PEYGAMBERLER VE AİLE HAYATLARI: ALACAĞIMIZ DERSLER VE MESAJLAR

PEYGAMBERLER VE AİLE HAYATLARI: ALACAĞIMIZ DERSLER VE MESAJLAR[1]

Aile, insanlığın en temel kurumudur. Sevgi, merhamet, sadakat ve sorumluluk duygusunun en yoğun şekilde yaşandığı bu müessese, İslam’da büyük bir öneme sahiptir. Yüce Allah, insanlara en güzel örnek olarak peygamberleri göndermiş ve onların aile hayatlarını bizler için bir rehber kılmıştır.

Peygamberlerin aile hayatı, sadece tarihi anlatılar olarak değil, aynı zamanda günümüz insanı için önemli mesajlar içeren ilahi bir model olarak değerlendirilmelidir. Çünkü onların eşleriyle, çocuklarıyla ve yakın çevreleriyle olan ilişkileri, aile huzurunun nasıl sağlanacağını ve aile bireyleri arasında nasıl bir iletişim kurulması gerektiğini en güzel şekilde gösterir.

1. Hz. Âdem ve Hz. Havva: Aile Birliğinin Temeli

İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havva, aile hayatının temellerini atan ilk çifttir. Onların cennetten yeryüzüne indirilmeleri ve yeniden birlikte bir hayat kurmaları, insanın aile içindeki sabır, dayanışma ve affedicilik gibi değerlere ne kadar muhtaç olduğunu gösterir.

Alacağımız ders: Aile içinde hatalar yapılabilir, ancak önemli olan bu hatalardan ders çıkararak birlikteliği muhafaza etmektir. Sabır ve tevbe, aile hayatının temel direklerindendir.

2. Hz. Nuh ve Hz. Lut: Aile İçinde İman Sınavı

Hz. Nuh (a.s.), Allah’ın vahyine tam bir bağlılık içinde olmasına rağmen oğlu iman etmemiş ve tufan sırasında helak olmuştur. Hz. Lut (a.s.) ise kavminin sapkınlıkları karşısında mücadele ederken eşi ona destek olmamış, inançsızlardan biri olarak helak edilmiştir.

Alacağımız ders: Aile içinde iman en büyük bağdır. Ancak iman bağının olmadığı yerde, kan bağı da tek başına kurtarıcı olamaz. İman, bireysel bir seçimdir ve herkes kendi sorumluluğunu taşır. Aile içinde bile olsa, kişi Allah’ın emrine uymayan bir durumu destekleyemez.

3. Hz. İbrahim ve Ailesi: Teslimiyet ve Fedakârlık

Hz. İbrahim (a.s.), eşi Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail (a.s.) ile büyük bir imtihandan geçmiştir. Allah’ın emriyle Hz. Hacer ve Hz. İsmail’i ıssız bir çöle bırakmış, eşi ve oğlu ise Allah’a olan teslimiyetleriyle bu zor süreci metanetle karşılamışlardır. Daha sonra Hz. İbrahim, Allah’ın emriyle oğlunu kurban etmeye teşebbüs etmiş, ancak Allah onların teslimiyetini kabul ederek bu imtihanı bir kurban ibadetiyle taçlandırmıştır.

Alacağımız ders: Aile bireyleri arasında Allah’a olan güven ve teslimiyet ne kadar güçlü olursa, zorluklar o kadar kolay aşılır. Sabır, tevekkül ve fedakârlık, aile huzurunun anahtarıdır.

4. Hz. Musa ve Ailesi: Annenin Fedakârlığı ve Kardeşlik Bağı

Hz. Musa (a.s.), annesinin fedakârlığı sayesinde Firavun’un zulmünden kurtulmuştur. Allah, Hz. Musa’nın annesine, onu bir sandığa koyup nehre bırakmasını vahyetmiş ve ona tekrar kavuşacağını müjdelemiştir. Kız kardeşi Hz. Musa’nın izini sürerek onun tekrar annesiyle buluşmasını sağlamıştır.

Alacağımız ders: Bir annenin duası, fedakârlığı ve teslimiyeti, çocuklarının geleceğini şekillendirebilir. Ayrıca kardeşler arasındaki dayanışma, aileyi güçlü kılan önemli bir unsurdur.

5. Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya: Evlat Hasreti ve Dua

Hz. Zekeriyya (a.s.), yaşlılık döneminde bir evlada sahip olmayı arzulamış ve Allah’a içten bir dua ile yönelerek Hz. Yahya’nın (a.s.) müjdesini almıştır. Bu kıssa, duanın gücünü ve Allah’ın dilediğine, dilediği zamanda lütuf verebileceğini gösterir.

Alacağımız ders: Çocuk, Allah’ın bir nimetidir ve her ebeveyn onun için dua etmelidir. Ebeveynlerin en büyük sorumluluğu, çocuklarını salih bir kul olarak yetiştirmektir.

6. Hz. Muhammed ve Aile Hayatı: Sevgi, Merhamet ve Adalet

Hz. Muhammed (s.a.v.), aile hayatında sevgi, merhamet, adalet ve fedakârlığın en güzel örneğini sergilemiştir. Eşlerine karşı nazik olmuş, onlarla istişare etmiş, ev işlerinde onlara yardımcı olmuştur. Çocuklarına karşı şefkatli davranmış ve torunlarıyla oyunlar oynamıştır.

Ayrıca, Hz. Hatice (r.a.) ile olan evliliği, sadakat ve karşılıklı destek açısından en güzel evlilik örneklerinden biridir. Hz. Hatice, Peygamber Efendimiz’in en zor zamanlarında onun yanında olmuş, O’na maddi ve manevi destek vermiştir.

Alacağımız ders: Aile içinde en önemli değerler sevgi, saygı, merhamet ve adalettir. Eşler birbirlerine destek olmalı, çocuklarına sevgiyle yaklaşmalı ve aile içindeki huzuru korumalıdırlar.

SONUÇ: PEYGAMBERLERİN AİLE HAYATINDAN ÇIKARACAĞIMIZ ANA MESAJLAR

1. Sabır ve Fedakârlık: Aile hayatı her zaman kolay değildir, ancak sabır ve fedakârlık huzurun anahtarıdır.

2. İman Bağı: Kan bağından daha önemli olan şey, Allah’a olan ortak bağlılıktır.

3. Ebeveynlerin Rolü: Anne-babalar çocukları için dua etmeli ve onları Allah’ın rızasına uygun şekilde yetiştirmelidir.

4. Sevgi ve Merhamet: Eşler arasında sevgi ve şefkat esas olmalıdır. Peygamber Efendimiz’in aile hayatı, bu konuda en büyük örnektir.

5. Sorumluluk Bilinci: Aile bireyleri birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeli, vefalı ve sadık olmalıdırlar.

Peygamberlerin aile hayatı, günümüz aile yapıları için eşsiz dersler içermektedir. Onların yaşadığı imtihanlar ve verdikleri mücadeleler, bizlere ailemize nasıl sahip çıkmamız gerektiğini ve hangi değerleri korumamız gerektiğini öğretmektedir.

Allah bizleri, peygamberlerin izinden giden, aile hayatını sevgi, sadakat ve merhamet üzerine inşa eden kullarından eylesin. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=I-4vLKQGMfs

Loading

No ResponsesNisan 7th, 2025

KURAN-I KERİM’DE GEÇEN ELFAZ-I KÜFÜR

KURAN-I KERİM’DE GEÇEN ELFAZ-I KÜFÜR[1]

Kur’an-ı Kerim’de Geçen Elfaz-ı Küfür (Küfür Lafızları)

Kur’an-ı Kerim, iman esaslarını açık bir şekilde ortaya koyarken, küfre götüren söz ve davranışları da haber verir. “Elfâz-ı Küfür” (küfür lafızları), kişinin İslam’dan çıkmasına veya imanını zedelemesine sebep olabilecek sözlerdir. Kur’an-ı Kerim’de, inkâr, şirk, nifak ve küfürle ilgili pek çok ayet bulunmaktadır.

1. Küfrün Tanımı ve Kur’an’daki Anlamı

Küfür kelimesi, Arapça “kfr” kökünden gelir ve “örtmek, gizlemek” anlamına gelir. Terim olarak, Allah’ı, peygamberleri, kitaplarını veya dinin kesin hükümlerini inkâr etmeyi ifade eder. Kur’an’da küfür, şu şekillerde kullanılır:

Doğrudan inkâr: Allah’ı veya dinî hükümleri reddetmek.

Şirk: Allah’a ortak koşmak.

Nifak: Münafıkların içten inkârı.

İstihza (Alay): Dini değerleri küçümsemek.

2. Kur’an’da Geçen Küfürle İlgili Örnek Ayetler

a) Doğrudan Küfür İhtiva eden Ayetler

Kur’an’da, inkârcıların ve müşriklerin sözlerine sıkça yer verilir:

“Şüphesiz ki inkâr edenler, ‘Bu Kur’an bir yalandan ibarettir, onu uydurdu’ dediler…” (Furkan 25:4)

“İnkâr edenler: ‘Biz ne bu Kur’an’a ne de ondan önce gelen kitaplara inanırız’ dediler…” (Sebe 34:31)

Bu tür ifadeler, inkârın açık bir göstergesi olup küfrün bir örneğidir.

b) Şirk İhtiva eden Küfür Sözleri

Kur’an’da şirk, en büyük günah olarak tanımlanır:

“Onların çoğu, Allah’a ortak koşmadan iman etmezler.” (Yusuf 12:106)

“Allah üçtür” diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.” (Maide 5:73)

Allah’a şirk koşan sözler, küfür lafızları arasındadır.

c) Alay ve İstihza İçeren Küfürler

“Allah ve Resulü ile alay mı ediyorsunuz? Boşuna özür dilemeyin! Siz, iman ettikten sonra küfre girdiniz.” (Tevbe 9:65-66)

Burada, dini değerlerle alay etmenin kişiyi küfre sokabileceği bildirilmiştir.

d) Nifak ve İkiyüzlülük İhtiva eden Küfürler

“Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırmıştır…” (Bakara 2:10)

“Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar, fakat O, onların hilelerini boşa çıkarıyor.” (Nisa 4:142)

İçten inkâr edip dıştan iman etmiş gibi görünenlerin sözleri de küfür lafızlarıdır.

3. Günlük Hayatta Dikkat Edilmesi Gereken Küfür Lafızları

Kur’an’da küfürle ilgili ayetlerden hareketle, Müslümanların sakınması gereken bazı sözler şunlardır:

Allah’ın hükümlerini küçümseyici ifadeler kullanmak.

Dini değerlerle dalga geçmek veya hafife almak.

Şirke, batıl inançlara ve hurafelere dayalı sözler söylemek.

Allah’a, peygambere, meleklere veya kutsal kitaplara saygısızlık İhtiva eden ifadeler kullanmak.

Sonuç

Kur’an-ı Kerim’de küfür lafızları, inkâr, şirk, nifak ve istihza gibi başlıklar altında ele alınmıştır. Bir Müslüman, imanını korumak için sözlerine ve inancına dikkat etmeli, Kur’an’da bildirilen tehlikeli ifadelerden uzak durmalıdır.

@@@@@@

“Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
* Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”
* İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
* Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.” Lemalar.181

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=g0dP08yxfpM

Loading

No ResponsesNisan 7th, 2025

HAKİKİ CENNET MARİFETULLAHTADIR

HAKİKİ CENNET MARİFETULLAHTADIR

“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhâssa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.”

### Dünya: Cennet Görünen Cehennem mi?

“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir.” Bu söz, insan ruhunun en derin hakikatlerinden birine işaret eder. Dünya, göz alıcı süsleriyle, geçici hazlarıyla ve sonsuzmuş gibi görünen vaatleriyle insanı kendine çeker. Ancak bu çekim, eğer Allah’ı tanıma (marifetullah) ile taçlanmazsa, bir aldanıştan ibaret kalır. Peki, nasıl olur da cennet gibi görünen bir dünya, cehenneme dönüşür? Şefkatin ateşi nasıl diner ve insan, bu geçici zevklerin ötesinde gerçek huzuru nasıl bulur? Gelin, bu hikmetli sözün izinde bir tefekkür yolculuğuna çıkalım.

#### Dünya Zînetlerinin Aldatıcı Yüzü
Dünya, insana bir bahçe gibi sunulmuştur: çiçekler, meyveler, güzellikler… Ancak bu bahçenin her çiçeği dikenlidir, her meyvesi geçicidir. Bir an elinde tuttuğun nimet, bir sonraki an kaybolur; bir an yüzünü güldüren lezzet, bir sonraki an kalbinde bir boşluk bırakır. Zenginlik, şöhret, makam, güzellik… Hepsi, Allah’ı bilmeyen bir kalp için birer tuzaktır. Zira bu zînetler, sahibini tanımadan sahiplenildiğinde, insanı bağımlı kılar, köleleştirir. Mesela, bir insan mal biriktirir, ama o malın gerçek sahibi olan “Mâlik”i unutursa, o mal bir yük olur, bir azaba dönüşür. Güzelliğe kapılır, ama onu yaratan “Musavvir”i görmezse, o güzellik bir gün solduğunda geriye sadece hüsran kalır. İşte bu, “cennet olsa bile cehennemdir” gerçeğidir: Dışarıdan bakıldığında mutluluk gibi görünen bir hayat, içten içe bir ızdıraptır.

#### Şefkatin Ateşi ve Marifetullah
İnsanın ruhunda şefkat, en güçlü duygulardan biridir. Sevdiklerine bağlanır, onları korur, onların acısıyla yanar. Ancak bu şefkat, eğer Allah’a dayanmazsa, bir ateşe dönüşür. Mesela, bir anne çocuğunu sever, ama o çocuğu Allah’ın bir emaneti olarak görmezse, kaybetme korkusuyla yanar. Bir dost, dostuna tutkun olur, ama o dostun “Hâlık” tarafından yaratıldığını bilmezse, ayrılık acısıyla kavrulur. Şefkatin bu ateşi, insanı tüketir; çünkü fani olanı sonsuz sanmak, kalbi bir yanılgıya zincirler. İşte burada marifetullah devreye girer. Allah’ı tanımak, her şeyi O’ndan bilmek, şefkati bir azaptan bir nimete çevirir. Zira marifetullah ile insan anlar ki, sevdiği her şey Allah’ın bir yansımasıdır; kaybolsa bile aslı O’ndadır. Bu bilinç, şefkatin ateşini söndürür, kalbe serinlik ve huzur verir.

#### Dünya Lezzetlerine İştahsızlık, Cennet’e Geri Kalan İştiyak
“Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.” Bu cümle, insanın ulaşabileceği en yüksek mertebeyi ifade eder. Allah’ı tanıyan bir kalp, artık dünyanın geçici zevklerine aldanmaz. Yemek, içmek, eğlenmek… Bunlar, bir gölge gibi gelir geçer; asıl olan, o gölgeyi var edendir. Dahası, bu bilinç öyle bir noktaya ulaşır ki, insan Cennet’in nimetlerine bile “yetmez” demez; çünkü asıl istediği, Cennet’in ötesindedir: Allah’ın rızası ve O’nu müşahede etmek. Bu, ibret verici bir hakikattir: İnsan, fani olanı bırakıp Bâki’yi bulduğunda, hiçbir lezzet ona kâfi gelmez. Dünya, gözünde küçülür; Cennet bile, Allah’ın zatını tanıma aşkının yanında ikinci planda kalır.

#### Tefekküre Davet: Biz Neyi Arıyoruz?
Şimdi kendimize soralım: Hayatımızda neyin peşindeyiz? Dünya zînetlerinin mi, yoksa o zînetleri var edenin mi? Kalbimiz, geçici lezzetlerle mi doluyor, yoksa marifetullah ile mi huzur buluyor? Bir an durup düşünelim: Eğer Allah’ı bilmeden yaşıyorsak, elimizdeki nimetler gerçekten nimet midir, yoksa birer azap mıdır? Bu soru, bizi ibret almaya ve hayatımızı gözden geçirmeye çağırır. Zira dünya, Hâlık’ını tanımayan için bir hapishanedir; O’nu bilen için ise bir tefekkür mekânı, bir geçiş köprüsüdür.

#### Son Söz: Gerçek Lezzet Marifettedir
Dünya, ne cennettir ne cehennem; o, insanın kalbine göre şekillenir. Allah’ı bilmeyen için, en büyük nimetler bile bir ızdıraptır; Allah’ı bilen için ise en küçük bir musibet bile bir lütuftur. Şefkatin ateşi, ancak marifetullah ile diner; dünyanın lezzetleri, ancak O’nu tanıyarak anlam bulur. Öyleyse, asıl mesele şu: Biz, bu fani âlemde neyi arıyoruz? Eğer aradığımız Allah değilse, bulduğumuz hiçbir şey bizi tatmin etmeyecek. Ama eğer O’nu bulursak, dünya da Cennet de sadece birer vesile olacak; asıl lezzet, O’nu bilmekte, O’na kavuşmakta saklı kalacak.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 5th, 2025

KURAN-I KERİM’DE LEVH KELIMESI VE MURADİFLERİ

KURAN-I KERİM’DE LEVH KELIMESI VE MURADİFLERİ

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “levh” kelimesi ve onunla anlamca ilişkili (muradif) kavramlar, özellikle vahiy, yazı, korunmuşluk ve ezelî bilgi bağlamında derin manalar ihtivaeder. Aşağıda hem levh kelimesi, hem de onunla irtibatlı diğer kelimeler (muradifler) hakkında özet bir açıklama sunuyorum:

1. LEVH KELİMESİ

Levḥ (اللَّوْح) kelimesi Arapça’da “tahta, levha, yazı yazılan düz yüzey” anlamına gelir. Kur’ân’da özellikle “Levh-i Mahfûz” bağlamında geçer:

Ayet Örneği:

> “Hayır! O şanlı Kur’ân, Levh-i Mahfûz’dadır.”
(el-Burûc, 85/21-22)

Levh-i Mahfûz:

Allah’ın ezelî ilmini ve kaderi kapsayan, değişmeyen ilâhî takdiri simgeler.

Kur’ân’ın, insanların değiştiremeyeceği, korunmuş bir kaynakta sabit olduğunu belirtir.

İbn Abbas’a göre, her şeyin yazılı olduğu ilâhî bir defterdir.

2. LEVH KAVRAMININ BAŞKA GEÇTİĞİ YERLER

a. Hz. Musa’ya Verilen Levhalar:

> “Musa’ya her şeyi beyan eden, doğru yola ileten levhaları yazdık…”
(el-A’râf, 7/145)

Buradaki “levh” kelimesi, taş levhalara yazılmış olan Tevrat hükümlerini ifade eder.

Bu kullanımda levh, vahyin yazılı hali anlamında kullanılır.

3. LEVH’İN MURADİFLERİ (ANLAM BENZERLİĞİ VE YAKIN KAVRAMLAR)

a. Kitâb (كِتاب)

En yaygın muradifidir. Yazılmış şey, kitap, ilâhî yazgı anlamlarına gelir.

Kur’ân’da hem Kur’ân’ın kendisi hem de kader için kullanılır:

> “Katımızda yazılı bir Kitap’tadır.” (el-Hadîd, 57/22)

b. Ummü’l-Kitâb (أمّ الكتاب)

Ana kitap, yani Levh-i Mahfûz’un bir diğer ismidir.

Kur’ân’ın temel kaynağı olan ilâhî kader defteri.

c. Siccîn ve Illiyyîn

Kötülerin ve iyilerin amel defteri anlamında kullanılır:

Siccîn: Günahkârların amellerinin yazılı olduğu kitap (el-Mutaffifîn, 83/7-9)

Illiyyîn: Salihlerin amellerinin yazılı olduğu kitap (el-Mutaffifîn, 83/18-20)

d. Defter (دَفْتَر / صُحُف)

Sayfalar, yazılı belgeler anlamında. Peygamberlere verilen sahifeler için kullanılır:

> “İlk sahifelerde, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde.” (el-A’lâ, 87/18-19)

4. LEVH KAVRAMININ HİKMETİ

İlâhî bilginin sabitliğini ve değişmezliğini simgeler.

Kur’ân’ın ve diğer ilâhî kitapların ezelî bir kaynağa bağlı olduğunu bildirir.

Vahyin gelişigüzel değil, ezelî ilim doğrultusunda ve korunmuş bir kaynaktan geldiğini ifade eder.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 5th, 2025

DÜNYADA EN HAYRET EDİLECEK BİR ŞEY VARSA O DA: SOYGUNCULARI VE TERÖRÜ SAVUNANLARDIR

DÜNYADA EN HAYRET EDİLECEK BİR ŞEY VARSA O DA: SOYGUNCULARI VE TERÖRÜ SAVUNANLARDIR

İnsanlık tarihi, iyilikle kötülüğün, adaletle zulmün, hak ile batılın çatışmasıyla yoğrulmuştur. Her çağda, hakka sahip çıkanlarla birlikte, maalesef zulme alkış tutanlar da olmuştur. Ne gariptir ki, kimi zaman hakikatin en net olduğu yerde bile insanlar, göz göre göre bâtılı savunmuş; adeta şeytanın avukatlığını üstlenmişlerdir.

Bugün de öyle… Yeryüzünün birçok köşesinde kan akıyor, masumların ahı göğe yükseliyor. Terör örgütleri, sinsi planlar, kirli ellerle bir milleti bölmeye, parçalamaya, korku salmaya çalışıyor. Bu yetmezmiş gibi, bazı “aydınlar”, sözde “hak savunucuları” veya “entelektüeller” çıkıyor, soyguncuları ve karanlık yapıların yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Terörü ve yolsuzluğu doğrudan desteklemeseler bile, onları masum görüp ve de gösterip savunarak ona zemin hazırlayan ifadelerle, onu besleyen tavırlarla adeta bir “manevi taşeronluk” görevini üstleniyorlar.

Asıl hayret burada başlıyor:

Bir insan nasıl olur da masumları öldüren, çocukları yetim bırakan, şehirleri harabeye çeviren bir zihniyeti savunabilir? Nasıl olur da bir soyguncuya, “hakkı var” diyebilir? Hangi vicdan, hangi akıl, hangi insaf bunu kabullenebilir?

Oysa insan, yaratılışı itibariyle fıtraten hakkı sever, adaleti ister. Lakin kalp kör olmuşsa, göz hakikati göremez. Nefis firavunlaşmışsa, zalimi mazlumdan ayıramaz.

Kur’an ne diyor?
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur…” (Hud Suresi, 113)

Bu ayet, sadece zalimi değil; zulme en küçük bir meyli, bir sempatiyi dahi reddediyor. Zalimden yana olmak, sadece zulmü artırmaz; insanın ruhunu da kirletir. Mazluma karşı bir vebal yükler.

**

Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller vardı… Onlara karşı duran Hz. Musa’lar, Hz. İbrahim’ler, Hz.Muhammed’ler (sav) vardı. Bugün de aynı tablo farklı şekillerde önümüzde duruyor. Bir yanda karanlık güçler, bir yanda onları destekleyenler… Diğer yanda ise hakkı, adaleti, selameti savunanlar…

**

Sonuç olarak:

Dünyada en hayret edilecek şey gerçekten de, soyguncuyu, zalimi, teröristi savunmak değil midir? Bu, sadece akıl tutulması değil; aynı zamanda bir ruh çöküşüdür. Bu tip tavır sahipleri, yalnızca dünyada değil, ahirette de en büyük pişmanlığı yaşayanlar olacaklardır.

Zulme karşı sessiz kalmak dahi büyük bir vebalken; ona alkış tutanların halini düşünmek bile insanın içini ürpertir.

Allah, bizleri hakikati gören, zalime değil mazluma taraf olan, adalet terazisini kaybetmeyen kullarından eylesin.

Loading

No ResponsesNisan 5th, 2025

Batılın Tasviri mi, Hakikatin Beyanı mı?

Batılın Tasviri mi, Hakikatin Beyanı mı?[1]

İnsan zihni, gördüğü ve duyduğu şeylerden etkilenmeye son derece açıktır. Özellikle de saf ve berrak olan zihinler, maruz kaldıkları her türlü bilgiyle şekillenebilir. İşte bu yüzden “Batıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlaldir” sözü, büyük bir hakikati ifade eder. Çünkü yanlış olanın, kötülüğün ve batıl inançların süslü bir şekilde anlatılması, bilhassa temiz zihinleri ve kalpleri şaşırtabilir, hatta hakikatten uzaklaştırabilir.

Tarih boyunca toplumlar, ideolojiler ve kültürel akımlar, kendi inançlarını ve fikirlerini yaymak için kelimeleri ve sanatları ustaca kullanmışlardır. Hakikati anlatması gereken birçok kişi, bazen farkında olarak bazen de farkında olmadan batıl olanı öylesine güzel ve detaylı anlatmıştır ki, sonuçta onun propagandasını yapmış olur. Günümüzde bu durum, özellikle medya, sinema, edebiyat ve sosyal medya aracılığıyla daha da yaygın hale gelmiştir.

İbretlik Bir Hadise: Yanlışın Büyüsü

Bundan yüzyıllar önce Endülüs’te İslam medeniyeti zirvede iken, Müslümanlar bilim, sanat ve ahlakta ileri bir seviyedeydi. Ancak zamanla, batıdan gelen kültürel ve fikri akımlar Müslümanları etkiledi. Endülüs’ün en büyük âlimlerinden biri olan İmam Şâtıbi, halk arasında hızla yayılan bir tehlikeyi fark etti: Müslüman gençler, batıl fikirleri yalnızca “öğrenmek” için değil, “hayranlıkla” dinlemeye başlamıştı. Hristiyan âlimleri, İslam karşıtı fikirleri anlatırken öyle süslü bir üslup kullanıyorlardı ki, hakikati arayan zihinler dahi bunlardan etkilenip savruluyordu.

Bu etkileşimin sonunda, pek çok Müslüman genç öz değerlerini kaybetmeye ve düşmanın fikirlerine meyletmeye başladı. Kültürel yozlaşma hızla yayıldı, İslam’ı savunanlar bile batıl olanı detaylıca anlatırken farkında olmadan onun propagandasını yapar hale geldiler. Neticede, Müslümanların kendi benliklerinden uzaklaşması, Endülüs’ün düşüşünü hızlandırdı.

Günümüzde Batılın Tasviri

Bugün de benzer durumları görmek mümkündür. Televizyon dizileri, romanlar ve filmler aracılığıyla gayrimeşru ilişkiler, haramlar, ahlaksızlık ve şiddet o kadar detaylı işleniyor ki, insanlar bunları olağan bir şey gibi kabul etmeye başlıyor. “Yanlışı anlatıyoruz” denilerek yapılan bu işler, aslında yanlışın yayılmasına sebep oluyor.

Örneğin, bir dizi düşünelim: Ahlaksız bir yaşam süren bir karakteri, hikâyenin merkezine yerleştirip onu “kahraman” gibi gösterirlerse, seyircinin bilinçaltına şu mesaj verilir: “Bu hayat tarzı kötü olabilir ama aslında çok da cazip.” İşte burada ince bir tehlike vardır: Batılı tasvir ederken, ona cazibe katmak! Oysa ki batılı çirkin göstermeyen bir anlatım, onun gizli bir propagandasına dönüşebilir.

Bu sebeple, hakikat anlatılırken hem doğrudan hem de güzel bir üslupla beyan edilmelidir. Batıl anlatılacaksa da, onun çirkinliği vurgulanarak anlatılmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), günahları anlatırken asla onları cazip hale getirmezdi. Kur’an-ı Kerim de bu konuda bize yol gösterir: Şeytanın süslediği kötü amellere aldanmamak gerektiğini sık sık hatırlatır.

Sonuç: Hakikatin Yolunda Sabit Kalmak

İnsanların temiz zihinleri ve kalpleri, batılın detaylı ve cazip anlatımıyla kirlenmemelidir. Hakikati anlatanlar, düşmanın silahını düşmana çevirmek yerine, kendi hakikat silahını kuşanmalıdır. Günümüz Müslümanlarının, anlatım üsluplarını gözden geçirmeleri ve hakikati saf haliyle sunmaları gerekmektedir.

Bu yüzden “Batıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlaldir” sözünü unutmamalı ve yanlışı anlatırken bile, hakkın nuruyla aydınlatmalıyız.

 

*************  

KİRLİ HAVANIN VE KIRLI HABERLERİN TOPLUM ÜZERİNDE BIRAKTIĞI OLUMSUZ ETKİLERİ

Aslında biz kendimizi ve kendi milletimizi zehirliyoruz.

KİRLİ HAVA VE KİRLİ HABERLER: TOPLUM ÜZERİNDEKİ GİZLİ TEHDİTLER

Dünya, maddî ve manevî kirlenmenin pençesinde giderek boğuluyor. Bir yanda soluduğumuz hava, sanayi atıkları, egzoz dumanları ve kimyasal kirleticilerle zehirlenirken; diğer yanda medya kanallarından yayılan yalan, iftira, korku ve manipülasyonlarla toplumun ruhu kirletiliyor. Fiziksel kirlilik insanın bedenini, bilgi kirliliği ise aklını ve kalbini zehirler.

Bu makalede, kirli havanın ve kirli haberlerin toplum üzerindeki olumsuz etkileri, insan psikolojisine ve sosyal düzenimize verdiği zararlar ve bu kirlilikten korunma yolları üzerine ibretli ve düşündürücü tespitler yapacağız.

1. KİRLİ HAVA: GÖRÜNMEYEN ZEHİR

Hava, insan hayatının en temel unsurlarından biridir. Temiz hava, sağlıklı bir beden ve berrak bir zihin için gereklidir. Ancak sanayi devrimiyle birlikte artan fabrika dumanları, egzoz gazları ve kimyasal atıklar havayı giderek zehirli bir hâle getirdi. Kirli hava, yalnızca akciğerleri değil, toplumun genel sağlığını da tehdit eden bir unsurdur.

Kirli Havaya Maruz Kalan Toplumun Problemleri

1. Fiziksel Hastalıklar:

Solunum yolu hastalıkları (astım, bronşit, KOAH) artar.

Kalp ve damar hastalıkları tetiklenir.

Kanser riski yükselir.

2. Psikolojik Etkiler:

Sürekli kirli hava solumak, depresyon ve kaygıyı artırır.

İnsanlarda halsizlik, yorgunluk ve konsantrasyon eksikliği oluşturur.

3. Toplumsal Verimsizlik:

Hava kirliliği nedeniyle hastalıklar artınca, iş gücü ve üretim azalır.

Eğitimde odaklanma problemleri ortaya çıkar.

İbretli Bir Gerçek: Londra’nın Büyük Sis Felaketi

1952 yılında Londra’da aşırı hava kirliliği nedeniyle “Büyük Sis Felaketi” yaşandı. Şehir, günlerce yoğun bir duman tabakası altında kaldı. Sonuç olarak 12 bin insan yaşamını yitirdi. Bu olay, temiz hava politikalarının ne kadar hayati olduğunu gösteren büyük bir ibret olmuştur.

2. KİRLİ HABERLER: TOPLUMSAL ZEHİR

Tıpkı kirli hava gibi, kirli haberler de insanların zihnini ve kalbini kirletir. Yalan, çarpıtma ve manipülasyon içeren haberler; toplumu korkuya, öfkeye ve güvensizliğe sürükler.

Bir toplumun sağlıklı işlemesi için doğru bilgiye ihtiyacı vardır. Ama günümüzde medya organları, çoğu zaman reyting, reklam geliri veya siyasi çıkarlar uğruna gerçeği çarpıtıyor.

Kirli Haberlerin Toplum Üzerindeki Etkileri

1. Korku ve Panik Ortamı Oluşur

Sürekli felaket senaryoları ve kötü haberlerle beslenen toplum, korku içinde yaşar.

Geleceğe dair umutsuzluk yayılır.

2. Toplumsal Güvensizlik Artar

İnsanlar yöneticilere, medyaya ve hatta birbirlerine güvenemez hâle gelir.

Komplo teorileri hızla yayılır, gerçek ile yalan arasındaki çizgi kaybolur.

3. Kutuplaşma ve Düşmanlık Oluşur

Medya, farklı kesimleri birbirine düşman hâline getirebilir.

Suni krizler, insanları birbirine karşı kışkırtarak bölünmelere neden olur.

İbretli Bir Hikâye: Yalancı Çoban

Eski bir hikâyede, bir çoban köylüleri kandırmak için sürekli “Kurt geldi!” diye bağırır. Ancak bu hep yalan çıkar. Bir gün gerçekten kurt sürüye saldırır ama köylüler artık çobana inanmaz. Sonunda hem çoban hem de sürü mahvolur.

Bu hikâye, medyanın sürekli yanlış haber yayarak toplumun güvenini nasıl yok ettiğini anlatan en güzel örneklerden biridir.

3. TEMİZ HAVA VE TEMİZ HABER: ÇÖZÜM NEDİR?

Kirli hava nasıl filtrelenmeden solunmamalıysa, kirli haberler de sorgulanmadan kabul edilmemelidir. Hem fiziksel hem de zihinsel çevremizi temiz tutmak için şu önlemleri almalıyız:

Fiziksel Kirliliğe Karşı Önlemler

Fabrika atıklarını azaltan yasalar çıkarılmalı.

Ağaçlandırma ve yeşil alanlar artırılmalı.

Toplu taşıma teşvik edilerek egzoz gazı azaltılmalı.

Zihinsel Kirliliğe Karşı Önlemler

Her haberi sorgulamak: Haber kaynağının güvenilir olup olmadığı araştırılmalı.

Duygusal tepki vermemek: Öfke ve korkuya kapılmadan önce bilgiyi teyit etmek gerek.

Sosyal medyada bilinçli olmak: Her okunanı paylaşmak yerine doğruluk süzgecinden geçirmek lazım.

SONUÇ: HAVA GİBİ, HABER DE TEMİZ OLMALI

Kirli hava soluyan beden hastalanır, kirli haber soluyan zihin zehirlenir.

Bir toplumun sağlıklı, mutlu ve üretken olması için hem fiziksel çevresinin hem de bilgi kaynağının temiz olması gerekir. Eğer çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakmak istiyorsak, yalnızca doğayı değil, zihnimizi de kirletici unsurlardan korumalıyız.

Unutmayalım:

Hava temiz olursa nefes alabiliriz.

Bilgi temiz olursa sağlıklı düşünebiliriz.

Gelin, doğru bilgiyi arayalım, gerçeği bulalım ve temiz bir toplum için hep birlikte çalışalım.

@@@@@@@

“Merak yüzünden ve afaki hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler! Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lazım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevidir, fıtridir” derseniz, ben de derim:
Kat iyen biliniz ki, insanın, çok mu’cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve fani, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev i gibi çok hadisat-ı acibeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hadisatın yüz defa daha mucib-i merak ve ruhani, manevi zevklere medar hadiseler var. Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, arızi hadiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedi kalmak ve o hadiseler daimi olmak ve herkese o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mucid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz i… Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zat-ı Akdesin rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, ta dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu tarif edilmez.”
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/emirdag-lahikasi/hiss-i-kablelvukuun-tetimmesi/52

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=u1JNExlXGVI

Loading

No ResponsesNisan 5th, 2025

KURAN-I KERİM’DE GEÇEN LEHVEL HADİS KELİMESİ VE MURADİFLERİ

KURAN-I KERİM’DE GEÇEN LEHVEL HADİS KELİMESİ VE MURADİFLERİ[1]

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “لهو الحديث / Lehvel Hadîs” ifadesi, özellikle dinin hakikatine ve insanın yaratılış gayesine ters düşen, oyalanma ve boş eğlenceleri ifade eden önemli bir kavramdır. Bu kelime, özellikle Lokman Sûresi 6. ayette geçmektedir ve kapsamı geniştir. Aşağıda bu kavramı detaylı şekilde açıklayalım:

1. Lehvel Hadîs Ayeti (Lokman Sûresi, 6. Ayet):

“İnsanlar içinde, bilgisizce (Allah’ın yolundan) saptırmak ve onu alaya almak için ‘Lehvel Hadis’i satın alanlar vardır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.”
(Lokman 31/6)

2. “Lehvel Hadis”in Lügavî ve Istılahî Manası:

Lehv (لهو): Oyalanmak, dikkati dağıtmak, asıl işten uzaklaştırmak anlamına gelir.
Kalbi meşgul eden boş iş ve sözlerdir.

Hadîs (حديث): Söz, haber, anlatım, hikâye demektir.

Lehvel Hadîs: Boş, faydasız, eğlence maksatlı sözler, hikâyeler, şarkılar, müzikler, masallar ya da ideolojiler olabilir. Asıl maksadı Allah’ın yolundan alıkoymak olan sözlü ifadeleri kapsar.

3. Müfessirlerin Yorumları:

İbn Abbas, İkrime, Mücâhid, Katâde gibi erken dönem müfessirler: Lehvel Hadîs’i şarkı, türkü, eğlence amaçlı söz olarak açıklamışlardır.

İbn Cerir et-Taberî: Bu tür sözlerin, insanı hakkı işitmekten alıkoyan her türlü eğlence ihtiva edenler olduğunu belirtir.

İbn Kesîr: Müzik ve şarkıların dinlenmesini bu ayetle ilişkilendirir, özellikle ibadet ve zikirden alıkoyuyorsa.

4. Lehvel Hadîs’in Muradifleri (Eş Anlamlıları veya Benzer Kavramlar):

Kur’an’da farklı sure ve ayetlerde benzer anlamda kullanılan başka kelime ve kavramlar da vardır:

En’am. 32.
وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

Laib: Oyun,oyun gibi eğlenceler
lehv: Boş,eğlence, oyalanma

Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?

@Enbiya. 16.17
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَٓاءَ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ
لَوْ اَرَدْنَٓا اَنْ نَتَّخِذَ لَهْوًا لَاتَّخَذْنَاهُ مِنْ لَدُنَّاۗ اِنْ كُنَّا فَاعِل۪ينَ
Laibin. Lehven

Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular (işi, eğlencesi) olarak yaratmadık.
Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi tarafımızdan edinirdik. (Bu irademizin eseri olurdu. Ama) biz (bunu) yapanlardan değiliz.

@ En’am. 112.

Zuhruf. Süslenmiş, Aldatıcı söz.

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاط۪ينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوح۪ي بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًاۜ وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.

@ Araf.179.
Ğaflet: Dikkatsizlik. İlahi hakikatlerden uzaklık

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.

@ Hac. 30.
Kavlez Zur: Yalan, batıl söz

ذٰلِكَۗ وَمَنْ يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللّٰهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۜ وَاُحِلَّتْ لَكُمُ الْاَنْعَامُ اِلَّا مَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْاَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِۙ
Durum böyle. Her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.

5. Günümüzdeki Yansımaları:

“Lehvel Hadîs” kavramı günümüzde:

Boş vakit geçirten ama fayda sağlamayan şeyler (bazı TV programları, sosyal medya gibi),

Maneviyattan uzaklaştıran müzikler veya ideolojik propagandalar,

Dini küçümseyen veya alaya alan sözlü yayınlar şeklinde düşünülebilir.

Bu yüzden niyet ve meşgul olunan şey çok önemlidir. Her şarkı ya da hikâye “lehvel hadîs” değildir, ama kişiyi Allah yolundan alıkoyuyorsa bu kapsamda değerlendirilebilir.

************ 

KURAN-I KERİM’DE GEÇEN LEHVEL HADİS MANASININ TEFSİRLERDEKİ YORUM VE İZAHI

1. “Lehvel Hadis” Ayeti ve Anlamı

Kur’an-ı Kerim’de Lokman Suresi 6. ayette geçen “lehvel hadis” ifadesi şöyle geçmektedir:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce (cahillikle) Allah yolundan saptırmak ve onu eğlenceye almak için ‘lehvel hadis’ satın alır. İşte onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Lokman 31:6)

Bu ayette geçen “lehvel hadis” kavramı, İslam âlimleri tarafından farklı açılardan yorumlanmıştır.

2. Tefsirlerde “Lehvel Hadis” Yorumu

a) İbn Abbas ve Müfessirlerin Görüşleri

İbn Abbas (r.a.), Mücahid, İkrime ve bazı diğer müfessirler **”lehvel hadis”**i “batıl sözler, anlamsız hikâyeler ve boş sözler” olarak açıklamıştır.

İbn Mesud (r.a.), bu ayetin yorumunda **”lehvel hadis”**in şarkı ve müzik olduğunu söylemiş ve “Şayet bir kişi tekrar tekrar bu ayeti dinleyerek şarkı ve müziğin haram olup olmadığını sorarsa, ona ‘evet’ derim” demiştir.

b) Taberî Tefsiri

İmam Taberî, “lehvel hadis” kavramının insanları hak yoldan saptıran her türlü eğlence, müzik, masal ve hikâye olabileceğini söyler.

Ayrıca, müşriklerin Kur’an’ı dinlememek için eğlence ve müzikle meşgul olup insanları oyalamasını da bu kavramın içine dahil eder.

c) Kurtubî Tefsiri

İmam Kurtubî, “lehvel hadis”i “insanı Allah’tan ve hak yoldan alıkoyan her türlü boş eğlence, oyun, müzik ve batıl sözler” olarak açıklar.

Ona göre, insanları Allah’tan uzaklaştıran hikâyeler, batıl romanlar, yanlış öğretiler ve müstehcen sözler de bu kapsamda değerlendirilmelidir.

d) Fahreddin Râzî Tefsiri

Fahreddin Râzî, bu ayette geçen “lehvel hadis”in genel bir kavram olduğunu ve sadece müzikle sınırlandırılmaması gerektiğini söyler.

İnsanı Allah’tan ve hak yoldan alıkoyan her şeyin “lehvel hadis” olabileceğini, ancak müziğin de bu kapsamda değerlendirilebileceğini belirtir.

e) Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

Elmalılı Hamdi Yazır, “lehvel hadis”i “boş ve faydasız sözler” olarak yorumlar.

Kur’an okunmasını engellemek için anlatılan masallar, hikâyeler, eğlence içerikleri gibi Kur’an’a muhalif her türlü sözün bu kavram içinde değerlendirilebileceğini ifade eder.

3. “Lehvel Hadis” Kavramının Günümüz Yorumu

Günümüzde “lehvel hadis” kavramı, insanı hakikatten uzaklaştıran her türlü boş ve zararlı medya içeriği, müstehcen yayınlar, sahte bilgiler, yanlış yönlendiren sosyal medya içerikleri, gereksiz eğlenceler ve Allah’ı unutturan şeyler olarak değerlendirilmektedir.

Özellikle İslami değerleri küçümseyen veya Allah yolundan alıkoyan içeriklerin bu kapsamda olduğu söylenebilir.

4. Sonuç

“Lehvel hadis”, tefsirlerde genellikle müzik, batıl hikâyeler, faydasız sözler ve insanları Allah’tan uzaklaştıran eğlenceler olarak açıklanmıştır. Ancak bazı müfessirler, genel olarak Allah’ı unutturan her türlü eğlenceyi bu kavramın içine dâhil etmişlerdir. Bu yüzden Müslümanların, zamanlarını faydasız ve batıl şeylerle değil, ilim, ibadet ve hayırlı işlerle geçirmeye çalışmaları tavsiye edilmiştir.

************  

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=MTQLLqwkQRI

Loading

No ResponsesNisan 5th, 2025

İLAHİ VUSLATA ERMEK: ŞAŞKIN RUHUN MAŞÛKA KAVUŞMA AŞKI

İLAHİ VUSLATA ERMEK: ŞAŞKIN RUHUN MAŞÛKA KAVUŞMA AŞKI

İnsan, ezelden ebede uzanan bir yolculuğun yolcusudur. Ruhlar âleminde başlayan bu serüven, dünya gurbetiyle devam eder ve hakikatin kapısına ulaşanlar için ilâhî vuslatla nihayete erer. İnsan ruhu, bu yolculukta bazen şaşkın, bazen kaybolmuş, bazen de mâşûkuna kavuşma aşkıyla yanıp tutuşan bir âşıktır.

Ruhun Garipliği: İlâhî Aşka Hasret

Ruh, yaratıldığı ilk anlardan itibaren ilâhî bir huzurun içindedir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf, 172) sorusuna verdiği “Evet, şahidiz” cevabı, onun aslî sevgilisinin Allah olduğunu gösterir. Ancak ruh, dünya hayatına gönderildiğinde bu hakikati unutur ve şaşkın bir hâle bürünür. Dünya, ona geçici lezzetler sunar, sahte aşklarla oyalar ve ruh, asıl sevgilisinden uzaklaştıkça büyük bir hasret çeker.

Tasavvufta bu hâl, “gariplik” olarak ifade edilir. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Biz bu dünyaya sığmayan bir aşkın çocuklarıyız.” Ruh, ait olduğu ilâhî âlemden uzaklaştıkça, ne dünya nimetleri ne de beşerî sevgiler onu tatmin edebilir. Çünkü onun huzuru, yalnızca Hakk’a dönüşle mümkündür.

Aşkın Ateşi: Ruhun İmtihanı

Her aşk, bir imtihanı da beraberinde getirir. İlâhî aşka ulaşmak isteyen ruh, nefsin ve dünyanın türlü tuzaklarıyla karşı karşıya kalır. Nefis, onu dünya sevgisine çeker; şeytan, ona gafleti süslü gösterir. Ancak hakikati arayan bir âşık, bu engelleri aşarak yoluna devam eder.

İlâhî aşka erişmek isteyenlerin yolu çile ve sabırla döşelidir. Nitekim Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Aşkın aldı benden beni, Bana seni gerek seni…”

Bu, benlikten sıyrılmanın, nefsî arzuların ötesine geçmenin ve sadece Allah’a yönelmenin ifadesidir. Gerçek aşk, nefsin putlarını yıkmak ve ruhu Hakk’a yöneltmektir.

Vuslatın Kapısı: Fâniden Bâkiye Yolculuk

İlâhî vuslat, ancak fânî olanın perde olduğunu idrak etmekle mümkündür. Ruh, kendini ne kadar dünyaya kaptırırsa, o kadar şaşkın ve huzursuz olur. Fakat Allah’ı bulan bir âşık, her şeyin O’nun bir tecellisi olduğunu anlar. Artık ayrılık ve korku kalmaz, çünkü her şey O’ndandır ve O’na dönecektir.

Tasavvufta bu hâl, “fenâ fillâh” yani Allah’ta yok olma olarak ifade edilir. Kişi, kendi varlığını unutup yalnızca Allah’ın varlığında kendini bulduğunda, hakikî vuslata ermiş olur. Bu noktada, artık âşık da mâşûk da birdir; çünkü aşkın hakikati Allah’tır.

Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Ayrılıktan şikâyet eden ney gibi ol, Çünkü onun sesi, vuslatın hasretidir.”

Son Söz: Ruhun Sonsuz Aşkı

Ruhun kemale erme serüveni, aslında ilâhî vuslata erme aşkıdır. Şaşkın ve garip olan ruh, mâşûkunu bulduğunda hakikî huzura erer. Asıl saadet, ruhun dünya gurbetinden sıyrılarak, ezelî sevgilisine dönmesiyle mümkündür.

Bu aşk, insanın yaratılış gayesidir; çünkü insan, Allah’ı tanımak, O’nu sevmek ve O’na kavuşmak için yaratılmıştır. Dünyadaki tüm aşklar, aslında ilâhî aşkın birer gölgesidir. Asıl vuslat, insanın benliğini terk edip Rabbine tam bir teslimiyetle yönelmesidir.

Ve işte o an, şaşkın ruh huzur bulur, ilâhî vuslat gerçekleşir ve aşk, gerçek sahibine kavuşur…

 

 

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

RABBİNİ ARAYAN RUH : KENDİNİ BULAN VE BİLEN NEFİS

RABBİNİ ARAYAN RUH : KENDİNİ BULAN VE BİLEN NEFİS

Her insan, doğuştan itibaren kendini ve Rabbi’ni arayan bir yolcudur. Bazen bu yolculuk bilinçsizce, bazen de iradi bir yönelişle gerçekleşir. Ruh, özüne dönmek, kendisini tanımak ve Rabbi’ne ulaşmak ister. Ancak nefis, kimi zaman bu yolculuğu sekteye uğratır, kimi zaman da ruhun olgunlaşmasını sağlayan bir vesile olur. İşte bu büyük arayışın hikmet dolu bir serencamı…

Hakikati Arayan Ruh

İnsan ruhu, dünya hayatına bir misafir olarak gönderilmiştir. Kendi varlığının mahiyetini keşfetmek ve Rabbi’ni tanımak için var edilmiştir. Tıpkı bir yolcunun menziline ulaşmak için doğru yolları araştırması gibi, ruh da kalbinde bir boşluk hisseder ve onu ancak Hakikat ile doldurabilir.

Ne zaman ki insan, yaratılış gayesini idrak eder, işte o zaman gerçek huzuru ve kemali yakalamaya başlar. Zira bir şeyi bilmenin en büyük anahtarı, önce onun varlığını sorgulamaktır. Ruh, kendisini sorguladıkça Rabbi’ne yönelir; Rabbi’ne yöneldikçe de kendini tanımaya başlar.

Nefisle Olan Mücadele

Nefis, insanın iç dünyasında hem en büyük düşman hem de en büyük öğretmendir. Zira nefis, dünyaya ve maddi hazlara düşkünlüğü ile ruhu köreltmek ister. Fakat bu mücadele, insanın kendini tanımasını ve Rabbi’ni bulmasını sağlayan bir sınavdır. Buu hakikatin sırrı şurada saklıdır: “Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

İnsan nefsi, ilk aşamada daima bencil, aceleci ve doyumsuz bir yapıdadır. Ancak tefekkür, ibadet ve muhasebe ile nefis terbiye edildikçe insan, ruhunun sesini daha net duymaya başlar. Hz. Mevlânâ bu hakikati ne güzel dile getirir:

“Nefsin, sana düşmandır. Eğer sen ona köle olursan, o senin efendin olur. Ama eğer ona efendi olursan, o senin hizmetçin olur.”

Gerçekten de nefsi terbiye eden insan, Rabbi’ne daha yakın olur. Nefsiyle barışan kişi, kalbinin huzurunu bulur. Çünkü insanın en büyük cihadı, kendisiyle olan mücadelesidir.

Marifetullah Yolculuğu

İnsan, kendisini tanıdıkça Rabbi’ni tanır. Kendi acizliğini idrak ettikçe, Rabb’inin kudretini fark eder. Hz. Yunus Emre’nin dediği gibi:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir; Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır?”

Marifetullah yani Allah’ı bilme hali, yalnızca ilim ile değil, kalp ve ruhun ihlaslı arayışıyla mümkündür. Allah’ı hakkıyla tanıyan bir insan, dünya nimetlerine meyletmez, benlikten sıyrılır ve kulluğun hakikatine erişir. Kalbi, dünyevî arzulardan arındıkça, iç huzuru ve sonsuz bir mutluluk hali onu kuşatır.

Hakikati Bulan Nefis

Nefis, Rabbi’ni tanıdığında, artık huzurun zirvesine ulaşır. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle anlatılır:

> “Ey huzura ermiş nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (Fecr Suresi, 27-28)

Bu ayet, nefis terbiyesinin ve Rabbi’ni bulan insanın ulaşacağı en yüksek makamı işaret eder. Nefis, Rabbine teslim olduğu zaman, ruh en yüce gayesine erişmiş olur. Artık dünya ve içindeki her şey, onun gözünde Hak yolunda birer araçtan ibarettir.

Sonuç

İnsan, Rabbini aradıkça kendisini, kendisini tanıdıkça da Rabbini bulur. Hakikate ulaşan nefis, gerçek saadeti tadar ve dünya hayatının aldatıcılığına kapılmaz. Kalbi, ilahi aşkla dolup taşar, ruhu ise ebedi bir huzura erer. Rabbini arayan bir ruhun serüveni, en nihayetinde kendisini bulan ve bilen bir nefisle sonuçlanır. Çünkü insanın varoluş gayesi, Rabbini tanımak ve O’na yönelmektir.

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

HIRÇIN ZİHNİYETİN TARİHİ: TÜRKİYE’DE MİLLETLE ÇATIŞAN BİR KESİMİN SERENCAMI

HIRÇIN ZİHNİYETİN TARİHİ: TÜRKİYE’DE MİLLETLE ÇATIŞAN BİR KESİMİN SERENCAMI

TÜRKİYE’DE 100-150 YILDIR DEVLETLE -MİLLETLE VE MİLLETİN İNANCIYLA ÇATIŞAN, ÇATIŞMADAN BESLENEN VE KENDİNİ SOLCU İLAN EDEN HIRÇIN VE SALDIRGAN VE DE KISIR BOZUK BİR ZİHNİYET VE KESİM MEVCUT

Türkiye, son iki asırdır büyük bir değişim ve dönüşüm mücadelesi içinde olmuştur. Bu mücadelenin en sancılı boyutlarından biri ise, devlet ile milletin değerleri arasında zaman zaman yaşanan kopuşlar ve çatışmalardır. Bu çatışmaların merkezinde ise, kendisini “aydın” ve “ilerici” olarak tanımlayan fakat milletin inançlarıyla, örfüyle, tarihiyle barışık olmayan, hatta onlara karşı savaş açan bir kesim bulunmaktadır. Bu kesim, çoğu zaman solcu ya da seküler kimlik altında örgütlenmiş; fakat özünde milletin ruh köküne yabancı, hırçın, saldırgan ve bozguncu bir zihniyeti temsil etmiştir.

Tanzimat’tan Günümüze: Batı Hayranlığının Gölgesinde

Bu kesimin temelleri, Osmanlı’nın son döneminde, Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla atıldı. Devleti kurtarmak adına Batı’nın her türlü yapısını sorgusuzca taklit eden bir elit zümre oluştu. Bu zümre, zamanla Batı’nın teknolojisini değil, kültürünü ve din dışı yaşam tarzını benimseyerek, kendi halkına tepeden bakan bir pozisyona savruldu.

II. Abdülhamid Han, bu zihniyeti bir nebze olsun frenlemeye çalıştı. Fakat 1908’de İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişiyle birlikte, halktan kopuk bu kadro tekrar ön plana çıktı. “Halka rağmen halk için” anlayışı, bu zihniyetin şiarı haline geldi.

Cumhuriyet Dönemi: Devlet Eliyle Dayatılan Devrimler

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan inkılapların önemli bir kısmı, halkın hazır olmadığı ve istemediği halde, yukarıdan aşağıya zorla uygulandı. Tek parti döneminde ezan Türkçeleştirildi, Kur’an yasaklandı, din eğitimi kaldırıldı. Bu dönemde milletin inanç dünyası adeta harabeye çevrildi. Tüm bu uygulamalar, bir “ilericilik” maskesi altında, halkın köklerinden koparılmasını hedefliyordu.

Bu kesim, halkın inancına “irtica”, kendi ideolojisine ise “çağdaşlık” adını verdi. Oysa ne yazık ki bu ilericilik söylemi, çoğu zaman hakikatte bir gericilikten öteye geçemedi. Milletin değerlerine düşmanlık eden bu zihniyet, sadece dine değil, aynı zamanda geleneklere, aile yapısına ve tarih bilincine de savaş açtı.

27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat: Darbeler ve Müdahalelerle Beslenen Zihniyet

Bu zihniyetin en çok beslendiği dönemler, Türkiye’deki askerî darbeler olmuştur. 1960, 1980 ve 1997 yıllarında yapılan müdahaleler, daima halkın iradesine karşı yapılmış; ve her seferinde bu elitist kesimi iktidara taşımıştır. Milletin oylarıyla başa gelen hükümetler “irtica” bahanesiyle alaşağı edilirken, halktan kopuk bir bürokratik oligarşi yeniden şekillenmiştir.

Sol kisvesi altında konuşan bu zümre, her zaman halkın değerlerine mesafeli durmuş, özellikle dinî yaşantıyı hedef almıştır. Ancak ne gariptir ki, bu zihniyet hiçbir zaman kalıcı bir çözüm, vizyon veya üretim modeli ortaya koyamamış; sadece çatışma, kutuplaşma ve yasaklardan beslenmiştir.

Modern Dönemde Değişen Toplum, Değişmeyen Zihniyet

2000’li yıllarda millet iradesinin güçlenmesiyle birlikte bu kesim yavaş yavaş toplumda marjinalleşmeye başladı. Fakat sosyal medya gibi yeni mecralarla tekrar sesini duyurur hale geldi. Bugün hâlâ bu zihniyet, dinî değerleri aşağılamayı, mukaddesatla alay etmeyi “özgürlük” zannetmekte; inanan insanları küçümsemeyi “aydınlanma” olarak sunmaktadır.

Sonuç: Asıl İlericilik, Milletle Bütünleşebilmektir

Gerçek ilericilik, milleti anlamaktan ve onun değerlerine saygı duymaktan geçer. 100 yıldır bu topraklarda milletle çatışan, onun inancına düşmanlık eden bu zihniyet artık iflas etmiştir. Kendi halkını tanımayan, onunla kavga eden bir anlayış ne entelektüel olabilir, ne de ilerici. Asıl çözüm, milletle barışmak, tarihî ve manevî köklerle yeniden bağ kurmaktır.

Tarihten ibret alınmalı, bu bozuk ve kısır zihniyetin artık toplumsal barışa ve gelişmeye engel olduğu açıkça görülmelidir. Türkiye’nin geleceği, halkıyla çatışan değil, halkıyla bütünleşen bir anlayışla şekillenmelidir.

*************  

BAK:

https://chatgpt.com/share/67ef4529-425c-800b-9c17-8d17af3dec32

 

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

KUR’AN-I KERİM-DE TEMSİLLER

KUR’AN-I KERİM-DE TEMSİLLER

“Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, hakikatleri durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünkü daire-i uluhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkin ve miskin olan insan da daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuunatını, ahvalini düşünür.”
Mesnevî-i Nuriye

Bu mesele, Kur’an-ı Kerim’in insanlara hakikatleri anlatma yöntemlerinden biri olan temsil (benzetme, misalle açıklama) üslubuna işaret etmektedir. Kur’an’da soyut ve derin hakikatlerin, insanların daha iyi anlayabilmesi için somut örneklerle açıklanması hikmetli bir metottur.

Kur’an’da Temsil ve Hikmeti

Kur’an, insanın akıl, idrak ve hayal sınırlarını gözeterek, ilahi hakikatleri misallerle anlatır. Zira insan, soyut kavramları doğrudan idrak etmekte zorlanır. İşte bu sebeple Kur’an, birçok ayette temsil üslubunu kullanarak, Allah’ın kudretini, hikmetini, ahireti ve gaybi meseleleri açıklamıştır.

Konuyla İlgili Ayetler

1. “Allah, hakikati açıklamak için size misaller verir…”
(İbrahim Suresi, 24-25)
Bu ayetlerde iman hakikatleri bir ağaca benzetilir. “Güzel bir söz” kökü sağlam, dalları göğe yükselen, meyve veren bir ağaç gibidir. Burada, imanın ve hakikatin nasıl büyüyüp geliştiği ve meyve verdiği anlatılır.

2. “Şüphesiz biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali verdik ki düşünüp öğüt alsınlar.”
(Zümer Suresi, 27)
Bu ayet, Kur’an’ın hikmetle örnekler verdiğini ve insanların bunlar üzerinde tefekkür etmesi gerektiğini bildirir.

3. “Allah, bir sivrisineği yahut ondan daha küçük bir şeyi misal vermekten çekinmez. İman edenler, onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler…”
(Bakara Suresi, 26)
Burada, Allah’ın en küçük varlıklarla bile büyük hakikatleri açıklayabileceği ifade edilir. İnsan, bu küçük misallerden büyük dersler çıkarabilir.

4. “O, karada ve denizde yolunuzu bulmanızı sağlayandır. Biz, delilleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan ayetler indirdik ki, düşünesiniz.”
(En’am Suresi, 97)
Bu ayet, Allah’ın kudretinin anlaşılması için kevni ayetlerin misal olarak gösterildiğini belirtir.

Hikmet Açısından İzahı

Kur’an’daki misaller, insanın idrak kabiliyetine hitap eden birer eğitim metodudur. Soyut ve gaybi hakikatler, ancak insanın anlayabileceği somut misallerle zihninde canlanır. Bu, Allah’ın rahmet ve hikmetinin bir tecellisidir.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen ifadeyle bağlantı kurarsak:

Daire-i Uluhiyet (Allah’ın Zatı ve sıfatları), insanın idrak sınırlarının ötesindedir.

Daire-i Mümkinat (yaratılmış âlem) içinde ise misaller aracılığıyla Allah’ın hakikatleri yansıtılır.

İnsan, bu misallere bakarak Allah’ın şuunatını (iş ve fiillerini), sıfatlarını ve ahirete dair meseleleri kavrayabilir.

Sonuç olarak, Kur’an’ın misallerle hakikatleri anlatması, insanların doğru anlamasını kolaylaştıran ilahi bir hikmet gereğidir. İnsan, temsil ve teşbihler sayesinde metafizik hakikatleri zihninde daha iyi şekillendirebilir ve böylece imanını güçlendirebilir.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

O’NUN YÜCELİĞİ ZATINA PERDE OLMUŞ

O’NUN YÜCELİĞİ ZATINA PERDE OLMUŞ

Ey Şiddet-i Zuhurundan Gizlenmiş ve Ey Azamet-i Kibriyasından İstitar Etmiş Olan Zât-ı Akdes!

İnsan, sınırlı aklı ve idrakiyle sonsuz olanı kavrayamaz. Varlık âleminde her şey O’nun kudretinin bir nişanesi olduğu hâlde, gözler O’nu göremez; gönüller O’nu tam manasıyla idrak edemez. Çünkü O, şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir ve azamet-i kibriyasından istitar etmiştir. İşte bu, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sırlarından biridir: O, en açık olduğu hâlde en gizli, en zahir olduğu hâlde en bâtındır.

Şiddet-i Zuhur: En Açık Olanın En Gizli Olması

Güneş, ışığının parlaklığı sebebiyle gözle doğrudan görülemez. Çok yakından bakmaya çalışan gözler, onun azametli ışığı karşısında kamaşır, onu net göremez. İşte Allah Teâlâ da böyledir. O’nun varlığı, kâinatta öyle zahirdir ki, insanlar bu büyük aşikârlık içinde O’nu göremez hâle gelirler. Çünkü göz, alıştığı şeyi seçmekte zorlanır. Nitekim bir balık, denizin farkında olmadan yaşar; insan da çoğu zaman Allah’ın varlığını ve kudretini fark etmeden hayatını sürdürür.

Kur’an-ı Kerim’de buyurulur:

> “Gözler O’nu idrak edemez; O ise gözleri idrak eder.” (En’âm, 103)

İnsan gözü, Allah’ın varlığını doğrudan göremez, ancak O’nun eserlerini, kudret tecellilerini müşahede edebilir. Kâinattaki her varlık, O’nun bir nişanesi, bir ayetidir. Ancak gaflet perdesi, bu ayetleri görmekten insanı alıkoyar. İşte bu yüzden Allah, şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir.

Azamet-i Kibriyadan İstitar: Sonsuz Büyüklüğün Perdesi

Allah Teâlâ’nın büyüklüğü, azameti ve kibriyası o kadar yücedir ki, insan aklı ve kalbi O’nu tam anlamıyla kuşatamaz. Küçük bir damla, okyanusu içine sığdıramadığı gibi, insanın idraki de Allah’ın sonsuzluğunu kavrayamaz. İşte bu yüzden, O’nun yüceliği bir perde olmuş, insan O’nu görmeyi dahi tahayyül edemez.

Hz. Musa (a.s), Allah’ı doğrudan görmek istemiş, ancak Rabbimiz ona dağın misalini vermiştir:

> “Ya Musa! Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa, o zaman Beni görebileceksin!” (A’râf, 143)

İnsan, Allah’ın azameti karşısında ancak O’nun yarattıklarına bakarak bir idrak yolculuğuna çıkabilir. O’nun büyüklüğünü doğrudan kavrayamaz, ama O’nun sanatını görerek Rabbini tanıyabilir.

Gizli Olanı Bulmak: Kalbin Keşfi

Allah, gözlerden gizlenmiştir ama kalplerin derinliklerinde sezilir. O, akılla değil, kalbin marifetiyle tanınır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu gerçeği şöyle ifade eder:

> “Gözle gördüğün her şey, Allah’tan bir işarettir. Eğer basiretin varsa, her şeyin ardında O’nu görebilirsin.”

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)

İnsan, Allah’tan uzak olduğunu sandığı anlarda bile aslında O’na en yakın hâlindedir. Çünkü O, her şeyi sarıp kuşatandır. Ancak insanın gözü dünyaya, kalbi masivaya (Allah’tan gayrı şeylere) meylettiğinde, O’nu fark edemez.

Sonuç: Görmeden Tanımak, Bilmeyerek Sezmek

Allah Teâlâ, en zahir olduğu hâlde en gizlidir. O’nu tanımak, O’nu görmekle değil, O’nu hissetmek ve O’na inanmakla mümkündür. Gözler, O’nu doğrudan göremese de, kalp O’nu idrak edebilir. İşte hakiki iman, O’nu görmeden inanmak, bilmeden sezmek, göze değil, kalbe güvenmektir. Ve en büyük dua şudur:

> Ey Rabbim! Şiddet-i zuhurundan gizlenmiş, azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Bizi hakiki marifetinle şereflendir! Kalplerimizi kendi nurunla nurlandır! Seni unutmaktan bizi muhafaza eyle!

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

KURAN-I KERİM EZELDEN GELMİŞ EBEDE GİTMEKTEDİR

KURAN-I KERİM EZELDEN GELMİŞ EBEDE GİTMEKTEDİR

Kuran-ı Kerim, “zahiren bir kitap şeklinde ise de, ihtiva ettiği fünun ve ulüm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.” Nasıl ve ne demektir? İlim ve Hikmet cihetleri?

Bu cümle, Kur’ân-ı Kerîm’in yalnızca dış görünüşü itibariyle bir kitap gibi görünse de, içinde taşıdığı ilim, hikmet ve hakikatler bakımından sayısız kitap değerinde olduğu anlamına gelir. Şimdi bu ifadeye gelince:

1. “Zahiren bir kitap şeklinde” ne demektir?

Kur’ân-ı Kerîm, şekil olarak 6000 küsur ayetten oluşan, ciltli bir kitap gibi görünür. Okuyan biri, zahiren Arapça kelimelerden oluşan bir metin, yani normal bir kitap gibi anlayabilir. Fakat bu yalnızca zahirdir—yani görünen, yüzeyde olan kısımdır.

2. “İhtiva ettiği fünun ve ulüm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir” ne demek?

Buradaki “fünun” (çoğulu: fen), ilimlerin dallarını; “ulûm” ise genel olarak ilimleri ifade eder. Kur’an yalnızca dini bir kitap değil, aynı zamanda şu alanlarda derin muhtevaları barındırır:

a) Akaid ve Kelam İlimleri:

Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları, ahiret, melekler gibi iman esasları detaylı şekilde ele alınır. Kelam kitapları Kur’an’ın bu yönünü açmakla meşguldür.

b) Fıkıh (İslam Hukuku):

Kur’an’da ibadet, muamelat, ahlak ve sosyal hukukla ilgili yüzlerce ayet vardır. Bu ayetler üzerine binlerce fıkıh kitabı yazılmıştır.

c) Tarih ve Kıssalar:

Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar pek çok peygamberin kıssası, ibret ve hikmet dolu şekilde anlatılır. Tarihi bir ders ve sosyal psikoloji açısından da zengindir.

d) Ahlak ve Terbiye:

Kur’an, bireyin iç dünyasını ıslah edecek derin ahlaki ilkeler ihtiva eder. Tasavvuf, ahlak ilmi ve psikoloji burada Kur’an’a yaslanır.

e) Sosyoloji ve Toplum Mühendisliği:

Toplumların nasıl bozulduğu, hangi ahlaki hastalıklarla çöktüğü ve nasıl düzelebileceği Kur’an’da sosyal örneklerle işlenir.

f) Edebiyat ve Belagat:

Kur’an’ın üslubu öyle güçlüdür ki, Arap edebiyatının zirvesi kabul edilir. Belagat ilmi Kur’an’a göre şekillenmiştir.

g) Fenni ve Kozmik İşaretler:

Evrenin yaratılışı, yerin ve göklerin yapısı, insanın yaratılışı gibi konular bilimsel işaretler taşır. Bu ayetler ilham verici niteliktedir.

3. Hikmet cihetiyle bakıldığında:

Hikmet, her şeyin yerli yerince olması, gayeye hizmet etmesi ve derin bir anlam taşıması demektir. Kur’an’daki her ayet, bazen birkaç kelimeyle çok derin anlamlar taşır. Mesela:

“Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya’budûn” (Zâriyât, 56): İnsan ve cinlerin yaratılış gayesini bir cümleyle bildirir.

“İnne ma’al usri yusrâ” (İnşirah, 6): Her zorluğun ardından bir kolaylık vardır diyerek insan psikolojisini teselli eder.

Kur’an’ın her ayetinde hem zahiri bir anlam, hem batıni hikmetler bulunur. Bu yönüyle, sadece bir bilgi değil, hikmetle yoğrulmuş ilimdir.

Sonuç:

Kur’an-ı Kerîm, dışarıdan bakıldığında tek bir kitap gibi görünse de, içerisinde:

İman esaslarını açıklayan kelam kitapları,

İbadet ve hukuk sistemini kuran fıkıh külliyatları,

Peygamberler tarihi ve ümmet dersleri barındıran tarih kitapları,

Edebi zirvede bir belagat numunesi,

İnsanı ahlak ve ruh yönüyle terbiye eden tasavvuf eserleri,

Bilime ve kainat tasavvuruna kapı açan ayetlerle bilim kitapları gibi binlerce alanı kapsar.

Bu yüzden “Kur’an, ihtiva ettiği ilimler yönüyle binlerce kitap hükmündedir” denmiştir.

@@@@@@@

“Kur’an Tek Kitap mı, Yoksa Binlerce Kitap mı? – İlmin ve Hikmetin Kaynağı”

> Dışarıdan bakınca bir kitap gibi durur… Sayfalar, ayetler, sûreler…
Ama aslında Kur’an, bir kâinattır.
Zira onun içinde;
Hem Kelam var, hem hukuk…
Hem tarih var, hem psikoloji…
Hem edebiyat var, hem bilim…
Hem ilim var, hem hikmet…
Kur’an-ı Kerim zahiren bir kitap görünümündedir,
Fakat ihtiva ettiği ilim ve hikmetler yönüyle,
Binlerce kitap hükmündedir…

Bölüm 1: Kur’an Neden Sadece Bir Kitap Değildir?

> Kur’an-ı Kerîm, şekil olarak 6000 küsur ayetten oluşan bir metindir.
Lakin içerisinde iman esasları, hukuk kuralları, ahlak ilkeleri, sosyal yapılar ve kainat sırları vardır.
Onun her bir ayeti; kelam, fıkıh, tasavvuf, edebiyat ve tarih gibi ilim dallarına açılan bir kapıdır.

Bölüm 2: Kur’an’daki İlimler –

Akaid (Kelam):
“Allah birdir, doğmamış ve doğurmamıştır…” (İhlâs Sûresi)
– Bu tek cümle, yüzlerce sayfalık tevhid akidesini özetler.

Fıkıh:
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin…”
– İbadetin özünü ve sosyal yardımlaşmayı emreder.

Tarih:
Hz. Musa ve Firavun kıssası, toplumların yükseliş ve çöküş nedenlerini ibretle sunar.

Ahlak ve Psikoloji:
“Öfkeni yut, affet…”
– Kalbin terbiyesi ve insan ilişkilerinin anahtarı.

Edebiyat ve Belagat:
Tek bir ayetle bin anlamı hatırlatan ifade gücü, insan sözüyle yarışılmaz düzeyde.

Bölüm 3: Kur’an’da Hikmetin Derinliği

> Her kelime yerli yerinde, her emir bir maksada yöneliktir.
Kur’an’da rastgelelik yoktur.
Ayetler, hem bireyi hem toplumu inşa eder.
Onun hikmeti; hem akla hitap eder, hem kalbe şifa olur.

> “Kur’an, ilimle nurlandırır, hikmetle ısıtır.”

> Kur’an, sadece okunmak için değil, yaşanmak için indirilmiştir.
O, binlerce kitabı tek bir ciltte toplayan ilahi bir ansiklopedidir.
Ve her okunuşta, yeniden keşfedilmeyi bekler…

@@@@@###

Kur’ân-ı Kerîm: Tek Kitap Görünümlü Binlerce Kitap

“Kur’ân zahiren bir kitap şeklinde ise de, ihtiva ettiği fünun ve ulûm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.”
(Bediüzzaman Said Nursî)

Kur’ân-ı Kerîm, dış görünüş itibariyle 6000’den fazla ayetten oluşan bir kitaptır. Ancak bu zahiri görüntünün ötesinde, içinde barındırdığı ilimler, hikmetler ve mana derinlikleriyle, aslında bir ilim ve marifet okyanusu gibidir. Her bir ayet, birden fazla ilim dalına kapı aralayacak niteliktedir.

1. Kur’ân’daki İlimlerin Zenginliği

Kur’ân, yalnızca bir din kitabı değil; aynı zamanda insanın ruhunu, aklını ve toplumunu inşa eden çok yönlü bir rehberdir.

Akaid (İnanç Esasları):

Tevhid, nübüvvet, ahiret gibi temel iman esasları, Kur’ân’ın özünü oluşturur. İhlâs Sûresi, Allah’ın birliğini ve eşsizliğini yalnızca dört ayetle ortaya koyar.

Fıkıh (İslam Hukuku):

Namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin yanı sıra evlilik, miras, ticaret gibi sosyal düzenlemelere dair yüzlerce hüküm ihtiva eder.

Tarih ve Kıssalar:

Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssaları, geçmiş ümmetlerin hâlini ve akıbetlerini ibretle sunar. Bu kıssalar hem tarihî hem sosyolojik bir arka plana sahiptir.

Ahlak ve Terbiye:

Kur’ân, sadece ne yapılacağını değil, nasıl yapılacağını da öğretir. Sabır, affetme, tevazu, merhamet gibi evrensel ahlakî değerler, bireyin ruhunu arındırır.

Edebiyat ve Belagat:

Kur’ân’ın ifade tarzı, beşerî kelamı aşan bir üslup taşır. Kısa bir ayet dahi sayfalarca mana taşır. Belagat ilmi Kur’ân’a dayanır.

Fenni İşaretler:

Evrenin yaratılışı, yerin ve göklerin yapısı, insan embriyosunun gelişimi gibi konularda bilimsel hakikatlere işaret eden ayetler, Kur’ân’ın çağlar üstü bir kitap olduğunu gösterir.

2. Kur’ân’da Hikmetin Derinliği

Kur’ân’daki her emir, her yasak, her anlatım, bir hikmet üzere kuruludur. Hikmet, “bir şeyin yerli yerince ve gayesine uygun olması”dır. Kur’ân’da hiçbir şey gelişi güzel değildir.

“Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya‘budûn”
(Zâriyât, 56): İnsan ve cinlerin yaratılış gayesini bir cümleyle özetler.

“İnne ma’al usri yusrâ”
(İnşirah, 6): Zorluklarla birlikte kolaylıkların geleceğini bildirerek psikolojik destek verir.

Kur’ân, aklı işletir, kalbi aydınlatır, toplumu ıslah eder. Her bir ayeti, hem bireyin iç dünyasına, hem de toplumların gidişatına yön verir.

3. Kur’ân: Ciltlenmiş Bir Kâinat Kitabı

Kur’ân bir yönüyle, Allah’ın insanlığa gönderdiği sonsuz hikmetli bir mektuptur. Onun her bir sayfası; gökyüzünü, arzı, insanı ve hayatı anlatan birer bölüm gibidir.

Kur’ân’a derinlemesine bakan bir âlim; kelam, fıkıh, tasavvuf, sosyoloji, psikoloji ve hatta astronomi alanlarında kitaplar yazabilir. Çünkü Kur’ân, bu ilimlerin ana kaynaklarına işaret eder.

Bu yüzden “Kur’ân bir kitaptır; ama içinde binlerce kitap barındırır” denmiştir.

Sonuç: Kur’ân Her Çağda Yeniden Okunmalı

Kur’ân-ı Kerîm, sadece okunacak değil, düşünülerek yaşanacak bir kitaptır. Onun ilim yönü, aklı doyurur; hikmet yönü, kalbi aydınlatır.

Onu ne kadar çok okursak, o kadar çok keşfederiz. Çünkü Kur’ân, her asra ve her insana, ayrı ayrı hitap eden bir sonsuzluk mesajıdır.

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

KURAN-I KERİM’DEKİ BELAĞAT CİHETLERİ

KURAN-I KERİM’DEKİ BELAĞAT CİHETLERİ

Elbette, Kur’ân-ı Kerîm’deki belâgat cihetlerini örnekleriyle açıklayayım. Kur’ân’ın i‘câzı (mu’cize oluşu), büyük ölçüde onun belâgat yönünden kaynaklanır. Belâgat, sözün en güzel, etkili ve yerinde bir şekilde söylenmesi demektir. Araplar en fasih konuşan kavim olmalarına rağmen Kur’ân karşısında hayran kalmışlardır.

Aşağıda Kur’an’daki belli başlı belâgat cihetlerini örnekleriyle açıklıyorum:

1. Fesahat (Dilin Açıklığı ve Akıcılığı)

Fesahat, kelimelerin doğru ve yerinde kullanılmasıdır. Kur’an’da her kelime tam yerine oturur.

Örnek:

“Veş-şemsî ve ḍuḥâhâ” (Şems, 91/1)

> “Güneşe ve onun kuşluk vaktine andolsun.”
Burada “ḍuḥâ” kelimesi (kuşluk vakti), güneşin en parlak olduğu anı anlatır. Güneşin en etkileyici haline dikkat çekilmiştir. Kelimenin seçimi olağanüstü isabetlidir.

2. Tasnîf (Sınıflandırma ve Ayırma)

Kur’an, muhatabın zihnine hitap edecek şekilde konuları net ve sistemli şekilde sınıflandırır.

Örnek:

“İnnel ebrâre lefî na’îm. Ve innel füccâre lefî cehîm.” (İnfitâr, 82/13-14)

> “Şüphesiz iyiler nimetler içindedir, kötüler ise cehennemdedir.”
İyiler ve kötüler iki zıt sınıf olarak kısa ama etkili şekilde sunulmuştur. Her iki taraf için kullanılan ahenkli kelimeler, zihne kolay yerleşir.

3. İcaz (Az sözle çok anlam)

Kur’an az kelimeyle çok derin anlamlar taşır. Bu da onun belâgat mucizesidir.

Örnek:

“Ve men ya’mel miskâle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yerah.” (Zilzal, 99/7-8)

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim zerre kadar şer işlerse onu görür.”
Sadece iki kısa cümleyle sorumluluk, ilahi adalet, hesap günü gibi büyük hakikatler ifade edilmiştir.

4. Teshîl (Kolay anlaşılır kılma)

Kur’an, en derin meseleleri bile sade ve kolay anlaşılır şekilde ifade eder.

Örnek:

“Allâhullezî halaka seb’a semâvâtin ve minel ardı mislehunne.” (Talak, 65/12)

> “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yaratandır.”
“Mislehunne” ifadesiyle gökler ve yer arasında benzerlik kurulmuş, büyük kozmik hakikat sade bir anlatımla sunulmuştur.

5. Mecaz ve Teşbih (Benzetmeler ve İstiareler)

Kur’an’da hakikatler mecaz ve benzetmelerle çok etkileyici biçimde anlatılır.

Örnek:

“Meselüllezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke-meseli habbetin enbetet seb’a senâbile, fî kulli sunbulatin mi’atu habbe.” (Bakara, 2/261)

> “Allah yolunda mallarını harcayanların hali, yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Her başakta yüz tane vardır.”
Müminin yaptığı hayır, bir tohuma benzetilmiş. Böylece kat kat sevap mecazla anlatılmıştır.

6. Münâsebet (Bağlantı ve Ahenk)

Ayetteki kelimeler sadece anlam olarak değil, ahenk ve ses uyumu yönüyle de birbirine bağlıdır.

Örnek:

“Elhâkumut-tekâsur. Hattâ zurtumul-mekâbir.” (Tekâsür, 102/1-2)

> “Çokluk yarışı sizi o kadar oyaladı ki, sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.”
“Tekâsur” ve “mekâbir” kelimeleri hem anlam hem ses olarak birbiriyle uyumlu. Okuyana hem mânâ hem musiki verir.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025

MA’RUFU MEÇHUL OLAN ALLAH

MA’RUFU MEÇHUL OLAN ALLAH

“Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma’rifetike yâ Ma’rûf
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Seni hakkıyla tanıyamadık ey Mâruf!”

İnsan, doğduğu günden itibaren içinde bir arayışla yaşar. Kalbinde, aklında, ruhunda bir boşluk hisseder. Bazen bu boşluğu dünya nimetleriyle, bazen ilimle, bazen de dünyevi meşgalelerle doldurmaya çalışır. Ancak ne yaparsa yapsın, eğer Rabbi’ni hakkıyla tanımamışsa, o boşluk asla dolmaz. Çünkü insan, ancak Rabbi’ni bildikçe kendini bilir ve ancak O’nu tanıdıkça huzur bulur. Fakat bu bilme ve tanıma dahi sınırlıdır. İşte bu yüzden, Hz. Peygamber’in (s.a.v) o derin yakarışı, hepimizin idrakine yön verir:

“Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma‘rifetike yâ Ma‘rûf!”

“Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Seni hakkıyla tanıyamadık ey Ma‘rûf!”

Bu dua, insanoğlunun acziyetini, kulluğun hakikatini ve marifetullah yolculuğunun sonsuzluğunu en veciz şekilde anlatmaktadır.

Ma‘rufu Meçhul Kılan Sonsuzluk

Allah Teâlâ, bütün varlık âlemi için en açık, en zahir, en bilinen yani “Ma‘rûf” olandır. O, ayetlerinde kendisini tanıtır, eserleriyle kudretini gösterir ve insanın kalbine kendi varlığının bilgisini fısıldar. Fakat ne gariptir ki, en açık olan bazen en gizli olandır. İnsanın gözleri, çok aşina olduğu şeyleri fark etmekte zorlanır. İşte bu yüzden, Allah’ın varlığı her şeyden daha aşikâr olduğu hâlde, insanlar O’nu unutmaya meyleder.

Cenâb-ı Hak, Kur’an’da şöyle buyurur:

> “Biz onlara âyetlerimizi hem dış dünyada hem kendi içlerinde göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.” (Fussilet, 53)

Yani insan, Rabbini görmek istiyorsa, kâinata bakmalı, kendi ruhunu incelemeli, kalbine yönelmelidir. O her yerdedir, her şeydedir. Ancak O’nu hakkıyla idrak etmek, beşerin sınırlı aklı için mümkün değildir.

Ma‘rifetullah: Bilmek mi, Hissederek Tanımak mı?

Bilmek ve tanımak arasında derin bir fark vardır. Allah hakkında bilgi sahibi olmak, ilimle mümkündür. Ancak Allah’ı tanımak, ancak kalbin marifetiyle gerçekleşir. Büyük mutasavvıflar der ki: “Allah’ı bilmek, O’nun varlığını kabul etmekten ibaret değildir. Asıl marifet, O’nu kalpte hissetmek, O’nu her an yanında bilmek ve O’na layıkıyla kul olabilmektir.”

Bu yüzden tasavvufta “ma‘rifet” kelimesi sadece kuru bir bilgiye değil, bir idrake ve kalbi tanımaya işaret eder. Allah, sadece kavramsal bir varlık değildir. O, hayatın içinde, kulun nefesinde, her anındadır. Ne var ki insan, çoğu zaman gafletle bu büyük hakikati göz ardı eder.

Allah’ı Hakkıyla Tanımak Mümkün mü?

Bir damla, okyanusun tamamını içine sığdırabilir mi? Bir göz, güneşi tüm detaylarıyla görebilir mi? Bir kul, sonsuz olan Allah’ı hakkıyla idrak edebilir mi? Hz. Musa’nın (a.s) bile “Rabbim! Sana bakmak istiyorum.” demesi üzerine, Cenâb-ı Hak ona dağ örneğini vermiştir:

> “Ya Musa! Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa, o zaman Beni görebileceksin!” (A‘raf, 143)

Allah’ı hakkıyla idrak etmek, insanın sınırlı kapasitesiyle mümkün değildir. Lakin O’nun varlığını hissetmek, O’nun tecellilerini görmek mümkündür. Kâinatta her şey, O’nun bir sanatıdır. Bir çiçeğin açışı, bir bebeğin gülümseyişi, bir kuşun kanat çırpışı, O’nun kudretinin, rahmetinin ve varlığının en güzel delilleridir.

Sonuç: Tanınan Ama Bilinemeyen Hakikat

Allah Teâlâ, Ma‘rûf’tur; yani herkesin bildiği, tanıdığı ve varlığını hissettiği Yüce Varlık’tır. Fakat aynı zamanda meçhuldür; çünkü insan aklı O’nu tam manasıyla kuşatamaz, kavrayamaz. Bu nedenle müminin en büyük duası şu olmalıdır:

> “Allah’ım! Seni bize hakkıyla tanıt! Seni unutmaktan, gaflete düşmekten bizleri muhafaza eyle! Kalbimizi Senin marifetinle nurlandır!”

Rabbini hakkıyla tanımak, insana hakiki huzuru ve ebedi saadeti kazandırır. Ne var ki insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, O’nun hakikatini tam anlamıyla bilemez. İşte bu yüzden, en büyük kulluk idraki, acziyetini bilmek ve sonsuz olan Rabbini hakkıyla bilememek şuuruyla O’na yönelmektir.

@@@@@@@@

Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike yâ Ma’bûd
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Mâbud
Sübhâneke mâ zekernâke hakka zikrike yâ Mezkür
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler seni hakkıyla zikredemedik ey Mezkûr!.
Sübhâneke mâ şekernâke hakka şükrike yâ Meşkür
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler sana hakkıyla şükredemedik ey Meşkûr!.

Loading

No ResponsesNisan 4th, 2025