitmiştir. Firavunların piramitleri, Roma’nın görkemli arenaları, tüm ihtişamına rağmen zamanın ve değişimin rüzgârında birer fani iz olarak kalmıştır. Zira dünyaya ait her şey, doğası gereği fani ve kırılgandır. Oysa ahirete ait işler, yani salih ameller, ilim ve güzel ahlak, elmas gibi sağlamdır. Bir fakire uzatılan yardım eli, bir yetimin başının okşanması, Allah rızası için yapılan her eylem, zamanın aşındırmasına karşı koyan bir elmas gibi parlamaya devam eder. Bu söz, bize, kalbimizi fani olanın değil, baki olanın peşine düşürmemiz gerektiğini hatırlatır. Gerçek zenginlik, kırılgan şişelerde değil, ahirete yatırım yaptığımız sağlam elmaslardadır.
  2. Ümitsizliğin Karanlığından Ümidin Aydınlığına

“Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!” diyerek bizi Hicr Suresi’nin 55. ayetine götürür. Tarih, ümitsizliğin insanı nasıl çaresizliğe ve yıkıma sürüklediğinin hikâyeleriyle doludur. Yıllar süren kıtlıklar, salgın hastalıklar, savaşlar… İnsanlık, bu zorlu sınavlardan geçerken, ümidini yitirenlerin pes ettiğine, ancak ümidini koruyanların yeni yollar ve çözümler bulduğuna şahit olmuştur. Nuh tufanından sonra yeryüzünün yeniden hayat bulması, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i aşması, tüm bunlar imanın ve ümidin somut birer göstergesidir. Ümitsizlik, şeytanın bir fısıltısıdır. Allah’ın rahmetinin enginliğine inanan bir mümin için hiçbir durum mutlak bir çıkmaz değildir. Gökyüzü ne kadar bulutlu olursa olsun, güneşin varlığı asla inkar edilemez. Bu mesaj, bizi her koşulda Allah’ın rahmetine sığınmaya, zorluklar karşısında metanetli olmaya ve her zaman bir çıkış yolu olduğuna inanmaya davet eder.

  1. Nefsi Terbiye: Ruhun Yüceltilmesi

Bediüzzaman’ın “Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir…” sözü, dahili bir mücadeleye işaret eder. Nefis, insanın en büyük imtihanıdır. Tarih boyunca peygamberler ve alimler, nefislerini terbiye etmenin, onu hevaya değil hidayete yöneltmenin mücadelesini vermişlerdir. Hz. Yusuf’un nefsine karşı koyması, Hz. İbrahim’in putları kırması, içlerindeki nefis putunu da kırmanın bir sembolüdür. Nefsine uyanlar, hırsın, kibrin ve bencilliğin esiri olurken, nefsini terbiye edenler, ruhlarını yücelterek hakikatin ışığına ulaşmışlardır. Bu söz, bize nefsin bir binek atı gibi olduğunu, ona binmeyi öğrenerek onu doğru istikamete, yani hidayete yönlendirmemiz gerektiğini öğütler. Gerçek özgürlük, nefsin esaretinden kurtulmaktır.

  1. Yalnızlıkta Sığınılacak Tek Dost
    “Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de yardımcı vardır.” (Bakara Suresi, 107), insanın dünyadaki en temel arayışlarından biri olan dostluk ve yardım kavramına net bir cevap verir. İnsanlık tarihi, sadakatsiz dostlukların, vefasız yardımların ve menfaat odaklı ilişkilerin acı hikâyeleriyle doludur. Zalimler, tahtlarını korumak için en yakın dostlarını bile feda etmiş, nice liderler, kendi çıkarlarının peşine düşen yardımcıları tarafından terk edilmiştir. Bu ayet, bize, tüm fani dostlukların ve yardımların bir gün sona ereceğini, ancak Allah’ın dostluğunun ve yardımının baki olduğunu hatırlatır. Gerçek dostluk, Allah ile kurulan o manevi bağdır. Zor zamanlarda sığınılacak, umutsuzluk anlarında dayanılacak tek kapı O’nundur. Bu mesaj, bizi, samimi bir kalp ile O’na yönelmeye ve O’ndan başka hiçbir şeye tam anlamıyla güvenmemeye davet eder.
  2. Kâinatın Tesbihi ve Allah’ın Hükümranlığı

Tegâbûn Suresi’nin 1. ayeti, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O her şeye kadirdir.” diyerek evrensel bir gerçeği gözler önüne serer. Kâinattaki her şeyin, en küçük atomdan en büyük galaksiye kadar her bir varlığın, bir tesbihin parçası olduğunu anlatır. Bir dağın görkemi, bir çiçeğin zarafeti, bir kuşun cıvıltısı, hepsi Allah’ın sonsuz kudretinin ve sanatının birer delilidir. Tarih boyunca nice ilim adamı, doğayı inceleyerek bu ahenk ve düzen karşısında Allah’ın varlığını idrak etmiştir. Bu ayet, bize, sadece sözle değil, tüm varlığımızla O’nu tesbih etmemiz gerektiğini hatırlatır. Evrendeki her bir zerrenin uyum içinde Allah’ı anması gibi, biz de hayatımızın her anında O’nun hükümranlığını ve kudretini idrak ederek şükür ve hamd içinde olmalıyız. Mülk O’nundur ve bizler, sadece emanetçileriz.

Makale Özeti
Bu makalede, beş farklı ilham kaynağından yola çıkarak hayatın temel gerçekleri ele alınmıştır. İlk olarak, dünya işlerinin fani ve kırılgan, ahiret işlerinin ise baki ve sağlam olduğu anlatılmıştır

İkinci olarak, ümitsizliğin yıkıcılığına karşı Allah’ın rahmetine olan ümidin önemi işlenmiştir.

Üçüncü olarak, nefsi terbiye etmenin, onu hevaya değil hidayete yönlendirmenin manevi yükseliş için ne kadar kritik olduğu anlatılmıştır.

Dördüncü olarak, dünya dostluklarının geçiciliğine karşı Allah’ın dostluğunun tek baki ve güvenilir liman olduğu belirtilmiştir.

Son olarak ise, kâinattaki her şeyin Allah’ı tesbih ettiği ve mülkün yalnızca O’na ait olduğu gerçeği üzerinde durulmuştur. Bu beş hikmetli talim, bize hayatı daha bilinçli, anlamlı ve ibretli bir şekilde yaşamamız için yol gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

Yaratılışın Ziyafeti, İnsanlığın Sorumluluğu ve Ahiretin Gerçeği

Yaratılışın Ziyafeti, İnsanlığın Sorumluluğu ve Ahiretin Gerçeği

Hayat, kimi zaman akıl almaz bir faaliyet, kimi zaman da derin bir sorumluluk bilinciyle karşılaştığımız bir imtihan sahnesidir. Bize sunulan bu durumlar iki temel gerçeği, birbiriyle uyum içinde, farklı açılardan ele almaktadır. Her biri, insanın kâinatla, yaratıcıyla ve kendi nefsiyle olan ilişkisini sorgulamamıza vesile olacak birer anahtar niteliğindedir. Bu anahtarların ışığında, yaratılışın mucizelerini, insanın sorumluluklarını ve ahiretin kaçınılmaz hakikatini idrak etmeye çalışalım.

  1. Kâinat Ziyafetinin Sunumu: Rahmetin Hediyeleri
    Mesela, “Gözümüzle görüyoruz birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış.” denilmektedir. Bu söz, aslında kâinatın derin manasını özetlemektedir. Tarih boyunca nice medeniyetler, toprağın bereketinden, suyun hayat verici gücünden ve meyvelerin lezzetinden ilham alarak Yaratıcıya şükran duymuşlardır. Antik Mısır’da Nil Nehri’nin taşıdığı bereket, Mezopotamya’da Fırat ve Dicle’nin hayat kaynağı olması, insanlık için daima ilahi bir rahmetin göstergesi olmuştur. Bu söz, bize sadece bir meyvenin lezzetini değil, o lezzetin ardındaki muazzam rahmeti ve cömertliği görmeyi öğretir. Zemin yüzü, insan için özenle hazırlanmış, her mevsim farklı nimetlerle donatılmış bir sofradır. Görmeyi bilen gözler için her bir meyve, her bir çiçek, Yaratıcı’nın sınırsız cömertliğinin bir delilidir.
  2. Kâinatın İntizamı ve İnsanın Sorumluluğu

“Fâtır-ı Hakîm ve Kadir-i Alîm, kemal-i intizamla herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.” Bu söz, bizi tabiata ve evrene daha dikkatli bakmaya davet eder. Bir kuşun kanadından, bir çiçeğin rengine, gezegenlerin yörüngesindeki ahenge kadar her şeyde ilahi bir plan ve mükemmel bir düzen vardır. İslam medeniyeti, bu düzeni keşfetmek için bilim ve sanatta büyük ilerlemeler kaydetmiştir. El-Cezeri’nin otomatlarından, El-Biruni’nin astronomi çalışmalarına kadar pek çok örnek, bu ilahi intizamı anlama çabasının bir sonucudur. Ancak insan, bu muazzam düzeni görmezden gelerek, her şeyi tabiata veya tesadüfe bağlayarak bu güzelliği kirletebilir. Bu söz, bizi, evrenin güzelliğini idrak ederek, kendi varlığımızı ve eylemlerimizi de bu ilahi düzene uygun hale getirmeye çağırır.

  1. Hayvanların Tesbihi ve İnsanın İbret Alması

Şu söz, hayvanların yaratılışındaki hikmete dikkat çeker: “Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.” Bu söz, sadece bir besin kaynağı olarak gördüğümüz hayvanların, aslında ne kadar derin bir manayı taşıdığını gösterir. Hayvanlar, yaratılış gayelerine uygun hareket ederek, Allah’ın isimlerinin birer tecellisi olurlar. Süt veren bir hayvan, Rızk veren (er-Rezzâk) isminin bir yansımasıdır. Bu, bize sadece gıdalanmanın ötesinde, her nimetin bir rahmet feyzi olduğunu hatırlatır. Antik toplumlarda dahi hayvanlar kutsal sayılmış, yaşamın döngüsünde önemli bir yer tutmuşlardır. Ancak bu söz, kutsal saymanın ötesinde, her canlının Yaratıcısına olan tesbihini ve insanlara sunduğu ibret dolu dersi anlatır.

  1. Ebedi Sorgu ve Sorumluluk Bilinci

Ayette, “Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl Suresi, 93) diyerek, önceki üç konunun üzerine, insanın sorumluluğunu koyar. Yeryüzünün ziyafetinden faydalanan, kâinatın düzenini idrak etmesi gereken ve hayvanların tesbihinden ibret alması gereken insan, eylemlerinden sorumlu tutulacaktır. Bu, sadece bir dini inanç değil, aynı zamanda evrensel bir ahlaki ilkedir. Tarihteki adalet ve hesap verme mekanizmaları, bu temel ilkenin yansımasıdır. Kralların, padişahların ve liderlerin eylemlerinden dolayı tarihin önünde yargılanması, bu dünyadaki bir sorgu biçimidir. Ancak ayet, daha derin bir sorgudan, ahiretteki nihai hesaptan bahseder. Bu mesaj, her anımızın, her sözümüzün ve her davranışımızın bir kaydı olduğunu, dolayısıyla hayatımızı bu bilinçle yaşamamız gerektiğini hatırlatır.

  1. Fuzuli’nin Hikmetli Sözü: Hamurdaki Eşeklik
    Fuzuli’ye ait sözde, “Mey biter saki kalır. Her renk solar haki kalır. İlim insanın cehlini alsa da, hamurunda varsa eşeklik; baki kalır.” diyerek, bilginin tek başına yeterli olmadığını anlatır. Bu söz, tarihte nice alimin, bilge kişinin sadece bilgiyle yetinip, karakterlerini geliştirmeyi ihmal ettiklerini, kibir ve nefsin tuzaklarına düştüklerini anlatır. İlim, karanlığı aydınlatır, ancak kalpteki karanlık birikimi, yani hamurdaki “eşeklik” denilen inatçılık, nefsin kötü huyları ve ahlaki zaaflar, ilmin nurunu dahi karartabilir. Fuzuli, bize, asıl mücadelenin ilimden ziyade, karakterimizi ve ahlakımızı arındırmak olduğunu öğütler.

Makale Özeti
Bu makalede, yaratılışın bir ziyafet olduğu, kâinattaki her şeyin mükemmel bir düzen içinde yaratıldığı ve hayvanların dahi bir tesbih içinde olduğu gerçeği ele alınmıştır. Bu muazzam nimetler ve düzen karşısında insanın, yaptığı her eylemden sorumlu tutulacağı anlatılmıştır.
Son olarak ise, bilginin tek başına yeterli olmadığı, asıl olanın insanın hamurundaki ahlaki zaafları arındırmak olduğu Fuzuli’nin hikmetli sözüyle ifade edilmiştir. Bu beş farklı konu, bir araya geldiğinde, insana sorumluluk bilinci, şükran duygusu ve sürekli bir ahlaki gelişim içinde olması gerektiğini hatırlatan bütün bir yaşam hikmetini sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

“Enaniyet, insanda yerleştirilen bir mihenktir. Lakin terbiye edilmezse, Firavunluk vehmine inkılâp eder.”

İnsan, kendini bilen, hisseden ve düşünen bir varlık olarak “ben” diyebilen tek mahlûktur. Fakat bu “ben” kelimesi, ya insanı Rabbini tanımaya götüren bir anahtar olur, ya da onu putlaştıran bir ilahlık iddiasına sürükler. İşte tarih boyunca Nemrutlardan Firavunlara, Ebu Cehillerden modern diktatörlere kadar bütün azgınlar, bu “ben”in putuna tapmışlardır.

Kur’ân, Firavun’un şu sözüyle bunu özetler:
“Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Nâziât, 79/24)

Bu iddia, sadece bir firavunla sınırlı kalmadı. Her çağın firavunları farklı kılıklarda, ama aynı benlik sevdasıyla ortaya çıktı. Enaniyet, “ben merkezli” bir düşünceyi doğurdu ve bu da insanın kendini ilâhlaştırmasına yol açtı. Hâlbuki enaniyet, bir ölçü aleti, bir kıyas vasıtası olarak insana verilmişti.
Oysa enaniyet hülaseten;

> Enaniyet, mahiyetiyle bir vahidi kıyasîdir ki, onunla şuunat-ı Rububiyet bilinir.

Ancak bu kıyas aracı, eğer nefsin elinde bir hâkimiyet aracına dönüşürse, insanın içindeki Firavun uyanır. İnsan artık sadece Allah’a değil, herkese benliğini ve üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışır.

Modern çağda enaniyetin maskesi değişmiştir:
Kimi zaman ideoloji olur, kimi zaman “ben yaparım, ben bilirim” şeklinde konuşur.
Kimi zaman “bireysellik” adı altında yayılır, kimi zaman “özgürlük” kisvesine bürünür.
Bugünün firavunları artık sadece tahtlarda oturmuyor; ekranlarda, ofislerde, sokaklarda, kalplerde yaşıyor.

En tehlikelisi de, insanın kendi içindeki Firavun’u fark etmemesidir.
Zira enaniyetin en gizli hali, kişinin kendi nefsini sorgulamadan başkalarını yargılamasıdır.
Kendi küçük hükümranlığında her şeyi kontrol etme arzusu, insanı “ben”den “ilahım” noktasına taşır.

Çözüm nedir?
Enaniyeti, mahiyetine uygun bir terbiye ile yola getirmek.
Benliği Hakk’a ayna yapmak.
Kendini bilmek, haddini bilmek ve nihayet Rabbinin kudreti önünde secdeye varmak.

Çünkü enaniyet secdesizliktir, secdesizlik ise şeytanî bir ısrardır.

🌿 Özet:

Enaniyet, insanın kendini tanıması için verilen bir kıyas ölçüsüdür.

Terbiye edilmediğinde insanı ilahlık vehmine sürükler.

Firavunluk her çağda farklı kılıklarda ortaya çıkar.

En tehlikeli enaniyet şekli, kişinin kendi içindeki Firavun’u fark edememesidir.

Çözüm: Enaniyeti marifetullah ile terbiye etmek ve secdeyle benliği eritmek.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

Zina Edenlerle Evlenme Hakkında Nur Suresi 3. Ayet

Zina Edenlerle Evlenme Hakkında Nur Suresi 3. Ayet

> “Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik olan bir kadınla evlenir; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır.”
(Nur Suresi, 24:3)

  1. Tefsirlerdeki Görüşler
  2. Ayetin nüzul sebebi
    Mufessirler, ayetin özellikle Medine döneminde zinanın yaygın olduğu bazı Yahudi ve müşrik ailelerin yaşam tarzına karşı bir uyarı olarak indiğini belirtir. Rivayetlere göre, Müslümanlardan bazıları güzellikleri veya servetleri nedeniyle zina ile meşhur kadınlarla evlenmek istemişti. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu ve mü’minlere, böyle bir hayat tarzına bulaşmış kimselerle nikâh kıymanın yasaklandığı bildirildi. (İbn Kesîr, Taberî, Kurtubî)
  3. Mufessirlerin farklı yorumları
  4. Hakiki (suretî) anlamda yasak:
    Bir grup âlim (İbn Abbas’ın bazı rivayetleri, Mücahid, Hasan-ı Basrî) ayetin, zinadan tevbe etmeyen kişilerle evlenmenin haram olduğu anlamına geldiğini söylemiştir.
  5. Mecazî anlamda uyarı:
    Bazı âlimlere göre burada “zina eden” ifadesi, sadece fiilî zina değil, ahlâksızlık ve hayasız yaşam tarzı olan kişileri de kapsar. Yani ayet, mü’minlere “ahlâken kirli olanlarla evlenmeyin” mesajı verir.
  6. Tevbe şartı:
    İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve bazı Hanefî fakihler, bu ayetin tevbe etmemiş zinakârlar için geçerli olduğunu, tevbe edip hayatını düzelten kimselerle evlenmenin ise caiz olduğunu söylemişlerdir. Burada delil olarak Nur Suresi 5. Ayet’te geçen “Ancak tevbe edenler müstesna” hükmü gösterilir.
  7. Diğer Ayetlerle Bağlantısı

Bu ayet, Kur’an’ın zinaya dair bütüncül yaklaşımının bir parçasıdır. Bağlantılı ayetlerden bazıları:

İsra Suresi 32:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir hayâsızlık ve çok kötü bir yoldur.”

Nur Suresi 2:
“Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun…”

Nur Suresi 5:
“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler müstesna…”

Nisa Suresi 3, 25:
Evlilikte iffetli kimselerin tercih edilmesi emredilir.

Bu bütünlükte, Nur Suresi 3. Ayet hem ahlâkî filtre hem de hukuki önlem niteliği taşır: Mü’min toplumun zinaya bulaşmış kişilerle nikâh bağını kurarak o fiili normalleştirmesini engeller.

  1. Hukuki Hüküm

Fıkıh mezheplerine göre:

Hanefîler: Tevbe etmemiş zinakârla evlenmek haramdır. Tevbe edenle evlilik caizdir.

Şafiîler: Zina sabit olmuşsa (şahit veya ikrar ile), o kişi tevbe etmedikçe evlenilmez.

Hanbelîler: Hanefî ve Şafiîlerle benzer; tevbe şartı öne çıkar.

Mâlikîler: Bazı görüşlerinde daha serttir; zinakârların evlenmesine kesin olarak karşı çıkar.

Sonuç:
Fıkhî olarak, tevbe etmeden zinakâr olan bir kişiyle evlenmek haramdır. Tevbe eden, geçmişinden tamamen dönmüş bir kimseyle evlenmek ise caizdir.

  1. Hikmetli, Edebî, Tarihî ve Düşündürücü Yönleri

Toplumsal Hijyen: Bu ayet, toplumun ahlâkî sağlığını korumak için “nikâh” kurumunu bir filtre gibi kullanır. Evlenme, sadece duygusal bir bağ değil, ahlâkî bir ortaklık demektir.

Tevbenin Kapısı: Ayet, zinakârları ebedî olarak dışlamaz. Tevbe edenler bu yasaktan istisnadır. Böylece hem günahkâra dönüş imkânı verir hem de toplumu korur.

Tarihî Etki: İslâm’ın ilk dönemlerinde bu hüküm, zinanın yaygın olduğu Mekke ve Medine çevresinde ahlâkî devrim niteliğindeydi. Zina, putperestlik ve fuhuş sektörünü destekleyen bir alışkanlıktı. Ayet, hem bu kirli ekonomik düzeni hem de ahlâkî yozlaşmayı kırmıştır.

Mantıkî Boyut: Zina eden, iffeti zedelemiş ve güveni sarsmış olur. Mü’min, bu fiile ortak olmamalı; evlilikte güven ve sadakat temel olmalıdır.

İlmi/Bilimsel Yön: Modern psikoloji, evlilikte güvenin ve ahlâkî uyumun mutlak önemini anlatır. Araştırmalar, sadakatsizlik geçmişinin evliliklerde ciddi güven sorunlarına yol açtığını gösterir.

İbret: Ahlâksızlık, bulaşıcıdır. Kötü yaşam tarzı, eşe ve çocuklara sirayet eder. Bu nedenle Kur’an, sadece bireyi değil, gelecek nesli de koruma altına alır.

Özet

Nur 24:3 ayeti, tevbe etmemiş zinakâr ve müşriklerle evlenmenin mü’minlere haram olduğunu bildirir.

Müfessirler, bu yasağın tevbe edenler için kalktığında hemfikirdir.

Ayet, ahlâkî toplum inşasında evliliğin temiz bir temel üzerine kurulmasını amaçlar.

Bu hüküm, zinayı normalleştiren sosyal düzeni reddeder, iffeti ve sadakati korur.

Tevbe, kapıları kapatmaz; geçmişi temizler, geleceğe yeni bir sayfa açar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

İNSAN ÇOK NANKÖRDÜR

İNSAN ÇOK NANKÖRDÜR

“Günde 24 saatte 1 saat” ve
“Şüphesiz insan Çok Nankördür”
İnsanın Allah’a karşı olan şükran borcunu ve bu borcu yerine getirmedeki gafletini ifade eder. Hayat, Allah tarafından insana bahşedilmiş en büyük lütuftur ve her anı bir emanettir. Ancak insan, çoğu zaman bu lütfun farkına varamaz ve hayatını sadece dünyevi işlerle doldurur. “Günde 24 saatte 1 saat” ifadesi, Allah’ın sınırsız cömertliğini, “1 saat” ise insanın bu cömertlik karşısındaki küçük fedakarlığını simgeler.
Hac Suresi’nden iktibas edilen:”Şüphesiz insan Çok Nankördür” ayeti, bu duruma Kur’an’dan bir ibretlik delil sunar. İnsanlık tarihi, bu nankörlüğün sayısız örnekleriyle doludur. Allah’ın nimetlerini unutup, sadece kendi gücüne ve aklına güvenen nice medeniyetler ve bireyler, sonunda büyük bir hüsrana uğramışlardır.
Bu bize, hayatımızın amacının sadece yaşamak değil, aynı zamanda bu hayatı bize verene şükretmek ve ona hizmet etmek olduğunu hatırlatan, düşündürücü bir uyarıdır.

**********

“Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme.”
Bediüzzaman Said Nursi’ye ait olan bu söz, insanın varoluş zıtlıklarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan bedeni fiziksel olarak küçük olsa da, işlediği günahların etkisi sınırsız olabilir. “Cisminin küçüklüğü” metaforu, insanın fiziksel olarak ne kadar güçsüz olduğunu gösterirken, “günahlarının büyüklüğü” ise, bu güçsüzlüğün arkasında yatan manevi potansiyeli ve sorumluluğu anlatır.
Bu söz, bize, bir günahın sadece o anı etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda kişinin manevi dünyasında derin yaralar açabileceğini ve bu yaraların, ahiret hayatını da etkileyebileceğini hatırlatır. Tarihte, küçük bir hatanın, bir gurur anının veya küçük bir günahın, büyük felaketlere yol açtığına dair sayısız ibretlik olaylar vardır. Bu söz, bizi, görünüşte küçük gibi duran günahların, aslında ne kadar tehlikeli olabileceği konusunda uyarır.

*******

“İnsan kalben ve fikren hakaik-i ilahiyeye bakıp düşündüğü zaman…”
Mesnevi-i Nuriye’den alınan bu metin, insanın iç dünyasındaki manevi mücadeleyi, yani vesvese ile olan savaşı edebi bir dille anlatır. Namaz ve ibadet anında, şeytanın ve nefsin getirdiği vesveselerin, “sinekler gibi kalbe ve akla hücum” ettiğini belirtir. Ancak bu vesveselerle doğrudan mücadele etmek yerine, onlara “müdafaayı terk edip” ilahi hakikatlere odaklanmak gerekir. Metin, arı metaforuyla bu durumu açıklayarak, arılarla uğraşıldıkça hücumlarının arttığını, ancak onlara karşı koyulmadığında uzaklaştıklarını söyler. Bu, manevi mücadelede, negatif düşüncelerle savaşmak yerine, pozitif ve ilahi düşüncelere yönelmenin daha etkili olduğunu anlatır.
Bu bize, manevi bir huzura ulaşmanın yolunun, iç dünyamızdaki olumsuz düşüncelerle değil, ilahi hakikatlerle olan bağımızı güçlendirmekten geçtiğini öğreten, hikmetli bir derstir.

**********

“Fıravun boğulacağı anda: …Artık ben de Müslümanlardanım, dedi. Allah şöyle buyurdu:
Şimdi mi?”
Yunus Suresi’nden iktibas edilen bu ayetler, bir son dakika tövbesinin ve imanın kabulü meselesine dair derin bir mesaj ihtiva eder. Firavun, hayatı boyunca ilahi hakikatlere karşı gelmiş, kendisini bir ilah gibi görmüştür. Ancak ölümün eşiğinde, denizin azabıyla yüzleştiği anda, çaresizlik içinde iman etmeye kalkar. Allah’ın “Şimdi mi?” sorusu, bu imanın samimiyetsizliğini ve geç kalmışlığını anlatır. Bu, ilahi adaletin bir tecellisidir. İnsan, hayatı boyunca iradesini ve aklını kullanarak doğru yolu seçme fırsatına sahiptir. Ancak bu fırsatı değerlendirmeyip, sadece bir felaketle veya ölümle yüzleştiğinde inanmaya kalkışırsa, bu imanın bir değeri kalmayabilir. Bu metin, bize, imanın bir lütuf olduğunu ve bu lütfu, hayatın her anında samimiyetle yaşamak gerektiğini hatırlatan, tarihi ve ibretlik bir derstir.

*********

“Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın…”
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bu metin, gerçek mutluluğun tanımını yapar. “En bahtiyar” insan, “dünya için ahireti unutmayan”, “ahiretini dünyaya feda etmeyen” ve “hayat-ı ebediyesini, hayat-ı dünyeviye için bozmayan” insandır. Bu metin, dünya hayatının bir “misafirhane” ve insanın da bir “misafir” olduğu metaforunu kullanarak, dünya hayatının geçiciliğini ve fani olduğunu anlatır. Misafir, misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmeli, ancak buraya bağlanıp kalmamalıdır. Bu metin, bizi, dünya hayatına aşırı bağlanmaktan ve ahireti unutmaktan kaçınmaya davet eder. “Malayani şeylerle ömrünü telef etmesin” uyarısı, insanın ömrünü anlamsız ve boş şeylerle harcamaması gerektiğini hatırlatır. Tarih, bu uyarılara kulak asmayan, dünyevi zevklerin peşinden koşan nice insanların, en sonunda büyük bir pişmanlık duyduğuna dair sayısız örnekle doludur.

Özet: Bu makalede incelenen metinler, insanın manevi yolculuğuna ve varoluş sorgulamalarına dair derin bir rehberlik sunar. “Nankörlük” metni, Allah’ın nimetlerine karşı şükran borcumuzu ve gafletimizi; “Küçük günahlar” sözü, günahların görünüşteki boyutuna aldanmamamız gerektiğini; “Vesvese” metni, manevi mücadelede doğru stratejinin ne olduğunu anlatır. Firavun’un hikayesi, son dakika tövbelerinin geçersizliğini ve imanın samimiyetinin önemini vurgular. “En bahtiyar odur ki” metni ise, gerçek mutluluğun, dünya hayatını ahirete feda etmemekte ve ömrü anlamlı bir şekilde kullanmakta yattığını açıklar. Bu metinler, bize, dünya hayatının geçici bir durak olduğunu ve asıl amacımızın, manevi sorumluluklarımızı yerine getirerek kalıcı olan ahiret hayatına hazırlanmak olduğunu hatırlatan, hikmetli, ibretli ve düşündürücü derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

MANSETLERDEKİ MESAJLAR

MANSETLERDEKİ MESAJLAR

Gazete sayfalarından sosyal medya paylaşımlarına uzanan metinler ve görseller, bir toplumun tarihine, kimliğine ve vicdanına dair derin sorular sormamıza neden oluyor. Her biri, kendi açısından birer iddia, birer yorum veya birer sorgulama olarak karşımıza çıksa da, aslında hepsi, ortak bir zeminde buluşuyor: Tarihin, inancın ve siyasetin karmaşık hareketi.
Bu yazıda, her bir metni, kendi konusu içinde ele alarak, ibretlik, düşündürücü ve edebi bir makale sunmayı amaçlıyorum.

“Sabatayist Yahudi Yolcular” Başlıklı Metin ve Tarihi Sorgulamalar
Bu metin, 1930’lu yılların İstanbul’una dair bir fotoğrafın altına yazılan, Sabatayist Yahudilerin göçü ve onların Türkiye’nin başına “bela” olduğu iddiasını dile getiriyor. Tarih, çoğu zaman bir ayna gibidir; ona nasıl baktığınız, neyi görmek istediğinize bağlıdır. Ancak tarih, aynı zamanda bir laboratuvardır da; orada olayların nedenlerini, sonuçlarını ve aralarındaki karmaşık ilişkileri anlamaya çalışırız.
İstanbul’un kozmopolit yapısı, farklı medeniyetlerin ve inançların bir arada barış içinde var olabileceğinin bir yandan da edebi bir isbatıdır.

***********

“Allah’ı da, Sultanla Birlikte Tahttan İndirdik!” Başlıklı Metin ve İnanç Mücadelesi
Refik Ahmet Sevengil’e atfedilen bu söz, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki radikal değişim rüzgârlarını ve laiklik tartışmalarını özetler niteliktedir. “Allah’ı tahttan indirmek” gibi bir ifade, sadece siyasi bir devrimi değil, aynı zamanda o dönemdeki zihniyet devrimini de sembolize eder. Bu söz, Tanrı’nın otoritesinin, dünyevi işlerden, özellikle de siyasi iktidardan ayrılmasını savunan bir yaklaşımı yansıtır. Ancak bu ifadenin edebi bir analizi, onun sadece siyasi bir eylemden ibaret olmadığını gösterir. Bu, aynı zamanda, yüzyıllardır süregelen “din-devlet” ilişkisinin bir reddiyesidir.
İbretlik olan şudur ki, siyasetin dini kullanması da, dinin siyaseti kullanması da, her iki taraf için de yıkıcı sonuçlar doğurabilir.

Bu söz, dine olan hıncını ve dine alınan cephenin açık bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

İNSAN VE KÂİNATI ANLAMAYA YÖNELİK BİR YOLCULUK

İNSAN VE KÂİNATI ANLAMAYA YÖNELİK BİR YOLCULUK

Aşağıdaki metinler, bize farklı düşünce ve inanç dünyalarından sesleniyor. Bir kısmı Kur’an ayetleri, bir kısmı tefsirlerden alıntılar, bir kısmı ise özlü sözler… Her biri, kendi içinde derin bir manaya sahip olsa da, aslında hepsi, insanı, evreni ve varoluşu anlamaya yönelik kadim bir arayışın farklı durakları gibidir.

“Ahzâb Suresi 72. Ayet” ve Emanet Meselesi
Kur’an-ı Kerim’den alınan bu ayet, insanlık tarihi boyunca hikmet erbabını, teologları ve şairleri derinden etkilemiş bir konuyu, yani “emanet” meselesini ele alıyor. Ayet, “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi, o cidden çok zalim, çok câhil bulunuyor” diyor. Bu ayet, insanın varoluş yükünü ve bu yükün ne kadar ağır olduğunu edebi bir dille anlatıyor. Göklerin enginliği, dağların heybeti ve yeryüzünün azameti dahi bu emaneti kaldıramazken, “zalim” ve “câhil” olarak nitelenen insan, bu büyük sorumluluğu üstlenmiştir. Buradaki “zalim” ve “câhil” nitelemeleri, insanın kendi nefsine karşı işlediği zulmü ve hakikate karşı olan cehaletini ifade eder. Ancak bu, bir suçlama değil, bir uyarıdır. İnsanın bu emaneti hakkıyla taşıması için, cehaletinden arınması ve nefsine zulmetmekten kaçınması gerekir. Bu ayet, bize, insan olmanın sadece fiziksel bir varoluştan ibaret olmadığını, aynı zamanda büyük bir sorumluluk ve bilgelik arayışı gerektirdiğini hatırlatan derin bir ibrettir.

********

Bahar Mevsimindeki Diriliş

Said Nursi’nin “Mesnevi-i Nuriye” eserinden alıntılanan metinde, bahar mevsimindeki dirilişi, yani “nebatî haşirleri” tasvir ederek, ahiretteki dirilişin akla ve mantığa ne kadar yakın olduğunu anlatır. Metin, “altı gün zarfında” eski, çürümüş tohumlardan binlerce yeni bitkinin yaratılışına dikkat çekerek, tüm bu “karışık nebatatın tohumlarından ölmüş, çürümüş, kaybolmuş olan cesedleri” yeniden inşa etme kudretine sahip olan Allah’ın, gökleri ve yeri altı günde yaratmaktan aciz olmadığını anlatır. Bu metnin edebi değeri, tabiattaki her bir detayın, ilahi kudretin bir delili olarak sunulmasında yatar. Bahar, sadece bir mevsim değişikliği değil, aynı zamanda bir “haşir meydanı”dır. Her bir çiçek, her bir yaprak, her bir filiz, yeniden dirilişin, yeniden yaratılışın bir isbatıdır. Bu metin, bize, etrafımızdaki tabiatı sadece biyolojik bir süreç olarak değil, aynı zamanda ilahi bir sanat eseri ve derin bir tefekkür vesilesi olarak görmemiz gerektiğini öğretir.

********

“Zelzele” ve İman Ehlinin Uyarılması
Risale-i Nur Külliyatı’nda deprem (zelzele) hadisesini, “gafilleri uyandırmak için” bir uyarı ve “ehl-i imanı” namaza ve niyaza yönlendirmek için bir sarsıntı olarak yorumlar. Bu yorum, bir afetin sadece fiziksel bir doğa olayı olmadığı, aynı zamanda manevi bir boyutunun da olduğu düşüncesine dayanır. Bu metnin ibretlik yanı, felaketlerin sadece bir yıkım getirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanları gaflet uykusundan uyandıran, onları kendi varoluşlarını, inançlarını ve Yaratan’la olan ilişkilerini sorgulamaya iten birer vesile olarak görülmesidir. Depremin sarsıntısı, sadece yeryüzünü değil, aynı zamanda kalpleri ve vicdanları da sarsar. Bu sarsıntı, insanı, dünya hayatının geçiciliğini ve asıl varlık amacını düşünmeye sevk eder. Bu metin, bize, hayatın zorlu anlarında bile bir hikmet aramanın ve felaketleri bir tefekkür vesilesine dönüştürmenin edebi ve manevi yolunu gösterir.

***********

“Münafıklar Cehennemin En Alt Katındadırlar” Ayeti
Nisâ Suresi’nden alınan bu ayet, münafıkların, yani iki yüzlü insanların, ahiretteki konumunu belirtir. “Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar; artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Bu ayet, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda ahlaki bir duruşun da ifadesidir. İki yüzlülük, samimiyetsizlik ve ikiyüzlü davranış, sadece bir ahlaki kusur değil, aynı zamanda imanın temelini sarsan bir hastalıktır. Bu ayet, bize, dürüstlüğün, sadakatin ve samimiyetin ne kadar önemli olduğunu hatırlatır. İnsan, kendi içinde birbiriyle çelişen iki ayrı kimliği barındırdığında, hem kendine hem de başkalarına karşı adaletsizlik etmiş olur. Bu metin, bize, doğru yolda kalmak için kalbinin sesini dinlemesi, dürüstlükten şaşmaması ve inancını bir maske olarak kullanmaması gerektiğini öğütleyen derin bir hikmet barındırır.

********

“Ben İmanın Cereyanındayım” Sözü
Bediüzzaman Said Nursi’ye ait bu söz, “Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alakam yok” ifadesiyle, inanç ve inançsızlık arasındaki temel ayrımı net bir şekilde ortaya koyar. Bu söz, bir yandan kişisel bir duruşun ifadesi iken, diğer yandan da tüm toplumsal ve siyasi tartışmaların temelinde yatan inana ait ayrışmaya işaret eder. Bu sözün edebi gücü, “cereyan” kelimesinin hem bir akım, hem de bir fikir hareketini ifade etmesinden gelir. Hayatın karmaşık akışında, insanın bir “cereyana” dahil olması, bir duruş sergilemesi kaçınılmazdır. Bu söz, bu duruşun, inanç temelinde olması gerektiğini anlatır. Diğer “cereyanlarla” yani siyasi, ideolojik veya dünyevi akımlarla alakası olmadığını ifade etmesi ise, inancın, tüm bu geçici ve dünyevi akımların ötesinde, daha yüce ve kalıcı bir değer olduğunu gösterir. Bu söz, bize, kimliğimizi ve duruşumuzu belirlerken, geçici ve aldatıcı cereyanlardan uzak durarak, temel inançlarımıza sıkı sıkıya sarılmamız gerektiğini hatırlatır.

Özet: Bu metinler, insanlık durumunun farklı yönlerini ele alan derin ve düşündürücü dersler sunmaktadır. Ahzâb Suresi’ndeki emanet ayeti, insanın varoluş sorumluluğunu ve cehaletini; “Mesnevi-i Nuriye”den alıntı, tabiattaki dirilişin ilahi kudrete işaretini; “Zelzele” yorumu, felaketlerin manevi bir uyarı ve tefekkür vesilesi olabileceğini anlatır. Nisâ Suresi’ndeki ayet, samimiyetin ve dürüstlüğün önemini; Said Nursi’nin sözü ise, inancın tüm dünyevi akımların ötesinde bir duruş gerektirdiğini anlatır. Her biri, insanın kendi iç dünyasını, evreni ve Yaratan’la olan ilişkisini sorgulamasına, böylece daha hikmetli ve ibret dolu bir hayat sürmesine yönelik edebi ve manevi bir çağrı niteliğindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

İSLÂM DÜŞÜNCESİ

İSLÂM DÜŞÜNCESİ

Metinler, İslam düşüncesinin derinliklerinden, tasavvufun inceliklerinden ve Kur’an’ın hikmetli mesajlarından beslenen, farklı konulara değinen ancak temelinde aynı manevi kaynaktan beslenen birer düşünce pınarı gibidir.
Her biri, insanın varoluş meselelerine, dünya hayatının geçiciliğine ve ahiretin gerçekliğine dair önemli dersler ihtiva eder.

“Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur’an tezgahında yapılan takvadır…”
Bu metin, manevi bir savaşın metaforunu kullanarak, müminlerin bu savaşta nasıl donanmaları gerektiğini anlatır. Düşman, sadece fiziki bir düşman değil, aynı zamanda nefsin, şeytanın ve dünya heveslerinin oluşturduğu “müthiş düşmanlar”dır. Bu düşmanlara karşı savaşta kullanılan silahlar ve zırhlar da manevidir. “Zırhınız, Kur’an tezgahında yapılan takvadır” ifadesi, takvanın, yani Allah’a karşı sorumluluk bilincinin, insanı tüm kötülüklerden koruyan sağlam bir kalkan olduğunu edebi bir dille ifade eder. “Sipere” benzetilen Peygamber’in sünneti, hayatın zorlu anlarında sığınılacak güvenli bir liman gibidir. “Silah” olarak nitelenen istiğfar (bağışlanma dilemek) ve istiaze (sığınmak), ise manevi güç kaynaklarıdır. Bu metin, bize, hayatın sadece dünyevi bir mücadeleden ibaret olmadığını, asıl mücadelenin nefsimizle ve kötü niyetli güçlerle olduğunu ve bu mücadeleyi kazanmak için manevi donanıma ihtiyacımız olduğunu hatırlatan, ibretlik bir derstir.

********

“Kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim meselesidir.”
Bu söz, insanı, dünya hayatının geçici heveslerinden uzaklaştırarak, asıl ve kalıcı olan meseleye, yani ölümden sonraki hayata yönlendirir. “Endişe-i istikbal” (gelecek endişesi) ifadesi, insanların dünyevi gelecekleri için duydukları kaygıların ne kadar boş olduğunu ima eder. Asıl ve en büyük gelecek, kabrin öbür tarafındadır. Bu metin, insanı, dünya hayatını sadece bir amaç olarak değil, aynı zamanda ahiret hayatının bir hazırlığı olarak görmeye davet eder. Tarihte, büyük liderlerin, bilim insanlarının ve sanatçıların bile, ölümsüzlük arayışları içinde olduklarını görürüz. Ancak bu arayışın gerçek karşılığı, dünyevi başarılar değil, manevi olgunluk ve ahirete hazırlıktır. Bu metin, bize, hayatımızın en önemli meselesinin, ölümden sonraki hayatımız olduğunu ve bu gerçeği asla unutmamamız gerektiğini öğütleyen, düşündürücü bir hikmettir.

************

“O zakkum ağacı; günahkar olanın yemeğidir…”Duhân Suresi 43-44
Kur’an-ı Kerim’den alınan bu ayetler, cehennem azabının dehşetini tasvir ederek, günahların ve kötü amellerin sonuçlarına dair güçlü bir uyarı sunar. “Zakkum ağacı” metaforu, cehennemdeki azabın sadece bir cezadan ibaret olmadığını, aynı zamanda günahkarın kendi iç dünyasında hissettiği manevi bir azabı da temsil ettiğini düşündürür. “Pota gibi karınlarda kaynar durur” ifadesi, günahın, insanı içten içe yakan bir ateşe dönüştüğünü edebi bir dille anlatır. Bu metin, bize, dünya hayatında işlenen her bir günahın, ahirette bir karşılığı olduğunu ve bu karşılığın ne kadar şiddetli olabileceğini hatırlatır. İnsanlık tarihi, hırsın, kibrin ve zulmün, eninde sonunda insanı kendi ateşiyle yaktığına dair sayısız ibretlik örnekle doludur. Bu ayetler, bu gerçeği, en çarpıcı şekilde ortaya koyarak, bizi kötü amellerden sakınmaya davet eder.

***********

“Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”
Bu metin, manevi bir derinlik taşıyan, tevekkülün (Allah’a güvenip dayanmanın) gücünü anlatan edebi bir ifadedir. “Bela yüzünde gülmek”, belaya karşı isyan etmek yerine, onu tevekkülle karşılamak ve Allah’tan geldiği için sabretmek demektir. Bu tavır, belayı manevi olarak küçültür ve dönüştürür. “Tebeddül” kelimesi, belanın, tevekkül sayesinde bir rahmet ve tecrübe kaynağına dönüşebileceğini ifade eder. Tarihte, zorlu imtihanlardan geçmiş, ancak tevekkül sayesinde ayakta kalmış ve manen yücelmiş nice peygamberler, evliyalar ve alimler vardır. Bu metin, bize, hayatın zorlu anlarında bile umutsuzluğa kapılmamayı, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu bilerek teslim olmayı ve bu teslimiyetin, en büyük belaları bile küçültebileceğini öğütleyen, hikmet dolu bir derstir.

*********

“Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur…”
Bu söz, insanı, gururun ve kibrin tehlikelerinden sakındırır. Kendini “ebedî” zanneden mağrur insan, dünya hayatının geçiciliğini ve fani olduğunu unutur. “Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder” ifadesi, dünyanın, insan için bir konaklama yeri olduğunu ve sonunda yokluğun karanlığına gömüleceğini anlatır. Bu metnin en can alıcı noktası ise “Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır” cümlesidir. Bu, dünyevi emellerin, makam ve mevkilerin ne kadar geçici olduğunu, ancak bu uğurda çekilen manevi acıların, yani “elemlerin” ruhun derinliklerinde kalıcı izler bıraktığını ifade eder. Tarih, gururlarının kurbanı olmuş, kendilerini ebedi sanan nice kralların, imparatorların ve liderlerin hikayeleriyle doludur. Bu metin, bize, tevazu ve alçakgönüllülüğün, insanı manevi olarak yücelttiğini ve kalıcı olanın, dünyevi başarılar değil, ruhun kemale ermesi olduğunu hatırlatır.

********

“İnsan varlığın Fatihâ’sıdır…”
Muhyiddin İbn Arabi’ye atfedilen bu söz, insanın yaratılışındaki ilahi sırrı ve insanın evrendeki merkezi konumunu anlatır. “Varlığın Fatiha’sı” olmak, insanın, Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha gibi, tüm varlığın bir özeti, bir başlangıcı ve bir anahtarı olduğunu ifade eder. “Allah onunla varlıkların kilitlerini açar” ifadesi ise, insanın, doğru bir manevi donanım ve akıl ile, evrenin sırlarını, Allah’ın varlığını ve kudretini keşfedebileceğini anlatır. Bu metin, insanın, sadece biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda ilahi bir sırrı taşıyan, tefekkür kabiliyeti olan ve bu kabiliyeti sayesinde evreni anlama potansiyeline sahip, şerefli bir yaratık olduğunu anlatır. İnsanlık tarihi, bu ilahi emaneti hakkıyla taşıyan, bilime, sanata ve hikmete yönelerek varlığın sırlarını çözmeye çalışan nice büyük düşünürle doludur.

Özet: Bu metinler, insanın manevi dünyasına ve varoluş problemlerine derin bir rehberlik sunar. “Zırh, siper ve silah” metni, manevi mücadelenin araçlarını; “Kabrin öbür tarafındaki endişe” sözü, ahiretin önemini ve dünya hayatının geçiciliğini anlatır. “Zakkum ağacı” ayetleri, günahın ahiretteki karşılığını; “Tevekkül” sözü, belalara karşı sabrın ve tevekkülün gücünü; “Mağrur insan” sözü, gurur ve kibrin yıkıcılığını; son olarak “Varlığın Fatiha’sı” sözü ise, insanın evrendeki merkezi konumunu ve potansiyelini anlatır. Tüm bu metinler, bize, dünya hayatını sadece bir amaç olarak değil, manevi bir yolculuk olarak görmemiz gerektiğini hatırlatan, hikmetli, ibretli ve düşündürücü derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

VAR OLUŞ SEBEBİMİZ

VAR OLUŞ SEBEBİMİZ

“Mevcudiyetimizin Hâmisi Olan İslâmiyetten Elini Gevşetme, Dört El ile Sarıl; Yoksa Mahvolursun.”
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bu söz, bir toplumun ve bireyin varoluş dayanağını “İslâmiyet” olarak tanımlar.
“Hami” kelimesi, koruyucu, himaye eden anlamına gelir. Bu söz, inanç sisteminin, sadece bir ibadetler bütünü olmadığını, aynı zamanda bir toplumun varlığını, kimliğini ve ahlaki değerlerini koruyan bir kalkan olduğunu ifade eder.
“Dört el ile sarılmak”, bu inanca tam bir teslimiyetle, samimiyetle ve kararlılıkla bağlı kalmanın bir metaforudur. Tarih, bu sözün doğruluğuna dair sayısız ibretlik örnekle doludur. İnançlarından uzaklaşan, manevi bağlarını yitiren nice medeniyetlerin, bir süre sonra çözüldüğünü ve tarihin tozlu raflarında kaybolduğunu görürüz. Bu söz, bizi, modern dünyanın karmaşık ve yozlaştırıcı akımları karşısında, manevi değerlerimize sıkıca sarılmaya ve böylece var olarak, bir felaketten kaçınmaya davet eder.

*********

“Ne var, ne yok? Dediler. ‘Yoktan var eden, var ettiğini yâr eden Allah var, gam yok’ dedim.”
Bu edebi ve hikmetli söz, tasavvufi bir derinlik taşır. Hayatın zorlu anlarında, insana “Ne var, ne yok?” diye sorulduğunda, verilecek en güzel cevabın, tüm varlığın yaratıcısı olan Allah’a sığınmak olduğunu ifade eder. Bu söz, sadece bir inanç beyanı değil, aynı zamanda bir teslimiyet ve tevekkül duruşudur. İnsan, ne kadar zor durumda olursa olsun, “yoktan var eden” bir yaratıcının varlığını bildiği sürece, “gam” duymaması gerektiğini öğütler. Bu söz, bizi, dünyanın geçici sıkıntılarının ve kaygılarının, ilahi kudret ve rahmet karşısında ne kadar küçük kaldığını düşünmeye davet eder. Bu, aynı zamanda, tarihte büyük zorluklarla karşılaşmış, ancak Allah’a olan tevekkülleri sayesinde ayakta kalmış ve umutlarını yitirmemiş nice müminlerin manevi duruşunu da özetler.

**********

“Hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor…”
Bu metin, dünya hayatının geçiciliğini ve fani oluşunu, modern imgelerle (apartman, tayyare, sel) anlatan, düşündürücü bir ibret dersidir. “Hayat apartmanı yıkılıyor” ifadesi, insanın bedensel varlığının, zamanın acımasız akışı karşısında nasıl yıprandığını ve eninde sonunda yok olacağını simgeler. “Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor” benzetmesi, zamanın ne kadar hızlı aktığını ve bu kısacık ömrün, aslında ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. “Zamanın sel dolapları” ve “arz sefinesi” benzetmeleri ise, evrenin ve zamanın durmaksızın bir hareket halinde olduğunu ve bu hareketin, bir gün her şeyi sona erdireceğini anlatır. Bu metin, bizi, dünya hayatının geçiciliğinin farkına vararak, ömrümüzü daha anlamlı ve manevi değerlerle doldurmaya davet eder. Bu, tarihin bize defalarca tekrarladığı bir derstir: Dünya hayatına aldananlar, eninde sonunda büyük bir hüsrana uğramışlardır.

*********

“Naziat Suresi 34-41. Ayetler” ve Kıyamet Günü Gerçeği

Bu ayetler, kıyamet gününün dehşetini ve o gün insanların dünya hayatında neyin peşinden koştuğunu nasıl hatırlayacaklarını tasvir eder. “Gözleri faltaşı gibi açacak olan ateş, herkesin göreceği şekilde ortaya çıkarılır” ifadesi, ahiret gününün, herkesin yüzleşmek zorunda kalacağı bir gerçeklik olduğunu anlatır. Ayetler, dünya hayatını ahirete tercih edenlerin sonunun “cehennem” olduğunu belirtirken, Rabbinin makamından korkup kendini kötülüklerden alıkoyanların sonunun ise “cennet” olduğunu müjdeler. Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda ahlaki bir tercih meselesidir. İnsan, hayatı boyunca, dünyevi zevkler ile manevi sorumluluklar arasında bir seçim yapmak zorunda kalır. Bu ayetler, bu seçimin sonucunun ne kadar belirleyici olduğunu gösterir. Bu, tarihin bize, adaletin, erdemin ve vicdanın, tüm dünyevi iktidarlardan ve zevklerden daha değerli olduğunu defalarca gösterdiği bir gerçektir.

Özet: Bu makalede incelenen metinler, birbiriyle uyum içinde, ancak farklı konulara değinerek, insanın manevi ve dünyevi dünyasını ele alır. “Mevcudiyetimizin hâmisi” sözü, inancın toplumsal bir dayanak olduğunu; “Yoktan var eden Allah var, gam yok” sözü, tevekkülün ve teslimiyetin gücünü; “Hayat apartmanı yıkılıyor” metni, dünya hayatının geçiciliğini vurgular. Naziat Suresi ayetleri, ahiretin ve ahlaki seçimin önemini gösterir. Tüm bu metinler, bize, hayatın sadece görünen yüzünden ibaret olmadığını, aynı zamanda derin bir manevi boyutunun da olduğunu ve bu boyuta sahip çıkarak daha anlamlı ve ibretli bir hayat sürebileceğimizi anlatan, düşündürücü ve hikmetli derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025

İNSAN BU DÜNYAYA NİÇİN GELMİŞTİR? KEYİF SÜRMEK İÇİN Mİ?

İNSAN BU DÜNYAYA NİÇİN GELMİŞTİR? KEYİF SÜRMEK İÇİN Mİ?

“İnsan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir…”
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bu metin, insanın varoluş amacına dair temel bir sorgulama sunar. Modern dünyanın bize dayattığı “haz odaklı” ve “tüketimci” yaşam felsefesinin aksine, insanın bu dünyaya sadece “zevk ve sefa” için gelmediğini anlatır. Hayat, sadece bir eğlence yeri değil, aynı zamanda manevi bir “ticaret” yeridir. “Azîm bir sermaye” olarak tanımlanan ömür, doğru kullanıldığında “ebedî daimî bir hayatın saadetine” dönüşebilir. Bu metin, bizi, hayatın geçici zevklerinden uzak durarak, ömrümüzü daha anlamlı ve kalıcı değerlerle doldurmaya davet eder. İnsanlık tarihi, bu gerçeği unutup, sadece dünyevi zevklerin peşinden koşan nice medeniyetlerin ve bireylerin, sonunda büyük bir hüsrana uğradığına dair ibretlik örneklerle doludur.

********

“Ayette Yalanlayanlara Gelince…” ve “Ben Onlara Mühlet Veririm. Şüphesiz Benim Tuzağım Çetindir.”
Araf Suresi’nden alınan bu ayetler, ilahi adaletin ve zamanın yavaş ama emin adımlarla işlediğini anlatır.
“Ayeti yalanlayanlar”, ilahi hakikatlere sırtını dönenler ve bu hakikatleri inkâr edenlerdir. “Yavaş yavaş felakete götürülecekler” ifadesi, ilahi adaletin bir anda değil, belirli bir süreç içinde işleyeceğini ve bu sürecin, “bileyemeyecekleri bir yerden” geleceğini ifade eder. Bu, ilahi takdirin ve stratejinin ne kadar derin olduğunu gösterir.
“Mühlet veririm” ve “tuzağım çetindir” ifadeleri ise, Allah’ın, kullarına tevbe etmeleri için fırsat tanıdığını, ancak bu fırsatı iyi kullanamayanların, ilahi adaletin kaçınılmaz tuzağına düşeceğini anlatır. Tarih, bu ayetlerin doğruluğuna dair sayısız örnek sunar. Kendini her şeyden üstün gören, ilahi hakikatleri inkâr eden nice zalimlerin, bir süre sonra hiç ummadıkları bir yerden gelen felaketlerle yıkıldığını görürüz.

*********

“Onlar, ahireti vermek karşılığında dünyâ hayatını satın almış kimselerdir.”
Bakara Suresi’nden alınan bu ayet, insanlık dramının en trajik manzaralarından birini, yani ahiret hayatı karşılığında dünya hayatını tercih etmenin sonuçlarını gözler önüne serer.
“Onların, azâbları hafifletilmez ve onlara, yardım da edilmez” ifadesi, bu seçimin geri dönüşü olmayan bir hata olduğunu anlatır.
Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda edebi ve ahlaki bir sorgulamadır. İnsan, hayatı boyunca, kalıcı olanı (ahireti) geçici olan (dünyayı) ile takas etme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tarih, bu takası yapan ve eninde sonunda her şeyini kaybeden nice insanların hikayeleriyle doludur. Bu ayet, bize, hayatımızdaki öncelikleri doğru belirlememiz gerektiğini, dünyevi zevklerin ve kazanımların, ahiret saadetinin yanında ne kadar değersiz kaldığını hatırlatan, derin bir ibrettir.

*********

“Kavganız ve Davanız Nedir? diye Sorarlarsa…”
“Tanrı Uludur Diyenler” ile “Allahu Ekber Diyenler” arasındaki ayrım, bir inanç farkından çok, bu inancın nasıl anlaşıldığı ve siyasete nasıl yansıdığına dair bir yorumdur.
Bu metnin en dikkat çekici metaforu ise “Olimpos Dağının Çocukları” ile “Hira Dağının Çocukları” arasındaki çatışmadır. Olimpos Dağı, Antik Yunan mitolojisinde tanrıların yaşadığı yerdir ve dünyevi iktidarı, fani otoriteyi simgeler.
Hira Dağı ise, Hz. Muhammed’e ilk vahyin geldiği yerdir ve ilahi otoriteyi, manevi gücü temsil eder. Bu metafor, siyasi mücadeleyi, din ile laiklik, dünyevi iktidar ile ilahi otorite arasındaki kadim bir mücadele olarak sunar.
Bu metin, bize, tarihteki tüm siyasi ve toplumsal çatışmaların altında yatan asıl sebebin, bu iki farklı dünya görüşü arasındaki çekişme olduğunu düşündürür.

**********

“Atatürk Devrimi Dine Karşı Yaptı” ve “Belgeler Konuşuyor”
Bu gazete manşeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine dair tarihi ve ideolojik bir tartışmayı yeniden gündeme getirir.
“Atatürk devrimi dine karşı yaptı” başlığı, cumhuriyetin laiklik anlayışını, doğrudan dine karşı bir mücadele olarak yorumlar.
Lozan anlaşması bunun teminatıdır.
Bu metin, cumhuriyetin laiklik anlayışının, “İslam’ın getirdiği nizama karşı ideolojik bir mücadele” olduğunu iddia eder. Bu, tarihin, farklı ideolojiler tarafından nasıl yeniden yorumlanabildiğinin bir göstergesidir.
Bir taraftan cumhuriyet devrimlerini, ülkeyi çağdaşlaştıran bir hareket olarak görenler varken, diğer taraftan bu devrimleri dine karşı bir “düşmanlık” olarak yorumlayanlar vardır.
Bu metin, bize, tarihi olaylara tek bir pencereden bakmanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve tarihin, her zaman farklı ideolojik yorumlara açık olduğunu hatırlatan bir ibrettir.

***********

“CIA Eski Direktörü Graham Fuller…”
CIA eski direktörünün, “Sünni Müslümanların” ABD’nin dünya hakimiyeti önündeki tek engel olduğunu, bu yüzden “Sünniliğin kalesi olan Türkiye’nin yıkılması” gerektiğini söylediği sözdür.
Toplumsal gerilimleri ve siyasi huzursuzlukları artırmak için, belirli bir etnik veya dini grubun, bir “dış güç” tarafından sürekli devreye konulmuştur

Toplumsal tartışmalarda, bu tür kutuplaştırıcı ve komplolar kaçınılmaz bir gerçek olarak uygulanmıştır

Özet: Bu makalede incelenen metinler ve görseller, bireyin manevi yolculuğundan küresel siyasi çekişmelere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. “Güzel yaşamak için değil” metni, hayatın amacının dünyevi zevkler değil, manevi olgunluk olduğunu anlatır.

Araf Suresi’nden ayetler, ilahi adaletin kaçınılmazlığını;
Bakara Suresi’nden ayetler ise, dünyayı ahirete tercih etmenin trajik sonuçlarını gösterir.

“Kavganız ve davanız” metni, siyasi mücadeleyi, ilahi ve dünyevi otorite arasındaki kadim bir çatışma olarak yorumlar.
“Atatürk devrimi dine karşı yaptı” manşeti, tarihin ideolojik ideolojik mücadelesini gösterirken, “Graham Fuller” alıntısı, siyasi entrikaların tehlikelerine işaret eder.
Tüm bu metinler, bize, bireysel ve toplumsal hayatımızı, daha derin bir hikmet ve ibretle sorgulamamız gerektiğini, böylece daha anlamlı ve bilinçli kararlar alabileceğimizi anlatan düşündürücü derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 12th, 2025