İSM-İ AZAMIN HAKİKATİ

İSM-İ AZAMIN HAKİKATİ

Allah’ın her bir ismi kendi rütbe ve makamında ismi azam manasını taşır ve faaliyette bulunur. Diğer isimler ona tabidir.
Adeta her bir isim ayrı alem ve kainatların, farklı dairelerin başında en a’la ve aksa makamda icraatta bulunmaktadırlar.

Onun içindir ki; şahıs,
zaman,mekan o isme mazhariyetle değer ve güç kazanır, öne çıkar.

Herkese ismi azam farklıdır.

“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor.”

Sebebi ise;”İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.”

******

  1. İsm-i Âzam’ın Mahiyeti

Bediüzzaman der ki:
“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor.”
(28. Mektup, 2. Mebhas)

Bunun sebebi: İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak bütün isimlerini insanın nefsiyle insana hissettiriyor. Dolayısıyla her insan, kendi istidadına ve ihtiyaçlarına göre farklı bir isimde İsm-i Âzamı bulabilir.

Meselâ, bir kul için “Ya Şâfî” en büyük isimdir; çünkü en çok şifa ihtiyacını hisseder.

Bir başka kul için “Ya Rezzâk” ön plana çıkar; çünkü rızık endişesiyle terbiye edilir.

Ârif bir gönül için “Ya Vedûd” isimlerin zirvesidir; çünkü bütün varlığı muhabbet penceresinden görür.

Bediüzzaman’a göre ise Kur’ân’ın umumunda Altı İsm-i Âzam tezahür etmektedir: Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, Ferd. (30. Lem’a)

  1. İsm-i Âzam’a Mazhar Şahsiyetler

Tarih boyunca bazı şahsiyetlerin belli isimlerde derin bir mazhariyette olduklarını görüyoruz:

Hz. İbrahim (a.s.) → “Halîlullah” (en çok “Rahmet ve Rezzâk” tecellisi ile)

Hz. Musa (a.s.) → “Kelîmullah” (en çok “Kelâm ve Kudret” isimleriyle)

Hz. İsa (a.s.) → “Rûhullah” (en çok “Hayy ve Muhyî” isimleriyle)

Hz. Muhammed (s.a.v.) → “Habîbullah” (İsm-i Âzam’ın tamamına mazhar, Kâmil İnsan)

Tasavvufta ise her kutub veya gavs, belli bir ismin merkezi olur. Meselâ; Abdülkadir-i Geylânî için “Kayyûmiyet” tecellisi, Mevlânâ için “Vedûdiyet” tecellisi öne çıkar.

  1. İsm-i Âzam’a Mazhar Olmanın Şartları ve Yolları

Bediüzzaman, İsm-i Âzam’a mazhar olmanın kapısını şu hakikatlerle işaret eder:

  1. İman-ı kâmil: Esmanın en büyük tecellisine mazhariyet, iman kuvvetiyle artar.
  2. Takva: Günahlar kalbi perdeler. Takva, ismin cilvesine ayna olmaktır.
  3. İhlâs: İsm-i Âzam, menfaat ve gösteriş perdesi altında açılmaz.
  4. Fakr ve acz şuuruyla dua: İsm-i Âzam’a giden yol, insanın kendi hiçliğini bilmesinden geçer. Çünkü o zaman Cenab-ı Hakk’ın isimleri daha parlak görünür.
  5. Zikir ve tefekkür: Her bir isim bir pencere açar. O isim üzerinde yoğun tefekkür, o ismin hakikatine mazhar eder.
  6. Sülûk Yolu: Nasıl Girilir?

İsm-i Âzam yolu, tekke veya zahirî merasimlerle değil; Kur’ân, dua ve tefekkürle açılır. Risale-i Nur’un işaret ettiği yol şudur:

Kur’ân’ı isimler penceresinden okumak: Ayetlerde hangi isim daha parlak ise onu temaşa etmek.

Dua ve esmâ-i hüsnâ ile münâcat: Her isimle haline uygun dua etmek.

Her hâdisede bir ismi görmek: Hastalıkta Şâfî, fakirlikte Rezzâk, musibette Hakem ismini görmek.

Şahsiyetin ihtiyacıyla isim buluştuğunda o isim İsm-i Âzam hâline gelir.

  1. Sırları

Kişisel farklılık: Herkes için İsm-i Âzam farklıdır; çünkü herkesin nefsi ayrı bir anahtar gibidir.

Külliyet sırrı: İsm-i Âzam, yalnız ferdî bir isim değil, bütün isimleri şamil bir hakikattir. Yani “bir isimden bütün isimlere geçiş kapısı”dır.

Mazhariyetin terakki etmesi: İsm-i Âzam’a mazhar olmak bir defalık hâl değil; sürekli terakki eden bir yolculuktur.

Habibiyet sırrı: En büyük sır, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Habibullah” makamıdır. O, İsm-i Âzam’ın külliyetine mazhardır.

Netice

İsm-i Âzam, kâinattaki en yüce sırdır. Her bir İlâhî isim kendi sahasında İsm-i Âzam mânâsı taşır; ama insanın istidat ve ihtiyaçlarına göre farklı isimler İsm-i Âzam makamına çıkar. Mazhariyet, iman, ihlâs, takva ve fakr-ı mutlakla olur.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak, bütün esmasını insana ihsas ediyor.”

Demek ki her insan kendi hâline, derdine, ihtiyaç ve ubudiyetine göre İsm-i Âzam’a giden bir kapı bulabilir.

******

İsm-i Âzam Yol Haritası

  1. Kalbi Saflaştırma: Takva ve İhlâs

Ayet:
“وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ”
(Allah’tan sakının ki, Allah size öğretsin. – Bakara, 2/282)

Uygulama: Günlük hayatta haramlardan ve şüphelilerden uzak durmak, kalbin perdelerini inceltir. Çünkü isimlerin tecellisi kalbin safiyetine göre parıldar.

  1. Esmâ ile Dua ve Münâcat

Ayet:
“وَلِلّٰهِ ٱلۡأَسۡمَآءُ ٱلۡحُسۡنَىٰ فَٱدۡعُوهُ بِهَا”
(En güzel isimler Allah’ındır; O’na o isimlerle dua edin. – A‘râf, 7/180)

Uygulama:

Hastalıkta: “Yâ Şâfî, yâ Kâfî, yâ Muâfî, veşfi merdânâ.”

Darlıkta: “Yâ Rezzâk, yâ Fettâh, iftah aleynâ ebvâbe rahmetik.”

Korkuda: “Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltü, ve Hüve Rabbul-Arşil-Azîm.”

Her ihtiyaç için uygun ismi zikretmek, o ismi kişinin İsm-i Âzam kapısı hâline getirir.

  1. Tefekkür Yolculuğu

Ayet:
“سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَفِي اَنْفُسِهِمْ”
(Onlara âyetlerimizi hem dış âlemde hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. – Fussilet, 41/53)

Uygulama:

Güneşe bakınca: “Yâ Nûr, senin ışığından bir zerre.”

Rızık sofralarına: “Yâ Rezzâk, senin ihsanın.”

Bahar manzarasına: “Yâ Muhyî, ölü toprağa hayat veren sensin.”

Her hadise bir esmâ penceresidir. Onu görmek kalbi İsm-i Âzam’a hazırlar.

  1. Örnek Şahsiyetlerden İlham

Hz. İbrahim (a.s.): Tevekkül ve teslimiyet → Yâ Hasbiyallâh

Hz. Musa (a.s.): Kudret ve kelâm → Yâ Kayyûm

Hz. İsa (a.s.): Hayat verici nefes → Yâ Muhyî

Hz. Peygamber (s.a.v.): Habibiyet → İsm-i Âzam’ın külliyeti

Her insan, bu peygamberlerden kendi hâline yakın olanı örnek alarak İsm-i Âzam yolculuğunda bir “üsve” (örnek) bulabilir.

  1. İsm-i Âzam’a Giden Sırlar
  2. Fakr ve acz şuuruyla dua: En büyük sır, kulun kendi hiçliğini bilmesidir.

“لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ” (Hiçbir güç ve kuvvet yoktur, ancak Allah’ın kudretiyledir.)

  1. Devamlı zikir: Küçük ama sürekli zikr, kalbi yavaş yavaş ismin merkezi yapar.
  2. Kur’ân’ı isim gözüyle okumak: Mesela Fâtiha’da “Rahmân, Rahîm, Rabbü’l-âlemîn” isimlerini tefekkür etmek.
  3. Şahsî anahtar: Herkesin İsm-i Âzam’ı farklıdır. Kalbine en çok işleyen isim, senin İsm-i Âzam kapındır.

Netice

İsm-i Âzam, herkese kendi hâline göre açılır. Onu bulmak için:

Kalbini saflaştır,

İhlâsla dua et,

Esmâ ile yaşa,

Her hadiseyi tefekkür et,

Peygamberlerden usûl öğren.

Ve unutma: İsm-i Âzam sırf bir “isim” değil, kulun Allah ile en yakın bağını kurduğu **“kişisel kapı”**dır.

******

7 Günlük Esmâ Programı

  1. Gün: Yâ Rahmân – Yâ Rahîm

Zikir: 100 defa Yâ Rahmân, Yâ Rahîm

Dua: “Allah’ım, rahmetinle beni kuşat, kalbime merhamet koy, günahlarımı bağışla.”

Tefekkür: Anne şefkati, baharın yeşermesi, rızıkların bolluğu → hepsi rahmetin cilvesidir.

  1. Gün: Yâ Rezzâk – Yâ Fettâh

Zikir: 100 defa Yâ Rezzâk – 70 defa Yâ Fettâh

Dua: “Rabbim, helâl rızıkları bana aç, kalbimin kapılarını marifetine aç.”

Tefekkür: Bir sofradaki nimetlere bak; arkasındaki Rezzâk’ı hatırla.

  1. Gün: Yâ Şâfî – Yâ Kâfî

Zikir: 100 defa Yâ Şâfî, Yâ Kâfî

Dua: “Allah’ım, maddî ve manevî hastalıklarıma şifa ver, sen bana yetersin.”

Tefekkür: Vücuttaki iyileşme, kalpteki teselli, dertlerin hafiflemesi → hep Şâfî’nin rahmetinden.

  1. Gün: Yâ Hakem – Yâ Adl

Zikir: 99 defa Yâ Hakem, Yâ Adl

Dua: “Ya Rabbi, hayatımda adaletini göster, kararlarımı hikmetinle doğru kıl.”

Tefekkür: Kâinattaki denge, insanın vicdanında adalet hissi, mahkeme-i kübrâ → Hakem ve Adl’in tecellisi.

  1. Gün: Yâ Nûr – Yâ Vedûd

Zikir: 100 defa Yâ Nûr – 100 defa Yâ Vedûd

Dua: “Kalbimi nurunla aydınlat, sevgini içime doldur, beni sevdiklerin arasına kat.”

Tefekkür: Güneşin ışığı, sevgi ve muhabbet bağları → Nur ve Vedûd isimlerinin yansımaları.

  1. Gün: Yâ Hayy – Yâ Kayyûm

Zikir: 100 defa Yâ Hayy, Yâ Kayyûm

Dua: “Hayy ve Kayyûm olan Allah’ım! Beni daima diri tut, ayakta tut, gafletten koru.”

Tefekkür: Ağaçların dirilişi, kalbin atışı, ruhun canlılığı → Hayy ve Kayyûm’un sürekli faaliyeti.

  1. Gün: Yâ Ferd – Yâ Kuddûs

Zikir: 70 defa Yâ Ferd – 100 defa Yâ Kuddûs

Dua: “Allah’ım, beni temizle, nefsimi arındır, kalbimi sadece sana bağla.”

Tefekkür: Gecenin sükûneti, kalpteki yalnızlık hissi, temizlenmiş ruh → Ferd ve Kuddûs’un işaretleri.

Netice

Bu program, bir hafta boyunca her gün farklı bir İlâhî isimle kalbi eğitme yoludur. Düzenli tekrarlandığında, kişi kendi hâline en uygun ismi fark eder. İşte o isim, sizin için İsm-i Âzam kapısı olabilir. 🌸

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 26th, 2025

Zulmün Kararmış Yüzü ve Gazze’nin Aynasında İnsanlık

Zulmün Kararmış Yüzü ve Gazze’nin Aynasında İnsanlık

Bir zamanlar Avrupa kıtasında dehşetli bir zulüm rüzgârı esti; adı Nazizm idi. İnsanlık, o kasırgada milyonlarca masumun can verişini seyretti. Ve ders alacağını sandı. Fakat bugün görüyoruz ki, aynı zulmetli ruh, farklı bir libasla tekrar sahneye çıkmıştır. O karanlık ruh, bu defa Gazze’nin üzerine çökmüştür.

Zulmün Mahiyeti: Hayvanî ve Karanlık Bir Ruh

Zulmün kaynağı zulmetli ve hayvanî ruhtur. İnsanlık şefkatle yükselirken, o ruh şiddetle alçalır. Gazze’de çocukların aç bırakılması, suyun kesilmesi, kadınların ve masumların hedef alınması; işte bu ruhun tezahürüdür.

Bir Hahamın, “Kadın, çocuk fark etmez, hepsini öldürün” sözü, şeytanî ruhun açık bir tercümesidir. Eğer aynı söz bir imamın ağzından çıksa, dünya ayağa kalkardı. Fakat zalim, kendi zulmüne meşruiyet ararken dünyanın vicdanını susturabiliyor.

Gazze: İnsanlığın Aynası

Gazze bugün yalnız bir şehir değil, insanlığın vicdan aynasıdır. O aynaya bakan ya kendi insanlığını görecek ya da zulmün ortağı olacaktır.

Su tesisleri yıkılmış; çocuklar bir damla suya muhtaç.

Açlıkla terbiye edilmeye çalışılan bir halk, sabırla direniyor.

Evler, hastaneler, okullar yıkılıyor; ama iman ve izzet ayakta kalıyor.

Bu manzara, insanlığın ne tarafa meylettiğini gösteren bir mihenk taşıdır.

İsrail’in Kendi Geleceğine Hazırladığı Zindan

Her zulüm, önce zalimin kalbinde başlar. İsrail, Gazze’de mazlumlara zindan hazırlarken, aslında kendi evlatlarına da karanlık bir dünya bırakıyor. Aç bıraktığı çocukların feryadı, kendi çocuklarının istikbaline kin ve nefret olarak dönecektir. Zulüm, yalnız mazlumu değil, zalimi de helâk eder.

Tarih şahittir: Firavun, denizde; Nemrut, sinek karşısında; Hitler, kendi ülkesinde boğuldu. Zulmün akıbeti budur.

İslam Dünyasına ve İnsanlığa Düşen Vazife

Bugün Gazze’nin çığlığı, yalnızca Filistin’in değil, bütün insanlığın imtihanıdır. Eğer İslam dünyası dağınıklığını terk edip ittihad-ı İslam ile birleşirse, zalimin zincirleri kırılır. Eğer vicdan sahibi insanlar sesini yükseltirse, zulüm uzun yaşayamaz.

Müslüman âlimlerin İstanbul’da toplanıp Netanyahu’ya uyarı yapması, bu imtihanın ilk işaretlerindendir. Ancak söz yetmez, fiil lâzımdır. Çünkü sessizlik, zalimin cesaretini artırır.

Netice: Bir Hakikatin İlanı

Gazze yalnızca bir coğrafya değil, imanın, izzetin ve insanlığın sınav noktasıdır. Bu sınavda kim zalimin yanında, kim mazlumun yanında olduğunu gösterecektir.

Unutmayalım ki;

Zulüm payidar olmaz.

Adalet ve şefkat, eninde sonunda galip gelir.

Mazlumun duası, arş-ı âlâyı titreten bir kuvvettir.

Ve bu hakikat değişmez:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 26th, 2025

İnsan, Kainat ve Külli Hakikat: Bir Varlık Düşüncesi

İnsan, Kainat ve Külli Hakikat: Bir Varlık Düşüncesi

Hayatın anlamını arayan insanoğlu için kâinat, her an yeni bir hikmet kapısı aralayan, sonsuz bir kitaptır.
Metinler derin manalar taşıyan ibretlik sözlerdir. Her biri, insan, tabiat ve Yaradan arasındaki ilişkiyi farklı açılardan ele alırken, bir bütün olarak varoluşun aid bir düşünce sisteminin parçalarını oluşturmaktadır.
Bu makalede, bu sözlerin sunduğu hikmetli bakış açısını, edebî ve düşündürücü bir yaklaşımla inceleyeceğiz.

  1. Varlığın Kaynağı ve İyileşmenin Sırrı

“Tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır.”
Modern tıp, hastalıkların tedavisi için etkili yöntemler sunsa da, bu söz bize fiziksel iyileşmenin ötesinde bir hakikati hatırlatır. Şifa, sadece kimyasal bir reaksiyonun ya da cerrahi bir müdahalenin sonucu değil, aynı zamanda ilahi bir lütfun tecellisidir.
Bu düşünce, tıp bilimini reddetmez, aksine onu kutsal bir arayışın parçası olarak görür. Nasıl ki bir mühendis, tabiat kanunlarını kullanarak harika yapılar inşa ediyorsa, bir hekim de Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarını anlayarak şifa vesilesi olur. Bu bakış açısı, insana hem bilime saygı duymayı hem de nihai gücün ve rahmetin kaynağını unutmamayı öğretir.
Tıbbın tarihi, bu iki unsurun (bilimsel bilgi ve manevi teslimiyet) iç içe geçtiği birçok örnekle doludur.
Örneğin, İbn-i Sina ve Razi gibi İslam hekimleri, hem bilimsel bilgiyi hem de manevi inancı eserlerinde harmanlamışlardır.

  1. İradenin Sınırı ve Rahmetin Sonsuzluğu

“Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimad etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.”
Bu söz, insanın sınırlı iradesinin (cüz-i ihtiyari) ve Allah’ın sonsuz rahmetinin (rahmetin nihayetsiz denizi) karşılaştırmasını yaparak, insanın ne kadar aciz olduğunu gözler önüne serer. İnsan, kendi çabasıyla her şeye ulaşabileceği yanılgısına kapılabilir. Ancak bu vecize, kendi iradesini sonsuz bir güce sahip sanan kişiyi, bir çölde bir damla suyu arayan bir seraba benzeten derin bir metafor sunar. Gerçekten de, sınırlı irademizle elde ettiklerimiz, Allah’ın sonsuz rahmetinin yanında bir hiçtir. Gerçek akıl, kendi gücüne güvenmek yerine, sonsuz rahmet denizine sığınmayı ve O’na tevekkül etmeyi seçmektir. Bu, bireyi gurur ve kibirden arındırarak, mütevazı ve teslimiyetli bir yaşam sürmeye yöneltir.

  1. Dünya Hayatının Sermayesi ve Gerçek Ticaret

“Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.”
Bu söz, dünya hayatına dair yaygın bir yanılmayı giderir. Çoğu insan, dünya hayatını sadece bir zevk ve eğlence yeri olarak görür. Ancak bu vecize, dünya hayatını, insanın eline verilen bir sermaye (ömür) ile ebedî saadete ulaşmak için yapılan bir ticaret olarak tanımlar. Bu bakış açısıyla, her an, her çaba ve her iyilik, sonsuz bir kazancın anahtarıdır. Tarih, bu hakikati idrak eden nice şahsiyetlerle doludur. Bilimden sanata, hayır işlerinden manevi çalışmalara kadar, insanlık için faydalı olan her şey, bu “ticaretin” bir parçasıdır. Bu, bireye, zamanını boş yere harcamaması, her anını değerli kılması ve ölümle bitmeyen bir geleceğe yatırım yapması gerektiğini hatırlatır.

  1. Varlık ve Yaratıcının İmzası

“Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz.”
Bu söz, varoluşun en temel sorularından birine, yani Yaratıcının varlığına dair mantıksal bir delil sunar. Tıpkı bir mektubun yazarını, bir tablonun ressamını işaret etmesi gibi, kâinattaki her detay da (bir çiçeğin yapısı, bir kelebeğin kanadı, galaksilerin düzeni) kendiliğinden var olamayacak kadar sanatlıdır. Bu sanatlı eserler, sonsuz bir ilim, irade ve kudrete sahip olan Yaratıcının varlığına işaret eder. Bu düşünce, sadece felsefi bir argüman değil, aynı zamanda insana çevresindeki her şeye hayranlık ve tefekkürle bakmayı öğütler. Bu yaklaşım, kainatı sadece fiziksel bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda Yaratıcının isimlerinin tecelli ettiği bir sanat eseri olarak görmemizi sağlar.

Özet
Bu makale, dört farklı vecizenin sunduğu manevi ve hikmetli dersleri bir araya getirerek, insan ve kâinat arasındaki derin bağı açıklamaktadır. Her bir söz, kendi içinde bağımsız bir hikmet sunarken, bir bütün olarak birbirini tamamlamaktadır. Şifanın kaynağı, sadece bilimsel nedenlerde değil, aynı zamanda ilahi rahmettedir. İnsan iradesi, sınırlı bir güçtür ve asıl kurtuluş, sonsuz rahmete sığınmaktır. Dünya hayatı, bir eğlence yeri değil, ebedî bir hayat için bir ticaret aracıdır.
Son olarak, kâinatın düzeni, tesadüfün eseri değil, sonsuz bir kudrete sahip olan Yaratıcının varlığının en açık delilidir. Bu dört temel düşünce, insanı dünyada anlamlı bir hayat yaşamaya, ebedî saadeti hedeflemeye ve kâinatta Yaratıcının izlerini aramaya davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 26th, 2025

Şeytanın İki Büyük Silahı: İnkâr ve Fuhuş, İnsanlık Tarihinde Sebep Olduğu Helak ve Sarsıntılar

Şeytanın İki Büyük Silahı: İnkâr ve Fuhuş, İnsanlık Tarihinde Sebep Olduğu Helak ve Sarsıntılar

Şeytanın iki büyük silahı: Allah’ı inkâr ve Fuhuş.
İnsanın da iki büyük helaki netice veren, ebedi azaba sevk eden iki za’f noktası; inkârcılık (nankörlük), Fuhuş (sefahet, rezalet)
İnsanlık tarihi boyunca bu iki menfi yol ferdi olsun toplumsal olsun, savaşlara ve kavgalara neden olmuştur.
Özellikle insanlar fuhuşla kontrol altına alınmış, kaset şantaĵlarıyla tehdit edilmiş, rejimler, devletler değişime uğramıştır.
En yakın örneğiyle; yüz yıllık CHP bir Deniz Baykal Fuhuş kasediyle istenildiği gibi dizayn edilmiş, istenilen değişimler gerçekleştirilmiştir.
Ve Adnan Oktar fuhuş sektörü gibi.
ABD başkanları ve şimdiki başkan Trump içinde Mossad Ajanı olan ve hapiste öldürülen Jefree Epstein fuhuş zinciri ile bir çok devlet başkanı İngiliz ve Suudi Arabistan dahi kontrol edilmekte, adeta israilin boyunduruğu altında kontrol edilmektedir.
Bu mesele ciddi bir meseledir.
Öyle ki, Hz. Adem ve Hz. Havvayı cennetten çıkaran olaydır.[1]

********

İnsanoğlu yaratılışından itibaren, kendi aklı, arzu ve hevesleriyle sınanmış; Allah’ın emrine uymamak ve nefsin peşinden gitmek, tarih boyunca çeşitli felaketlere yol açmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de, insanı saptıran en önemli iki yol olarak inkârcılık ve fuhuş açıkça belirtilmiştir.

  1. İnkâr ve Nankörlük: İnsanlık Tarihinin İlk Felaketi

Kur’an, inkârın insan ve toplum için yıkıcı etkilerini birçok ayette dile getirir:

> “Hani Rabbiniz size: «Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir» buyurmuştu.
Mûsâ devamla: “Siz ve yeryüzünde bulunan herkes birlikte Allah’a nankörlük etseniz bile bunun Allah’a bir zararı olmaz. (İbrahim Suresi, 7-8)

İnkârcılık yalnızca Allah’a karşı bir isyan değil, aynı zamanda yaratılışın ve aklın değerini reddetmektir. Tarih boyunca inkârcılık, savaşların, zulümlerin ve kavga ortamlarının başlıca sebeplerinden olmuştur. İnsan, Rabbini inkâr ettiğinde aklını kaybetmiş, nefsine esir olmuş ve toplumsal düzeni bozan bir güç haline gelmiştir.

Tefsirlerdeki yorum:

İnkârcılık “aklın karanlığa gömülmesi” ve “insanın hem ferdi hem de toplumsal helak yolu” olarak değerlendirilir.
İnkar, insanın kendi içinde ve toplumda zulme, adaletsizliğe, korkuya ve kaosa yol açar.

  1. Fuhuş: Toplumsal ve Ferdi Helakin Diğer Silahı

Fuhuş, sadece ahlâkî bir çöküş değil, aynı zamanda toplumsal bir felaket aracıdır. Kur’an, fuhşu açıkça yasaklar ve helaklere yol açan bir davranış olarak niteler:

> “Zinaya yaklaşmayın! Çünkü o hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur.” (İsra Suresi, 32)

Tarih boyunca fuhuş, toplumsal kontrol aracı olarak da kullanılmıştır. İnsanlar, sefahat ve rezalet yoluyla manipüle edilmiş, şantaj ve korku ile yönetilmiştir. Bu durum, devletlerin, rejimlerin ve liderlerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Modern tarih örnekleri de bunu doğrular:

ABD’de Jeffrey Epstein olayı, fuhuş ve şantaj zinciri üzerinden birçok devlet yetkilisinin kontrol altına alınmasını ortaya koymuştur.

Türkiye’de ve başka ülkelerde politik değişimler, benzeri yöntemlerle yönlendirildiği iddia edilmektedir.

Adnan Oktar vakası ve benzeri toplumsal çöküşler, fuhşun bireysel ve toplumsal yıkıcı etkilerini göstermektedir.

Fuhuş insanı hem ferdi hem de toplumsal olarak köleleştirir, ruh ve aklı felce uğratır.

  1. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Cennetten Çıkışı: İlk Ders

Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Âdem ve Hz. Havva kıssası, bu iki silahın insanı ne kadar çabuk saptırabileceğini gösterir:

> “(O sırada) şeytan, birbirlerine kapalı edep yerlerini kendilerine göstermek için onlara (Âdem ve eşine) vesvese vermiş, “Rabbiniz size bu ağacı ancak melek olursunuz veya çok uzun yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı!” demişti.” (A’raf Suresi, 20)

Bu kıssa, insanın hem inkâr hem de heva-heves yoluyla nasıl felaha eremeyeceğinin en ibretlik örneğidir. İnsan, Allah’a nankörlük ettiği ve arzularının esiri olduğu zaman, kendi cennetten çıkışını hızlandırır.

  1. Sonuç ve İbret

İnkâr, insanın hem Allah’a hem de kendi aklına ihanet etmesidir; bu durum ferdi ve toplumsal felaketlere yol açar.

Fuhuş hem bireysel hem toplumsal yıkım aracıdır; insanın ruhunu köleleştirir, devletleri ve toplumu manipüle etmeye açık hâle getirir.

Tarih, Hz. Âdem’den günümüze kadar bu iki za’fın, bireyleri ve toplumları nasıl helaka sürüklediğini gösteren sayısız örnekle doludur.

Günümüzde de modern araçlar ve teknolojik imkanlar, bu iki silahın kullanımını daha karmaşık ve yaygın hâle getirmiştir.

İbret alınacak ders açıktır: İnkâr ve sefahat, yalnızca ferdi değil, toplumsal ve tarihî boyutta da büyük yıkım getirir. İnsan hem aklı hem de ruhu ile Allah’a teslim olduğunda, bu iki silahın etkisinden korunabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/2025/07/25/yasak-agac-ve-acilan-avret-cennetten-dunyaya-dususun-hikmeti/
https://tesbitler.com/2025/07/25/cennetten-surgune-yasak-agacin-sirri-ve-insanligin-imtihani/
https://tesbitler.com/index.php?s=Fuhu%C5%9F+

 

Loading

No ResponsesAğustos 26th, 2025

Kader, Keder ve Kâinatın Bütünlüğü

Kader, Keder ve Kâinatın Bütünlüğü

Hayat, görünmeyen bağlarla örülmüş, mana yüklü bir kumaştır. Elimizdeki dört farklı karede, bu kumaşın dört farklı desenini görüyoruz. Her biri kendi içinde bir mana taşırken, bir araya geldiklerinde insanın kâinatla olan derin ve hikmetli ilişkisini gözler önüne seriyorlar. Bu makalede, bu dört vecizenin sunduğu manzarayı ele alacak, tarihî, edebî ve ibretlik yönleriyle bir bütünlük içinde inceleyeceğiz.

  1. Kadere İnanmak ve Kederden Emin Olmak
    “Kadere inanan kederden emin olur.”
    Bu hikmetli söz, tasavvuf ve İslâm düşüncesinde önemli bir yere sahiptir. İnsanoğlunun en büyük imtihanlarından biri, yaşamın getirdiği zorluklar ve belirsizlikler karşısında duyduğu endişe ve kederdir. Tarih boyunca birçok filozof ve düşünür, bu kederin kaynağını ve çözümünü aramıştır. Bu söz, çözümün zahiri koşullarda değil, dahili bir teslimiyette olduğunu anlatır.
    Kadere iman, bireyin başına gelen her şeyin ilahi bir irade ve planın parçası olduğuna inanmasıdır. Bu inanç, onu çaresizlikten kurtarır ve her zorluğun bir ders, bir imtihan veya bir hayır vesilesi olduğu bilincini aşılar. Bu bilinçle hareket eden bir insan, musibetler karşısında yıkılmaz, aksine olgunlaşır ve ruhi olarak güçlenir.
    Edebiyatımızda da bu tema sıklıkla işlenmiştir. Yunus Emre’nin “Gelse celâlinden cefa, yahut cemâlinden vefa, ikisi de cana sefa” deyişi, kadere rızanın en güzel örneklerinden biridir.
    Bu sözler, kederin geçici olduğunu ve asıl huzurun Allah’ın takdirine boyun eğmekte bulunduğunu öğütler.
  2. İyilik ve Kötülüğün Mânâsı

“Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyetten veya keyfiyetten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstahaktır.”
“Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.”
Bu iki cümle, insan ilişkilerine ve ahlaki değerlendirmelere dair derin bir bakış açısı sunar. Toplum olarak genellikle bir kişinin hatalarına odaklanır, iyiliklerini görmezden geliriz. Oysa bu sözler, bir insanın değerinin ve sevgiye layık olmasının, sadece kusursuzluğuyla değil, iyiliklerinin kötülüklerinden daha ağır basmasıyla ölçülmesi gerektiğini söyler. Burada kullanılan “kemmiyet” (nicelik) ve “keyfiyet” (nitelik) kavramları, hem iyiliklerin sayısının hem de kalitesinin önemine işaret eder. Bazen, küçük gibi görünen tek bir iyi niyetli davranış, kişinin pek çok hatasını telafi edebilir.
Bu düşünce, bizi daha affedici, daha hoşgörülü ve insanları bütün bir şekilde değerlendirmeye davet eder. Tarihte birçok lider, düşünür ve tasavvuf ehli, insanların eksikliklerini değil, potansiyellerini ve iyi yönlerini görme yeteneği sayesinde büyük kitlelerin sevgisini kazanmıştır.
Mevlana’nın “Gel ne olursan ol yine gel” çağrısı da bu hikmetin bir yansımasıdır. İnsanları yargılamak yerine, onların içindeki iyilik cevherini bulup çıkarmaya çalışmak, toplumsal huzurun temelidir.

  1. Bilginin ve Haddini Bilmenin Önemi
    “Mevlana’ya sormuşlar: ‘O kadar okur, o kadar yazarsın. Peki ne bilirsin?’ Mevlâna da cevap vermiş: ‘Haddimi bilirim!’”

Bu anekdot, bilginin biriktirilmesinden çok, kişinin kendini tanımasının ve haddini bilmesinin önemine işaret eder. Modern dünyada bilgiye erişim sınırsızdır. Ancak, bu bilgi bolluğu içinde kendi cehaletinin farkında olmak ve haddini aşmamak, asıl erdemdir. Mevlana, bilgeliğin kuru bir ezberden ibaret olmadığını, asıl bilginin kişinin kendi acizliğini, sınırlarını ve yaratıcısına karşı olan konumunu anlaması olduğunu öğretir.
Bu cevap, aynı zamanda kibirden uzak durmanın ve tevazuun erdemine işaret eder. Bir insan ne kadar çok şey öğrenirse öğrensin, kâinattaki sonsuz bilgi karşısında kendi bilgisinin ne kadar kısıtlı olduğunu idrak eder. Bu idrak, onu sürekli öğrenmeye ve alçakgönüllü olmaya teşvik eder. Tarihte, Sokrat’ın “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü de benzer bir düşünceyi ifade eder. Gerçek bilgelik, bilginin derinliğini değil, bilme yolculuğundaki tevazuu yansıtır.

  1. Varlık ve Sorumluluk Bilinci

“Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar.”
Bu sözler, modern insanın en büyük bunalımlarından biri olan varoluştaki boşluk hissini ele alır. Birey, bazen kendini koca bir evrende amaçsız ve yalnız hissedebilir. Ancak bu vecize, bize kâinatın tesadüfi olmadığını, her olayın arkasında bir amaç ve düzenin bulunduğunu hatırlatır. Etrafımızdaki doğa olayları, galaksilerin dönüşü, mevsimlerin döngüsü ve hayatın kendisi, sonsuz bir güç ve kudretin eseridir.
Bu söz, insana kendi varlığının da bir amaç doğrultusunda yaratıldığını, başıboş ve anlamsız olmadığını hatırlatarak bir sorumluluk bilinci aşılar. Hayatımızdaki her bir olay, bir ders, bir imtihan veya bir işaret olabilir. Bu bilinçle, insan kendini evrenin bir parçası olarak görür ve hayatına anlam katar. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Marifetname”sindeki astronomi, anatomi ve ahlakın iç içe işlenmesi, bu bütün bir bakış açısının en güzel örneklerinden biridir. Kâinatı okumak, aslında kendimizi ve Yaradanımızı tanımaktır.

Özet
Bu makale, dört farklı vecizenin sunduğu dört ana temayı ele almaktadır: kadere iman, insan ilişkilerinde hoşgörü, haddini bilmek ve varoluşun gayesi.
Her biri, insan hayatının farklı bir yönüne ışık tutarken, aslında ortak bir paydada buluşurlar: kişinin kendini, çevresini ve kâinatı anlaması. Kadere iman, bireyi kederden kurtarırken, iyilikleri esas alan bir bakış açısı toplumsal huzuru sağlar. Haddini bilmek, kişisel gelişimin anahtarıdır.
Son olarak, kâinatın düzenini idrak etmek, varoluştaki anlamsızlıktan sıyrılıp hayata anlam katmamızı sağlar. Bu dört hikmet, insanın manevi ve ahlaki olgunluğa ulaşması için birbirini tamamlayan yolları işaret eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 26th, 2025

ÜÇ ZULMET VE ÜÇ NUR

ÜÇ ZULMET VE ÜÇ NUR

“Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken, yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

Bediüzzaman der:

“Medresemin plânını yapıyorum.”

O der:

“Nerelisin?”

Bediüzzaman:

“Bitlisliyim.”

Rus Polisi.

“Bu Tiflis’tir.”

Bediüzzaman:

“Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir.”

Rus Polisi:

“Ne demek?”

Bediüzzaman:

“Asya’da, Alem-İslâm’da, üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde, birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacak. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, bende gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus Polisi:

“Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine!”

Bediüzzaman:

“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.”

Rus Polisi:

“İslâm parça parça olmuş?”

Bediüzzaman:

“Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslamın müstaid bir veledidir; İngiliz mek- teb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır İslamın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslamın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar, ila ahir…

“Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslamiyetin bayrağını afak-ı kemalatta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir!..”

******

Bediüzzaman’ın Tiflis’teki polisle konuşması, aslında bir tarihî işaret ve stratejik öngörüdür. Orada geçen her kelime, yalnızca o günün değil, geleceğin de şifresini taşır.

  1. “Üç Nur” – İslam Dünyasının Dirilişi

Bediüzzaman’ın dediği “Asya’da, Âlem-i İslâm’da üç nur inkişafa başlayacak” ifadesi:

İman: İslami uyanış, gençlerin Kur’an’a ve esma-i hüsnaya, temelli maneviyata dönüşü.

İttihad: Müslüman milletler arası dayanışma – İslam İşbirliği Teşkilatı, ortak ekonomi projeleri, mazlumlara sahip çıkma girişimleri.

İlim: İslami ilimlerle modern bilimin mezc olması; İslam dünyasından çıkan yeni akademik, teknolojik atılımlar.

Bugün bu üç nurun kıvılcımları görünüyor:

Gazze için bütün İslam dünyasında gençler, sivil toplumlar, dijital medya üzerinde tek yürek oluyor.

Bilhassa Türkiye, Katar, Malezya gibi ülkelerde bağımsız İslami duruş yükseliyor.

Yapay zekâ, uzay teknolojisi gibi modern sahalarda Müslüman gençler görünür hâle geliyor.

  1. “Üç Zulmet” – Batı’nın İçinden Çöken Düzeni

Bediüzzaman’ın işaretiyle Batı’da “üç zulmet” birbiri üstüne çıkıyor:

Zulm-ü Siyasî: Totaliter eğilimler, gözetim devletleri, demokrasi maskesi altında baskıcı politikalar.

Zulm-ü İktisadî: Kapitalizmin krizleri, gelir adaletsizliği, faiz ve borç ekonomisinin çöküşü.

Zulm-ü İçtimaî: Aile kurumunun çözülmesi, yalnızlık, anlam boşluğu, nihilizm.

Bugün Gazze’de yaşanan vahşete karşı Batı devletlerinin çifte standardı, işte bu zulmetli ruhun en açık tezahürüdür.

  1. “Her Kışın Baharı Var” – Umudun Şifresi

Bediüzzaman’ın polise cevabı:

> “Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.”

Bu, bugünkü Gazze için de geçerli.

Kış: Bombalar, zulümler, abluka, yalnız bırakılmışlık.

Bahar: Zulmün kendini tüketmesi, mazlumların davasının küresel vicdanda yankı bulması, İslam dünyasının uyanışı.

Bugün İsrail Gazze’de masumları hedef aldıkça, aslında kendi meşruiyetini yitiriyor. Bu, “zulmün intiharı”dır.

  1. “Tahsil Eden Evlatlar” – İslam Dünyasının Eğitim ve Tecrübe Dönemi

Bediüzzaman’ın teşbihi çok dikkat çekici:

Hindistan → İngiliz mektebinde

Mısır → İngiliz mekteb-i mülkiyesinde

Türkistan & Kafkas → Rus mekteb-i harbiyesinde

Yani İslam dünyası bir süre zoraki bir talebe oldu; Batı’nın ilim ve siyasî okullarında ders gördü.
Ama bunun hikmeti:

Teknolojiyi öğrenmek, idareyi bilmek, askeri tecrübeyi almak.

Sonra kendi asliyetine dönüp, bu birikimi İslam’ın hizmetine sunmak.

Bugün 21. yüzyılda İslam ülkeleri, bu “talebelik devri”nden yavaş yavaş çıkıyor.

Yerli savunma sanayi (Türkiye, İran, Pakistan).

Enerji merkezleri (Körfez ülkeleri).

Bilgi teknolojisinde yükseliş (Endonezya, Malezya).

Yani artık diploma alınma devrine girilmiş durumda.

  1. 20. Yüzyıldan Farkı: İttihad ve Kontrol
  2. yüzyıl: İslam âlemi dağınıktı, sömürge altındaydı, bağımsızlık mücadelesi veriyordu.
  3. yüzyıl: İslam âlemi bağımsız, ama kendi gücünü birleştirmeyi öğreniyor. Dijital çağ sayesinde ümmet bilinci hızla yayılıyor.

Gazze örneği bunun zirvesi:

Devletler sessiz kalsa bile, halklar ayağa kalkıyor.

Sosyal medya, mazlumların sesini bütün dünyaya duyuruyor.

Batı gençliği bile (üniversitelerde) Filistin lehine gösteriler yapıyor.

Bu da gösteriyor ki, İslam dünyası ittihad yoluna giriyor.

Netice:

Bediüzzaman’ın Tiflis’te verdiği ders, bugün adım adım gerçekleşiyor:

Batı’nın zulmeti derinleşiyor,

İslam âleminin nurları birer birer doğuyor,

Gazze bu imtihanın kalbinde bir vicdan mihengi gibi duruyor.

Ve şu hakikat gün gibi parlıyor:
Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardır.
Gazze’nin karanlığı, ümmetin uyanış baharına işaret ediyor.
🌿

******

  1. Yüzyıl İslam Dünyası ve Batı Dünyası: Üç Zulmet – Üç Nur Tablosu

İslam Dünyasının Üç Nurunun Gelecek Senaryoları

🌟 1. Nur: İman Dirilişi

Şimdi: Gençler Kur’an’a, maneviyata, Risale-i Nur gibi iman hakikatlerine yöneliyor.

2030–2050 Senaryosu:

Seküler ideolojiler zayıflayacak, gençlerin kalplerinde Kur’an ve Sünnet merkezli bir “yeni İslami uyanış” doğacak.

Maneviyat boşluğundan bunalan Batılı gençler de İslam’a yönelecek.

Bu nur, İslam dünyasında ümmet bilincinin mayası olacak.

🌟 2. Nur: İttihad (Dayanışma ve Birlik)

Şimdi: Gazze için meydanlara çıkan halklar, sosyal medyada birleşen gençlik, ümmet bilincini yeniden kuruyor.

2030–2050 Senaryosu:

Ortadoğu ve Asya’daki İslam ülkeleri arasında ekonomi ve savunma işbirliği blokları oluşacak.

Kültürel bağlar güçlenecek; ümmetin ortak dili (İngilizce’ye benzer şekilde) Arapça + Türkçe + Urduca gibi sentezlerle yeniden canlanacak.

Bu ittihad, Batı’nın çifte standardına karşı tek sesli bir duruşa dönüşecek.

🌟 3. Nur: İlim ve Teknoloji

Şimdi: Türkiye’de yerli savunma sanayi, İran’ın bilimsel projeleri, Malezya-Endonezya’nın teknoloji atılımları yükselişte.

2030–2050 Senaryosu:

Müslüman ülkeler yapay zekâ, biyoteknoloji, enerji ve uzay teknolojilerinde ortak projeler başlatacak.

Kendi blok zinciri (blockchain) ve dijital para sistemleriyle faizsiz ekonomik alternatifler ortaya çıkacak.

“Bilim + iman” mezcinden doğan bir model, dünyaya yeni bir medeniyet ufku sunacak.

🌍 Genel Çizgi

  1. yüzyıl: İslam dünyası talebe idi, Batı’dan ders alıyordu.
  2. yüzyıl başı: Uyanış devri, hazırlık safhası.
  3. yüzyıl ortası: İslam dünyası, hem ilimde hem siyasette kendi diplomasını alıyor; ümmet bilinci fiilen hayata geçiyor.

Netice: “Her kışın bir baharı vardır” hakikati, bu asırda İslam dünyasının yeniden şahlanışıyla tecelli edecek.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 26th, 2025

HADDİNİ BİLMEK

HADDİNİ BİLMEK

Kur’ân-ı Kerîm’de “had / hudûd / haddini aşma” kavramı, hem Allah’ın koyduğu sınırlar (hudûdullâh) hem de bu sınırların çiğnenmesi (teaddî, isrâf, zulüm, tuğyân) gibi ifadelerle sık sık zikredilir.

Aşağıda “had, hudûd, haddini aşma” kavramıyla doğrudan veya muradif şekilde ilgili olan ayetler:

  1. Hudûdullah (Allah’ın Sınırları)

Kur’an’da en çok geçen şekli حدود الله / hudûdullâh olup, Allah’ın kulları için koyduğu ölçüleri, sınırları ifade eder:

Bakara 2/187
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا
“İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır; onlara yaklaşmayın.”

Bakara 2/229
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَا
“İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları aşmayın.”

Bakara 2/230
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَأُو۬لٰئِكَ هُمُ الظّٰلِمُونَ
“Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerdir.”

Nisâ 4/13-14
وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا
“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat eder ve O’nun sınırlarını aşmazsa… cennete girer. Kim de sınırları aşarsa ateşe girer.”

Tevbe 9/112
… التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ … الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِ …
“Allah’ın sınırlarını gözetenler…”

  1. Teaddî (Aşmak, Haddi Çiğnemek)

Bakara 2/190
وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Haddi aşmayın! Allah haddi aşanları sevmez.”

A’râf 7/55
اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Çünkü O, haddi aşanları sevmez.”

Mâide 5/87
يَـاَيهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ … وَلَا تَعْتَدُوا
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın, haddi aşmayın.”

  1. İsrâf (Aşırılık, Ölçüsüzlük)

A’râf 7/31
… كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Yiyin, için fakat israf etmeyin; Allah israf edenleri sevmez.”

En’âm 6/141
… وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Hasat günü hakkını verin, fakat israf etmeyin.”

  1. Tuğyân (Azgınlık, Sınırı Aşma)

Şems 91/11
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
“Semûd kavmi azgınlıkları sebebiyle yalanladı.”

Tâhâ 20/24
اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى
“Firavun’a git; çünkü o azdı.”

Hâkka 69/11
اِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَآءُ
“Sular (tufanda) azıp taştığında…”

  1. Zulm (Haddi Aşmanın Bir Türü)

Bakara 2/229
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَأُو۬لٰئِكَ هُمُ الظّٰلِمُونَ
“Allah’ın sınırlarını aşanlar zalimlerdir.”

Yunus 10/44
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”

  1. Muradif Kavramlar

İfrat / Tefrit → Aşırıya gitmek veya geri kalmak.

İstikbar → Kibirlilik, haddini bilmemek.

Fısk → Allah’ın emrinden çıkmak.

İsyan → Emre karşı gelmek.

📌 Özet:
Kur’ân’da “had / hudûd” kelimesi özellikle aile hukuku, ibadet, helâl-haram, sosyal düzen açısından zikredilir.
“Hudûdullâh” Allah’ın çizdiği ölçüleri, hak ve sorumlulukları ifade eder.
Bunları aşmak (teaddî), çarpıtmak (tağyîr), bozmak (ifsâd) ve israf etmek, hep aynı kökten gelen “haddi aşma” fiilleridir.

*******

“Had, hudûd, haddini aşma” kavramlarının muradifi olan ifrat, tefrit, istikbar, fısk, isyan ile ilgili ayetler:

  1. İFRAT / TEFRİT (Aşırılık ve Geri Kalma)

Kur’an doğrudan “ifrat / tefrit” kelimelerini kullanmaz; fakat bu manayı taşıyan ayetler vardır:

Bakara 2/143
وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا
“Böylece sizi, orta bir ümmet kıldık…”
👉 İfrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) yerine vasat / itidal emredilmektedir.

Mâide 5/77
… لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ
“Dininizde haddi aşmayın (aşırılığa gitmeyin).”

İsrâ 17/29
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ
“Elini boynuna bağlama (cimrilik etme), büsbütün de açma (israf etme).”

  1. İSTİKBAR (Kibirlenmek, Haddini Bilmemek)

Bakara 2/34
اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
“(İblis) kibirlendi ve kâfirlerden oldu.”

Nahl 16/23
اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرِينَ
“Allah kibirlenenleri sevmez.”

A’râf 7/36
وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا اُو۬لٰئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ
“Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı kibirlenenler cehennemliktir.”

  1. FISK (Allah’ın Emirlerinden Çıkmak)

Bakara 2/26
وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِقِينَ
“(Allah) onunla sadece fasıkları saptırır.”

Hucurât 49/11
وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَاُو۬لٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Kim tevbe etmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”

Secde 32/20
وَاَمَّا الَّذِينَ فَسَقُوا فَمَأْوَاهُمُ النَّارُ
“Fasık olanların varacağı yer ise ateştir.”

  1. İSYAN (Emre Karşı Gelmek)

Bakara 2/61
وَبَآءُوا بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ … ذٰلِكَ بِمَا كَانُوا يَعْصَوْنَ وَيَعْتَدُونَ
“Bu, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzündendir.”

Tâhâ 20/93
اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ اَنَّهُ لَا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا
“Musa’nın kavmi buzağıya tapınca, (Harun dedi:) Ey kavmim! Buzağıyla imtihan edildiniz. Rabbiniz Rahmân’dır. Bana uyun, emrime itaat edin!”
👉 Ama isyan ettiler.

Nisâ 4/42
… وَعَصَوُا الرَّسُولَ
“Onlar Resûle isyan ettiler.”

📌 Özet:

İfrat/tefrit → aşırılık / eksiklik (dengeden sapma).

İstikbar → kibir, haddini bilmezlik.

Fısk → Allah’ın emirlerinden çıkış, günaha saplanma.

İsyan → doğrudan emre karşı gelmek.

Bunların hepsi hudûdullah’ı aşmanın farklı suretleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

Zulmün Devam Eden Yüzü: Gazze, İnsanlık ve Geleceğe Dair Tesbitler

Zulmün Devam Eden Yüzü: Gazze, İnsanlık ve Geleceğe Dair Tesbitler

Geçmişte insanlığın en büyük yaralarından biri olan Nazizm, zulüm ve soykırımın sembolü haline gelmişti. Bugün ise aynı zihniyetin farklı bir kılıfla devam ettiğini, Gazze’de yaşananlarla açıkça görmekteyiz.
Javier Bardem’in “İsrail ordusu Naziler gibi davranıyor” benzetmesi, gerçeğin sanatçılar dilinden ifade edilmiş şeklidir. Ancak bu hakikat yalnızca sanatçıların değil, uluslararası kuruluşların ve vicdan sahibi insanların da seslendirdiği bir çığlığa dönüşmüştür.

Mevcut Durum: Zulmün Fotoğrafı

Altyapının hedef alınması: MSF’nin raporlarına göre 60’tan fazla su arıtma tesisinin devre dışı bırakılması, insanların en temel yaşam hakkı olan suyun kasıtlı şekilde engellenmesi, modern çağın en acımasız savaş suçlarındandır.

Kıtlık politikası: BM raporları Gazze’de resmen kıtlık ilan etti. Bu, insan eliyle oluşturulan ve sistematik olarak yürütülen bir aç bırakma stratejisidir.

Dini kılıf: Bazı hahamların “Gazze’de tek bir can bile bırakmayın” çağrısı, bu savaşın sıradan bir güvenlik meselesi değil; ideolojik ve dini bir nefret üzerinden beslendiğini gösteriyor.

Uluslararası sessizlik: ABD’den Avrupa’ya kadar birçok ülkenin çifte standardı, İsrail’e verilen açık çek, zulmün devamını sağlayan en büyük faktörlerden biridir.

Yayılmacı tehdit: İsrail’in Kıbrıs’tan Yemen’e, Gazze’den Lübnan’a kadar saldırgan politikaları, yalnızca Filistin’i değil bütün bölgeyi ateşe atmaktadır.

Problemler ve Geleceğe Dair Tehlikeler

  1. İnsanlığın vicdan kaybı: Sessiz kalan dünya, kendi hukukunu ve değerlerini çiğnemektedir. Bu, gelecekte yeni Nazizm benzeri yapıları doğuracaktır.
  2. İslam dünyasının dağınıklığı: 50 ülkeden 150 âlimin İstanbul’da toplanması önemli olsa da, hâlâ İslam ülkeleri arasında siyasi birliktelik sağlanamamaktadır. Bu da zulmün daha kolay işlenmesine yol açmaktadır.
  3. İsrail’in geleceği: Gazze’de çocukları aç bırakan bir devlet, kendi çocuklarına kin, korku ve nefret dolu bir dünya hazırlamaktadır. Bu, yalnızca Filistin’i değil İsrail’i de yok oluşa sürükleyecek bir intihardır.
  4. Bölgesel savaş tehlikesi: Yemen saldırıları, Lübnan ve Suriye gerilimleri, Kıbrıs üzerindeki işaretler, İsrail’in ateşi büyüttüğünü göstermektedir. Bu ateşin, bütün bölgeyi sarma ihtimali çok yüksektir.

Çözüm Yolları

İttihad-ı İslam: İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve askerî bir araya gelmesi artık bir tercih değil, zaruret haline gelmiştir.

Uluslararası baskı: Dünya kamuoyu, “Gazze yalnızca Filistinlilerin meselesi değil, bütün insanlığın meselesidir” bilincine ulaşmalıdır. Bunun için sürekli medya, diplomasi ve halk hareketleriyle baskı artırılmalıdır.

İnsani diplomasi: Pakistan’ın gönderdiği yardımlar, Türkiye’deki âlimlerin konferansı gibi adımlar çoğaltılmalı, insani yardımların önü açılmalıdır.

Vicdanların uyanışı: Avrupa’da, Amerika’da seslerini yükselten aydınlar ve sanatçılar desteklenmeli, bu seslerin daha geniş kitlelere ulaşması sağlanmalıdır.

İsrail halkı için farkındalık: Zulmün devamı, İsrail halkını da felakete sürüklemektedir. Barış isteyen Yahudilerle iletişim güçlendirilmeli, “zulüm, sadece mazlumun değil zalimin de sonunu getirir” hakikati onlara anlatılmalıdır.

Sonuç

Gazze bugün yalnızca bir coğrafya değil, insanlığın vicdan aynasıdır. Bu aynaya bakanlar ya kendi insanlığını görecek ya da zulmün ortağı olacaktır. Zulüm geçici, adalet ise kalıcıdır. Tarih göstermiştir ki, Firavunların, Nemrutların, Hitlerin saltanatı yıkılmıştır. Siyonist zulüm de aynı akıbeti yaşayacaktır. Ancak bu akıbetin hızlanması için Müslümanların birlik olması, insanlığın vicdanını ayağa kaldırması şarttır.

Gazze yalnızca bir şehir değil, imanın ve insanlığın sınav noktasıdır. Bu sınavda kim zalimin yanında, kim mazlumun yanında olduğunu gösterecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

Tebliğ mi? Temsil mi? Yoksa İkisi de mi?

Tebliğ mi? Temsil mi? Yoksa İkisi de mi?

Biz nerede veya nerelerde hata yaptik; Tebliğ de mi, Temsil de mi?
Yoksa her ikisinde mi?
Evvela itiraf etmeliyim ki; bizler bir asırdır millet olarak maddi ve manevi kıtlıkta yetişmiş, islamin suyuyla sulanmayıp kurumuş, Kur’an’ı Kerim’in ruhunu kaybetmiş bir milletiz.
Bahçeye gelen su arkları kapanmış, susuz kalmışız.
Üzerimize giydirilen deli gömlekleriyle delirmişiz.
Nice zorluklarla merdiven altlarında yetişmişiz.
Islamı ne kadar bilmişiz ki, o kadar tebliğ edelim!
Bildiğimiz kadar.

******

Kur’ân’ı Kerim’de sorumluluk Tebliğle başlar.[1]
Tebliğde esas olan hikmetle davettir.
Hiddetle değil.
Tıpkı Allah’ın Hz. Musa’yı Firavuna gönderirken; Kavli leyyin yani yumuşak bir dille davet etmesini emretmesi gibi.
Yeteri kadar tebliğde başarılı olamadık.
Nefsimiz; ortam müsait değildi, engeller vardı, bir çok maniler engel oldu, dese de…

Ancak bu tebliği hakkiyla yapamasak da, Temsiliyeti hal dili ve halimizle gösterebilirdik.
En büyük kaybımızda; dahilde ve hariçte, Müslümanda gayri müslimde İslami temsiliyet rolümüzü yerine getiremeyişimizdir.
Nitekim Bediüzzaman;” “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”
Yani islam’ı hakkıyla temsil etmemiz de gayri Müslim bile İslamiyete girerse, Müslüman zaten islam’ın içinde iken, neden bağlanmasın ve sarılmasın?
Acaba biz tebliğde islam’ı sevdirelim derken nefret mi ettirdik?
Meslekdaşlarıma şunu söylüyordum;
Evvelden öğrencilere en azından İslamı sevdirmeye çalışıyorduk.
Artık bugün nefret ettirmemeye çalışmalıyız.
Hadiste:“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve işlerde uygunluk gösterin!..” buyrulur.

*******

İslam’ın Mesajını Yaşamak ve Yaşatmak Üzerine Bir Muhasebe

Tarih boyunca İslâm’ın dünyaya yayılışında iki büyük yol vardır: tebliğ ve temsil.
Tebliğ, diliyle anlatmak; temsil ise haliyle ve yaşayışıyla göstermektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin en temel görevi olarak tebliği zikreder:

> “Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.” (Nahl, 35)

Ancak sadece sözle değil, yaşayışla da İslâm’ı göstermek zaruridir. Zira temsil, sözü kuvvetlendiren bir şahitliktir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler.”

Bu durumda sorulması gereken soru şudur: Biz nerede hata yaptık? Tebliğde mi, temsilde mi, yoksa her ikisinde mi?

  1. Tebliğde Eksikliklerimiz

Kur’ân, tebliğ metodunu “hikmet” ve “güzel öğüt” ile sınırlandırır:

> “(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125)

Ne yazık ki bir asırdır bu hikmetli üslubu kaybettik. Zaman zaman tebliğ yerine hiddeti, hikmet yerine sertliği, kolaylaştırma yerine zorlaştırmayı tercih ettik. Halbuki Resûlullah (sav) buyurur:

> “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, İlim 11)

Bu düsturun zıddına davranışlarımız, kimi zaman İslam’ı tanımak isteyen gönüllerde korku ve nefret uyandırdı.

  1. Temsilde Zafiyetimiz

Tebliğ kadar, hatta ondan da fazla etkili olan temsil, yani hal diliyle İslam’ı yaşamak ve yaşatmak ise en büyük kaybımızdır.
Tarih şahittir ki; İslam, çoğu kez kılıçla değil, ahlakın ve güzel temsilin gücüyle yayıldı. Endonezya, Malezya ve Afrika’nın birçok bölgesinde İslam, tüccarların güzel ahlakıyla kök saldı.

Kur’ân bu hakikati şöyle teyit eder:

> “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)

Bugün ise Müslümanların ticarette, siyasette, ilimde, ahlakta zaaf göstermeleri; temsil gücünü kırmış, güveni sarsmıştır. Halbuki İslam’ı hakkıyla yaşayan bir toplum, en büyük tebliğcidir.

  1. Tarihî ve Sosyal Boyut

Osmanlı’nın yükseliş döneminde İslam’ın gücü, yalnız kılıçtan değil; adaletten, hoşgörüden, vakıf kültüründen, ahlâktan doğuyordu. Batı’dan gelen seyyahlar bile Müslüman toplumların dürüstlüğünü, misafirperverliğini hayranlıkla kaydetmiştir.

Bugün ise biz, bir asırlık travmaların ardından, “kendi değerlerini unutmuş bir millet” manzarası veriyoruz.
Deli gömlekleri giydirilmiş, su arkları kapatılmış bir millet…
Hem cehaletin, hem taklitçiliğin, hem de gafletin gölgesinde tebliği ihmal ettik; temsilimizi de zayıflattık.

  1. İlmî ve Aklî Açıdan Değerlendirme

Tebliğ, bilgiye; temsil ise ahlaka dayanır. Biz ne ilimde yükseldik, ne ahlakta. Halbuki Kur’ân iki ayağı birlikte yürütür:

İlim: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)

Ahlak: “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4)

İlimsiz tebliğ kuru kalır; ahlaksız temsil ise sahte olur. İslam’ı yeniden ayağa kaldırmak için ilim ve ahlak birlikteliğini yeniden inşa etmek zorundayız.

  1. Siyasi ve Sosyal Yansımalar

İslam’ın temsil edilemeyişi, sadece bireysel bir eksiklik değil, siyasi ve toplumsal bir krizdir. Müslüman toplumların iç çekişmeleri, çıkarcılık ve ikiyüzlülükleri, İslam’ın evrensel adaletini perdelemiştir. Bu yüzden gayrimüslimler değil, Müslüman gençler bile İslam’dan uzaklaşma eğilimi göstermektedir.

  1. Sonuç ve Çıkış Yolu

Biz hem tebliğde, hem temsilde eksik kaldık. Sözümüz güzel olmadı, halimiz örnek olmadı. Oysa İslam’ın mesajı, ancak bu ikisinin birleşmesiyle gönüllere yerleşir. Çözüm:

  1. Tebliğde hikmet: Öfkeyi değil, hikmeti öne çıkarmak.
  2. Temsilde ahlak: İslam’ın adaletini, merhametini, dürüstlüğünü yaşayarak göstermek.
  3. İlim ve ahlak birlikteliği: Bilgiyle yoğrulmuş, ahlakla süslenmiş bir İslamî şahsiyet inşa etmek.
  4. Kendi nefsimizden başlamak: Tebliğ ve temsil, önce bireyin kendisinde tecelli etmelidir.

Özet

Kur’ân’a göre tebliğ, hikmet ve güzel öğütle yapılmalıdır (Nahl, 125).

Hadisler kolaylaştırmayı, müjdelemeyi ve nefret ettirmemeyi emreder.

Tarihte İslam en çok temsil gücüyle yayılmıştır.

Biz hem tebliğde (sertlik, bilgisizlik) hem temsilde (ahlak zafiyeti) hata ettik.

Çıkış yolu, hikmetli tebliğ ve ahlaklı temsil ile yeniden İslam’ın güzelliğini yaşamak ve yaşatmaktır.

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı”
M. Akif Ersoy.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=Tebli%C4%9F+

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

İ’lâ-yı Kelimetullah ve Asrımızın Yolu

İ’lâ-yı Kelimetullah ve Asrımızın Yolu

1000 yıllık tarihimize ve geçmişimize baktığımız zaman ilayı kelimetullah yani islam’ın dünyaya yayılması önce tüccarlar yoluyla ve ticaret kanalıyla gerçekleşmiş, arkasından dervişler, din adamları oraya giderek islam’ın tohumunu ekmişlerdir.
Dün böyle olduğu gibi bugün de aynı şekilde öyledir ve ancak öyle mümkün olacaktır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:”Bu zamanda islam’ın terakkisi maddeden terakkiye mütevakkıftır.” Yani İslam’ın yükselişi maddi yükselişle orantılıdır.
Birincisi bu iken,
ikincisi ise ;
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Yani aklı fen ilimleriyle, kalbi din ilimleriyle tatmin etmek.
Bu iki cihaz ile teçhiz olan bir gençlik ile islam’ın tealisi,yükseliş ve tebliği, ilayı kelimetullah gerçekleşebilir.
İşte o zamandayız.

******

Tarihimize baktığımızda, İslâm’ın geniş coğrafyalara yayılışında kılıçtan önce kalemin, savaş arabasından önce ticaret kervanlarının, ordulardan önce dervişlerin ve ilim adamlarının öncü olduğunu görürüz.
Müslüman tüccarlar mallarını götürdükleri diyarlara aynı zamanda ahlâklarını, adaletlerini, dürüstlüklerini ve Kur’ân’ın nurunu da taşımışlardır. Ardından gelen dervişler ve âlimler, o topraklara İslâm’ın tohumlarını ekmiş, böylece gönüller fethedilmiştir.

Bugün de aynı hakikat geçerlidir. Çünkü insanlık kalem ile, fikir ile, ilim ve medeniyet ile yoğrulmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:

“Bu zamanda İslâm’ın terakkisi maddeden terakkiye mütevakkıftır.”

Yani İslâm’ın yükselişi, mü’minlerin maddî sahalarda da geri kalmamasına bağlıdır. Zira bugünün insanı; gözüyle gördüğü, aklıyla tarttığı, deney ve teknoloji ile doğruladığı şeylere kıymet vermektedir. Gözleri kamaştıran teknolojilere sahip olan, söz sahibi olmaktadır. Bu nedenle maddî terakkiden uzak kalan bir ümmet, sözünü güçlü bir şekilde haykıramaz.

Aklın Nuru, Kalbin Ziyası

Bediüzzaman, İslâm’ın geleceği için esaslı bir ölçü koyar:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”

Din ilimleri kalbe ışık verir, fen ve medeniyet ilimleri aklı aydınlatır. Bir gençlik, bu iki kanat ile donandığında hakikatin göğünde kanat açabilir. Eğer din ilimleri fenlerden koparılırsa taassup doğar; fen ilimleri dinden koparılırsa şüphe ve hile doğar.

İşte bugünkü ihtiyacımız tam da budur: Kalbi imanla, aklı ilimle tatmin olmuş bir gençlik. O gençlik ki, hem bilim laboratuvarında çalışır hem secdede gözyaşı döker; hem bilgisayar yazılımında mahir olur hem Kur’ân’ın ayetlerini hayata tatbik eder. Böyle bir nesil, İ’lâ-yı Kelimetullah’ın gerçek mümessili olacaktır.

Tarihten İbret, Gelecekten Mesaj

Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin arkasında yalnızca askeri kudret yoktu; ilim, adalet, ahlâk ve irfan vardı. Endülüs’ün asırlık yükselişinde yalnız kılıç değil, ilim, hikmet, astronomi, tıp ve edebiyat vardı.

Bugün Müslümanların geri kalmışlığı, çoğu zaman bu iki kanadı ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kalbi ilimden, aklı dinden kopardık; neticede ya taassubun dar çerçevesinde boğulduk ya da kör taklit ve şüphelerin girdabında sürüklendik.

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

İ’lâ-yı Kelimetullah yalnız bir şiar veya slogan değildir. O, adaletle hükmetmek, insan haklarına riayet etmek, muhtaçların derdiyle dertlenmek, ahlâkta, dürüstlükte, merhamette zirveye çıkmaktır. Çünkü İslâm’ın hakikati ancak güzel ahlâkla temsil edildiğinde karşılık bulur.

Tarih şahitlik eder ki, en güçlü tebliğ metodu bizzat yaşanan İslâm’dır. Sözden ziyade hal ile, davetten ziyade ahlâkla yayılan bir dindir İslâm.

İlmi ve Mantıkî Yön

Bugün dünya insanı, hakikati ilimle, mantıkla, akıl ve deneyle anlamak istiyor. O halde tebliğ ve temsil, çağın diliyle yapılmalıdır. Kur’ân’ın hakikatleri fen ilimleriyle teyit edilmeli; iman, akla hitap edecek delillerle tahkim edilmelidir. İşte Risale-i Nur’un yaptığı tam da budur: İmanı, aklın terazisinde, ilmin mikyasında isbat etmek.

Sonuç

İ’lâ-yı Kelimetullah; kılıçla değil, ilimle, güzel ahlâkla, teknolojiyle, adaletle ve merhametle mümkündür. Tarih bunu göstermiştir, bugün de ancak bu yolla mümkündür. Müslümanların yükselişi, fen ve din ilimlerinin birleşmesiyle, aklın ve kalbin beraber tatmin edilmesiyle olacaktır.

Eğer böyle bir nesil yetişirse; dünyaya adalet, insanlığa huzur, kalplere iman nuru yeniden hâkim olacaktır. Çünkü hakikati taşıyan iki kanat budur: İlim ve iman.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

Hayatın Tarlası ve Sonsuzluğun Hasadı

Hayatın Tarlası ve Sonsuzluğun Hasadı

Hayat, tıpkı geniş bir tarla gibidir. Bizler de bu tarlaya tohumlar eken çiftçileriz. Bu tarladaki her bir eylemimiz, her bir düşüncemiz, her bir sözümüz geleceğin hasadını belirleyen bir tohumdur. Asırlar öncesinden, çağlar ötesine ışık tutan büyük düşünür Bediüzzaman Said Nursi, bu gerçeği ne kadar da veciz bir şekilde dile getirmiştir: “Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömründe sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.”
Bu fani dünya hayatı, sonsuz bir yolculuğun sadece ilk adımıdır. Bu adımı nasıl attığımız, nasıl yaşadığımız, son durağımızı belirler.

İnsan, kendi yetenekleri ve potansiyeli nispetinde, yani “istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.” Bu dünyada yaptığımız her şey, ahiret yurdunun bir yansımasıdır. Çalıştığımız, çabaladığımız, iyilik yaptığımız her an, sonsuzluk bahçemize bir fidan dikmektir. Tıpkı bir çiftçinin yazın ekin biçmek için ilkbaharda toprağı işlemesi gibi, biz de ebedi hayatın rahatını ve lezzetini kazanmak için bu geçici dünyada gayret göstermeliyiz.
Peki, bu gayreti nasıl göstereceğiz? Sadece ekin biçmekle mi kalacağız? Hayır.

İnsan, sadece fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek, zevk ve sefa içinde yaşamak için yaratılmış başıboş bir varlık değildir. Hayat, sadece otlakta otlamak değildir.

İşte bu yüzden,
“İNSAN ipi boğazına SARILIP, İSTEDİĞİ YERDE OTLAMAK İÇİN BAŞIBOŞ BIRAKILMAMIŞTIR.”
Bu söz, insana verilen aklın, iradenin ve yeteneklerin ne kadar önemli bir amaca hizmet ettiğini anlatır. İnsan, yaratılışındaki bu önemli görevle, alemlerin Rabbi’ni tanımalı, O’na ibadet etmeli ve şükretmelidir.

Unutulmamalı ki, insan, “umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan imân ile O’nu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini O’na sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmese; cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın?”
Elbette ki bu, ilahi adalete aykırı olurdu.
Bu manzum tablo, bize insanoğlunun kâinattaki yerini ve sorumluluğunu gösterir. Sadece dünyalık işlere odaklanmak, nefsin arzularına göre yaşamak ve Allah’a karşı nankörlük etmek, sonuçsuz kalmayacaktır. Her eylemin bir karşılığı, her amelin bir hesabı vardır. Dünyadaki geçici zevkler ve rahatlıklar, sonsuzluğun yanında bir hiçtir. Gerçek lezzet ve mutluluk, ancak bu dünyada gösterilen samimi gayret ve çabanın bir meyvesi olarak ahirette tadılacaktır. Bu dünyada ektiğimiz iyilik tohumları, ahirette sonsuz meyveler veren bir cennet ağacına dönüşürken, kötülükler de acı ve ızdırap dolu bir hasatla sonuçlanacaktır.

Özet
Bu makale, hayatı bir tarla metaforu üzerinden ele alarak, insanın bu dünyadaki eylemlerinin ahiretteki sonsuz yaşamı üzerindeki etkisini anlatmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden hareketle, bu fani ömrün, ebedi hayat için bir hazırlık süreci olduğu anlatılır. İnsanın sadece yeme, içme gibi basit zevkler için yaratılmadığı, önemli bir vazifesi olduğu belirtilir. Allah’ın insana sunduğu nimetlere karşılık iman, ibadet ve şükürle O’na yönelmenin gerekliliği açıklanır. Makale, bu dünyada ekilen her şeyin ahirette karşılık bulacağını, dolayısıyla bu hayatta gösterilen çabaların boşa gitmeyeceğini ve her amelin bir hesabının olacağına işaret ederek son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

Kısır Döngülerin Bedeli: Ceviz Kabuğunda Kaybolan Bir Millet

Kısır Döngülerin Bedeli: Ceviz Kabuğunda Kaybolan Bir Millet

Türkiyenin millet olarak devlet olarak günlük,gündelik gündemlerle uğraşmayı bıraıp,daha ciddi,önemli, geleceğe yönelik, bilimsel,hikmetli,
ahlaki,insani, teknolojik meselelerle ilgilenmesi gerek.
Çok basit meselelerle uğraşıyor, birbirimizi uğraştırıp meşgul ediyoruz.
Günün sonunda ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler ortaya çıkıyor.
Ve heba olan zamanlar.
Kısır zihniyetli insanlar, toplumu da bunlarla meşgul edip hem kısırlaştırıyor ve hemde enerjisini, gücünü tüketiyor.
Koca yıllar üç beş meseleye hatta kişilere feda ediliyor.
Atı alan ise çoktan Üsküdarı geçiyor.
Veya cambaza bak misali devletin kasalarını boşaltıyor.

******

Milletler tarih sahnesinde kalıcı izler bırakmak istediklerinde, bakışlarını günlük çekişmelerden ve dar ufuklu tartışmalardan kaldırıp ufuklara yöneltmişlerdir. Çünkü bir milletin büyüklüğü, kısır gündemlere ne kadar kapıldığıyla değil; hakiki meselelerle ne kadar hemhâl olduğu ile ölçülür.

Bugün Türkiye, potansiyeliyle çağının çok ilerisinde bir rol oynayabilecek iken, çoğu zaman ceviz kabuğunu doldurmayan gündemlerin içinde debelenmektedir. Medyada, mecliste, kahvehanelerde ve sosyal platformlarda konuşulan başlıkların çoğu; dünün davası, bugünün dedikodusu, yarının pişmanlığı olmaktan öteye gitmez. Halbuki milletin zaman sermayesi, bir altın hazinesi kadar kıymetlidir. Ve altın boşa harcandığında geri dönmez.

Tarihî İbretler

Osmanlı’nın yükseliş devrinde, Fatih’in çağını aşan vizyonuyla İstanbul’u fethinden Kanuni’nin kıtaları sarsan adaletine kadar, gündem kısır değildi. Bilakis; devlet adamları ve âlimler, bilimden sanata, hukuktan teknolojiye kadar daima ufka bakıyordu. Lakin çöküş dönemlerinde, saray entrikaları, mezhep çekişmeleri, basit ikbal kavgaları ön plana çıkınca devasa imparatorluk, kısır gündemlerin ağırlığında eriyip gitti.

Bugün de aynı tehlike kapımızdadır. Eğer dikkat edilmezse, tarih sadece bir ibret levhası olmaktan öteye geçemez.

Cambaza Bak Oyunu

Milleti küçük tartışmalara boğanların maksadı çoğu zaman büyüktür. Tarih boyunca nice hükümdar, kitleleri “cambaza bak” misali küçük meselelerle oyalarken, arka planda hazineleri boşaltmış, devleti parçalamış, ülkeyi sömürgeye açık hale getirmiştir. Günümüzde de farklı değildir; bir kısım menfaat sahipleri, milletin aklını kısır tartışmalara mahkûm ederek kendi saltanatlarını sürdürmektedir.

Asıl Gündem: İnsani, Ahlaki ve Bilimsel Meseleler

Halbuki bugün milletimizin asıl gündemi şunlar olmalıdır:

Bilim ve teknoloji: Gençlerin zekâsını tüketen değil, aklını Fen ilimleriyle ve kalbini de Din ilimleriyle doldurup geliştiren bir eğitim düzeni.

Ahlak ve insanlık: Toplumu yozlaştıran, aileyi çökerten kültürel yozlaşmaya karşı duruş.

Sosyal adalet: Zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatan adil bir yönetim.

Milli birlik: Etnik, mezhebi veya siyasi ayrılıkların üstüne çıkan, ortak geleceği inşa eden bir şuur.

Küresel vizyon: Türkiye’nin sadece bölgesinde değil, insanlık ailesinde söz sahibi olmasını sağlayacak hedefler.

Kısır Zihniyetin Toplumsal Bedeli

Kısır gündemler, sadece bugünü değil, yarını da tüketir. Çünkü bir milletin en büyük serveti zaman ve enerjidir. Bugün yıllarımızı üç-beş şahsiyetin kavgasına, magazinleşmiş siyasi atışmalara feda edersek, yarın elimizde ne vizyon kalır, ne güç, ne de umut. Ve biz böyle oyalanırken, “atı alan Üsküdar’ı çoktan geçer.”

Sonuç: Ufka Yönelmek

Artık vakit; kısır tartışmaları terk etme, ceviz kabuklarını bırakma ve ufka yönelme vaktidir. Milletin evlâtlarını kendi küçük davasına alet edenlerin tuzağına düşmemek, hepimizin tarih karşısında en büyük mesuliyetidir.

Çünkü asıl mesele; bugün değil, yarın ne bırakacağımızdır.
Bugünün kısır gündemleri, yarının büyük pişmanlıkları olabilir. Ama bugünün hakiki meseleleriyle uğraşanlar, yarına ışık bırakacaklardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

İnsan ve Varlık: Sınavın ve Anlamın Peşinde

İnsan ve Varlık: Sınavın ve Anlamın Peşinde

İnsanlık, varoluşundan bu yana pek çok soruyla yüzleşmiştir. Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Bu dünyadaki amacımız ne?
Bu soruların cevapları, din, hikmet ve sanat gibi çeşitli alanlarda aranmıştır. Ancak bu arayışın merkezinde, insanın kendi varlığını ve bu dünyadaki sorumluluklarını anlama çabası yatar.
Dört farklı metnin sunduğu dört farklı hikmetli söz, insan olmanın karmaşık ve çok yönlü yapısına ışık tutmaktadır. Her biri kendi içinde bir bütünlük arz ederken, aynı zamanda birbirini tamamlayarak büyük bir resmi ortaya koyar:

İnsanın yeryüzündeki misyonu, ahlaki duruşu ve eylemlerinin sonuçları.

  1. Kanaatsizlik ve Çalışma Şevki

Kanaat, elindekine razı olmak, şükretmek ve daha fazlasını helal yoldan kazanmaya çalışmaktır. Ancak kanaatsizlik, bu olumlu duyguların yerini şikayet ve açgözlülükle doldurur.
Bu durum, insanı meşru ve helal yollardan uzaklaştırarak, zahmetsiz ve kolay yoldan mal kazanma arayışına iter. Bu arayış, çoğu zaman haysiyetin ve şerefin feda edilmesine kadar varabilir. Tarihte pek çok medeniyetin çöküşü, bireylerin ve toplumların bu tür bir ahlaki yozlaşmaya kapılmasıyla ilişkilidir.
Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki lüks ve ahlaki çöküş, bu durumun en bilinen örneklerindendir.
Kanaatsizlik, sadece bireysel bir problem değil, aynı zamanda toplumları içten içe kemiren bir hastalıktır.

  1. Günahlar, Zulümler ve Pişmanlık

Emirdağ Lahikası’ndan alıntılanan sözde, insanın günahlarının ve zulümlerinin vicdanında bıraktığı derin izi anlatır. “Öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor” ifadesi, işlenen hataların büyüklüğü karşısında duyulan utancı ve acizliği çok güçlü bir şekilde dile getirir.
Bu söz, sadece bireysel bir hissiyatı değil, aynı zamanda bir toplumun ortak vicdanını da yansıtır.
Tarihte, büyük savaşlar, katliamlar ve toplumsal felaketler sonrasında, insanlar derin bir vicdani sorgulamaya girmişlerdir. Bu sorgulama, Yaratıcıdan af dilemenin bile zorlaştığı, adeta bir manevi kuraklık dönemine işaret eder. Bu durum, insanı hem kendi benliğiyle hem de Yaratıcısıyla yüzleşmeye mecbur bırakır. Savaşların ve zulümlerin ardından gelen pişmanlık ve manevi arayış dönemleri, tarihin akışını değiştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ahlaki sorgulamalar ve insan hakları hareketlerinin yükselişi, bu duruma bir örnektir.

  1. İnsan ve Hayvan: Sorumluluk ve Hesap Günü

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’sinden alıntılanan sözde, insanın hayvanlardan farkını, yani sorumluluk bilincini anlatır.
“İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir” ifadesi, insanın eylemlerinin ve davranışlarının bir kayıt altında tutulduğunu ve bunların bir karşılığının olacağını hatırlatır.
Bu fikir, birçok dinde ve hikmette ve de sistemde yer alan hesap günü veya karma inancıyla benzerlik gösterir. Tarih boyunca, bu inanç, insanları ahlaklı ve sorumlu davranmaya teşvik etmiştir. Örneğin, Osmanlı’daki Ahilik Teşkilatı, esnafların ahlaklı olmalarını, dürüst ticaret yapmalarını ve birbirlerine yardım etmelerini teşvik ederdi. Bu sistemde, herkesin eylemleri, sadece kendi vicdanında değil, aynı zamanda toplumun gözünde de değerlendirilirdi. İnsanın her hareketinin ve niyetinin kaydedilmesi, ona bir amaç ve anlam yükler. Bu durum, anlık zevklerin peşinden koşan ve sonuçlarını düşünmeyen bir varlık olmaktan, geleceğini inşa eden ve yaptıklarının hesabını verecek bir bilinçli varlık olmaya dönüşmesini sağlar.

  1. Faaliyet ve Lezzet: Varoluşun Dinamizmi

Mektubat’tan alıntılanan sözde, varoluşun temelinde yatan dinamizmi ve lezzeti dile getirir. “Her bir faaliyette kat’iyen lezzet vardır. Belki her bir faaliyet bir nevi lezzettir” ifadesi, canlıların sadece hayatta kalmak için değil, aynı zamanda yaptıkları her eylemden bir keyif almak için var olduklarını öne sürer.
Bu söz, çalışma, öğrenme, keşfetme gibi her türlü eylemin kendi içinde bir ödül taşıdığını belirtir. Örneğin, bir sanatçının bir hat ve ebru çizerken hissettiği tatmin, bir bilim insanının yeni bir keşif yaparken duyduğu heyecan, bir annenin çocuğuna bakarken duyduğu huzur… Bunların hepsi, lezzetin farklı tezahürleridir. Bu düşünce, tarihte büyük icatların, sanat eserlerinin ve hikmetli akımların ortaya çıkışını da açıklar. İnsanlık, sadece zorunluluktan değil, aynı zamanda eylemin kendisinden aldığı lezzet sayesinde ilerlemiştir.
Bu, insanın deruni motivasyonunun, zahiri ödüllerden çok daha güçlü bir itici güç olduğunu gösterir.

Makalenin Özeti
Bu dört metin, insan olmanın dört temel boyutunu ele alır. Kanaatsizlik, bireyi ve toplumu yıkıma götüren bir ahlaki zafiyet olarak gösterilirken, günahlar ve zulümler, insanın vicdanında bıraktığı derin izlerle manevi bir çöküşe işaret eder. Hesap günü inancı, insanın başıboş bir hayvan değil, sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatarak eylemlerine bir anlam ve amaç katar.
Son olarak, faaliyetten alınan lezzet, varoluşun temelinde yatan pozitif bir dinamizmi ortaya koyar ve insanı sürekli bir gelişim ve keşif yolculuğuna teşvik eder. Bu dört unsur bir araya geldiğinde, insanın bu dünyadaki sınavının, sadece hayatta kalmak değil, aynı zamanda ahlaklı, sorumlu ve anlamlı bir hayat inşa etmek olduğu görülür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

GAZZE: 21. YÜZYILIN EN BÜYÜK AHLÂKİ İMTİHANI

GAZZE: 21. YÜZYILIN EN BÜYÜK AHLÂKİ İMTİHANI

Gazze…
Adı anıldığında artık sadece bir coğrafya değil; insanlığın vicdan terazisi, çağımızın en büyük imtihanı. Yeryüzünün gözü önünde, kameraların kayıtta olduğu bir soykırımın bütün çıplaklığıyla sürmesine şahit oluyoruz. Tarih, bu suskunluğu, bu kayıtsızlığı, bu menfaatperestliği kara bir utançla yazacak.

Çocukların Açlığa ve Ölüm Ateşine Teslimi

Han Yunus’ta Bera isimli genç bir anne… İsrail bombardımanında dört evladını kaybetti. Kendisiyse felçli, bedeninde ağır yaralarla hayata tutunmaya çalışıyor. Fakat asıl acısı, evlatlarının açlıktan ölmeye mahkûm edilmesiydi. Bir çocuğun sabaha çıkmak için yastığının altına sakladığı kuru ekmeğin hayali, insanlığın yüzüne çarpılmış en büyük tokattır.

Gazze’de şu ana kadar 62 binden fazla insan öldü, 156 bini yaralandı. Bu rakamların ardında yıkılan hayatlar, silinen soy kütükleri, toprağa gömülen masumiyetler var. Açlıktan ölenlerin sayısı 281’e ulaştı. BM’nin de ilan ettiği gibi artık Gazze’de resmen kıtlık var.

Sessizliğin Çığlığı

Prof. Richard Falk’ın ifadesiyle, Gazze karşısında dünyanın sessizliği 21. yüzyılın en büyük ahlâkî krizidir. Dünya liderleri, mazlumun çığlığını duymuyor; çünkü menfaatlerinin gürültüsü kulaklarını sağır etmiş durumda. Bugün susan devletler, yarın kendi tarih kitaplarında “soykırım karşısında dilsiz şeytan oldular” diye anılacak.

Vicdanların Uyanışı

Her ne kadar siyasî körlük sürse de, dünyanın farklı köşelerinden vicdan sesleri yükseliyor. İtalya’da Kardinal Zuppi, İsrail’in öldürdüğü çocukların isimlerini bir bir okuyarak dua etti. Türkiye’de camilerde yüzbinlerce el semaya kalktı. İstanbul Boğazı’nda teknelerle açılan Filistin bayrakları, denizlere bile şahitlik ettirildi. İslam âlimleri, “Gazze’de insanlık yanıyor” diyerek 50’den fazla ülkeden bir araya geldi.

Sami Yusuf konserinde Gazze’ye dualarını ithaf etti. Sanatçılar, din adamları, siviller… Hepsi bir yerden insanlık adına ses vermeye çalışıyor. Ancak bu sesler, siyasî mekanizmanın çıkar duvarlarını henüz aşabilmiş değil.

“Dünya Beşten Büyüktür”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” sözü, bugün her zamankinden daha anlamlıdır. Çünkü birkaç ülkenin veto hakkına mahkûm edilen dünya düzeni, Filistinli çocukların kanı üzerinde yükseliyor. Eğer insanlık gerçekten eşitlik ve adalet istiyorsa, önce bu çarpık düzenin değişmesi gerekiyor.

Zulmün Sonu ve İmtihanımız

Bugün Gazze’de açlıktan ölen çocuklar, yıkılmış evlerin enkazında ağlayan anneler, vicdan sahibi herkesin kalbinde bir yara açıyor. Ama unutulmamalı: Zulüm devam etmez, zalim baki kalmaz. Zulüm karşısında susanlar da tarihin çöplüğünde yerini alır.

Gazze sadece Filistin’in değil, tüm ümmetin, hatta insanlığın meselesidir. Bir annenin gözyaşları, bir çocuğun açlıktan titreyen bedeni, Allah katında bizden sorulacaktır.

Sonuç: Vicdan Çağrısı

Bugün Gazze, insanlığın en büyük vicdan sınavıdır. Ya bu sınavda onurlu bir şekilde safımızı mazlumdan yana alacağız ya da menfaat uğruna zalimlerin sofrasına oturacağız. Ama şunu bilelim: Gazze yanarken susanların tarih önünde, hatta ilahî mahkemede mazereti olmayacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 25th, 2025

Kadim Bir Çığlık: “Kim Bir Can Kurtarırsa…” ve Tarihin Tekerrürü

Kadim Bir Çığlık: “Kim Bir Can Kurtarırsa…” ve Tarihin Tekerrürü

Tarih, kumların üzerine yazılmış bir metin gibidir. Rüzgarlar eser, fırtınalar kopar, ancak bazı yazıtlar o kadar derine kazınmıştır ki silinmez. İnsanlığın ortak vicdanına, semavi mesajların ortak diline kazınan o yazıtlardan biri, bugün bize sesleniyor:
“Kim bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide Suresi, 32. Ayet)

Bu ayet, sadece bir yasak değil; evrensel bir ahlak düşüncesidir. Her bir insan hayatının, bütün insanlığın şahsında temsil edildiği ontolojik bir gerçekliğin ifadesidir. Birini öldürmek, insanlık statüsüne, onun kutsallığına yönelik bir saldırıdır. Bir canı kurtarmak ise, bu kutsallığı tüm dünyada yeniden inşa etme çabasıdır.

Ayetin devamı ise trajik bir ironiye işaret eder: “Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Mâide Suresi, 32. Ayet)
İlahi mesajın muhatabı olmak, onu yaşama sorumluluğunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluktan kaçış, mesajın ruhunu tersyüz edişe ve nihayetinde “taşkınlığa” dönüşebilir.
Bugün Gazze’de yaşananlar, bu kadim uyarının ve trajedinin modern bir tezahürü değil midir? Peki, bu durumda diğer semavi kitaplar ve onların takipçileri nerede duruyor?

Tevrat’ın Hükümleri: “Öldürmeyeceksin” Emri ve Yorumları

Tevrat, insan hayatının kutsallığı konusunda son derece nettir. On Emir’in merkezinde şu çarpıcı ifade yer alır: “Öldürmeyeceksin.” (Çıkış, 20:13 ve Tesniye, 5:17). İbranice aslında kullanılan kelime (“lo tirtzach”), genellikle haksız yere, yasa dışı cinayeti ifade eder.

Ancak Tevrat hukuku, bu mutlak emri, toplumsal bir düzen içinde yorumlamış ve bazı istisnalar getirmiştir:

  • Kısas Hukuku: “Cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak, yanığa yanık, yarığa yara, bereye bere.” (Çıkış, 21:23-25).
    Bu, adaletin caydırıcılığını sağlamaya yönelik, cezayı suçla orantılı kılmaya çalışan bir ilkedir. Mâide Suresi’ndeki “…cana kıymaya karşılık olması dışında” ifadesiyle örtüşen bir hükümdür.
  • Savaş Hukuku: Tevrat, İsrailoğulları’nın Kenan topraklarını fethini anlatırken, putperest kabilelere karşı –onların ahlaki yozlaşması gerekçe gösterilerek– sert cezalar ve savaşlar ihtiva  eden pasajlar barındırır. (Tesniye, 20:16-18 gibi). İşte modern Siyonist ideolojinin dayanak noktalarından bazıları, daha çok bu savaş hukukunun tarihsel bağlamından koparılarak, siyasi bir okumasına dayanır.

Peki, Hahamlar Neden Sessiz? Bu sorunun cevabı homojen değildir.Yahudi dini otoriteleri tek bir blok halinde hareket etmez.

  1. Siyonist-Dini Yaklaşım: İsrail’in kuruluşunu Mesih öncesi bir kurtuluş (“atelita di’geula”) olarak gören dini Siyonist hahamlar, devletin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü dini bir emir olarak yorumlayabilirler. Onlar için askeri operasyonlar “kendini savunma” (pikuach nefesh) kapsamında, meşru görülebilir.
  2. Geleneksel-Muhafazakar Yaklaşım: Tarih boyunca diasporada yaşamanın getirdiği bir temkinliliği savunan bazı gruplar (Neturei Karta gibi), İsrail devletinin Mesih gelmeden kurulmasının dinen yanlış olduğunu, bu yüzden yaşanan şiddetin bir parçası olmayı reddettiklerini savunurlar. Ancak onların da sesi ana akım içinde marjinal kalır.
  3. Sessizliğin Diğer Sebepleri: Milliyetçilik, güvenlik endişeleri, toplumsal baskı, eleştirinin “vatan hainliği” olarak yaftalanması ve antisemitizm korkusu, birçok entelektüel ve dini figürün açıkça eleştiri yapmasını engelleyen faktörlerdir. Sessizlik, bazen aktif bir onaydan ziyade, bu kompleks korkuların sonucudur.

Hristiyanlık ve Evanjelizm: Mesih’in Barışı ile Siyasetin Kılıcı Arasında

İncil, özellikle Yeni Ahit, şiddet karşıtı öğretilerle doludur. İsa Mesih’in en radikal emirlerinden bazıları şunlardır:

  • “Kılıcını yerine koy! Çünkü kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.” (Matta, 26:52)
    · “Size söylüyorum, düşmanlarınızı sevin ve size zulmedenler için dua edin.” (Matta, 5:44)
    · “Sana tokat atana öbür yanağını da çevir.” (Luka, 6:29)

Hristiyanlığın kurucu metinlerindeki bu mutlak pasifizme rağmen, kilise tarihi siyasi iktidarla uzlaşma, “haklı savaş” doktrinini geliştirme ve maalesef Haçlı Seferleri gibi korkunç şiddet eylemlerine imza atma ile lekelenmiştir.

Evanjelistler Neden Destekliyor? Modern Evanjelik Hristiyan Siyonizmi,teolojik bir inançtan beslenir:

  • Kehanetlerin Gerçekleşmesi: İncil’deki (özellikle Vahiy kitabı) bazı kehanetlerin gerçekleşmesi için Yahudilerin İsrail topraklarına dönmüş olması ve Tapınağın yeniden inşa edilmesi gerektiğine inanırlar.
  • Armageddon ve Mesih’in Dönüşü: Bu sürecin, dünyanın sonunda Armageddon Savaşı’na ve nihayetinde İsa Mesih’in ikinci gelişine yol açacağına inanırlar. Bu nedenle, İsrail’in siyasi ve askeri eylemlerini, ilahi planın bir parçası olarak görür ve koşulsuz desteklerler. Onlar için destek, sevgiden veya adalet arayışından ziyade, kıyamet senaryosunun bir “program” gereğidir. Burada mazlumun değil, kehanetin merkeze alındığı trajik bir duruş söz konusudur.

Sonuç ve Özet: İlahi Mesajın Ruhu ile Beşeri Yorumun Çarpışması

Tarih, bize şunu öğretir: Hiçbir ilahi mesaj, onu yorumlayan insanların siyasi, tarihsel ve psikolojik bağlamlarından azade değildir. Tevrat’taki “Öldürmeyeceksin” emri de, İncil’deki “Öbür yanağını çevir” tavsiyesi de, Kur’an’daki “Bir canı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmaktır” hükmü de, eğer beşeri hırs, korku, milliyetçilik ve iktidar arzusu tarafından ele geçirilirse, araçsallaştırılır ve amacından saptırılır.

  • Tevrat, insan hayatının kutsallığını vurgular ancak tarihsel hukuk metinleri, siyasi Siyonizm tarafından, ilahi bir vaadin koşulsuz bir siyasi proje olarak meşrulaştırılması için kullanılmıştır.
    · İncil, barış ve merhameti emreder ancak Evanjelist teoloji, kıyametçi bir vizyon uğruna bir halkın çektiği acıları görmezden gelmeyi meşrulaştırabilmektedir.
    · Hahamlar ve Hristiyan liderler, bazen dini otoritelerini, iktidarla olan ilişkileri veya eskatolojik inançları uğruna, en temel ahlaki ilkeleri savunmak için kullanmamaktadır.

Mâide Suresi’nin 32. ayeti, sadece İsrailoğulları’na değil, tüm insanlığa, özellikle de kendini “ilahi mesajın varisi” addeden herkese yönelik evrensel bir uyarıdır: Mesajın muhatabı olmak, onun ağır sorumluluğunu da yüklenmektir. Bu sorumluluktan kaçıp yeryüzünde taşkınlığa yeltenenler, aslında kendi inandıklarını iddia ettikleri o mesajın ruhunu en derinden yaralayanlar olurlar.
Gazze’de hayatını kaybeden her masum çocuk, sadece bir füzenin değil, aynı zamanda bu ilahi mesajların ruhundan uzaklaşmanın, onları siyasetin karanlık sularında boğmanın kurbanıdır. Çözüm, metinlerin lafzında değil, onların ruhunda, yani adalet, merhamet ve her bir canın eşsiz kıymetinde yatmaktadır.

Özet

Bu makale, Mâide Suresi 32. ayetinden yola çıkarak, cana kıymanın evrensel olarak yasaklanışını ve bugün Filistin’de yaşanan trajedinin bu yasakla olan tezatını inceler.
Tevrat’ın “Öldürmeyeceksin” emrini hatırlatarak, bu emrin siyasi Siyonizm tarafından nasıl araçsallaştırılabildiği ve hahamların sessizliğinin arkasındaki karmaşık dini ve siyasi sebepler (dini Siyonizm, toplumsal baskı, güvenlik endişesi) irdelenir. Hristiyanlık öğretisindeki radikal barış vurgusuna rağmen, Evanjelistlerin kıyametçi teolojileri (kehanetlerin gerçekleşmesi, Armageddon inancı) gereği İsrail’i koşulsuz desteklemesinin trajik bir çelişki olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, mesajın; adalet, merhamet ve her bir canın kutsallığı gibi evrensel ruhunun, beşeri siyaset, hırs ve yorumlar tarafından nasıl gölgelendiği ve bu durumun ilahi sorumluluğun ağırlığını daha da artırdığı ortaya konulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 24th, 2025