Tarih, yalnızca rakamlardan ibaret bir kronoloji değildir. Her yıl, insanlığın kaderine yön veren gizli ve açık hesapların, hayallerin ve hüsranların aynasıdır.
2013 yılı da böylesi kırılma anlarının merkezine kazınmış bir tarihtir. Hem Türkiye’de, hem Mısır’da, hem de İran’da aynı elin farklı yüzleriyle yürüttüğü satranç hamleleri sahneye konulmuştur.
Mısır’da halk iradesiyle iş başına gelen Mursî, daha bir yıl dolmadan darbeyle alaşağı edildi. Kardeş kanı akıtıldı, meydanlar tanklarla ezildi.
İran’da perde gerisinde huzursuzluk büyütüldü, siyasî fay hatları titretildi. Ve sıra Türkiye’ye geldi.
Türkiye’de ise 50 yıldır özenle beslenen, “gün gelir kullanırız” diye saklanan beslemeler devreye sokuldu. Sokaklarda masumane başlayan hareketlerin içine zehir serpildi. Oyun, tıpkı Mısır’daki gibi bir “kışla senaryosu” ile nihayete erdirilmek istendi. Fakat olmadı. Çünkü bu toprakların kaderine zincir vurmaya çalışan eller, unuttu:
Milletin hafızasında Çanakkale’nin, İstanbul’un işgal günlerinin izleri hâlâ canlıydı.
2013’te başaramadıkları oyunu, 15 Temmuz gecesi kanlı bir darbe teşebbüsüyle tekrar sahneye koydular. Bu kez bütün kozlarını masaya sürdüler. Tankları, uçakları, hainleri ve yılların emeğini. Fakat millet, imanıyla ve irfanıyla meydanlara döküldü. Onlar 50 yıllık planlarını bir gecede çöpe atarken, bu millet asırlık bir destanı yeniden yazdı.
İşte ondandır ki; İsrail’in kudurmuşluğu, Amerika’nın sinsice kalkan oluşu bundandır. Çünkü içten yıkamadıklarını gördüler. Çözemedikleri bağı koparmak için çevreyi ateşe verdiler: Gazze’yi, Suriye’yi, Irak’ı. Çemberi daraltıp içeriden teslim almak için sınırları kan gölüne çevirdiler.
Ama unuttukları bir hakikat var:
Bu millet ne zaman köşeye sıkıştırılsa, tarihin derinliklerinden bir ruh dirilir. Yüz yıllık planlar devrede olsa da, Allah’ın takdiri karşısında tüm hesaplar bozulmaya mahkûmdur.
Bugün olanlar tesadüf değil, ibretliktir. Dün Çanakkale’yi geçemeyenler, bugün de 15 Temmuz’da yenilmişlerdir. Dün Sevr’i dayatanlar, bugün farklı maskelerle aynı emeli güdenlerdir. Fakat değişmeyen bir hakikat var:
“Hesapların en hayırlısını yapan Allah’tır.”
Ve bu topraklar, bin yıldır olduğu gibi, yine imanla, sabırla, direnişle yeni bir dirilişin kapısında durmaktadır.
Tarih boyunca zulüm, insanlığın en acı imtihanı olmuştur. Bugün ise bu imtihanın adı Gazzedir. Küçücük bir toprak parçası, milyonlarca insanın kanıyla, gözyaşıyla ve duasıyla bütün dünyanın aynasına dönüşmüştür. Artık kimse tarafsız kalamamaktadır. Tarafsızlık, zulme ortaklıktır.
Soykırımın İlanı
Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, Times Meydanı’nda yaptığı “Gazze’de olanlar kelimenin tam anlamıyla soykırımdır” çıkışıyla aslında tarihe bir not düştü. Bu, bir devlet başkanının kendi ülkesinin menfaatlerini aşarak, insanlığın namusu adına attığı bir çığlıktır. Fakat bu çığlık, Batı’nın sessizliği ve bazı ülkelerin aleni desteğiyle gölgelenmektedir. Zulme göz yummak, zalimin yanında saf tutmaktır.
Küresel Uyanış ve Sumud Filosu
Ankara’da, Trabzon’da, dünyanın farklı meydanlarında insanlar Gazze için ayakta. Küresel Sumud Filosu denizleri aşarak yalnızca yiyecek ve ilaç taşımıyor; aynı zamanda insanlığın vicdanını taşıyor. Gönüllülerin duaları, “Kamp sandalyesini al, gel!” çağrısı, aslında tarihe düşülen yeni bir direniş destanıdır. Türkiye’nin hava unsurlarının bu filoyu gözetmesi, devletin ve milletin kalbinin aynı yerde attığını gösteriyor.
Erdoğan’ın Sözleri ve Tarihin Şahitliği
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Canavarın durdurulması şart oldu” ifadesi, yalnızca bir siyasi tavır değil, tarihi bir uyarıdır. Zira zulüm karşısında susmak, zulmün devamına hizmet etmektir. Bugün Erdoğan’ın, Gazze meselesinde bedenini taşın altına koyması, aslında tarihe verilecek bir cevaptır: “Biz zalimin değil, mazlumun yanındayız.”
Turnusol Kâğıdı: Kim Nerede Duruyor?
Gazze meselesi, kimlerin gerçekten insanlık, adalet ve vicdandan yana olduğunu ortaya koymaktadır. Kimileri Filistin için meydanlara inerken, kimileri kör bir muhalefet uğruna zulme göz yummaktadır. Bir kısım kalemler, Erdoğan düşmanlığı uğruna, zulme sessiz kalmayı tercih etmektedir. Hâlbuki zulme rıza zulümdür, küfre rıza küfürdür.
Tarihten Ders: Zulüm Payidar Olamaz
Firavun’un sarayından Nemrut’un tahtına, Hitler’in tanklarından günümüz işgalcilerine kadar tarihin ortak hükmü şudur: Zulüm payidar olamaz. Her zalim, kendi kurduğu tuzağın içinde boğulmuştur. Gazze’de yaşananlar, bugün için acı, kan ve gözyaşı olsa da, yarın için bir dirilişin tohumu olacaktır. Çünkü Allah’ın vaadi açıktır:
“Zalimlerin sonu hüsrandır.”
Sonuç: İnsanlığın İmtihanı
Bugün Gazze’de akan kan, aslında insanlığın kalbine damlıyor. Herkes safını belirliyor: Mazlumun yanında mı, zalimin yanında mı? Bu mesele, yalnızca Filistinlilerin değil; Türklerin, Arapların, Latin Amerikalıların, hatta vicdanı olan her insanın meselesidir.
Ve unutulmamalıdır:
“Zalimlerin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır.”
İsrail’in Yalnızlığı: Tarihin Karşısında Yüzsüz Bir Devlet
İsraile karada da denizde de hatta dünyada da yer yok…
Çünkü yüzü yok.
Bir milletin varlığı, meşruiyeti ve kalıcılığı yalnızca silah gücüyle değil; haklılığıyla, adaletiyle ve insanlık ailesi içindeki duruşuyla ölçülür. Tarih şahittir ki, zulmün üstüne bina edilen her iktidar, bir gün kendi enkazı altında kalmıştır.
Bugün dünya meydanlarında yükselen sesler, yalnızca Filistin’in değil; insanlığın da çığlığıdır. İtalya liman işçileri, Akdeniz’de İsrail’e giden ölüm gemilerini engellemek için denizleri barikata çevirdi. İrlanda, soykırım karşısında “ticaret normal devam edemez” diyerek Batı’nın ikiyüzlü sessizliğini yırttı. Yunanistan’dan ABD’ye, Roma meydanlarından New York sokaklarına kadar yüz binler, ellerinde yalnızca pankart değil; vicdanlarını da taşıyor.
Ve Kudüs’ün çığlığı yankılanıyor: “Onca masum kanı döküldükten sonra mı hatırladınız adaleti?”
Kuduzun Hedefi: Zamanın Firavunu
Netanyahu’nun tehditleri, öfkesi, küstahlığı…
Asırlardır her zalimin diliyle aynı:
“Yakacağım, yıkacağım, yok edeceğim!”
Ama “eceli gelen it, cami duvarına bevleder” atasözü, tarihin en yalın gerçeğini fısıldıyor: Zulüm ömrünü doldurdu mu, kendi kuduzluğuyla kendi sonunu hazırlar. Firavun da “ben sizin en yüce rabbinizim” demişti; denizde boğulurken dudaklarından çıkan son söz, Rabbine yakarış oldu.
Bugün Netanyahu’nun BM kürsüsünde boş salonlara hitap etmesi, tarihin en ibretli sahnelerinden biridir. Dünyanın delegeleri sırtını döndü; yalnızca Filistin değil, insanlığın tüm vicdanı o kürsüden çekildi.
Gazze: İnsanlığın Vicdan Aynası
Gazze’de sığınacak yer kalmadı. Çöp yığınlarının yanına kurulan çadırlar, açlıktan şehit düşen gençler, bir parça ekmeğe hasret çocuklar… Bunlar yalnızca bir halkın dramı değil; insanlığın kalbine vurulmuş kara bir damgadır.
Ama işte o enkazın içinden doğan küçük kahraman İzzeddin, kız kardeşlerini ellerinden tutarak dışarı çıkardı ve şöyle dedi:
“Elhamdülillah, ailem güvende.”
Düşünelim: Evini, eşyasını, çocukluğunu, oyuncaklarını kaybetmiş bir çocuğun tek şükrü, sevdiklerinin hayatta olması… İşte Filistin’in direnişi burada saklıdır. Onların “Elhamdülillah”ı, tanklara meydan okuyan bir iman kalesidir.
Tarihin Hükmü: Zulmün Saltanatı Yıkılır
Bugün Erdoğan’ın ifadesiyle “İsrail yalnızlaşıyor.”
Bu yalnızlık diplomatik bir yalnızlık değil, tarihî bir yalnızlıktır. Roma’da meydanları dolduran kalabalıkların sloganları, İrlanda’nın resti, Endonezya’nın asker gönderme çağrısı, hepsi bir araya gelince şu hakikat beliriyor:
Hiçbir zulüm ebedî değildir.
Hiçbir işgal kalıcı değildir.
Hiçbir zorba tarihin hükmünden kaçamaz.
Tarih, zalimlere iki şeyi mutlaka gösterir:
• Halkların sükûtunun da bir günü vardır, haykırışının da.
• Zulümle abat olanın akıbeti, zilletle harap olmaktır.
İbret ve Hikmet
İsrail bugün tanklarıyla, füzeleriyle, lobileriyle ayakta duruyor gibi görünebilir. Fakat “adalet” karşısında en güçlü silahlar bile paslanır. Her şehit çocuğun gülüşü, her açlıktan düşen beden, her enkazın altından çıkan “Elhamdülillah” sesi, zalimin tahtını sarsan birer yıldırımdır.
Sosyal olarak; bu zulüm, insanlığın dayanışma damarlarını uyandırıyor.
Siyasi olarak; İsrail’in her hamlesi, daha çok müttefik kaybettiriyor.
Ahlaki olarak; zalimlerin suratındaki maskeler düşüyor.
Tarihi olarak; Firavun’un, Nemrut’un, Hitler’in sonu ne olduysa, İsrail’in de akıbeti aynı olacaktır.
Çünkü zulmün kitabında zafer yoktur; son vardır.
Son Söz
Gazze bugün insanlık için bir mihenk taşıdır. Kim zalimin yanında, kim mazlumun safında belli olmaktadır. İzzeddin’in şükrüyle, liman işçilerinin direnişiyle, meydanlarda yükselen “Özgür Filistin” sloganlarıyla tarihin terazisi yeniden kurulmaktadır.
Ve bu terazi, mutlaka hakkı tartacaktır.
İsrail’in Yalnızlığı: Tarihin Karşısında Yüzsüz Bir Devlet
İsraile karada da denizde de hatta dünyada da yer yok…
Çünkü yüzü yok.
Bir milletin varlığı, meşruiyeti ve kalıcılığı yalnızca silah gücüyle değil; haklılığıyla, adaletiyle ve insanlık ailesi içindeki duruşuyla ölçülür. Tarih şahittir ki, zulmün üstüne bina edilen her iktidar, bir gün kendi enkazı altında kalmıştır.
Bugün dünya meydanlarında yükselen sesler, yalnızca Filistin’in değil; insanlığın da çığlığıdır. İtalya liman işçileri, Akdeniz’de İsrail’e giden ölüm gemilerini engellemek için denizleri barikata çevirdi. İrlanda, soykırım karşısında “ticaret normal devam edemez” diyerek Batı’nın ikiyüzlü sessizliğini yırttı. Yunanistan’dan ABD’ye, Roma meydanlarından New York sokaklarına kadar yüz binler, ellerinde yalnızca pankart değil; vicdanlarını da taşıyor.
Ve Kudüs’ün çığlığı yankılanıyor: “Onca masum kanı döküldükten sonra mı hatırladınız adaleti?”
Kuduzun Hedefi: Zamanın Firavunu
Netanyahu’nun tehditleri, öfkesi, küstahlığı…
Asırlardır her zalimin diliyle aynı:
“Yakacağım, yıkacağım, yok edeceğim!”
Ama “eceli gelen it, cami duvarına bevleder” atasözü, tarihin en yalın gerçeğini fısıldıyor: Zulüm ömrünü doldurdu mu, kendi kuduzluğuyla kendi sonunu hazırlar. Firavun da “ben sizin en yüce rabbinizim” demişti; denizde boğulurken dudaklarından çıkan son söz, Rabbine yakarış oldu.
Bugün Netanyahu’nun BM kürsüsünde boş salonlara hitap etmesi, tarihin en ibretli sahnelerinden biridir. Dünyanın delegeleri sırtını döndü; yalnızca Filistin değil, insanlığın tüm vicdanı o kürsüden çekildi.
Gazze: İnsanlığın Vicdan Aynası
Gazze’de sığınacak yer kalmadı. Çöp yığınlarının yanına kurulan çadırlar, açlıktan şehit düşen gençler, bir parça ekmeğe hasret çocuklar… Bunlar yalnızca bir halkın dramı değil; insanlığın kalbine vurulmuş kara bir damgadır.
Ama işte o enkazın içinden doğan küçük kahraman İzzeddin, kız kardeşlerini ellerinden tutarak dışarı çıkardı ve şöyle dedi:
“Elhamdülillah, ailem güvende.”
Düşünelim: Evini, eşyasını, çocukluğunu, oyuncaklarını kaybetmiş bir çocuğun tek şükrü, sevdiklerinin hayatta olması… İşte Filistin’in direnişi burada saklıdır. Onların “Elhamdülillah”ı, tanklara meydan okuyan bir iman kalesidir.
Tarihin Hükmü: Zulmün Saltanatı Yıkılır
Bugün Erdoğan’ın ifadesiyle “İsrail yalnızlaşıyor.”
Bu yalnızlık diplomatik bir yalnızlık değil, tarihî bir yalnızlıktır. Roma’da meydanları dolduran kalabalıkların sloganları, İrlanda’nın resti, Endonezya’nın asker gönderme çağrısı, hepsi bir araya gelince şu hakikat beliriyor:
Hiçbir zulüm ebedî değildir.
Hiçbir işgal kalıcı değildir.
Hiçbir zorba tarihin hükmünden kaçamaz.
Tarih, zalimlere iki şeyi mutlaka gösterir:
• Halkların sükûtunun da bir günü vardır, haykırışının da.
• Zulümle abat olanın akıbeti, zilletle harap olmaktır.
İbret ve Hikmet
İsrail bugün tanklarıyla, füzeleriyle, lobileriyle ayakta duruyor gibi görünebilir. Fakat “adalet” karşısında en güçlü silahlar bile paslanır. Her şehit çocuğun gülüşü, her açlıktan düşen beden, her enkazın altından çıkan “Elhamdülillah” sesi, zalimin tahtını sarsan birer yıldırımdır.
Sosyal olarak; bu zulüm, insanlığın dayanışma damarlarını uyandırıyor.
Siyasi olarak; İsrail’in her hamlesi, daha çok müttefik kaybettiriyor.
Ahlaki olarak; zalimlerin suratındaki maskeler düşüyor.
Tarihi olarak; Firavun’un, Nemrut’un, Hitler’in sonu ne olduysa, İsrail’in de akıbeti aynı olacaktır.
Çünkü zulmün kitabında zafer yoktur; son vardır.
Son Söz
Gazze bugün insanlık için bir mihenk taşıdır. Kim zalimin yanında, kim mazlumun safında belli olmaktadır. İzzeddin’in şükrüyle, liman işçilerinin direnişiyle, meydanlarda yükselen “Özgür Filistin” sloganlarıyla tarihin terazisi yeniden kurulmaktadır.
Ve bu terazi, mutlaka hakkı tartacaktır.
Nur ve Rahmet Penceresinden Kâinata Bakış: İman ve Tefekkür Yolu
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan derlenmiş dört farklı hikmetli parçayı temel alarak, tevhid (Allah’ın birliği) inancının kâinatı nasıl aydınlattığını, imanın felsefeye karşı sunduğu berrak bakışı, canlılardaki ilahi rahmet tecellilerini ve en büyük kudret delili olan Güneş sisteminin sırrını incelemektedir. Bu metinler, okuyucuyu tefekküre ve şükre davet eden, hem aklı hem de kalbi besleyen derinlikli hakikatlerdir.
I. Kozmik Bir Mucize: Güneşin Sönmez Lambası
İlk metinde, kâinatın en büyük kudret delillerinden biri olan Güneş’in yaratılışı ve devamlılığı üzerine tefekküre davet eden metin şöyledir:
”Küçük bir lamba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine, kudretine bak, ‘Sübhanallah’ de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşiratı adedince ‘Mâşaallah, bârekellah, lâ ilahe illâ hû’ söyle.” (Lem’alar, Risale-i Nur)
İzah ve Açıklama:
Bu parça, okuyucunun dikkatini en büyük gök cismine, yani Güneş’e çekerek Hakîm-i Zülcelal’in (Celal sahibi ve Hikmetli Yaratıcı’nın) sonsuz kudretini ve hikmetini anlamasını amaçlar. İzah iki karşılaştırma üzerine kurulur:
• Lambanın Zayıflığı ve Güneşin Azameti: Basit bir lamba bile bakıma muhtaçken ve enerji kaynağı (yağ, elektrik) bittiğinde sönerken, Güneş, Dünya’dan bir milyondan ziyade büyük ve milyonlarca sene sürecek bir ömürle, görünürde kömürsüz ve yağsız bir şekilde yanmaktadır. Bu, Güneş’i yakan gücün, bilinen fizik kanunlarının ötesinde, mutlak ve sonsuz bir enerji kaynağına sahip olduğunu gösterir.
• Hikmet ve Kudretin İfadesi: Bu muntazam yanış ve sönmeme hali, tesadüfle açıklanamayacak bir Hikmet (Yüksek Amaç) ve Kudretin (Sınırsız Güç) eseridir. Güneş, yalnızca yanmakla kalmaz, aynı zamanda Dünya’ya hayat veren ısı ve ışığı en hassas dengeyle gönderir. Bu, hem Güneş’i var eden hem de onu söndürmeyen bir irade olduğunu ispat eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Boyut: Metin, okuyucuyu, bu kozmik mükemmellik karşısında tesbih (Sübhanallah: O her türlü noksanlıktan uzaktır) ve hayranlık (Mâşaallah, Bârekellah: Allah ne güzel yaratmış, ne mübarek kılmıştır) ifadelerini kullanarak şükür ve tefekküre davet eder. Güneş, sönmeyen bir ibret kandili olarak, Yaratıcının varlığına en görkemli delil kabul edilir.
II. İman Gözlüğü: Korku ve Çirkinlikten Güzellik ve Ünsiyete Geçiş
İkinci metinde, dünyaya bakış açısını temelden değiştiren iki farklı nazariye (gözlük) karşılaştırılır: Felsefe ve İman.
”Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür. “(Şualar)
İzah ve Açıklama:
Bu parça, insanın varoluşu ve kâinatı anlama biçimini net bir metaforla ortaya koyar. İnsanın bakış açısı, yani gözlüğü, anladığı dünyanın niteliğini belirler.
• Felsefenin Siyah Gözlüğü: Burada eleştirilen “felsefe”, kâinatı sahipsiz, amaçsız ve rastgele kabul eden, materyalist ve nihilizme eğilimli düşünce sistemidir. Bu bakış açısı:
• Çirkinlik: Her şeyi, bir yok oluşa giden, anlamsız bir süreç olarak gördüğünden, güzel şeylerin geçiciliğini ve sonunu çirkinleştirir.
• Korkunçluk: Ölümü yokluk, musibetleri ise anlamsız bir ceza olarak gösterir; kâinatı, içinde kaybolunan büyük ve soğuk bir mezarlık gibi resmeder.
• İmanın Nuranî Gözlüğü: İman ise, şeffaf, berrak ve nuranî (ışıklı) bir bakış açısı sunar:
• Güzellik: Her şeyi, Rahman ve Rahîm isimlerinin tecellisiyle yaratılmış, bir amaç ve sanat eseri olarak görür. Geçicilik, daha güzel bir ebediyete geçişin perdesi olur.
• Ünsiyet (Dostluk, Samimiyet): Kâinatı, Yaratıcının bir evi, misafirhanesi olarak anlar. Böylece insan, kendini kâinatta yabancı ve yalnız hissetmez; her şeyle bir dostluk ve samimiyet bağı kurar.
Edebi ve Düşündürücü Boyut: Bu metafor, psikolojik bir huzur vaadi ihtiva eder. İman, dış dünyadaki olayları değiştirmese de, onların anlamını ve anlama biçimini değiştirerek insanı huzur ve emniyete kavuşturur.
III. Hayvanlardaki Rahmet Çeşmesi: Süt ve Bismillah Sırrı
Üçüncü metin, evcil hayvanların sunduğu gıdalar üzerinden ilahi rahmetin yakından hissedilen tecellisini işler:
”Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. “(/ Risale-i Nur / Birinci Söz)
İzah ve Açıklama:
Bu metin, beslenme faaliyetlerini sıradan bir biyolojik olaydan, ilahi bir lütuf sofrasına dönüştürür. Özellikle evcil hayvanlardan elde edilen süt gibi gıdaların kaynağına dikkat çeker:
• Hayvanın Dili ve Bismillah: İnek, koyun ve keçi gibi hayvanların ot ve suyu alıp, bize tertemiz (nazîf), latîf (hoş) ve hayat verici (âb-ı hayat gibi) bir süt sunması, bu hayvanların kendi iradeleriyle yapabileceği bir iş değildir. Metin, mecazi bir ifadeyle, bu hayvanların bu mucizevî dönüşümü “Bismillah” diyerek, yani kendi güçleriyle değil, Allah’ın emri ve izniyle gerçekleştirdiğini söyler.
• Rahmet Feyzi ve Rezzak Namına İkram: Süt, doğrudan Rahmet feyzinden (bolluğundan) kaynayan bir çeşme olarak nitelenir. Hayvanlar, bilfiil sütü veren değil, Rezzak (Tüm Rızıkları Veren) isminin birer hizmetçisidir. Bu, insanın aldığı rızkın doğrudan Yaradan’dan geldiğini hatırlatır.
Hikmetli ve İbretli Boyut: Bu bakış açısı, insana nankörlüğü bırakıp şükretmeyi öğretir. En basit günlük işlerde bile, kâinattaki tüm sebeplerin (ot, su, hayvanın organları) tek bir emre boyun eğdiğini gösteren bu mucize, tevhidin pratik bir göstergesidir.
IV. Kurbanın Sonu Yok: Rahmetin Sonsuz Tecellisi
Dördüncü metin, kurban ibadetinin ve hayvanların ahiretteki konumunun, Rahman’ın nihayetsiz rahmetiyle ilişkisini ele alır:
”Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine Burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.” (Bediüzzaman Said Nursî (r.a) Risale-i Nur – Sözler)
İzah ve Açıklama:
Bu parça, insanın kendi aklıyla sınırlandırdığı rahmet ve adalet kavramlarının, ilahi planda ne kadar geniş ve umulmadık olduğunu gösterir. Konu, kurban edilen hayvanların akıbetidir.
• Rahmetin Nihayetsizliği: Metin, konuya “Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki” ifadesiyle girer. Bu, akla garip gelebilecek bir durumun dahi, sonsuz rahmetin ölçüsü dahilinde mümkün olduğunu gösterir.
• Kurban ve Mükâfat: Hayvanlar, dünyada bir süre yaşayıp, sonunda insanlara fayda (et, süt) sağladıktan veya kurban edildikten sonra kaybolmazlar. Kurban olarak kesilen hayvana, âhirette cismanî bir vücud-u bâki (ebedi, maddi bir varlık) verileceği müjdelenir.
• Binek Olarak Yüceltilme: Bu mükâfatın zirvesi, o hayvanın dünyadaki sahibine, Cennet yolculuğunda (Sırat köprüsünde) “Burak gibi bir bineklik mertebesi” verilmesidir. Burak, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) Miraç’ta taşıyan mübarek binektir. Bu benzetme, o hayvanın ahiretteki kıymetini ve onurunu en üst seviyeye taşır.
Tarihî ve İbretli Boyut: Bu inanış, hayvan hakları ve kurban ibadetinin anlamı üzerine derin bir bakış açısı sunar. Kurban, sadece et elde etme eylemi değil, bir teslimiyet ve sadakat nişanesidir. Hayvanın dünyadaki görevinin, ahirette yüce bir mükâfatla taçlandırılması, Allah’ın adaletinin ve rahmetinin hiçbir zerreye kayboluşu reva görmeyeceğini gösteren düşündürücü bir örnektir.
Makalenin Özeti (Hülasa)
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört ayrı vecizesini merkeze alarak imanın kâinata bakış açısını resmetmiştir.
İlk olarak, Güneş’in daimi ve muazzam yanışının, Hakîm-i Zülcelal’in sonsuz kudretine en büyük kozmik delil olduğunu göstererek tefekküre davet edilmiştir.
İkinci olarak, materyalist felsefenin siyah ve korkunç gözlüğü ile imanın nuranî ve ünsiyetli gözlüğü karşılaştırılarak, hakiki huzurun ancak imanî bakış açısıyla elde edilebileceği vurgulanmıştır.
Üçüncü kısımda, inek, koyun, keçi gibi hayvanlardan elde edilen sütün, Rezzak isminin bir tecellisi ve Rahmet feyzinden bir çeşme olduğu anlatılarak günlük rızıkta gizlenen mucizeye dikkat çekilmiştir.
Son olarak, kurban edilen hayvanların ahirette Burak gibi yüce bir binek olarak sahiplerine hizmet edeceği inancı üzerinden, Rahman’ın nihayetsiz rahmetinin tüm varlıkları kapsadığı ve hiçbir zayiatın söz konusu olmadığı dersi verilmiştir.
Dört metin de, kâinatı bir Birlik (Tevhid) ve Rahmet yurdu olarak görmenin, insanı korku ve yalnızlıktan kurtararak tam bir huzura erdirdiğini göstermektedir.
İnsan hayatı, zahirde güllerle süslenmiş gibi görünse de, o güllerin arasında dikenler de vardır. Hastalık, musibet, kayıp ve hüzün… İlk bakışta menfi görünen bu hadiseler, hakikatte insanın kalbine, vicdanına ve aklına açılan birer anahtardır.
Çünkü insanoğlu, rahata ve sıhhate meyillidir. Uzun müddet dertsiz ve kaygısız yaşarsa, gaflete düşer; nimetin sahibini unutur, varlığın gayesini kaybeder. Oysa musibet, insana unuttuğunu hatırlatan bir ikazdır; adeta vicdanın kulağına fısıldayan sessiz bir öğretmendir.
Hastalık, bedene zahmet verse de ruhu uyandırır. İnsan, en kıymetli sermayesinin sağlığı olduğunu fark eder; acziyetini görür, gururun ve kibrin perdesi yırtılır. O an, kalbin diliyle şöyle fısıldar:
“Benim kuvvetim yetmiyor; beni tutan, taşıyan, yaşatan bir Kudret var…”
Musibet, insana hem kendini tanıtır, hem de Rabbini… İnsan, varlık içinde yokluğunu, kudret içinde aczini anlar. İşte bu idrak, gafletin zehrine şifa olur.
Şer gibi görünen hadiseler, aslında hayrın perdesidir. Nasıl ki yağmur bulutları göğe kara bir örtü giydirir, fakat ardından bereketli damlalar düşürür; musibet de zahirde karanlık görünür ama batında rahmetin tohumlarını taşır.
Nice insan vardır ki, hastalıkta sabırla kemale ermiş, bir gözyaşıyla kalbi temizlenmiş, bir imtihanla hayatına yön vermiştir. Nice gönül, bir musibetle derinleşmiş, nice akıl, bir sarsıntıyla hakikate uyanmıştır.
Unutmayalım ki: Musibetsiz hayat, rehavete; rehavetsiz hayat ise kemale erememeye sebep olur. İmtihansız bir ömür, ham kalmış bir meyve gibidir; güneşin hararetine, yağmurun şiddetine, rüzgârın sarsıntısına maruz kalmadıkça olgunlaşmaz.
Öyleyse musibet, bir lanet değil; lütfun gizlenmiş bir suretidir.
Hastalık, düşman değil; hakikatin kapısına götüren bir rehberdir.
Şer gibi görünen şeyler, hayra giden dar yollardır.
Ve en sonunda, kulun vicdanına şu hakikat işlenir:
“Ben faniyim, O bâki. Ben acizim, O Kadîr. Ben noksanım, O Kemal sahibi…”
İşte o zaman musibet, artık korkulan bir karanlık değil; rahmete açılan bir pencere olur.
Gazze Dramı ve İsrail’in Yalnızlaşması: İnsanlığın Aynasında Karanlık Bir Çığlık
Giriş
Gazze… Bir yanda çocuk çığlıklarıyla yankılanan, diğer yanda dünyanın sessizliğini haykıran bir şehir. Yeryüzünün en kadim topraklarından biri, en ağır zulmün mekânına dönüştü. Gökyüzü bombaların aleviyle aydınlanırken, sokaklar yetimlerin gözyaşlarıyla ıslanıyor. Bir annenin yavrusunu toprağa verirken yüreğinden yükselen ağıt, sadece Gazze’ye değil, bütün insanlığa sorulan bir imtihan sorusu gibidir: “Siz nerdesiniz?”
Zulmün Gölgesinde Bir Hayat
Gazze halkı, her gün yeni bir felaketle sınanıyor. Yıkılan evlerin enkazı altında ezilen hayaller, sokaklara saçılan kitap sayfaları, çocuk oyuncaklarının üstüne sinmiş kan kokusu… Bütün bunlar, sadece bir savaşın değil; bir halkın varlığını silmeye çalışan bir zihniyetin dışavurumudur. İnsan onurunu hiçe sayan kuşatma, hayatı ölümün kıyısına hapsetmektedir.
Sessizlik ve Vicdan Çölü
Birleşmiş Milletler’in kürsülerinden yükselen cılız sesler, büyük devletlerin çıkar hesapları arasında kayboluyor. Avrupa’nın bir köşesinde birkaç ülkenin vicdanı harekete geçerken, çoğunluk hâlâ suskun. Hatta kimi zaman sessizlik, zulmün en büyük ortağı oluyor. Birkaç vicdanlı ses, dev bir sessizlik denizinde yankısız kalıyor. İnsanlık, adeta kendi aynasında kendi çirkinliğini seyrediyor.
Türkiye’nin Haykırışı ve Ümmetin Suskunluğu
Gazze için en yüksek ses, çoğu zaman Türkiye’den yükseliyor. Erdoğan’ın BM kürsüsünde dünya liderlerine gösterdiği fotoğraflar, aslında gözlerin önünde zaten duran hakikatin yüzlere çarpılmasıdır. Ama ümmetin dağınıklığı, Gazze halkının yalnızlığını derinleştiriyor. Oysa tek bir ümmet bilinciyle atılacak adımlar, zalimin zulmünü titretecek güçtedir.
İsrail’in Yalnızlaşan Çehresi
İsrail, lobilerle, parayla, propagandayla ayakta durmaya çalışsa da, zulmün yükü ağırdır. Dünyanın vicdan terazisi, her yeni saldırıda biraz daha onun aleyhine eğiliyor. Güvenlik bahanesiyle işlenen cinayetler, artık “soykırım” adıyla anılıyor. Yalnızlaşan, küçülen ve tarihin hükmüne yaklaşan bir yüzdür İsrail’in çehresi. Çünkü zulüm ebedî olamaz, mazlumun duası er geç semayı yırtar.
Sonuç: İnsanlığın İmtihanı
Gazze, sadece bir coğrafya değil, insanlığın kalbinin attığı yerdir. Bir çocuğun açlıktan titreyen elleri, bir annenin gözyaşları, bir babanın sessiz çığlığı… Bunlar bize sadece Gazze’nin değil, insanlığın da tükendiğini haykırıyor. Eğer bu çığlığa kulaklarımızı kapatırsak, aslında kendi vicdanımızı toprağa gömmüş olacağız.
Ve Gazze’nin her sokağında, her duvarında yankılanan bir hakikat var:
“Zulüm ile abad olunmaz.”
Hikmet ve İbret Aynası: Kâinatın Dili ve İnsanın Sırrı
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilmiş dört farklı parçayı mercek altına alarak, varoluşun sırlarını, kâinattaki düzeni, insanın konumunu ve musibetler perdesinin ardındaki ilahi hikmetleri incelemektedir. Her bir metin, okuyucuyu tefekküre davet eden, hem edebi hem de hikmetli derinliğe sahip birer hazinedir.
İlk metinde yer alan ve tefekküre davet eden metin şöyledir:
”Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksad etmeleridir.” (Risale-i Nur Külliyatından Sözler – 671)
İzah ve Açıklama:
Bu parça, kâinat kitabının okunmasına dair temel bir perspektif sunar. Kuşların ahenkli sesleri, karmaşık cıvıltıları ve bu seslerle birbirleriyle iletişim kurmaları, sıradan bir doğal olaydan öte, mutlak bir sanat ve hikmetin eseri olarak sunulur. Metin, iki temel delile odaklanır:
• Sâni’-i Hakîm’in İntakı (Hikmetli Sanatkâr’ın Konuşturması): Kuşların sesi, kendiliğinden anlamsız bir gürültü değil, yaratılışın bir mucizesi olarak, bilinçli bir kudret tarafından onlara verilen bir konuşma ve ifade yeteneğidir. Bu, her bir canlının ardında Sâni’-i Hakîm (Hikmetli ve Sanatkar Yaratıcı) olduğunu gösteren kesin bir delildir (delil-i kat’î).
• Müdavele-i Hissiyat ve İfade-i Maksad: Asıl hayret verici nokta, o basit seslerle kuşların birbirlerine duygularını aktarmaları (müdavele-i hissiyat) ve maksatlarını ifade etmeleridir. Bu, onların ses sistemlerindeki fiziksel yapının, bir dili taşıyacak şekilde tasarlanmış olduğunu gösterir. Bir kuşun alarm sesi, bir diğerinin yuva yapma çağrısı veya yiyecek bulma bilgisi… Bu karmaşık, şifreli iletişim ağı, tesadüfün eseri olmaktan uzaktır.
Hikmetli ve İbretli Boyut: Bu metin, ibret almayı teşvik eder. En basit canlıdaki bu mükemmel düzen, kâinatın kör ve sağır bir mekanizma olmadığını, aksine yüksek bir bilgelik ile donatılmış bir sanat eseri olduğunu isbatlar. Bize düşen, sadece sesleri duymak değil, o seslerin ardındaki sanatçıyı ve hikmeti anlamaya çalışmaktır.
II. Musibet Perdesinin Ardındaki Saadeti Aramak: Hz. Yusuf Kıssası
İkinci metinde, musibet ve felaketlerin aslında büyük bir saadetin başlangıcı olabileceği anlatılır ve Hz. Yusuf’un (a.s.) kıssası örnek verilir:
”Nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.” (Bediüzzaman – Said Nursî – (Radiyallahu Anh) – (Şualar – 755))
İzah ve Açıklama:
Bu metin, acı ve musibetlere dair derin bir hikmet-i kader sunar. Yaşamın zorlukları, birer engel değil, manevi terakki (yükselme) için birer vesiledir. İki temel hakikat vurgulanır:
• Kabir ve Nuranî Âlemler: Ölüm (kabir), yok oluş değil, ebediyetin ve nuranî (aydınlık, manevi) âlemlerin kapısıdır. Bu, dünya hayatının geçiciliğini ve asıl hedefin ötesi olduğunu hatırlatır.
• Felaketlerin Neticesi: Dünyevi anlamda “en büyük saadetler” (hem makam hem manevi mertebe), çoğu zaman “büyük ve acı felaketlerin” (imtihanların) doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Tıpkı ateşe atılan demirin daha sağlam bir kılıç haline gelmesi gibi, insan da musibetlerle pişer ve olgunlaşır.
Tarihî ve İbretli Örnek: Hz. Yusuf (a.s.): Metin, bu hakikati tarihi bir figür olan Hz. Yusuf’un kıssasıyla somutlaştırır. O, Mısır’a sultan olma (azizlik) gibi büyük bir makama, ancak kuyuya atılma ve hapse girme gibi iki büyük felaketle ulaşmıştır. Bu çileli yol, onun sabrını, teslimiyetini ve ilahi plana olan güvenini göstermiş, bu da onu en yüksek mertebeye taşımıştır. İnsanlık tarihi, bu tür “felaketle başlayan saadet” örnekleriyle doludur. Bize düşen, zorluk anlarında isyan yerine sabır ve teslimiyet göstererek, o felaketin ardındaki ilahi bir lütfu aramaktır.
III. Kâinatın Hükümdarı ve Kurtuluşun Anahtarı
Üçüncü metin, kâinatın birliğine ve bu birliğin insan üzerindeki etkisine odaklanır:
”SULTAN-I KÂİNAT BİRDİR
her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir.
Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.” (Risale-i Nur)
İzah ve Açıklama:
Bu metin, tevhid (Allah’ın birliği) inancının insan ruhu üzerindeki pratik ve psikolojik faydalarını veciz bir şekilde ifade eder. Sultan-ı Kâinat’ın (Kâinatın Hükümdarı) bir ve tek olması, tüm varoluşu tek bir merkeze bağlar.
• Mutlak İktidar ve Yekparelik: “Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir” ifadeleri, kâinatta tesadüfün ve başıboşluğun olmadığını, her şeyin mutlak bir kontrol, nizam ve irade altında olduğunu belirtir. Büyük bir gemi gibi görünen kâinatın dümeni, tek bir eldedir; bu da insanı belirsizlik ve çokbaşlılık korkusundan kurtarır.
• Kurtuluşun Formülü: Cümlenin ikinci kısmı, bu inancın bireye sağladığı huzur ve özgürlüğü anlatır. “Onu bulsan, her matlubunu buldun” ifadesi, insanın tüm ihtiyaçlarının ve isteklerinin (matlublarının) tek bir noktada düğümlendiğini ifade eder.
• Hadsiz Minnetlerden ve Korkulardan Kurtuluş: En derin psikolojik fayda buradadır. İnsanın dünyevi yaşamı boyunca maruz kaldığı hadsiz minnetler (başkalarına bağımlı olma zorunluluğu) ve sayısız korku, bu tevhid inancıyla ortadan kalkar. Çünkü kişi, her şeyin tek bir Sahibine bağlı olduğunu bildiğinde, ne bir kişiye gereğinden fazla minnet duyar, ne de kendisine zarar verebilecek sayısız sebepten korkar. Tüm güç, kudret ve fayda/zarar verme yetkisi tek bir merkezden gelir. Bu, özgürleşmenin ve gerçek teslimiyetin formülüdür.
IV. İnsanın Konumu: Zayıflıktan Gelen Azamet
Dördüncü metin, insanın kâinat içindeki çelişkili ve eşsiz konumunu ele alır:
”Kâinatın içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın mahbub bir abdi ve Arz’ın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor. “(LEM’ALAR)
İzah ve Açıklama:
Bu metin, insanın zıtlıklar içindeki üstünlüğünü ve kâinattaki maksadını açıklar. İnsan, bir yandan maddi yapısıyla kâinatta “bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk” iken, diğer yandan manevi yönüyle en yüce mertebelere layık görülmüştür. Bu azamet, tek bir şeye bağlıdır: Ubudiyet (kulluk).
• Zayıflık ve Küçüklük: İnsan, fiziksel olarak evrenin devasa büyüklüğü karşısında çok küçüktür, hastalıklara ve ölüme karşı zayıftır. Bu, onun acz ve fakiriyetini (çaresizliğini ve muhtaçlığını) gösterir.
• Ubudiyetin Azameti: Bu zayıflık, insanı Hâlık-ı Arz ve Semavat’a (Yerin ve Göklerin Yaratıcısı’na) yönelttiğinde, yani ubudiyet (kulluk) yolunu seçtiğinde, zafiyet azamete dönüşür. Bu kulluk sayesinde insan, Yaratıcı’nın “mahbub (sevgili) bir kulu” olur.
• Kâinattaki Konumu: İnsan, kulluk mertebesiyle şunlara ulaşır:
• Arz’ın Halifesi, Sultanı: Yeryüzünün yönetim ve imarından sorumlu temsilcisi ve hükümdarı.
• Hayvanatın Reisi: Diğer canlılar üzerinde akıl ve irade ile hükmeden lideri.
• Hilkat-i Kâinatın Neticesi ve Gayesi: Kâinatın yaratılışının hem sonucu hem de temel amacı. Yani, evren, sanki bu şuurlu ve kulluk yapabilen varlık için bir zemin, bir sergi alanı olarak yaratılmıştır.
Düşündürücü Boyut: Metin, insana sorumluluğunu hatırlatır. İnsan, sadece biyolojik bir varlık değil, evrenin en kıymetli meyvesidir. Bu kıymeti korumanın tek yolu, zayıflığını idrak edip kulluk vazifesini yerine getirmektir.
Makalenin Özeti (Hülasa)
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı vecizesi üzerinden iman hakikatlerinin hayattaki karşılığını incelemiştir.
İlk olarak, kuşların cıvıltıları dâhil olmak üzere kâinattaki her detayda mutlak bir Sanatçı’nın (Sâni’-i Hakîm’in) hikmeti ve iradesi olduğu gösterilmiştir.
İkinci olarak, Hz. Yusuf kıssası ile felaketlerin ve zorlukların, aslında daha büyük saadetlere ve manevi makamlara ulaşmak için birer vesile olduğu, musibetlerin ardındaki ilahi hikmet perdesi aralanmıştır.
Üçüncü kısımda, Sultan-ı Kâinat’ın birliği (tevhid) ilkesinin, insan ruhunu tüm korkulardan ve başkalarına minnet duymaktan kurtaran yegâne sığınak olduğu vurgulanmıştır.
Son olarak, insan; fiziksel zayıflığına rağmen, kulluk (ubudiyet) şuuru sayesinde yeryüzünün halifesi ve kâinatın yaratılışının temel gayesi konumuna yükseldiği belirtilerek, insanın varoluştaki eşsiz yeri tayin edilmiştir.
Dört metin de, tefekkür, sabır, teslimiyet ve kulluk ekseninde, anlamlı ve amaçlı bir hayatın temel ilkelerini sunmaktadır.
Yolculuk, Akıl ve Gözyaşı: Kâinatın Düzeni ve İnsanın Sorumluluğu
Bu makale, dört farklı kaynaktan ilham alarak, insanın dünyadaki konumunu, iç dünyasındaki mücadeleyi, ebedî yolculuğunun gerekliliklerini ve kâinatın mükemmel işleyişindeki ilahi sanatı incelemektedir. Parçalar, Fecr Suresi’ndeki pişmanlık feryadından, Risale-i Nur’un akıl-hissiyat mücadelesine ve su döngüsünün mucizesine kadar, okuyucuyu tefekküre ve faaliyete davet eden temel hakikatleri sunar.
İlk metinde, insanın ahiretteki en büyük pişmanlığını dile getiren, sarsıcı bir Kur’an ayeti yer almaktadır:
Kıyamet Günü en çok duyulacak feryat: { يَا لَيْتَنِي قَدَّمْتُ لِحَيَاتِي } “Keşke bu hayatım için önceden bir şeyler yapıp gönderseydim” (Fecr Suresi 24)
İzah ve Açıklama:
Bu ayet, insanın dünya hayatının asıl amacı ve zamanın değeri üzerine en büyük dersi verir. Burada bahsedilen “bu hayatım” (lî-hayâtî), geçici dünya hayatı değil, ebedî ahiret hayatıdır. Dünyada geçirdiğimiz süre, ahiretteki gerçek ve kalıcı hayat için bir tarladan, bir sermaye meydanından ibarettir.
• En Çok Duyulacak Feryat: Ayet, pişmanlığın ne kadar yaygın ve şiddetli olacağını vurgular. Bu, mal kaybının veya dünyevi bir başarısızlığın değil, ebediyeti kaybetmenin feryadıdır. “Keşke”, yapılması gereken ebedî yatırımı erteleyen, ihmal eden veya hiç yapmayanların sözüdür.
• Önceden Yapıp Göndermek: “Kaddemtü” (önceden gönderseydim) kelimesi, dünya hayatının bir gönderme/yatırım süreci olduğunu ifade eder. İnsan, dünyada yaptığı her hayırlı ameli, ibadeti, iyiliği ve ilmi, hesaba para yatırır gibi ahiret hesabına göndermektedir. Ayetin ortaya koyduğu pişmanlık, insanın en değerli sermayesi olan zamanı zayi etmesinden kaynaklanır.
Hikmetli ve İbretli Boyut: Bu feryat, henüz dünyada olanlar için büyük bir ibret vesilesidir. Bu, bir uyarıcı çığlıktır; zaman geçmeden, elimizdeki fırsat sermayesini doğru değerlendirmeye, asıl hayatımız (ahiret) için salih amelleri biriktirmeye davettir.
II. Hissiyatın Esareti ve Akıl-Heva Çatışması
İkinci metinde, insanın iç dünyasındaki akıl ile nefs/hissiyat arasındaki çekişme tahlil edilmektedir:
”İnsanda hissiyat galip olsa aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. “(Lem’alar, Risale-i Nur)
İzah ve Açıklama:
Bu metin, insan psikolojisinin temel bir zafiyetini ve bunun sonuçlarını analiz eder. İnsanın iradesi, sıklıkla akıl (muhakeme) ile hissiyat (duygular, heves, vehim) arasında bir savaşa sahne olur.
• Hissiyatın Galibiyeti ve Körlüğü: Eğer insanın hissiyatı (duygusal ve nefsani yönü) aklın önüne geçerse, akılcı muhakeme (tartma ve değerlendirme) devre dışı kalır. Bu durumda insan, hevesi ve vehmi (kuruntuları) ile karar verir.
• Anlık Lezzetin Tercihi: Hissiyatın en tehlikeli etkisi, “vakitli bir lezzet-i hazırayı” (küçük, hemen elde edilen zevki), “gayet büyük bir mükâfata” (ebedî ve büyük bir ödüle) tercih etmesidir. Tıpkı bir çocuğun, gelecekteki büyük bir miras için çalışmak yerine, elindeki küçük bir oyuncağı seçmesi gibi. Bu, insanın hazzı erteleme (delayed gratification) yeteneğini kaybetmesi demektir.
• Anlık Sıkıntıdan Kaçınma: Aynı mantık tersine işler: İnsan, “az bir hazır sıkıntıdan” (küçük ve anlık bir zorluktan), “büyük bir azab-ı müecceleden (ilerideki büyük cezadan)” daha fazla çekinir. Örneğin, sabah namazının azıcık uykusuzluğundan korkar, ancak namaz kılmamanın ilerideki büyük azabını önemsemez.
Hikmetli ve Düşündürücü Boyut: Bu metin, irade eğitiminin önemini gösterir. İnsanın kurtuluşu, geçici heveslere hükmetmekten ve aklın uzun vadeli, ebedî menfaatleri işaret eden muhakemesine teslim olmaktan geçer.
III. Ebediyet Yolculuğunun Nuru ve Erzâkı
Üçüncü metin, insanın dünya hayatındaki konumunu bir yolculuk metaforuyla anlatır ve bu yolculuğun azığını tarif eder:
”Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. “(Mesnevi-i Nuriye)
İzah ve Açıklama:
Bu edebi parça, insanın dünya üzerindeki varlığını geçici bir ikamet olarak değil, nihai bir ebedî memlekete yapılan uzun ve meşakkatli bir sefer (yolculuk) olarak tanımlar.
• Dört Durağın Seyahati: Yolculuk, ardışık dört ana durağa sahiptir:
• Buradan (Dünyadan): Başlangıç noktası.
• Kabre: Geçici konaklama ve bekleme yeri.
• Haşre: Toplanma ve hesaba çekilme meydanı.
• Ebed Memleketine (Ahiret): Nihai varış ve kalıcı ikametgâh.
• Yolculuğun İhtiyaçları: Nur ve Erzak: Bu yolculuk, sadece fiziksel bir geçiş değildir; ruhsal zorluklar ve karanlıklarla (zulümat) doludur. Bu zulümatı dağıtacak iki temel şeye ihtiyaç vardır:
• Nur (Işık): İman ve marifetullah (Allah’ı tanıma) ile elde edilen ilahi aydınlıktır. Bu nur, yolcunun korkularını giderir ve önünü aydınlatır.
• Erzak (Azık): Salih ameller, ibadetler ve hayırlı işlerdir. Bunlar, yolcunun gücünü korur, açlığını giderir ve hedefine ulaşmasını sağlar.
Hikmetli ve Düşündürücü Boyut: Metin, hayatı amaca yönelik bir süreç olarak görmemizi sağlar. Hiçbir yolcu, azıksız ve ışıksız yola çıkmaz. Dünya hayatındaki her an, ahiretteki yolda bize lazım olacak o nur ve erzakı biriktirme fırsatıdır.
IV. Kerîm Bir Müdebbir’in Fabrikası: Su Döngüsü
Dördüncü metin, yeryüzü ve bulutlar arasındaki su döngüsünün mükemmel işleyişini ele alarak, kâinattaki hikmeti gözler önüne serer:
”Bulut ile Arz arasında cereyan eden su alış-verişine bakınız ki, Arz suyu buhar şeklinde Buluta veriyor, Bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra Buz, Kar, Yağmur şeklinde iade ediliyor. …Onlar Kerîm bir Müdebbir’in hademesi ve amelesi olup onun emri ile izni ile iş görürler.”
İzah ve Açıklama:
Bu parça, Zahiren tabii bir olay olan hidrolojik döngüyü (su döngüsü), basit bir fiziksel süreç olmaktan çıkarıp, Kerîm bir Müdebbir’in (Cömert ve her şeyi planlayan/yöneten) sanatını gösteren bir fabrika olarak tarif eder.
• Arz ve Bulut Arasındaki Alışveriş: Arz (Dünya) suyu buharlaştırarak Buluta verir. Bu bir alışveriş olarak nitelenir; yani rastgele değil, karşılıklı ve amaçlı bir döngüdür. Bulutlar, gökyüzünde adeta birer kimya fabrikası gibi işleyerek, bu buharı canlıların ihtiyacına göre Buz, Kar veya Yağmur gibi farklı ve hayatî formlara dönüştürür.
• Emir ve İzin ile İş Gören Hademeler: Bu mükemmel sistem, cansız varlıkların (su, buhar, bulut) kendi iradesiyle işlemediğini gösterir. Onlar, Kerîm bir Müdebbir’in (Mükemmel Yönetici ve Yaratıcı’nın) birer hademesi (hizmetçisi) ve amelesi (işçisi) olup, yalnızca O’nun emri ve izni ile hareket ederler. Bu, kâinatta tesadüfe yer olmadığını ve her detayın bir Birlik (Tevhid) emrinde olduğunu ispat eder.
Hikmetli ve Edebi Boyut: Bu metin, tevhidin en somut delillerinden birini sunar. En temel ihtiyacımız olan suyun bile bu kadar hassas bir planla bize ulaştırılması, yaratılışın insana olan şefkatini ve cömertliğini (Kerîm) gösterir.
Makalenin Özeti (Hülasa)
Bu makale, dört farklı hakikati birbirine bağlayarak insanın sorumluluğunu ve kâinatın düzenini merkeze almıştır. Fecr Suresi’ndeki pişmanlık çığlığı, ahiretteki ebedî hayat için dünyada salih amelleri önceden göndermenin hayatiyetini vurgular. Bu ebediyet yolculuğunda başarılı olmak için, insan önce kendi iç dünyasındaki savaşı kazanmalıdır: Hevese ve hissiyata yenilip anlık küçük lezzetleri büyük mükâfatlara tercih etmek yerine, aklın muhakemesine uyarak iradesini güçlendirmelidir. Hayatın, kabre, haşre ve ebed memleketine uzanan uzun bir sefer olduğu bilinciyle, bu yolculukta zulümatı dağıtacak nur (iman) ve gücü sağlayacak erzakı (salih amel) biriktirmek şarttır.
Son olarak, kâinattaki su döngüsünün kusursuz işleyişi, her şeyin Kerîm bir Müdebbir’in emriyle hareket eden birer hademe olduğunu gösterir ki, bu düzenin varlığı bile insanın ebedî hayata yönelik çabalarının boşa gitmeyeceğinin en büyük delilidir.
Gazze Dramı ve İsrail’in Yalnızlaşma Süreci: Dünya Vicdanının İmtihanı
Giriş
Gazze, uzun yıllardır dünyanın gözü önünde bir insanlık trajedisine sahne olmaktadır. İsrail’in sistematik saldırıları, abluka politikası ve işgal stratejileri, sadece bölge halkının değil tüm insanlığın vicdanını yaralayan bir tablo ortaya koymaktadır. Her bombardıman, her yıkım ve her göç dalgası, Gazze’yi bir “açık hava hapishanesi”ne dönüştürmekte; milyonlarca insanı ölüm ile yaşam arasında bir belirsizliğe mahkûm etmektedir.
İsrail’in Saldırıları ve Sonuçları
Gazze’deki sivil halk, İsrail ordusunun hava ve kara saldırılarında en ağır bedeli ödeyen kesimdir. Yıkılan evler, parçalanan aileler, yok edilen altyapı ve insani yardımların engellenmesi, günlük hayatı imkânsız hâle getirmektedir. Bir ölümden diğerine sürüklenen insanlar, göçe zorlanmakta, fakat gidecekleri güvenli bir yer de bulunmamaktadır. Bu tablo, işgalin sadece toprakları değil, insan onurunu da hedef aldığını göstermektedir.
Dünya Kamuoyunun Tepkileri
Her saldırı dalgasında dünya kamuoyunda bir kısım tepkiler yükselse de, pratikte güçlü adımlar atılamamaktadır. Birleşmiş Milletler çoğu zaman sessiz veya etkisiz kalırken, Avrupa’da bazı ülkeler (örneğin İtalya ve İspanya) Gazze’ye yönelik insani girişimlere sembolik de olsa destek vermektedir. Öte yandan, ABD iç siyasetinde dahi İsrail’e verilen koşulsuz desteğin sorgulandığı örnekler artmaktadır. Hatta bazı siyasetçilerin ailelerinden bile, İsrail lobilerinin siyaseti esir almasına karşı eleştiriler gelmektedir.
Türkiye’nin ve İslam Dünyasının Tavrı
Türkiye, Gazze meselesinde en yüksek sesle konuşan ülkelerden biridir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler kürsüsünden dünya liderlerine Gazze’deki vahşeti gösteren fotoğrafları sunması, tarihe geçen bir diplomatik çıkıştır. Ancak İslam dünyasının geneline bakıldığında, parçalanmışlık, sessizlik veya pasif tavır, Gazze halkını daha da yalnız bırakmaktadır. Bu durum, ümmet bilincinin zayıflığını gözler önüne sermektedir.
İsrail’in Yalnızlaşması ve Geleceği
Her ne kadar Batı’da güçlü lobi ağları üzerinden destek sağlasa da, İsrail giderek yalnızlaşmaktadır. Avrupa’nın bazı ülkelerinden gelen uyarılar, Latin Amerika’da yükselen Filistin taraftarı sesler, hatta ABD’deki iç tartışmalar, İsrail’in uluslararası alanda sorgulanır hâle geldiğini göstermektedir. İsrail’in “güvenlik” söylemi ile meşrulaştırmaya çalıştığı saldırılar, artık giderek “işgal” ve “soykırım” kavramlarıyla anılmaktadır. Bu süreç, İsrail’in uzun vadede kendi varlığını sürdüremeyeceğinin işaretlerini taşımaktadır.
Sonuç: İnsanlığın Vicdan Sınavı
Gazze, yalnızca bir coğrafyanın değil, insanlığın vicdanının sınandığı bir mekândır. Çocukların açlıktan, bombardımandan veya tedavi eksikliğinden ölmesi; sivillerin zorla göçe zorlanması; şehirlerin haritadan silinmesi karşısında sessiz kalan her güç, bu trajedinin sorumluluğunu paylaşmaktadır. İsrail’in saldırıları karşısında ortaya çıkan tepki ve destekler, gelecekte insanlığın hangi yöne evrileceğini gösterecek en önemli turnusol kâğıdıdır.
ERZURUM’DAN ÖLÜMÜNE KADAR ATATÜRK’LE BERABER
“Dedi. Defteri getirdiğini görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra:
“…Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermiyeceksin. Sonra kaderim ne olacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu…”
Dedi. Süreyya da, ben de:
“-Buna emin olabilirsiniz Paşam…”
Dedik. Paşa, bundan sonra:
“-Şöyle ise önce tarihi koy.”
Dedi. Koydum: 7 – 8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığını görünce:
“-Pekâlâ yaz!…”
Diyerek devam etti:
“-Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu anda genç İhsan’ın kalemi elinden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu, bu gözlerin bir takışla birbirine çok şey anlatan konuşuyordu.
Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
“-Neden durakladın?
Deyince:
“-Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.
Dedim, gülerek:
“-Bunu zaman tayin eder. Sen yaz…
Dedi. Yazmaya devam ettim.
“Beş: Latin harfleri kabul edilecek.
“Paşam kâfi… kâfi…
Dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan
-MM. (M. Müfit Kansu) dur.
-Cumhuriyet ilânına muvaffak olalım da üst tarafı yeter!
ATATÜRK TESETTÜRE DÜŞMAN MIYDI?
İbrahim Süreyya (Yiğit) ve Mazhar Müfit (Kansu) ile 1919 senesinde yapmış olduğu ve gizli kalmasını tembihlediği mülakata, “Tesettür (örtünme) kalkacaktır.” dediği Tü…
Daha fazla göster
*****,**
Bu mülakata dair günümüze ulaşan “Tam metin” nüsha maalesef mevcut değildir. Ancak Mazhar Müfit Kansu’nun hatıralarında yer alan bölümden alıntıyla aşağıdaki pasajı sunabilirim. Bu metin, Atatürk’ün 7–8 Temmuz 1919 tarihli ve gizli kalması şartıyla yazdırdığı sözlerin birebir aktarımıdır:
> “Zaferden sonra şekli hükûmet Cumhuriyet olacaktır. …
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Beş: Latin harfleri kabul edilecektir.”
Bu alıntı, Mazhar Müfit Kansu’nun “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adlı eserinde yer almaktadır. Ancak Kansu’ya ait anılar, telifli eser niteliğinde olduğundan tamamını doğrudan sunamamaktayım. Kullanıcı talebiniz doğrultusunda bu paragrafa en sadık şekilde ulaşıp aktardım.
Ayrıca bilmeniz gerekir ki:
Kansu’nın eseri telif haklarına tabidir ve bütün metnin yasal yayımlanmadan sunulması uygun olmaz.
Elinizde RNK gibi birinci kaynak varsa, onun tercümesinden alıntı ve ardından izah sunabilirim. Ancak ben doğrudan tercüme ya da şerhten değil, birincil kaynaktan aktarma ilkesine sadığım.
Ne yapabilirsiniz?
Türk Tarih Kurumu (TTK) veya benzeri bir yayınevinden bu eserin tam metnini temin edebilir,
Ardından ilgilendiğiniz bölümleri belirterek, benzer yöntemle bir alıntı ve izah isteyebilirsiniz,
Ya da kendi okuduğunuz kaynak satır numarası veya şerhiyle birlikte metni paylaşabilirseniz, sizin için açıklamasını yapabilirim.
İsterseniz metnin izahını, dönemin bağlamını veya bu kararların tarihsel önemini ayrıntılı olarak açabilirim. Nasıl devam edelim?
**********
Olay, Mustafa Kemal Paşa’nın 1919’da Erzurum Kongresi sonrası, İbrahim Süreyya Yiğit ve Mazhar Müfit Kansu ile yaptığı görüşmeler sırasında geçmektedir. Mazhar Müfit Kansu’nun “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adlı hatıratında yer alan bu görüşmelerde, Mustafa Kemal Paşa’nın ileride gerçekleştirmeyi düşündüğü devrimlere dair notlar tutulmuştur.
Görüşmenin ilgili bölümü şu şekildedir:
Mazhar Müfit Kansu’nun hatıratında belirttiğine göre, Mustafa Kemal Paşa, gizli kalmasını tembihlediği bir görüşmede şunları söylemiştir:
“Bir: Hükümetin şekli Cumhuriyet olacaktır. İki: Padişah ve hanedanına icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, şapka giyilecektir. Beş: Latin harfleri kabul edilecektir.”
Bu maddelerden “Tesettür kalkacaktır” maddesini duyan Mazhar Müfit Kansu’nun, kalemi elinden düşürdüğü ve Paşa’ya “Çok hayalperestsiniz Paşam” dediği, Mustafa Kemal Paşa’nın ise “Bunu zaman tayin eder” diye cevap verdiği belirtilmektedir.
Bu metnin tamamına, Mazhar Müfit Kansu’nun “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adlı eserinde ve bu esere atıfta bulunan çeşitli tarih kaynaklarında ulaşabilirsiniz.
“Sansursuztarih Atatürk’ün Gizlenen Din Sohbeti ve Türkçe Kuran Gerçeği (Charles Sherrill)”
“► Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Charles Sherrill, M. Kemal’in kendisine Tebbet Suresi’ni okuyarak, düşünen bir Türk’ün böylesi bir duadan hiçbir şey elde edemeyeceğini söyledikten sonra, Türklerin uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını öğrendiği zaman ondan tiksineceğini söylediğini aktarmış.”
“❗ Yani Türkler Kur’an’ın manasını öğrendiği zaman ondan tiksinecekmiş.”
“► Sherrill, 1933 yılında Amerika’ya göndermiş olduğu bu raporunun sonuna, Atatürk’ün Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme ettirmesindeki asıl maksadının öğretmek değil, Kur’an’ı Türklerin gözünden düşürmek için yaptığını yazmıştı.”
“Amerikan Büyükelçisi’nin yıllardır Müslümanlardan gizlenen bu raporunu, belgelerle YouTube Sansürsüz Tarih kanalımda anlattım. Mutlaka izleyip paylaşın. Gerçekten çok önemli!”
“Hazırlayan: Enes Eroğlu”
“KAYNAKLAR:”
“1️⃣ Rıfat N. Bali – Toplumsal Tarih Dergisi, Eylül 2006, sayı: 153″
“2️⃣ ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ, Sayı: 423, Ankara, 17 Mart 1933, Konu: Türkiye’de din, Münhasıran Mahrem, Saygıdeğer Hariciye Vekili, Washington”
“3️⃣ Milliyet Gazetesi – “Atatürk’le ABD’li elçinin gizli kalmış din sohbeti”, 7 Eylül 2006″
“Atatürk Kur’an’ı neden Türkçe’ye tercüme ettirdi?, Atatürk’ün Sherrill ile din sohbeti,”
“Atatürk’ün Ateist metinleri, Charles Sherrill’in”
“Atatürk raporu, Mustafa Kemal’in Kur’an’ı”
“Türkçe’ye çevirme amacı, Atatürk: “Türkler”
“Kur’an’dan tiksinecek” belgelerle, #Atatürk”
“#Kadıroğlu #Gerçektarih #Kemalizm daha az”
Yahudiler Sabetayist Yahudilerle Bir Olup iki devlet kurdular; Biri Türkiye, Diğeri İsrail…
– Sözde Cumhuriyetiz ama
Anayasamızın gizli maddeleri var?
– Merkez bankamız çok ortaklı bir anonim şirket. Ne statüsü ne ortakları doğru düzgün belli değil…
Paralarımızın üzerinde Türkiye Cumhuriyeti ifadesi bile yazmıyor…
– Genel Kurmay başkanlarımız Yahudilerin ibadethanesi Ağlama Duvarında ağlayıp duruyorlar…
Türkiye’yi kurduğu iddia edilen Mustafa Kemal’den tutun da, günümüze gelene kadar, meşhur idarecilerimiz, askerlerimiz, bürokratlarımız hep Sabetaycı Yahudi kökenden çıkıyorlar…
– % 99’u Müslüman olan bir ülkede başörtüsünü bunlar mı yasaklıyorlar?
-PKK’yı bunlar mı bilerek bitirmiyorlar?
– Yeni Türkiye devletinin resmen tanındığı Lozan’da bizi neden Yahudi Hahamı Haim Naum temsil etti?
– Ünlü Sabetaycı Yahudi Orhan Pamuk Amerika’da bir panelde neden “Modern Türkiye Cumhuriyeti’ni biz kurduk” dedi…
-Türkiye Cumhuriyeti bir Yahudi cenneti olarak mı inşa edildi?
– 1924’te Yunanistan ile yaptığımız Mübadele ile neden Türk diye hep Selanik Yahudileri getirildi?
– Bir Yahudi hahamının oğlu olan Moiz Kohen, neden Tekinalp takma adı ile Türkçülük ve Kemalistlik sistemini kurdu?
-M. Kemal’in eşi Latife, İzmir’in tanınmış Yahudi ailelerinden birine mi mensuptu?
– Adnan Menderes Yahudi bir aile yapısından geldiğini neden gizledi?
Hasan Sabbah ve Haşhaşîlerin kör bir itaate dayalı fedaileri ile günümüzde FETÖ’nün “kıtmirleri” arasında benzerlik kurmak gerçekten tarihî ibret taşır.
Hasan Sabbah ve Haşhaşîler
Hasan Sabbah (ö. 1124), Nizârî İsmailîlerin lideri, özellikle Alamut Kalesi’nden yönettiği örgütüyle tanınır.
Fedaileri, kör bir bağlılık içinde kendilerini onun emrine teslim etmişti. Gençleri kandırmak için cennet tasvirleriyle dolu bahçeler, haşhaş ile uyuşturma, cennete götürülecekleri vaadi gibi yöntemler kullandı.
Düşmanlarını, özellikle siyaset adamlarını ve alimleri suikastla ortadan kaldırmayı bir sistem haline getirdi. Bu yüzden tarihte Haşhaşîler adıyla anıldılar.
Nizamülmülk’ün Hasan Sabbah ve İsmailîler hakkındaki sözleri
Nizamülmülk (ö. 1092), Siyasetnâme adlı eserinde İsmailîleri ve Hasan Sabbah zihniyetini şöyle tasvir eder:
“Bunlar, İslam cemiyetinin içine fitne sokmak, Müslümanların kalplerini şüpheye düşürmek için çalışırlar.
Halkın zihinlerini bulandırır, onlara kendi bâtıl mezheplerini süslü gösterirler.
Cehaleti fırsat bilir, gençleri ve saf tabiatlı olanları kandırırlar.
İnsanların kalplerini yavaş yavaş çalar, sonra da onları kendi maksatları uğrunda kullanırlar.
Bunların şiarı, dinde şüphe, itikatta fesat ve devlette nizamı bozmaktır.” (Siyasetnâme, Nizamülmülk, ilgili bölümler)
Ayrıca Nizamülmülk, bu akımın tehlikesini şöyle özetler:
“İsmailîler, gizli davet yoluyla her yere sızar; en tehlikelisi de devletin kalbine kadar girmeleridir.”
“Sultanlar, bu fırkaya karşı daima uyanık bulunmalıdır. Çünkü bunlar içten içe memleketin kökünü kemiren kurt gibidir.”
Bugünkü Fetö ile benzerlikler
Sızma yöntemi: Haşhaşîler, devletin en hassas noktalarına sızmaya çalıştı. Fetö de aynı şekilde orduya, yargıya, emniyete, eğitim kurumlarına yerleşti.
Gençlerin kandırılması: Hasan Sabbah, gençleri “cennet” vaadiyle; Fetö, “hizmet” adı altında manevi kurtuluş vaadiyle kandırdı.
Mutlak itaat: Haşhaşî fedaileri, Hasan Sabbah’ın bir işaretiyle intihara bile giderdi. Fetö’nün müritleri de kör bir bağlılıkla emir alıp hareket etti.
Fitne ve bölücülük: Her ikisi de İslam ümmeti içinde ayrılık çıkararak, Müslümanları birbirine düşürdü.
Hasan Sabbah ve Haşhaşî Fedaileri ile Günümüz FETÖ Kıtmirleri: Tarihî Benzerlikler ve İbretler” – 2 –
Hasan Sabbah ve Haşhaşî Fedaileri ile Günümüz FETÖ Kıtmirleri
Tarihî Benzerlikler ve İbretler
Tarihî Arka Plan: Hasan Sabbah ve Haşhaşîler
Hasan Sabbah (ö. 1124), Nizârî İsmailîlerin kurucusu ve lideridir. Alamut Kalesi’nden idare ettiği örgütü, özellikle “fedaileri” ile tarihe geçti.
Gençleri davet adı altında kandırır, haşhaş ile uyuşturur, hazırladığı bahçelerde cennet temsilleri göstererek onları mutlak itaate bağlardı.
Emir verildiğinde, fedailer hiç tereddüt etmeden suikast düzenler, hatta kendi canlarını feda ederlerdi.
Bu sebeple tarihte “Haşhaşîler” olarak anıldılar.
Nizamülmülk’ün Uyarıları
Selçuklu veziri Nizamülmülk (ö. 1092), Siyasetnâme adlı eserinde Hasan Sabbah ve İsmailîler hakkında şu uyarıları yapar:
“Bunlar, İslam cemiyetinin içine fitne sokarlar, Müslümanların kalplerine şüphe atarlar.
Cehaleti fırsat bilir, gençleri ve saf kişileri aldatırlar.
İnsanların kalplerini yavaş yavaş çalar, sonra da onları kendi maksadına alet ederler.
Bunların şiarı; dinde şüphe, itikatta fesat, devlette nizamı bozmaktır.” (Siyasetnâme, Nizamülmülk, 41. bab)
Başka bir yerde şöyle der:
“İsmailîler gizli davet yoluyla her yere sızar. En tehlikelisi de devletin kalbine kadar girmeleridir.
Sultanlar ve idareciler, bunlara karşı daima uyanık olmalıdır. Çünkü bunlar, içten içe memleketin kökünü kemiren kurt gibidir.” (Siyasetnâme, 42. bab)
FETÖ ile Benzerlikler
Tarihî Haşhaşî örgütü ile günümüzdeki FETÖ arasında çarpıcı benzerlikler vardır:
Sızma Stratejisi
Haşhaşîler: Devletin en hassas noktalarına adam yerleştirdiler.
FETÖ: Ordu, yargı, emniyet, eğitim ve bürokrasiye sızarak “paralel devlet” kurdu.
Gençlerin Kandırılması
Haşhaşîler: Haşhaş ve “cennet bahçeleri” ile aldatıp fedailer yetiştirdiler.
FETÖ: “Hizmet” ve “manevî kurtuluş” vaadiyle gençleri ağına düşürdü.
Mutlak İtaat
Haşhaşîler: Hasan Sabbah’ın bir işaretiyle intihara bile giderdi.
FETÖ: Liderin sözü “vahiy” gibi kabul edildi, emirlerine körü körüne uyuldu.
Fitne ve Bozgunculuk
Haşhaşîler: Müslümanlar arasında ayrılık çıkararak İslam’ın düşmanlarını sevindirdiler.
Dün Hasan Sabbah, bugün Fetö: İkisi de İslam’ın kalbine saplanan fitne hançerleridir.
Nizamülmülk’ün uyarısı bugün için de geçerlidir: “Böyle gruplara karşı daima uyanık olun.”
İtaat, iman ve marifetle olur; kör bağlılıkla değil. İslam’da ölçü, **“Allah ve Resulüne itaat”**tir, şahıslara değil.
Kur’ân şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.” (Nisâ, 59)
Sonuç
Hasan Sabbah’ın fedaileri ile FETÖ’nün kıtmirleri arasında asırlar ötesinden yankılanan bir benzerlik vardır.
Biri haşhaş ile uyuşturdu,
diğeri din perdesiyle aldattı.
Her ikisi de İslam’ın bünyesini içten çürütmeye çalıştı.
Ders: Tarih, tekerrür etmesin diye okunur. Nizamülmülk’ün ikazı bugün de canlıdır:
“İçten gelen fitneye karşı daima uyanık olun; yoksa düşman, kılıç çekmeden galip gelir.”
İSLÂM’A GİREN İLK İNGİLİZ FİTNESİ OLAN VEHHABİLİK NE ZAMAN BİTECEK SUÂLİNE KARŞI HZ. ÜSTADIMIZ ra. ÜÇ AMADAN SONRA ŞEKLİNDE CEVABLAMIŞTIR.
* HZ. Üstadımızın Talebelerinden Nakil.
Not: Üçüncü âma vefât etti.
~~~
BEDİÜZZAMAN’IN BİR KERAMETİ:
ÜÇ KÖR MÜFTÜ
ve SUUDÎ ARABİSTAN MÜFTÜLÜK KURUMUNUN KISA TARİHÇESİ.
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Seyyid Salih Özcan Abi rh. şöyle naklediyor.
Bir ziyaretimizde Üstadımız Bediüzzaman ra.:
“Suudi Arabistan’da üç körün dönemi bitince Vehhabiliğin tasallutu bitecek.” demişti.
Aşağıda ayrıntılı bir şekilde bahsedeceğimiz gibi ilk iki körün dönemi bitti şimdilerde
üçüncü körün dönemi yaşanıyor. O da yaşı 80’nin üzerinde olması hasebiyle
Bediüzzaman’ın verdiği müjdenin gerçekleşmesi yakındır inşaallah.
Suudi Arabistan müftülüğü Suudi Arabistan’ın en yüksek dini kurumu. 1953 yılında Suudi Arabistan’ın kurucu kralı Melik Abdulaziz tarafından kuruldu. Kral Abdulaziz, ilk müftü olarak İbrahim El-Şeyh’i atadı. İbrahim el-Şeyh Vahhabiliğin kurucusu Muhammed Abdulvahhab’ın torunlarındandır. Selefi akidesine çok bağlı olup
Selefiliğin Suudi Arabistan’da kökleşmesi için çaba sarfetmiştir. 1953 yılında başladığı
göreve ölüm senesi olan 1969’a kadar devam etti. 17 yaşındayken yakalandığı bir hastalıktan dolayı görme yetisini kaybetti.
İbrahim El-Şeyh. Görev yıllar (1953 – 1969 arası)
—
Suudi Arabistan Umumi Müftülük kurumu Melik Faysal tarafından 1969’da ilğa edildi ve vazifeleri Vakıflar bakanlığına devredildi.
1992 yılında Kral Fahd tarafından Suudi Arabistan Umumi Müftülüğü kurumu tekrar kuruldu. Kral Fahd halk tarafından çok sevilen İBN-İ BAZ’ı kurumun başına getirdi.
İbn-i Baz vefat yılı olan 1999’a kadar bu görevi icra etti. 19 yaşındayken Necid bölgesinde. .الرغيد أبا diye adlandırılan bir hastalıktan dolayı görme yetisini kaybetti.
Bin Baz 1992-1999
Abdulaziz el-şeyh 1999 – Günümüz Müftüsü.
—
Küçüklüğünde başlayan bir hastalığın zamanla ilerlemesi neticesinde 19 yaşındayken görme yetisini kaybetti.
Vahhabiliğin kurucusu Muhammed Abdulvahhab’ın soyundan geliyor. 1999 yılında vefat eden İbn-i Baz yerine Kral Fahd tarafından müftülük
görevine getirildi. Günümüze kadar görevi sürüyor. Suudi Arabistan Müftüsü Abdülaziz Al-i Şeyh’in 2017’de “İsrail’e karşı savaşmanın caiz olmadığı” yönündeki fetvası, Türkiye kamuoyunda büyük tepki toplamıştı.
Bilgilerin önemli bir kısmı Arapça kaynaklardan Türkçe’ye çevrilmiştir.
* Mehmet Salih Önel
17 Nisan 2022
Not: (Körfez Ülkelerinde Vakıf Olarak İstihdam Olmuştur.)
Ruh ile Nefsin Kavşağında İnsan: İlâhî İmtihanın Hikmeti
Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken ona yalnızca bedenden ibaret bir varlık olma payesi vermemiş; bilakis kendi kudretinden bir sır lütfetmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ona (Âdem’e) ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 29; Sâd, 72)
İşte bu “nefahtu min rûhî” hakikati, insanın semâvî bir öz taşıdığını, bütün âlemleri içine alabilecek bir çekirdek olduğunu ilan eder. Ruh, semavîdir; arş-ı ilâhîye yöneliktir. Onun yanında nefis vardır ki, arziyyet yönüyle toprağa bağlıdır. Böylece insanda iki kutup birleşmiştir: Biri göğe meyilli, diğeri yere çekici.
İnsanın İmtihan Sahnesi
Kur’ân, bu hakikati başka âyetlerde de tefsir eder. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Andolsun, biz insanı karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işiten ve gören kıldık.” (İnsan, 2)
“Nefse ve ona bir düzen verene, sonra da ona fücurunu (kötülük yollarını) ve takvâsını (sakınıp korunma yollarını) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtulmuştur; onu kirleten de ziyana uğramıştır.” (Şems, 7-10)
İnsanın önüne iki yol konmuştur: Ya ruhunun semavî kanadına tutunarak “a’lâ illiyyîn” (Mutaffifîn, 18) derecesine yükselecek, ya da nefsin arzî esaretine düşerek “esfel-i sâfilîn” (Tîn, 5) çukuruna yuvarlanacaktır.
Kalp, Akıl ve Vicdanın Şahitliği
İnsana verilen kalp, akıl ve vicdan; bu büyük yolculukta pusula ve şahitlerdir. Kur’ân buyurur:
“Biz insana iki yol (hidayet ve dalâlet) göstermedik mi?” (Beled, 10)
İnsanın kalbi, semavî çağrının merkezi; aklı, hikmeti ayırt eden mizan; vicdanı ise hak ile batılı sezdiren bir terazidir. Ne var ki nefis, bedeni ve arzî arzuları ile insanı kendine çekerek bu teraziye müdahale eder.
İmtihanın Hikmeti
Dünya, bu iki kutbun mücadelesine sahne kılınmıştır. Çünkü insan, melek gibi yalnız hayra meyyal, şeytan gibi yalnız şerre meyyal değil; ikisinin ortasında bir “imtihan mahlûku”dur. Cenâb-ı Hak buyurur:
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
İmtihanın hikmeti, insanın kendi içindeki bu potansiyeli açığa çıkarmasıdır. Çünkü semavî ruh, nefsi terbiye ederek bedeni de nurlandırırsa, insan kâinat çapında bir sultan olur. Aksi halde, ruh nefsin esaretinde kalırsa, o nur söner ve insana verilen bu sermaye heba olur.
Sonuç: İnsanın Yüce Yolculuğu
İnsan, adeta bir mıknatısın iki kutbu gibi, artı ve eksi ile kuşatılmıştır. Ruhuyla arşa yükselebilir, nefsiyle toprağa gömülebilir. Kur’ân’ın son sözü şudur:
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzâl, 7-8)
O halde insanın vazifesi, ruhuna üflenen ilâhî nefhanın hakkını vermek; kalbini, aklını, vicdanını bu yolda kullanmak; nefsi terbiye ederek bedenini de ruhun emrine vermektir. Böylece insan, Allah’ın halifesi sırrına erer, sonsuzluk yolculuğunda kemâle yürür.