3 yıl boyunca Rusya Ukrayna niçin savaştı? Ne oldu ve nereye gelindi? Sonuç?

3 yıl boyunca Rusya Ukrayna niçin savaştı? Ne oldu ve nereye gelindi? Sonuç?


Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş, 2014 yılında Kırım’ın ilhakı ve Donbas bölgesindeki çatışmalarla başlamış, Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya geniş çaplı askeri müdahalesiyle yeni bir boyuta ulaşmıştır. Bu çatışmanın temel nedenleri arasında Ukrayna’nın NATO ve Avrupa Birliği ile yakınlaşma çabaları, Rusya’nın ise kendi güvenlik endişeleri ve tarihsel olarak Ukrayna üzerindeki etkisini sürdürme isteği bulunmaktadır.

Son üç yılda, savaş her iki taraf için de ağır kayıplara yol açmıştır. Rusya, özellikle Donbas bölgesinde yoğun askeri operasyonlar yürütmüş ve bazı bölgelerde ilerleme kaydetmiştir. Ancak bu ilerlemeler, yüksek insan kayıpları ve uluslararası yaptırımların getirdiği ekonomik zorluklarla birlikte gelmiştir. Ukrayna ise toprak bütünlüğünü koruma mücadelesi verirken, Batılı ülkelerden askeri ve ekonomik destek almıştır. Bununla birlikte, savaşın uzaması ve altyapının tahrip olması nedeniyle Ukrayna da ciddi insani ve ekonomik sıkıntılar yaşamaktadır.

2025 yılı itibarıyla, savaşın sona erdirilmesine yönelik çeşitli diplomatik girişimler olsa da kalıcı bir barış anlaşması henüz sağlanamamıştır. Rusya’nın Ukrayna’nın doğusundaki bazı bölgeleri kontrol altında tutması ve Ukrayna’nın egemenlik haklarını geri kazanma isteği, müzakerelerin önündeki en büyük engellerdendir. Ayrıca, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkışı ve Ukrayna’nın Batı ile entegrasyon çabaları, çatışmanın temelini oluşturan unsurlar olarak varlığını sürdürmektedir.

Sonuç olarak, Rusya-Ukrayna savaşı, bölgesel ve küresel dengeleri etkileyen karmaşık bir çatışma olarak devam etmektedir. Her iki ülke de ağır bedeller ödemekte olup, uluslararası toplumun barış çabaları sürmektedir.

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

TÜSİAD VE MASON İLİŞKİSİ

TÜSİAD VE MASON İLİŞKİSİ


TÜSİAD ve masonluk ilişkisi, tarihsel ve siyasi tartışmaların odağında yer alan bir konudur. İşte bu ilişkiye dair iddialar ve bağlamlar:

### **1. Tarihsel İddialar ve Siyasi Bağlantılar**
– **Menderes Dönemi ve Masonik Çevreler**:
Bazı yorumlara göre, Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde çevresinin 33. derece masonlarla çevrili olduğu ve TÜSİAD üyelerinin bu dönemdeki masonik yapılanmalarla ilişkili olduğu iddia edilir. Örneğin, Menderes’in Necip Fazıl’a yönelik “altımda ve üstümde masonlar var” şeklindeki sözleri, dönemin siyasi elitinin masonik bağlantılarına işaret eder .
– TÜSİAD’ın kuruluşundan önceki dönemde, Türkiye’deki bazı iş insanlarının mason localarına üye olduğu ve bu bağlantıların siyasi tavırlara yansıdığı öne sürülmüştür .

– **Demirel ve Özal Dönemleri**:
Süleyman Demirel’in tamamen masonik çevrelerin “adamı” olduğu, Turgut Özal’ın ise partisindeki dört siyasi eğilim nedeniyle bu gruplarla çatıştığı iddia edilir. TÜSİAD’ın bu dönemlerde hükümetlere “kendi çıkarları doğrultusunda” destek verdiği savunulur .

### **2. TÜSİAD’ın Siyasi ve Ekonomik Tavrına Yönelik Eleştiriler**
– **Vesayet Sistemleri ve Darbe Dönemleri**:
TÜSİAD’ın geçmişte askeri darbeler (12 Eylül, 28 Şubat) sırasında “vesayet rejimlerine yakın durduğu” ve sivil siyaseti zayıflatacak açıklamalar yaptığı iddia edilir. Örneğin, 1980 darbesi öncesinde Bülent Ecevit’e karşı gazete ilanlarıyla baskı kurduğu öne sürülür .
– 28 Şubat sürecinde ise Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinde rol oynadığına dair eleştiriler vardır .

– **Güncel Politikalar ve Hükümetle Çatışma**:
TÜSİAD’ın son dönemde hükümetin ekonomi politikalarını, hukuk devleti ilkelerini ve demokratik standartları eleştirmesi, bazı kesimlerce “vesayetçi” bir tutum olarak yorumlanmıştır. Özellikle 2025 Şubat ayında yaptığı “sistem çöküyor” vurgulu açıklamalar, masonik veya batıcı bir ajandaya hizmet ettiği iddialarını yeniden gündeme getirmiştir .

### **3. Masonluk ve TÜSİAD İlişkisine Dair Belirsizlikler**
– **Doğrudan Kanıt Eksikliği**:
TÜSİAD’ın resmi belgelerinde veya açıklamalarında masonlukla bağlantıya dair bir ifade bulunmamaktadır. Dernek, kendisini “hukuk devleti, katılımcı demokrasi ve ekonomik kalkınma” ilkeleriyle tanımlar .
– Mason localarının gizliliği ve tarihsel olarak komplo teorilerine konu olması, bu iddiaların belgesel temelden yoksun kalmasına neden olmaktadır .

– **İdeolojik Çatışma ve Söylemler**:
TÜSİAD’ın laik, batılı değerleri savunan tavrı ile AK Parti hükümetinin milli-muhafazakar politikaları arasındaki gerilim, masonluk iddialarını besleyen bir zemindir. Örneğin, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi veya Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne cami yapılamaması gibi konular, TÜSİAD’ın “seküler elit” kimliğiyle ilişkilendirilir .

### **4. TÜSİAD’ın Resmi Pozisyonu ve Eleştirilere Yanıtı**
– TÜSİAD, masonlukla ilişkisi olduğuna dair iddiaları hiçbir zaman resmen cevaplamamıştır. Ancak, son dönemdeki açıklamalarında “demokrasi, hukuk devleti ve şeffaflık” vurgusu yaparak, eleştirilerin siyasi motivasyonlu olduğunu ima etmiştir .
– Adalet Bakanı Yılmaz Tunç gibi hükümet yetkilileri, TÜSİAD’ın “siyaseti yönlendirme çabalarını” demokrasiye aykırı bulduklarını belirtmişlerdir .

### **Sonuç**
TÜSİAD ve masonluk ilişkisi, daha çok tarihsel anekdotlar, siyasi çatışmalar ve ideolojik önyargılar üzerinden şekillenen bir tartışma alanıdır. Somut kanıtlardan ziyade, derneğin batıcı ve laik çizgisiyle ilişkilendirilen spekülasyonlar öne çıkmaktadır.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER,

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER, YAKTILAR,YIKTILAR, ŞİMDİDE YURTLARINDAN ÇIKARTIP İŞGAL ETTİLER.-1-


1948 ve Sonrası: Filistin’de Tarihin Kırılma Noktası

Tarih boyunca toprak mücadeleleri birçok coğrafyada yaşanmış, ancak Filistin topraklarında yaşananlar, modern tarihin en dramatik ve trajik süreçlerinden biri olmuştur. 1948 yılı, bu toprakların ve halkının kaderini değiştiren en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu yıl, İsrail’in kurulmasıyla birlikte milyonlarca Filistinlinin topraklarından sürgün edilmesine ve büyük bir insani trajedinin başlamasına sahne olmuştur.

Filistin’e Gelen Yahudiler: Misafirlikten İşgale

19. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle Avrupa’daki baskılar nedeniyle Yahudiler Filistin topraklarına göç etmeye başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu göçler sınırlı bir şekilde devam ederken, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizlerin bölgeyi yönetmesiyle (1917 Balfour Deklarasyonu) göçler hız kazandı.

İngiltere’nin desteğiyle Filistin topraklarına gelen Yahudiler başlangıçta misafir ve azınlık konumundaydı. Ancak zamanla silahlı örgütler kurarak (Irgun, Haganah, Stern Çetesi) Filistin halkına karşı saldırılar düzenlediler. 1948’e gelindiğinde, bu saldırılar artık bir soykırım ve sistematik etnik temizlik boyutuna ulaştı.

Nakba: Büyük Felaket

14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kurulduğunda, Filistinliler için “Nakba” (Büyük Felaket) başladı. İsrail’in kurulmasıyla 750.000’den fazla Filistinli evlerinden sürüldü, köyleri yerle bir edildi ve binlercesi öldürüldü. Bu süreçte Deir Yasin Katliamı gibi olaylar, Filistin halkına yönelik zulmün boyutunu gözler önüne serdi.

Nakba sadece bir göç değildi; aynı zamanda bir halkın kimliğinin, kültürünün ve tarihinin yok edilmeye çalışıldığı bir süreçti. Filistin halkı, 1948’den sonra mülteci kamplarında yaşamaya mahkûm edildi, topraklarına geri dönme hakları ellerinden alındı ve sistematik olarak haklarından mahrum bırakıldı.

Süregelen İşgal ve Direniş

1948’de başlayan işgal süreci hiçbir zaman sona ermedi. 1967’deki Altı Gün Savaşı ile İsrail, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü de işgal etti. O günden bu yana, Filistin topraklarında süregelen bir işgal, yerleşim politikaları ve askeri baskılar devam etmektedir.

Bugün bile Filistinliler, kendi topraklarında yabancı muamelesi görmekte, evleri yıkılmakta, toprakları gasp edilmekte ve sistematik baskılara maruz kalmaktadır. Uluslararası toplumun sessizliği ve ABD ve Avrupa Haçlı birliği gibi büyük güçlerin desteği ile İsrail’in işgali ve Filistin halkına uyguladığı zulüm her geçen gün artmaktadır.

Tarihten Çıkarılacak Dersler

Filistin meselesi, sadece bir toprak mücadelesi değil, aynı zamanda bir insanlık meselesidir. 1948’de başlayan süreç, dünya tarihine utanç verici bir dönem olarak kazınmıştır. Bu olaylar, bize adaletin, insan haklarının ve uluslararası hukukun nasıl göz ardı edilebileceğini göstermektedir.

Tarih, güçlü olanın her zaman haklı olmadığını, zulmün sonsuza kadar sürdürülemeyeceğini ve mazlum halkların bir gün özgürlüğüne kavuşacağını göstermiştir. Filistin halkı, yıllardır süren zulme ve işgale rağmen direnmeye devam etmektedir. Çünkü tarih boyunca hiçbir işgal sonsuza kadar sürmemiştir ve adalet er ya da geç yerini bulacaktır.

Filistin halkının mücadelesi, tüm insanlık için bir vicdan ve adalet sınavıdır. Bu nedenle, dünya bu trajediye kayıtsız kalmamalı, tarihten ders almalı ve Filistin’in özgürlüğü için sesini yükseltmelidir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

HİİÇ!!

HİİÇ!!


HİİÇ: Boşluğun Derin Manası

Hayatta birçok kavram vardır ki ilk bakışta basit görünse de derinlemesine düşünüldüğünde insanı bambaşka diyarlara sürükler. Bu kavramlardan biri de “HİİÇ”tir. Hiç kelimesi, ilk anlamıyla yokluk, boşluk, bir şeyin olmaması gibi düşünülse de, aslında insanın varoluşu, hayatın anlamı ve manevi ve deruni yolculuğu açısından derin ve düşündürücü bir felsefeye sahiptir.

Hiçlik ve Varoluş

İnsan, hayatı boyunca bir anlam arayışı içerisindedir. Kimimiz başarı, kimimiz mutluluk, kimimiz ise maddi kazanç peşinde koşarız. Ancak tüm bunların sonunda bizi bekleyen gerçeklik, aslında hiçliğin kendisidir. Zira ne kadar çok şey elde edersek edelim, her şey fanidir. Sahip olduklarımız, zamanın acımasız çarkları arasında kaybolup giderken geriye sadece “biz” ve içimizde taşıdığımız anlam kalır. İşte burada “HİİÇ” kavramı devreye girer.

Hiçlik, bazılarına göre bir yok oluşu, kimilerine göre ise mutlak huzuru temsil eder. Budist felsefede Nirvana’ya ulaşmak, tasavvufta fenafillah olmak, Batı felsefesinde ise egzistansiyalizmin varoluş sancısı hep bu kavramın etrafında şekillenir. Peki, insan hiçliği kabullenerek mi huzura ulaşır, yoksa ondan kaçarak mı?

Ego ve Hiçlik

İnsan egosu, sürekli olarak kendini var etmek ister. Daha fazla kazanmak, daha çok bilinmek, daha üstün olmak… Ancak hayatın kaçınılmaz sonu karşısında tüm bu çabalar birer yanılmadır. Büyük düşünür Mevlâna, “Hamdım, piştim, yandım” derken aslında insanın olgunlaşma sürecinin sonunda kendi hiçliğini fark edişini anlatır. Hiçlik, bir yok oluş değil, tam aksine varoluşun en saf ve en samimi halidir.

Hiçliği Anlamak ve Kabullenmek

Hiçliği anlamak, hayatı anlamanın anahtarıdır. Hayatı fazla ciddiye almak yerine onun akışına kapılmak, mutlulukları ve hüzünleri büyük bir tevazu ile karşılamak, hayatın içindeki hiçliği fark edip ona göre yaşamak insana büyük bir huzur getirebilir.

Sonuç olarak “HİİÇ”, bir boşluk ya da anlamsızlık değil, aksine insanın kendini bulma yolculuğunda en önemli duraklardan biridir. Hiçliği kavradığımızda, hayatta gerçekten önemli olan şeyleri daha net görebiliriz: Sevgi, paylaşım, huzur ve deruni ve manevi zenginlik… Çünkü her şeyin sonunda, geriye kalan yalnızca “hiç”tir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA İYİLİĞE GİDEN YOLDA BELLİ VE KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLDA BELLİ

İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA İYİLİĞE GİDEN YOLDA BELLİ VE KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLDA BELLİ – TIPKI CENNETE GİDEN YOLUN İYİLİK YOLU OLMASIYLA, KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLUNDA KÖTÜLÜK ÜZERİNE OLMASI GİBİ


İyilik ve Kötülük: İnsanlığın Değişmeyen İmtihanı

İnsanlık tarihi boyunca, iyiliğe giden yol da bellidir, kötülüğe giden yol da. Kur’an-ı Kerim, insanın önünde iki yol olduğunu açıkça belirtir: Doğru yol (sırat-ı müstakim) ve sapkınlık yolu (dalâlet). Bu iki yol, insanın hem dünya hem de ahiret hayatını belirler. Cennete giden yol iyilikten, Cehenneme giden yol ise kötülükten geçer.

İnsan İki Yol Arasında

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah şöyle buyurur:

> “Biz ona iki yolu da göstermedik mi?” (Beled, 90/10)

Bu ayet, insanın seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğunu gösterir. Allah, insanı iyilikle kötülük arasındaki tercihi yapabilecek bir akıl ve iradeyle donatmıştır. Ancak her seçim, bir sonuca götürür.

İyiliği seçenler, hem dünyada hem de ahirette kazançlı çıkarlar. Kötülüğü seçenler ise, hem dünyada huzursuzluk içinde yaşar hem de ahirette pişmanlık duyarlar.

İyiliğin Yolu: Cennete Giden Yol

İyiliğin yolu, adalet, merhamet, dürüstlük, sadaka, sabır ve ihsan gibi güzel ahlaki değerlerden geçer. Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse, onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/7)

İyilik yapan insan, sadece ahirette değil, dünyada da huzur bulur. Çünkü iyilik insanın ruhunu besler, kalbini temizler ve toplumda güven oluşturur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, “Güzel ahlak, cennete götürür” buyurarak, iyiliğin insanı ebedi saadete ulaştıracağını bildirmiştir.

İyilik yolu, her zaman kolay olmayabilir. Sabır ve fedakârlık gerektirir. Ancak sonu huzur, mutluluk ve sonsuz nimetler olan bir yoldur.

Kötülüğün Yolu: Cehenneme Giden Yol

Kötülüğün yolu ise, zulüm, haksızlık, yalan, gıybet, kibir, isyan ve merhametsizlik gibi kötü huylarla döşenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse, onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/8)

Kötü yolda yürüyen kişi, belki kısa vadede dünya nimetlerinden faydalanabilir. Ancak iç huzurunu kaybeder ve sonunda pişmanlıkla karşılaşır. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada kibirle yaşadılar ama sonları felaket oldu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Cehenneme giden yol, nefsin hoşuna giden şeylerle süslenmiştir.”

Bu yüzden kötülük yapmak bazen insana kolay ve cazip gelebilir. Ancak uzun vadede bu yol, pişmanlık ve felaket getirir.

Sonuç: İnsan Kendi Yolunu Seçer

İnsan, her an iyilik ve kötülük arasında bir seçim yapmak zorundadır. Kur’an, bu gerçeği şöyle açıklar:

> “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur. Kim sapıklığa düşerse, zararı kendisine aittir.” (İsrâ, 17/15)

Her insan, bu dünyada bir yolculuktadır. Ya iyiliğin yolunu seçerek cennete yaklaşır, ya da kötülüğün yolunu seçerek cehenneme sürüklenir.

Bu yüzden:

Doğru yolu seçmek için Allah’ın emirlerine uymalıyız.

Nefsimizi terbiye etmeli, sabırlı ve adaletli olmalıyız.

İyiliği yaymalı, kötülükten uzak durmalıyız.

Çünkü cennet yolu iyilikle, cehenn

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?

EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?[1]

 

EĞER INSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI HERŞEY HAREKETSİZ VE ÖLÜ DURUMDA KALACAK, İTİCİ BİR GÜÇ OLMAYACAKTI.


İnsandaki Kuvve-i Gadabiyye: Hikmeti, Dengeyi ve Sonuçlarını Anlamak

İnsan ruhu, Allah’ın hikmetiyle üç temel kuvvet üzerine bina edilmiştir: Kuvve-i Akliyye (düşünce gücü), Kuvve-i Şeheviyye (istek ve arzular), Kuvve-i Gadabiyye (öfke ve mücadele gücü). Bu üç kuvvet, insanın hayatta kalmasını, gelişmesini ve doğru yolu bulmasını sağlayan temel unsurlardır. Ancak her kuvvet gibi, bunların da doğru ve dengeli kullanımı büyük bir önem taşır.

Bu makalede özellikle Kuvve-i Gadabiyye üzerine odaklanarak onun gerekliliğini, yanlış kullanımının zararlarını ve İslam’ın sunduğu ölçüleri inceleyeceğiz.

1. Kuvve-i Gadabiyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Kuvve-i Gadabiyye, insana savunma ve mücadele gücü veren bir duygudur. Eğer bu duygu insanda olmasaydı:

İnsan, haksızlıklara karşı çıkamazdı.

Kendi haklarını savunamaz, zulme boyun eğen bir varlık olurdu.

Hayatta kalma ve ilerleme adına bir çaba gösteremezdi.

Cesaret, kahramanlık ve adalet duygusu gelişmezdi.

Bu yönüyle Kuvve-i Gadabiyye, hayatı harekete geçiren bir güçtür. Allah’ın insana verdiği bu duygu, doğru kullanıldığında adaleti sağlar, yanlış kullanıldığında ise felakete sürükler.

2. Yanlış Kullanımı: Zulme ve Fitneye Sebep Olması

Kuvve-i Gadabiyye’nin aşırı veya yanlış kullanımı, insanı öfke, kibir, zulüm ve fitne içine düşürebilir. Tarihte bunun pek çok örneği vardır:

Firavun gibi zalimler, kuvvetlerini adalet yerine zulüm için kullanmışlardır.

Nemrut gibi kibirli yöneticiler, bu kuvveti haddini aşan bir güç gösterisine dönüştürmüşlerdir.

Kavgacı ve saldırgan insanlar, öfkelerini kontrol edemedikleri için kendilerine ve topluma zarar vermişlerdir.

Rasûlullah (s.a.v.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Gerçek güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değildir. Asıl güçlü kimse, öfkelendiğinde kendine hakim olandır.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis bize gösteriyor ki asıl cesaret ve güç, öfkeyi kontrol edebilmektir. Kuvve-i Gadabiyye, haksız yere öfke ve şiddet aracı olarak kullanıldığında insanı hayvani bir seviyeye indirir.

3. İslam’da Denge: Adaletli Kullanım

İslam, bu kuvvetin ne tamamen bastırılmasını ne de serbest bırakılmasını istemiştir. Bize sunulan yol denge yoludur:

Haksızlığa karşı susmamak ama taşkınlığa da kapılmamak

Öfkeyi aklın ve vicdanın süzgecinden geçirerek hareket etmek

Öfkelenince sabır ve adaletle hareket etmek

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), öfkeli bir sahabeye şu öğüdü vermiştir:

“Öfkelenme! (La taghdab)” (Buhârî)

Bu söz, öfkenin tamamen yok edilmesini değil, kontrol edilmesini öğretmektedir. Çünkü bazı durumlarda öfkelenmek haklı bir tepki olabilir. Ancak öfkeyle hareket etmek kişiyi yanlış kararlara sürükleyebilir.

4. Kuvve-i Gadabiyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Ömer’in (r.a) Adaleti:
Hz. Ömer, sert mizacıyla bilinen bir halifeydi. Ancak onun öfkesi kişisel değil, adalet içindi. Yanlış bir şey gördüğünde hemen müdahale eder, fakat asla haksız yere kimseye zarar vermezdi. Onun cesareti ve adaleti, kuvve-i gadabiyyenin yerinde ve ölçülü kullanımına güzel bir örnektir.

2. Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin (s.a.v.) Tavrı:
Uhud’da Peygamberimizin amcası Hz. Hamza şehit edildiğinde, sahabeler intikam almak istediler. Fakat Peygamberimiz kontrollü ve adaletli bir şekilde hareket etti ve sahabelerine öfkeyle değil, sabır ve stratejiyle hareket etmelerini emretti.

Bu olaydan çıkarılacak ders şudur: Öfke bazen haklı olabilir ama onu kontrol etmek daha büyük bir erdemdir.

5. Sonuç: İtidal ve Hikmet Yolunda Yürümek

Kuvve-i Gadabiyye, Allah’ın insana verdiği bir lütuftur. Ancak bu kuvvet haddini aşarsa zulme, eksik kalırsa korkaklığa dönüşür. İslam bize bu kuvveti:

Adalet için kullanmayı

Öfkemizi kontrol etmeyi

Cesaret ile merhameti dengelemeyi öğretmiştir.

Eğer bu denge sağlanmazsa, insan ya korkak ve pasif bir varlık ya da saldırgan ve zalim bir kişi olur. En doğru yol, öfkeyi adaletle ve hikmetle yönlendirmektir.

Son olarak, Mevlana’nın şu sözünü hatırlayalım:

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”

Rabbimiz, bize öfkemizi kontrol etmeyi, cesaretimizi adaletle kullanmayı ve Kuvve-i Gadabiyye’yi hikmet yolunda değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=tfGs_khZhM0

Loading

No ResponsesŞubat 20th, 2025

İNSAN SURETİNDE…

İNSAN SURETİNDE…

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki, “İnsan suretindeki gayet şerîr ervâh-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.” Bediüzzaman bu ve diğer ifadelerinde insan suretindeki farklı insanları nasıl tanımlar?

Bediüzzaman Said Nursî, insan suretindeki farklı karakterleri ve tipleri tanımlarken, onların ruhî ve ahlâkî özelliklerine dikkat çeker ve bu açıdan onları insî (insanlardan olan) şeytanlar ve ervâh-ı habise (kötü ruhlar) olarak nitelendirir.

İnsî Şeytanlar ve Cinnî Şeytanlar Arasındaki Münasebet

Bediüzzaman’a göre:

İnsanlar arasında şeytan vazifesi gören, kötülüğü teşvik eden ve yayan bireyler vardır. Bunlar, fizikî olarak insan olsalar da karakter ve ruh itibarıyla şeytanî özellikler taşırlar.

Cinnî ve cesetsiz şeytanlar da aynı şekilde kötülüğü yaymaya çalışırlar. Eğer bu ruhlar bir beden giymiş olsaydı, bugünkü insî şeytanların aynısı olacaklardı.

İnsî şeytanlar da eğer bedenlerini çıkarabilseydi, cinnî şeytanlar gibi olacaklardı.

Buradan hareketle, bazı bâtıl mezheplerin, “İnsan suretindeki kötü ruhlar öldükten sonra şeytana dönüşür” görüşünü savunduğunu, ancak bunun İslâmî bir anlayış olmadığını ifade eder. Bununla birlikte, insan ve şeytan arasındaki derin ruhî benzerliği vurgular.

İnsan Suretindeki Farklı İnsan Tipleri

Bediüzzaman, eserlerinde insanları genel olarak üç gruba ayırır:

1. Nurânî İnsanlar (Salihler, Evliyalar, Hakikat Ehli)

Bunlar iman, ahlâk ve fazilet sahibi insanlardır.

Topluma hayır kazandıran, iyiliği teşvik eden ve insanlığı yükselten şahsiyetlerdir.

Peygamberler, sahabeler, âlimler ve veliler bu gruba girer.

2. Beşerî İnsanlar (Nefsini Dizginleyen veya Dizginleyemeyen Genel İnsanlar)

Bunlar sıradan insanlardır; hem iyiliğe hem de kötülüğe meyilli olabilirler.

İç dünyalarında bir mücadele vardır; nefis ve vicdan arasında gidip gelirler.

3. Şeytanî İnsanlar (İnsî Şeytanlar, Ervâh-ı Habise, Zındıklar, Münafıklar, Zalimler)

Bunlar kötülüğü bilinçli şekilde savunan, zulmeden ve insanları hakikatten uzaklaştıran kimselerdir.

Toplumda fitne ve fesat çıkaran, ahlâksızlığı ve sapkınlığı teşvik eden kişiler bu gruba girer.

Bunlar, cinnî şeytanlar gibi çalışırlar ve hatta bazen onlardan daha tehlikelidirler.

Sonuç: Ruhî Benzerlik ve Sorumluluk

Bediüzzaman, bu tespitleriyle insanın kendi iradesiyle ya melekî bir hâle ulaşabileceğini ya da şeytanî bir yapıya bürünebileceğini vurgular. İnsanlar arasında insî şeytanlar bulunduğu gibi, nurânî melek gibi insanlar da vardır. Buradaki en önemli nokta, insanın iradesi ve tercihidir: İyilik yolunu mu seçecek, yoksa şeytanî yola mı sapacak?

Bu bakış açısıyla, Bediüzzaman insanı sadece biyolojik bir varlık olarak değil, ruhî, ahlâkî ve manevi bir varlık olarak ele alır ve hakikate yönelenler ile hakikati saptıranlar arasındaki büyük farkı gözler önüne serer.

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.


Denemek ve Denenmek: Akıllı Müminin Ders Alması

İnsanoğlu hayatı boyunca birçok sınavla karşılaşır. Bu sınavların bir kısmı kaderin ona sunduğu imtihanlar olurken, bir kısmı ise kişinin kendi hatalarından kaynaklanır. İşte bu noktada, Peygamber Efendimiz’in (sav) şu uyarısı bizlere önemli bir hayat dersini hatırlatır:

“Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63)

Bu hadis, müminin aynı hataya tekrar düşmemesi gerektiğini öğütler. Yani bir insan hata yapabilir, aldatılabilir veya yanılabilir. Ancak akıllı bir mümin, yaşadığı tecrübelerden ders almalı ve aynı hatayı tekrarlamamalıdır. Bu düşünceyi destekleyen bir başka veciz söz ise “Denenmiş, denenmez” ifadesidir.

Hata Yapmak Değil, Aynı Hatayı Tekrar Etmek Tehlikelidir

Hata yapmak insan olmanın bir gereğidir. Ancak önemli olan, hatalarımızı fark edip onlardan ders çıkarabilmektir. Eğer aynı yanlışta ısrar edersek, bu artık hata olmaktan çıkıp bilinçli bir tercih hâline gelir. Kur’an-ı Kerim’de de insanların hatalarından dönmeleri ve geçmişlerinden ders çıkarmaları gerektiğine işaret eden birçok ayet vardır:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 18)

Bu ayet, insanın hayatını sorgulaması ve gelecek adına tedbir alması gerektiğini açıkça vurgular. Aynı hataları tekrar etmek, kişinin kendi kendini aldatması anlamına gelir.

Güven ve İkinci Şans Meselesi

Hayatta bazı insanlar vardır ki, onların niyetleri kötü olabilir. Bir insan sizi bir defa kandırdıysa, bunun bir hata veya yanılgı olduğunu düşünebiliriz. Ancak aynı kişi tekrar sizi aldatırsa, burada hata yapan artık siz olursunuz. Bu yüzden güven konusunda ölçülü olmak gerekir.

İslam ahlakında affetmek esastır, ancak bu affetmek tekrar tekrar aynı yanlışı kabul etmek anlamına gelmez. Bir kişi hatasından dönmüyorsa ve sizi sürekli zarara uğratıyorsa, o kişiye tekrar güvenmek akıllıca olmayacaktır.

Hayatta Ders Almasını Bilen Kazanır

Tecrübe, insana yol gösteren en büyük öğretmendir. Gerçek bir mümin, hem kendi hayatından hem de başkalarının yaşadıklarından ibret alır. Çünkü akıllı insan başkalarının hatalarından öğrenir, sıradan insan kendi hatalarından ders çıkarır, cahil insan ise aynı hataları tekrar edip durur.

Bu yüzden hayatın her alanında, ister dostluklarda ister ticarette, isterse de kişisel kararlarımızda bilinçli davranmalı ve geçmişte yaşadığımız tecrübeleri unutmamalıyız. Eğer ders almazsak, aynı hataları tekrar yaparız ve bu da bizim için sadece zaman ve enerji kaybı olur.

Sonuç olarak, “Mümin bir delikten iki kere ısırılmaz” hadisi ve “Denenmiş, denenmez” sözü, müminin hayatta dikkatli, bilinçli ve tecrübelerinden ders çıkaran biri olması gerektiğini anlatır. Akıllı mümin, yaşadıklarını unutmaz, geçmişiyle yüzleşir ve geleceğini sağlam temeller üzerine inşa eder.

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR


Darbe ve Darbecilerin Enkazından Kalan Kalıntılar

Tarih boyunca birçok millet, halk iradesine karşı yapılan darbelerle sarsılmıştır. Darbeler, yalnızca yöneticileri değiştiren olaylar değil; toplumların vicdanında derin yaralar açan, ekonomiyi çökerten, insan haklarını ayaklar altına alan ve halkın iradesini hiçe sayan büyük felaketlerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Darbeler geçici olabilir ama bıraktıkları enkaz nesiller boyu sürebilir.

Bu yazıda, tarihte yaşanmış darbelerin ibretlik yönlerini ele alarak, darbecilerin enkazından geriye kalan toplumsal ve siyasal yıkımları değerlendireceğiz.

1. Darbeler Sadece Bir Gece Yaşanmaz, Sonuçları Onlarca Yıl Sürer

Bir darbe, genellikle aniden gerçekleşir. Bir gece yarısı tanklar sokaklara iner, radyolardan veya televizyonlardan “ordu yönetime el koymuştur” şeklinde anonslar yapılır. Ancak bu sahnelerin gölgesinde çok daha büyük acılar, kayıplar ve yıkımlar yaşanır.

Örneğin:

Türkiye 1960 Darbesi: Çoğunluk tarafından seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edilerek, halka “Sizin iradeniz bizim için bir şey ifade etmez” mesajı verildi.

Şili 1973 Darbesi: General Pinochet’nin darbesiyle ülkenin ilk sosyalist başkanı Salvador Allende devrildi, binlerce insan işkence gördü ve öldürüldü.

Mısır 2013 Darbesi: Seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, askeri darbe ile devrildi, binlerce insan meydanlarda katledildi ve ülke yıllarca süren kaosa sürüklendi.

Bu olaylar gösteriyor ki, bir darbenin etkisi sadece yöneticilerin değişmesiyle sınırlı kalmaz. Halkın güveni sarsılır, adalet duygusu yok olur ve ülkeler on yıllarca toparlanamaz.

2. Darbecilerin Enkazı: Halk iradesine Vurulan Darbe

Darbelerden geriye kalan en büyük kalıntı, toplumun devlete olan inancının zedelenmesidir.

Bir ülkede bir kez darbe gerçekleştiğinde, şu sonuçlar kaçınılmaz hale gelir:

Halkın Seçme Hakkı Zayıflar: İnsanlar “Bizim seçtiklerimiz nasıl olsa devrilecek” diyerek sandığa olan güvenlerini kaybeder.

Özgürlükler Kısıtlanır: Darbeler sonrası genellikle sıkıyönetim ilan edilir, basın susturulur, fikir özgürlüğü yok edilir.

İnsan Hakları İhlalleri Artar: Darbe dönemlerinde binlerce insan haksız yere tutuklanır, işkencelere maruz kalır ve yok edilir.

Örneğin, 1980 Türkiye Darbesi’nde on binlerce insan gözaltına alındı, birçok genç idam edildi ve işkencehanelerde insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. O dönemde kaybedilenler, “Bir sağdan bir soldan astık” diyen darbecilerin soğuk vicdanlarında birer rakamdan ibaretti.

Darbeciler gider, ancak onların bıraktığı korku iklimi, yıllarca ülkede varlığını sürdürür. Bir nesil korku ile büyür, diğer nesil de sessizlikle yaşar.

3. Darbelerin Ekonomik Enkazı: Bir Ülkeyi Fakirleştiren Felaket

Darbeler yalnızca özgürlükleri değil, ekonomiyi de yıkar. Çünkü:

Yabancı yatırımcılar güven kaybeder, ekonomi duraklar.

Darbe dönemlerinde devlet bütçesi askeri harcamalara yönlendirilir.

Ülkede istikrarsızlık arttıkça, halkın alım gücü düşer ve yoksulluk artar.

Örneğin, Mısır 2013 darbesinden sonra ekonomik kriz derinleşmiş, enflasyon fırlamış ve halkın büyük bir kesimi fakirleşmiştir. Benzer şekilde, 1980 ve 1997 darbeleri sonrası Türkiye büyük ekonomik buhranlar yaşamış, işsizlik oranları tavan yapmıştır.

Darbelerin en büyük zararı da budur: Halk fakirleşirken, darbeciler ve onların destekçileri zenginleşir.

4. Darbelerin Sosyal Enkazı: Toplumsal Bölünme ve Kutuplaşma

Darbeler, bir milletin birliğini bozan en büyük felaketlerden biridir. Çünkü:

Kardeşler birbirine düşman edilir.

İnsanlar farklı görüşleri nedeniyle yaftalanır, dışlanır, hatta öldürülür.

Toplum içindeki güven duygusu yok olur.

Örneğin, Mısır darbesinden sonra toplum dini ve ideolojik olarak ikiye bölündü. Bir taraf darbeyi desteklerken, diğer taraf darbenin mağduru oldu. Benzer şekilde, 1980 Türkiye Darbesi’nde sağcı-solcu çatışmaları körüklendi ve gençler birbirine düşman hale getirildi.

Bu yüzden darbecilerin en büyük mirası, toplumu yıllarca sürecek bir nefret ve güvensizlik duygusuna mahkûm etmeleridir.

5. Sonuç: Darbeler Gelir Geçer, Ama Utançları Kalır

Darbelerin kazananı olmaz. Darbeciler, belki bir süre iktidarda kalabilir; ancak tarih, onları hep lanetle anmıştır. Çünkü hakla, halkla ve adaletle savaşanlar, er ya da geç kaybetmeye mahkûmdur.

Bugün birçok ülkede, geçmişte darbeler yapan generaller ya mahkemelerde yargılanmış ya da tarihin kara sayfalarına gömülmüştür. Ancak onların bıraktığı toplumsal ve ekonomik tahribat, hâlâ milyonlarca insanın hayatını etkilemektedir.

Darbeler unutulmaz, affedilmez ve normalleştirilmemelidir. Çünkü darbecilerin enkazı temizlenmezse, yeni darbeciler ortaya çıkmaya devam eder.

Öyleyse:

Halk, iradesine sahip çıkmalı.

Genç nesiller, darbenin getirdiği acıları unutmamalı.

Halk ve halkın iradesi ve meşru özgürlükler, askeri vesayete karşı korunmalı.

Çünkü unutmamak gerekir ki, darbeler silahlarla yapılır ama en büyük yarayı vicdanlar alır.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

NUR SURESİ 45. AYET

NUR SURESİ 45. AYET

Nur.45 bu ayet tefsirlerde nasıl yorumlanmış ve buradaki Allah’ın dilediği gibi yaratmasindan kasıt nedir?


Nur Suresi’nin 45. ayeti, Allah’ın tüm canlıları sudan yarattığını ve onların farklı şekillerde hareket ettiklerini belirtir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.”

Bu ayet, İslam tefsirlerinde genellikle Allah’ın yaratma kudretinin ve canlıların çeşitliliğinin bir ifadesi olarak yorumlanmıştır. “Allah, dilediğini yaratır” ifadesi, Allah’ın iradesine bağlı olarak çeşitli ve farklı şekillerde yaratma gücüne sahip olduğunu vurgular.

Ayetin “her canlıyı sudan yarattı” kısmı, canlıların sudan yaratıldığı gerçeğine işaret eder. Bu, modern bilimsel bulgularla da uyumlu olup, yaşamın sudan başladığı ve suyun canlılık için temel bir unsur olduğu bilgisini destekler.

Sonuç olarak, bu ayet, Allah’ın sınırsız yaratma gücünü, canlıların çeşitliliğini ve suyun hayatın kaynağı olduğunu vurgular.

@@@@@@

Nur Suresi 45. ayet, Allah’ın tüm canlıları sudan yaratması ve onların farklı şekillerde hareket etmesiyle ilgilidir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Nur 45)

Bu ayetin açıklanmasına yardımcı olan bazı benzer ayetler şunlardır:

1. Enbiya Suresi 30
“İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken bizim onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”

Burada da canlıların sudan yaratıldığı vurgulanmaktadır.

2. Furkan Suresi 54
“O, sudan bir insan yaratıp onu soy ve hısımlık sahibi kılan Allah’tır. Rabbin her şeye kadirdir.”

İnsanların da sudan yaratıldığı belirtilerek Nur 45 ile paralellik gösterir.

3. Nahl Suresi 49
“Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”

Canlıların farklı türlerde olduğu ve Allah’ın yaratışındaki çeşitlilik vurgulanıyor.

4. Hac Suresi 18
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde eder?”

Farklı varlık türlerinin varlığı ve onların Allah’a bağlılığı anlatılıyor.

5. Yasin Suresi 36
“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, yücedir.”

Allah’ın yaratma gücüne dikkat çekiliyor.

Bu ayetlerin tamamı, Nur 45’te bahsedilen canlıların sudan yaratılması ve onların farklı şekillerde hareket etmeleri konusuna açıklık getiren ayetlerdir.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.


RUHUN EBEDİ YOLCULUĞU VE BEDENİN EMANETLİĞİ

İnsan, dünya hayatında bir yolcudur. Bu yolculuk, ruhun ebedi âleme uzanan serüveninin kısa bir durağıdır. Kur’an-ı Kerim’de, insanın yaratılışı, yaşamı, ölümü ve ahiret hayatı üzerine pek çok ayet vardır. Bu ayetler, bizlere dünya hayatının geçiciliğini ve asıl varlığımızın ruhumuz olduğunu hatırlatır.

BEDEN: RUHA EMANET

İnsanın bedeni, tıpkı bir yolcunun konakladığı han gibi, geçici bir misafirhanedir. Allah, ruhu bir bedene emanet ederek dünyaya göndermiştir. Ancak bu emanet, sonsuza kadar bizim değildir. Bir gün geldiğinde, ruh bedenini burada bırakacak ve asıl yurduna, ebedi hayata doğru yol alacaktır.

Kur’an’da bu gerçeği anlatan birçok ayet vardır:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 57)

Bu ayet, bedenin fani olduğunu, fakat ruhun yolculuğunun ölümle bitmediğini vurgular. İnsan, ölümle birlikte dünyadaki varlığını sonlandırsa da ruhu, Allah’ın huzuruna çıkarak ebedi hayata adım atar.

TASAVVUFTA BEDEN VE RUH

Tasavvufta beden, ruhun geçici bir elbisesi olarak görülür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, insanın hakikatini anlatırken şöyle der:

“Sen beden değilsin, ruhtan ibaretsin. Beden bir su ve toprak zindanıdır. Asıl varlığın sudan ve topraktan ibaret değildir. Bedenin fanidir, ruhunsa ebedîdir.”

Bu sözler, insanın asıl kimliğinin ruh olduğu ve bedenin yalnızca bir araç olduğunu anlatır. Dünya hayatı, ruhun olgunlaşması ve kemale ermesi için bir fırsattır. İnsanın asıl gayesi, bu emaneti temiz tutarak Rabbine dönmektir.

ÖLÜM: RUHUN ASIL YURDA DÖNÜŞÜ

Ölüm, bir yok oluş değil, asıl hayata geçiştir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyenin de uykusunda canını alır. Sonra hakkında ölüm hükmü verilmiş olanı tutar, diğerini belirlenmiş bir vakte kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Zümer, 42)

Bu ayet, ölümün bir son değil, bir dönüş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Beden toprak olurken, ruh Allah’a yükselir ve hesap gününü bekler.

İBRET VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR GERÇEK

İnsan, dünyada kazandığı malların, bedeninin güzelliğinin, sahip olduğu şöhretin ve gücün kendisine ait olduğunu sanır. Oysa hepsi emanettir. Doğduğunda çıplak gelen insan, öldüğünde de hiçbir şey götüremez. Bu yüzden, insanın asıl kazancı, yaptığı hayırlı ameller, iyilikler ve Allah’a olan yakınlığıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak kimse yoktur. İyilik yapan iyiliğini artırmadığına, kötülük yapan ise kötülükten vazgeçmediğine pişman olur.”

Bu hadis, insanın hayattayken neyin değerli olduğunu bilmesi gerektiğini vurgular. Dünya hayatı geçici bir imtihan sahnesidir. Asıl varlık, ruhun temizliği, Allah’a yönelişi ve ahiret için yaptığı hazırlıklardır.

SONUÇ: EMANETE SAHİP ÇIKMAK

İnsan, kendisine emanet edilen bedeni, aklı ve ruhu en güzel şekilde kullanarak, Allah’a döndüğünde yüz akıyla hesap vermelidir. Ruh, emaneti aldığı yere yani Rabbine dönerken, beden burada kalır ve toprağa karışır. Önemli olan, emaneti kirletmeden, hakkını vererek, Allah’ın rızasını kazanmış olarak geri teslim edebilmektir.

Dünya yolculuğunda asıl yolcu ruhumuzdur; beden ise yalnızca geçici bir binektir. Bu gerçeği idrak edenler, dünya nimetlerine aldanmaz, ahireti unutmaz ve emaneti sahibine layıkıyla teslim etmeye gayret eder.

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK. HAKTAN TARAF OLMAK.

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK. HAKTAN TARAF OLMAK.


“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” Nisa.105.

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK

(Nisâ Suresi 105. Ayet ve Benzer Ayetler Üzerine İbretli Bir İnceleme)

İnsanlık tarihi boyunca adalet, toplumların ayakta kalmasını sağlayan en önemli değerlerden biri olmuştur. Adaletin olmadığı yerde zulüm, kargaşa ve yıkım kaçınılmazdır. İşte bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm, adaleti temel bir ilke olarak belirlemiş ve insanların haksızlığa taraf olmamalarını emretmiştir. Nisâ Suresi 105. ayet de bu evrensel hakikati hatırlatır:

> “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisâ, 4:105)

Bu ayet, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitap etmekle kalmaz, tüm müminlere bir ilke sunar: Hüküm verirken, karar alırken, olayları değerlendirirken ve insanlar arasında hakemlik yaparken mutlak surette adalet gözetilmeli, hainlerden ve zalimlerden yana olunmamalıdır.

Peki, bu ilkenin derin manası nedir? Diğer ayetlerle bağlantısı nasıl kurulabilir? Günümüz dünyasında bu emir nasıl bir ibret vesikası olarak okunmalıdır?

1. Hak ile Hükmetmek: İlahi Bir Sorumluluk

İslam’da adalet, sadece hukuki bir mesele değil, aynı zamanda imani bir vecibedir. Allah Teâlâ, birçok ayette adaletle hükmetmenin farz olduğunu vurgular:

“Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ, 4:58)

“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutan kimseler olun…” (Nisâ, 4:135)

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında hak ile hükmet, hevâya uyma!” (Sâd, 38:26)

Bu ayetler, hüküm verme sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Bir mümin, ister aile içinde, ister toplum içinde, isterse bir yönetici olarak insanlara adaletle hükmetmek zorundadır. Eğer kişi haksızlığa göz yumarsa, zalimlerin tarafını tutarsa, Allah’ın bu emrini çiğnemiş olur.

Nisâ 105. ayet, özellikle şu mesajı veriyor: Adalet, Allah’ın bir emridir ve hiçbir dünyevi çıkar, hiçbir tarafgirlik, hiçbir akrabalık bağı veya dostluk, adaletin önüne geçmemelidir.

2. Hainlerden Taraf Olmamak: Günümüz İçin Bir İbret

Ayette geçen “hainlerden taraf olma” emri, aslında insanoğlunun en büyük zaaflarından birine işaret ediyor. Çoğu zaman insanlar, çıkarları, korkuları veya bağlılıkları nedeniyle açıkça yanlış olan bir tarafı destekleyebilirler. Ancak Allah Teâlâ, müminlerin bu tuzağa düşmemesi gerektiğini bildiriyor.

Günümüzde:

Bir kişi güçlü olduğu için,
Maddi menfaat sağladığı için,
Popüler olduğu için,
Yakın çevreden biri olduğu için,
Haklı olmasa bile onu savunmak, Allah’ın emrine aykırı bir davranıştır.

Müslüman, hakkın yanında durmalı, zalimin değil mazlumun tarafında olmalıdır. Hainler, zalimler ve haksızlık edenler kim olursa olsun, onlardan yana tavır almak Kur’an’a ve Peygamber’in sünnetine aykırıdır.

3. Peygamberimizin Adalet Üzerine Örneklikleri

Hz. Peygamber (s.a.v.), adalet konusunda eşsiz bir örnektir. O, sadece dostları ve müminler için değil, düşmanlarına karşı bile adaletle hükmetmiştir.

Bir gün, zengin ve soylu bir kadının hırsızlık yaptığı ortaya çıkınca, bazı sahabeler onun cezalandırılmaması için aracı olmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

> “Ey insanlar! Sizden önceki toplumlar şu yüzden helâk oldu: Aralarından güçlü ve soylu biri hırsızlık yaparsa onu affederler, zayıf biri yaparsa onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim!” (Buhârî, Hudûd, 11; Müslim, Hudûd, 8)

Bu olay, adaletin kişilere göre değişmemesi gerektiğinin en güzel örneklerinden biridir.

4. Günümüz Dünyasında Adaletin Yitirilişi

Bugün dünyada adaletin nasıl kaybolduğunu görmek zor değil:

Güçlü devletler kendi çıkarları için haksız savaşlar açıyor, masumları öldürüyor.

Adaletsiz ekonomik sistemler zenginleri daha da zengin, fakirleri daha da fakir yapıyor.

Mahkemelerde güçlünün lehine kararlar alınıyor, mazlumlar ise haksız yere cezalandırılıyor.

Bütün bunlar, Nisâ 105. ayetin neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor. Çünkü Allah’ın hükmüne göre hareket edilmediğinde, adaletin yerini zulüm alır ve toplumlar çöküşe sürüklenir.

Sonuç: Adaleti Ayakta Tutalım

Kur’an, müminlere çok açık bir mesaj veriyor: Adaleti her zaman savunun, haksızlığa asla ortak olmayın!

Eğer güçlü olan bir zalimi savunuyorsak,
Eğer menfaatimiz için yanlışın tarafında duruyorsak,
Eğer sessiz kalarak zulmü onaylıyorsak,

Bu ayet bizi uyarıyor: Allah, zalimlerden yana olanları sevmez.

Bugün kendimize şu soruyu sormalıyız:

Hak ile mi hükmediyoruz, yoksa çıkarlarımız doğrultusunda mı?

Adaletli miyiz, yoksa güçlüden yana mı?

Doğruyu mu savunuyoruz, yoksa yanlışın peşinden mi gidiyoruz?

Eğer bu sorulara samimi bir şekilde cevap verirsek, belki de gerçek adaleti inşa etmek için bir adım atabiliriz. Çünkü Allah bizden sadece adalet istemiyor, aynı zamanda onun yaşatılmasını da emrediyor.

> “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve yalnızca Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Mâide, 5:8)

İşte hak ile hükmetmek budur!

 

 

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

Dünya Hayatından Kabir Alemine: İbretlik Bir Yolculuk

Dünya Hayatından Kabir Alemine: İbretlik Bir Yolculuk


Güneşin doğuşu, kuş cıvıltıları ve neşeyle dolu bir sabah… Hasan, genç, hayat dolu ve hayattan keyif almayı seven biriydi. Sabah kahvesini içerken telefonuna gelen mesajları okuyor, sosyal medyada gülerek dolaşıyordu. Günlük telaşlar içinde, dünyanın ona sunduğu nimetlerin tadını çıkarıyordu. Para, eğlence, arkadaşlar ve güzel anılar… Hayat sanki hiç bitmeyecek gibiydi.

Ancak her şey bir anda değişti. Trafik ışıklarında yeşilin yanmasını beklerken, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir an… Bir fren sesi, bir çarpışma ve ardından gelen derin bir sessizlik… Hasan, artık farklı bir yolculuğa çıkmıştı.

Kabir Kapısı Aralanıyor

Gözlerini açtığında kendini tanıyamadığı bir yerde buldu. Ne hastane ne de tanıdık yüzler… “Neredeyim?” diye sordu ama sesi yankılandı, cevap gelmedi. Bir süre sonra bir gölge belirdi, yüzü görünmeyen biri ona yaklaştı:

— “Dünya hayatın bitti, Hasan. Artık hakikat âlemindesin.”

İnanamıyordu. Daha dün arkadaşlarıyla şakalaşıyor, yarın için planlar yapıyordu. “Nasıl yani? Daha çok gencim! Annem babam, işlerim, yapacaklarım vardı!” diye haykırdı.

Ama artık ne geri dönüş vardı ne de zamanın anlamı…

Hesap Başlıyor

Bir melek, elinde parlayan bir defterle yanına geldi. Sayfalar birer birer açıldıkça, Hasan’ın hayatı gözlerinin önüne seriliyordu. Lüks içinde yaşadığı, ama hiç şükretmediği günler… Eğlenceye daldığı, ama ibadeti unuttuğu geceler… Fakire sırt çevirdiği, ama kendine servet biriktirdiği anlar…

Her şey tek tek gösteriliyordu. Ama Hasan’ın en çok içini burkan, yapmadıklarıydı. Annesinin dualarını göz ardı etmesi, bir dostuna sırt çevirmesi, küçük bir iyiliği bile ertelemesi…

Melek şöyle dedi:

— “Hasan, dünya hayatı bir imtihandı. Sana verilen zamanı nasıl kullandın?”

Hasan’ın dili tutuldu. Geriye dönüp hatalarını düzeltmek istiyordu ama artık çok geçti.

İbretlik Son

Birden yer sarsıldı, karanlık bir çukur açıldı ve soğuk bir rüzgâr esti. Hasan oraya doğru sürüklenirken, pişmanlık içinde haykırıyordu:

— “Bana bir fırsat daha verin! Sadece bir gün, sadece bir secde için bile olsa geri dönmek istiyorum!”

Ama ona verilen cevap belliydi:

— “Hayır, artık dönüş yok.”

Ve bir kapı daha açıldı. Sonsuz bir âlem onu bekliyordu…

Ders Çıkarmak İçin Zaman Varken

Hasan’ın yaşadıkları hepimiz için bir ibret değil mi? Dünya hayatının geçici olduğunu bile bile, gaflete düşmek ne büyük bir kayıp! Oysa ki küçük bir iyilik, samimi bir dua, Allah’a yönelen bir kalp her şeyi değiştirebilirdi.

Şimdi düşünelim: Eğer bugün son günümüz olsaydı, gerçekten hazırlıklı olur muyduk? Eğer cevabımız “hayır” ise, hâlâ fırsatımız var.

Zira dünya, bizi kandıran bir hayal… Asıl gerçek, iş işten geçmeden uyanabilenlerin kazandığı bir yolculuk.

Loading

No ResponsesŞubat 18th, 2025

EĞER İNSANDA KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMASAYDI

EĞER İNSANDA KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMASAYDI?[1]

EĞER İNSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMAYACAK OLSA, HİÇBİR ŞEY OLMAYACAĞI GİBİ, HERŞEY DE ANLAMSIZ OLACAK VE KIYMETSİZ KALACAKTI.


Kuvve-i Şeheviyye: Hayatın Devamlılığı ve İmtihanın Gerekliliği

Allah Teâlâ, insanı üç temel kuvvetle yaratmıştır:

1. Kuvve-i Akliyye (Akıl ve düşünme gücü)

2. Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü)

3. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)

Bu üç kuvvet, insanın hayatını sürdürmesi, gelişmesi ve imtihanı kazanması için verilmiştir. Kuvve-i Şeheviyye, yani arzu ve istek duygusu, insana yemek yeme, neslini devam ettirme, huzur ve mutluluk arayışı içinde olma gibi temel ihtiyaçları kazandırır.

Eğer bu duygu olmasaydı:

İnsan hayatı devam etmezdi.

İnsanın dünyaya karşı ilgisi olmaz, çalışmak ve üretmek anlamsız hale gelirdi.

Aile kurma ve neslin devamı mümkün olmazdı.

Hayattaki hiçbir şeyin kıymeti olmaz, dünya boş ve anlamsız bir yer olurdu.

Ancak bu kuvvet yanlış kullanıldığında, insanı hırs, israf, haram ve ahlaksızlık bataklığına sürükleyebilir. Bu makalede, Kuvve-i Şeheviyye’nin hikmeti, yanlış kullanımı ve İslam’ın sunduğu dengeyi ele alacağız.

1. Kuvve-i Şeheviyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Allah, bu duyguyu insana hayatı sürdürmesi ve imtihanı başarması için vermiştir. Bu duygu olmadan insan:

Yemek yeme ve içme isteğine sahip olmaz, açlıktan ölürdü.

Evlilik ve aile kavramı oluşmaz, insan nesli devam etmezdi.

Dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, ilerleme kaydedemezdi.

İnsan, ne cenneti arzulardı ne de imtihana anlam verebilirdi.

Kur’an’da Allah, dünyanın süslerini insanların hoşuna gidecek şekilde yarattığını şöyle bildirir:

“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

Bu ayet, insanın fıtratındaki arzuların bir imtihan unsuru olduğunu gösteriyor. Bu arzular, insanı Allah’a yaklaştıran birer vesile olabilir. Ancak yanlış kullanılırsa insanı felakete de sürükleyebilir.

2. Kuvve-i Şeheviyye’nin Yanlış Kullanımı: Nefsin Tuzağına Düşmek

Kuvve-i Şeheviyye, kontrolsüz bir şekilde kullanıldığında insanı nefsinin kölesi haline getirebilir. Kur’an-ı Kerim’de nefsinin arzularına uyanlar şöyle anlatılır:

“Kendi arzusunu ilah edinen ve Allah’ın da bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)

Bu ayet, şehvetin yanlış kullanımının, insanı helake sürükleyebileceğini gösteriyor. Günümüzde:

İsraf ve lüks tutkusu, insanı kibir ve bencilliğe sürüklüyor.

Helal olmayan ilişkilere düşkünlük, aile yapısını bozuyor.

Maddi hırs, insanı kul hakkı yemeye, adaletsizliğe ve harama yöneltiyor.

Bu yüzden İslam, şehveti tamamen yok etmeyi değil, onu dengelemeyi öğütler.

3. İslam’da Şehvetin Dengeli Kullanımı

İslam, ne tamamen arzulara teslim olmayı ne de arzuları bastırmayı öğütler. Asıl hedef, bu kuvveti hayırlı ve helal yolda kullanmaktır.

Evlilik, şehvetin helal çerçevede yaşanmasını sağlar.

İbadet ve takva, insanı haramlardan korur.

Şükür ve kanaatkârlık, israf ve doyumsuzluğun önüne geçer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis, şehvetin meşru bir şekilde yönlendirilmesini öğütleyen en güzel rehberdir.

4. Kuvve-i Şeheviyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Yusuf’un (a.s) İffetli Duruşu

Hz. Yusuf (a.s), Züleyha’nın kendisini günaha çağırmasına rağmen şöyle demiştir:

“Rabbim! Zindan, bunların beni çağırdığı şeyden daha hayırlıdır.” (Yusuf, 33)

Bu olay, şehvetin kontrol altına alınmasının insanı Allah’a daha yakın kıldığını gösterir.

2. Hz. Süleyman’ın (a.s) Dünya Sevgisini Hikmetle Kullanması

Hz. Süleyman (a.s), dünyanın nimetlerini kullanırken onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirmiştir. Onun hikmetli duası şöyledir:

“Rabbim! Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimseye nasip olmasın. Şüphesiz Sen, büyük lütuf sahibisin.” (Sad, 35)

Bu, dünya nimetlerini Allah yolunda kullanmanın en güzel örneklerinden biridir.

5. Sonuç: Şehvetin Hikmetle ve Takva ile Dengelenmesi

Kuvve-i Şeheviyye, insan hayatının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Ne tamamen yok edilmesi ne de sınırsız bir şekilde serbest bırakılması doğrudur.

İslam, bu duyguyu helal dairede yaşamayı, haramdan sakınmayı ve şükür ile dengelemeyi öğretir.

Eğer şehvet hiç olmasaydı, hayatın anlamı ve devamlılığı olmazdı.

Eğer şehvet kontrolsüz olsaydı, insan nefsinin esiri olurdu.

Doğru kullanıldığında, şehvet insana huzur, saadet ve Rabbine yakınlık kazandırır.

Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:

“Nefsin isteklerini terk etmek zordur. Ama sonuçta bu seni sultan eder.”

Allah bizlere, nefsimizin arzularını hikmetle yönetmeyi, şehveti helal ve hayırlı yolda kullanmayı ve dünya nimetlerini şükürle değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=fzSi0i8PViI

Loading

No ResponsesŞubat 17th, 2025

Osmanlı ve Türk milleti

Osmanlı ve Türk milleti


Osmanlının yıkılışı, 1.dünya savaşının başlayıp, Türk devletinin kuruluşu ile birlikte başlayan süreçte Türkiye haritası ve Ortadoğu nasıl ve kim ve kimler tarafından çizildi ve belirlendi?

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, I. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan süreçler, Türkiye’nin kuruluşu ve Ortadoğu haritasının belirlenmesi, uluslararası siyasi gelişmelerle dolu karmaşık bir tarih sürecidir. Bu süreçte, çeşitli antlaşmalar, konferanslar ve uluslararası ilişkiler önemli rol oynamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Yıkılışı

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü: 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu, iç sorunlar ve dış baskılar nedeniyle zayıflamış, Birinci Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte imparatorluğun sonunu hazırlayan süreç hızlanmıştır.

2. I. Dünya Savaşı: 1914-1918 yılları arasında süren bu savaşta, Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında yer almıştır. Savaşın sonunda Osmanlı, İtilaf Devletleri tarafından mağlup olmuştur.

Türkiye’nin Kuruluş Süreci

1. Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918): Savaşın ardından imzalanan bu antlaşma, Osmanlı Devleti’nin fiilen sona erdiğini gösteren bir belgedir. Antlaşma, İtilaf Devletleri’ne Osmanlı topraklarını işgal etme yetkisi vermiştir.

2. Kurtuluş Savaşı: 1919-1923 yılları arasında gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesidir. Bu süreçte, özellikle 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması, yeni devletin temellerini atmıştır.

Ortadoğu Haritasının Çizilmesi

1. Sykes-Picot Antlaşması (1916): Bu gizli antlaşma, İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu topraklarının paylaşımını öngörmüştür. Bu antlaşma ile, bölge haritası büyük ölçüde belirlenmiş ve yeni sınırlar çizilmiştir.

2. Balfour Deklarasyonu (1917): Bu deklarasyon, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını desteklediğini duyurmuştur. Bu durum, Filistin toprakları üzerindeki gelecekteki sınır anlaşmazlıklarının temelini atmıştır.

3. Versay Antlaşması (1919): I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren bu antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını parçalamış ve yeni devletlerin kuruluşuna zemin hazırlamıştır.

4. Lozan Antlaşması (1923): Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlayan bu antlaşma, Türkiye’nin sınırlarını belirlemiştir. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını resmen kabul eden ilk uluslararası anlaşmadır.

Sonuç

Yeni Sınırlar ve Devletler: Sykes-Picot Antlaşması ile çizilen sınırlar sonucunda Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi yeni devletler ortaya çıkmıştır. Bu süreç, Ortadoğu’da birçok etnik ve dini grubu etkileyen sorunlara yol açmıştır.

Türkiye’nin Sınırları: Kurtuluş Savaşı sonrası imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları belirlenmiş ve uluslararası alanda tanınmıştır.

Bu olaylar, yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun da siyasi haritasını değiştirmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan yeni sınırlar ve devletler, günümüzdeki siyasi çatışmaların ve sosyal dinamiklerin temelini atmıştır.

@@@@@@@

Syket-Picot Anlaşmasının asıl amacı ne idi ve bu bölme ile ne amaçlandı?
Sykes-Picot Anlaşması, 16 Mayıs 1916 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında Britanya ve Fransa arasında imzalanan gizli bir antlaşmadır. Anlaşmanın temel amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının paylaşımını düzenlemektir. Bu bağlamda, Sykes-Picot Anlaşması’nın asıl amacı ve içerdiği stratejik hedefler şunlardır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nu Parçalamak

Yıkılma Süreci: Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşta yaşadığı zayıflıktan yararlanarak, imparatorluğun Ortadoğu topraklarını paylaşmayı hedeflemiştir. İtilaf Devletleri, Osmanlı’nın yıkılışını hızlandırarak bu toprakları kendi nüfuz alanlarına dahil etmek istemiştir.

2. Siyasi ve Stratejik Kontrol Sağlamak

Bölgedeki Etki: Britanya ve Fransa, anlaşma ile belirledikleri sınırlar üzerinden bölgedeki stratejik ve siyasi kontrolü elde etmeyi amaçlamıştır. Özellikle, petrol kaynaklarına sahip olan bölgelerde hakimiyet kurmak, savaş sonrası ekonomik çıkarları güvence altına almak için önemli bir adımdı.

Hindistan’a Giden Yol: Britanya, bu anlaşma ile Ortadoğu’daki stratejik yolları kontrol etmeyi ve Hindistan’a ulaşımını kolaylaştırmayı hedeflemiştir.

3. Etnik ve Dini Çatışmaların Tohumlarını Atmak

Sınır Çizimleri: Anlaşma ile çizilen sınırlar, etnik ve dini grupların karıştığı bir yapıda oluşturulmuştur. Bu durum, gelecekteki çatışmalar ve sorunların zeminini hazırlamıştır. Farklı etnik grupların bir arada bulunduğu yeni devletlerin kurulması, bölgedeki istikrarsızlığı artırmıştır.

4. Yahudi Yerleşimi Destekleme

Balfour Deklarasyonu ile İlişki: Sykes-Picot Anlaşması, Yahudi yerleşim alanlarının oluşturulmasıyla ilgili planların bir parçası olarak da değerlendirilebilir. Balfour Deklarasyonu (1917) ile birlikte, bu süreçte Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması hedeflenmiştir.

5. Fransa ve İngiltere Arasındaki Güç Dengesini Kurmak

Sömürgecilik Rekabeti: Anlaşma, özellikle İngiltere ve Fransa arasındaki bölgesel güç mücadelesini de göz önünde bulundurarak, iki ülkenin Ortadoğu’daki etkilerini artırmayı hedeflemiştir.

Sonuç

Sykes-Picot Anlaşması, sadece bir toprak paylaşımı değil, aynı zamanda bölgedeki siyasi, sosyal ve ekonomik dinamiklerin de yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Bu anlaşmanın sonuçları, günümüzdeki Ortadoğu sorunları ve çatışmalarının kökenlerini anlamak için önemli bir referans noktasıdır. Anlaşmanın gizli olması ve sonrasında kamuoyuna açıklanması, Arap dünyasında büyük bir hayal kırıklığına yol açmış ve bu durum Arap milliyetçiliğinin uyanışına zemin hazırlamıştır.

 

Loading

No ResponsesŞubat 17th, 2025