İnsanda İlahi Emanetler – Kulak ve Kalp

İnsanda İlahi Emanetler – Kulak ve Kalp

Hakikate Açılan Kapılar ya da Nefsin Esaret Zincirleri

  1. Kulak – Hakikatin Kapısı mı, Batılın Borazanı mı?

Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla kulak, ruhun işitme penceresidir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satılmaz, nefis ve heva yolunda kullanılırsa, boş sözleri, gıybeti, günah çağrılarını duymakla kirlenir. Ama Hak yoluna verilirse, Kur’ân tilâveti, ilim meclisleri, nasihatler ve hikmetli sözlerle kalbi besler.

Kur’ân, kulağın bu iki halini şöyle beyan eder:

“Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar.” (Zümer, 39/18)

“Onların kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” (A‘raf, 7/179)

Tarih boyunca hakikati kabul edenlerin çoğu, önce kulaklarını açarak başlamıştır. Medine’de Hz. Mus‘ab bin Umeyr’in tebliğini duyan Sa‘d bin Muaz, sadece birkaç ay içinde bütün kavmini İslam’a davet etmiştir. Buna karşılık, Mekke müşrikleri, Resûlullah’ın sesini duymamak için kulaklarını tıkamış, hakikati reddetmiştir.

Modern psikoloji de işitmenin sadece fiziksel değil, anlam yükleme süreci olduğunu söyler. Bu yüzden hakikati duymak, sadece sesleri almak değil, niyeti ve yönelişi doğru ayarlamaktır.

  1. Kalp – Arşın Aynası mı, Hevanın Esiri mi?

Bediüzzaman, kalbi yalnızca kan pompalayan bir organ olarak değil, imanın merkezi ve manevî idrak cihazı olarak görür. İmanla nurlandığında kalp, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan bir ayna olur. İmansız kaldığında ise, nefsin arzularına esir düşer, karanlık bir kuyuda boğulur.

Kur’ân kalbin bu iki halini çok çarpıcı biçimde anlatır:

“Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra‘d, 13/28)

“Hayır! Onların işledikleri günahlar, kalplerini paslandırdı.” (Mutaffifin, 83/14)

Tarihî misallerde, kalbi imanla dolu olanlar her zorlukta metin durmuştur. Hz. Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışı, işte bu nurla atan kalbin sesidir. Buna karşılık, kalbi mal sevgisiyle mühürlenen Ebu Cehil, hakikatin bütün delillerini görmesine rağmen kibirden dönmemiştir.

Modern tıpta “kalp-beyin bağlantısı” araştırmaları, duyguların ve kararların kalple de doğrudan ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Manevî terbiye olmadan kalbin huzur bulmaması, sadece dini değil bilimsel bir hakikattir.

  1. Genel Kapanış – Emaneti Sahibine Teslim Etmek

Artık elimizde beş ana emanetin (akıl, göz, dil, kulak, kalp) imanla ve imansız kullanım tablosu var:

Emanet :İmanla Kullanım, İmansız Kullanım

Akıl :Kâinatın sırlarını açar ,
Geçmiş ve gelecek azabını yükler
Göz: İlahi sanatı seyreder,
Nefsin haz penceresi olur
Dil: Şükrü dillendirir,
Mide kapıcılığına düşer
Kulak: Hakikati duyar, Boş ve günah sözleri işitir
Kalp: Allah’ın zikriyle huzur bulur, Hevanın ve günahın esiri olur

Bu hakikatleri toplayan bir ayet:
“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58)

Bu ayet, sadece maddî emanetleri değil, organlarımızı ve kabiliyetlerimizi de kapsar. Zira onlar da bize emanettir ve sahibinin rızasına uygun kullanılmalıdır.

Özet

Bu makale serisi, akıl, göz, dil, kulak ve kalbin imanlı ve imansız kullanımını ele aldı. İman, bu cihazları ebedî saadet anahtarlarına dönüştürürken; iman eksikliği, onları nefsin hizmetine indirir. Ayetler, tarihî ibretler ve bilimsel verilerle desteklenen bu tablo, insanın emaneti sahibine teslim etmesi gerektiğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Dil ve Tad Alma Duyusu: İlahi Bir Kapı mı, Nefsin Kapıcısı mı?

Dil ve Tad Alma Duyusu: İlahi Bir Kapı mı, Nefsin Kapıcısı mı?

“Dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
….Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazîne-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvâfık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min, imâniyle Hàlıkının emânetini, Onun nâmına ve izni dairesinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesâbına çalıştırmasıdır.”

*******

İnsan bedenindeki her organ, Allah’ın insana verdiği bir emanet, bir imtihan vesilesi ve aynı zamanda bir nimet kapısıdır. Dil ve onun üzerindeki kuvve-i zâika (tat alma duyusu) ise, çoğu zaman fark edilmeyen ama hem maddî hem manevî anlamda insanın yolunu belirleyebilecek kadar etkili bir alettir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu hassanın iki farklı kullanımını çarpıcı bir benzetmeyle ifade eder:

Nefis ve mide hesabına çalışırsa, yalnızca midenin deposuna hizmet eden, “bir tavla kapıcısı” derekesine düşer.

Rezzâk-ı Kerîm’in hesabına çalışırsa, rahmet hazinelerinin inceliklerini gözetleyen, kudret matbahlarının lezzetlerini tanıyıp şükreden bir “müfettiş-i şâkir” makamına yükselir.

  1. Hikmet Yönü

Tat alma duyusu, yalnızca yiyecekleri ayırt etmek için değil, aynı zamanda şükür kapısını açmak için verilmiştir. Her lokmada binlerce kimyevî olay gerçekleşir; dil, bu olayların hem sağlık açısından güvenlik kontrolünü yapar hem de nimetlerin lezzetini hissederek sahibine şükür ilham eder.
Bu yüzden Kur’ân, nimetin tadını hissetmeyi şükürle tamamlar:

> “Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 7/31)

  1. Edebi Yönü

Bediüzzaman’ın “tavla kapıcısı” ve “rahmet hazinesi nazırı” benzetmeleri, dilin değerindeki uçurumu göz önüne serer. Bu zıtlık, tezat sanatı ile dilin, iman ve niyete göre aşağıların aşağısına veya yücelerin yücesine çıkabileceğini gösterir. Aynı organ, ya nefsin hizmetkârıdır ya da Rabbin sofrasının şükürkârı…

  1. Tarihî Yönü

Tarihte bazı toplumlar, tad alma zevkini sınır tanımaz bir şekilde putlaştırmış, gıda lüksü ve oburluk yüzünden çöküşe uğramıştır. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde aşırı yemek kültürü, toplumsal çürümenin sembollerinden biri olmuştur. Buna karşılık, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi az yiyerek çok şükreden önderler, tat alma duyusunu hikmetli ve dengeli kullanmışlardır.

  1. İlmi ve Bilimsel Yönü

Modern biyoloji, dilin tat alma tomurcuklarının yalnızca tat almak için değil, aynı zamanda zehirli veya bozuk gıdaları fark ederek vücudu korumak için yaratıldığını göstermektedir. Dil üzerindeki yaklaşık 10.000 tat tomurcuğu, tatlı, tuzlu, ekşi, acı, umami yani lezzetli tuzlu tat gibi beş temel tadı farkeder.
Bu hassas sistem, tesadüfle açıklanamayacak kadar kompleks bir yaratılışın delilidir.
Kur’ân bu gerçeğe işaret eder:

> “Size gökten su indirdi; onunla çeşit çeşit bitkiler çıkardık… Onlara bakın; meyvelerine, olgunlaşmasına…” (En’âm, 6/99)

  1. Akli ve Mantıki Yönü

Mantıken, dil yalnızca bir “tat alma cihazı” değildir; insanın nimet karşısındaki tavrını belirleyen bir imtihan noktasıdır. Eğer tat alma, sadece haz alma amacıyla kullanılırsa, insan bir zevk kölesi hâline gelir. Ama tat, nimeti Yaratan’a şükür vesilesi olarak değerlendirilirse, basit bir biyolojik faaliyet, yüksek manevî bir ibadet olur.

  1. İbret Boyutu

Dünyada dilini ve tat alma duygusunu israf, hırs ve harama yönlendirenler; ahirette bu nimetin hesabını vereceklerdir. Nitekim Kur’ân, “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8) ayetiyle bu gerçeği haber verir.
Diğer yandan, şükürle yaşayan mümin, hem dünyada hem ahirette ebedî sofralara davet edilecektir:

> “Cennet halkı, ‘Allah’a hamdolsun, bizden hüznü giderdi.’ derler…” (Fâtır, 35/34)

Müradif Ayetler

“O, sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratandır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minûn, 23/78)

“Helal ve temiz olanlardan yiyin ve Allah’ın nimetlerine şükredin.” (Nahl, 16/114)

“İnsan, yediğine bir baksın.” (Abese, 80/24)

Özet

Dil ve tat alma duygusu, insana sadece lezzet için değil, nimeti tanıyıp şükretmek için verilmiştir. Nefis için kullanıldığında, insanı basit bir mide kapıcılığına indirir; Allah için kullanıldığında ise, rahmet sofralarının değerli bir gözcüsü ve şükürkârı yapar. Mümin, bu emaneti iman çerçevesinde kullanarak Cennet’e layık bir mahiyet kazanır; kâfir, emanete hıyanet ederek Cehennem’e uygun bir hâl alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Göz: İlahi Bir Pencere mi, Nefsin Hizmetkârı mı?

Göz: İlahi Bir Pencere mi, Nefsin Hizmetkârı mı?

“Göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.
…..Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede?
…Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvâfık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min, imâniyle Hàlıkının emânetini, Onun nâmına ve izni dairesinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesâbına çalıştırmasıdır.”

*******

İnsana verilen her duyu, İlahi bir emanet ve imtihan vesilesidir. Göz ise, bu emanetlerin en dikkat çekici ve en çok imtihan edilenlerinden biridir. Bediüzzaman Said Nursî, gözün iki yönlü kullanılabileceğini çarpıcı bir şekilde tasvir eder:

Nefis hesabına kullanıldığında, geçici güzelliklere ve heveslere bakan, şehveti besleyen bir vasıta olur.

Allah hesabına kullanıldığında ise, kâinat kitabını okuyan, sanat-ı İlahiye seyreden ve rahmet çiçeklerinden hakikat balı toplayan mübarek bir arı derecesine yükselir.

  1. Hikmet Yönü

Göz, yalnızca maddi âlemi görmek için verilmiş bir kamera değildir. Hakikatte o, insan ruhunun kâinat penceresidir. Nefis hesabına çalıştığında, gözün gördükleri insanı hem günaha hem de boş ve geçici meşgalelere sürükler. İmanla çalıştığında ise, her manzarada Allah’ın isimlerini, kudretini ve rahmetini okuyan bir tefekkür aleti hâline gelir.

  1. Edebi Yönü

Bediüzzaman’ın “adi bir kavvat” ile “kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı” benzetmesi, gözün değerindeki uçurumu gösterir. Burada tezat sanatı kullanılmış; aynı organ, iman ve niyete göre iki zıt noktaya ulaşır:

Biri alçaltıcı bir vasıf (kavvat = günaha aracı olan göz)

Diğeri yücelten bir vasıf (ilahi kütüphanede araştırmacı bir gözlemci)

  1. Tarihî Yönü

Tarih boyunca, gözünü Allah’ın kudretini okumaya adayanlar büyük keşifler ve sanat eserleri ortaya koymuşlardır. İbn Heysem’in optik ilmi üzerine çalışmaları, gözün ilim ve hikmete nasıl hizmet edebileceğinin en güzel örneklerindendir. Öte yandan, gözünü nefsin oyuncağı yapan toplumlar, yozlaşma ve çöküşe sürüklenmiştir. Roma’nın son dönemindeki ahlaki çürüme bunun tarihî bir delilidir.

  1. İlmî ve Bilimsel Yönü

Modern nörobilim, gözün saniyede milyonlarca bilgiyi beyne ileten muazzam bir organ olduğunu ortaya koymuştur. Retina, yaklaşık 130 milyon fotoreseptör hücre içerir. Bu muhteşem sistem, rastgele değil, son derece hikmetli bir tasarımın eseridir.
Kur’ân’da bu gerçek, “Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mülk, 67/23) ayetiyle ifade edilir.

  1. Akli ve Mantıki Yönü

Mantık açısından, göz yalnızca görme işlemi yapmaz; gördüğünü yorumlama ve anlamlandırma sürecine kapı açar. Eğer bu anlamlandırma iman perspektifi ile yapılmazsa, gözün gördüğü şeyler yanlış yorumlanır ve kişiyi hatalı sonuçlara götürür. İman, göze yalnız görmeyi değil, doğru görmeyi öğretir.

  1. İbret Boyutu

Dünyada gözünü harama kapatıp hakikate açan mümin, ahirette Cennet’in güzelliklerini görecektir. Nefsin emrine giren göz ise, dünyada süflî arzulara dalar, ahirette ise cehennem azabını görecektir.
Kur’ân, bu hakikati şöyle haber verir:

> “(Seni yalanlayanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur..” (Hac, 22/46)
“Onlar dünyada körlük ettiler, biz de onları kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Tâhâ, 20/124)

Müradif Ayetler

“Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar…” (Nur, 24/30)

“Yeryüzünde olanlara bakmazlar mı?” (Gâşiye, 88/17)

“De ki: Gözlerinizi açın ve bakın!” (En’am, 6/46)

Özet

Göz, ruhun kâinata açılan penceresidir. Nefis için kullanıldığında, sahibini günaha ve geçici heveslere götüren düşük bir hizmetkâr olur. Allah için kullanıldığında ise, kâinat kitabını okuyan, sanat-ı İlahiye şahitlik eden ve hakikati arayan bir seyyah derecesine yükselir. Mümin, gözünü Hâlık’ın izni dairesinde kullandığı için Cennet’e layık olur; kâfir, onu nefsin emrine verdiği için Cehennem’e uygun bir mahiyet kazanır. Göz, hem dünyada hem ahirette saadetin veya felaketin kapısını açabilecek bir emanettir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Akıl: İki Uçlu Bir Kılıç – İlahi Emanet mi, Nefsin Esiri mi?

Akıl: İki Uçlu Bir Kılıç – İlahi Emanet mi, Nefsin Esiri mi?

“Akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz’âc ve tâcizinden kurtulmak için gàliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.
…..İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede?
….Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvâfık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min, imâniyle Hàlıkının emânetini, Onun nâmına ve izni dairesinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesâbına çalıştırmasıdır.” Sözler.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Sözler’de ifade ettiği üzere, akıl, insana verilen en kıymetli emanetlerden biridir. Fakat bu kıymet, onun kimin hesabına çalıştığına bağlıdır. Eğer akıl, Cenâb-ı Hakk’ın nâmına çalışırsa, kâinatın kapılarını açan bir anahtar olur; eğer nefsin emrine girerse, geçmişin acılarını ve geleceğin korkularını yükleyen, huzursuzluk kaynağı bir azap aracına dönüşür.

Kur’ân-ı Kerîm, aklın bu iki yönünü şöyle çerçeveler:

> “Onlar ki, ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.” (Âl-i İmrân, 3/191)
“Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun?” (Hacc, 22/46)
“Onlar akıllarını kullanmazlar mı?” (Yâsîn, 36/68)

Bu ayetler, aklın iman penceresinden bakarak tefekkür etmesi gerektiğini açıkça ortaya koyar.

  1. Hikmet Yönü

Akıl, sahibini geçmişten ders çıkarmaya ve geleceğe hazırlanmaya sevk eder. Fakat iman olmadan, bu tefekkür, yalnızca acı ve korku doğurur. Bu sebeple, fâsık kimseler, aklın verdiği vicdan azabından kaçmak için sarhoşluğa, eğlenceye veya gaflete sığınır. İmanlı akıl ise, aynı geçmişi rahmetle, geleceği ise ümit ve ebedî saadetle yorumlar.

  1. Edebi Yönü

Bediüzzaman’ın “meş’um bir âlet” ile “kâinat anahtarı” benzetmesi, aklın iki uçlu bir kılıç gibi oluşunu çarpıcı şekilde resmeder. Aynı âlet, sahibini ya saadet-i ebediyeye ya da ebedî felakete götürebilir. Bu, kelime seçimleri ve karşıtlık sanatıyla (tezat) güçlü bir edebî tablo oluşturur.

  1. Tarihî Yönü

Tarih, aklını imanla birleştirenlerin insanlığa ilim, medeniyet ve adalet taşıdığı örneklerle doludur: İbn Sînâ, Farabî, Birunî gibi âlimler, aklı vahyin rehberliğinde kullanarak hem dünyayı hem ahireti kazandıracak eserler bırakmışlardır. Buna karşılık, aklını yalnız nefsin ve dünyevî çıkarın emrine verenler, çoğu zaman zulüm, savaş ve tahribat mirası bırakmıştır.

  1. İlmî ve Bilimsel Yönü

Modern psikoloji, insan zihninin “geçmiş” ve “gelecek” arasında sürekli gidip geldiğini, bunun ise stres ve kaygının ana kaynağı olduğunu ortaya koyar. İnanç, bu kaygıyı azaltan en güçlü faktörlerden biridir. Çünkü iman, geçmişin acılarını “takdir-i İlahi”ye, geleceğin endişesini ise “tevekkül”e bağlayarak psikolojik huzur sağlar.

  1. Akli ve Mantıki Yönü

Mantık açısından, akıl bağımsız bir amaç değil, araçtır. Araçlar, ancak doğru hedeflere yönlendirildiklerinde faydalı olur. İman, akla doğru hedefi gösterir; ahlak ise ona doğru istikameti verir. Aksi hâlde, akıl, sahibini yanlış hesaplarla en büyük zarara sürükleyebilir.

  1. İbret Boyutu

İmanla beslenen akıl, insanın mahiyetini Cennet’e layık bir seviyeye çıkarır; imansız akıl ise, Cehennem’e uygun bir hale getirir. Bu, hem bireysel hayat hem de toplum hayatı için geçerli bir yasadır. İmanlı akıl, topluma adalet, merhamet ve ilim getirir; imansız akıl, zulüm, sömürü ve kargaşa üretir.

Müradif Ayetler

“Kim Allah’ı anmaktan yüz çevirirse, ona şeytanı musallat ederiz.” (Zuhruf, 43/36)

“Şüphesiz ki akleden bir kavim için bunda ibretler vardır.” (Nahl, 16/12)

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)

Özet

Akıl, insana verilen ilahi bir emanettir. İmanla birleştiğinde, kâinatın anlamını çözen bir anahtar ve ebedî saadete götüren bir rehber olur. İmandan koparsa, geçmişin acılarını ve geleceğin korkularını taşıyan, huzursuzluk veren bir yük haline gelir. Mümin, aklı Hâlık’ın izni dairesinde kullandığı için Cennet’e layık olur; kâfir, onu nefse hizmet ettirdiği için Cehennem’e uygun bir mahiyet kazanır. Bu yüzden akıl, doğru istikamette kullanılmadığında en büyük zararı sahibine verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Zelzele ve İlahi İkaz: Gafletin Perdesini Yırtan Bir Hakikat

Zelzele ve İlahi İkaz: Gafletin Perdesini Yırtan Bir Hakikat

“Nasıl oluyor ki küre-i arzın benî-Âdem’den, bâhusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebaen mensur gösterip müthiş bir yeise atarlar. Hem büyük bir hata hem büyük bir zulüm ederler.

   Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki cehenneme döker. Ehl-i şükre “Haydi, cennete buyurun!” der.”
Sözler

Bediüzzaman Said Nursî’nin Sözler’de dile getirdiği bu derin hakikat, tabiî görünen felâketlerin ardındaki manevî sebepleri ve ilahî hikmetleri anlamamıza ışık tutar. Ona göre, küre-i arz, özellikle ehl-i imandan sadır olan gaflet hâllerini ve küfran-ı nimet kokan davranışları manevî bir ağırlık gibi hisseder. Bu ağırlık, yer sarsıntıları veya diğer musibetler şeklinde tecelli edebilir. Ancak bu hâdiseleri “gayesiz” veya “tesadüfî” zannetmek, hem aklî hem de dinî bakımdan büyük bir hatadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikati teyit eden birçok ayet vardır:

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu da affeder.” (Şûrâ, 42/30)

“Onlara açık bir musibet gelince, ‘Bu, Allah’ın bize verdiği bir cezadır’ dediler.” (A’râf, 7/134)

“Andolsun ki biz, onlara en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız; ta ki dönerler.” (Secde, 32/21)

Bu ayetler, musibetlerin hikmet yönüne işaret eder: İlâhî ikaz, günahların kefareti ve kulları gaflet uykusundan uyandırmak.

  1. Hikmet Yönü

Musibetler, özellikle ehl-i iman için, maddî kayıplarını “sadaka” hükmüne çevirir. Yani dünya malının faniliği içinde, musibetle giden mallar, ahiret sermayesi olur. Böylece mümin, hem günahlarının affına hem de ebedî mükâfata mazhar olur. Bu, Allah’ın “Rahîm” ve “Hakîm” isimlerinin bir tecellisidir.

  1. Edebi Yönü

Küre-i arzın “omuz silkmesi” ifadesi, mecaz yoluyla dünyanın da bir canlı gibi ilâhî emre tâbi olduğunu hissettirir. İnsanların gafletle süslediği, fakat şükürden uzak kıldığı beşerî eserler, bir gün “çirkin” görülüp silinecektir. Bu, kıyamet sahnelerinin edebî bir tasviridir:

“O gün yer, Rabbinin vahyiyle haberlerini anlatır.” (Zilzâl, 99/4-5)

  1. Tarihî Yönü

Tarihte büyük felaketlerin, toplumların manevî bozulmalarıyla bağlantılı olduğuna dair çok sayıda kayıt vardır. Nuh kavmi, Lût kavmi, Âd ve Semûd gibi topluluklar, sadece tabii felaketlerle değil, aynı zamanda ilâhî gazapla helâk olmuşlardır. Bu olaylar, Kur’an’da tekrar tekrar zikredilir ki ibret alınsın:

“Her birini günahları sebebiyle yakaladık.” (Ankebût, 29/40)

  1. İlmî ve Bilimsel Yönü

Depremler, yer kabuğundaki fay hatlarının hareketiyle açıklanır. Ancak bu açıklama, olayın sadece “sebep” boyutudur. Kur’ân, maddî sebebi reddetmez; fakat sebeplerin ardında ilâhî kudretin işlediğini bildirir. Yani fizik kanunları, Allah’ın kudret kalemiyle yazdığı hikmetli kanunlardır. Bu bakış açısı, bilimi inkâr etmeden, ona anlam kazandırır.

  1. Akli ve Mantıki Yönü

Tesadüf, kör bir süreçtir; gayesi ve hesabı yoktur. Oysa musibetler, insan hayatında uyarıcı etkiler yapar, toplumsal dengeleri değiştirir, bireyi tevbe ve muhasebeye yönlendirir. Bu sonuçlar, bilinçli bir planın işareti olup, kör tesadüfle açıklanamaz.

  1. İbret Boyutu

Bediüzzaman’ın kıyamet tasviri, bugünkü modern şehirlerin, gökdelenlerin, teknolojik mucizelerin de bir gün “şükürsüzlük” ve “şirk” sebebiyle silineceğini hatırlatır. Bu, hem dünyevî hırslarımızın boşluğunu hem de ebedî yurdun değerini gösterir.

Özet

Zelzele ve benzeri musibetleri “gayesiz” görmek, hem akla hem dine zıttır. Bu hadiseler, İlâhî hikmetle, ehl-i imanın günahlarına kefaret, mallarını ebedîleştiren bir sadaka ve gaflet perdesini yırtan bir ikazdır. Kur’ân, bu hakikati defalarca bildirir; tarihteki helâk olayları da bunun canlı örnekleridir. Depremler, maddî sebeplerle açıklansa da ardındaki manevî maksat, Allah’ın kullarına olan merhamet ve uyarısıdır. Tesadüf değil, İlâhî takdirdir; bu bilinçle bakmak, hem dünyayı hem ahireti kurtarır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Zamanın ve İmtihanın İki Yüzü: Hayatın Anlamını Keşfetmek

Zamanın ve İmtihanın İki Yüzü: Hayatın Anlamını Keşfetmek

İnsanlık tarihi, sürekli bir arayışın, sorgulamanın ve anlamlandırma çabasının öyküsüdür. Kimileri için bu arayış, sonsuz bir boşluğa uzanan anlamsız bir yolculuk gibidir. Oysa ki, kainatın ve insanın yaratılışı, en ince detayına kadar bir hikmet ve anlam ihtiva eder. Bu hikmeti kavramak, insanın bu kısa ömrünü en verimli şekilde kullanmasını sağlar. Ne yazık ki, çoğu zaman “Ömür kısa, vakit az..” gerçeği, ancak bir kayıp yaşandığında veya sona yaklaşıldığında idrak edilir. Tıpkı bir ağacın yaprağı gibi, her birimiz rüzgârın önünde sallanıyor ve eninde sonunda toprağa düşüyoruz. Bu gerçek, hayatın değerini anlamak için bir tokat gibi yüzümüze vurur.

Bu kısa ömrü, bir misafirhaneye benzetebiliriz.
“Dünyâ bir misafirhânedir.” diyen Bediüzzaman Said Nursi, bu benzetmeyle hayatın geçiciliğini ve asıl sahibi olan Allah’ın (Mihmândâr-ı Kerîm) misafiri olduğumuzu hatırlatır. Bir misafir gibi, bu hanede bize sunulan nimetleri O’nun izni dairesinde yiyip içmeli, şükretmeli ve O’nun koyduğu kanunlar çerçevesinde hareket etmeliyiz.
Misafirhanede sürekli kalacakmış gibi davranmak, geçici olan şeylere bağlanıp boğulmak, büyük bir yanılmadır. Hayat, bize ait olmayan ve bizden ayrılacak olan fani şeylere bağlanarak israf edilmemelidir.
Misafirliğin bitip, “Sonra arkana bakma, çık, git” emrinin geldiği o an, her birimiz için kaçınılmaz bir sondur.

Hayatın bu geçici ve imtihan dolu doğası, karşımıza çıkan olayları nasıl değerlendireceğimiz sorusunu da beraberinde getirir.

“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara Suresi, 216). Bu ayet, insanın sınırlı aklı ve bilgisiyle olayları tam olarak kavrayamayacağını, asıl hikmetin Allah’ta olduğunu öğretir.
Bazen en büyük felaketler, insanı olgunlaştıran ve ona yeni kapılar açan birer vesile olabilir. Öte yandan, arzu ettiğimiz en büyük nimetler, bizi yoldan saptıracak birer imtihan olabilir. Bu durum, insanı daima tevazu içinde olmaya ve her durumda Allah’a teslimiyete çağırır.

Bu bilinçle yaşamak, insana her halükarda Allah’a yönelmeyi ve O’ndan yardım dilemeyi öğretir. Hayatın gelgitleri karşısında en güçlü sığınak, yaratıcımıza yönelerek yapılan bir duadır.
“Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.”
Bu dua, insanın acizliğini, Allah’a olan muhtaçlığını ve O’na olan teslimiyetini ifade eder. Bu, sadece bir yakarış değil, aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Hayat, bize verilmiş bir emanettir ve bu emanete sahip çıkmak, onu doğru bir şekilde kullanmak, ancak ve ancak bizi Yaratan’ın yolunda yürümekle mümkündür.

Özet
Bu makale, hayatın ve imtihanın derin anlamını dört ana başlıkta ele almaktadır.
İlk olarak, “Ömür kısa, vakit az..” sözüyle hayatın kısalığına ve bu gerçeğin ancak kayıp yaşandığında anlaşıldığına dikkat çekilir.
İkinci olarak, “Dünya bir misafirhanedir” benzetmesiyle, dünya hayatının geçiciliği ve Allah’a karşı misafirlik bilinciyle yaşamanın önemi anlatılır.
Üçüncü olarak, Bakara Suresi’nden iktibas edilen ayetle, insanın sınırlı bilgisi karşısında olayların görünen yüzüyle değerlendirilmemesi, hayır ve şerrin ancak Allah katında bilineceği fikri işlenir.
Son olarak, “Ya Rab! Kusurumuzu affet…” duasıyla, hayatın tüm zorlukları karşısında Allah’a sığınmanın, O’nun emanetine sahip çıkmanın ve O’na teslim olmanın önemi ifade edilir.
Bu dört kavram, birbiriyle bütünleşerek, insan hayatının anlamlı bir bütünlük içinde nasıl yaşanabileceğine dair derin bir rehberlik sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Hayatın Hikmeti ve Kâinatın Anlamı

Hayatın Hikmeti ve Kâinatın Anlamı

İnsan, var olduğu andan itibaren hayatın anlamını, kâinatın sırrını ve kendi varoluşunun gayesini sorgulamıştır. Ele aldığımız bu dört hakikat, bu derin sorulara ışık tutan, birbirinden bağımsız gibi görünen ama özünde aynı hakikate işaret eden dört temel ders sunmaktadır. Bu makale, bu dersleri edebi, tarihi ve ibretli bir bakış açısıyla ele alarak, insana yaratılış gayesini ve kâinattaki yerini hatırlatmayı amaçlamaktadır.

  1. Kâinatın Sonsuz Kudreti ve Sanatı

İlk olarak, güneş sistemini ve güneşimizin ve yıldızların sonsuz kudretle nasıl yakıldığını bakalım. “Asa-yı Musa” adlı eserden alıntılanan metinde, güneşin yanması için gerekli olan devasa yakıt miktarını hayal gücümüzü zorlayan bir şekilde tasvir ederek, bu işin sadece bir doğa olayı olmadığını, aksine bir Yaratıcı’nın sınırsız gücünün eseri olduğunu anlatır. İnsanın icat ettiği bir elektrik lambasının, kendi kendine yanıp sönmediği gibi, kâinatın en büyük lambası olan güneş de kendiliğinden yanmaz ve sönmez.
Bu durum, bizlere kâinatın her noktasında tecelli eden sonsuz ilim ve kudretin birer nişanesi olduğunu gösterir. Tarihte nice medeniyetler, gökyüzüne bakıp yıldızları, gezegenleri incelemiş ve onların hareketlerindeki düzeni, yaratıcının varlığına bir delil olarak görmüşlerdir. Antik Yunan’dan İslam medeniyetine kadar astronomi ilmi, sadece bir bilim dalı olarak değil, aynı zamanda ilahi kudreti keşfetme yolunda bir ibadet olarak da görülmüştür.

  1. Dünyanın Geçiciliği ve Misafirliği

Bediüzzaman Said Nursi’nin “bu dünya… hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir” sözü, hayatın en temel gerçeklerinden birini dile getirir. Dünya, ebedi bir yurt değil, gelip geçici bir konaklama yeridir. Tıpkı çölde yol alan bir kervanın, geceyi geçirmek için bir kervansaraya sığınması gibi, bizler de bu dünyada kısa bir süreliğine konaklarız.
Bu fani dünya misafirhanesinde yaşarken, ebedi bir yolculuğa hazırlandığımızı unutmamalıyız. Tarih boyunca, bu gerçeği idrak eden nice insanlar, mal ve mülk sevgisini ikinci plana atarak, ahirete yatırım yapmışlardır. Yunus Emre’nin “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” sözü, bu fani dünyanın aldatıcılığına karşı bir uyarıdır. Hayatın anlamını sadece maddi zenginliklerde arayanlar, bu geçici misafirhaneden ayrılırken hiçbir şey götüremeyeceklerini anladıklarında büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar.

  1. Varoluşun Gayesi: Kulluk

Zâriyât Suresi’nin 56. ayeti, varoluşumuzun en temel gayesini açıklar: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Bu ayet, hayatın bütün karmaşıklığı içinde, bize net bir hedef sunar. Dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu idrak eden bir insan, bu misafirhanede ne yapması gerektiğini de bilir. O da, bizi bu dünyaya gönderen Yüce Yaratıcı’ya kulluk etmektir.
Kulluk, sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetlerden ibaret değildir. Kulluk, hayatın her anında Allah’ın rızasını gözetmek, O’nun emirlerine uymak ve nehiylerinden kaçınmaktır. Adaletli olmak, dürüst olmak, merhametli olmak, doğaya saygı duymak, hepsi birer kulluk tezahürüdür. İnsanın yaratılış gayesini anlaması, ona hayatında bir düzen ve anlam verir. Aksi takdirde, gayesiz ve anlamsız bir hayat, insanı boşluğa ve mutsuzluğa sürükler.

  1. Hakikati Söyleme Sanatı

Said Nursi’nin “Her söylediğin hak olsun, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur” sözü, hikmetli konuşmanın ve hikmetli davranmanın önemini anlatır. Bazen hakikat, muhatabın kaldıramayacağı bir yük olabilir veya yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Bu nedenle, hakikati söylemenin de bir zamanı, yeri ve üslubu vardır.
Tarihte, nice hikmet sahipleri, hakikati insanlara anlatırken bu prensibi uygulamışlardır. Peygamberler dahi, tebliğlerini muhatabın durumuna göre, adım adım ve yumuşak bir dille yapmışlardır. Önemli olan, karşıdaki kişiyi kazanmak ve doğruya yönlendirmektir, onu hakikatle boğmak değil. Bu söz, bize sadece ne söylememiz gerektiğini değil, nasıl söylememiz gerektiğini de öğretir. Sözün hikmetli kullanılması, insan ilişkilerini güçlendirir ve toplumsal barışa katkıda bulunur.

Sonuç ve Özet
Bu hakikaler, birbirini tamamlayan dört temel dersle, hayatın anlamı ve kâinatın sırrı üzerine derin bir düşünce yolculuğuna çıkarır. Kâinatın sonsuz bir kudretin eseri olduğunu idrak etmek, dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu bilmek, varoluşumuzun gayesinin kulluk olduğunu anlamak ve nihayetinde hakikati hikmetle ifade etmeyi öğrenmek… Bu dersler, bizi sadece maddi bir varlık olmaktan çıkarıp, manevi bir derinliğe ulaştırır ve hayatımızı anlamlı kılar.

Özet
* Kâinatın Kudreti: Güneş ve gezegenler, sınırsız bir kudretin eseridir. Bu düzen, bizi Yaradan’ın varlığına ve gücüne inanmaya davet eder.
* Dünya Misafirhanesi: Dünya, gelip geçici bir konaklama yeridir. Ebedi yurdumuza hazırlanmak, bu misafirhanede yapmamız gereken en önemli iştir.
* Kulluk: İnsan ve cinlerin yaratılış gayesi Allah’a kulluktur. Bu kulluk, sadece ibadetlerden ibaret değil, hayatın her alanında Allah’ın rızasını gözetmektir.
* Hikmetli Konuşma: Hakikati söylemenin de bir edebi ve zamanı vardır. Bazen her doğruyu söylemek yerine, hikmetle ve üslupla konuşmak daha faydalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

ŞEMS SURESİ

ŞEMS SURESİ

1) «Ve’ş-şemsi ve duhâhâ» — “Güneş’e ve kuşluk vaktine yemin.”

Tefsir yönü: Güneş’in düzeni ve bereketi, ilâhî saltanatın parlak bir delili olarak şahit gösterilir.
Murâdif ayetler: Yâsîn 38–40; Rahmân 5; Nahl 12.
Aklî-ilmî izah: Güneş’in stabil enerjisi (nükleer füzyon, ~ W) Dünya’daki iklim, fotosentez ve biyosferin ana kaynağıdır; “duhâ” gün ışığının canlılık için optimum aralığına işaret eder.
RNK yönlendirme: Şuâlar, “Âyetü’l-Kübrâ: semâvât ve güneş bürhanları”; Sözler, “Onuncu Söz (Haşir) — kâinat kitabı delilleri.”

2) «Ve’l-kameri izâ telâhâ» — “Ve onu (Güneş’i) izlediğinde Ay’a.”

Tefsir yönü: Güneş-Ay uyumu—gece-gündüz döngüsünün tamamlayıcılığı.
Murâdif ayetler: Yûnus 5; Yâsîn 39; Furkân 61–62.
Aklî-ilmî izah: Ay’ın fazları Güneş ışığının yansımasıdır; gel-gitler, biyolojik ritimler ve takvim sistemlerinin temelini oluşturur.
RNK: Şuâlar, “Âyetü’l-Kübrâ — ay bürhanı”; Sözler, “Yirmi Dördüncü Söz — şükür ve nimetlerin tedbiri.”

3) «Ve’n-nehâri izâ cellâhâ» — “Gündüze; onu (yeryüzünü) aydınlattığında.”

Tefsir yönü: Gündüz, varlıkları görünür kılan ilâhî bir perdeyi açar.
Murâdif ayetler: Furkân 62; İsra 12; Nebe 11.
Aklî-ilmî izah: Gündüz, foton akışının artışıyla görme, fotosentez ve sirkadyen ritimlerin senkronuna imkân verir.
RNK: Şuâlar, “Âyetü’l-Kübrâ — zeminin tezyîni”; Mesnevî-i Nuriye, “Habbe — kâinat kitabının okunması.”

4) «Ve’l-leyli izâ yağşâhâ» — “Geceye; onu (yüzleri/ufku) bürüdüğünde.”

Tefsir yönü: Gece, tefekkür ve sükûnun zamanı; nimetin zıddıyla bilinmesi.
Murâdif ayetler: Yâsîn 37; Zuhruf 61? (daha uygun) İsra 12; Leyl 1–2.
Aklî-ilmî izah: Melatonin salınımı, uyku mimarisi, hücresel onarım; ekosistem için gece-gündüz dengesinin lüzumu.
RNK: Sözler, “Otuz Üçüncü Söz — gece ve gündüzün hikmeti”; Lem’alar, “Yirmi Dördüncü Lem’a — ubûdiyetin lezzeti.”

5) «Ve’s-semâi ve mâ benâhâ» — “Göğe ve onu bina edene andolsun.”

Tefsir yönü: Semâ, kudret ve hikmetin “bina” metaforuyla zikri; nizam ve ölçü.
Murâdif ayetler: Mülk 3; Zâriyât 47; Gâşiye 18.
Aklî-ilmî izah: Kozmik sabitler, ince ayar; galaksi-yıldız mimarisi. “Benâ” ifadesi düzenli kurulum ve sürekliliğe delâlet eder.
RNK: Şuâlar, “Âyetü’l-Kübrâ — semâvât faslı”; Sözler, “Yirmi Beşinci Söz — Kur’ân’ın i’câzında kâinat dili.”

6) «Ve’l-ardı ve mâ tahâhâ» — “Yere ve onu döşeyene.”

Tefsir yönü: Yeryüzünün “döşenmişliği”: yaşama elverişli sahne.
Murâdif ayetler: Nâzi‘ât 30; Gâşiye 20; Nahl 15.
Aklî-ilmî izah: Jeoid yapı, tektonik denge, su döngüsü ve atmosfer pencereleri; “tahâ” yaşanabilirlik (habitability) vurgusudur.
RNK: Sözler, “Yirmi Üçüncü Söz — rubûbiyetin tanzimi”; Lem’alar, “İktisat Risalesi — rızık ve arzın sofraları.”

7) «Ve nefsin ve mâ sevvâhâ» — “Nefse ve onu düzgünleştirene.”

Tefsir yönü: İnsan benliğinin ölçülü yaratılışı; istidatların terkip ve denge hâli.
Murâdif ayetler: Tin 4; İnfitâr 7–8; Secde 9.
Aklî-ilmî izah: Beden-zihin bütünlüğü; biliş-duygu-irade üçlemesi; “tesviye” homeostatik dengeyi çağrıştırır.
RNK: Mesnevî-i Nuriye, “Zerre & Habbe — vicdanın dört penceresi”; Sözler, “Otuzuncu Söz — ene ve cihazatın mânâsı.”

8) «Fe elhemehâ fucûrahâ ve takvâhâ» — “Fıskını da takvâsını da ilham etti.”

Tefsir yönü: Vicdanî yönlendirme—iyi-kötü istikametlerini tanıtma.
Murâdif ayetler: Beled 10; İnsan 3; A‘râf 172 (fıtrî mîsak).
Aklî-ilmî izah: Ahlâk psikolojisinde “ahlâkî sezgi” ve evrensel kural duyarlılıkları; özgür irade ile norm farkındalığının birlikteliği.
RNK: Lem’alar, “İhlâs & Uhuvvet — nefis muhasebesi”; Sözler, “Yirmi Dokuzuncu Söz — ene ve marifet.”

9) «Kad efleha men zekkâhâ» — “Nefsini arındıran kurtuluşa erdi.”

Tefsir yönü: Tezkiye: günah kirlerini gidermek, fıtratı saflaştırmak.
Murâdif ayetler: A‘lâ 14–15; Mü’minûn 1–3; Nur 30–31.
Aklî-ilmî izah: Öz-düzenleme, alışkanlık dönüşümü ve karakter eğitimi; uzun vadeli esenlik (well-being) ile güçlü korelasyon.
RNK: Lem’alar, “Yirmi Altıncı Lem‘a — ihlâs/tezkiye düsturları”; Mektubat, “Yirmi Altıncı Mektup — nefis muhasebesi.”

10) «Ve kad hâbe men dessâhâ» — “Nefsini (günahla) örtüp kirleten hüsrana uğrar.”

Tefsir yönü: Fıtratı karartmak—günahı normalleştirmenin kalpteki hasarı.
Murâdif ayetler: Mutaffifîn 14 (ran/kalp pası); Bakara 7; Abese 17.
Aklî-ilmî izah: Bağımlılık döngüsü, rasyonalizasyon ve “ahlâkî körelme” mekanizmaları.
RNK: Sözler, “Yirmi Altıncı Söz — nefsin desiseleri”; Lem’alar, “Yirmi Birinci Lem‘a — istiaze ve günahın tedrici tahribi.”

11) «Kezzebet semûdu bi-tağvâhâ» — “Semûd, azgınlığı yüzünden yalanladı.”

Tefsir yönü: Tarihî ibret: inkârın kökü çoğu kez taşkın arzu ve çıkar.
Murâdif ayetler: A‘râf 73; Hûd 61–68; Kamer 23–25.
Aklî-ilmî izah: Toplumsal yozlaşmada lider-kitle etkileşimi ve “kolektif körlük.”
RNK: Sözler, “Yirmi Dördüncü Söz — nankörlük ve nimetin inkârı”; Şuâlar, “Âyetü’l-Kübrâ — kavimlerin akıbetlerinden ibret.”

12) «İz’inbe‘ase eşkâhâ» — “İçlerinden en şakî olan (kışkırtılıp) kalkınca.”

Tefsir yönü: Fitnenin çoğu kez “en azgın” bir öncünün eliyle tutuşması.
Murâdif ayetler: Kamer 26–29; Şems 14’le bağlantı.
Aklî-ilmî izah: Sosyal psikolojide “kıvılcım aktör” ve bulaşıcılık; kötü örneğin normları hızla bozması.
RNK: Mesnevî-i Nuriye, “Lem’aat — şeytanî desiseler ve cemaat psikolojisi.”

13) «Fe kâle lehum rasûlullâhi nâgatallâhi ve suqyâhâ» —

“Allah’ın devesine ve onun su hakkına (dokunmayın), dedi.”
Tefsir yönü: İlâhî emanet ve sınır: kamu hakkı/ni’met hakkına tecavüz yasak.
Murâdif ayetler: Hûd 64; A‘râf 73; Şuarâ 155.
Aklî-ilmî izah: Ortak varlıkların (su, mer‘a) korunması—“ortak havuz kaynakları” (commons) yönetimi; ihlâl, toplum çöküşünü hızlandırır.
RNK: Lem’alar, “İktisat Risalesi — nimet hakkı ve israf”; Sözler, “Yirmi Beşinci Söz — emanet ve şükür.”

14) «Fe kezzebûhu fe aqarûhâ fe demdeme aleyhim rabbuhum bi-zenbihim fe sevvâhâ»

“Onu yalanladılar; deveyi kestiler; Rableri günahları sebebiyle üzerlerine (azabı) bindirdi ve (yurtlarını) dümdüz etti.”
Tefsir yönü: İlâhî hududun topluca çiğnenmesi → kolektif mes’uliyet ve ibretlik akıbet.
Murâdif ayetler: Hûd 67–68; Kamer 30–31.
Aklî-ilmî izah: Suçun kurumsallaşması ve yaptırımın caydırıcılığı; tarihsel felaketlerin ahlâkî çözülmeyle korelasyonu.
RNK: Sözler, “On Birinci Söz — amel defteri ve karşılık kanunu”; Şuâlar, “Âyetü’l-Kübrâ — tarihî deliller.”

15) «Ve lâ yehâfu ‘uqbâhâ» — “(Allah) bunun bir sonucu olmaktan korkmaz.”

Tefsir yönü: Hüküm ve icrâsında kimseye hesap vermeyen mutlak kudret ve adâlet.
Murâdif ayetler: Âl-i İmrân 26–27; En‘âm 18; Mü’min 16–20.
Aklî-ilmî izah: “Nihai hâkim” ilkesi: kozmik ölçekte bağımsız, sınırsız bir otorite olmasa adalet tamamlanmaz; cezaya uygulanacak “üst merci” yoktur.
RNK: Sözler, “Otuz Birinci Söz — rubûbiyet ve hâkimiyet”; Mektubat, “Yirminci Mektup — vahiy ve ilâhî hâkimiyet.”

Kısa genel sonuç

Sûre, kâinat kitabındaki kozmik düzen (1–6) → insanın fıtrî donanımı ve ahlâkî sınavı (7–10) → tarihî bir vaka üzerinden (Semûd) toplumsal ibret (11–15) çizgisinde ilerler. “Yeminler” evrensel şahitlerdir; netice, tezkiye ile felâh; tersi, tesviye edilmiş fıtratı kirletmekle hüsrandır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

İmana Dair Dört Hakikat

İmana Dair Dört Hakikat

İnsanoğlunun hayatı, varoluşun en derin sırlarını içinde barındıran bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız her olay, her duygu ve her bilgi, bize Yaratıcı’nın kudret ve hikmetini fısıldar. İşte bize sunulan bu dört resim, bu fısıltılardan süzülmüş, birbirinden farklı gibi görünen ama özünde birbiriyle bütünleşen dört hakikati dile getirmektedir. Bu makale, bu hakikatleri derinlemesine ele alarak, onlardan çıkarılabilecek ibretleri ve düşündürücü noktaları sunmayı amaçlamaktadır.

  1. İçteki Düşman: Nifak

“Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur” ifadesiyle başlayan ve nifakın tehlikesini anlatan bir metin yer almaktadır. Dış düşmanla mücadele, birliğimizi ve gücümüzü artırırken, içerideki düşman olan nifak, bir milleti, bir ümmeti çökertir.
Risale-i Nur’dan İman ve Küfür Muvazeneleri bahsinde de belirtildiği gibi, nifakın en büyük zararı, kuvve-i maneviyeyi zayıflatması, cesareti azaltması ve milletin içinde fitne çıkarmasıdır. Tarihte nice medeniyetler, dış saldırılardan çok, içerideki nifakın zehirli oklarıyla yıkılmıştır.

Örneğin, Endülüs İslam Devleti’nin son dönemleri, bu gerçeğin acı bir isbatıdır. İç çekişmeler, taht kavgaları ve nifak tohumlarının yeşermesi, dış güçlerin işini kolaylaştırmış ve o görkemli medeniyetin yıkılmasına sebep olmuştur. İşte bu yüzden nifak, âlem-i İslâm’ı zelzeleye maruz bırakan en büyük tehdittir. Çünkü o, kalplerdeki imanı zayıflatır ve toplumsal dokuyu parçalar.

  1. Sebep ve Sonuç İlişkisinin Sırrı
    “Esbab ise bir perdedir” ifadesiyle, sebeplerin birer perde olduğu anlatılmaktadır. Bizler, bir elmanın yetişmesini toprağa, suya ve güneşe bağlarız. Ancak asıl yaratıcı kudretin, bu sebepleri birer araç olarak kullandığı gerçeğini göz ardı ederiz. Tohumun çatlamasından, meyvenin olgunlaşmasına kadar her aşama, Allah’ın benzersiz sanatının bir tecellisidir.
    Bu hakikat, hayatımızda karşılaştığımız tüm başarı ve başarısızlıklara bakış açımızı değiştirir. Başarımızı sadece kendi çabalarımıza bağlamak, bir nevi “şirk-i hafi” (gizli şirk) sayılabilir. Aksine, her başarıyı Allah’ın bir lütfu olarak görmek, O’na olan şükrümüzü artırır. Aynı şekilde, bir başarısızlıkla karşılaştığımızda da, sadece sebepleri değil, kaderin ve ilahi hikmetin bu işteki rolünü de düşünmeliyiz. Bu düşünce, bizi umutsuzluğa düşmekten korur ve her zaman Allah’a tevekkül etmeye yöneltir.
  2. Kadın ve Toplumsal Denge

“Kur’an’ın kadına sülüs verdiği için ayeti tenkid eder” ifadesiyle, kadının toplumsal statüsüne dair önemli bir noktaya değinilmektedir. Ayetin asıl maksadı, kadının bireysel özgürlüğünü kısıtlamak değil, toplumsal düzeni ve aileyi korumaktır. İslam hukuku, aileyi toplumun temeli olarak görür ve bu temeli sağlamlaştırmak için erkek ve kadına farklı roller yükler. Bu roller, cinsiyet ayrımcılığı değil, bir denge ve tamamlayıcılık prensibidir.
Tarihsel olarak, İslam medeniyetinde kadın, bilimde, sanatta ve yönetimde önemli roller oynamıştır. İslâm, kadına cahiliye döneminde sahip olmadığı hakları ve itibarı vermiştir. Hz. Hatice’nin ticaretle uğraşması, Hz. Âişe’nin hadis ilmindeki derin bilgisi, bu gerçeğin sadece birkaç örneğidir. Günümüzde de modern toplumda, kadın ve erkeğin rolleri tartışılsa da, İslam’ın getirdiği denge, sağlıklı bir aile ve toplum yapısı için hala geçerliliğini korumaktadır.

  1. Ahiret ve Yevm-i Kıyame
    Yasin Suresi’nden bir ayetle, ahiret gerçeği ve yeniden diriliş anlatılmaktadır. İnsanın topraktan yaratılışı ve tekrar toprağa dönüşü, bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Mezardan diriliş, Yasin Suresi’nde “Rahmân’ın vadeddiğidir” ifadesiyle, Allah’ın sonsuz rahmet ve kudretinin bir tecellisi olarak sunulur.
    Bu ayet, bizlere hayatın sadece dünya hayatından ibaret olmadığını, asıl ve sonsuz hayatın ahirette olduğunu hatırlatır. Bu idrak, bizi boş heveslerden, anlamsız çekişmelerden ve dünyanın geçici zevklerinden uzaklaştırır. Her an ölümün gelebileceği bilinciyle yaşamak, bizi daha ahlaklı, daha vicdanlı ve daha anlamlı bir hayat sürmeye teşvik eder. Çünkü “Eyvah, eyvah! Bizi mezarımızdan kim kaldırdı?” diyenlerin pişmanlığı, dünya hayatında bu gerçeği unutanların pişmanlığı olacaktır.

Sonuç ve Özet
Bu dört ifade, bize birbirine bağlı dört temel hakikati sunar: İç düşmanımız olan nifakın tehlikesi, sebeplerin birer perde olduğu ve asıl gücün Allah’ta olduğu, kadın ve erkeğin rolleriyle dengeli bir toplumsal yapının önemi ve son olarak da ahiret hayatının kaçınılmaz gerçeği.
Bu hakikatler, hayatımıza yön veren, bizi doğru yola sevk eden ve varoluşun en derin anlamını anlamamıza yardımcı olan kılavuzlardır. Her biri, sadece okunacak metinler değil, üzerinde düşünülecek, hissedilecek ve yaşanacak hakikatlerdir.

Özet
* Nifak: İçimizdeki düşman nifak, dış düşmandan daha tehlikelidir çünkü toplumu içeriden parçalar ve manevi gücü zayıflatır. Endülüs gibi örnekler, nifakın yıkıcı gücünü isbatlar.
* Sebepler: Görünürdeki sebepler (toprak, su, güneş) sadece birer perdedir. Asıl yaratıcı güç Allah’tır. Başarı ve başarısızlıklarımızı bu çerçevede değerlendirmeliyiz.
* Kadın ve Erkek: Kur’an, kadın ve erkeğe farklı roller vererek toplumsal dengeyi sağlamayı amaçlar. Bu durum, bir ayrımcılık değil, bir tamamlayıcılıktır.
* Ahiret: Dünya hayatı geçicidir. Asıl hayat ahirettedir. Yasin Suresi’ndeki ayet, yeniden dirilişin kaçınılmaz bir gerçek olduğunu ve dünya hayatında bu gerçeği idrak ederek yaşamamız gerektiğini hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Her Şeyin Sahibi Var: Tesadüf Yoktur

Her Şeyin Sahibi Var: Tesadüf Yoktur

> “O, göklerin ve yerin Rabbi, her şeyi en güzel şekilde yaratan, her şeyi bilen ve hükmeden Allah’tır.”
(Fussilet, 41/54)

Her şeyin bir sahibi vardır; hiçbir şey kendi kendine, rastlantıyla oluşmaz. Bu hakikat, aklın, kalbin ve Kur’an’ın keskin nazarıyla görülür. Evrenin mükemmel düzeni, kâinattaki kanunlar, insanın hayatındaki kusursuz işleyiş hep bir Yaratıcı’nın eseridir.

Tesadüf Kavramı ve İslam Düşüncesi

“Tesadüf” kelimesi, olayların rastgele, sebepsizce geliştiği anlamına gelir. Ancak Risale-i Nur’da ve genel İslami anlayışta böyle bir rastlantı yoktur.

Evet, hiçbir şey “tesadüfen” olmaz; her şeyin sahibi ve nizam vereni var.

Her hadisede, her varlıkta Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti tecelli eder.

Kâinatın Mükemmel Düzeni

Gökyüzündeki yıldızların, dünyanın dönüşü, mevsimlerin değişimi, canlıların hayat döngüsü ve insan vücudundaki kompleks sistemler… Bunlar “tesadüf”le açıklanamayacak kadar düzenlidir. Bu düzen; tesadüfle değil, bilinçli ve güçlü bir Kudret sahibi olan Allah’ın eseridir.

İnsan Hayatında Tesadüf Mü?

İnsanın karşılaştığı iyi veya kötü olaylar, bazen tesadüf gibi görünür. Fakat İslam’a göre bunlar, hikmetlerle dolu ilahi takdirin parçasıdır. Kader inancı, bu olayların hikmetli ve amaca yönelik olduğunu bildirir.

Kur’an’dan Deliller

> “Yoktur göklerde ve yerde gizli bir sır ki, O’nun yanında olmasın.”
(Lokman, 31/34)

Bu ayet, evrende hiçbir şeyin Allah’ın bilgisi dışında gerçekleşmediğini, hiçbir şeyin rastlantı olmadığını açıklar.

Özet:

Evrenin ve hayatın mükemmel düzeni tesadüf değildir.

Her şeyin bir sahibi vardır: Allah.

Tesadüf, bilgisizlikten kaynaklanan bir vehimdir.

Risale-i Nur, her şeyin hikmet ve nizam içinde yaratıldığını öğretir.

İman eden, tesadüf değil, ilahi takdirle hayatını anlamlandırır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

İnsanlığın Yitik Mirası: Zamanın ve İbadetin Kıymetini Anlamak

İnsanlığın Yitik Mirası: Zamanın ve İbadetin Kıymetini Anlamak

Günümüz dünyasında, modern hayatın hızı ve getirdiği telaşlar arasında, asıl gayemizi ve varoluşumuzun hikmetini sık sık gözden kaçırıyoruz. Oysa ki, insanlık tarihi boyunca her çağda, hakikat arayışında olanlar için yol gösterici, düşündürücü ve ibret dolu rehberler olmuştur.
Bu rehberlerden biri de Kuran-ı Kerim’in Asr Suresi’dir. Bu sure, sadece birkaç ayetten ibaret olmasına rağmen, insanlığın kaderine dair derin bir tesbit sunar: “Asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır.”
Bu ayet, zamanın ne kadar kıymetli olduğunu ve onu boşa harcayanların büyük bir kayıp içinde olduğunu hatırlatır. Tıpkı bir fırtınanın önüne atılan bir yolcu gibi, insan da zamanın bu amansız akışı içinde, eğer doğru yolu bulamazsa, hüsrana uğrayacaktır.
Bu hüsrandan kurtulmanın anahtarı, hayatın lezzetlerini nerede aradığımızı anlamaktan geçer.

**********

“Cennet, bütün lezâiz-i ma’neviyeye medâr olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismâniyeye de medârdır.”
Bu söz, dünya ve ahiret dengesini mükemmel bir şekilde özetler. İnsan, sadece bedensel hazların peşinden koşarsa, ruhsal açlığını gideremez. Oysa ki, cennet, hem bedeni hem de ruhu tatmin eden sonsuz lezzetlerin kaynağıdır. Bu, insanın sadece dünyevi zevklerle yetinmeyip, manevi bir doygunluk araması gerektiğini işaret eder. Lezzet, sadece damak tadında veya göz zevkinde değil, aynı zamanda kalbin huzurunda ve ruhun dinginliğinde bulunur. Bu manevi lezzet, ibadetten ve Allah’a yakınlaşmaktan elde edilir.

*******

İbadet, ne bir angarya ne de bir yükümlülüktür. Aksine, o, insanın yaratılış gayesiyle uyum içinde yaşaması için bir fırsattır. “Namaz, namaz, namaz!” diye başlayan bir metin, ibadetin ne denli önemli olduğunu anlatır. İnsan nefsi, sürekli bir üşengeçlik ve bahane üretme eğilimindedir.
“Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor?” sorusu, nefsin bu zaafını yüzümüze vurur. Oysa ki, dünyevi işler için saatlerce çalışırken, yaratıcımızın bize sunduğu en büyük hediyeyi, ibadeti ihmal ederiz. İbadet, aslında bir ücret veya karşılık beklentisiyle yapılmaz. O, “rıza-yı İlahi”ye ulaşmanın ve “emir-i İlahi”ye uymanın bir yolu, bir aracıdır. İbadetin meyvesi, ahiret hayatında ebedi mutluluktur.

Son olarak, bu dünya hayatının geçiciliği ve ölüm gerçeği, tüm bu ibret dolu hikmetlerin bir özeti gibidir.

“MevT (ölüm) ehl-i dalalet için idam-ı ebedidir.” Bu ifade, ölümün, doğru yolda olmayanlar için sonsuz bir yok oluş, bir ceza olduğunu anlatır. Ancak, iman edenler için durum farklıdır. “O dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız KUR’AN ve İMANDIR.”
Bu söz, Kur’an ve imanın, ölüm korkusunu ortadan kaldıran ve onu sonsuz bir yolculuğun başlangıcına dönüştüren yegane güçler olduğunu belirtir.
Bu minvalde, ölüm gerçeğini hatırlayarak, hayatımızı bu gerçeğe göre düzenlememiz gerekir.

Özet
Bu makalede, insanlığın varoluş arayışına dair dört temel kavram ele alınmıştır:
Zaman, Lezzet, İbadet ve Ölüm. “Asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır” ayeti, zamanın kıymetini ve onu doğru değerlendirmenin önemini anlatır. İkinci olarak, “Cennet, bütün lezzetlere medâr olduğu gibi…” sözüyle, dünya hayatında sadece maddi lezzetlerin peşinde koşmanın eksik bir anlayış olduğu, asıl lezzetin manevi doygunlukta olduğu anlatılır.
Üçüncü olarak, “Namaz, namaz, namaz” ile ibadetin, nefsin bahanelerine karşın, Allah’ın rızasına ulaşmanın ve ahiret mutluluğunu elde etmenin temel yolu olduğu belirtilir.
Son olarak, “MEVT” başlıklı metinle, ölümün inkarcılar için sonsuz bir hüsran, inananlar için ise Kur’an ve iman sayesinde ebedi bir terhis ve kurtuluş olduğu ifade edilir.
Bu dört unsur birbiriyle bütünleşerek, insan hayatının anlamlı bir bütünlük içinde nasıl yaşanabileceğine dair derin bir rehberlik sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

Gazze’nin Kaybedecek Zamanı Yok: İnsanlığın Ortak İmtihanı

Gazze’nin Kaybedecek Zamanı Yok: İnsanlığın Ortak İmtihanı

Gazze, bugün yalnızca bir coğrafyanın adı değildir. Gazze, insanlığın vicdan terazisinde tartıldığı, adaletin ve zulmün yüzleştiği bir aynadır. Orada akan her damla kan, yıkılan her ev, açlıktan inleyen her çocuk, yalnızca Filistin’in değil, bütün insanlığın imtihanıdır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kaleme aldığı “İnsanlığın Vicdanı Gazze’de Sınanıyor” başlıklı makale, aslında tarihin kadim bir hakikatini hatırlatmaktadır: Zulme sessiz kalan, zalimin suç ortağı olur. Bosna’da yaşanan soykırım, Ruanda’da işlenen katliam, dünyayı hâlâ utançla yüzleştirmektedir. Gazze, şimdi bu zincire yeni bir halka eklenmesin diye haykırıyor: “Kaybedecek zamanımız yok!”

Vicdanın Suskunluğu, Zulmün En Büyük Gücü

Gazze halkı, açlık ve susuzlukla, çadırlarda kavurucu sıcaklarla ve ölümcül hastalıklarla boğuşurken, dünyanın birçok köşesinde sessizlik hâkimdir. İsrail, savaş uçaklarıyla evleri yıkmakta, okulları hedef almakta, hastaneleri bombalamakta; sonra da bu suçları “terörle mücadele” kılıfına bürüyerek dünyaya sunmaktadır. Bu meşrulaştırma çabası, sadece zulmü değil, aynı zamanda küresel medya ve siyasetin acziyetini de gözler önüne sermektedir.

Oysa Kur’ân’ın şu ayeti, bugün tarihin göğsünde yankılanmaktadır:
“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur.” (Hûd, 113)

Zalime sessiz kalan, onun zulmüne ortak olur. Mazlumu savunmak ise yalnızca bir “politik tercih” değil, insan olmanın en temel şartıdır.

Tarihî Bir Muhasebe

Tarih boyunca zulme göz yuman milletler ve medeniyetler, bunun bedelini ağır şekilde ödemiştir. Endülüs’te sessiz kalan Batı, daha sonra Haçlı Seferleriyle kan denizinde boğuldu. Bosna’ya göz yuman Avrupa, kendi kapısının önünde işlenen bir soykırımın utancıyla hâlâ yüzleşememektedir. Bugün Gazze’de yaşananlar da, yarın insanlığın alnına kara bir leke olarak kazınacaktır.

Erdoğan’ın işaret ettiği gibi, “Bosna ve Ruanda’ya duyarsız kalındığında, insanlık onurunun ödediği bedel unutulmamalıdır.” Gazze’de sessizlik, yarının daha büyük felaketlerinin habercisidir.

Gazze: Direnişin ve Umudun Adı

Her şeye rağmen, Gazze yalnızca bir “yıkım sahnesi” değildir. O aynı zamanda insanlığın direniş ve umut destanıdır. Kundaktaki bebeği için bulduğu mama karşısında sevinç gözyaşları döken bir baba, aslında bütün dünyaya mesaj vermektedir: “Zulüm bizi yok edemez, umut hep ayaktadır.”

Kassam Tugayları’nın direnişi, sadece bir askerî karşı koyuş değil, aynı zamanda mazlumun onurunu, haysiyetini ve varlığını müdafaa edişidir. Onların mücadelesi, tarihteki bütün direnişlerin ortak sesidir: Kerbelâ’da Hüseyin’in sesi, Endülüs’te sürgün edilen Müslümanların feryadı, Bosna’da Aliya İzzetbegoviç’in haykırışı…

Akıl ve Mantık: Çifte Standartların İflası

Batı dünyası, demokrasi ve insan hakları söylemlerini dilinden düşürmezken, Gazze’deki çocuk katliamına gözlerini kapamaktadır. Ukrayna için ayağa kalkan, milyarlarca dolarlık yardım paketleri hazırlayan ülkeler, Gazze için “ateşkes” çağrısından bile imtina etmektedir. Bu ikiyüzlülük, yalnızca siyasi bir çelişki değil, aynı zamanda akıl ve mantığın da iflasıdır.

Mantık der ki: Eğer mazlumun kanı, coğrafyasına ve kimliğine göre değer kazanıyorsa, ortada insanlık diye bir değer kalmamış demektir.

İbret: Sessizlik, Zalim İçin En Büyük Cesaret

İsrail’in işlediği her yeni suç, aslında dünyanın sessizliğinden aldığı bir cesarettir. Eğer dünya, Gazze’de akan kana duyarsız kalırsa, bu yalnızca Filistin’i değil, insanlığın tamamını yok oluşa sürükleyecektir. Çünkü zulmün önü alınmazsa, er ya da geç kapımıza dayanır.

Zulüm devam etmez; zalimle payidar olmaz.

Sonuç: Gazze İnsanlığın Kalp Atışıdır

Gazze, yalnızca Filistin’in değil, insanlığın kalp atışıdır. Orada duran her kalp, burada insanlığın vicdanını durdurmaktadır. Eğer bugün harekete geçilmezse, yarın tarih şu soruyu soracaktır:

“Gazze yanarken, sen neredeydin?”

Ve bu soru, sadece devletlerin değil, her bir bireyin vicdanını mahşerde titretmeye yetecektir.

Özet
Gazze, insanlığın ortak sınavıdır. Zulme sessiz kalmak, zalimin suçuna ortak olmaktır. Tarih, mazluma sırtını dönen milletlerin nasıl bedeller ödediğini göstermiştir. Gazze’de yaşananlar yalnızca bir savaş değil, sistematik bir soykırımdır. Buna rağmen Gazze umut ve direnişin sembolüdür. Uluslararası toplumun ikiyüzlü tavrı, aklî ve mantıkî temellerden yoksundur. Bugün harekete geçmek, yalnızca Filistin’i değil, insanlığın onurunu da kurtarmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

İnsanda İlâhî Emanetler ve İmanî Kullanım Hikmeti

İnsanda İlâhî Emanetler ve İmanî Kullanım Hikmeti

Akıl, Göz, Dil, Kulak ve Kalbin Yolculuğu

Mukaddime

Bediüzzaman Hazretleri buyurur ki: İnsan, bütün kâinâtın en mühim meyvesi, en kıymetli hazinesi ve en emniyetli emanetidir. Cenâb-ı Hak, her bir azâyı birer emanet olarak bahşetmiş, onları nefsin hevesi için bırakmadığı gibi, kulluk ve ubudiyetin hizmetine tahsis etmiştir. Her organ, bir imtihan aleti, bir nura açılan pencere ve bir hikmetli kapıdır. Fakat iman ile kullanıldığında nimet ve rahmet kapılarını açar, nefsanî heva ile çalıştırıldığında ise insanı zelzeleli musibet ve bedbahtlıkla karşı karşıya bırakır.

Birinci Bab – Akıl: Kâinat Anahtarı mı, Meş’um Bir Alet mi?

Akıl, insana verilmiş en mühim âlettir. Bediüzzaman buyurur:

> “Akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic bir âlet olur ki, geçmiş zamanın hazinelerini ve gelecek zamanın ahvâlini başına yükletir. Eğer Mâlik-i Hakikisine satsan, akıl kâinâtın sonsuz rahmet ve hikmet hazinelerini açan tılsımlı bir anahtar olur.”

Kur’ân-ı Kerim, aklın bu iki yönünü şöyle işaret eder:

“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun?” (Hac, 22/46)

“Aklını kullanmayanların üzerine Allah murdarlık kılar.” (Yunus, 10/100)

Tarih, aklını nefsine satanların karanlığa gömülüşüyle doludur; Firavun, Nemrut ve Ebu Cehil, aklını hevasına hizmet ettirmiş, zulüm ve yıkım bırakmıştır. Öte yandan Hz. Yusuf, Hz. Süleyman gibi imanla aklını kullananlar, adalet ve hikmetin zirvesine erişmişlerdir.

Modern bilim, aklın problem çözme ve bilgi işleme yeteneğini göstermiştir; ancak iman olmadan akıl, hakikati bulamaz ve sadece dünyevî hırsın kölesi olur.

İkinci Bab – Göz: İlâhî Sanat Seyircisi mi, Nefsin Pencere Kulu mu?

Göz, ruhun âlemi seyretme penceresidir. Bediüzzaman buyurur:

> “Göz, Cenâb-ı Hakka satılmadığı vakit, geçici güzellikleri nefis hevesine hizmetkâr eder. Eğer göz Sâni-i Basîre için çalışırsa, kâinatın mütâlaacısı, Rabbânî sanatın seyircisi olur.”

Kur’ân-ı Kerim’de gözün emaneti:

“Onlar yeryüzünde bulunanlara bakmazlar mı ki onların yaratılışını görsünler?” (Gâşiye, 88/17-20)

“Gözler onu göremez; o ise gözleri görür.” (En’âm, 6/103)

Modern optik bilimi, gözün saniyede milyonlarca fotonu beyne ilettiğini ve bilgiyi yorumladığını gösterir. Ancak iman perspektifi olmadan göz, sadece fani hazların aracı olur. Tarihî örnekler, İbnü’l-Heysem gibi âlimlerin gözün hem bilimsel hem de manevi faaliyetini idrak ettiğini ortaya koyar.

Üçüncü Bab – Dil: Rahmet Hazinelerinin Nazırı mı, Mide Kapıcısı mı?

Bediüzzaman buyurur:

> “Dildeki kuvve-i zâika, Fâtır-ı Hakîme satılmazsa, midenin kapıcısı olur; Rezzâk-ı Kerîm hesabına verilirse, rahmet hazinelerinin nazırı ve kudret matbahlarının müfettişi olur.”

Kur’ân-ı Kerim:

“Helâl ve temiz olanlardan yiyin ve Allah’ın nimetlerine şükredin.” (Nahl, 16/114)

“Yalan söyleyen diller, kalplerin sakladığını gizleyemez.” (Nahl, 16/105)

Tarihî olarak tasavvuf erbabı, dili şükür ve tesbih için kullanmış, oburluk ve israfı terk etmiştir. Modern biyoloji, dilin tat alma tomurcuklarının hem beslenme güvenliği hem de lezzet farkındalığı sağladığını gösterir.

Dördüncü Bab – Kulak: Hakikatin Kapısı mı, Batılın Borazanı mı?

Kulak, ruhun işitme penceresidir.

Kulak, Hak için açılmazsa boş sözlere ve günahlara hizmet eder; Allah yoluna verilirse, Kur’ân tilâvetini, hikmeti işitir.

Kur’ân:

“Onlar sözü dinler ve en güzeline uyarlar.” (Zümer, 39/18)

“Onların kulakları vardır işitmezler… İşte onlar hayvanlar gibidir.” (A‘raf, 7/179)

Tarihî örnekler: Hz. Mus‘ab bin Umeyr’in tebliği kulaklarını açanları hakikate götürmüştür. Modern psikoloji, işitmenin sadece ses hissi değil, niyet ve yönelişi de ihtiva  ettiğini ortaya koyar.

Beşinci Bab – Kalp: Arşın Aynası mı, Hevanın Esiri mi?

Kalp, imanın merkezi ve manevî idrak cihazıdır.

Kalp imanla nurlandığında Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtır; imansız ise hevanın ve günahın esiri olur.

Kur’ân:

“Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra‘d, 13/28)

“Hayır! Onların işledikleri günahlar, kalplerini paslandırdı.” (Mutaffifin, 83/14)

Tarihî örnek: Hz. Bilal’in iman dolu kalbi, zulüm karşısında metin durmasını sağlamıştır. Modern tıp, kalbin duygular ve kararlarla doğrudan bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur.

Hâtime – Emanetleri Sahibine Teslim Etmek

İnsanın beş ana emaneti: akıl, göz, dil, kulak ve kalp; imanla kullanıldığında rahmet hazinelerini açar, imansız kullanıldığında ise zulüm ve azap kapılarını aralar.

Emanet İmanla Kullanım İmansız Kullanım

Akıl Kâinatın sırlarını açar veya
Geçmiş ve gelecek azabını yükler
Göz İlahi sanatı seyreder veya
Nefsin haz penceresi olur
Dil Şükrü dillendirir veya
Mide kapıcılığına düşer
Kulak Hakikati duyar veya
Boş ve günah sözleri işitir
Kalp Allah’ın zikriyle huzur bulur veya Hevanın ve günahın esiri olur

Kur’ân-ı Kerim:
“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58)

Hülâsa – Özet

Bu kitapçık, insanın akıl, göz, dil, kulak ve kalbi gibi başlıca emanetlerini, imanla ve imansız kullanım yönleriyle ele aldı. İman, bu cihazları ebedî saadet anahtarına dönüştürürken; iman eksikliği onları nefsin kölesi hâline getirir. Ayetler, tarihî örnekler ve ilmî deliller, insanın emaneti sahibine teslim etmesi gerektiğini göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

İrade-Teslimiyet Dengesi: Kur’ân’dan Kıssalarla

İrade-Teslimiyet Dengesi: Kur’ân’dan Kıssalarla

  1. Hz. Âdem ve Şeytan Kıssası:

Kur’ân’da ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (as)’ın kıssasında, insanın iradesi ile imtihanı açıkça görülür. Cenâb-ı Hak ona, “Şu ağaca yaklaşmayın” buyurarak irade sınavı vermiştir. Şeytanın vesvesesiyle o irade zedelenmiş, ama ardından gelen tövbe ile teslimiyet yeniden tahkim edilmiştir.

> “Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı da, Rabbi onun tövbesini kabul etti. Şüphesiz O tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Bakara, 2/37)

Bu olay, irade ile hata yapılabileceğini ama teslimiyetle doğruluğun yeniden bulunabileceğini gösterir. Burada irade, kulun seçimiyle; teslimiyet ise Rabbin rahmetine yönelme ile ortaya çıkar.

  1. Hz. İbrahim’in İmtihanları:

Hz. İbrahim (as), hem mantık yürütmeleriyle hakikate ulaşmada aklî iradesini, hem de Rabbinden gelen emirlere kayıtsız şartsız bağlılıkla teslimiyetini en yüksek derecede ortaya koymuştur.

Ateşe atılma hadisesinde:
İradesiyle Hakk’ı seçmiş, “Bunu ateşe atın” diyen kavmine karşı teslimiyetle boyun eğmemiştir.

> “Ey ateş! İbrahim için serin ve selametli ol!” (Enbiyâ, 21/69)

Oğlunu kurban etme emrinde:

En büyük varlığı olan oğlunu Allah emrettiği için kurban etmeye yeltenmiş, oğluyla birlikte teslimiyetin zirvesine ulaşmıştır:

> “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffât, 37/102)

Bu kıssa, irade ile yönelişin ve teslimiyetle rızanın birleştiği en ulvî örneklerden biridir.

Sahabe Hayatında İrade-Teslimiyet

Sahabe-i kiramın hayatı, Kur’ân’dan aldıkları imanla, irade ve teslimiyetin ahenkle yürüdüğü örneklerle doludur.

  1. Hz. Ebubekir (ra):

Peygamber Efendimiz (sav)’in hicret yolculuğunda, iradesiyle her türlü riski göze alarak yoldaşı olmuş, mağarada iken korkusunu bastırıp teslimiyetle sükûnet bulmuştur.

> “Korkma! Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 9/40)

  1. Hz. Bilâl (ra):

Taşların altında işkence görmesine rağmen, iradesini Allah yolunda sebatla kullanmış ve teslimiyetle yalnızca “Ehad! Ehad!” demiştir. Bu, teslimiyetin göğüs gerdiği zorluğun içinde iradeyle direnmenin örneğidir.

  1. Uhud’da Okçular:

Resûlullah’ın “yerinizi terk etmeyin” emrine rağmen, ganimet zannıyla iradelerini başka yöne kullanmaları, teslimiyetin zedelendiği bir anı ortaya çıkarmıştır. Sonuç ise büyük bir ibret olmuştur.

Günümüz Dünyasında Uygulamalar

Modern birey, özgürlük, seçim hakkı, bireysellik gibi kavramlarla iradeyi yüceltirken, teslimiyeti çoğu zaman pasiflik veya zayıflık olarak anlamaktadır. Oysa İslam’da teslimiyet, aklı iptal etmek değil, doğru istikamette kullanmaktır.

  1. Karar Verme Anları:

İnsan bir tercih yaparken Kur’an ve sünnet rehberliğinde, nefsî arzulara teslim olmadan, vicdanıyla istişare ederek iradesini kullanmalı; sonucu Allah’a havale ederek teslimiyeti göstermelidir.

> “İş konusunda azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et.” (Âl-i İmrân, 3/159)

  1. Modern Psikoloji ve Teslimiyet:

Bugün terapi yöntemlerinde “kabullenme”, “şükür”, “anda kalma”, “tevekkül” gibi teslimiyete benzeyen kavramlar yaygınlaşmıştır. Batı’nın yeni yeni keşfettiği bu pratikler, İslâm’ın yüzyıllardır öğrettiği teslimiyetin farklı bir tezahürüdür.

  1. Dua ve Sabır:

Teslimiyetin en büyük göstergesi duadır. İnsan iradesiyle çalışır, gayret eder, ama neticeyi duayla Allah’tan ister. Dua, hem iradenin hem de teslimiyetin dilidir.

Sonuç ve Değerlendirme

İrade, insanı imtihana götüren anahtardır. Teslimiyet ise imtihanı kazanma yoludur. İrade, seçimde aktif olmaktır; teslimiyet, seçilenin ardından ilahî hikmete razı olmaktır. İkisinin dengesi bozulduğunda insan ya zulme ya da tembelliğe düşer. Denge kurulduğunda ise insan, Hz. İbrahim gibi Halilullah olur; Hz. Bilâl gibi azat olur; Hz. Âdem gibi cennete döner.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025

İlahi Adaletin Tecellisi: Mazlumun Ahı ve Zamanın Şahidi

İlahi Adaletin Tecellisi: Mazlumun Ahı ve Zamanın Şahidi

Zalim, cezasını zannettiğinden geç, zannettiğinden ağır çeker.

Tarih boyunca nice mazlumlar zulme uğradı; nice zalimler de saltanat sürdü. Ancak zaman, sadece bir akış değil, aynı zamanda bir şahitliktir. Her zalimin mazluma attığı taş, zamanı yaralar; ve o yaralı zaman, bir gün o taşı sahibine iade eder. Çünkü kâinatın nizamında tesadüfe, adaletsizliğe ve başıboşluğa yer yoktur.

Mazlumun ahı, arşı titreten bir duadır, dercesine, kaderin adalet terazisinin şaşmazlığına dikkat çekilir. Zalim, her ne kadar dünyada elini kolunu sallayarak gezse de, ahiretteki muhakeme mahkemesinden kaçamaz. Üstelik bu adalet bazen dünyada da zuhur eder; beklenmeyen zamanlarda, umulmayan şekilde.

Zamanın Şahitliği

Zaman sadece geçen bir vakit değil, aynı zamanda ilahi adaletin bir sahnesidir. Her hadise, her zulüm ve her iyilik, zamanın belleğinde kayıt altına alınır. Bazen yıllar geçer, fakat o mazlumun bir damla gözyaşı, öyle bir anda karşılık bulur ki, izleyenler adeta “Bu ilahi bir adalet” der.

Tarihte zalimlerin en güçlü dönemlerinde bile çöküşün kıvılcımı, işte o mazlumun sessiz ahıyla başlar. Mazlumun duası zamanın içine işler ve zamanı delerek adaletin kapısını aralar.

Kur’an’da İlahi Adalet

Kur’ân, birçok kıssayla zalimlerin akıbetini gözler önüne serer:

Firavun, gücüne, ordusuna, sihirbazlarına rağmen denizde boğuldu.

Nemrud, sineğin kanat çırpışıyla yıkıldı.

Ebrehe, kuşların attığı taşlarla helak edildi.

Bütün bu örnekler, zalimlerin geçici üstünlüğüne karşı ilahi adaletin mutlak üstünlüğünü gösterir.

Mazlumun Ahı Ne Zaman Cevap Bulur?

Ah, sabırla ve imanla edilen bir dua ise, cevabı gecikse bile mutlaka gelir. Ahiret inancı, bu cevabın ebedî ve mükemmel olacağının teminatıdır. Fakat dünya sahnesinde de çoğu kez görüyoruz ki, mazlumun duası zalimin başına balyoz gibi iner.

Veciz Bir Gerçek:

> “Mazlumun âhı indirir şahı.”

Zamanın kaydettikleri silinmez. Belki biz unutabiliriz, ama adaletin sahibi unutmaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 17th, 2025