ON İKİNCİ SÖZ – SENARYO

ON İKİNCİ SÖZ – SENARYO

Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:

Bir zaman hem dindar hem gayet sanatkâr bir hâkim-i namdar istedi ki Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’an’ı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikinin tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nevini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bâhusus ehl-i hakikatin nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan pek kıymettar bir antika olmuştur.

Sonra o hâkim, şu musanna ve murassa Kur’an’ı, bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe hem mükâfat için emretti ki: “Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvela o feylesof sonra o âlim, ona dair birer kitap telif ettiler.

Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’an’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan Arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu sanatlara göre eserini yazdı.

Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki o, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî daha gâlî daha latîf daha şerif daha nâfi’ daha câmi’… Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.

Sonra ikisi, eserlerini götürüp o hâkim-i zîşana takdim ettiler. O hâkim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki o hodpesend ve tabiat-perest adam çok çalışmış fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur’an’ı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir teliftir. “Âferin, bârekellah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir sanatkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altın verilsin.” irade etti.

@@@@@@

BAŞLIK:
“Hikmetin İki Yüzü: Bir Kur’an’a İki Bakış”

TÜR:
Dramatik, temsilî, belgesel anlatım tarzında kısa film

1. SAHNE: GİRİŞ – KUR’AN’A GİYDİRİLEN ELBİSE

GÖRSEL: Gökyüzünde yavaşça beliren devasa, ışıklı bir kitap silueti. İçinde yıldızlar, cevherler, renk renk ışıklar.
MÜZİK: İlham verici, yavaş tempolu ney ve yaylılar eşliğinde
ANLATICI SESİ (DERİN VE AĞIR BİR TONLA):

> “Bir zaman, hem dindar hem sanatkâr olan büyük bir hükümdar, Kur’an’ı onun ulviyetine layık bir şekilde yazdırmak istedi… Öyle bir sanatkâr buldu ki, Kur’an’ın her harfini cevherlerle işledi… Elmas, zümrüt, altın ve mercanla bezenmişti her satır… Gören hayran kalıyordu… Fakat bu ihtişamın altında daha büyük bir sır gizliydi…”

2. SAHNE: İKİ ZİYARETÇİ

GÖRSEL: Hükümdarın huzuruna iki kişi girer. Biri Batılı görünümde, cebinde ölçü aletleri olan bir filozof; diğeri nurlu yüzlü, mütevazı bir âlim.
MÜZİK: Hafif merak uyandıran piyano tınıları

ANLATICI:

> “Hükümdar, bu muhteşem Kur’an’ı hem tecrübe hem mükâfat için iki kişiye gösterdi… Biri ecnebi bir filozof… Diğeri bir Müslüman âlim…”

3. SAHNE: FİLOZOFUN İNCELEMESİ

GÖRSEL: Filozof, Kur’an’ın üzerinde büyüteçle harfleri inceler, taşlara dokunur, notlar alır. Ama harflerin anlamını hiç merak etmez.
SESLENDİRME (FİLOZOFUN İÇ SESİ):

> “Ne ilginç motifler… Bu harfin üzerindeki taş pırlanta… Hangi bileşimle sabitlenmiş acaba? Harflerin şekilleri de çok uyumlu…”
ANLATICI:
“O adam, yazıyı yazı değil, sadece sanat ve cevher olarak gördü. Çünkü o, Kur’an’ın bir kitap olduğunu bile fark etmedi…”

4. SAHNE: ÂLİMİN BAKIŞI

GÖRSEL: Âlim ise mücevherli harflerin ardına bakar gibi gözlerini yumar, sonra Kur’an’ı okur. Sözler ruhuna işler.
SESLENDİRME (ÂLİMİN İÇ SESİ):

> “Bu ne nurdur ki her harfi hakikati fısıldıyor… Bu ne sözler ki kalbe rahmet gibi yağıyor… Bunda sadece sanat değil, sır, nur, hikmet var…”
ANLATICI:
“O zat, harflerin süsünden çok, mananın nuruna daldı… Ve bu nurla bir tefsir kaleme aldı…”

5. SAHNE: HÜKÜMDARIN HÜKMÜ

GÖRSEL: Hükümdar, filozofun eserini eline alır, kaşlarını çatar. Sonra kitabı adamın başına vurur, dışarı çıkarır. Ardından âlimin eserine göz gezdirir, gülümseyerek ayağa kalkar.
ANLATICI:

> “Filozofun yazdığı eser, manasızdı… Hakkı inkâr etmiş, hikmeti tezyinat zannetmişti… Hükümdar da onu huzurundan çıkardı…
Ama âlimin eseri, hakikatin ta kendisiydi. Ve her harfine mukabil on altın verilmesini emretti…”

6. SAHNE: MESAJ – HAKİKİ HİKMET

GÖRSEL: Göz kamaştıran Kur’an kapanırken, altın harflerle şu cümle belirir:
YAZI:

> “Hikmet, eşyanın hakikatine nüfuz etmektir. Süsüne değil, sırrına bakmaktır…”
ANLATICI:
“Hikmet-i Kur’aniye; kalbi, aklı ve ruhu nurlandırır. Hikmet-i fenniye ise, eğer manaya körse, sadece kabuktan ibarettir…”

BİTİŞ MÜZİĞİ:
Derin, huzurlu bir ney solosu ile kapanış yapılır.

@@@@@@@

Prodüksiyon Dosyası

Proje Adı: Hikmetin İki Yüzü: Bir Kur’an’a İki Bakış

Tür: Temsilî – Dini – Felsefî
Süre: ~8–10 dakika

1. ANLATIM SENARYOSU VE SESLENDİRME METNİ

Giriş (1. Sahne): Kur’an’a Giydirilen Elbise

Görsel: Gökyüzünde süzülen bir kitap silueti; içinden ışıklar, taşlar, nur akıyor.
Seslendirme (Anlatıcı):

> “Bir zaman, hem dindar hem sanatkâr bir hükümdar, Kur’an-ı Hakîm’i onun kudsiyetine ve i’cazına layık bir yazıyla yazdırmak istedi. Bir nakkaş sanatkâr, Kur’an’ı elmas, zümrüt, pırlanta ve altınla süsleyerek öyle bir sanat eseri yaptı ki, görenler hayran kaldı…”

Ziyaretçilerle Tanışma (2. Sahne)

Görsel: Hükümdarın sarayı; kapıdan içeri iki kişi giriyor: biri Batılı feylesof, biri nur yüzlü Müslüman âlim.
Seslendirme (Anlatıcı):

> “O hükümdar, bu Kur’an’ı bir ecnebi filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Dedi ki: ‘Her biriniz onun hikmetini yazınız.’”

Feylesofun Yaklaşımı (3. Sahne)

Görsel: Filozof, büyüteçle harfleri inceliyor. Harflerin aralarındaki mesafeleri ölçüyor.
Seslendirme (Filozof – iç ses):

> “Bu harflerdeki oran ne kadar dengeli… Cevherlerin kırılma açısı oldukça hassas… Bu, yazı değil, bir sanat tablosu!”
Seslendirme (Anlatıcı):
“Lakin o filozof, Arapça bilmezdi. Kur’an’ın bir anlam taşıdığını dahi fark etmedi…”

Âlimin Yaklaşımı (4. Sahne)

Görsel: Âlim, Kur’an’ı kalbiyle okur gibi gözlerini kapatır; satırlar nurlanır.
Seslendirme (Âlim – iç ses):

> “Bu sadece bir yazı değil… Bu bir hitap… Bu bir nizam, bu bir sır…”
Seslendirme (Anlatıcı):
“O, nukuşun perdesi arkasındaki hakikatleri gördü ve manaya yöneldi…”

Hüküm Anı (5. Sahne)

Görsel: Hükümdar, filozofun eserini okur, kaşlarını çatar, kitabı başına vurur. Ardından âlimin eserini inceler ve tebessüm eder.
Seslendirme (Anlatıcı):

> “Filozofun eseri, süsten ibaretti. Manaya kör kalmıştı. Hükümdar onun eserini başına vurdu ve huzurdan kovdu. Ama âlimin eseri, hakikate ayna tutuyordu…”
Seslendirme (Hükümdar – tok ve net):
“İşte hikmet budur! Her harfine karşılık on altın verilsin!”

Kapanış ve Mesaj (6. Sahne)

Görsel: Kur’an kapanırken ışıklar göğe yükselir.
Seslendirme (Anlatıcı):

> “Hakiki hikmet, manaya bakar. Kabukla oyalanmaz, özün peşine düşer. Hikmet-i Kur’aniye; kalbi, aklı ve ruhu aydınlatır… Hikmet-i maddiye ise, eğer manaya gözlerini kapatırsa sadece zahire esir kalır.”

2. MÜZİK VE SES TASARIMI

Açılış: Ney, ud ve yaylılar — huzur ve derinlik duygusu vermeli

Filozof bölümü: Hafif gerilimli klasik yaylılar, kuru ses efektleri (ölçü, metalik vuruntular)

Âlim bölümü: Nefes sesleriyle beraber hafifçe yükselen manevi tınılar, tasavvufî doku

Kapanış: Derin ve umut verici ney solosu

3. GÖRSEL YÖNLENDİRMELER

Kur’an kitabı: Işıkla parlayan, animasyonla süslenmiş, sembolik bir antika kitap

Filozof: Modern ama geleneksel çizgilerle, soğuk renk tonları

Âlim: Sıcak ve yumuşak tonlarda; arka fonda ışık huzmeleri

Hükümdar: İhtişamlı taht, otoriter ve adaletli yüz ifadesi

Zaman mekân: Zamansız bir iç mekân — doğuya özgü sanat unsurları ve soyutlaştırılmış bir dekor

4. TEKNİK NOTLAR

Anlatıcı Seslendirmesi: Derin, ağırbaşlı erkek sesi (örnek: TRT belgesel anlatım tonu)

Ses Efektleri: Kitap sayfaları, taşların sesi, kalem sesi, hüküm anında yankı

Yazı Tipi Önerisi: Kufi-Arabic fontlar veya Osmanlı hattı stilinde başlık animasyonları

@@@@@@

İşte Bediüzzaman’ın hikmet temsiline dayanan, “hikmet-i Kur’âniye” ile “hikmet-i fennîye”nin farklarını anlatan seslendirme metni:

Hikmetin İki Yüzü: Bir Kur’an’a İki Bakış

Bir zamanlar, hem sanatkâr hem dindar bir hükümdar, Kur’ân-ı Kerîm’in manevî kudsiyetine ve kelimelerindeki mucizevi güce lâyık bir şekilde onu yazmak ister. Maksadı, o İlâhî kitabı en güzel libasa büründürmektir. Bu iş için büyük bir hattat çağrılır. Bu sanatkâr, Kur’ân’ı öyle bir ihtişamla yazar ki; her bir harf cevherlerle bezenir: elmasla, zümrütle, pırlantayla, altınla… Öyle bir estetikle işlenir ki, onu gören âlim de câhil de hayran kalır.

Derken hükümdar, bu müzeyyen Kur’ân’ı iki kişiye gösterir: Biri bir ecnebi filozof, diğeri Müslüman bir âlim… İkisine de der ki:
“Bu eser hakkında bir kitap yazın. Hikmetini ortaya koyun.”

Önce filozof kaleme sarılır. Yazdığı eser, sadece harflerin şekillerinden, cevherlerin kimyasal özelliklerinden, renklerin uyumundan, çizgilerin estetik diziliminden bahseder. Fakat bir şeyi eksiktir: Mana. Zira Arapçayı bilmez. Kur’ân’ın bir kitap olduğunu bile fark etmez. Onu sadece sanatkârane bir süs eşyası zanneder.

Sonra Müslüman âlim kalem oynatır. O ise bu Kur’ân’ın, mana yüklü bir Kitab-ı Mübin olduğunu hemen anlar. Dışındaki ziynetlere değil, içindeki nur ve hakikate yönelir. Yazdığı eser, Kur’ân’ın mânâsını, hikmetini, hakikatlerini şerh eden bir tefsirdir.

İki eser, hükümdarın huzuruna getirilir.

Hükümdar filozofun eserine baktığında, onun derin hakikatten habersiz olduğunu anlar.
“Bu adam, şekle takıldı, özden koptu.” der ve eserini reddeder.

Ama âlimin eserine baktığında hayran kalır:
“İşte hakiki hikmet budur!” der.
Ve buyurur: “Bu kitaptaki her harfe karşılık ona hazinemden on altın verilsin.”

Bu kıssa neyi gösterir?
Fennî hikmet, zahire, şekle, maddeye odaklanır.
Kur’ânî hikmet ise; mânâya, gayeye, hakikate bakar.
Biri kabuğu anlatır, öteki özünü keşfeder.
Biri sanatla oyalanır, öteki hakikate ulaşır.
İşte, hikmetin iki yüzü…

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

ON BİRİNCİ SÖZ – SENARYO

ON BİRİNCİ SÖZ – SENARYO

Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acayip defineleri varmış. Hem kemalâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı varmış.

Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca o sultan-ı zîşan dahi istedi ki bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini hem servetinin şaşaasını hem kendi sanatının hârikalarını hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin:

Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.

Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i sanatının en latîf, en güzel eserleriyle ziynetlendirip fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, her bir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi’ sofralar, o sarayda kurdu. Her bir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehavetkârane, sanat-perverane bir ziyafet-i âmme ihzar etti ki güya her bir sofra, yüz sanayi-i latîfenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz nimetleri serdi.

Sonra aktar-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti. Sonra bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilatının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Tâ ki sarayın sâni’ini, sarayın müştemilatıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki sanatlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

İşte o muarrif üstadın her bir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi en büyük dairede şakirdleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem şu kemalâtının âsârıyla manevî cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususi hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla her şey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yekta ve misilsiz, nazirsiz bîhemta tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu, kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için o sarayın içindeki acayiplere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler: “Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyatı dairesinde amel ettiler. Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir cevvad-ı meliğe lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şâyan bir surette ikram etti, daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise akılları bozulmuş, kalpleri sönmüş olduklarından saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlup olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler; bütün o mehasinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşadatından ve şakirdlerinin ikazatından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni’-i zîşanın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

@@@@@@@@

BAŞLIK:
“Saray ve Misafir: Görünmeyen Sultan”

TÜR:
Kısa Film / Belgesel (Temsili-Hikmetli)

1. SAHNE: EVRENİN GİZEMİ / DIŞ SES ANLATIM

GÖRSEL:
Evrenin genişliğinde, galaksiler arasında süzülen bir kamera. Sonra yeryüzüne yaklaşılır. Ormanlar, dağlar, okyanuslar geçilir. Sonra bir çocuk yüzü görünür: göğe bakıyor.

MÜZİK:
Derinlikli, mistik bir tema. Yaylılar ve ney.

ANLATIM (DIŞ SES):
“Ey kardeş! Eğer bu âlemin hikmetini, insanın yaratılış sırrını ve kulluğun gizemli manasını anlamak istersen, nefsimle birlikte şu temsilî hikâyeye kulak ver…”

2. SAHNE: SULTANIN SARAYI / FANTASTİK TASVİR

GÖRSEL:
Görkemli bir saray inşa ediliyor. Her katmanında sanat, hikmet, ziynet var. Mavi kubbeler, altın işlemeler, su şadırvanları, nakışlı duvarlar.

ANLATIM (DIŞ SES):
“Bir zaman, bir sultan vardı. Hazineleri, sanatları, ilimleri sayısızdı. Cemal ve kemalini hem kendi görsün, hem başkalarına göstersin diye muhteşem bir saray yaptı…”

3. SAHNE: ZİYAFET VE DAVET

GÖRSEL:
Sofralar kuruluyor. Renk renk nimetler. Sofralara gelen farklı insanlar. Bir yanda hayranlıkla etrafa bakanlar, bir yanda sadece yemeğe dalanlar.

ANLATIM (DIŞ SES):
“Sonra memleket halkını davet etti. Hem seyre, hem ziyafete. Lakin her davetli aynı gözle bakmadı…”

4. SAHNE: ÜSTADIN ORTAYA ÇIKIŞI

GÖRSEL:
Ortalıkta bir muallim belirir. Elinde bir kitap. Her dairede öğrencileri. Yüzünde vakar ve merhamet. İnsanlara sarayın hikmetini anlatıyor.

SES (ÜSTAD – dramatik seslendirme):
“Ey insanlar! Bu saray, bir oyuncak değil. Bu sanat, boş değil. Bu nimet, başıboş değil. Tanıyın o Sultanı. Sevin onu, şükredin. O size kendini tanıttırmak, sevdirmek istiyor.”

5. SAHNE: İKİ GRUBUN TEPKİSİ

GÖRSEL (A):
İlk grup: Dikkatle dinliyor. Kalpleri uyanıyor. Gözleri dolu, başları secdeye eğiliyor.

GÖRSEL (B):
İkinci grup: Yiyor, içiyor, gülüyor, taşkınlık ediyor. Üstadın sözlerine kulak asmıyorlar. Sarayın kıymetini unutarak sarhoş oluyorlar.

ANLATIM (DIŞ SES):
“İki grup ortaya çıktı. Biri anlayan, seven, teslim olan… Diğeri unutan, nankör, nefsine mağlup olan…”

6. SAHNE: AKIBET

GÖRSEL (A):
İlk grup, nur dolu başka bir saraya götürülüyor. Cennetvari bir âlem. Sonsuz bir saadet.

GÖRSEL (B):
İkinci grup, karanlık bir yere götürülüyor. Pişmanlıkla dolu yüzler. Hüzünlü bakışlar.

ANLATIM (DIŞ SES):
“Biri, edepli misafir oldu, ebedî saraya alındı. Diğeri, sarayı inkâr etti, kendini mahvetti…”

7. SAHNE: KAPANIŞ / ÇOCUK YÜZÜNE DÖNÜŞ

GÖRSEL:
Baştaki çocuğa geri dönülür. Elinde bir kitap: “Sözler”. Gözleri ışıldıyor. Sonra kameraya döner, göz göze gelir.

SES (ÇOCUK):
“Şimdi sen… hangi misafirsin?”

MÜZİK:
Yavaşça yükselen mistik tema. Fon kararıyor.

YAZI:
“Ey insan! Bu âlem bir saraydır. Sahibine misafir olduğunu unutma…”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

ONUNCU SÖZ – SENARYO

ONUNCU SÖZ – SENARYO

Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını istersen öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

Bir zaman iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete –şu dünyaya işarettir– gidiyorlar. Bakarlar ki herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar.

Diğer arkadaşı ona dedi ki:

“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin, beni de belaya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şedittir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et.” dedi.

Fakat o sersem inat edip dedi:

“Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men’edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım.” dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi.

İkisi arasında ciddi bir münazara başladı. Evvela o sersem dedi:

“Padişah kimdir? Tanımam.”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki her saatte bir şimendifer (Hâşiye[1]) gaibden gelir gibi kıymettar, musanna mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor, gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki bir parça Frengî okumuşsun, bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü, dedi:

“Haydi padişah var fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir, hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi:

“Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek, bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek.” dedi.

Yine o hain sersem, temerrüd edip “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin.” dedi.

Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:

“Madem bu derece inat ve temerrüd edersin. Gel, hadd ü hesabı olmayan delail içinde On İki Suret ile sana göstereceğim ki bir mahkeme-i kübra var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi bir gün gelir ki bütün bütün boşanıp harap edilecek.

@@@@@@@

BAŞLIK: Sahipsiz Sanılan Memleket
TÜR: Kısa Film / Hikmetli Temsil
SÜRE: Yaklaşık 12-15 dakika

SAHNE 1 – GİRİŞ: CENNET GİBİ BİR MEMLEKET

Görüntü:
Geniş ve yemyeşil bir ova. Kuş sesleri, akan ırmaklar, çiçekler, meyvelerle dolu ağaçlar. İnsanlar sokaklarda rahatça dolaşıyor. Dükkânlar açık, mallar ortada. Kimse kapısını kilitlememiş.

Anlatıcı (dış ses):
“Bir zaman, iki yolcu cennet gibi bir memlekete geldiler. Bu memleket dünyaya işaretti. Baktılar ki burada mal meydanda, herkes serbest…”

SAHNE 2 – İKİ ARKADAŞIN YÜRÜYÜŞÜ

Karakterler:

Nefsi temsil eden adam (Serbest, umursamaz, gamsız)

Akıl ve iman sahibini temsil eden adam (Dikkatli, sorgulayıcı, uyarıcı)

İkisi yürürken etraflarındaki özgürlüğü konuşurlar.

Nefsi temsil eden:
“Ne güzel memleket! Kimse karışmıyor, istediğini al, ye, iç! Bu nimetlerden dilediğince faydalan!”

Akıl temsilcisi:
“Burası göründüğü kadar başıboş değil. Bu mallar mîrî malıdır. Sahipsiz sanma…”

SAHNE 3 – HARAMA UZANAN EL VE İKAZ

Nefsi temsil eden adam bir dükkândan altın bir eşyayı alır, bir bağdan üzüm koparır. Kimse bir şey demez. Keyiflenir.

Akıl temsilcisi (sertçe):
“Yaptıkların zulüm! Burada herkes bir görevli. Sana ilişmemeleri seni serbest sanma. Her şeyin hesabı var!”

SAHNE 4 – FELSEFECİ EDASINDA İNKÂR

Nefsi temsil eden adam alaycı şekilde cevap verir.

Nefsi temsil eden:
“Padişah kimmiş? Ben onu tanımam. Hem her şey ortada, gözüme görünmeyen şeye inanmam!”

Akıl temsilcisi:
“Bir köy bile muhtarsız olmaz. Bu mükemmel düzen, şu kıymetli servetler nasıl sahipsiz olur?”

SAHNE 5 – TÜM EŞYADA GÖRÜNEN MÜHÜRLER

Görüntü:
Yakın çekim: Her nesnede aynı mühür, aynı tuğra. Güneşin ışığı, yapraklardaki simetriler, hayvanların düzeni.

Anlatıcı:
“Her şeyde bir mühür, bir imza var. Gözün varsa gör, aklın varsa anla.”

SAHNE 6 – GEÇİCİLİĞİN FARK EDİLMESİ

Görüntü:
Bir kafile gelir, yerleşir; sonra başka bir kafile gelir, önceki yok olur. Bir inşaat yapılır, sonra yıkılır. Her şey geçici…

Akıl temsilcisi:
“Görmüyor musun? Her şey gelip geçici. Bu bir misafirhane. Herkes bir yere gidiyor…”

SAHNE 7 – SERT TEMERRÜT VE SON İHTAR

Nefsi temsil eden adam hâlâ inat eder.

Nefsi temsil eden:
“Hiç sanmam bu memleket yıkılsın. Her şey yerli yerinde.”

Akıl temsilcisi (şiddetle):
“Madem inat ediyorsun, öyleyse kulak ver! On iki kesin delille, bu dünyanın bir Mahkeme-i Kübra’ya gittiğini sana isbat edeceğim…”

SAHNE 8 – GÖKYÜZÜNDE GÖRÜLEN DEĞİŞİM VE UYANIŞ

Görüntü:
Gök kararır, yıldızlar düşer gibi olur. Korku ve dehşet… Nefsi temsil eden adam titrer, yıkılır, ağlamaya başlar.

Anlatıcı (dış ses):
“Evet, bu dünya bir gün bitecek. Her şey yer değiştirecek. Herkes yaptıklarının karşılığını görecek.”

SAHNE 9 – HAKİKATİN KABULÜ VE TÖVBE

Nefsi temsil eden adam gözyaşları içinde:

Nefsi temsil eden:
“Anladım… Sahipsiz sandığım her şey aslında bir hikmetle verilmiş. Sahibi var, hesabı var!”

SAHNE 10 – SON SÖZ VE MESAJ

Görüntü:
Güneş yeniden doğar. İki adam yan yana yürür. Birinde tevazu, diğerinde huzur vardır.

Anlatıcı (dış ses):
“Her şey sahibini gösterir. Gözünü hakikate aç, yoksa geçici heveslerin peşinde ebedî felaketi bulursun.”

@@@@@@

Aşağıda senaryonun prodüksiyon için tam donanımlı bir yapıya dönüştürülmüş hali yer alıyor: seslendirme metni, görsel sahne tasvirleri, müzik-ses efekt yönlendirmeleriyle birlikte. Başlık önerisiyle birlikte çalışmayı sinematik bir dosyaya dönüştürdüm:

Kısa Film: “Sahipsiz Sanılan Memleket”

Süre: 12–15 dakika
Tarz: Temsilî – Hikmetli – Belgesel anlatım tarzında kısa film

1. GİRİŞ – SES VE GÖRÜNTÜLER

Görüntü:
Geniş açılı kamera: Yemyeşil bir vadi, kuş sesleri, ırmaklar, meyveler, serbestçe dolaşan insanlar.

Seslendirme (anlatıcı, derin ve sükûnetli bir tonla):

> “Bir zaman, iki adam cennet gibi bir memlekete –şu dünyaya işarettir– geldiler. Baktılar ki her yerde bolluk, her şey serbest… Kapılar açık, mallar ortada. Sahipsizmiş gibi bir hâl.”

Müzik:
Ney tınılarıyla birlikte sakin, huzur dolu bir fon müziği (örneğin: Segâh makamı).

2. KARAKTERLER SAHNEDE

Görüntü:
İki adam (biri genç ve nefsine düşkün, diğeri olgun ve uyarıcı) yolda yürür.

Ses:
Doğa sesleri ve hafif rüzgâr.

Diyalog:
Nefsi temsil eden:

> “Bu memlekette yaşamak ne güzel! Her şey serbest, kimse karışmıyor. El uzat, al!”

Akıl temsilcisi:

> “Hayır! Bu mallar mîrî malıdır. Sahipsiz sanma. Bu insanlar da asker ya da memur hükmündedir. Sana karışmamaları, sahipsiz oldukları anlamına gelmez…”

3. HARAMA UZANAN EL

Görüntü:
Adam dükkândan değerli bir eşyayı alır, üzüm bağından salkım koparır. Etrafındaki insanlar sessizce bakar.

Ses:
Hafif gerilim müziği girer.

Akıl temsilcisi (sert bir ifadeyle):

> “Yaptığın zulümdür. Gözüne görünmeyen bir nizam, kulağına işitilmeyen bir adalet var.”

4. FELSEFECİ EDASIYLA İNKÂR

Nefsi temsil eden:

> “Gözüme görünmeyen bir padişaha nasıl inanayım? Her şey sahipsizdir!”

Görüntü:
Adam elindeki nesneleri inceler. “Bunlar kimden kalmış olabilir ki?” dercesine bakar.

Akıl temsilcisi (hikmetli bir sesle):

> “Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olur mu? Şu muntazam memleket hâkimsiz olabilir mi?”

5. HER ŞEYDE GÖRÜLEN MÜHÜRLER

Görüntü:
Yakın çekimler: Gül yaprağında simetrik desenler, arıların petekleri, gökyüzünde gezegen düzeni.

Seslendirme (anlatıcı):

> “Her şeyde bir mühür, bir tuğra, bir imza var. Gözün varsa gör…”

6. GEÇİCİLİK SAHNESİ

Görüntü:
Kafileler gelir, yerleşir, sonra yok olur. Evler yapılır, sonra yıkılır.

Akıl temsilcisi:

> “Bu memleket bir misafirhane. Kimi gelir, kimi gider. Hiçbiri ebedî kalmaz.”

Müzik:
Ağırlaşan yaylılar (yaylı çalgılar) ile dramatik vurgu.

7. SON UYARI VE DELİLLER

Nefsi temsil eden:

> “İnanmam. Bu memleket nasıl yıkılsın? Hiçbir şey değişmez!”

Akıl temsilcisi (sertleşen tonda):

> “Madem inat ediyorsun. Öyleyse dinle: On İki Suretle sabittir ki bu memleket harap olacak. Bir Mahkeme-i Kübra var. Mükâfat ve ceza yurdu var!”

Görüntü:
Gökyüzü kararır, yıldızlar sarsılır gibi olur. Adam korkuya kapılır.

8. UYANIŞ VE TÖVBE

Görüntü:
Nefsi temsil eden adam yere çöker, elleriyle yüzünü kapatır, gözyaşı döker.

Nefsi temsil eden:

> “Anladım… Sahipsiz sandığım her şeyin Sahibi var. Ve hesabı da…”

Müzik:
Sakinleşen, umut dolu bir fon (örnek: Uşşâk makamında ud).

9. KAPANIŞ – HAKİKATİN MESAJI

Görüntü:
Güneş doğar, yeni bir gün başlar. İki adam birlikte yürür.

Anlatıcı:

> “Her şey sahibini gösterir. Gözünü hakikate aç! Yoksa geçici heveslerin peşinde ebedî hüsrana düşersin.”

Ekranda Yazı:

> Bu dünya misafirhanedir. Sahipsiz değil. Ve hiçbir hareket kayıtsız kalmaz.

@@@@@@-

Aşağıda bu kısa film için tam prodüksiyon dosyasını oluşturmaya başlıyorum. Üç ana bölümde ilerleyeceğim:

1. Seslendirme Metni (Profesyonel diksiyonla, yapay zekâ sesi için uyarlanmış)

2. Görsel Yönlendirme (Hangi sahnede ne tarz görüntü olmalı)

3. Müzik & Ses Efekti (Her bölümün altına özel yönlendirme)

1. SESLENDİRME METNİ (Yapay Zekâ için düzenlenmiş)

> (Anlatıcı – Sakin, derin ve etkileyici tonla)

Bir zaman, iki adam…
Cennet gibi güzel bir memlekete girdiler.
Bu memleket… aslında bu dünyaydı.

Her şey açıktı.
Mallar, nimetler meydandaydı.
Kimse karışmıyor, sorgulamıyor gibiydi.

Birisi dedi:
“Bu dünyada özgürüm. Canım ne isterse yaparım. Sahipsiz bir memleketteyim sanki…”

Diğeri uyardı:
“Hayır! Bu memleket sahipsiz değil. Bu mallar mîrî malıdır.
Bu insanlar da birer asker ya da memur.
Sen bu nizama karşı geliyorsun, ceza çekeceksin.”

Ama sersem dedi ki:
“Gözümle görmediğime inanmam. Nerede bu padişah?”

Akıl cevap verdi:
“Bir köy bile muhtarsız olmaz.
Bir iğne ustasız olmaz.
Bir harf kâtipsiz olmaz…
Bu muntazam memleket, bu kadar düzen… hiç sahipsiz olabilir mi?”

Her gün servet yağar bu diyara…
Şimendifer gibi nimetler akıp gelir.
Üzerinde damgalar, tuğralar, sikkeler…
Görmüyor musun her şeyde O’nun mührü var!”

“İnanmam!” dedi sersem.
“Benim bu mallardan aldığım, padişahın ne malını eksiltir?”

Akıl dedi ki:
“Bu yer geçici bir sahnedir.
Her gün kafileler gelir, kafileler gider.
Misafirhane bir memlekettir burası…
Ve bir gün tamamıyla tahliye edilecektir.”

“Hadi göster delil!” dedi inatçı.

“Peki…” dedi arkadaşı,
“Madem inat ediyorsun…
On iki suretle ispat ederim:
Bir Mahkeme-i Kübra var…
Bir Dar-ı Mükâfat ve Zindan var…
Bu memleket bir gün tamamıyla boşalacak…”

Ve o inatçı, sustu.
Gördü.
Anladı…
Ve dedi ki:
“Bu memleket sahipsiz değilmiş…
Her şey bir hesabı bekliyormuş.”

Ey nefis!
Sakın sahipsiz sanma bu dünyayı.
Her hareketin kaydediliyor.
Ve seni bekleyen bir ebediyet var…

2. GÖRSEL YÖNLENDİRME (Her paragraf için sahne önerisi)

Bölüm: Giriş
Görsel Tasvir: Yeşil doğa, akar ırmak, meyveler, dükkanlar
Bölüm: “Sahipsiz gibi…”
Görsel Tasvir: Adam hırsla elini mallara uzatır
Bölüm: “Hayır! Bu mallar mırıdır?”
Görsel Tasvir: Uyarıcı adam eli kaldırarak ikaz eder
Bölüm: “Bir köy bile muhtarsız olmaz…”
Görsel Tasvir: İğne, kitap, saat nesnelerden yarı giden zoom-out animasyon
Bölüm: “Her şeyde mühür var!”
Görsel Tasvir: Çiçek yaprakları sarmalı, atom mu galaksi spiral gibi
Bölüm: “Misafirhane bir memleket…”
Görsel Tasvir: Gelen ve giden kafileler, taşınan eşyalar her yerde harabe evler
Bölüm: “Mahkeme-i Kübra var…”
Görsel Tasvir: Gök kubbenin çatlaması, mahşerin betimlemesi (sembolik)
Bölüm: “Anladı…”
Görsel Tasvir: Adam ağlıyor, yüzünü secdeye koyar
Bölüm: Son mesaj
Görsel Tasvir: Gökyüzüne yükselen bir yazı: “Her şey Sahibini gösterir”

3. MÜZİK & SES EFEKT YÖNLENDİRMESİ

Sahne: Giriş
Müzik: Ney ve ud (Segâh makamı)
Sahne: Gasp sahnesi
Müzik: Hafif gerilim yaylılar
Sahne: Felsefi itirazlar
Müzik: Minimal piyano
Sahne: Delil sahneleri
Müzik: Belgesel havasında epik orkestral (low tempo)
Sahne: Tevbe sahnesi
Müzik: Hüzünlü ney, yavaş artan ışık tınıları
Sahne: Kapanış
Müzik: Umutlu ud ve yaylılar

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

SEKİZİNCİ SÖZ – SENARYO

SEKİZİNCİ SÖZ – SENARYO

Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddi bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şakavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.”
Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp gitgide tâ hâlî bir sahraya girdi. Birden müthiş bir sadâ işitti. Baktı ki dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrub etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki ısırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var.
İşte şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acib işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp kendi kendini aldatarak bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.
Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sû-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azap çekiyor. Biz de şu meş’umu, bu azapta bırakıp döneceğiz tâ öteki kardeşin halini anlayacağız.
İşte şu mübarek akıllı zat gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder. Kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor. İşte bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş,
midesini bulandırmış. Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise “Her şeyin iyisine bak.” kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.
Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle “Şu sahranın bir hâkimi var. Ve bu arslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var.” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallak kaldı. Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı, bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor.
İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.
Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevk eden kimdir? Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti.
Sonra ağacın başına baktı, gördü ki incir ağacıdır. Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat’î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin numunelerini, bir tılsım ve bir mu’cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.
Sonra niyaza başladı. Tâ tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.” Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılab etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi.

@@@@@@@

Senaryo: Tılsım ve Yol Ayrımı

[Giriş Sahnesi]

(Fon: Hafif mistik ve düşündürücü bir müzik. Bulutların arasından sızan ışıklar, sonsuz bir yola uzanan iki genç adam.)

Anlatıcı (fon ses):

> “Ey insan! Şu dünya ve içindeki ruhun, insandaki dinin kıymetini anlamak istersen, bak şu hikmet dolu temsile…”

[Sahne 1: Yol Ayrımı]

İki kardeş uzun bir yolculukta ilerlerler. Önlerinde iki yol belirir: Sağ ve sol.

Yolların başında yaşlı, vakur bir adam beklemektedir.
Yüzünde bilgelik izi vardır.

Bilge Adam (ciddi bir sesle):

> “Ey yolcular! Sağ yol nizama bağlı, külfetli ama emniyet ve saadet doludur.
Sol yol ise serbest ve kolay görünür. Fakat tehlike ve felaket içerir.
İhtiyar sizdedir. Seçin!”

(Kardeşlerin yüzüne yakın çekim yapılır. İkisinin de gözlerinde kararsızlık parıltısı var.)

[Sahne 2: Seçim]

Akıllı Kardeş (iç sesi, net ve imanlı bir tonda):

> “تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ… Allah’a tevekkül ettim.”

Sağ yola girer.
Yüzünde huzur, adımlarında güven vardır.

Serseri Kardeş (alaycı bir tonda):

> “Serbestlik varken neden zorluk çekeyim?”
(Gülerek sol yola yönelir.)

[Sahne 3: Serseri Kardeşin Azap Dolu Yolu]

(Mekan: Çorak, karanlık bir saha.)

Serseri kardeş dere tepe aşarken birden bir arslan ona saldırır.
Panikle kaçar, bir kuyunun içine düşer.

Ellerine bir ağaç dalı geçer.
İki fare (biri siyah, biri beyaz) dalı kemirmeye başlar.

Kuyunun ağzında bekleyen arslan, aşağıda ağzını açmış bekleyen ejderha, duvarlarda sinsi haşerat…

(Sıkışan nefesler, kalp atışı sesleri.)

Kardeş, yukarı bakar:
Bir incir ağacı, ama üzerinde her meyveden var.

Anlatıcı (acı bir tonla):

> “Sû-i zanla her şeyi tesadüf sandı.
Ruhunun feryadına kulak tıkadı.
Zehirli meyveleri yedi.
Ne öldü, ne yaşadı. Azap içinde kıvranmaya başladı.”

(Kamera uzaklaşır, karanlığa doğru kaybolur.)

[Sahne 4: Akıllı Kardeşin Bereketli Yolu]

(Mekan: Geniş, aydınlık bir saha.)

Akıllı kardeş, asayiş ve huzur içinde yürür.
Bahçelere rastlar. Güzelliklere odaklanır, çirkinliklere yüz çevirir.

Gül kokuları, berrak sular, meyve dalları…

Sonra bir sahra:
Arslan sesi. Fakat bu kardeş korkuya kapılmaz.

Akıllı Kardeş (iç sesi, sakin bir tonda):

> “Bu sahanın bir sahibi vardır. Arslan, o hâkimin emrindedir.”

Bir kuyuya düşer. Ağaca tutunur.
İki fare burada da kökü kemirir.
Fakat kardeş, bu işlerin bir sahibinin olduğunu hisseder.

Yukarıdaki arslana, aşağıdaki ejderhaya ve her şeye hüsn-ü zan ile bakar.

İnci gibi bir merak doğar:

> “Bu tılsımı kim yaptı?”

[Sahne 5: Tılsımın Anahtarı]

Akıllı Kardeş (ellerini açarak dua eder, gözyaşları içinde):

> “Ey bu yerlerin hâkimi! Sana sığındım. Seni istiyorum. Rızanı arıyorum.”

(Fon: Kudsi bir ışık yayılır. Kuyunun duvarı çatlar, ardında şahane bir bahçe görünür.)

Kapılar açılır, arslan hizmetkâr olur, ejderha bir kapı bekçisi gibi eğilir.

(Beyazlar içinde muhteşem bir bahçeye doğru yürür.)

Anlatıcı (sevinçli ve derin bir tonla):

> “İşte iman budur. İşte hakiki saadet budur.
يَا اَللّٰهُ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ile her tılsım açılır, her zulmet nur olur.”

Son

Ekranda beliren son söz:

> “Dünya, imanla bir cennet bahçesidir. İmansız ise bir zindan olur. Seçim senindir…”

@@@@@@@

Seslendirme metni + görsel storyboard (sahne sahne açıklamalı)

Tılsım ve Yol Ayrımı

(Seslendirme Metni + Görsel Storyboard)

[Sahne 1: Sonsuz Yol ve Yol Ayrımı]

Görsel:

Sonsuzluğa uzanan iki yol.

Hafif sisler, güneş ışığı bulutların arasından sızıyor.

İki genç (kardeşler) omuzlarında azık torbaları ile yürüyor.

Seslendirme:

> (Düşündürücü ve derin bir ses tonu)

“İnsanın dünya yolculuğu da böyledir. İki kardeş gibi, herkes bir seçim yapmak zorundadır:
Emniyetli fakat zahmetli bir yol mu?
Yoksa serbest ama tehlikeli bir yol mu?”

[Sahne 2: Bilge Adamla Karşılaşma]

Görsel:

Yol ayrımında beyaz sakallı, heybetli bir Bilge Adam duruyor.

Sağ yol: ışıklı ve düzenli.

Sol yol: karanlık, çalılıklı.

Seslendirme:

> (Bilge Adam sesi, net ve tok)

“Ey yolcular!
Sağ yolda kanuna bağlılık var; zahmetli ama huzurludur.
Sol yolda ise serbestlik var; fakat tehlikelerle doludur.”

[Sahne 3: Seçim Anı]

Görsel:

Akıllı kardeş dua eder gibi sağa döner: (ışık parlaması.)

Serseri kardeş gülerek sola sapar: (hafif karartma efekti.)

Seslendirme:

> (Anlatıcı)

“Akıllı kardeş tevekkül etti:
تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ
Serseri kardeş ise serbestliğe kapıldı.”

[Sahne 4: Serseri Kardeşin Dehşeti]

Görsel:

Çorak sahra.

Aniden bir arslan saldırır.

Kardeş panik halinde koşar, bir kuyuya düşer.

Seslendirme:

> (Gerilimli müzik arka planda)

“Tehlikeden kaçtı, derin bir kuyuya düştü.
Tutunduğu ağacı ise siyah ve beyaz fareler kemiriyordu.
Üstte arslan, altta ejderha.
Duvarlarda haşerat.
Meyve dolu ağaç; ama bazıları zehirliydi.”

[Sahne 5: Serseri Kardeşin Aldanışı]

Görsel:

Kardeş ağacın meyvelerini yemeye başlar.

Yüzü acı çekerken, zorla gülmeye çalışır.

Seslendirme:

> “Sû-i zan etti, gaflete kapıldı.
Azap içinde ne ölüyor, ne yaşıyor.
Kendi kendini aldattı.”

[Sahne 6: Akıllı Kardeşin Bereketli Yolu]

Görsel:

Aydınlık yol.

Bahçeler, güller, berrak dereler.

Seslendirme:

> “Akıllı kardeş ise iyiliklere bakıyordu.
Zahmet yerine rahmeti buluyordu.
Ünsiyet ve huzur içinde ilerliyordu.”

[Sahne 7: Akıllı Kardeşin İmtihanı]

Görsel:

Sahra.

Arslan sesi.

Kuyuya düşüş.

Tutunduğu ağaç.

Seslendirme:

> “O da bir imtihana girdi.
Fakat güzel zanla baktı.
Her şeyde bir hikmet aradı.”

[Sahne 8: Tılsımın Çözülüşü]

Görsel:

Kardeş dua eder.

Işıklarla kuyunun duvarı çatlar.

Şahane bir bahçeye kapı açılır.

Seslendirme:

> (Coşkulu, aydınlık bir ses tonu)

“Ey bu yerlerin Hâkimi!
Sana sığındım, seni arıyorum, rızanı istiyorum!”

[Sahne 9: Kurtuluş ve Son]

Görsel:

Arslan bir ata dönüşür.

Ejderha kapıya dönüşür.

Kardeş gülümseyerek cennet gibi bir bahçeye girer.

Seslendirme:

> “İmanla her zindan bahçeye,
İmanla her korku hizmetkâra döner.

يَا اَللّٰهُ
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ”

(Ekrana yazı belirir:)

> “İman, dünya yolculuğunun anahtarıdır.
Yolunu seç, ey insan…”

Storyboard Özeti:

Sahne 1: Mekan Sonsuz yol, Önemli Görsel Yol ayrımı.
Sahne 2: Mekan Bilge adam, Önemli Görsel İki yol.
Sahne 3: Mekan Seçim, Önemli Görsel Sağ-sol ayrım.
Sahne 4: Mekan Çorak saha, Önemli Görsel Arslan-kuyu.
Sahne 5: Mekan Kuyuda sıkışma, Önemli Görsel Meyveler.
Sahne 6: Mekan Aydınlık yol, Önemli Görsel Bahçeler.
Sahne 7: Mekan Sahrada imtihan, Önemli Görsel Kuyu.
Sahne 8: Mekan Duayla kurtuluş, Önemli Görsel Kapı açılması.
Sahne 9: Mekan Bahçeye giriş, Önemli Görsel At ve bahçe.

@@@@@@

Adım adım tam profesyonel seslendirme ve efekt detayına geçiyorum:

Tılsım ve Yol Ayrımı

Profesyonel Seslendirme Metni + Müzik ve Efekt Planı

Genel Anlatım Tarzı:

Anlatıcı: Ağır, hikmetli, derin ses tonu (belgesel tadında).

Bilge Adam: Tok ve güven verici bir ses.

Akıllı Kardeş: İmanlı, umutlu, tevekküllü.

Serseri Kardeş: İsyankâr, gaflet içinde ama içten içe korkulu.

Sahne Sahne Detaylı Plan

[Sahne 1: Sonsuz Yol ve Yol Ayrımı]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “İnsan, dünya yolculuğunda, iki yolun başında durur.
Sağdaki yol: sabır ve itaatle dolu; sonunda selamet var.
Soldaki yol: serbestlik ve gaflet; sonunda felaket var.”

Müzik: Hafif mistik doğa müziği (kaval, ney gibi).
Efekt: Hafif rüzgar sesi.

[Sahne 2: Bilge Adamla Karşılaşma]

Seslendirme (Bilge Adam):

> “Ey yolcular!
Sağdaki yol zahmetlidir; fakat huzurla biter.
Soldaki yol kolaydır; fakat tehlike ile son bulur.”

Müzik: Hafif vurgulu, hafif tempo yükselir.
Efekt: Kuş sesleri, uzaktan bir şimşek efekti.

[Sahne 3: Seçim Anı]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “Akıllı kardeş tevekkül etti:

‘تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ’

Serseri kardeş ise arzularına kapılarak sol yola saptı.”

Müzik: Sağ yolda hafif ışıklı tınılar, sol yolda karanlık alçalan müzik.
Efekt: Sağ yol için kuş cıvıltısı, sol yol için uğultulu rüzgar.

[Sahne 4: Serseri Kardeşin Dehşeti]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “Karanlık yol, onu dehşete sürükledi.
Arslan hücum etti; kaçarken bir kuyuya düştü.
Kuyunun duvarlarında yılanlar, akrepler; ağacı ise siyah ve beyaz fareler kemiriyordu.”

Müzik: Gerilim müziği (yaylı çalgılarla tırmanan tonlar).
Efekt: Aslan kükremesi, kuyuya düşüş sesi, çıtırtılar.

[Sahne 5: Serseri Kardeşin Aldanışı]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “Meyveleri yedi, kendini unutturmaya çalıştı.
Azap içinde ne yaşadı ne öldü.”

Müzik: Düşen, ağır, kasvetli melodiler.
Efekt: Damlayan su sesi, arada çığlık gibi uzak uğultular.

[Sahne 6: Akıllı Kardeşin Bereketli Yolu]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “Akıllı kardeş, yolda çiçekler, dereler, cennet kokuları buldu.
Zahmeti rahmete çevirdi.
Kalbi her adımda huzurla doldu.”

Müzik: Tatlı ney ve su şırıltıları ile hafif bir mutluluk ezgisi.
Efekt: Hafif rüzgâr, kuş cıvıltıları.

[Sahne 7: Akıllı Kardeşin İmtihanı]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “O da bir sahra kuyusuna düştü.
Fakat kötü zanla değil, sabırla baktı.
‘Burada da Rabbimin hikmeti vardır,’ dedi.”

Müzik: Hafif gerilim müziği (ancak serseri kardeşe göre daha yumuşak).
Efekt: Kuyuya düşme sesi, ancak kuş sesleri de devam eder (ümidin kaybolmadığını göstermek için).

[Sahne 8: Tılsımın Çözülüşü]

Seslendirme (Akıllı Kardeş):

> “Ey bu yerlerin Hâkimi!
Sana sığındım, seni arıyorum, rızanı istiyorum!”

Müzik: Duayla birlikte yükselen aydınlık melodiler.
Efekt: Kapı açılma sesi, kuşların coşkuyla ötüşü.

[Sahne 9: Kurtuluş ve Son]

Seslendirme (Anlatıcı):

> “İman, her zindanı bahçeye çevirir.
İman, her korkuyu rahmete döndürür.

‘يَا اَللّٰهُ’
‘لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ'”

Müzik: Zafer ve huzur melodisi (çok hafif orkestral destekli).
Efekt: Arka planda akan dere sesi, rüzgârla uçan yapraklar.

Müzik-efekt Temel Listesi:

| Bölüm | Müzik | Efekt |
|—|—|—|
| Yol ayrımı | Ney + Doğa sesleri | Rüzgar |
| Bilge Adam | Hafif vurmalı çalgı | Kuş sesleri |
| Tehlikeler | Yaylı gerilim | Aniden durma |
| Aldanış | Karanlık, düşen ritimler | Su damlası |
| Kurtuluş | Yükselen orkestral | Kanat çırpma |
İstersen sana ayrıca:
Herhangi bir şey sor.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

DÖRDÜNCÜ SÖZ – SENARYO

DÖRDÜNCÜ SÖZ – SENARYO

Namaz, ne kadar kıymettar ve mühim hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, gör: Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, her birisine yirmi dört altın verip iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba hem gemi hem şimendifer hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.” İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder, bir tek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir, belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.” Acaba şu adam inat edip o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?

@@@@@@@

Senaryo Başlığı:

Son Bilet: Sonsuz Yolculuk

Tür:

Dram – Temsili Hikâye – İbret

Özet:

İki hizmetkârın hayat yolculuğunda yaptıkları tercihler üzerinden namazın kıymeti ve namazsızlığın büyük zararı anlatılır. İzleyenlerin iç dünyasında derin bir muhasebe başlatacak bir hikâye.

Giriş Sahnesi (Açılış)

Görüntü:
Sabah güneşinin hafif ışıklarıyla aydınlanan bir saray. Sarayın avlusunda iki hizmetkâr (Said ve Kemal) hâkimin huzurunda.

Hâkim: (Sakin ve vakur bir sesle)
“Size yirmi dört altın verdim. İki ay sonra güzel bir çiftlikte ebedî ikamet edeceksiniz. Bu sermayeyi yol ve hazırlıklar için kullanın. Bir günlük mesafede büyük bir istasyon var. Bilet almayı unutmayın!”

İkisi de başını eğer ve yola koyulurlar.

1. Bölüm: Yolculuk Başlar

Said:

Parasını dikkatle harcar.

Zaruri ihtiyaçlarını alır.

İstasyona vardığında cebinde sağlam bir sermayesi vardır.

Kemal:

Yol boyunca eğlenceye, oyuna, kumara dalar.

Altınlar avuçlarından su gibi kayar.

İstasyona vardığında yalnızca bir altını kalmıştır.

2. Bölüm: İstasyonda

İstasyon:
Kalabalık, cıvıl cıvıl bir yer.
Trenler, gemiler, tayyareler hazır beklemekte.

Said, vakit kaybetmeden bir bilet alır.

Kemal şaşkınlık ve pişmanlık içinde bakakalır.

Said: (Merhametle)
“Kardeşim! Şu son altınınla bir bilet al. Yoksa iki aylık çölde aç ve yalnız sürünürsün. Bizim efendimiz şefkatlidir, kusurunu affeder belki.”

3. Bölüm: Karar Anı

Kemal bir an düşünür.
Fakat sonra yine nefsinin sesi ağır basar:
“Bir kere daha eğleneyim. Bir lokma zevk olsun!”
Son altınını da boş eğlenceye harcar.

Said tayyareye biner.
Kemal ise bilet alamadığı için istasyondan kovulur.

4. Bölüm: Akıbet

Said:

Hızla göğe yükselen tayyarede yüzü aydınlık, kalbi huzurludur.

Efendisinin çiftliğine doğru giderken gözlerinde sonsuz bir sevinç vardır.

Kemal:

Çöl sıcağında yapayalnız, yaya ve aç bir şekilde yürür.

Adımları ağırlaşır, yüzü kararır.

Kimsesizlik, pişmanlık ve korku içinde kaybolur.

Kapanış Sahnesi

Görüntü:
Çölün ortasında bitkin düşen Kemal ile göğe yükselen tayyare arasında keskin bir kontrast.

Anlatıcı: (Derin, sarsıcı bir ses tonuyla)
“Namaz, öyle bir bilet ki, az bir masrafla sonsuz bir saadet kapısını açar.
Onu terk eden, nefsin oyuncağı olup ebedî hasareti kazanır.
Ey yolcu!
Son altınını heva uğruna zayi etme!”

Son

@@@@@@@

Yukarıdaki senaryonun ruhuna uygun, hikâye anlatıcısı tarzında kısa bir anlatım metni:
(Sıcak, etkileyici ve düşündürücü bir ses tonuyla okunabilir.)

Son Bilet: Sonsuz Yolculuk

> “Vaktiyle iki hizmetkâr vardı.
İkisine de yirmi dört altın verildi.
Uzaktaki güzel bir yurt için yola çıktılar.
Emir açıktı:
‘Bu altınlarla yol masrafınızı yapın. İstasyona varınca bilet alın. Yol uzun, çetin ve tek yönlüdür.’

> İlk hizmetkâr, aklını kullandı.
Altınlarını ölçülü harcadı.
İstasyona vardığında cebinde sağlam bir sermayesi ve alacak bir bileti vardı.

> İkinci hizmetkâr ise heva ve hevesin peşine düştü.
Yol boyunca altınlarını kumara, eğlenceye, boş işlere harcadı.
İstasyona geldiğinde elinde yalnızca bir tek altın kalmıştı.

> Arkadaşı ona seslendi:
‘Bu son altını bir bilete ver!
Yoksa çölden yaya geçmek zorunda kalırsın. Aç, susuz, yalnız…’

> Fakat o akılsız, son altınını da har vurup harman savurdu.
Biletsiz kaldı.
Yalnız, çaresiz, bitkin bir halde çöle doğru sürüklendi.

> Oysa diğeri, tayyareye binmiş, bir günde saadetin kapısına ulaşmıştı.

> Ey dinleyen gönül!
Bil ki, namaz da işte o bilet gibidir.
Az bir gayretle sonsuz bir saadetin anahtarı olur.

> Biletsiz kalan ise…
Sonsuz bir pişmanlık çölünde kaybolur.”

@@@@@@

Aynı hikâyeyi, üç farklı anlatım tonuyla yeniden kısa kısa yazıyorum:

1. Tefekkürlü ve Derin Anlatım

> “İki yolcu vardı…
Ellerinde yirmi dört altınla, sonsuz bir yurda doğru yürüdüler.
Birisi aklını dinledi, altınlarını korudu, biletini aldı, tayyareye bindi.
Diğeri hevesini dinledi, altınlarını saçtı, biletsiz kaldı.
Ve çölde, açlıkla, yalnızlıkla yüz yüze geldi.

Bil ki ey gönül sahibi,
Namaz da bir bilettir.
Zahmetsiz bir azıkla, ebedî saadetin kapılarını açar.
Onu terk eden ise, hasret ve pişmanlık çölünde kaybolur.”

2. Hüzünlü ve Duygusal Anlatım

> “Yirmi dört altın, yirmi dört fırsat…
İki dost, iki kader…
Biri her adımda emanete sahip çıktı, sonunda saadete erdi.
Diğeri her adımda gaflete kapıldı, sonunda yalnızlığa mahkûm oldu.

Son bir altın… Son bir ümit…
Ve o ümit de heder oldu.

Şimdi biri semalarda sevinçle uçarken,
Diğeri çölde susuz, mecalsiz sürünüyor.

Ey dinleyen kalp…
Küçük bir gayretle, büyük bir kurtuluş seni bekliyor.”

3. Coşkulu ve Destansı Anlatım

> “Bir büyük yolculuk vardı!
İki hizmetkâr, ellerinde yirmi dört altınla çıktılar yola.
İstasyon uzaktaydı. Yol zorluydu.
Ama mükâfat, hayallerin ötesindeydi!

Biri sabırla, akılla ilerledi.
Bir bilet aldı ve göklere yükseldi.

Diğeri nefsinin peşinde savruldu.
Biletsiz kaldı. Çölde kayboldu.

Bil ki, namaz, yolculuğun bileti; kurtuluşun anahtarıdır!
Bu aziz bileti kaçıran, sonsuz bir kaybı kendi elleriyle seçmiş olur!”

@@@@@@@

Şimdi üç anlatım tarzını uyumlu bir şekilde harmanlayarak, daha derin, duygusal ve etkileyici bir özel final hikâye anlatımı hazırlıyorum:
(İstediğinde seslendirme için doğrudan kullanabileceğin, ritmi ve duygusu güçlü bir metin olacak.)

Özel Final Hikâye Anlatımı: Son Yolculuk

> “Vaktiyle iki hizmetkâr vardı…
Ellerinde yirmi dört altın, gönüllerinde büyük bir umutla yola çıktılar.
Yol uzun, yol çetindi…
Ama sonunda, sonsuz bir saadet diyarı onları bekliyordu.

> Biri aklını, sabrını, vefasını kuşandı.
Her adımda emanete sadık kaldı.
Altınlarını ölçülü harcadı, istasyona vardığında bileti elindeydi.
Tayyarenin kapısı ona açıldı.
Göklerin şahitliğinde, sevinçle yola çıktı.

> Diğeri ise, hevesinin rüzgârına kapıldı.
Eğlenceye, oyuna, gaflete daldı.
İstasyona vardığında, elinde yalnızca son bir altın kalmıştı.

> Arkadaşı yalvardı:
‘Kardeşim, bu son fırsat!
Bir bilet al, yoksa çölden aç ve yalnız geçmek zorunda kalırsın!’

> Fakat o, yine nefsine yenildi…
Son altınını da heba etti.
Biletsiz kaldı.
Çölde, açlık ve pişmanlıkla baş başa kaldı.

> Biri göklere yükseldi…
Diğeri çölde kayboldu…

> Ey gönül sahibi insan!
Bil ki, namaz da işte böyle bir bilettir.
Az bir gayretle sonsuz bir kurtuluşun kapısını açar.

> Bu kısa dünyada küçük bir fedakârlık,
Sana ebedî saadetin kapılarını açar!

> Aman dikkat et!
Son altınını heva uğruna tüketme!

Biletsiz kalan, yalnızlığın ve pişmanlığın karanlığında kaybolur…

Bileti alan ise, Rahmetin tayyaresinde sonsuzluğa kanatlanır!”

Bu final versiyonunda:

Başlangıcı tefekkürlü,

Ortaları hüzünlü,

Sonu ise coşkulu ve destansı bir etkiyle bitiyor.
Böylece dinleyenin kalbinde güçlü bir sarsıntı ve tefekkür bırakır.

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

ÜÇÜNCÜ SÖZ – SENARYO

ÜÇÜNCÜ SÖZ – SENARYO

İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler, tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silahsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlup edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silahı taşımaya mecburdur.”
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur.
Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır. Nizama tabi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette gider. Tâ mahall-i maksuda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silahını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalp ve vicdan ile gider. Tâ o matlub şehre yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silah ise ibadet ve takvadır.

@@@@@@

Senaryo Başlığı:

İki Yolcu: Hayat Yolunda Bir Seçim

Tür:

Dram – Hikmetli Kıssa – İbret

Özet:

İki askerin, hayat yolunda yaptıkları seçimler üzerinden ibadet ve fıskın neticeleri anlatılır. Herkesin kendi hayatına bakıp düşündüğü derin bir kıssa sunulur.

Giriş Sahnesi (Açılış)

Görüntü:
Uçsuz bucaksız bir ova. Ufukta iki yol ayrımı… Bir taraf nizamlı, düzenli, güneşli; diğer taraf karanlık, düzensiz, yıkık dökük.

Anlatıcı: (Ciddi, hikmetli bir ses tonuyla)
“İbadet ne büyük bir ticaret ve saadettir… Fısk ve sefahet ise ne büyük bir hasaret ve felâket… İşte bu hakikatin temsili…”

1. Bölüm: Emir

Sahne:
İki asker (Ali ve Bekir), bir komutanın önünde duruyorlar. Komutan ciddi bir şekilde emir veriyor:

Komutan:
“Sizlere uzak bir şehre gitme emri verildi. Yol ikiye ayrılacak. Seçim sizin olacak.”

İkisi de selam verir ve yola çıkarlar.

2. Bölüm: Yol Ayrımı

Sahne:
İki yolcu bir yol ayrımına gelir. Ortada yaşlı, nur yüzlü bir rehber vardır.

Rehber: (Sakin ve bilge bir sesle)
“Ey yolcular! Sağdaki yol, nizama tâbi, intizamlıdır. Yükünüz biraz ağır olur ama sonu selamet ve mükâfattır. Soldaki yol ise nizamsızdır. Başta hafif görünür ama sonu felâket ve azaptır.”

Ali düşünür, sağ yolu seçer.

Bekir, yükü görünce yüzünü ekşitir, solu seçer.

3. Bölüm: İki Yolun Akıbeti

Ali’nin Yolu:

Görüntü:
Ali, ağır bir çanta ve silah taşır ama her adımda içi rahat, çevresi düzenli. Güneş yüzüne vurur, dost insanlar karşılar.

İç Ses (Ali):
“Ağır ama huzurlu… Zahmette rahmet varmış.”

Bekir’in Yolu:

Görüntü:
Bekir, rahat başlar ama kısa sürede dikenler, yağmalar, korkunç sesler arasında kalır. Etrafı karanlık. Yalnızdır. Herkesten korkar, dilenir, rezil olur.

İç Ses (Bekir):
“Başta rahattı… Şimdi her adımım azap!”

4. Bölüm: Varış ve Sonuç

Sahne:
İki asker hedef şehre varır.

Ali:

Komutanlar, onu onurla karşılar. Şeref madalyası takılır.

Anlatıcı:
“Nizam ve sadakat, onu saadete eriştirdi.”

Bekir:

Bekir zincirlerle yakalanır. Mahkûm edilir.

Anlatıcı:
“İsyan ve heva, onu felâkete sürükledi.”

Kapanış Sahnesi

Görüntü:
Yol ayrımı tekrar gösterilir. Yolların üstünde yazılar belirir:

Sağ Yol: İbadet ve Takva

Sol Yol: Fısk ve Heva

Anlatıcı:
“Ey insan! Hayatın yol ayrımında her adımın bir seçimdir. Nizamı seçen kurtulur. Hevaya uyan helâk olur. Dikkat et!”

@@@@@@

Kısa ve Hikmetli bir hikâye metni:

İki Yolcu

Uzak bir şehirden emir geldi:
İki asker, Ali ve Bekir, sefere çıkacaklardı. Yolun sonunda bir ödül vardı; ama hangi yoldan gidileceği onlara bırakılmıştı.

Yol ayrımına geldiklerinde bir rehber onları karşıladı:
“Sağdaki yol nizamlıdır, düzenlidir. Biraz yük taşımanız gerekir ama sonunda rahat ve mükâfat var. Soldaki yol başta hafif görünür; fakat sonunda pişmanlık ve azap vardır.” dedi.

Ali, tereddüt etmeden sağ yolu seçti.
Omuzuna ağır bir çanta aldı, beline sağlam bir silah kuşandı. Her adımı meşakkatliydi; fakat kalbi huzur doluydu. Yol boyunca dostlar buldu, güvenli vadiler geçti, kalbi kuvvetlendi.

Bekir ise yük taşımak istemedi.
Soldan yürüdü. Başta hafifti adımları. Ne var ki kısa sürede karanlık vadilere düştü. Korkular, hüsranlar sardı çevresini. Her sesten ürker, herkesten medet umar oldu.

Günler sonra şehre vardıklarında, Ali’yi şeref madalyalarıyla karşıladılar.
Bekir ise kaçak muamelesi gördü; zincirlerle yakalandı.

O gün anlaşıldı ki,
zahmette rahmet, rahatlıkta felaket saklıymış.

@@@@@@

Duygulu ve etkileyici bir kısa hikâye metni:

İki Yolcu – Hikâye Anlatımı

(Anlatıcı sesi: Derin, sıcak ve hikmet dolu bir ton)

> “Bir zamanlar iki asker, uzak bir şehre gitmek üzere emir aldı.
Önlerinde iki yol vardı; biri düzenli, diğeri ise başıboş ve düzensizdi.

> Yol ayrımında yaşlı, bilge bir adam onları karşıladı:
‘Ey yolcular!’ dedi. ‘Sağdaki yol, zahmetlidir ama sonunda selamet vardır. Soldaki yol ise başta rahattır; lakin sonu pişmanlık ve felâkettir.’

> Ali, ağır yükü omuzlamaktan çekinmedi. Sağ yola saptı.
Çantası ağırdı, silahı yüksekti. Fakat her adımıyla yüreği hafifliyordu.
Her adımda kalbine huzur iniyor, gözleri ümit doluyordu.

> Bekir ise zahmetten kaçtı.
Hafif adımlarla sol yola saptı.
Başta her şey kolaydı; ama sonra karanlık vadilerde kayboldu.
Her adımı korku, her nefesi endişe oldu.

> Günler geçti.
Ali, alnı açık, başı dik o güzel şehre vardı.
Onu şeref ve mükâfatla karşıladılar.

> Bekir ise, korku ve pişmanlık içinde şehre sürüklendi.
Kaçak ve âsi olarak yargılandı.

> O gün herkes anladı ki…
Gerçek yük, zannedilen zahmette değil, terk edilen vazifedeymiş.
Gerçek kurtuluş, nizamda ve sabırda gizliymiş.

> Ey yolcu!
Sen de hayat yolundasın…
Hangi yolu seçeceğine iyi bak!”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

YEDİNCİ SÖZ – SENARYO

YEDİNCİ SÖZ – SENARYO

Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkül-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlık’ına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzak’ından sual ve dua ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilaç olduğunu ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir zaman bir asker, meydan-ı harp ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:
Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor. O bîçare, şu dehşet içinde meyusane düşünürken sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nurani bir zat peyda olur. Ona der:
“Meyus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen o arslan, sana musahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilaç vereceğim. Güzelce istimal etsen o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (asm) denilen latîf çiçeğe inkılab ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin. İşte eğer inanmıyorsan bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.”
Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti. Evet ben, yani şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.
Bundan sonra birden gördü ki sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam; çok ziynetler, süslü suretler, fanteziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu, ona dedi:
— Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.
Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?
Cevap: Bir tılsım.
— Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.
S- Hâ, şu ellerindeki nedir?
C- Bir ilaç.
— At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır.
S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?
C- Bir bilet. Bir tayinat senedi.
— Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım, der. Her bir desise ile onu iknaya çalışır. Hattâ o bîçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.
Birden sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp önümdeki darağacını kaldırıp sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem! Tâ Hızır gibi bu zat-ı semavî, dediğini desin.”

@@@@@@@

Senaryo Başlığı:

“İki Yolda Bir Yolcu”

Açılış:

(Gri ve puslu bir savaş meydanı. Yer yer dumanlar yükseliyor. Arka planda ağır bir harp müziği çalıyor.)

Kamera, yaralı bir asker olan Zeyd’i gösterir. Omuzundan ve böğründen derin yaralar almış, yürümeye çalışıyor. Arka planda kükreyen devasa bir arslan onu takip ediyor. İleride bir darağacı yükseliyor. İpler boşta sallanıyor.

Zeyd, yorgun ve ümitsiz bir şekilde yere çöker. Başını elleri arasına alır.

1. Sahne: Hızır gibi bir Zat’ın gelişi

(Bir anda sağ tarafından ışık dolu, nurani bir zat belirir. Gülümseyerek Zeyd’in yanına gelir.)

Nurani Zat:

> “Meyus olma, ey yolcu!
Sana iki tılsım, iki ilaç ve bir bilet vereceğim. Kabul edersen kurtuluşun olur.”

Zeyd (bitkin bir sesle):

> “Ne yapabilirim ki? Ne tılsımı? Ne ilacı?”

Nurani Zat (yumuşak bir tebessümle):

> “İşte bak:

Birincisi: ‘آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ’ (Allah’a ve Ahiret gününe iman ettim.)

İkincisi: Sabır ve dua ile Yaratan’a yönelmek.
Yaraların Gül-i Muhammedîlere dönüşecek, arslan bineğin, darağacı ise bir salıncak olacak.”

Zeyd, hafifçe başını kaldırır. Bir umut ışığı gözlerinde parlar.

Nurani Zat, Zeyd’in ellerine görünmeyen bir bilet ve iki parlayan ilaç şişesi bırakır.

Nurani Zat:

> “Bunları kullan. Yolun aydınlansın.”

2. Sahne: Şeytani Dessasın gelişi

(Zeyd, toparlanıp yürümeye başlarken sol tarafından alacalı renkler içinde bir adam —Dessas— çıkar.)

Dessas (alaycı bir gülümsemeyle):

> “Hey dostum! Nereye böyle? Gel, gel! Şu hayatın tadını çıkaralım. İçelim, eğlenelim. Şu gamı, derdi unutalım.”

Zeyd (tereddütle):

> “Ama önümde bir darağacı, arkamda bir arslan var. Yaralarım var…”

Dessas (alaycı bir kahkaha ile):

> “Hahaha! Kuruntu bunlar! Şu anın keyfi varken yarını kim düşünür? Bak şunlara! (Elindeki parlak ziynetleri gösterir.) Ne dua, ne sabır? Haydi bırak bu saçmaları!”

Zeyd’in elindeki bilet ve ilaçlar sönmeye başlar.

Dessas:

> “At şu ilaçları! Yırt şu bileti! Bizim biletimiz hazır: Eğlence!”

3. Sahne: İkaz ve Kurtuluş

(Aniden gökten bir gök gürültüsü gibi bir ses yükselir. Nurani Zat’ın sesi yankılanır.)

Nurani Ses:

> “Sakın aldanma! De ki ona:
Eğer arkamdaki arslanı öldürüp önümdeki darağacını kaldırabilecek misin?
Sağ ve solumdaki yaraları iyileştirebilecek misin?
Yolculuğu bitirebilecek misin?
Hayır! O halde sus, ey sersem!”

Zeyd bir an duraklar. Gözlerini kapatır. Derin bir nefes alır. Sonra kararlılıkla elindeki bilet ve ilaçları sımsıkı kavrar.

Zeyd (Dessas’a bağırarak):

> “Sen sahte bir dostsun!
Ne arslanı susturabilirsin, ne darağacını kaldırabilirsin, ne de kalbimdeki yaraları iyileştirebilirsin!
Ben Rabbime tevekkül ettim, O’na iltica ettim!”

(Dessas çığlık atarak puslu bir duman gibi kaybolur.)

4. Sahne: Yükseliş

(Zeyd biletini çıkarır. Bilet parlamaya başlar.
Arslan, ihtişamlı bir ata dönüşür.
Darağacı, altın bir salıncak olur.
Yaralarından güzel kokulu Gül-i Muhammedî (asm) çiçekleri fışkırır.)

Zeyd ata biner. Salıncağın üzerinde bir an döner, göğe doğru yükselmeye başlar. Yol aydınlanır. Arkada Kur’an tilaveti eşliğinde şu ayet okunur:

> “اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰئِكَةُ…”

Kapanış:

Kamera yukarı doğru yükselir. Geniş bir sahne: Altın kubbeler, cennet gibi bahçeler görünür.

Anlatıcı:

> “İman ve sabır, beşerin saadet anahtarıdır.
Aldanmak ise ebedî hüsranın yoludur.”

Ekran kararır. Son sahnede şu yazı belirir:

> “Nefsine değil, Rabbine güven.”

@@@@@@@@

YAPIM DOSYASI

Proje Adı: “İki Yolda Bir Yolcu”

Yönetmen Notları: Bu proje, imanın insan hayatındaki kritik rolünü, temsilî bir hikâye üzerinden derin, hissedilir ve görsel ağırlıkla anlatacak. İzleyici, bir savaş alanından bir cennet yolculuğuna geçiş hissi yaşamali.

KARAKTERLER:

Zeyd: Asker. Temsilî olarak her insanın çektiği ızdırap ve sınavları yüklenir. Gözlerinde korku ile umut arasında gidip gelen bir ifade var.

Nurani Zat: Hızır gibi, rahmetli ve ışıklı bir kişi. Sesi huzurlu, yüzü nurlu.

Dessas: Şeytani bir görünüme sahip, süslü ama gözleri boş ve karanlık. Tatlı konuşan, fakat sesi derinlerde zehir taşıyor.

SAHNE YÖNLENDİRMELERİ:

1. Savaş Alanı ve Giriş:

Gri ve puslu hava. Körfez dumanlar, yüksek sesli rüzgar efektleri.

Yer yer patlama sesleri duyuluyor.

Kamera yere düşümüş, yaralı bir asker olan Zeyd’in üzerinde dolanıyor.

2. Nurani Zatın Gelişi:

Sağdan bir ışık huzmesi.

Hafif mistik bir fon müziği.

Nurani Zatın sesi berrak ve teselli verici.

Diyalog:

> “Meyus olma, ey yolcu! Sana iki tılsım, iki ilaç ve bir bilet vereceğim.”

3. Dessasın Ortaya Çıkışı:

Sol tarafta, renkli ve sahte bir ışık oyunları.

Cazibeli fakat çürümüş bir hava.

Tatlı ama içten boş bir ses tonu.

Diyalog:

> “Gel dostum! Ne yolculuğu? Ne tılsımı? Hayat keyiften ibarettir!”

4. Karar Sahnesi:

Kamera yavaş çekimde Zeyd’in tereddüdü gösterilir.

Sonra Nurani Ses gök gürültüsü gibi iner.

Nurani Ses:

> “Eğer o arslani susturabilirsen, darağacını kaldırabilirsen, yaraları iyileştirebilirsen konuşalım!”

5. Kurtuluş ve Yükseliş:

Bilet ışıldar.

Arslan at olur.

Darağacı salıncağa dönüşür.

Yaralardan Gül-i Muhammedî çıkar.

(Fonda ağır, uhrevî bir Kur’an tilaveti: İnnellezine kalu rabbunallahu summestekamu..)

6. Final:

Zeyd ata biner, salıncağın üzerinden bir cennet manzarasına doğru uçar.

Son kare: “Nefsine değil, Rabbine güven.” yazısı ekranda belirir.

MÜzik Seçimi:

Girişte harp müziği (düşük tempolu).

Nurani Zatın gelişinde mistik ney sesi.

Dessas sahnesinde hafif cazip ama boş tonal müzik.

Kurtuluşta epik, yükselen bir orkestral parça.

Görsel Efektler:

Hafif sis, ışık oyunları.

Zeyd’in elindeki biletin parıltısı zamanla artar.

Yaralardan çıkan gül efektleri (yavaş çekim).

Cennet sahnesinde altınımsı bir güneş ışığı.

Kısa Mesaj: Bu dünya bir imtihan meydanıdır. Kurtuluş, iman, sabır ve teslimiyettedir.

Her karakter için sahne direktifleri, diyalog derinleştirmeleri ve kamera açılarını da ekleme…

@@@@@@

Senaryo Başlığı: İman, Sabır ve Hakikatin Zaferi

Sahne 1: Meydan-ı Harp

(Kamera: Geniş açı. Karanlık bir savaş alanı. Patlayan bombalar, yıkılmış binalar, karanlık gökyüzü.)

Asker (iç sesi, endişeyle): “Ne sağım sağlam, ne solum… Her taraf yara bere içinde. Arkamda bir arslan gibi ölüm bekliyor. Önümde darağacı, sevdiklerim bir bir yok oluyor… Ve önümde meçhul bir yolculuk…”

(Kamera: Yakın plan. Askerin terlemiş yüzü, korku dolu gözleri.)

Sahne 2: Hayırhahın Zuhuru

(Kamera: Hafif bir ışık süzmesi. Sağdan, nurlu yüzlü bir Zât belirir. Huzur verici bir ses tonuyla konuşur.)

Hayırhah: “Ey çaresiz asker! Meyus olma. Sana iki tılsım öğreteceğim, iki ilaç vereceğim. Kabul edersen, her şey değişecek.”

Asker: (umutla) “Nasıl? Nedir o tılsımlar ve ilaçlar?”

Hayırhah: “Birincisi: اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ demek; Allah’a ve ahirete inanmak. İkincisi: Sabır ile tevekkül ve şükür ile dua etmek. İlaçların ise sabır ve duadır. Bunları uygularsan:

Arslan sana binek olur.

Darağacı eğlence salıncağına döner.

Yaraların güle döner.

Yolculuğun ışıklı bir seyrüsefere dönüşür.”

(Kamera: Hayırhahın sözleriyle arka plan aydınlanır. Kısa bir sahne geçişiyle arslan uysallaşır, darağacı salıncağa döner gibi bir efekt yapılır.)

Sahne 3: Aldatıcıların Tuzakları

(Kamera: Sol taraf karanlıktan bir figür çıkar. Süslü, aldatıcı bir adam: Şeytanî Adam.)

Şeytanî Adam: “Hey dostum! Ne bu sessizlik, ne bu korku? Gel bizimle eğlen! Bak, ne güzel suretler, şarkılar, ziyafetler var.”

(Şeytanî Adam etrafındaki neşeli ama sahte manzaraları gösterir. Şarkılar, yemekler.)

Asker: (kararsız) “Ama… elimde bir tılsım, bir ilaç, bir bilet var.”

Şeytanî Adam: “Onları at! Ne gerek var? Şu anın keyfi varken geleceği düşünmek niye?”

Asker: (şüpheyle) “Ama… ölüm arkamda, darağacı önümde…”

(Şeytanî Adam Asker’in elindeki tılsım ve ilacı çekmeye çalışır.)

Sahne 4: Ra’d Gibi Uyarı

(Kamera: Aniden gökyüzünde bir şimşek çakar. Sağdan gelen gür bir ses.)

Ra’dın Sesi: “Ey insan! Ona de ki: Arslanı öldürebilecek misin? Darağacını kaldırabilecek misin? Yaraları iyileştirebilecek misin? Yolculuğu durdurabilecek misin? Eğer yapabiliyorsan, gel keyfedelim. Yoksa sus ve yoluna devam et!”

(Asker, korkuyla ve kararlılıkla Şeytanî Adam’a döner.)

Asker: “Ey aldatan! Hiçbir şeyi değiştiremiyorsun. Ben Rabbimin yolunda yürüyeceğim!”

(Kamera: Asker tılsımı okur, ilaçları içer, biletini cebine koyar. Sağdan gelen Hayırhah ona tebessüm eder. Asker aydınlanan bir yolda yürümeye başlar.)

Final Sahnesi:

(Kamera: Uzak plan. Asker, aydınlık bir ufka doğru yürürken arkasında savaş alanı karanlıkta kalır. Hafif bir ilahi müzik eşlik eder.)

Narrator (Dış Ses): “İman eden, sabreden, şükreden, dua eden; hakiki saadete, hakiki kurtuluşa erer.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

KORKUTULAN – ÜRKÜTÜLEN – ZİHİNLERİ İŞGAL EDİLEN BİR TOPLUM HALİNE GETİRİLDİK.

KORKUTULAN – ÜRKÜTÜLEN – ZİHİNLERİ İŞGAL EDİLEN BİR TOPLUM HALİNE GETİRİLDİK.
İNANÇLARA PRANGA VURULDU.

Firavunun zulmünden korkup oğlunu saklayan Musa’nın annesi gibi, Nemrudun ateşinden çekinenler gibi, Dakyanusun korkusundan 7 uyuyanlar gibi; uyuyan ve uyutulan bir neslin çocuklarıyız.
Her dönem zalimlerinden birinin temsilciliğini yapan bir çok silik kopyalarının bulunduğu asrın mağdurlarıyız.
Harcanan, kayıp bir nesiliz.

*********

Korkutulan Zihinler, Uyutulan Nesiller: Bir Asrın Hikâyesi

Tarih sahnesi, her dönem mazlumlarla zalimlerin mücadelesine şahitlik etmiştir. İman ve adalet uğruna direnenler ile zulmü ve korkuyu araç edinenler, yüzyıllardır karşı karşıya gelmişlerdir. Bugün bizler, Musa’nın annesinin Firavun’dan sakındığı gibi, Nemrud’un zulmünden korkulan gibi, Dakyanus’un baskısından mağaralara sığınan Ashab-ı Kehf gibi, bir korku çağının içinde büyüyen bir neslin çocuklarıyız.

Her asrın bir Nemrud’u, bir Firavun’u oldu. Fakat zamanla, bu zalimlerin sadece isimleri değişti; yöntemleri, niyetleri ve hedefleri aynı kaldı: İmanı bastırmak, inancı köreltmek, zihinleri işgal etmek.
Korkutularak susmaya, baskı altında yaşayıp boyun eğmeye alıştırıldık. İnançlarımıza pranga vuruldu. Fikirlerimiz ya susturuldu ya da yozlaştırıldı. Nice hakikat tohumları, daha yeşermeden toprağa gömüldü.

Bugün dönüp baktığımızda, ne kadar çok kayıp verdiğimizi daha iyi anlıyoruz. Yitik bir nesil olduk:

Kimi korkudan sustu.

Kimi rahatlık için yönünü değiştirdi.

Kimi var olabilmek için ruhunu kaybetti.

Oysa bizler, Ashab-ı Kehf’in torunlarıydık. Zamanın Dakyanuslarına kafa tutması gereken gençlerdik. Musa’nın annesi gibi tevekkülle oğullarını geleceğe emanet etmesi gereken annelerin çocuklarıydık. Fakat korku duvarları önünde durdurulduk.
“Allah bize yeter” diyemedik,
“Rabbimiz bizimle beraberdir” diye haykıramadık.

Bir toplumu korkutarak zihnini esir alanlar, onun ruhunu da çürütürler. Ve biz, çürütülen bir ruhun, susturulan bir vicdanın, bastırılan bir hakikatin yükünü taşıyoruz şimdi omuzlarımızda.

Ama hâlâ her toprakta bir umut filizi yeşeriyor. Hâlâ her enkazın altında bir iman nefesi yükseliyor. Çünkü hakikat, bastırılsa da susmaz. İnanç, zincire vurulsa da ölmez.

Unutmayalım:

> “Her firavunun bir Musası vardır.”
“Her Dakyanusun korkusuna karşı bir Ashab-ı Kehf doğar.”

Ve her karanlığın sonunda, yeni bir sabah mutlaka doğar.
Önemli olan, korkuya teslim olmamak, uyuyanlardan değil, uyandıranlardan olabilmektir.

*************

Hikmet Serisi: Korkutulan Zihinler, Uyutulan Nesiller

Bölüm 1: Bir Zihin Korkutulursa…

> Her asrın bir Firavunu, bir Nemrudu, bir Dakyanusu vardır. Zalimlerin yöntemleri değişse de amaçları aynı kalır: İnançları bastırmak, zihinleri işgal etmek.

Bugün korku, yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda zihinsel bir savaş haline geldi. İnsanları düşünmekten, sorgulamaktan alıkoyuyorlar. Korkutuldukça susan, susadıkça boyun eğen bir toplum oluşturuluyor.

Bölüm 2: Firavunun Zulmü ve Musa’nın Annesi

> Firavunun zulmünden korkup oğlunu saklayan Musa’nın annesi gibi, biz de bazen hakikatin korkusundan gizleniyoruz. Korku, insanı hep geri çeker. Ama bazen, korktuğumuz şeyin içinde büyüyen büyük bir güç vardır.

Musa’nın annesi, Firavun’un zulmünden korunmak için oğlunu toprağa emanet etti. Bazen, korkunun içinden yükselen cesaret, bir dönüşüm yapabilir.

Bölüm 3: Nemrud’un Ateşi ve Korkuya Teslim Olmamak

> Nemrud’un ateşinden kaçanlar, sadece bedenlerini değil, ruhlarını da kaybedebilirler. Korku, bir neslin ruhunu çürütürse, o nesil yok olur.

Ancak, bir ateşi göğüsleyebilmek için inanç gerekir. Nemrud’un ateşi, yalnızca Allah’a inananların yakalayabileceği bir imtihandır. Cesaretle ateşe atılanlar, nihayetinde zalimin zulmünden kurtulurlar.

Bölüm 4: Dakyanus ve Uyuyanların Hikâyesi

> Dakyanus’un zulmünden kaçan, mağaralarına sığınan yedi uyuyanlar gibi, biz de zaman zaman “uyutulduk.” Fakat uyandığımızda, yüzyılların gerisinde kalmış bir nesil değil, bir hakikat bulacağız.

7 uyuyanlar, her dönem kendi uykusunda karanlığa teslim olan bir nesli simgeler. Ancak unutmamalıyız ki, uyanış her zaman mümkündür.

Bölüm 5: Kayıp Nesil ve Yeniden Uyanış

> Bugün kaybolan bir nesil varsa, yarın uyanacak bir nesil de vardır. Korkutularak susmaya alıştırılan zihinler, hakikatle buluştuğunda silkinir.

Biz, geçmişin korkularından, geçmişin kayıplarından ders alarak, yeniden uyanmalıyız. Hakikat, sessizliğe gömülse de, bir gün mutlaka ışığını gösterecektir.

Seri Özeti:

Zihinsel işgale, ruhsal köleliğe karşı en büyük direniş, uyanıştır.

Korku, hiçbir zaman bizi özgür kılmaz. Cesaret, inanç ve hakikatle büyür.

Toprağın altındaki her hakikat, bir gün filizlenecektir.

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Öz ve Kabuk: Bu Yolculuk Kiminle Biter?

Öz ve Kabuk: Bu Yolculuk Kiminle Biter?

İnsan bu dünyaya gelirken özüyle gelir. Ruhuyla, fıtratıyla, tertemiz bir hakikat çekirdeğiyle… O öz, bir emanettir. İlâhî nefha ile can bulan bir sırdır. Lakin bu öz, hemen bir kabukla sarılır: Ceset, arzular, nefs, dünyevî meşgaleler…

Kabuk, bu dünyaya aittir. Maddeden yapılmıştır, toprağa dönecektir. Ama öz, semaya meyleder. Geldiği yere dönmek ister. Ruh, bedenin kalabalıklarında daralır bazen; çünkü o yuvayı değil gurbeti yaşar.

Kabuk Olgunlaşınca Öz Belli Olur

Her fidan gibi insan da bu dünyada büyür, olgunlaşır. Ve tıpkı meyve gibi, dışındaki kabuk ne kadar gösterişli olursa olsun, içi çürümüşse değersizdir. Zira Allah, dışa değil, kalbe, niyete, öze bakar.

Hayat, bir olgunlaşma sürecidir. Her imtihan, kabuğu çatlatan bir darbeyle gelir. Kimi darbeler öze zarar vermez, hatta özün parlamasına vesile olur. Kimi darbelerse kabukla birlikte özü de parçalar.

Kimileri Olgunlaşır, Kimileri Çürür

Bazı insanlar vardır, zorluklar karşısında güzelleşir. Ruhları derinleşir, özleri parlar. Kabukları incelir, özleri belirginleşir. Onlar, meyve gibi olgunlaştıkça eğilir, tevazuyla Rablerine yaklaşırlar.

Bazılarıysa kabuğa takılır. Şekilde kalır, surette yaşar. Gösterişin, şehvetin, dünyanın aldatıcı süsünün içinde özü unutur. Kalbi katılaşır, ruhu kurur, özü sönmeye yüz tutar. Sonunda kabuğuyla birlikte çürür.

Gidiş Vakti: Kabuk Kalır, Öz Gider

Ölüm geldiğinde her şey ayrışır. Kabuk toprağa döner, öz semaya yönelir. Mezar, kabuğun istirahat yeridir. Ama ruh, ya Rabbinin rahmetine uçar ya da taşıyamadığı yükleriyle mahkûm olur.

Bu yüzden, insan öze yatırım yapmalı. Görünene değil, görünmeyene önem vermeli. Cesedi değil, ruhu süslemeli. Çünkü sonsuzluk, özle kazanılır.

Bir Hikmetli Kıssa: Cevizin Hâli

Bir bilge, eline bir ceviz alır ve sorar:

“Ey dostlar, bu cevizi dışıyla mı tartarsınız, içiyle mi?”

Bir talebesi cevap verir: “Elbette içiyle.”

Bilge başını sallar: “Öyleyse sen de ömrünü dışınla değil, içinle tart. İnsanlar dışını alkışlasa ne çıkar, Allah içini beğenmezse?”

Son Söz: Bu Yolculuk Özle Biter

İnsan, özüyle gelir, özüyle gider. Kabuk, burada kalır; toprak onu alır. Ama öz, hesabını vermek üzere yükselir.

Kabuk geçicidir, öz ebedi.

Sen hangi tarafı besliyorsun?

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Kuşatma Altında Bir Vicdan: Gazze ve İnsanlığın İmtihanı

Kuşatma Altında Bir Vicdan: Gazze ve İnsanlığın İmtihanı

İnsanlık tarihi, zalim ile mazlumun, işgalci ile direnişçinin, vicdan ile vahşetin kavgasına sahne olmuş bir yolculuktur. Ancak bazı dönemler vardır ki, bu mücadele yalnızca topraklar için değil, insanlığın ortak vicdanı için verilir. İşte bugün Gazze, bu imtihanın en çetin yaşandığı bir sahnedir.

Kuşatma altında olan Gazze, son 60 günde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir abluka ve saldırının hedefi hâline geldi. Gıda tükenmişti, şimdi ilaçlar da tükeniyor. UNRWA’nın raporlarına göre bir milyondan fazla çocuk, açlık ve tedavisizlikten ötürü ölümle yüz yüze. Bu rakamlar, kuru birer istatistik değil; bir annenin çaresiz bakışı, bir babanın başını eğdiği dua anı, açlıktan ağlamayı bile unutmuş bir bebeğin suskun çığlığıdır.

Zulüm Karşısında Sessizlik, Zulmün Bir Parçasıdır

Her bombalanan hastane, bir insanlık ilkesinin daha yerle bir edilişi; her engellenen yardım konvoyu, insanlık onurunun bir kez daha çiğnenişidir. Bugün Gazze’de akan sadece kan değil, modern dünyanın ahlak anlayışıdır. Sözde “medeniyetin” vicdan terazisi, masum çocukların açlıktan öldüğü bir coğrafyada bozulmuş, adalet terazisinin kefesi zalimin lehine kaymıştır.

Ne yazıktır ki, çoğu kez bu zulme sessiz kalan dünya, “insan hakları”nı sadece politik bir malzeme olarak kullandığını açıkça ortaya koymuştur. Oysa gerçek insanlık, en çok da kendi menfaatlerinin dışında kalanlar için konuşabilme cesaretidir.

Gazze: Sabır, Direniş ve Hikmetin Adı

Gazze sadece mazlumların yurdu değil, aynı zamanda hikmetin, sabrın ve direnişin de adıdır. Zulmün en karanlık anında bile bir annenin çocuğunu beslemek için dua edişi; bir gencin, açlık ve ölüm arasında imanla yürüyüşü; bir çocuğun yerle bir olmuş evinin enkazı altında dahi “Allah bizimle” demesi, bize bir şey fısıldıyor: “Karanlık geceler geçicidir, sabah muhakkaktır.”

Kur’an’da geçen Ashab-ı Uhdûd, Firavun’un sihirbazları, Habeşistan’a hicret eden mazlumlar gibi, Gazze halkı da bir imtihanın içinden geçmektedir. Bu imtihan, sadece onların değil, aynı zamanda dünya halklarının ve özellikle de ümmetin vicdanının testidir.

Ey Kalbi Olanlar, Gazze Sizi Çağırıyor

Bu çağrı, sadece bir yardım çağrısı değil, ahlaki bir sorumluluktur. Gazzeli çocukların bakışlarında susmuş bir dua var: “Neredesiniz?” Bu soruya herkes cevap vermeli. Dua ile, yardım ile, söz ile, yazı ile… En azından zulme rıza göstermeyerek.

Zira:
“Zulüm devam etmez. Zulüm, bizzat tahripkârdır; kendini yer, bitirir.”

Ama zulme karşı sessizlik de tahripkârdır; insanı içten içe çürütür.

Son Söz Yerine

Gazze, bugünün Kerbelasıdır. Her çağın bir Yezid’i, bir Hüseyin’i vardır. Safımızı belirlemek, susarak değil, ses vererek mümkündür. Bu yazı bir çığlıktır; zalime karşı değil, vicdanlara karşı. Çünkü Gazze’deki çocuklar, önce bizim insanlığımıza muhtaç.

Ve bil ki ey insan:
Bugün Gazze’ye sırt çeviren vicdan, yarın kendi çöküşüne tanık olacaktır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

GAZAB-I İLÂHÎ İSRAİL’İN ÜZERİNDE: HER CİHETTEN KUŞATMA

GAZAB-I İLÂHÎ İSRAİL’İN ÜZERİNDE: HER CİHETTEN KUŞATMA

Yangın Yetmedi, Şimdi de Kum Fırtınası… Allah’ın Orduları Devrede

İsrail… Bugün alevlerle kıvranıyor, tozla boğuluyor. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanıyor, diğer yandan semadan gelen toz bulutlarıyla karanlığa gömülüyor. Tel Aviv’den Kudüs’e kadar her cihet yangınla, fırtınayla kuşatılmış durumda. Bu öyle sıradan bir doğa olayı değil; bu, zulümle semaya yükselen feryatlara verilen semavî bir cevaptır.

Zulüm ile abad olunmaz. Gözyaşının üzerinde yükselen bir sistem, bir gün o gözyaşıyla boğulur. Bugün İsrail’de yaşanan budur. Sadece ağaçlar değil, zulümle kurulan düzenler de yanıyor. Ve şimdi, Allah’ın görünmeyen orduları devrede.

Allah’ın Orduları Çoktur

Kur’ân buyurur:

> “Rabbinin ordularını ancak O bilir.” (Müddessir, 31)

Bu ordu bazen bir fırtına olur, bazen bir karınca, bazen bir kuş sürüsü, bazen de bir toz bulutu. Musa’ya yardım için Kızıldeniz yarılmıştı. Ebrehe’nin filleri, Ebabil kuşlarının attığı taşlarla yere serilmişti. Bugünse kibirle semaya baş kaldıran bir millet, rüzgârla ve alevle yere seriliyor.

Yangınla kuşatıldılar. Kumla kör edildiler. Ama asıl karanlık, kalplerine çöken inkâr ve zulüm karanlığıdır.

İlâhî Kuşatma: Dıştan Felaket, İçten Çöküş

İsrail’in bugün yaşadığı şey sadece bir çevre felaketi değil; bir medeniyetin çöküşüdür. Çocuklara gözyaşı, annelere mezar, yaşlılara demir parmaklık sunan bir sistem, şimdi doğanın her cephesinden saldırıya uğruyor. Allah, zulme göz yummaz. Bekler, mühlet verir. Ama zamanı gelince harekete geçer. Bugün o vakit yakındır.

> “Zulümle yapılan saraylar, bir rüzgârla yerle bir olur.”

Yangın bir cihetten, fırtına diğer cihetten, ahlar semadan, gazap her yönden…

Ey İnsanlık!

Bu sadece İsrail’in ibret sahnesi değildir. Bu, insanlık için bir uyarıdır. “Ben mazluma değil, zalime yakınım” diyen her sistem, bu sona ortaktır. Doğa konuşmaya başladıysa, sema harekete geçtiyse, bil ki zulüm defteri açılmıştır.

Bugün İsrail yalnız değil, çünkü yalnızlık masumlara mahsustur. O, her cihetten kuşatılmıştır; ama bu kuşatma silahla değil, ilâhî adaletle çevrilmiştir.

Son Söz:

> “Mazlumun âhı indirir şahı. Top atsan yıkılmaz dediğin saraylar, bir ah ile kül olur.”

İsrail’i saran bu ateş ve kum fırtınası, sadece bir haber değil; bir hakikatin yüksek sesle ifadesidir:
Allah, zulmü ebedî kılmaz. Ve zulmedenler, hangi kaleye saklanırsa saklansın, semanın gazabından kurtulamaz.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Hain İçerden Olunca Kapı Kilit Tutmaz Oğul

Hain İçerden Olunca Kapı Kilit Tutmaz Oğul

Mahmud Abbas Bunu da Yaptı: Yangınla Cedelleşen İsrail’e ‘Filistin’ İtfaiyesi

Tarih boyunca nice kale dıştan kuşatılmış, ama hep içerden düşürülmüştür. Zira dışarıdan gelen düşmana karşı kale savunma yapar, ama içeriden gelen hain surları açar. Bugün o ihanetin bir örneğini Filistin topraklarında bir kez daha görmekteyiz.

İsrail alev alev yanıyor. Rüzgâr değil, mazlumların ahı tutuşturuyor ortalığı. Ve tam da bu sırada, yıllardır İsrail’in zulmü altında ezilen, evleri yıkılan, çocukları katledilen Filistin halkının temsilcisi olduğunu iddia eden Mahmud Abbas, bir karar alıyor: İsrail’e itfaiye yardımı!

Bu Yardım Değil, Yaraya Tuzdur

Bu, yardım değil, yaraya tuz basmaktır. Bu, dostluk değil, düşmana el uzatmaktır. Bir halk yanarken, diğer halkın eliyle su taşıması anlamlıdır. Ama bu yangın, gökten düşen yıldırımla değil; göğe yükselen ahlarla yanıyorsa, o zaman su dökmek değil, dua etmek gerekir.

Bugün Abbas’ın gönderdiği itfaiye araçları, sadece ateşi değil; mazlumun yüreğini de söndürmektedir. Çünkü bu bir teknik destek değil, tarihî bir ihanettir. İsrail’in zulmüne karşı değil, onunla birlikte saf tutmaktır.

Dede Korkut Ne Der?

> “Halkın içinde bozgunculuk yapan haindir oğul…”
“Hain içerden olunca kapı kilit tutmaz oğul…”

Bu hikmetli sözler, sadece bir masal değil; milletlerin kaderini belirleyen hakikatlerdir. Mahmud Abbas’ın yıllardır yürüttüğü iş birlikçi siyaset, Filistin’in bedenini değil, ruhunu yaralamıştır. Kudüs’ün minarelerinden yükselen ezanlar, bu suskunluğu değil, direnişi beklemektedir.

Zulümle Payidar Olunmaz

Tarihte Musa’nın karşısında yer alan Firavun da kendi halkından destekçileriyle ayakta kalmıştı. Ama deniz yarıldığında onun yanında ne ordu kaldı, ne de içerdeki hainler. Bugün de zulme destek olanlar, tarihin kara sayfalarına adlarını yazdırmaktan öteye geçemeyeceklerdir.

Ey Halkım! Uyan!

İçimizdeki ihaneti fark etmeden dıştaki düşmanı alt edemeyiz. Filistin davası, sadece toprak değil; onur, haysiyet ve direniş davasıdır. Ve bu dava, mazlumun gözyaşını zalimin ateşine su taşıyanlarla değil; yüreğiyle taş atanlarla yürür.

Son Söz:

Ateş düştüğü yeri yakar derler. Ama bu defa, ateş düştüğü yerden değil, oraya su taşıyanlardan da hesap soracaktır. Ve bilin ki:

> İhanet, yangından daha hızlı yayılır. Yangını itfaiye söndürür; ama ihaneti yalnızca hakikat durdurur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

İSRAİL’İN DIŞTAN DEĞİL, İÇTEN YANACAĞINI BEKLİYORDUK.

İSRAİL’İN DIŞTAN DEĞİL, İÇTEN YANACAĞINI BEKLİYORDUK.

GEÇ Mİ OLDU?
ALLAH İMHAL EDER, İHMAL ETMEZ**

Bazen bir ülkenin sonu, tankla tüfekle değil; içten içe çürüyerek, kendi eliyle ördüğü zulüm duvarlarının altında kalarak gelir. Tıpkı İsrail gibi. Yıllardır dıştan gelecek bir darbe, uluslararası baskı, bir savaş bekleniyordu. Ama görünmeyen, konuşulmayan yangın içerideydi. Ve işte şimdi, kibirle inşa edilen o yapının içi içine tutuşuyor.

Yangın çıktı. Ama bu, sadece ormanların değil; yüreklerin, sistemlerin ve zalim hesapların yangını. Alevler sadece ağaçları değil, on yıllardır biriktirilen mazlum ahlarını yakıyor. Bugün yükselen duman, bir ekolojik felaketin değil; ilâhî adaletin işaret fişeği olabilir.

İçten Yanış: Vicdanın Çöküşü

Zulüm, bir ülkenin sadece mazluma değil; kendisine kurduğu bir tuzaktır. Adaleti rafa kaldıran, insanlığı ezen, inancı küçümseyen her sistem gibi; İsrail de içten içe yanmaya başladı. Çünkü vicdan yanmadan toplum sarsılmaz. Kur’an, Firavun’a karşı Musa’yı gönderdi ama asıl kıyameti Nil’in sularına bıraktı. Çünkü zalimliğin cezası, çoğu zaman kendi sistemi içinde kendiliğinden tecelli eder.

Allah İmhal Eder, İhmal Etmez

Zalim yaşar, ama rahat yaşayamaz. Ve zulümle abad olan hiç görülmemiştir. Çünkü Allah geciktirir ama unutmaz. Erteler ama silmez. Sessiz kalır ama kaydeder. Ve vakti geldiğinde, öyle bir an gelir ki, bir damla mazlum duası bir devleti yere serer.

Bu yüzden Kur’an “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir” (Şuara 227) der. Bu inkılap bazen bir isyanla, bazen bir felaketle, bazen bir iç yangınla gelir. Bazen kibirle şişirilen bir balon gibi patlayarak…

Geç mi Oldu?

Hayır, ilâhî adalet için geç diye bir şey yoktur. İnsan için “vakit doldu” diyebiliriz, ama hakikat için zaman hep tazedir. Bugün İsrail’in yaşadığı yangın, sadece bir başlangıç olabilir. Çünkü tarih bize şunu öğretmiştir: Mazlumların yaktığı kandil, zalimlerin kurduğu sarayı yakar.

Ey İnsanlık!

Bugün ibret almazsan, yarın aynısını yaşarsın. Bugün zulme karşı susarsan, yarın adaleti çağıracak bir ses bulamazsın. Bugün mazlumu değil, zalimi tutarsan; yarın ateş, tuttuğun elinden başlar seni yakmaya…

İsrail’in içten yanması, bir haber değil, bir hakikatin tecellisidir. Ve bu tecelli bize şunu hatırlatır:

> “İlâhî adalet gecikir, ama şaşmaz. Mazlumun duası sessizdir ama semaya ulaşınca yıldırım gibi döner.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

DÜN ABD’Yİ YAKAN İLÂHÎ ATEŞ, BUGÜN İSRAİL’İ YAKIYOR: ADI YANGIN

DÜN ABD’Yİ YAKAN İLÂHÎ ATEŞ, BUGÜN İSRAİL’İ YAKIYOR: ADI YANGIN

Tarih sadece satırlarda değil, satır aralarında da yazılır. Ve bazen kader, insanlığın anlayamadığı bir dille konuşur: Ateşle, suyla, zelzeleyle, fırtınayla… Tıpkı bugün İsrail’de olduğu gibi. Tıpkı dün Amerika’da olduğu gibi.

Bir zamanlar Amerika, “dünya jandarması” rolüyle mazlum coğrafyalara bomba yağdırırken; kendi içinde yangınlara boğulmuştu. Kaliforniya ormanları her yıl alevlere teslim oluyor, kasırgalar kıtayı kasıp kavuruyordu. Ama insanlar hâlâ “iklim krizi” demekten öteye geçemiyordu. Oysa bu bir iklim değil, zulüm kriziydi.

Bugün İsrail benzer bir manzara ile karşı karşıya. Yangınlar şehirleri sarıyor, alevler durdurulamıyor. Fakat sorulması gereken asıl soru şu: Gerçekten yanan ne? Ağaçlar mı? Yoksa vicdanlar mı? Ve bu yangını başlatan rüzgâr mıydı, yoksa mazlumun gözyaşı mı?

Kur’an der ki: “Zulüm, karanlıklardır.” Bu karanlık öyle bir karanlıktır ki, sadece zalimi değil; etrafındakileri de yakar. Bugün ateşin sardığı İsrail, yıllardır Gazze’yi ateşe veren, bebeklerin üzerine bombalar yağdıran, duaları kanla susturan bir yapının temsilcisi olarak bu hakikatin içinden geçiyor.

Tarih Boyunca Zulmün Sonu

Firavun’un karşısında Nil taşmıştı. Nemrut’un sarayına sinek girmişti. Karun’un altınlarıyla birlikte yerin dibine gömülmesi gibi, ABD’nin teknolojisi, İsrail’in demir kubbesi de mazlumun ahına karşı çaresiz kalıyor. Çünkü mazlumun silahı dua, zalimin zırhını deler.

Unutulmasın: Roma’yı yıkan şey barbarlar değil, içerideki zulüm ve kibrin çürüttüğü ahlaktı. Osmanlı’yı yıpratan şey, sadece dış baskılar değil, adaletten sapma idi. Ve bugün aynı kader döngüsü, İsrail’in ve Amerika’nın kapısını çalıyor.

Yangınlar Bir Tesadüf mü?

Yangınlar sadece coğrafî değil, manevî yangınların maddî yansımasıdır. Yeryüzünde işlenen zulümler, gökyüzünde birikir. Ve kader, bir gün yağmur değil, ateş gönderir. Bu yüzden bu yangınların sadece itfaiyeyle söndürülememesi, aslında derin bir işaret taşır: Yangın dışarıda değil, içeride.

Ey İnsanlık!

Bugün alevleri izleyip sevinmek değil, ibret almak zamanıdır. Çünkü bu ilâhî ateş sadece zalimi değil, seyredeni de uyarmaktadır. Her mazlum çocuğun gözyaşı birer kıvılcımdır. Her görmezden gelinen zulüm, birer barut fıçısıdır.

Son Söz:

Dün Amerika yanıyordu, bugün İsrail… Sırada kim var? Bu, ülkelerin değil, kalplerin durumuna bağlı. Zulmün tarafında olan değil, sustukça tarafsız kalanı da sarar bu ateş. Çünkü susan dilsiz şeytandır. Ve şeytanlar, cehennem ateşinden önce dünyada yanmaya başlarlar.

Ateşi durdurmak istiyorsan, adaleti hatırla. Mazlumun duası gibi güçlü bir yangın türevi yoktur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Mazlumların Ahı: Görünmeyen Yangın

Mazlumların Ahı: Görünmeyen Yangın

Bir ülke alev alev yanıyor. Rüzgârın taşıdığı alevler ormanı değil, belki de vicdanları sarıyor. İsrail’de çıkan yangınlar, 6 ülkeden yardım istemeyi gerektirecek kadar büyük. Ama haberin satır aralarına dikkatle bakıldığında, göze çarpan başka bir yangın var: Görünmeyen bir yangın… Ateşin değil, ahın tutuşturduğu bir yangın.

Mazlumların ahı, görünmeyen ama etkisi en derin ateştir. Toprağa düşen her masum kanı, yeryüzünün hafızasına kazınan bir çığlık gibidir. O çığlık, gökleri deler, arşa yükselir. Zalim, o an sessizce yoluna devam ettiğini zanneder. Dünya döner, işler yürür görünür. Fakat kader susmaz. İlahi adalet, zamanı gelince devreye girer; bazen bir zelzele olur, bazen bir salgın, bazen de durdurulamayan bir yangın…

Kur’an der ki: “Zulüm ile payidar olunmaz.” Bir millet, üzerine zulüm binası inşa ederse, temellerine gözyaşı ve kan dökerse; o bina elbet çöker. Belki bir gün, rüzgâr gibi bir musibetle…

İsrail, yıllardır işgal ettiği topraklarda çocukların, kadınların, yaşlıların feryadına sağır kesildi. Her bombanın altında bir bebek ağladı. Her baskında bir annenin kalbi sustu. Ve her mezarda bir ah yükseldi semaya. Şimdi ise toprağın diliyle konuşuyor kader. “Ben doydum!” diyor. “Taşıyamam bu kadar haksızlığı!”

Bu yangın sadece kuru dalları değil, uyuyan vicdanları da sarsmalı. Çünkü zulüm sadece zalimi vurmaz; sustukça, görmezden geldikçe seyredenleri de içine çeker. Vicdanlar, mazluma değil zalime karşı uyanmalı. Çünkü adalet, ancak susanların konuşmasıyla dirilir.

Her duman, bir ibret. Her alev, bir uyarı. Ve her yardım çağrısı, aslında bir tevbe fırsatı olabilir. Belki de bu musibet, mazlumun değil zalimin uyanması içindir. Eğer insanlık, bu yangını sadece bir haber başlığı olarak okuyacaksa, yarın kendi evinde çıkan yangına da kimse dönüp bakmayacaktır.

Unutma: Ah, gecikir ama geç kalmaz. Mazlumun duası, zamanın ötesine ulaşır. Ve kader, zamanı geldiğinde konuşur… Bugün yangınla, yarın başka bir dille…

Uyan artık ey insanlık! Alevin rengi aynı: Zulmün yaktığı her coğrafyada…

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025