image_pdfimage_print

Soykırımın Gölgesinde Küresel Vicdan: Gazze, Emperyalizm ve Tarihî Kırılmalar

image_pdfimage_print

Soykırımın Gölgesinde Küresel Vicdan: Gazze, Emperyalizm ve Tarihî Kırılmalar
Giriş
Tarih, insanlığın hem vicdan hem de zulümle sınandığı bir sahnedir. 20. yüzyılın başında sömürgeci devletlerin cetvellerle çizdiği sınırlar, bugün Ortadoğu’da kan ve gözyaşının sebeplerinden biri olmuştur. Gazze’de yaşananlar sadece bir askeri işgal veya siyasi çatışma değil, insanlığın ortak vicdanına yönelmiş bir soykırım olarak tarihe geçmektedir. Bugün İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins’in “soykırım yapanların ve destekleyenlerin BM’den çıkarılması gerekir” çıkışı, Londra Belediye Başkanı Sadık Khan’ın Gazze için ilk kez “soykırım” ifadesini kullanması, tarihin önemli dönüm noktaları olarak kayda geçmiştir.
Emperyalizmin Süregelen Gölgesi
ABD’nin, İsrail’in işgal ve soykırım politikalarına verdiği koşulsuz destek yeni değildir. Daha önce Vietnam’da, Irak’ta ve Afganistan’da görüldüğü gibi, küresel emperyal güçler çıkarları uğruna milyonların hayatını hiçe saymıştır. Trump yönetiminin Gazze meselesinde İngiltere’den bile daha geri bir pozisyonda kalması, ABD’nin İsrail ile olan “göbek bağı” tartışmalarını derinleştirmiştir. Epstein skandalı, Mossad ilişkileri ve Washington’un sürekli vetoları bu bağı daha da görünür kılmaktadır.
Küresel Vicdanın Yükselişi
Bununla birlikte, tarihte ilk kez Batı’da kitlesel olarak yükselen vicdani bir hareket dikkat çekmektedir. Londra’daki “Together for Palestine” konserinde Hollywood yıldızları, sanatçılar ve halk, “sessizlik suç ortaklığıdır” diyerek ayağa kalkmıştır. İtalya’da sendikaların genel greve gitmesi, Ravenna Limanı’nda işçilerin İsrail’e silah sevkiyatını durdurması, Avrupa’nın kendi vicdanıyla yüzleşmeye başladığının işaretidir. Tarihte Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin çöküşünde sivil toplumun uluslararası dayanışması nasıl etkili olduysa, bugün de benzer bir dalganın Gazze için yükseldiği görülmektedir.
Tarihî Paralellik: Enver Paşa ve Kafkas İslam Ordusu
Ankara’da yapılan “Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa” anması, bugünkü gündemle şaşırtıcı bir paralellik taşımaktadır. 1918’de Enver Paşa ve Nuri Paşa önderliğindeki İslam Ordusu, işgal altındaki Bakü’yü özgürleştirmiştir. O günün “kahramanlık ruhu”, bugün Sumud Filosu ile Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan vicdan sahiplerinde yeniden hayat bulmaktadır. Tarih bize, işgal ve zulmün ne kadar güçlü olursa olsun, direnişin ve fedakârlığın asla yok edilemeyeceğini göstermektedir.
Türkiye’nin Rolü
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM’de “Filistin’in sesi olacağız” çıkışı, Türkiye’nin bu meselede tarihî misyonunu üstlenmeye devam ettiğini ortaya koymaktadır. Devlet Bahçeli’nin “Kudüs düşerse Ankara düşer” sözü, meseleyi yalnızca bir Filistin meselesi değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel bir medeniyet davası olarak tanımlamaktadır. Türkiye’nin Gazze’ye yardımlarda ilk sırada olması, insani diplomasi açısından da önemlidir.
Sonuç: Tarih Tekerrür Ediyor mu?
Tarih tekerrür etmez; fakat ibret alınmadığında benzer sahneler farklı dönemlerde yeniden karşımıza çıkar. Bugün Gazze’de yaşananlar, Bosna’da, Ruanda’da ve daha geride Endülüs’te Müslümanların yaşadıklarını hatırlatmaktadır. Fakat bir fark var: Bu kez küresel vicdan daha güçlü bir sesle haykırıyor. İrlanda’dan İtalya’ya, Londra’dan Ankara’ya kadar genişleyen bu ses, gelecekte insanlığın ortak hafızasında bir dönüm noktası olacaktır.
Gazze sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın sınavıdır. Bu sınavda sessiz kalanlar tarihin karanlık sayfalarına yazılırken, zulme karşı duranlar vicdanın ve insanlığın onurlu sayfalarında yer alacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 20th, 2025

Tekrarlanan Öğütlerin Hikmeti

image_pdfimage_print

Makale 1: Tekrarlanan Öğütlerin Hikmeti

​”Sık sık verilen aynı öğütten sıkılma. Çünkü bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir.” – Hz. Mevlana (R.A)

​Bu hikmetli söz, insan gelişiminin ve öğrenme sürecinin temel bir gerçeğini dile getirir. Bir işi başarıyla tamamlamak için gösterdiğimiz tekrar eden çabaların, aslında o işin ruhunu ve inceliklerini kavramamız için ne kadar elzem olduğunu anlatır. Hz. Mevlana’nın bu metaforu, bir çivinin yerine oturması için gereken darbelerle, bir fikrin, bir bilginin veya bir ahlaki değerin kalbimize ve zihnimize nüfuz etmesi için gereken tekrarları ustaca eşleştirir.

​İzah ve Açıklama:

Günümüz dünyasında, her şeyin hızlı tüketildiği ve anlık sonuçların beklendiği bir kültürde yaşıyoruz. Bu durum, sabır ve sebat gerektiren süreçlere karşı tahammülsüzlüğümüzü artırıyor. Bir öğüdün defalarca tekrarlanması, bize sıkıcı veya gereksiz gelebilir. Ancak, tıpkı bir çivinin sağlamlaşması için ardı ardına gelen darbelerin kaçınılmaz olması gibi, bir bilginin de tam anlamıyla yerleşmesi için tekrar tekrar işlenmesi gerekir. Bu tekrarlar, bilginin sadece zihinde kalmasını değil, aynı zamanda karaktere ve davranışlara yansımasını sağlar.
​Tarih, bu ilkeyle yoğrulmuş sayısız örnekle doludur. Büyük ustalar, zanaatlarını mükemmelleştirmek için binlerce kez aynı hareketi tekrarlamıştır. Filozoflar ve alimler, aynı ahlaki prensipleri farklı açılarda tekrar tekrar ele alarak, öğrencilerine ve topluma aşılamaya çalışmışlardır. Bu süreç, sadece bilgiyi aktarmakla kalmaz, aynı zamanda bilginin derinliğini ve önemini pekiştirir. Öğüdün tekrarı, onun sadece bir fikir değil, yaşanması gereken bir hakikat olduğunu hatırlatır.
​Bu makaleden çıkarılacak en önemli ibret şudur: Hayatımızda bize sık sık hatırlatılan, belki de duymaktan yorulduğumuz öğütler, aslında en değerli hazinelerimizdir. Onlar, bizi doğru yolda tutmaya çalışan, düşmememiz için uyarıcı levhalar gibidir. Edebiyatın en büyük eserlerinde, kahramanların aynı hataları tekrar tekrar yapıp, sonunda aynı dersi öğrenmesi bu gerçeği yansıtır. Hayat da bize aynı öğütleri, farklı kılıklarda tekrar tekrar sunar. Bu tekrardan sıkılmak yerine, her tekrarın bizi daha iyi bir insan yapma fırsatı olduğunu anlamalıyız.

​Özet:

Bu makale, Hz. Mevlana’nın “Sık sık verilen aynı öğütten sıkılma. Çünkü bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir” sözünü merkeze alarak, tekrarlanan öğütlerin önemini ve hikmetini ele almaktadır. Hızlı sonuç bekleyen modern dünyanın aksine, bir bilginin veya ahlaki değerin kalıcı olması için sabır ve tekrar gerektiğini vurgular. Tarihi ve edebi örneklerle bu fikri destekleyen makale, en değerli derslerin genellikle en çok tekrar edilenler olduğunu ve her tekrarın, bilginin derinleşmesine hizmet ettiğini ifade eder.

​Makale 2: İman Dolu Bir Kalbin Azmi

​”Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse insan da, o imandaki son sırra ererse En azgın ölümler ona zincir vuramazlar”

​Bu derin ve manevi söz, azmin sadece dünyevi bir gayret olmadığını, ilahi bir kaynaktan beslendiğinde nasıl aşılmaz bir güç haline geldiğini anlatır. İmanla perçinlenmiş bir kararlılığın, en büyük engelleri bile aşabileceği, hatta ölümün bile bu ruha karşı güçsüz kalacağı fikrini işler. Bu söz, fiziki güçten ziyade, deruni ve manevi bir direnişin, gerçek özgürlüğün anahtarı olduğunu ima eder.

​İzah ve Açıklama:

Azim, hedefe ulaşma yolundaki sarsılmaz kararlılıktır. Ancak bu söz, azmin kaynağını imana bağlayarak onu sıradan bir kavramdan üstün bir hale getirir. Bir kalpteki iman, azmi sadece bir irade eylemi olmaktan çıkarır, onu ilahi bir misyonun parçası yapar. Bu, bir insanın sadece kendi hırs ve hedefleri için değil, daha büyük, manevi bir amaç için mücadele etmesidir. Bu tür bir azim, geçici zorluklardan etkilenmez, çünkü nihai ödülü bu dünyada aramaz.
​Tarih boyunca, bu tür bir azimle donanmış şahsiyetlerin hayatları, bizlere ilham kaynağı olmuştur. Zorbalık ve baskı altında, inançlarından taviz vermeden direnen peygamberler, alimler ve düşünürler bu azmin en parlak örnekleridir. Onlar için ölüm bile, inançlarını terk etmeye kıyasla daha hafif bir bedeldi. Bu, bedenin sonu olsa bile ruhun ve inanışın devam ettiği bir düşünce yapısıdır.
​Bu makaleden çıkarılacak ibret, en büyük engelin aslında fiziki değil, manevi bir engel olduğudur. Eğer bir insan, içindeki imanı ve bu imandan doğan azmi yitirirse, en konforlu koşullarda bile esir kalabilir. Aksine, bir insan imanla donanmışsa, zorlukların ve hatta ölümün bile zincir vuramayacağı bir özgürlüğe kavuşur. Bu, insanın kendi varlığını, inancını ve gayretini en yüksek mertebeye taşımasıyla elde edilen bir ölümsüzlüktür. Edebiyatta ve tarihte, bu tür karakterler, çoğu zaman fiziki olarak yenilse bile, fikirlerinin ve ruhlarının ölümsüzlüğü sayesinde galip gelmişlerdir.

​Özet:

Bu makale, “Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse insan da, o imandaki son sırra ererse En azgın ölümler ona zincir vuramazlar” sözünü temel alarak, azmin manevi boyutunu inceler. İmanla beslenen bir kararlılığın, dünyevi engelleri ve hatta ölüm korkusunu nasıl aştığını ele alır. Makale, tarihi ve manevi şahsiyetlerin bu tür bir azimle nasıl ölümsüzleştiklerini örnek vererek, gerçek özgürlüğün ve gücün, dahili inançtan geldiğini vurgular.

​Makale 3: Dünya Hayatının Faniliği ve Ahirete Yöneliş

“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır…Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
Hem madem  sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.”

​Pasaj, dünya hayatının geçiciliğini, insanın bu dünyada bir misafir olduğunu ve asıl hayatın ahirette kazanılacağını anlatır.

​İzah ve Açıklama:

Bu metin, İslam düşüncesinin temel taşlarından biri olan ahiret inancını ve dünya hayatının bir imtihan olduğu fikrini çok güçlü bir şekilde işler. “Dünya madem fânîdir. Hem madem ömür kısadır…” ifadesiyle başlayan pasaj, dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine karşı bir uyarı niteliğindedir. İnsan, bu dünyada bir “misafir” olarak tanımlanır ve bu misafirliğin bilincinde olması istenir. Metin, dünyanın “sahipsiz olmadığını” ve “Hakîm ve Kerîm bir Müdebbir’in” (hikmet sahibi ve cömert bir yöneticinin) varlığını hatırlatarak, her eylemin bir karşılığı olduğunu vurgular.
​Ayet kısmı ise, “Allah hiçbir kimseye gücünün yetmediğinden fazlasını yüklemez” anlamıyla, insanın taşıyabileceği sorumluluklarla yükümlü kılındığını ifade eder. Bu, hem bir rahatlama hem de bir uyarıdır: Herkese kendi kapasitesi dahilinde görevler verilmiştir ve bu görevlerden sorumlu tutulacaktır. Bu görevler arasında en önemlisi, “dünya için ahireti unutmamak” ve ahireti dünyaya feda etmemektir.
​Bu makaleden çıkarılacak ibret, hayatın gerçek amacının dünyevi başarılar, mal ve mülk biriktirmek olmadığını, aksine, kalıcı olan ahiret yurdu için çabalamak olduğunu hatırlatmasıdır. Pasaj, “En bahtiyar odur ki: Dünya için ahireti unutmasın” diyerek, gerçek mutluluğun dünyada ve ahirette dengeyi kurmaktan geçtiğini vurgular. Dünya, ahiretin tarlasıdır ve ne ekilirse o biçilir. Düşündürücü olan kısım ise, dünyevi makamların ve dostlukların “kabir kapısına kadar” olduğu gerçeğidir. Bu, insanın ahirette sadece kendi amelleriyle baş başa kalacağını gösterir.

​Özet:

Bu makale, dünya hayatının faniliğini ve ahiret hayatının ebediliğini konu alan bir metni incelemektedir. Pasaj, insanın bu dünyada bir misafir olduğunu, her eylemin bir karşılığı olduğunu ve asıl hedefin ahiret için hazırlık yapmak olması gerektiğini vurgular. Makale, Kur’an ayetiyle desteklenen bu düşünceyi, insanın gücü dahilindeki sorumluluklara dikkat çekerek açıklar. Sonuç olarak, gerçek mutluluğun, dünya ve ahiret dengesini kurarak ebedi saadete ulaşmak olduğunu belirtir.

​Makale 4: Yaratılıştaki İlahi Mühürler

​”her bir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır. Risale-i Nur-Sözler/ 320″

​Bu ifade, evrendeki her canlı varlığın (zîhayat) üzerinde, Allah’ın birliğini (sikke-i ehadiyet) ve her şeyin O’na muhtaç olduğunu (turra-i samediyet) gösteren delillerin bulunduğunu anlatır. Nitekim kelebek, kuş, meyve gibi unsurlar, bu ilahi mührün somut örnekleridir.

​İzah ve Açıklama:

“Sikke-i ehadiyet”, yani “birliğin mührü”, bir sanatçının eserine attığı imza gibidir. Her bir canlının, mikroskobik düzeyden devasa boyutlara kadar, kusursuz bir uyum ve düzen içinde yaratılmış olması, tek bir Yaratıcının varlığına işaret eder. Örneğin, bir kelebeğin kanadındaki desenlerin estetiği ve simetrisi, ya da bir çiçeğin polenlerini taşıyacak şekilde tasarlanmış yapısı, tesadüflerin ötesinde, ilahi bir sanatın varlığını gösterir.
​”Turra-i samediyet”, yani “samediyet mührü”, her şeyin Allah’a muhtaç olduğu, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı gerçeğidir. Bir kuşun beslenme tekrarı, bir bitkinin topraktan besin alması veya bir meyvenin olgunlaşması, tüm bu süreçlerin Allah’ın sonsuz kudreti ve yönetimi altında gerçekleştiğini gösterir. Bu, tabiattaki her unsurun kendi başına var olamadığını, hayatta kalabilmek için sürekli ilahi bir desteğe ihtiyaç duyduğunu anlatır.
​Bu makaleden çıkarılacak ibret, insanın çevresindeki her şeye sadece fiziki bir varlık olarak değil, aynı zamanda ilahi bir sanat eseri olarak bakabilmesidir. Her bir canlı, bir kitap sayfası gibi okunabilir ve bu sayfalarda Yaratıcının isimleri ve sıfatları keşfedilebilir. Bu bakış açısı, insana hem tevazu kazandırır hem de kainatla derin bir bağ kurmasını sağlar. Dünyadaki her varlık, aslında kendisini ve Yaratıcısını anlamak için birer delil ve rehberdir.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “her bir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır” sözünü merkeze alarak, evrendeki her canlıda Allah’ın birliğine ve sonsuz gücüne dair delillerin bulunduğunu açıklar. Kelebek, kuş, meyve gibi örneklerle bu fikri somutlaştıran makale, doğadaki düzen ve uyumun tesadüfi olmadığını, ilahi bir sanatın eseri olduğunu vurgular. İnsanların bu delillere bakarak hem kendilerini hem de Yaratıcılarını daha iyi anlayabileceğini belirtir.

​Makale 5: Kıyamet Günü ve Eşlerin Arasındaki Yabancılaşma

​”Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.  O gün onlardan her birinin işi başından aşkındır.”Abese Suresi. 33-37.)
Bu ayetler, kıyamet gününde yaşanacak olan dehşeti ve insanların o gün kardeşlerinden, anne ve babalarından, eşlerinden ve çocuklarından bile kaçacağını anlatır.

​İzah ve Açıklama:

Abese Suresi’nin bu ayetleri, kıyamet gününün dehşetini ve her türlü dünyevi bağın anlamsızlaşacağı o anı tasvir eder. “Büyük çığlık” (es-sâhha) olarak adlandırılan kıyametin kopmasıyla, insanlar o ana kadar en yakınları olan aile fertlerinden bile yüz çevireceklerdir. Bu durum, o günün ne kadar büyük bir korku ve panik günü olduğunu gösterir. İnsanlar, sevdikleriyle ilgilenmek yerine, sadece kendi durumlarını düşünmek zorunda kalacaklardır.

​Makale:

Kıyamet Günü: Bir Yabancılaşma Senaryosu

​Kıyamet, sadece dünyanın sonu değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin de dönüşeceği, hatta tamamen yok olacağı bir andır. Kur’an’ın Abese Suresi’nde geçen bu ayetler, o dehşetli günü tasvir ederken, en yakın bağlarımızın bile o anın baskısı altında nasıl kırılacağını gözler önüne serer. “O gün kişi kardeşinden kaçacak, annesinden ve babasından, bir de karısından ve çocuklarından” ifadesi, dünya hayatında her şeyin üstünde tuttuğumuz bağların, kıyamet günü ne kadar anlamsız kalacağını anlatır.
​Bu hikmetli söz, bize kıyamet gününün fiziksel yıkımından ziyade, psikolojik ve manevi boyutunu düşündürür. O günün “büyük çığlık” ile başlaması, her şeyi sarsan bir gürültüyle birlikte, dahili bir sarsıntının da habercisidir. İnsan, kendi amelleriyle baş başa kalacak ve bu durum, kendisini en iyi tanıyan ve sevenlerden bile kaçmasına neden olacaktır. Çünkü o gün “her birinin işi başından aşkındır.” Herkesin kendi hesabıyla meşgul olacağı bu durumda, başkasının derdine düşmek mümkün olmayacaktır.
​Bu makaleden çıkarılacak ibret şudur: Dünyadaki ilişkilerimiz ne kadar güçlü olursa olsun, nihai olarak herkes kendi bireysel kaderiyle yüzleşecektir. Bu, bize dünyevi ilişkilerin geçiciliğini ve asıl kalıcı olanın bireyin kendi amelleri ve Allah ile olan ilişkisi olduğunu hatırlatır. Bu ayetler, aynı zamanda, kıyamet hazırlığının ne kadar acil ve kişisel bir mesele olduğunu vurgular. Kişi, o gün için kendi başına sorumludur ve bu sorumluluk, en sevdiklerini bile geride bırakmasına neden olacak kadar ağırdır.

​Özet:

Bu makale, Abese Suresi’nin kıyamet gününü tasvir eden ayetlerini ele almaktadır. Ayetlerin, “büyük çığlık” gününde insanların en yakınlarından bile nasıl kaçacağını anlattığına dikkat çeker. Makale, bu durumun kıyametin fiziksel yıkımının yanı sıra, insan ilişkilerinin de son bulacağı bir “yabancılaşma senaryosu” olduğunu vurgular. İbret olarak, dünyevi bağların geçici olduğunu ve herkesin ahirette kendi amelleriyle baş başa kalacağını belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Nefis ve Tehlikesi

image_pdfimage_print

“Ehl-i ilhad ile ve bilhâssa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dava vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.”
(Mesnevi-i Nuriye 112.sh – Risale-i Nur)
***

1. Bilimsel İzah

🔹 Nefis ve Tehlikesi:

Metinde geçen “nefs-i emmare”, insanın içindeki bencil, menfaatçi, kolayca yanıltılabilen tarafını temsil eder. Modern psikolojide buna ego’nun zaafları veya bilişsel çarpıtmalar denebilir. Bir kişi kendi nefsini terbiye etmeden tartışmaya girerse, karşı tarafın düşüncelerini savunurken farkında olmadan onlara meyletme riski vardır.

🔹 Kognitif Etki (Beynin İkna Olabilirliği):

Beyin, sürekli tekrar edilen düşüncelere karşı bağışıklığını kaybeder. “Bir davayı hasmın gözüyle savunma” hâli, “bilişsel uyum” prensibiyle kişide zamanla şüphe ve tereddüt doğurabilir. Özellikle inanç temelli konularda bu, kişiyi yavaş yavaş zayıflatır.

🔹 Niyet ve Koruyucu Etken:

Bediüzzaman “niyeti hâlis olursa zarar vermez” derken, aslında motivasyon ve amaç meselesine işaret ediyor. Bugün psikolojide de, “amaç odaklı bilinç” kişinin zihnini daha dayanıklı kılar. Eğer münazara, nefis tatmini için değil, hakikati savunma için yapılırsa; zihindeki bu risk minimize olur.

🔹 Çare: Tazarru ve İstiğfar

Modern bilim açısından bu, bir tür duygusal arınma ve bilişsel resetlemedir. İstiğfar, kişiye hem farkındalık kazandırır, hem de hatanın etkisini azaltarak zihni tazeler.

2. Edebî ve Manevî İzah

İnsan aklı, bir terazidir; fakat kalbin nuruyla aydınlanmazsa, karanlık bir çarşıda yolunu kaybeden bir seyyaha benzer. Münazara meydanı, iki kılıç ustasının karşı karşıya geldiği bir düello gibidir. Hasmının kılıcını denemek için onun silahını eline alan kişi, farkında olmadan onun tarzına alışabilir. İşte o zaman, zihninde “tenkid lekesi” dediği bir iz bırakır.
Bediüzzaman’ın uyardığı şey şudur:
• Tartışma, hakikati bulmak için değil, nefsin üstün gelme arzusu için yapılırsa, kişi kendine zarar verir.
• Zihin, sık sık karşı tarafın elbiselerini giyerse, o elbisenin rengi kendi ruhuna sinmeye başlar.
Buna karşı tek çare, kalbin gözyaşlarıyla yıkanmasıdır: istiğfar. Çünkü istiğfar, insanın nefsini küçük düşürür, aklını gururdan kurtarır, kalbini yeniden saflaştırır.

3. Günümüze Yansıması

Bugün akademide, sosyal medyada veya fikir tartışmalarında aynı risk mevcuttur. İnsan, sürekli karşı fikirleri dile getirirken zamanla kendi inancına karşı soğukluk hissedebilir. Bunun için:

• Niyet kontrolü (niçin tartışıyorum?)
• Nefis muhasebesi (ben mi konuşuyorum, hakikat mi?)
• Dua ve istiğfar (zihni temizlemek için)
bir koruyucu kalkan vazifesi görür.

📌 Özet:

Bediüzzaman’ın ifadesi aslında bir psikolojik uyarıdır: Münazara, hakikati savunmak yerine nefsi tatmin ederse, kişi yavaş yavaş hasmına yenik düşer.
Aynı zamanda bir manevî reçetedir: Halis niyet, istiğfar ve kalbin arınması, bu tehlikeyi bertaraf eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Yahudilerin Hristiyanlığa Genel Bakışı

image_pdfimage_print
  1. Yahudilerin Hristiyanlığa Genel Bakışı

    • Yahudilik, kendisini “Allah’ın seçilmiş kavmi” anlayışı üzerine kurduğu için, İsa Mesih’in (Hz. İsa) peygamberliği ve Hristiyanlığın ilahî bir vahiy oluşunu kesinlikle reddeder.
    • Hristiyanlık, Yahudiliğin içinden çıkmasına rağmen, Yahudiler onu bir “sapma” ve “bozulmuş yorum” olarak görmüşlerdir.
    • Yahudi kaynaklarında, Hristiyanlık zamanla bir “putperestleşme” olarak ele alınır; özellikle teslis inancı (Baba–Oğul–Ruhulkudüs) Yahudi inancına aykırı bulunur.
    Ancak Yahudiler de Üzeyir peygamberi Kur’an’ın ifadesiyle;Allah’ın oğlu olarak kabul eder.

    2. Hz. İsa ve Hz. Meryem Hakkındaki Görüşler
    Hz. İsa (aleyhisselâm)

    • Yahudiler Hz. İsa’yı peygamber kabul etmezler.
    • Onu, Tanrı’nın oğlu veya Mesih olarak görmezler.
    • Hatta bazı klasik Yahudi metinlerinde İsa’ya (hâşâ) sihirbaz, yalancı peygamber veya Yahudi şeriatini bozmak isteyen biri olarak bakılmıştır.

    Hz. Meryem (aleyhâ’s-selâm)

    • Yahudilikte Hz. Meryem’in iffetini ve mucizevi bakire doğumunu kabul etmezler.
    • Talmud’un bazı bölümlerinde (polemik amaçlı) Meryem validemiz hakkında çirkin ithamlar yapılmıştır.
    • Yani Yahudi inancında, Hristiyanlıktaki gibi kutsal, temiz ve yüce bir konuma sahip değildir.

    3. Yahudi Tenkitleri

    Yahudilerin Hristiyanlığa yönelttiği başlıca eleştiriler:
    • Teslis inancı: Baba–Oğul–Ruh anlayışını reddederler.
    • İlâhlaştırma: İsa’nın Tanrı veya Tanrı’nın oğlu kabul edilmesini şirk olarak görürler.
    • Meryem’in bakireliği: Hz. Meryem’in mucizevi doğumunu kabul etmezler, bunun insan kaynaklı bir durum olduğunu savunurlar.
    • Mesih beklentisi: Yahudiler, Tevrat’taki “Mesih” vaatlerinin İsa’da gerçekleşmediğine inanır; hâlâ kendi bekledikleri Mesih’in geleceğini söylerler.
    • Çarmıh ve kurtuluş: Hristiyanlığın merkezindeki “İsa’nın çarmıhta ölümüyle günahların bağışlanması” fikrine karşı çıkarlar. Günahın, kişisel tevbe ve amel ile affedileceğini savunurlar.

    4. Tarihî Gerilim

    • Yahudiler, Hz. İsa’nın tebliğine ilk karşı çıkan topluluk olmuşlardır.
    • Hz. İsa’yı reddetmekle kalmamış, Roma yönetimiyle işbirliği yaparak onun çarmıha gerilmesi için baskı yapmışlardır (Kur’an-ı Kerîm ise onların onu öldüremediklerini, Allah’ın onu katına yükselttiğini bildirir: Nisâ 157-158).
    • Bu yüzden tarih boyunca Hristiyan–Yahudi ilişkileri daima gergin olmuştur. Orta Çağ’da Hristiyan dünyasında Yahudiler sık sık “Mesih katili” olmakla itham edilmiştir.

    5. Kur’ân’ın Tavrı

    Kur’ân, Hz. Meryem’i “seçilmiş, tertemiz, seçilmiş” olarak över (Âl-i İmrân 42, Meryem 16-36).
    Ayrıca Yahudilerin Hz. Meryem hakkında söyledikleri iftiraları şiddetle reddeder:
    “Meryem’e büyük bir iftira attılar.”
    (Nisâ 156)
    Ve İsa’nın öldürülmediğini, Allah tarafından yükseltildiğini bildirir.

    📌 Sonuç:

    Yahudiler Hristiyanlığı aslî bir ilahî din olarak değil, Yahudilikten sapma olarak görürler. Hz. İsa’yı peygamber kabul etmez, Hz. Meryem’in iffet ve mucizevi doğumunu reddederler. Hristiyanlığın temel inançlarını (teslis, Mesih, çarmıh) şiddetle eleştirirler.

    ***

    1. Kur’ân’ın Yahudilere Dair Tavrı

    Kur’ân, Yahudilerin Hz. Meryem’e attıkları iftiraları çok açık biçimde kınar:
    “Küfürlerinde ısrar etmeleri, Meryem’e büyük bir iftira atmaları sebebiyle…”
    (Nisâ, 4/156)
    Bu ayette Yahudilerin Meryem validemize yönelttikleri çirkin itham reddedilmiş, onun tertemiz olduğu vurgulanmıştır.
    Ayrıca Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürdüklerini iddia etmeleri de kesin bir şekilde reddedilir:
    “Onlar, ‘Biz Allah’ın Resûlü Meryem oğlu Mesih İsa’yı öldürdük’ demeleri sebebiyle (lanetlendiler). Oysa onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat onlara (öyle) gösterildi…”
    (Nisâ, 4/157-158)
    Yani Kur’ân, Yahudilerin hem Meryem hakkındaki iftiralarını hem de İsa’nın öldürülmesi iddialarını batıl sayar.

    2. Mucizevi doğum:

    Bediüzzaman, Meryem validemiz ve Hz. İsa hakkında Kur’ân’ın çizdiği çerçeveyi teyit eder. Özellikle şu noktaları öne çıkarır:
    • İsa (a.s.) mucizevi bir şekilde babasız doğmuştur. Bu doğum, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin bir tecellisidir; tıpkı Hz. Âdem’in anasız ve babasız yaratılması gibi.
    • Hz. Meryem’in iffet ve takvâsı Kur’ân’da defalarca övülür. Onun şahsiyeti, iffet ve ismetin sembolüdür.
    • Yahudilerin yaptığı iftiralar, Risale-i Nur’a göre “inkârın getirdiği körlük”ten doğar. İman nuru sönünce, en açık hakikatler bile görülmez olur.
    • Hz. İsa’nın nüzulü meselesinde de Bediüzzaman, ileride Hristiyanlığın saf tevhid çizgisine dönerek İslam’la birleşeceğini, o zaman Yahudilerin bugünkü reddedişlerinin de tarih önünde hükmünü kaybedeceğini anlatır.

    3. Tefekkürî Bir Bakış

    • Yahudiler, Allah’ın seçilmiş kavmi olduklarını iddia ederek Hz. İsa’yı ve Meryem’i reddettiler. Oysa bu reddediş, onları Allah’ın gazabına sürükledi.
    • Hristiyanlar ise aşırı giderek Hz. İsa’yı ulûhiyet mertebesine çıkardılar.
    • Kur’ân ise ifrat ve tefrit arasındaki dengeyi kurdu:
    • Hz. İsa: Allah’ın kulu ve Resûlü.
    • Hz. Meryem: Allah’ın tertemiz kıldığı saliha bir kadın.
    • Hristiyanlık ve Yahudilik arasındaki çatışmayı çözen tek hakikat, Kur’ân’ın getirdiği tevhidî ölçüdür.

    🌺 Netice:

    Yahudiler Hz. Meryem’i ve Hz. İsa’yı reddederek inkârın karanlığına saplandılar. Hristiyanlar ise ifrat edip onları ulûhiyet derecesine yükselttiler. Kur’ân ise en doğru ve mutedil çizgiyi gösterdi:
    • Meryem, iffetin zirvesi.
    • İsa, Allah’ın kelimesi ve ruhu, ama kul ve resûl.
    • Tevhid, iki sapma arasındaki hakikatin ta kendisi.

    ****

    Durum böyle iken özellikle bugün Hristiyan dünyası İsrail ile nasıl ortak hareket etmektedir?

    🌿 Tarih boyunca Yahudiler ile Hristiyanlar arasında Hz. İsa’nın reddi ve “Meryem’e iftira” sebebiyle derin bir düşmanlık vardı. Hristiyan dünyası yüzyıllarca Yahudileri “Mesih katili” olarak suçladı. Hatta Orta Çağ boyunca Avrupa’da Yahudiler dışlanmış, katliamlara uğramış, sürgün edilmiştir.
    Ama bugün manzara değişmiş görünüyor. Özellikle son yüzyılda Hristiyan Batı ile İsrail’in aynı cephede buluştuğunu görüyoruz. Bunun arka planı birkaç başlıkta özetlenebilir:

    1. Siyasî Çıkar Ortaklığı

    • 1948’de İsrail kurulduğunda en büyük desteği ABD ve Batı Avrupa ülkelerinden aldı.
    • İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askerî–siyasî karakolu haline geldi.
    • Enerji yollarını kontrol etmek, İslam dünyasını zayıf tutmak için Batı, İsrail’in varlığını stratejik garanti olarak görüyor.

    2. Teolojik Zemin (Evanjelik–Siyonist İşbirliği)

    • Özellikle Amerika’daki Evanjelik Hristiyanlar, Tevrat’taki “vaadedilmiş topraklar” inancını İsrail’in kurulmasıyla bağlantılı görüyorlar.
    • Onlara göre İsrail’in güçlenmesi, Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inişini hızlandıracak!
    • Bu yüzden Evanjelik hareketler İsrail’e koşulsuz destek veriyor. ABD siyasetinde İsrail lobisinin gücü büyük ölçüde bu dinî zeminden besleniyor.

    3. Modernleşme ve Seküler Yaklaşım

    • Bugün Hristiyan Batı dünyası, aslında saf Hristiyanlıktan çok seküler bir uygarlık çizgisi takip ediyor.
    • Din, devlet politikalarında sembolik bir yer tutarken, esas belirleyici olan çıkar ve strateji oluyor.
    • Bu açıdan Yahudilerle teolojik ihtilaflar geri planda kalmış, “İslam’a karşı ortak cephe” ön plana çıkmıştır.

    4. Kur’ân’ın İşareti

    Kur’ân, Hristiyan ve Yahudilerin zaman zaman birleşerek Müslümanlara karşı hareket edeceğini haber verir:
    “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar birbirinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur. Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez…”
    (Mâide, 5/51)
    Tarih boyunca birbirine düşman olan iki topluluğun, çıkar söz konusu olduğunda birleşmesi bu ayetin işaret ettiği bir vakıadır.

    5. Risale-i Nur’un Penceresi
    Bediüzzaman, ileride Hristiyanlığın saf tevhid çizgisine yaklaşacağını, İslam’a dahil olup ittifak edeceğini söyler.
    Aksi takdirde izmihlale yani yok olmaya mahkum olacağını ifade eder
    Ancak bugünkü durum, daha çok Evanjelik–Siyonist menfaat ortaklığıdır. Yani Hristiyanlığın asli ruhundan değil, siyasî çıkar ve bozulmuş din anlayışından doğmaktadır.

    📌 Sonuç:

    Bugün Hristiyan Batı dünyası ile İsrail’in ortak hareket etmesi, tarihî düşmanlığın bitmesinden değil;
    • siyasî çıkarların,
    • Evanjelik–Siyonist teolojik işbirliğinin,
    • ve İslam dünyasına karşı stratejik birlik ihtiyacının sonucudur.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Gazze’nin Çığlığı ve İnsanlığın Vicdanı

image_pdfimage_print

Gazze’nin Çığlığı ve İnsanlığın Vicdanı
Dünya dönerken, Gazze’de çocuklar açlıktan ekmek kırıntısı topluyor. Bir baba, enkazın altında kızlarının cansız bedenini ararken, gökyüzü sessizce ağlıyor. Bu manzara sadece bir şehrin değil, bütün insanlığın kalbine saplanan hançerdir.
Vicdanların Dirilişi
Oscar ödüllü oyuncular, genç şarkıcılar, sinemanın en parlak yıldızları… Bir araya geldiler, bir video çektiler ve dünyaya seslendiler: “Filistin’in çığlığını duyun!”

Yıllarca Hollywood’un parlak ışıkları altında “sessizlik” hâkimdi. Ama şimdi o ışıkların ardında bir vicdan kıpırdıyor. Susan Sarandon, bir mitingde “Herkes özgür olana kadar kimse özgür değildir. Filistin’in kurtuluşu.” dediği için işsiz kaldı. Ama o kaybetmedi; kazandı. Çünkü hakikati söyleyenler, tarihte asla kaybetmez.

Sahte Gerçeklik ve Kırılan Maske

Hollywood yıllarca bir hayal fabrikası olarak insanlığa “sahte gerçeklik” pompaladı. Zulmü perdeledi, mazlumun feryadını susturdu. Yahudi sermayesinin ellerinde büyüyen bu dev, yalanlarla kurduğu imparatorluğu dünyanın gözlerine perde yaptı.
Ama şimdi o perde yırtılıyor. Sosyal medya, kameralar, tanıklıklar… Gazze’nin yıkık binaları, sahte hikâyeleri yerle bir ediyor. Artık hakikati görmek için beyaz perdeye değil, bombalanmış bir hastanenin koridorlarına bakmak yeterli.

Müslüman Dünyanın İmtihanı

Gazze’nin sokaklarında akan kan, sadece İsrail’in değil, dağınık İslam dünyasının da imtihanıdır. Bir millet olarak omuz omuza vermeyen, çıkar kavgalarıyla bölünen ümmetin hali ortadadır. İşte bu yüzden “İslam NATO’su” fikri artık bir hayal değil, zarurî bir ihtiyaçtır. Çünkü mazlumları savunamayan bir ümmet, kendi evlatlarını da koruyamaz.

Dünyanın Sokağa Dökülen Vicdanı

İspanya’dan Avustralya’ya, İtalya’dan Karadağ’a insanlar sokağa çıkıyor:

“İsrail terörist devlettir!”

“Çocukları öldürmeyi durdurun!”

“Gazze’deki soykırımı durdurun!”

Bu haykırış sadece Filistin için değil, insanlığın kendi şerefini kurtarma mücadelesidir. Çünkü susmak, suç ortaklığıdır.

Kurtların Sofrası

İsrail Maliye Bakanı’nın “Gazze’de emlak ganimeti var, Amerikalılarla paylaşacağız” sözleri, bu vahşetin gerçek yüzünü açığa vurdu. Bir milletin kanı üzerinden ganimet pazarlığı yapanlar, “medeniyet” kelimesini dillerine almaya bile layık değiller. Bu artık savaş değil, insanlığın en kara sayfasına yazılan bir yağmadır.

Kur’an’ın İbret Aynası

Kur’ân-ı Kerîm, İsrailoğullarının tarih boyunca bozgunculuklarını, zulme meyillerini ve ahitlerini bozduklarını bize hatırlatır. Onların zalimane tavırları bugün Gazze’de yeniden sahneleniyor. Ama aynı Kur’an bize şunu da bildirir: Zulüm payidar olmaz. Firavun’un saraylarında da çocuklar öldürülüyordu. Ama bir Musa büyüyordu. Bugün de mazlumların feryadı bir gün zalimlerin tahtını yıkacaktır.

Son Söz: Gazze İnsanlığın Aynasıdır

Gazze sadece Filistin’in meselesi değildir. Gazze insanlığın aynasıdır. Orada hangi safın içinde olduğumuz ortaya çıkıyor:
Mazlumun yanında mı, zalimin sofrasında mı?
Vicdanın sesini yükseltenlerin safında mı, yoksa sessizliğin suç ortaklığında mı?
Bugün Gazze’den yükselen çığlık bize şunu fısıldıyor:

“Bizim kurtuluşumuz, sizin vicdanınızda gizli. Biz özgür olana kadar siz de özgür değilsiniz.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Dünya Malının ve Gücünün Geçiciliği

image_pdfimage_print

Makale 1: Dünya Malının ve Gücünün Geçiciliği

​”Dünyanın en zengin adamı 56’sında öldü. En zekisi 20 yaşında tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. En iyi boksörü kibriti bile çakamaz hale geldi. Türkiye’nin en zengin adamı yaptırdığı lüks hastanesine ulaşamadı, devlet hastanesinde öldü. Ne servet ne şöhret ne makam bizi yanıltmasın…”

​Bu ibretlik sözler, dünya hayatının en çok arzulanan değerleri olan servet, zeka, şöhret ve makamın aslında ne kadar kırılgan ve geçici olduğunu çarpıcı örneklerle gözler önüne seriyor. İnsanların hayatlarını uğruna feda ettiği bu unsurların, hayatın en temel gerçekliği olan ölüm ve acı karşısında nasıl da anlamsızlaştığını anlatır.

​İzah ve Açıklama:

İnsanlık tarihi, sahip olduğu zenginlik, güç veya zeka ile ölümsüzlük sananların hikayeleriyle doludur. Ancak bu hikayelerin sonu, her zaman aynı trajik gerçeğe çıkar: insan fani bir varlıktır.
Bu örnekler, şu gerçeği en acımasız ve net şekilde ortaya koyuyor. Dünyanın en zengin insanı bile parasıyla hayat satın alamazken, en zeki kişi bile bedeni zayıflık karşısında çaresiz kalabilir. En güçlü boksör bile, zamanla bedeninin zayıfladığını görür.

​İbret ve Düşünceler:
Bu metin, bizi hayatın asıl amacını sorgulamaya davet eder. Eğer en büyük başarılar bile bir virüs, bir kaza veya yaşlılık karşısında anlamını yitiriyorsa, asıl yatırımımızı nereye yapmalıyız? Tarihi figürler ve edebiyatın büyük eserleri, bu sorunun cevabını verir. Örneğin, İskender’in devasa imparatorluğu, kendisi genç yaşta öldüğünde parçalanmıştır. Napolyon, Avrupa’ya hükmettiği halde, sürgün edildiği adada çaresiz kalmıştır. Bu hikayeler, dünyevi zaferlerin sonlu olduğunu, ancak manevi zaferlerin kalıcı olduğunu gösterir.
​Bu makaleden alınacak en büyük ders, servetin, şöhretin ve makamın bizi yanıltmasına izin vermememiz gerektiğidir. Bunlar, bize ait sandığımız ama aslında bize verilmiş emanetlerdir. Hayatın gerçek zenginliği, para veya makamla değil, vicdan, merhamet ve iyi amellerle ölçülür. Asıl makam, başkasının kalbinde bıraktığımız izdir. Asıl zenginlik, ebedi olanın peşinden koşmaktır.

​Özet:

Bu makale, “Dünyanın en zengin adamı 56’sında öldü…” sözünü merkeze alarak, dünyevi güç, zenginlik ve şöhretin geçiciliğini ve fani oluşunu ele alır. Çarpıcı örneklerle bu gerçeği vurgulayan makale, insanları hayatın asıl amacını sorgulamaya ve kalıcı olan manevi değerlere yönelmeye davet eder. Asıl zenginliğin, vicdan ve iyi amellerle ölçüldüğünü, servet ve makamın ise sadece birer yanılması olduğunu belirtir.

​Makale 2: Her Şeyin Şahidi: Gözetleyen Rab

​”ŞÜPHESİZ RABBİN, GÖZETLEMEDEDİR. FECR SURESİ 14″

​Bu ayet, İslam inancının en temel direklerinden birini, Allah’ın her şeyi gördüğü ve bildiği gerçeğini vurgular. “Gözetlemek”, sadece izlemek değil, aynı zamanda her şeyden haberdar olmak, her eylemi ve niyeti kaydetmek anlamını taşır. Bu, insan için hem bir uyarı hem de bir güvencedir.

​İzah ve Açıklama:

Fecr Suresi, Firavun ve diğer zalimlerin akıbetini anlatırken, bu ayetle onlara yapılan eziyetlerin ve adaletsizliklerin asla karşılıksız kalmayacağını hatırlatır. Allah’ın gözetlemede olması, dünyada işlenen hiçbir zulmün, haksızlığın veya adaletsizliğin cezasız kalmayacağının garantisidir. Bu, zulme uğrayanlar için büyük bir teselli, zalimler için ise kaçışı olmayan bir hesap gününün habercisidir.

​Hikmet ve Düşünceler:

Bu ayet, sadece büyük adaletsizlikler için geçerli değildir; aynı zamanda her insanın günlük hayatındaki küçük eylemleri ve niyetleri için de geçerlidir. İnsanın gizlice yaptığı her iyilik ve kötülük, kimse görmese bile, Rabbin gözetimindedir. Bu farkındalık, bir yandan insanın vicdanını diri tutar ve onu iyilik yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da onu yanlış yoldan alıkoyar.
​Tarih boyunca, bu inanç, inananlara zor zamanlarda büyük bir güç vermiştir. Haksızlığa uğrayanlar, tek başına kalmış hissedenler, haklarının bir gün mutlaka alınacağına dair bu ayetle teselli bulmuşlardır. Bu, sadece bir hesap günü inancı değil, aynı zamanda evrensel bir adalet sistemi inancıdır. Bu sistemde hiçbir şey kaybolmaz ve her şeyin karşılığı er ya da geç bulunur. Edebiyatta ve sinemada, kötülerin cezasını bulduğu, iyilerin ise sonunda hak ettiği huzura kavuştuğu hikayeler, bu ilahi adaletin yansımasıdır.

​Özet:

Bu makale, Fecr Suresi’nin “Şüphesiz Rabbin, gözetlemededir” ayetini ele alır. Bu ayetin, Allah’ın her şeyi gördüğü ve bildiği gerçeğini vurguladığını ve bu durumun hem zalimler için bir uyarı hem de mazlumlar için bir güvence olduğunu belirtir. Makale, bu ilahi gözetimin sadece büyük olaylar için değil, her insanın günlük hayatındaki eylemleri için de geçerli olduğunu vurgulayarak, bu inancın insanı iyiliğe teşvik ettiğini ve adalete olan inancı pekiştirdiğini anlatır.

​Makale 3 : Rabbin Terbiyesinde Olmak ve Şükür

​”SİZİN TERBİYENİZ RABBINİZİN ELİNDE OLDUĞUNDAN, DAİMA ONA MUHTAÇSINIZ. Ve terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı veren odur. Onun o nimetlerine şükür lâzımdır. İşârât-ül i’caz- 97″
​Bu söz, insanın hayati olarak Allah’a bağımlı olduğunu ve O’nun terbiye ediciliği (Rab) sayesinde hayatını sürdürebildiğini vurgular. Terbiye, sadece yetiştirmek değil, aynı zamanda ihtiyaçları karşılamak, geliştirmek ve mükemmelleştirmek anlamını da taşır. Bu, insanın her an Allah’a muhtaç olduğu gerçeğidir.

​İzah ve Açıklama:

“Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima O’na muhtaçsınız” ifadesi, insanın ne kadar güçlü veya bağımsız görünürse görünsün, temel hayati ihtiyaçlarının Allah tarafından karşılandığını anlatır. İnsan, nefesten yemeğe, bilgiden duygusal ihtiyaçlara kadar her alanda, ilahi bir desteğe muhtaçtır. “Terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı veren O’dur” cümlesi ise, bu desteğin sadece fiziki ihtiyaçlarla sınırlı olmadığını, manevi ve entelektüel gelişim için gereken her şeyin de ilahi bir kaynak tarafından sağlandığını belirtir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden alınacak en önemli derslerden biri, şükrün sadece bir minnettarlık eylemi değil, aynı zamanda bir bilinç hali olduğudur. İnsan, etrafındaki nimetleri fark etmeye başladıkça, hayatın her anının ilahi bir lütuf olduğunu anlar. Bu anlayış, onu kibirden ve nankörlükten uzaklaştırır. Tarihte, bu bilince sahip olan büyük şahsiyetler, zorluklar karşısında bile şükretmeyi bilmişlerdir. Onlar, en büyük sıkıntıların bile, Allah’ın terbiye edici birer aracı olduğunu anlamışlardır.
​Bu söz, aynı zamanda modern insanın yaşadığı en büyük problemlerden birine de işaret eder: kendine yetme yanılması. Günümüz insanı, kendi başarısı, zekası ve çabasıyla her şeyi elde ettiğini düşünme eğilimindedir. Ancak bu düşünce, onu yalnızlığa ve ruhi boşluğa iter. Oysa ki, her şeyin bir lütuf olduğunu anlamak, insanı daha alçakgönüllü, daha merhametli ve daha huzurlu yapar.

​Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “SİZİN TERBİYENİZ RABBINİZİN ELİNDE OLDUĞUNDAN, DAİMA ONA MUHTAÇSINIZ…” sözünü işler.
Makale, insanın her alanda Allah’a olan mutlak bağımlılığını ve O’nun terbiyeci sıfatının, tüm ihtiyaçları karşıladığını anlatır. Bu açıdan şükrün, sadece bir eylem değil, bir şuur hali olduğunu ve bu şuurun insanı kibirden uzaklaştırıp huzura kavuşturduğunu vurgular.

​Makale 4: Nefse Karşı Mücadele

​”Bir gün nefsime dedim: Gel seninle Rabbime gidelim. Gelmedi. Ben de tek başıma yürüdüm, gittim.” Beyazıd-ı Bestami Hazretleri”

​Bu hikmetli söz, tasavvufun ve manevi yolculuğun en temel problemlerinden birini, nefsin direnci ve insan iradesinin gücünü anlatır. Beyazıd-ı Bestami Hazretleri, deruni bir mücadeleyi, nefsiyle olan çatışmasını bu yalın cümlelerle özetler. Nefis, insanın içindeki dünyevi arzuları, bencil istekleri ve Allah’a giden yolda engel teşkil eden tüm eğilimleri temsil eder.

​İzah ve Açıklama:

“Gel seninle Rabbime gidelim” ifadesi, manevi bir davet ve nefsi doğru yola çekme çabasıdır. Ancak nefsin “gelmedi” şeklinde cevabı, onun dünya sevgisine, tembelliğe ve konfor alanından çıkmama eğilimine olan bağlılığını gösterir. Bu, her insanın deruni dünyasında yaşadığı evrensel bir çatışmadır. İyilik yapmaya niyetlendiğimizde, namaz kılmaya kalktığımızda veya haramdan uzak durmaya çalıştığımızda, nefsimizin bizi nasıl geri çektiğini bu sözde bulabiliriz.

​İbret ve Manevi Yorum:

Ancak sözün en çarpıcı ve ibretlik kısmı, “Ben de tek başıma yürüdüm, gittim” cümlesidir. Bu, manevi yolculuğun tek başına bir mücadele olduğunu ve bazen nefsi ikna etmeye çalışmak yerine, onu geride bırakarak ilerlemek gerektiğini anlatır. Tasavvufi yolculukta bu, nefsin isteklerini tamamen terk ederek, sadece Allah’a yönelmek anlamına gelir. Beyazıd-ı Bestami’nin bu kararlılığı, manevi hedeflere ulaşmak için gereken sarsılmaz iradeyi ve fedakarlığı sembolize eder.
​Bu söz, insana kendi iç mücadelesinde yalnız olmadığını, ancak bu mücadelenin bireysel bir sorumluluk olduğunu hatırlatır. Başkalarıyla veya nefsimizle olan ortaklıklarımız, bizi yavaşlatabilir, ancak manevi ilerleme kararlılığımızı kırmamalıdır. Yalnız başına yürümek, aslında Allah’a daha yakın olmak için atılan bir adımdır, çünkü bu yolda en büyük refik zaten O’dur.

​Özet:

Bu makale, Beyazıd-ı Bestami Hazretleri’nin “Bir gün nefsime dedim…” sözünü ele alarak, insanın nefsiyle olan deruni mücadelesini ve manevi yolculuğun halini anlatır. Nefsin dünyevi arzulara olan direncini ve bu dirence rağmen manevi yolda ilerleme kararlılığını vurgular. Makale, “tek başına yürüdüm” ifadesinin, manevi hedeflere ulaşmak için gereken bireysel irade ve fedakarlığı sembolize ettiğini açıklar.

​Makale 5: Kalplerin ve Gözlerin Mühürlenmesi

​”Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır. 2- Bakara Mealli Kur’an”

​Bu ayet, İslam inancında önemli bir konuya, hakikate karşı kör ve sağır olmaya işaret eder. “Mühürlemek” ifadesi, sadece fiziksel duyuların kapanmasını değil, aynı zamanda manevi duyguların da kaybolmasını ifade eder. Bu durum, Allah’ın bir cezası olmaktan ziyade, insanın kendi seçimiyle hakikatten yüz çevirmesinin bir sonucudur.

​İzah ve Açıklama:

Ayet, bazı insanların, kendilerine sunulan hakikatlere karşı bile isteye kayıtsız kaldığını anlatır. Onlar, gerçeği görecek gözlere, duyacak kulaklara ve düşünecek kalplere sahip oldukları halde, bunları kullanmayı reddederler. “Gözleri üzerinde de bir perde vardır” ifadesi, bu manevi körlüğü somutlaştırır. Bu perde, dışarıdan bir zorlama değil, insanın kendi iç dünyasında oluşturduğu bir engeldir. Kibir, inat ve dünya sevgisi gibi unsurlar bu perdenin temelini oluşturur.

​İbret ve Edebi Yorum:

Bu ayet, bir insanı en büyük felakete sürükleyenin, bazen dış etkenler değil, kendi içindeki manevi çürüme olduğunu düşündürür. Tarihte, pek çok zalim ve inatçı lider, doğruya karşı gözlerini kapattığı için sonu felaketle bitmiştir. Firavun’un hikayesi, bu durumun en bilinen örneğidir. O, Musa’nın mucizelerini gördüğü halde kalbi mühürlenmiş bir şekilde inkar etmeye devam etmiştir.
​Bu ayet, aynı zamanda kişisel sorumluluğun önemini vurgular. İnsan, kendi kalbini ve aklını ne şekilde kullanacağını seçme özgürlüğüne sahiptir. Hakikate açılan kapı her zaman açıktır, ancak o kapıdan içeri girmeyi reddedenler, kendi manevi hapishanelerinde yaşamaya mahkum olurlar. Bu, aynı zamanda büyük bir azabın da habercisidir, çünkü hakikatten uzaklaşmak, ruhi bir boşluğa ve huzursuzluğa yol açar.

​Özet:

Bu makale, Kur’an’ın Bakara Suresi’nden “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir…” ayetini incelemektedir. Ayetin, hakikate karşı kayıtsız kalan insanların manevi körlüğünü ve sağırığını anlattığını belirtir. Bu durumun, ilahi bir cezadan çok, insanın kendi seçimiyle oluşan bir sonuç olduğunu vurgular. Makale, kibir ve inat gibi duyguların bu manevi perdeleri nasıl oluşturduğunu anlatarak, kişisel sorumluluğun önemini ve hakikatten uzaklaşmanın getirdiği azabı vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Gazze’den Ağıt

image_pdfimage_print

Gazze’den Ağıt

Gökyüzü kızıl,
yeryüzü karanlık,
bir annenin gözyaşı,
bir çocuğun son nefesiyle ıslanıyor taş duvarlar.
Küçük bedenler toprağa sarılıyor,
oyuncaklar enkaz altında susuyor.
Ve dünya,
bir ekranın arkasından
seyrediyor insanlığın çöküşünü…
Hollywood’un ışıkları altında
yıllarca susturuldu hakikat.
Ama artık o ışıklar da yetmiyor,
bir kameranın önünde yükselen sesler
Gazze’nin çığlığına karışıyor:
“Herkes özgür olana kadar kimse özgür değildir.
Filistin özgür olana kadar biz özgür değiliz.”
Bir baba, kızlarının tabutuna bakıyor,
yutkunamıyor,
haykıramıyor.
Çünkü çığlık,
zaten göğü delip geçmiş.
Bir çocuk,
elinde taş,
karşısında tank…
Ve tarih,
o küçük elin titremesinde
yeni bir destan yazıyor.
Kurtların sofrasında pay edilmek istenen
bir şehir değil yalnızca;
çocukların gülüşü,
annelerin duası,
bütün insanlığın vicdanı.
Ey dünya!
Susma artık.
Çünkü her suskunluk
bir kurşun gibi saplanıyor yetimlerin kalbine.
Ey ümmet!
Uyan artık.
Çünkü Gazze’de akan kan,
senin damarlarından süzülüyor.
Biliyoruz:
Zulüm payidar olmaz.
Bir gün,
toprak göğe haykıracak,
enkaz altındaki çocuklar
cennetin kapısını aralayacak.
Ve zalimler,
kurdukları sarayların altında
kendi kinleriyle boğulacak.
O gün geldiğinde,
Gazze yalnız olmayacak.
Çünkü Gazze,
sadece Filistin’in değil,
insanlığın kalbidir.
Ve biz de biliyoruz:
Gazze özgür olduğunda,
bütün dünya özgür olacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Savaşın Gündelikleşmesi ve Çocukluğun Kaybı

image_pdfimage_print

Makale 1: Savaşın Gündelikleşmesi ve Çocukluğun Kaybı

​”GAZZE’DE ÖLÜM ÇOCUK OYUNCAĞI!”
Evet,Gazzede ölüm çocuk işi.
​Bu acımasız ve düşündürücü slogan, savaşın en trajik sonuçlarından birini, çocukların dünyasındaki normalliğin nasıl alt üst olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade eder. Bir bomba enkazından kalan betondan bir parçayla oynuyor gibiler. Bu durum, ölümün ve yıkımın, masumiyetin en doğal alanı olan oyunun bir parçası haline geldiğini gösteriyor.

​İzah ve Açıklama:
Gazze’de yaşananlar, savaşın sadece istatistiklerden ibaret olmadığını, bizzat insan ruhunda derin yaralar açtığını gösterir. “Ölüm çocuk oyuncağı!” ifadesi, savaşın dehşetini o kadar gündelikleştirmiş ki, çocuklar bile korku ve travma yerine, bu yıkımı oyunlarına katmışlardır. Bu, sadece fiziki bir tahribatın değil, aynı zamanda ruhsal bir yok oluşun da işaretidir. Bir çocuğun zihni, patlayan bombaların gürültüsünü, enkazın tozunu ve acının çığlıklarını, oyunun sesleriyle eşleştirmeye başladığında, insaniyetin temel değerleri tehlikeye girer.

​İbret ve Düşünceler:

Tarih, savaşın çocuklar üzerindeki yıkıcı etkileriyle doludur. İkinci Dünya Savaşı’nda şehirleri vuran bombalardan kaçan çocuklar veya Suriye’deki çatışmalardan sağ çıkan yetimler, Gazze’deki çocukların yaşadığı trajedinin farklı versiyonlarını sergiler. Bu çocuklar, hayatta kalmak için doğuştan gelen masumiyetlerini ve oyun haklarını kaybetmek zorunda kalmışlardır. Onlar, büyülü dünyalar yerine, enkaz yığınlarından kaleler, bomba sığınaklarından evler inşa ederler.
​Buradan çıkarılacak en önemli ders, insanlığın savaşın dehşetini nasıl normalleştirdiğidir. Bizler, uzaktaki savaşları sadece haber bültenlerindeki kısa kesitler olarak görürken, o topraklarda yaşayan çocuklar için ölüm ve yıkım, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Bu durum, insanlığa vicdanını sorgulama çağrısıdır. Barışın sadece bir ideal değil, aynı zamanda her çocuğun en temel hakkı olduğunu hatırlatır.

​Özet:

Bu makale, “Gazze’de Ölüm Çocuk Oyuncağı!” sloganını temel alarak, savaşın çocuklar üzerindeki trajik etkilerini ve masumiyetin nasıl kaybolduğunu ele alır. Slogan, ölümün ve yıkımın, çocukların dünyasında normalleştiğini ve oyunun bir parçası haline geldiğini gösterir.
Makale, tarihi örneklerle bu trajedinin umumiliğini vurgulayarak, insanlığa savaşın dehşetini normalleştirmemesi ve her çocuğun barış hakkını koruması gerektiğini hatırlatır.

​Makale 2: Küresel Toplum ve Eleştirel Bakış Açısı

​ “Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir. Tarihçe-i Hayat – 146 Bediüzzaman Said Nursi (r.a)”

​Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin, İslam ve Asya coğrafyasını bir camiye benzeterek, modern dünyanın getirdiği ahlaksızlıkları, milliyetsizliği ve dinsizliği eleştirdiği bir düşünceyi yansıtır. Burada, Batı’nın düşüncelerini yayan gazeteciler “serseri ahlaksızlar” ve “ecnebi seyirciler” olarak tasvir edilmiştir.

​İzah ve Açıklama:

Said Nursi’nin bu sözleri, kendi döneminin ve günümüzün küresel meselelerine yönelik derin bir eleştirel bakış sunar. İslam dünyası ve Asya’yı manevi bir bütünlük içinde “muazzam bir cami” olarak tanımlaması, bu coğrafyaların manevi ve kültürel bir kimliğe sahip olduğunu vurgular. Bu caminin “muhterem cemaati” ise, iman ve hakikat ehlidir. Ancak bu bütünlüğü bozan ve ona dışarıdan bakan “haylaz çocuklar” ve “serseri ahlaksızlar” vardır. Bu kişiler, Batı’nın kültürel ve ideolojik değerlerini yayan, kendi kimliklerinden uzaklaşmış bireylerdir. “Gazeteciler” ise, bu yabancı fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynayan “ecnebilerin naşir-i efkârı” (fikir yayıcıları) olarak eleştirilir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makale, modern dünyada yaşanan kültürel ve kimlik krizine işaret eder. Said Nursi, Batı’nın maddi ve teknolojik ilerlemesini değil, onun ahlaki ve manevi değerlerinden mahrum kültürel etkisini eleştirir. Bu sözler, bir nevi “kültürel emperyalizm” eleştirisidir. Bize, dışarıdan gelen fikirlerin kendi değerlerimizi ve kimliğimizi nasıl aşındırabileceğini hatırlatır. Gazetecilerin bu süreçteki rolü, bilginin sadece bir aktarıcısı değil, aynı zamanda bir ideolojinin de taşıyıcısı olabileceği gerçeğine dikkat çeker.
​Bu sözlerden alınacak ders, bireylerin ve toplumların kendi kimliklerini korumak için bilinçli bir çaba göstermesi gerektiğidir. Dışarıdan gelen her fikir ve etkiyi sorgulamadan kabul etmek, kendi manevi camimizi yıkmaya giden bir yol olabilir. Bu, hem tarihi hem de edebi bir direniş çağrısıdır.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir…” sözünü temel alarak, Batı’nın kültürel etkilerine ve medyanın bu süredeki rolüne yönelik eleştirel bir bakış sunar. Metin, İslam dünyasının manevi bütünlüğünü bir camiye benzeterek, Batı’nın ahlaksız, milliyetsiz ve dinsiz fikirlerini yayanları “haylaz çocuklar” olarak niteler. Makale, bu sözlerin küresel kültürel emperyalizme karşı bir uyarı olduğunu ve bireylerin kendi kimliklerini korumak için bilinçli bir sorgulama yapması gerektiğini vurgular.

​Makale 3: İlim ve Cehaletin Kaynağı: Bakış Açısı

​”Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse İLİMDİR. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur. Mesnevi-i Nuriye -199. BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ”

​Bu derin söz, bilimin ve bilginin gerçek mahiyetini sorgular. İlim ve cehalet arasındaki temel ayrımın, bakış açısı olduğunu ileri sürer. Bir kişi kainata Allah’ın sanatı ve yaratılışı olarak bakarsa her gözlemi ilme dönüşür. Eğer sadece maddi sebepler (esbab) ve tesadüflerle açıklarsa, öğrendiği şeylerin ilim gibi görünse bile aslında cehalet olduğunu belirtir.

​İzah ve Açıklama:

“Allah’ın hesabına kâinata bakan adam,” varlıkların ardındaki ilahi hikmeti ve düzeni gören kişidir. Bir çiçeğin yapraklarını, bir yıldızın yörüngesini veya bir atomun yapısını incelediğinde, bunları sadece fiziksel fenomenler olarak değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz kudretinin ve bilgisinin birer delili olarak görür. Bu tür bir bakış açısı, bilimi manevi bir yolculuğa dönüştürür. Gözlemlediği her şey, onun imanını ve Allah’a olan hayranlığını artırır. Bu, bilim ve dinin birbiriyle çatışmadığı, aksine birbirini tamamladığı bir yaklaşımdır.
​Ancak, “eğer gafletle esbab hesabına bakarsa,” yani her şeyi sadece doğal sebeplerle, rastlantılarla veya kendi kendine oluştuğu düşüncesiyle açıklarsa, elde ettiği bilgiler, sadece yüzeysel bir anlayışa hizmet eder. Bu bakış açısı, evrenin ve hayatın derin anlamını kaçırır. Böyle bir durumda, kişi bilgi sahibi olduğunu sanır, ama aslında en temel gerçeğe, yani Yaratıcı’nın varlığına karşı kör olduğu için cehalet içindedir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden alınacak ibret, ilmin sadece bilgi birikimiyle ölçülemeyeceğidir. Gerçek ilim, bilginin ötesine geçerek, varlığın anlamını ve amacını kavramaktır. Bu söz, modern bilimin en büyük açmazlarından birine de işaret eder: manevi boyutun göz ardı edilmesi. Eğer bilim, sadece “nasıl” sorusuna cevap verip, “neden” sorusunu görmezden gelirse, insanlık için gerçek bir aydınlanma sağlayamaz. Bu nedenle, bir bilim insanı için en büyük görev, sadece fiziksel gerçekleri gözlemlemek değil, aynı zamanda o gerçeklerin ardındaki ilahi sanat ve hikmeti de idrak etmektir.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin ilim ve cehalet arasındaki farkı bakış açısıyla ilişkilendiren sözünü inceler. “Allah’ın hesabına” kainata bakanın her müşahedesinin ilim, “gafletle esbab hesabına” bakanın ise ilim zannettiği şeyin cehalet olduğunu açıklar. Makale, gerçek ilmin sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda varlığın manevi boyutunu idrak etmek olduğunu vurgular ve modern bilimin bu boyutu göz ardı etmesinin getirdiği eksikliği tartışır.

​Makale 4: Ölümün Anlamı ve Hayatın Amacı

​”Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”

​Bu çarpıcı ve düşünmeye sevk eden söz, ölümün sadece biyolojik bir son olmadığı, aksine hayatın kendisinden daha derin bir amacı olduğu fikrini taşır. Ölüm, bir yok oluş değil, bir dönüşümün ve hayatın asıl amacına ulaşmanın aracıdır.

​İzah ve Açıklama:

“Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm” ifadesi, ölümün ne kadar güçlü ve evrensel bir gerçek olduğunu vurgular. Hangi şehir olursa olsun, hangi medeniyet kurulursa kurulsun, hepsinin sonu, mezarlıkların dolmasıyla sonuçlanır. Bu, ölümün her şeyi ve herkesi kuşatan kaçınılmaz bir güç olduğunu gösterir. Ancak sözün asıl derinliği, “elbette hayattan ziyade bir istediği var” cümlesinde yatar. Eğer ölüm sadece bir son olsaydı, bu kadar güçlü ve kaçınılmaz bir şekilde var olmazdı. Ölüm, insandan daha büyük bir şey ister; o da hayatı anlamlı kılmasıdır.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden alınacak en büyük ibret, ölümü bir yok oluş olarak değil, bir öğretmen olarak görmemiz gerektiğidir. Ölüm, bize hayatın sınırlı olduğunu ve bu sınırlı zamanı en verimli şekilde kullanmamız gerektiğini hatırlatır. Ölüm, aynı zamanda hayatın derin bir manası olduğunu ve bu mananın, sadece maddi varlıklarla veya dünyevi başarılarla sınırlı olmadığını gösterir. Bir insan, ölümün gerçekliğini idrak ettiğinde, anlamsız meşguliyetlrrden vazgeçer ve kalıcı olan değerlere yönelir. Bu, manevi bir uyanışın başlangıcıdır.
​ Bu söz, bizlere bir uyanışı yaşatarak, hayatımızın asıl amacını bulma çağrısıdır.

​Özet:

Bu makale, “Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var” sözünü temel alarak, ölümün sadece bir son olmadığı, aynı zamanda hayatın asıl amacını anlamamızı sağlayan bir öğretmen olduğu fikrini işler.
Makale, ölümün evrensel gücünü vurgularken, onun asıl amacının, insanı boş ve anlamsız meşguliyetlrrden uzaklaştırıp kalıcı değerlere yöneltmek olduğunu belirtir.

​Makale 5: İnsanın Mükemmel Yaratılışı ve Sorumluluğu

​”Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza… Risale-i Nur’dan Mektubat (s.285)”

​Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Müşteki” (şikâyetçi) insana yönelik bir hitabıdır. İnsanın, diğer varlıklardan üstün olarak yaratıldığını ve birçok nimetle donatıldığını hatırlatır. İnsan, bir hiç (madum) olarak kalmamış, var olma nimetine erişmiş, cansız bir varlık (camid) olmamış, hatta sadece bir hayvan olarak da yaratılmamıştır. Tüm bu nimetler, ona bir sorumluluk yükler.

​İzah ve Açıklama:

“Ey insan-ı müşteki!” ifadesi, sürekli şikayet eden, elindeki nimetlerin değerini bilmeyen insanı eleştirir. Metin, varlığın en alt basamağından başlayarak, insanın sahip olduğu ayrıcalıkları sıralar:

• ​”Madum kalmadın, vücud nimetini giydin”: Bir hiçlikten varlığa çıkmak en büyük lütuftur.
• ​”Hayatı tattın, camid kalmadın”: Sadece var olmakla kalmamış, hareket etme, hissetme ve tecrübe etme yeteneğine sahip olmuştur.
• ​”Hayvan olmadın”: Akıl, irade ve vicdan gibi özelliklerle donatılarak, diğer canlılardan ayrılmıştır.
• ​”İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın”: Manevi bir rehberle doğru yolu bulmuş ve sapkınlıktan kurtulmuştur.
• ​”Sıhhat ve selâmet nimetini gördün”: Beden ve ruh sağlığı gibi temel ihtiyaçları karşılanmıştır.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden çıkarılacak en önemli ders, sahip olduğumuz nimetlerin farkına varmamız ve şükredici bir ruh hali geliştirmemiz gerektiğidir. İnsanın sürekli şikayet etme eğilimi, elindekileri görmesini engeller. Bu söz, insanı, kendine dışarıdan bakmaya ve kendi varoluşunun ne kadar değerli olduğunu anlamaya davet eder. Her bir nimet, sadece bir hediye değil, aynı zamanda daha iyi bir insan olma ve o nimetleri doğru kullanma sorumluluğudur.
​Edebi açıdan, bu metin, bir “varlık hiyerarşisi” sunar ve insanın bu hiyerarşideki özel yerini vurgular. Bu özel durum, beraberinde büyük bir sorumluluk getirir. Eğer insan, hayvanlardan üstün olduğunu unutup sadece maddi arzularının peşinden koşarsa, bu nimetleri israf etmiş olur ve varlığının gerçek amacından uzaklaşır.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Ey insan-ı müşteki!” hitabıyla başlayan ve insanın sahip olduğu nimetleri sıralayan sözünü ele alır. Makale, insanın bir hiçlikten varlığa, cansız bir varlıktan canlı bir varlığa, hayvandan akıl sahibi bir insana ve doğru yolu bulmuş bir müslümana dönüşerek sahip olduğu ayrıcalıkları anlatır. Bu nimetlerin her birinin bir sorumluluk taşıdığını ve şikayet etmek yerine şükredici bir tavır sergilenmesi gerektiğini vurgular.

​Makale 6: Düşünme Yeteneğinin Kaybı: Manevi Körlük

​”Kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar; ‘kör, sağır ve dilsizdirler.’ Bu sebeple düşünmezler. (Bakara Sûresi:171)”

​Bu ayet, manevi hakikatleri kabul etmeyenlerin, yani kafirlerin durumunu hayvanların durumuyla kıyaslar. Bu benzetme, onlara bir hakaret olmaktan çok, onların manevi duygu mekanizmalarının nasıl faaliyetsiz hale geldiğini anlatır. Onlar, en temel gerçekleri görmezden gelerek, sadece zahiri ve yüzeysel uyarıcılara tepki verirler.

​İzah ve Açıklama:

Ayetin benzetmesi çok güçlüdür: “Çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanlar.” Bir hayvan, çobanın sesini duyar, ancak bu sesin arkasındaki anlamı, amacı veya niyetini tam olarak kavrayamaz. Sadece sese ve komuta tepki verirler. Aynı şekilde, bu ayette tasvir edilen kafirler de, kendilerine gönderilen ilahi mesajları duymalarına rağmen, o mesajların derin anlamını, amacını ve getirdiği sorumlulukları idrak edemezler. Onlar için bu mesajlar, anlamsız seslerden ibarettir.
​”Kör, sağır ve dilsizdirler” ifadesi, onların sadece fiziksel değil, manevi olarak kör, sağır ve dilsiz olduklarını vurgular.
• ​Kör: Hakikatin apaçık delillerini göremezler.
• ​Sağır: İlahi mesajların davetini duyamazlar.
• ​Dilsiz: Hakikati dile getiremezler. Bu durum, onları düşünme kabiliyetinden mahrum bırakır. Çünkü düşünmek, duymayı, görmeyi ve idrak etmeyi gerektirir. Bu kabiliyetler kapalı olduğunda, akıl da faaliyetini yitirir ve insan, sadece hissine göre hareket eden bir varlık haline gelir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden çıkarılacak en önemli ibret, düşünme kabiliyetlerinin ne kadar değerli olduğudur. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik, düşünme kabiliyetidir. Ancak bu ayet, bu kabiliyetin doğru bir şekilde kullanılmadığında anlamsızlaşabileceğini gösterir. Düşünmek, sadece mantıki sonuçlar çıkarmak değil, aynı zamanda manevi gerçeklikleri sorgulamak ve kabul etmek demektir. Kibir, inat ve ön yargılar, düşünceyi köreltir ve insanı manevi bir cehalete sürükler.
​Tarih, bu manevi körlüğün ve sağırlığın yol açtığı felaketlerle doludur. Pek çok medeniyet, hakikate gözünü kapattığı için yıkılmıştır. Bu ayet, bize sadece başkalarını değil, aynı zamanda kendimizi de sorgulama fırsatı verir. Acaba bizler de zaman zaman manevi olarak kör, sağır ve dilsiz mi oluyoruz?

​Özet:

Bu makale, Kur’an’ın Bakara Suresi’nden “Kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer…” ayetini ele alır. Ayetin, hakikati reddedenlerin manevi körlüğünü, sağırlığını ve düşünme kabiliyetindeki eksikliği anlattığını açıklar. Makale, bu benzetmenin, ilahi mesajların derin anlamını idrak edemeyen insanları eleştirdiğini ve düşünme kabiliyetinin doğru kullanılmasının önemini vurguladığını belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Kur’ân-ı Kerîm’de denge unsuru

image_pdfimage_print

Kur’ân-ı Kerîm’de denge unsuru

Kur’ân-ı Kerîm’de denge unsuru çok temel bir kavramdır. “Mîzan”, “adl”, “kıst”, “istikamet”, “vasat” gibi kelimelerle ifade edilir. Bunlar hem kâinatta Allah’ın koyduğu ölçü ve dengeyi, hem de insanın hayatında gözetmesi gereken adalet, itidal ve ölçülülüğü ifade eder.

1. Mîzan ve Kozmik Denge

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ • أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ • وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ
(Rahman, 7-9)
Meali (Diyanet):
“Göğü yükseltti ve mizanı (ölçü ve dengeyi) koydu. Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun, teraziyi eksik yapmayın.”
📌 İzah:
Bu ayetlerde “mîzan” hem tabiatta Allah’ın koyduğu dengeyi (ekosistem, kozmos düzeni) hem de insanlar arası muamelelerde adaleti temsil eder. Yani kainatta var olan ilahî dengeyi korumak insan için bir sorumluluktur.

2. Vasat (Orta Yol / Ümmet-i Vasat)

وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا
(Bakara, 143)
Meali:
“Böylece sizi vasat (orta yolu tutan, dengeli) bir ümmet kıldık…”
📌 İzah:
Ümmet-i Muhammed’e verilen vasıf, aşırılıklardan uzak, mutedil, hakkaniyetli bir toplum olmaktır. İfrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) arasında dengeyi gözetmek esastır.

3. Adalet ve Ölçü

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ
(Nahl, 90)
Meali:
“Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara yardım etmeyi emreder…”
📌 İzah:
Buradaki “adl”, dengeyle eşdeğer bir kavramdır. Zulüm, dengesizliğin adıdır; adalet ise ölçünün gözetilmesi, her hak sahibine hakkının verilmesidir.

4. İstikamet ve Denge

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا
(Hûd, 112)
Meali:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol; seninle birlikte tevbe edenler de (dosdoğru olsun). Sakın taşkınlık etmeyin…”
📌 İzah:
Burada “istikamet” aşırılıklardan uzak, denge üzere yaşamayı ifade eder. İtidal çizgisi korunmazsa taşkınlık (tuğyan) olur.

5. Yaratılışta Ölçü ve Denge

الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّىٰ • وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَىٰ
(A’lâ, 2-3)
Meali:
“O, yarattı ve düzgün bir şekil verdi. O, ölçü koydu ve doğru yolu gösterdi.”
📌 İzah:
Yaratılışın her safhasında takdir (ölçü) ve tesviye (denge) vardır. İnsan hayatında da bu ilahi ölçüye uygun hareket etmesi gerekir.

Sonuç ve Murâdifler

Kur’ân’da denge kavramı;
• Mîzan (ölçü, tartı, denge)
• Adl / Kıst (adalet, hakkı yerli yerine koyma)
• Vasat (orta yol, itidal)
• İstikamet (doğruluk, aşırılıklardan uzak durma)
• Takdir / Tesviye (yaratılışta ölçü ve düzen)
kelimeleriyle ifade edilir.

📌 Özetle:
Kur’an’da “denge” sadece tabiat düzeni değil; sosyal hayat, hukuk, ibadet, ahlak ve hatta bireyin iç dünyasında bile korunması gereken ilahi bir ilkedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

Zulmün Gölgesinde Kudüs: Tarihin Tekrarı ve Geleceğin Sesi

image_pdfimage_print

Zulmün Gölgesinde Kudüs: Tarihin Tekrarı ve Geleceğin Sesi

Tarih, zulmün tekrarını defalarca yazmış bir kroniktir. Yüzyıllar önce, İstanbul’un fethi gibi bir mucizevi zafer, bir milletin azmini simgelerken; bugün Gazze’nin Reşid Caddesi’nde yaya ve araçlarla güneye doğru yürüyen Filistinliler, o aynı azmin yankısını taşıyor. Eylül 2025’te, İsrail ordusunun Gazze Şehrine yönelik yoğun kara ve hava saldırıları, binlerce insanı evlerinden koparıyor. BM raporlarına göre, son 24 saatte 11.000’den fazla Filistinli güneye kaçmak zorunda kalmış; Gazze “yanıyor” denirken, şehirde taş üstünde taş kalmamış.
Bu zorunlu göç, sadece bir coğrafi hareket değil; bir halkın varoluş mücadelesinin kanlı bir sayfası. Peki, bu sahneler bize ne öğretiyor? Tarihin derinliklerinden süzülen ibretler, bugünün kaosunda bir pusula olabilir mi?

#### Kudüs’ün Barış Mirası: Osmanlı’dan Günümüze Bir Ders

Kudüs, semavi dinlerin kesişme noktası olarak, tarih boyunca hem bereket hem lanet kaynağı olmuş.
Tıpkı bugün yahudinin laneti, dün Haçlının laneti gibi.
Hatırlayalım: 16. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanıyla restore edilen Mescid-i Aksa ve çevresi, Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların huzur içinde ibadet ettiği bir “esenlik yurdu” haline gelmişti. Osmanlı arşivleri, Kudüs’ün dört yüz yıl boyunca “barış şehri” olarak yönetildiğini fısıldar: Hoşgörüyle örülmüş bir doku, ki bu dokuyu koparanlar, bugünün “Hitler özentisi tipler” olarak anılanlar. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son açıklamaları, bu tarihi mirası haykırıyor: “Netanyahu bunları bilmez. Kudüs’ü yüzyıllar boyunca barış ve esenlik yurdu haline biz getirdik. Hitler özentisi tiplerin kuyruk acısı geçmeyecek.”
Bu sözler, 27 yıl önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki Kudüs savunmasını hatırlatıyor; o günün öfkesi, bugünün direnişini besliyor.

Tarih, zulmün köklerini de gösterir. 1882’de İstanbul’a getirilen Şiloah (Siloam) Yazıtı, Kudüs’ün Osmanlı toprağı olduğu bir dönemde, “kendi malımızdan çalınmasın” diye müzeye konmuştu. Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun dediği gibi: “O dönemde İsrail diye bir devlet de yoktu.”
Bugün ise, Batı Şeria’daki Harem-i İbrahim Camii’nin çatısına el koyma girişimleri, bu tarihi gasbın devamı. Adım adım ilerleyen “ele geçirme planı”, sadece bir camiyi değil; bin yıllık bir medeniyet hafızasını tehdit ediyor. İbret burada: Güçlü olan değil, haklı olan kalır. İstanbul’un fethi gibi, Kudüs’ün kurtuluşu da “hak ve tahakkuk etmiş” bir kader olarak bekliyor.

#### Yevmi Fırtına: Yemen’den AB’ye, Direnişin Yankıları

2025 Eylül’ünde, Gazze krizi yeni bir boyut kazanıyor. Yemen’deki Husilerin, İsrail’in Hudeyde Limanı saldırısına misilleme füzeleri, Tel Aviv’den Eilat’a alarm zillerini çaldırıyor. Bu, çatışmanın coğrafi sınırlarını aşan bir sinyal: “İsrail’e bundan sonra içinde de, dünyada da rahat yüzü yok.” Aynı zamanda, Gazze’ye yönelik operasyonlara katılan 20 binden fazla İsrail askerinin tedavi gördüğü raporu, “habis ruh”un bedelini gösteriyor; psikolojik çöküş, fiziksel yıkımdan öte bir ibret.

Uluslararası arenada ise çatlaklar belirginleşiyor. Avrupa Komisyonu, Gazze işgali ve Filistin katliamına cevap olarak İsrail mallarına gümrük vergisi ve ticaret anlaşmasının askıya alınmasını tavsiye etti.
AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas’ın Euronews’e verdiği demeç, “büyük darbe”yi müjdeliyor: “Serbest ticaret düzenlemesini askıya alıyoruz.”
Bu, ABD’nin 17,13 milyar dolarlık ihracat liderliğinin gölgesinde, İrlanda ve Çin gibi ülkelerin ticari ilişkilerinin oluşturduğu ikiyüzlülüğe bir tokat. Azerbaycan’ın 239 milyon dolarlık payı ise, “kardeş ülke” kavramını sorgulatıyor; Gazze’deki soykırım iddialarına rağmen sürdürülen ticaret, dünya kamuoyunda fırtına koparıyor.

Ölü sayısı ise yürek burkuyor. Uluslararası gözlemcilerin tahminlerine göre, Gazze’de 64.000’den fazla Filistinli hayatını kaybetmiş; bazı raporlar, şiddetli ölümleri 75.000’e, dolaylı kayıplarla 200.000’e çıkarıyor.
BM’nin soykırım bulgusu, “taş taş üstünde kalmadı” gerçeğini teyit ediyor.
Filistinli bir gencin Netanyahu’ya mesajı ise direnişin sesi: “Ne yaparsan yap, Gazze’yi terk etmeyeceğiz.” X platformunda yankılanan bu ruh, bir milyon Filistinlinin kuzeyde kalma kararlılığını yansıtıyor.

#### Nifakın Gölgesi: İçteki Tehdit ve Manevi İbret

Makalenin en düşündürücü yanı, nifakın içten vurması. FETÖ-İsrail iş birliği iddiaları, “kurt gövdenin içinde” metaforunu somutlaştırıyor. FETÖ’cü Sinan Ciddi’nin İsrail medyasında Erdoğan’ı “İslamcı ajanda” ile suçlayan yazıları; “Türkiye PKK’yı vururken, İsrail neden Hamas’ı vuramıyor?” sorusuyla doruğa çıkıyor. Bu, Mavi Marmara faciasında Fethullah Gülen’in İsrail’i savunan tutumunu hatırlatıyor: “Devlet otoritesiyle işbirliği şart” demiş, Erdoğan’ı sinirlendirmişti.
İsrailli haham Alon Goshen-Gottstein’in “Gülen’e bir şey olursa İsrail büyük kayıp yaşar” itirafı, baltanın sapının “Müslüman görünümlü” olduğunu haykırıyor.
Ve o unutulmaz söz: “Haçlının işgali tehlikeli değil, çünkü kırmızı çizgiler var; kadınınıza, mabedinize ilişmezler.” Tarih, bu nifakı da yargılayacak.

Hadis-i şerifler ise manevi bir ufuk açar: “Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyamet kopmayacaktır… Taş ve ağaç ‘Ey Müslüman, arkamda Yahudi var’ diyecek.”
İstanbul’un fethi gibi, bu harp de “muhakkak tahakkuk edecek”; ama asıl ibret, döktükleri kanda boğulacak zalimler.
Erdoğan’ın ifadesiyle: “Zulümle, soykırımla kendilerine gelecek inşa edeceklerini zannedenler, tarihteki niceleri gibi kaybedecek.”

#### Düşündürücü Bir Çağrı: Kanlı Kilit Kırılacak mı?

Gazze’nin direnişi, barışça yapılan protestolardan (Batı Şeria’daki yıkımlara rağmen) silahlı mukavemete evrilirken, soru şu: Bu “kanlı kilit” ne zaman kırılacak? AB’nin yaptırımları umut verici, ama yetersiz; ABD’nin gölgesinde eriyebilir.
İbretimiz: Tarih, sessiz kalanları değil, dimdik duranları yazar. Kudüs, “kalbimizin yarısı Mekke, yarısı Medine; üstünde tül gibi Kudüs” şairane ifadesiyle, iki milyarlık İslam âleminin mirası.
Filistinli gencin mesajı gibi, terk etmeyelim; zulmün sonu, adaletin zaferi olsun.

Bu makale, bir dua gibi bitsin: “Yaptıklarını en kısa sürede katillere de yaşat Yarabbi…” Tarih, bu duayı duyacak; yeter ki biz, ibret alalım.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbi

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025

İttihadın Zamanı: Gazze’den Yükselen Çığlık

image_pdfimage_print

İttihadın Zamanı: Gazze’den Yükselen Çığlık
Gazze’de çocuklar ölürken, zalimler birleşmişken, Müslümanların hâlâ ayrı düşmesi hangi vicdana sığar?
Netanyahu ve çetesi bugün ne yapıyorsa, Firavun da, Nemrud da aynısını yapmıştı. Zulmün adı değişir, ama akıbeti değişmez. Firavun denizde boğuldu, Hitler intihar etti, Moğol kılıcı sonunda İslam’a secde etti. Netanyahu’nun sonu da farklı olmayacak.
Ama unutmayalım: Zalimlerin cesareti, Müslümanların dağınıklığından besleniyor. Peygamberimizin (sav) asırlar önce haber verdiği gibi, kalabalığı çok ama “sel köpüğü” kadar etkisiz bir ümmet görüntüsündeyiz.
Artık bahaneler bitti. Bugün “İslam NATO’su”nu kurmanın, askeri ve ekonomik birlik olmanın tam zamanıdır. Bediüzzaman’ın dediği gibi:
“Müslümanların en büyük düşmanı cehalet, zaruret ve ihtilaftır.”
Evet, zalimler birleşmişse, biz de birleşmek zorundayız. Aksi halde Gazze’nin çığlığı yarın Şam’da, Kahire’de, İstanbul’da yankılanacaktır.
Ya birleşeceğiz, ya da dağınıklığın zilletini yaşayacağız.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – ww

Loading

No ResponsesEylül 18th, 2025

Gazze’de İnsanlık Dramı: Zorunlu Göç ve Vicdanların Sessizliği

image_pdfimage_print

Gazze’de İnsanlık Dramı: Zorunlu Göç ve Vicdanların Sessizliği
Gazze Şeridi’nde yaşanan dram, sadece bir bölgenin değil, tüm dünyanın vicdanının sınavıdır. İsrail ordusunun Gazze’nin kuzeyine yönelik yoğun saldırıları ve zorunlu tahliye çağrıları, yüz binlerce Filistinliyi evlerini terk etmeye zorluyor. “Gazze’de zorunlu göç sürüyor” ifadesi, bu büyük insanlık dramının en trajik yansımasıdır. Yaşlı, genç, kadın ve çocuk demeden, ellerinde taşıyabildikleri birkaç eşyayla, çaresizlik içinde Reşid Caddesi üzerinden güneye doğru yol alan insanların görüntüsü, modern çağın en büyük utanç tablolarından birini oluşturmaktadır. Bu göç, sadece mekânla ilgili bir yer değiştirme değil, aynı zamanda köklerinden, hatıralarından ve gelecek umutlarından kopuşun da sembolüdür. Uluslararası hukukun ve insan haklarının hiçe sayıldığı bu süreçte, dünya kamuoyunun büyük bir kısmı sessiz kalarak bu trajediye seyirci kalmaktadır.
Bu zorunlu göçün bir başka boyutu ise İsrail’in kendisinin yaşadığı iç sıkıntılar ve manevi çöküştür. “Habis ruh” başlığı altında yer alan bilgiler, Gazze’ye saldıran İsrail askerlerinin ruh sağlığı sorunlarıyla boğuştuğunu gösteriyor. “Son 2 yılda Gazze’ye saldırılara katılan 20 binden fazla asker tedavi gördü” bilgisi, savaşın sadece kurbanları değil, failler üzerinde de derin psikolojik yaralar açtığının bir isbatıdır. Bu durum, zulmün sadece zulme uğrayanları değil, zulmü gerçekleştirenlerin de ruhunu kirlettiğini ve onların iç dünyasını harap ettiğini gösterir. Tarih boyunca hiçbir zalim, döktüğü kandan huzur bulamamış, aksine kendi eylemlerinin yükü altında ezilmiştir.
İsrail’e Karşı Küresel Tepkiler ve Değişen Dengeler
Gazze’deki soykırım, küresel vicdanı harekete geçirmeye başlamış, bu da İsrail’in yalnızlaşma sürecini hızlandırmıştır. “İsrail’e en çok para akıtan ülkeler” listesi, bu yalnızlaşmanın önündeki ekonomik engelleri gözler önüne serse de, Avrupa’dan gelen yaptırım sinyalleri, bu tablonun değişmeye başladığını gösteriyor. ABD’nin başı çektiği bu ticarî ilişkiler ağına rağmen, Avrupa Komisyonu’nun İsrail mallarına yönelik serbest ticaret düzenlemesini askıya alma ve gümrük vergisi uygulama önerileri, uluslararası tepkinin somut adımlara dönüştüğünün işaretleridir. Bu durum, İsrail’in ekonomik ve siyasi izolasyonunu artırma potansiyeli taşıyor.
Bu tepkilerin manevi ve tarihi bir arka planı da bulunmaktadır. “Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır…” hadisi, bu mücadelenin sadece siyasî veya askerî değil, aynı zamanda dinî bir boyutu olduğunu gösterir. Bu hadis, İslam inancında, Kudüs ve Filistin toprakları üzerindeki mücadelenin kaçınılmaz bir sonuca ulaşacağını haber veren ihbarlardan biri olarak yorumlanır. İstanbul’un fethinin hak ve muhakkak olduğu gibi, bu hadiste bahsedilen savaşın da gerçekleşeceği inancı, Müslümanlar için bu mücadeleyi manevî bir görev hâline getirir.
Nifak Şebekeleri ve Tarihin Tekerrürü
İsrail’in dış politikası, sadece askerî güçten ibaret değildir; aynı zamanda karmaşık bir etki operasyonları ve işbirliği ağını da ihtiva eder. Nitekim, “Nifak şebekesi devrede” ve “İsrail ile FETÖ arasında iş birliği” iddiaları, bu durumu somutlaştıran önemli göstergelerdendir. FETÖ’nün, Türkiye’ye karşı İsrail ile ortak bir söylem geliştirmesi, bu tür yapılanmaların sadece siyasî değil, aynı zamanda millî güvenliği tehdit eden unsurlar olduğunu ortaya koymaktadır. Mavi Marmara olayında Fethullah Gülen’in İsrail’i destekleyen açıklamaları ve İsrailli bir hahamın, Gülen’e yönelik “büyük kayıp yaşarız” ifadeleri, bu işbirliğinin ne denli derin ve köklü olduğunu göstermektedir. Bu, tarihin acı bir tekerrürüdür; çünkü her dönemde, kendi milletine sırtını dönen ve dış güçlerle işbirliği yapan “Müslüman görünümlü” yapılar, bir baltanın sapı gibi içeriden yıkım operasyonlarına dâhil olmuştur.
Bu durum, yalnızca bir siyasî analiz değil, aynı zamanda manevî bir ders de ifade eder: İhanet, daima en yakın olandan gelir. “Kurt gövdenin içinde” metaforu, bir milleti en çok yaralayan şeyin, dışarıdan gelen düşmanlar değil, içindeki hainler olduğunu vurgular.
Kudüs’ün Kutsiyeti ve Liderlerin Cesur Duruşu
Filistin meselesinin kalbinde Kudüs ve onun kutsal mekânları yer almaktadır. “İşgalci İsrail, Harem-i İbrahim Camii’ni ‘ele geçirme planını’ adım adım gerçekleştiriyor” haberi, İsrail’in sadece siyasî hedefleri değil, aynı zamanda dinî mekânları da kontrol altına alma amacını gösteriyor. Bu tür eylemler, sadece Müslümanların değil, tüm semavî dinlerin kutsiyetine bir saldırı niteliği taşır.
Bu saldırılara karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın duruşu, Türkiye’nin ve tüm İslam dünyasının bu konudaki kırmızı çizgisini ortaya koymaktadır. “Hitler özentisi tiplerin bu kuyruk acısı geçmeyecek” ve “Döktükleri kanda boğulacaklardır” gibi ifadeler, İsrail’in soykırım politikalarına karşı sert bir tepkiyi temsil etmektedir. Erdoğan’ın, “Kudüs’ü yüzyıllar boyunca barış ve esenlik yurdu haline biz getirdik” sözü, bu coğrafyaya barışın ve adaletin ancak adil bir yönetimle gelebileceğini hatırlatmaktadır. Filistinli gençlerin “Ne yaparsan yap Gazze’yi terk etmeyeceğiz” mesajı ise, Filistin halkının boyun eğmeyeceğini ve topraklarına olan bağlılığını sembolize etmektedir.

Makale Özeti

Bu makale, Gazze’deki zorunlu göç ve İsrail askerlerinin yaşadığı psikolojik problemler üzerinden insanlık dramını ele almaktadır. İsrail’e yönelik uluslararası yaptırım sinyalleri ve Yemen’den gelen saldırılar, İsrail’in küresel ve bölgesel olarak yalnızlaşmaya başladığını gösterir.
Makale, bu durumun, sadece siyasî değil, aynı zamanda dinî bir boyutu olduğunu, nifak şebekelerinin bu süreçteki rolünü ve tarihi ihanet örneklerini vurgular.
Son olarak, Kudüs’ün kutsiyetini koruma mücadelesini ve liderlerin bu konudaki duruşunu ele alarak, Filistin davasının sadece bir toprak meselesi değil, aynı zamanda bir onur ve varoluş mücadelesi olduğunu ifade eder.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 18th, 2025

Yaratıcının Katındaki İnsanın Değeri

image_pdfimage_print
  1. Yaratıcının Katındaki İnsanın Değeri
    > Metin: “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlıkının yanında büyük bir mevkii vardır.”
    > (İşârât-ül İ’caz 190.sh – Risale-i Nur)
    >
    Bu veciz ifade, insanı evrenin merkezine yerleştiren, ona sonsuz bir değer atfeden derin bir hakikati dile getirir. Bediüzzaman, modern dünyanın gözden kaçırdığı, insanın yaratılışındaki eşsiz konumu vurgular. “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insan,” ifadesi, yeryüzündeki tüm unsurların, dağlardan denizlere, havadan ateşe kadar her şeyin insanın hizmetine sunulduğunu ve ona boyun eğdiğini anlatır. İnsan, bu muazzam evren sahnesinde yalnızca bir seyirci değil, aynı zamanda aktif bir oyuncu ve hatta bir yönetici gibidir. Akıl, irade ve bilinç gibi özelliklerle donatılan insan, varlıkların sırlarını çözebilen, onlardan faydalanabilen ve nihayetinde onları Yaratıcısının sanatını ve kudretini sergileyecek şekilde kullanabilen, her şey emrine musahuar kılınan tek varlıktır. Bu, sadece fiziki bir üstünlük değil, aynı zamanda manevi bir sorumluluğu da beraberinde getirir.
    Tarih boyunca medeniyetlerin yükselişi ve düşüşü, insanın bu kudreti ne şekilde kullandığına bağlı olmuştur. İnsan, bu yeteneğini sadece kendi dünyevi çıkarı için kullandığında, bencillik ve zulüm ortaya çıkmış; evreni kendi egemenliği altına alma çabası, beraberinde çatışmaları ve yıkımı getirmiştir. Oysa, bu kudreti Yaratıcısının bir lütfu olarak gördüğünde, evrenle ve diğer varlıklarla uyum içinde yaşamış, ilim ve hikmetle medeniyetler inşa etmiştir.
    Bu makaledeki temel hikmet, insanın değerinin, sahip olduğu güçte değil, o gücü kendisine verene olan bağlılığında yattığını hatırlatır. İnsanın Hâlıkı (Yaratıcısı) yanındaki büyük mevkii, evrendeki her şeyin ona hizmet etmesinin bir sonucu değil, bizzat bu hizmetin Yaratıcı tarafından bir ihsanı ve onuru olması sebebiyledir. Kısacası, insan, yaratılışın en şerefli varlığıdır çünkü o, evrendeki her şeyi bir ayna gibi kullanarak Yaratıcının isim ve sıfatlarını görebilme, tanıyabilme ve tefekkür edebilme yeteneğine sahiptir. Bu makale, her birimizin kendi varlığımıza ve etrafımızdaki dünyaya daha derin bir anlamla bakmamız gerektiğini düşündürmektedir.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlıkının yanında büyük bir mevkii vardır” sözünü analiz eder. İnsanın evrendeki eşsiz konumunun ve bu konumun getirdiği manevi sorumluluğun altını çizer. İnsanın gerçek değerinin, yaratılışındaki lütfun ve ona hizmet eden varlıkların, Yaratıcıya karşı olan bağlılığında gizli olduğunu vurgular.

    2. Sonsuz Yaratıcıyı Tanıma Yolculuğu

    > Metin: “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.”
    > (Âyet-ül Kübra, Risale-i Nur)
    >
    İnsanlık tarihi, Yaratıcıyı tanıma çabalarının bir serüvenidir. Bu makalede, bu çabanın en hikmetli yolunu gösterir: Yaratıcıyı, O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla tanımak. Sonsuz, sınırsız ve aşkın olan bir varlığı, sonlu ve sınırlı bir akılla tam olarak kavramak mümkün değildir. Ancak Bediüzzaman, bu bilme arzusunun tatmin edilebileceği bir yol sunar: esma-i hüsna (en güzel isimler) ve sıfat-ı kutsiyye (kutsal sıfatlar). Bunlar, Yaratıcının kendisini kâinat aynasında tecelli ettirdiği pencerelerdir.
    Sanatçıya, sanatından bakmak gibi, Yaratıcıya da eserlerinden bakmak gerekir. Örneğin, bir çiçeğin eşsiz güzelliği, yaratıcısının Cemil (güzel) ve Musavvir (şekil veren) isimlerini; bir bebeğin mucizevi gelişimi, Rab (terbiye eden) ismini; evrenin kusursuz dengesi, Hakîm (her şeyi hikmetle yapan) ismini gösterir. Bu makale, sadece ezberden geçen bir bilgi değil, aynı zamanda derin bir tefekkür ve tecrübe yolculuğunu anlatır. İnsan, kendi kabiliyetinin nisbetinde, yani sahip olduğu akıl, kalp ve hislerin sınırları içerisinde, bu isimlerin yansımalarını fark etmeye çalıştıkça, Yaratıcısıyla olan bağı kuvvetlenir.
    Bu yaklaşımın en büyük faydalarından biri de, dini ve manevi arayışı soyut bir kavramdan somut bir tecrübeye dönüştürmesidir. İnsan, kuru ve şekli bir dindarlıktan kurtularak, etrafındaki her varlıkta Yaratıcının bir izini, bir sanatını görmeye başlar. Bu sayede, bilimle din, akılla kalp arasında bir çatışma değil, bir uyum ve bütünlük oluşur. İbretli bir şekilde, birbiriyle alakasız gibi görünen en küçük bir kum tanesi ile en büyük bir galaksi, aynı Yaratıcının isimlerini haykırır. Bu, hem bir ilim yolculuğu hem de bir iman yolculuğudur.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz” sözünü inceler. Yaratıcıyı, kâinattaki tecellilerinden, yani O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla tanıma yolunun hikmetini açıklar. Bu yolculuğun, kuru bir bilgiden öte, somut bir tecrübe ve tefekkür olduğu vurgulanır, böylece insan bilim ve maneviyatı birleştirerek derin bir imana ulaşabilir.

    3. Asrın Büyüyen Belası: Enaniyet

    > Metin: “Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler.”
    > (Osm. Mektubat 529, Bediüzzaman Said Nursi)
    >
    Bu tarihi ve düşündürücü tesbit, modern insanın en büyük manevi hastalığını gözler önüne serer: enaniyet (bencillik, benlik). Firavun ve Nemrud, tarihte zulmün, kibrin ve kendisini ilahlaştırmanın sembolleri olarak bilinir. Firavun, Mısır’a, Nemrud ise Babil’e hükmeden, halklarını kendi ilahlıklarına inandırmaya çalışan zorbalardır. Bediüzzaman, bu makalede, bu tarihi figürlerin modern çağda küçülerek, her bir bireyin içine sızdığını belirtir. Artık tek bir Firavun veya Nemrud değil, binlerce “küçük” Firavun ve Nemrud var.
    Modernizmin ve bireyciliğin yükselmesiyle birlikte, insan kendi aklını, gücünü ve isteklerini mutlak bir ölçü olarak görmeye başlamıştır. Toplumdaki hırs, rekabet ve maddiyat odaklı hayat, bu enaniyetin beslendiği zemin olmuştur. Herkes kendi küçük dünyasının, ailesinin, şirketinin veya sosyal çevresinin Firavunu olmaya meyleder. Başkalarının fikirlerine saygı duymayan, kendi doğrularını mutlaklaştıran, elde ettiği başarıları tamamen kendi çabasına bağlayan bu tavır, insanlar arasındaki manevi bağları koparır ve çatışmaları körükler.
    Bu ibretli tablo, sadece bireysel bir ahlak problemi değil, aynı zamanda içtima-i bir çöküşün de habercisidir. Enaniyetin hükmettiği bir toplumda, işbirliği yerine rekabet, empati yerine çıkarcılık, adalet yerine gücün üstünlüğü geçerli olur. Ne yazık ki, bu durum, insaniyetin temel değerlerini erozyona uğratır. Bu makale, bizlere derin bir iç muhasebe yapma fırsatı sunar: Kendi içimizdeki “küçük Firavun ve Nemrud”u fark edip, onun yıkıcı etkilerinden kendimizi nasıl koruyabiliriz? Kurtuluş, enaniyetten vazgeçmek, kendi aczini ve Yaratıcıya olan muhtaçlığını anlamakta gizlidir.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman’ın “Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler” sözünü temel alır. Modern çağın bencillik ve kibir hastalığı olan enaniyetin, her bireyin içine nasıl sızdığını ve içtimai bağları nasıl zedelediğini anlatır. Bu tarihi ve düşündürücü analiz, ferdin kendi iç muhasebesini yapması ve enaniyetten kurtulma yollarını araması gerektiğini vurgular.

    4. Varlıklar ve Yaratıcının Birliği

    > Metin: “Meselâ, zemîn yüzündeki zîhayatların hizmetçileri olan hava, ateş, su birdir; öyle ise onları istihdam eden ve bizlere musahhar eden dahi birdir.”
    > (Risale-i Nur Külliyatı’ndan)
    >
    Bu makaledeki metin, kâinatın büyük ve karmaşık düzenini sade bir dille açıklayan, düşündürücü bir mantık örgüsü sunar. Hava, ateş ve su gibi temel elementler, yeryüzündeki tüm canlılar için hayati öneme sahiptir. Onlar olmadan hayat mümkün değildir ve bu elementlerin her biri, sayısız canlının hizmetindedir. Bu hizmetin arkasındaki hikmet ise, Bir yaratıcının varlığıdır.
    Bediüzzaman’ın bu mantığı, birbiriyle alakasız gibi görünen farklı sebebler arasında bir tevhid (birlik) bağı kurar. Hava, su ve ateşin birbiriyle uyumu ve canlılar için bir düzen içinde çalışması, onları yaratan, yöneten ve insanın hizmetine sunan Tek bir Kudretin varlığını gösterir. Eğer bu elementlerin her birini farklı bir güç yönetiyor olsaydı, evrende tam bir kaos ve düzensizlik hüküm sürerdi. Örneğin, suyun bir yaratıcısı, havanın başka bir yaratıcısı olsaydı, bu iki yaratıcının iradesi çatışır, yağmur oluşmaz veya su buharlaşamazdı. Ancak, her şey kusursuz bir uyum içinde işler. Birbirini tamamlayan bu sistem, bu varlıkların tesadüfen bir araya gelmediğini, aksine onları bir araya getiren ve aralarında bir koordinasyon kuran Bir İradenin olduğunu isbat eder.
    Bu düşünce, bize her şeye külli bir perspektiften bakmayı öğretir. Tarihi ibretler, medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri, tabiattaki ekolojik dengeler, insan vücudundaki sistemlerin kusursuz işleyişi; hepsi, tek bir Yaratıcının isimlerinin yansımasıdır. Bu makale, sadece bilimsel bir gerçeği değil, aynı zamanda manevi bir hakikati de ortaya koyar: Kâinatın uyumu, Yaratıcının birliğinin en açık delilidir. Bu birlik, insanın kalbinde de yankılanmalı ve onu sadece bu dünyanın değil, tüm varlığın Yaratıcısına yönlendirmelidir.
    Özet: Bu makale, “hava, ateş, su birdir; öyleyse onları istihdam eden ve bizlere musahhar eden dahi birdir” sözünü ele alır. Yeryüzündeki temel elementlerin canlılar için bir uyum içinde hizmet etmesinin, tek bir yaratıcının varlığına işaret ettiğini anlatır. Bu mantıki ve ibretli fayda, doğadaki ve tüm kâinattaki düzenin, tevhid (Allah’ın birliği) ilkesinin en güçlü isbatı olduğunu vurgular.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 18th, 2025

Zalimlerin Sonu ve Müslümanların İttihadı

image_pdfimage_print

Zalimlerin Sonu ve Müslümanların İttihadı
Gazze’de akan kan, sadece İsrail’in zulmünü değil, aynı zamanda İslam dünyasının dağınıklığını da gözler önüne seriyor. Tarih tekerrürden ibarettir: Dün Firavun, Nemrud, Moğol ve Haçlı vardı; bugün Netanyahu ve arkasındaki Batı. Zulmün yüzü değişti ama karakteri değişmedi.
Kur’an’ın tasviri nettir:
“O, iş başına geçti mi, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri tahrip etmeye ve nesilleri bozup yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 205)
Bugün Gazze’de hedef alınan çocuk hastaneleri, dün Moğol’un yaktığı medreselerden farksızdır. Zalimler hep aynı suçu işler, fakat sonunda aynı akıbete uğrar. Firavun denizde boğuldu, Hitler intihar etti, Moğollar İslam’a teslim oldu. Netanyahu’nun sonu da aynı olacaktır.
Asıl mesele, Müslümanların parçalanmışlığıdır. Hz. Peygamber’in (sav) haber verdiği üzere, “çok fakat sel köpüğü gibi dağınık” bir ümmet halindeyiz. Oysa tarih bize Selahaddin Eyyubi’yi, Osmanlı’nın Haçlılara karşı birliğini, Bedir’de saf tutan müminleri hatırlatıyor: Zafer, ittihattadır.
Bugün farz-ı ayın olan görev, İttihad-ı İslam’dır. Siyasi, askerî ve ekonomik bir birlik kurulmadıkça mazlumların gözyaşı dinmeyecek. Bediüzzaman’ın dediği gibi:
“Müslümanların en büyük düşmanı cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı marifet, san’at ve ittihadla cihad edeceğiz.”
Unutmayalım: Zalimler birleşmişken, Müslümanların dağınık kalması zilletin sebebidir. Çözüm bellidir: İttihad, ittihad, ittihad…
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 18th, 2025

Yaratıcının Tezahürleri ve İnsanın Sorumluluğu

image_pdfimage_print
  1. Yaratıcının Tezahürleri ve İnsanın Sorumluluğu
    > “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar…”
    > (Asâ-yı Mûsâ – 103)
    >
    Bu derin ve düşündürücü ifade, modern dünyanın en temel yanılmalarından birine meydan okuyor: başıboşluk ve tesadüf inancı. Bediüzzaman, insana adeta bir uyarıda bulunurcasına, “Başını kaldır” der. Bu, sadece fiziki bir eylem değil, aynı zamanda manevi bir uyanış çağrısıdır. Bizi, günlük hayatın rutininden sıyrılarak, etrafımızdaki muhteşem düzeni ve olayları tefekkür etmeye davet eder. Gök cisimlerinin kusursuz hareketinden, bir çiçeğin açmasına, bir bebeğin gelişiminden mevsimlerin dönüşüne kadar her olay, faal ve kudretli bir zâtın hârika işleridir.
    Bu makalenin odak noktası, insan ve kâinat arasındaki bu karşılıklı ilişkidir. İnsan, kendi varlığının bir tesadüf olmadığını, eşsiz bir sanat ve hikmetle yaratıldığını hissettiği an, aynı bilincin kâinat için de geçerli olduğunu anlar. Kâinattaki olaylar, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır ve her biri, kendisini tanıttırmak isteyen bir Kudretin varlığını ilan eder. Tarih boyunca bu hakikati idrak eden medeniyetler, bilim ve sanatın zirvelerine ulaşmış, dünyayı adalet ve medeniyetle aydınlatmıştır. Çünkü onlar, evreni keşfedilmesi gereken bir kitap, bir laboratuvar olarak görmüş ve her buluşun, Yaratıcının bir isminin tecellisi olduğuna inanmışlardır.
    Bu düşüncenin en büyük ibretlerinden biri, insanın kendi varlığını anlamasının, evreni anlamaktan geçtiğidir. “Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar” sözü, insanın kendi sorumluluğunu ve evrenin düzenini aynı kefeye koyar. Kâinatın bu mükemmel düzeni, insanın da belli bir amaç için var olduğunu ve bu amaç doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini hatırlatır. Bu makale, her birimizin hayatında bir anlam ve amaç arayışında olduğunu, ancak bu anlamın, ancak başımızı kaldırıp etrafımızdaki hârika işlere bakarak bulunabileceğini vurgular.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar” sözünü merkeze alır. İnsanın ve kâinatın tesadüf eseri değil, bilakis bilinçli bir yaratılışın eseri olduğunu vurgular. Bu makale, evrendeki düzen ve hikmetin, insanın kendi varlık amacını anlaması için bir anahtar olduğunu ve bu idrakin, hayatı anlamlı kılacak en önemli adımlardan biri olduğunu açıklar.

    2. Kalbin ve Ruhun Gizli Yaraları

    > Metin: “İşlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.”
    > (Risale-i Nur)
    >
    Modern dünyada insanlar genellikle fiziki yaralara ve acılara odaklanırken, manevi ve psikolojik yaralar göz ardı edilir. Bu makaledeki veciz ifade, görünmeyen ancak çok daha derin ve kalıcı olan bu yaralara dikkat çeker. Bediüzzaman, günah ve şüphenin sadece ahlaki veya dini bir problem olmadığını, aynı zamanda insanın manevi yapısında kalıcı yaralar açan somut bir gerçeklik olduğunu belirtir.
    Günahın kalpte açtığı yara, adeta bir zehirin bedene yayılması gibidir. İnsan, günah işledikçe vicdanının sesini kısar, kalbi kararmaya başlar ve iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt etme yeteneği zayıflar. Bu durum, zamanla manevi bir uyuşukluğa yol açar ve insanı hakikatten uzaklaştırır. Edebi bir dille, her günahın birer kanayan yara izi bıraktığını ve bu izlerin ruhun aynasını kirlettiğini söyleyebiliriz.
    Şüphenin ruhu yaralaması ise daha sinsidir. Akla giren her şüphe, imanın sağlam kalesini içeriden sarsar. Yaratıcıya, dine, ahirete dair şüpheler, ruhu huzursuzluğa, kaygıya ve anlamsızlık hissine sürükler. Bu, modern çağın en yaygın hastalıklarından biridir. İnsan, inancının temelinden şüphe duymaya başladığında, hayatının dayandığı tüm manevi sütunlar sarsılır. Kalp ve ruh, bu şüphelerin oluşturduğu boşluk ve ıstırapla dolar.
    Bu makalenin tarihi ve ibretli boyutu, insanoğlunun tarih boyunca yaptığı hataların, sadece dış dünyada değil, kendi iç dünyasında da yıkıma yol açtığını göstermesidir. Bencillik, kıskançlık, hırs gibi günahlar, kişiyi içten içe kemirirken, şüpheler de onun manevi direncini kırar. Kurtuluş yolu, bu yaraların farkında olmak ve onları tedavi etmeye çalışmaktır. Bu tedavi, samimi bir tövbe, doğru bilgiyle şüpheleri giderme ve manevi bir hayatı benimseme çabasıyla mümkündür.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “İşlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar” sözünü inceler. Günahların ve şüphelerin, insanın manevi yapısında, özellikle kalbinde ve ruhunda kalıcı hasarlar bıraktığını açıklar. Bu manevi yaraların, vicdanı körelttiğini, imanı zayıflattığını ve huzursuzluğa yol açtığını vurgular. Makale, bu yaraların farkında olmanın ve onları tedavi etmenin önemine dikkat çeker.

    3. Dinde ve Kahramanlıkta Ecdadın Vârisliği

    > Metin: “Bizler dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.”
    > (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat – 605)
    >
    Bu tarihi ve coşkulu ifade, sadece bir siyasi slogan değil, aynı zamanda manevi ve kültürel bir sorumluluk beyannamesidir. Bediüzzaman, genç kuşaklara seslenerek, onların sadece dindar değil, aynı zamanda ecdadları gibi kahraman olmaları gerektiğini belirtir. Bu, tarihin sadece kuru bir bilgi yığını olmadığını, aksine gelecek nesiller için birer ilham ve eylem kaynağı olduğunu gösterir.
    Dinde vârislik, ataların bıraktığı manevi mirasa sahip çıkmak, onu korumak ve yaşatmaktır. Bu miras, sadece şekli ibadetlerden ibaret değildir; aynı zamanda adalet, merhamet, doğruluk ve dürüstlük gibi evrensel ahlaki değerleri ihtiva eder. Ecdadımız, bu değerleri sadece kendi hayatlarına uygulamakla kalmamış, bu değerler üzerine büyük medeniyetler ve devletler inşa etmiştir. Dini mirasa sahip çıkmak, bu değerleri günümüz dünyasında yeniden canlandırmak ve onlara yeni bir ruh katmaktır.
    Kahramanlıkta vârislik ise, bu dini değerleri savunmak, korumak ve yaymak için gösterilen cesaret ve fedakarlıktır. Tarih, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda ve daha nice mücadelede, inancını ve vatanını savunmak için canını feda eden kahramanların hikayeleriyle doludur. Onlar, sadece fiziki bir düşmana karşı değil, aynı zamanda manevi değerleri yok etmeye çalışan her türlü tehdide karşı da mücadele etmişlerdir. Bediüzzaman, bu ruhun ve cesaretin modern çağda da devam etmesi gerektiğini belirtir.
    Bu makalenin en önemli ibretli yönü, din ve kahramanlığın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğidir. Gerçek kahramanlık, sadece kaba kuvvet veya savaş meydanlarında gösterilen cesaretle sınırlı değildir. Aynı zamanda, çağın manevi ve fikri meydan okumalarına karşı durmak, hakikati savunmak ve zulme karşı çıkmak da bir kahramanlıktır. Bu ifade, bizlere sadece geçmişimizle gurur duymayı değil, aynı zamanda o mirası geleceğe taşımak için harekete geçme sorumluluğunu yükler.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman’ın “Bizler dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz” sözünü inceler. Genç nesillerin, sadece dini değerleri yaşamakla kalmayıp, aynı zamanda ataları gibi cesaret, fedakarlık ve adaleti savunma sorumluluğuna sahip olduğunu vurgular. Bu makale, gerçek kahramanlığın, inancın korunması ve yayılması için gösterilen manevi ve fikri mücadeleyi de ihtiva ettiğini belirtir.

    4. Fani Dünyanın İmtihanı ve Sonsuzluk Arzusu

    > Metin: “AKLINI BAŞINA AL. Sen ve hususi dünyan, daimi zeval ve fena darbesine maruzsunuz.”
    > (Risale-i Nur Külliyatı’ndan)
    >
    Bu makale, insana en temel ve en acı verici gerçeği, fâniliği (geçiciliği) ve fenayı (yok oluşu) hatırlatır. Bediüzzaman, bu gerçeği görmezden gelenlere “Aklını başına al” diye seslenir. Bu ifade, bir uyarı ve bir davettir; bizi, geçici zevklerin ve dünya hayatının aldatıcılığının ötesine bakmaya çağırır.
    İnsan ve onun hususi dünyası, yani evi, malı, sevdikleri ve hatta kendi bedeni, daimi bir zeval ve fena darbesine maruzdur. Her geçen saniye, her geçen gün, zamanın acımasız darbesiyle her şey eskir, solar ve yok olur. Bir zamanlar güçlü olanlar zayıflar, güzel olanlar çirkinleşir, canlı olanlar ölür. Bu, bir karamsarlık ifadesi değil, aksine hayatın gerçek yapısını idrak etme çağrısıdır. Bu gerçeği anlamadan, insan, hayatını boş bir çaba ve anlamsız bir koşuşturma içinde geçirir.
    Bu makalenin tarihi ve ibretli boyutu, bütün medeniyetlerin ve imparatorlukların, eninde sonunda yıkılmaya mahkûm oluşudur. Kudretli krallar, zenginler, bilginler ve sanatçılar, hepsi zamanın darbesiyle tarihin tozlu sayfalarında birer hatıra olmuştur. Bu durum, bize dünya hayatının sadece bir imtihan sahnesi olduğunu gösterir. Gerçek başarı, bu fani dünyada kalıcı bir iz bırakmak değil, ebedi olan bir hayata yatırım yapmaktır.
    Bu düşündürücü metin, insanı bir kayıktan farksız görür. Fırtınalı bir denizde sürüklenen bu kayık, bir gün batmaya mahkûmdur. Ancak bu bilginin farkına varanlar, kayığın içindeki geçici eşyalara değil, onu kurtaracak olan ebedi limana odaklanırlar. Gerçek huzur ve mutluluk, bu fani dünyanın aldatıcılığından sıyrılarak, sonsuzluk ve ebediyet için çaba göstermekte yatar.

    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimi zeval ve fena darbesine maruzsunuz” sözünü inceler. İnsanın ve onun dünyasının fani ve geçici olduğunu vurgular. Bu gerçekliğin farkına varmanın, hayatın anlamsızlığını ve boşluğunu gidermek için bir motivasyon kaynağı olduğunu açıklar. Makale, insanın gerçek başarısının, fani dünyaya değil, ebedi olan bir hayata yatırım yapmakla mümkün olduğunu belirtir.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 18th, 2025