DÜNYA YAHUDİ MEDYASI

DÜNYA YAHUDİ MEDYASI

Yahudiler dünya medyasını istedikleri gibi kullanıyorlar.
Toplumları istedikleri gibi yönlendirip, hükümetleri deviriyorlar.
Kendilerini 4. Kuvvet olarak değerlendirip, güç gösterisinde bulunup, pervasızca davranıyorlar..

Bediüzzaman bunlara verdiği tokat gibi cevapta şöyle diyor;
“İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir!

Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini kime satıyorsun?

Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir.

Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun?

Ağzını kapat!”

******

Medya Gücü, Yahudiler ve Bediüzzaman’ın Tokadı

Tarih boyunca Yahudiler, siyasî ve iktisadî alanların yanı sıra medya ve kültür dünyasını da kontrol altında tutarak toplumsal yönlendirmelerde bulunmuşlardır. Medya, modern dünyada sadece “haber” taşıyan bir araç değil; zihinleri şekillendiren, hükümetleri devirebilen, toplumları birbirine düşürebilen dördüncü bir kuvvet hâline gelmiştir. Yahudi lobilerinin bu alandaki hâkimiyetleri, Batı dünyasında bir gelenek hâline gelmiş, kitle psikolojisi ve siyaset üzerinde derin tesirler bırakmıştır.

İşte tam bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin uyarısı, adeta bir tokat gibi tarihe çakılmıştır. O, medyanın pervasızca İslâm’a saldırısını gördüğünde, şu tarihi cevabı vermiştir:
“Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Ağzını kapat!”

  1. Medyanın Psikolojik ve Siyasi Gücü

Medya, modern çağda:

Kamuoyu oluşturma

Zihinleri yönlendirme

Toplumları kutuplaştırma

Hükümetleri yıkma veya ayakta tutma
gibi devasa faaliyetlere sahip olmuştur.

Bugün dahi bir devletin silah gücü yetmediği yerde medya gücü devreye girer. Savaşlar bile artık önce medya üzerinden kazanılmaya veya kaybedilmeye başlanmıştır. Yahudi lobilerinin Hollywood’dan haber ajanslarına kadar kurduğu hâkimiyet, bu gücün en bariz delilidir.

  1. Bediüzzaman’ın Medya Tahlili

Bediüzzaman, gazeteleri “hitabet-i umumiye” yani halkın kulağına ve gönlüne seslenen büyük kürsü olarak tanımlar. Ona göre:

Bir yazar, şahsı adına pişmanlık ve itiraf edebilir.

Ama ümmet-i Muhammed (s.a.v.) adına konuşmaya asla hakkı yoktur.

Gazetede yazılan her hezeyan, milyonların hukukuna bir saldırıdır.

Bediüzzaman’ın bu tepkisi, sadece bir edebî çıkış değil; hukukî, siyasî ve ilmî bir tenkittir. Çünkü o, İslâm milletini küçültmeye kalkışan kalemlerin aslında Yahudi zihniyetinin bir yansıması olduğunu görmüş, buna karşı “ağzını kapat” diyerek tavır koymuştur.

  1. Tarihten İbretler

Fransız Devrimi sırasında gazete ve bildiriler halkı galeyana getirerek krallığı devirdi.

  1. Dünya Savaşı’nda propaganda, savaşın gidişatını etkiledi.
  2. Dünya Savaşı’nda Yahudi karşıtı veya yanlısı propagandalar, milyonların kaderini belirledi.

Soğuk Savaş’ta medya, Batı ve Sovyet bloklarını ideolojik savaşın cephesi hâline getirdi.

  1. yüzyılda Ortadoğu’daki Arap Baharı hareketleri, medya üzerinden tetiklendi.

Her çağda medya, kitlelerin akıbetini tayin eden bir güç olmuştur.

  1. İlmî ve Hikmetli Boyut

Kur’ân bize uyarıyor:

> “Ey iman edenler! Eğer fasık bir kimse size haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 6)

Bu ayet, modern medya için de adeta bir prensip vazetmektedir. Haberin kaynağı güvenilmezse, ümmet yanlış yönlendirilir.

Bediüzzaman da bu ölçüyü hatırlatır:

Hakikat, şahısların keyfiyle ölçülmez.

Milletin iman ve şerefi, basit gazete köşelerine kurban edilemez.

İşte bu yüzden o, “milleti kendi gibi dalâlette zannetme” diyerek kalem sahiplerini ikaz eder.

  1. Siyasî ve Stratejik Değerlendirme

Bugün Yahudi lobileri ve Siyonist zihniyet, medya üzerinden:

İslâm ülkelerini sürekli terör ile özdeşleştiriyor,

Müslümanları aşağı bir imaj ile gösteriyor,

İsrail zulmünü ise “meşru müdafaa” kisvesiyle pazarlıyor.

Bu tabloda Bediüzzaman’ın ikazı, güncelliğini korumaktadır:
“Bu milletin hakkına, şerefine, İslâmiyetine dil uzatma! Sen kendi nefsin adına konuşabilirsin, ama ümmet adına konuşamazsın.”

Sonuç ve İbret

Medya, çağımızın kılıcıdır. Bu kılıcı Yahudiler elinde tuttuğu müddetçe, ümmetin zihni ve kalbi yaralanacaktır. Fakat Bediüzzaman’ın tokat gibi ikazı, Müslümanlara yol göstermektedir:

Kendi medyasını kurmak, kendi hakikatini haykırmak, kendi şerefini savunmak Müslümanların vazifesidir.

Başkalarının dilinde kendini dinlemek, zillete razı olmaktır.

İslâm’ın hukukunu savunmak, her bir mü’minin üzerine düşen bir vecibedir.

“Ağzını kapat!” ifadesi, sadece bir yazarın şahsına değil, ümmeti küçümseyen bütün zihniyetlere karşı ilan edilmiş ebedî bir manifestodur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

HAKİKATİN GÜCÜ

HAKİKATİN GÜCÜ

Bir şeyin gerçek değeri, kökünde değil, kendi özünde yatar. Bir ağacın ne olduğunu, meyvesine bakarak anlarız. Benzer şekilde, bir kişinin malına karışan yabancı bir madde, ne kadar değerli olursa olsun, o malın değerini düşürür ve hatta onu kullanılamaz hale getirebilir.

Bu bakış açısıyla, Bediüzzaman Said Nursi’nin Muhakemat adlı eserinde anlattığı gibi, halkı teşvik etmek veya korkutmak amacıyla uydurma hadisleri İbn-i Abbas gibi büyük alimlere atfetmek büyük bir cehalettir. Hakikat, kendi başına yeterlidir ve zengindir. Kalpleri aydınlatmak için kendi ışığı fazlasıyla yeterlidir.

Hakikatin Özüne İnanmak

Hakikat, tıpkı saf bir elmas gibidir. Onu parlatmak veya değerini artırmak için başka, yabancı maddelere ihtiyaç duymaz. Aksine, içine karıştırılan her yabancı unsur, onun saflığını ve ışıltısını bozar. Benzer şekilde, dini veya bilimsel bir gerçeği desteklemek için uydurma hikayeler veya yanlış bilgiler kullanmak, o gerçeğin kendi öz değerine zarar verir. Hakikat, bu tür desteklere muhtaç değildir. O, kendi içinde güçlü ve müstağnidir.

Bilimin ve Aklın Süzgecinden Geçirmek

Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, sağlam hadisler ve mantığın süzgecinden geçmiş doğru tarihler bize yeter. Bu yaklaşım, sadece dini metinler için değil, bilimsel bilgi için de geçerlidir. Bir bilimsel teori, ne kadar cazip görünürse görünsün, sağlam delillere ve mantıklı bir temele dayanmıyorsa değersizdir. Sahte belgelerle desteklenen bir araştırma, o araştırmanın tüm güvenilirliğini yok eder.
İnsanlık, yüzyıllar boyunca bilgiye ulaşma ve onu doğrulama konusunda büyük çabalar harcamıştır. Bu çabaların sonunda ulaşılan yöntemler, bilginin saflığını korumak içindir. Eleştirel düşünme, doğrulama ve mantıksal tutarlılık, doğruyu yanlıştan ayırmanın en önemli araçlarıdır. Uydurma hikayeler veya yanlış bilgilerle beslenen bir akıl, zamanla gerçekle olan bağını kaybeder.

Cehaletin Yükü

Uydurma hikayelerle gerçeği süslemeye çalışmak, bir çeşit entelektüel cehalettir. Bu, insanların gerçeğin kendi özündeki gücü ve güzelliğine inanmadığını gösterir. Oysa, hakikatin en büyük gücü, yalın ve sade oluşundadır. Onu ne kadar süslemeye çalışırsak, o kadar zayıflatırız.

Sonuç olarak, gerek dini, gerekse bilimsel alanda olsun, hakikati kendi saflığı içinde kabul etmek, onu korumak için en doğru yaklaşımdır. Her şeyi mantık ve bilim süzgecinden geçirmek, bilgiye olan saygımızı ve hakikate olan bağlılığımızı gösterir. Hakikatin kendi ışığı, yolumuzu aydınlatmaya yeter. Ona gereksiz süslemeler eklemek, o ışığı karartmaktan başka bir işe yaramaz.
Sizce bir bilgiye değer katmak için ona gerçek dışı unsurlar eklemek doğru mudur?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

Hikmetli Sözlerin Işığında Hayat ve İnancın Derinlikleri

Hikmetli Sözlerin Işığında Hayat ve İnancın Derinlikleri

Hayat, karmaşıklığı ve derinliğiyle insanı sürekli düşünmeye sevk eden bir yolculuktur. Bu yolculukta, bazen önümüze çıkan hikmetli sözler, yolumuzu aydınlatan birer fener olur.
Bu dört farklı metinler, önümüzü aydinlatan fenerlerden bazılarını temsil ediyor.
Her biri kendi içinde ayrı bir konuya değinse de, hepsi insanlığın ortak sorularına cevaplar arar, kalbe ve ruha hitap eder. Bu makale, her bir metni kendi açısından ele alarak, onlardan çıkarılabilecek dersleri ve anlamları derinlemesine incelemektedir.

İslâm Dünyasını Sarsan Nifakın Cinayeti

Nifakın, yani ikiyüzlülüğün yıkıcı etkilerine dikkat çekiyor:
“Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâm’ı zelzeleye maruz bırakan nifaktır.”
Bu cümleler, nifakın sadece bireysel bir kusur olmadığını, aynı zamanda toplumları ve inanç sistemlerini temelinden sarsan bir felaket olduğunu anlatır. Tıpkı bir deprem gibi, nifak da görünmeyen fay hatlarında birikir ve aniden patlayarak toplumun birlik ve beraberliğini yerle bir eder. Tarih boyunca, birçok medeniyetin ve topluluğun çöküşü, dış düşmanların saldırısından çok, içeriden gelen ikiyüzlülük ve ayrılıklarla gerçekleşmiştir. Bu söz, bize sadece samimi olmanın önemini değil, aynı zamanda toplumun huzuru için nifaka karşı uyanık olmamız gerektiğini de hatırlatır.

Hayatın Sınavına Yönelik Bedîüzzaman’dan Nasihatler
İkinci metin ise, hayatın zorlukları karşısında nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğine dair Bedîüzzaman Said Nursî’nin derin düşüncelerini yansıtır. Metin şöyle der:
“Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.”
Bu ifadeler, insana, hayatın yükünü tek başına taşıma çabasına girmemesi gerektiğini telkin eder. Bedenimiz, bir gemiye benzetilir ve biz bu geminin kaptanı değil, sadece dümencisiyiz. Asıl sahibi Allah’tır (Hayy-u Kayyum). Bu düşünce, yaşamın zorlukları ve anlamsızlıkları karşısında ezilen kalplere bir teselli sunar. Bize düşen, sadece görevimizi layıkıyla yapmak, sonuçları ve karşılığını ise O’na bırakmaktır. Bu perspektif, endişeleri azaltır ve hayata daha huzurlu bir şekilde bakmamızı sağlar.

Günahlar: Ebedi Hayatın Hastalıkları

Üçüncü metin, günahların manevi dünyamız üzerindeki etkilerine dair çarpıcı bir benzetme sunar: “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimi hastalıklardır. Bu hayat-ı dünyevîde dahi kalp, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır.”
Bu söz, günahın sadece basit bir eylem olmadığını, aynı zamanda ruhi bir hastalık olduğunu ortaya koyar. Tıpkı bedeni zayıflatan hastalıklar gibi, günahlar da kalbi, vicdanı ve ruhu zayıflatır, hatta öldürür. Bu hastalıklar, sadece bu dünyada değil, sonsuz hayatta da kalıcı hasarlar bırakır. Bu metafor, günahın ciddiyetini anlamamıza yardımcı olur ve bizi, ruhumuzu ve vicdanımızı bu hastalıklardan korumaya çağırır.

Hıristiyanlık ve İslâm’ın Geleceği Üzerine Bir Tesbit

Son metin, Hıristiyanlığın geleceğine dair tarihi ve teolojik bir tesbiti ifade eder:
“Nasraniyet, ya intifa veya istifa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.'”
Bu ifadeler, Hıristiyanlığın kendi içindeki dönüşümüne ve nihayetinde İslam’ın hakikatleriyle karşılaşacağı fikrine işaret eder. Metin, Hıristiyanlık içindeki bölünmeleri “yırtılma” olarak nitelendirir ve bu sürecin en sonunda tevhid (Allah’ın birliği) inancına daha da yaklaşacağını öne sürer. Bu tarihi ve teolojik bakış açısı, iki büyük din arasındaki ilişkinin geleceğine dair derin bir tefekkür sunar ve Kuran’da da yer alan Hazret-i İsa’nın dönüşüyle ilgili inançla bağlantı kurar. Bu düşünce, dinler tarihi ve geleceği üzerine düşünenler için önemli bir perspektif sunar.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı metni kullanarak, nifakın toplumsal yıkıcılığı, hayatın zorlukları karşısında inancın sunduğu huzur, günahın ruh sağlığına olan zararları ve Hıristiyanlığın geleceği hakkındaki teolojik tesbitler gibi derin konuları ele almaktadır. Her bir metin, kendine özel bir hikmet taşısa da, ortak noktaları insanlığın manevi ve dünyevi sorunlarına çözümler sunmaktır. Nifak, toplumun birliğini sarsan bir hastalık; hayatın yükü, ilahi takdire teslimiyetle hafifleyen bir sınav; günahlar, ruhu zehirleyen manevi yaralar; ve dinler tarihi, ilahi hakikatin sonunda tecelli edeceği bir süreç olarak tasvir edilmiştir. Bu metinler, bize sadece inanç hakkında değil, aynı zamanda kendimiz, toplumumuz ve dünya hakkındaki düşüncelerimizi yeniden gözden geçirme fırsatı verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

Varlık, Hakikat ve Aşkın Yansımaları

Varlık, Hakikat ve Aşkın Yansımaları

İnsanın varoluşu, hakikat arayışı ve manevi derinlikleri keşfetme yolculuğu, sayısız düşünür ve mutasavvıf tarafından ele alınmıştır.
Bedîüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden yansıyan derin hakikatleri farklı açılardan ele alarak, insana, kâinata ve inanca dair zengin bir perspektif sunmaktadır. Bu makale, her bir sözün ana temasını irdeleyerek, onları birbiriyle uyumlu bir bütünlük içinde sunmayı amaçlamaktadır.

İnsanın Yaratılış Sırrı ve İlahi Aynalık

İlk metin, insanın yaratılış amacına dair en temel ve en hikmetli açıklamayı sunar:
“İnsanın hilkatinden (yaratılışından) maksad, mahfî (gizli) hazine-i İlâhiyeyi keşif ile göstermek ve kadîr-i Ezelî’ye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nuranî olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir âyine olmaktır.”
Bu sözler, insanın, evrenin en yüce amacının taşıyıcısı olduğunu anlatır. İnsan, sadece fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda gizli bir hazine olan İlahi isim ve sıfatları keşfedip yansıtan bir ayna, ezeli kudretin bir delilidir. Semavatın, arzın ve dağların kaldıramadığı “emaneti” yüklenen insan, bu emaneti taşıdığı için cilalanmış ve güzelleştirilmiştir. Bu, insanın varoluş değerini en üst seviyeye çıkarır.

Haksızlığa Karşı Suskunluğun İbretli Sonu

İkinci metin, ahlaki bir duruşun ne kadar hayati olduğunu basit ama güçlü bir dille anlatır:
“Haksızlığa karşı sükût etmek, Hakka karşı bir hürmetsizliktir.” Bu cümle, pasif kalmanın bile bir eylem olduğunu ve ahlaki bir sorumluluk taşıdığını anlatır. Bazen suskunluk, haksızlığın devam etmesine zemin hazırlar ve bu durum, adaletin temel kaynağı olan “Hakk’a” karşı bir saygısızlık teşkil eder. Bu, bireysel vicdan muhasebesi için bir çağrıdır. İnsan, sadece kendi davranışlarından değil, aynı zamanda haksızlığa karşı takındığı tavırdan da sorumludur.

Kendini Okumak: İnsanlığın Temel Görevi

Üçüncü metin, insana dönük, kendi iç dünyasını keşfetme çağrısıdır: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.”
Bu ibretli söz, insanın en önemli yolculuğunun kendi iç dünyasına olduğunu belirtir. “Kendini oku” emri, sadece dış dünyayı değil, kendi varlığını, fıtratını, zayıflıklarını ve potansiyellerini anlamayı gerektirir. Bu deruni keşif yolculuğuna çıkmayan bir insan, dış görünüşüyle insan olsa bile, hayvanlar gibi sevkleriyle veya cansız varlıklar gibi tepkisiz bir şekilde yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu, insanın kendi değerini fark etmesi için bir uyarıdır.

Tahkiki İmanın Sarsılmaz Gücü

Dördüncü metin, imanın en üst seviyesini anlatır:
“İman-ı tahkikî ilmeyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.”
Bu sözler, hakiki, delillere dayalı ve sağlam imanın, akıl seviyesinin ötesine geçerek kalbe ve ruha kök saldığını anlatır. Böylesi bir iman, ölüm anındaki şeytanın vesveselerine bile karşı durur, çünkü artık sadece mantıksal bir inanç değil, tüm benliği kapsayan, kökleşmiş bir hakikattir. Bu, imanın sadece bir düşünce değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi ve bir kalbî tecrübe olduğunu gösterir.

Fani Aşklardan Sonsuz Azaba

Son metin, dünyanın geçici
güzelliklerine duyulan hadsiz sevginin tehlikesine işaret eder: “İnsan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki, muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azap çekiyor. Onun o hadsiz, hadsiz bir mânevî azaba medar oluyor.”
Bu edebi ve düşündürücü ifadeler, insanın dünyevi varlıklara duyduğu sınırsız sevginin kaçınılmaz bir acıya dönüştüğünü anlatır. Fani olan her şeyden ayrılık, kalpte sonsuz bir boşluk ve azap bırakır. Bu söz, bize sevgimizi nereye yönlendirmemiz gerektiği konusunda bir ders verir. Geçici olanlara duyulan sınırsız sevgi yerine, sonsuz olana yönelmemiz gerektiğini öğütler.

Makale Özeti
Bu makale, Bedîüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden derlenen beş farklı hikmetli sözü ele alarak, insanın varoluş amacından, ahlaki duruşuna, kendi iç dünyasını keşfetmesinden, imanın derinliklerine ve fani sevginin getirdiği acıya kadar geniş bir yelpazedeki konuları incelemektedir. Her bir söz, insanlığın ortak sorularına cevaplar ararken, bize kendi hayatımızı ve inancımızı daha derinlemesine düşünme fırsatı sunar. Bu sözler, insanın yaratılışındaki ilahi sırrı, haksızlığa karşı gösterilmesi gereken cesareti, içsel bir okuma yapmanın önemini, sağlam imanın gücünü ve fani şeylere duyulan sevginin yol açtığı manevi azabı ortaya koyar. Birlikte, insanın varlık ve maneviyat yolculuğunu bütün lbir şekilde resmeder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

Gazze’de İnsanlığın İflası: Hukukun, Ahlakın ve Vicdanın Çöküşü

Gazze’de İnsanlığın İflası: Hukukun, Ahlakın ve Vicdanın Çöküşü

Artık sözün bittiği yerdeyiz.
Gazze, insanlığın sınav tahtasıydı; fakat insanlık bu sınavı kaybetti.

Dünya, gözlerinin önünde işlenen en açık soykırıma şahitlik ediyor; fakat ne hukuk işliyor, ne adalet tecelli ediyor, ne de vicdan sesini yükseltiyor. Bir zamanlar adalet ve insan hakları adına yükseltilen kavramlar, bugün rafa kaldırılmış, boş birer slogana dönüşmüş durumda.

İsrail’in Han Yunus’ta, Nasır Hastanesi’ne düzenlediği saldırı, sadece Gazzelileri değil, insanlığı da toprağa gömdü. İlk bombanın ardından yardım ekipleri koşarken, ikincisi onların üzerine bırakıldı. Aralarında gazetecilerin ve uluslararası yardım çalışanlarının da bulunduğu masum insanlar, canlı yayında vahşice katledildi. Ve bu katliama verilen cevap ne oldu? Netanyahu’nun “trajik kaza” yalanı ve pişkince bir özür mesajı… Ardından da dünyanın aklıyla alay eden “İsrail ordusu sivilleri vurmaz” açıklaması.

Bu tablo karşısında, rahmetlik dedemin sözü kulaklarımda çınlıyor:
“Eskiden eşkıya dağdaydı, şimdi şehre indi.”
Artık eşkıya sadece şehre inmedi; devletlerin başına geçti, kurumların içine sızdı, dünyanın kanunlarını kendi çıkarına göre yeniden yazdı.

BM, kağıt üzerinde varlığını sürdürse de, Gazze’de adaletin kırıntısını dahi gösteremedi. İrlanda Cumhurbaşkanı bile “Güvenlik Konseyi veto etse bile Genel Kurul harekete geçebilir” diyerek çaresizliği haykırıyor. Ama her geçen gün açlıktan ölen çocukların sayısı artıyor. 117’si çocuk olmak üzere 300 insan, açlıktan can verdi. Açlıktan! 21. yüzyılda, gözümüzün önünde…

Ne yazık ki dünya donmuş durumda. İslam dünyası uyuşmuş, Batı dünyası ise kör ve sağır. Taşların bağlanıp, kurdun serbest bırakıldığı bir tablo var karşımızda. Güçlü olanın haklı sayıldığı, zayıfın ise ezildiği bir dünya sistemi…

Soruyorum:
Daha kaç çocuğun ölmesi gerekiyor?
Daha kaç hastane bombalanmalı?
Daha kaç babanın evladını, daha kaç annenin çocuğunu kucağında kaybetmesi bekleniyor?

Bugün Gazze sadece Gazze değildir. Gazze, insanlığın vicdan terazisidir. Ve o terazi, yerle bir olmuştur. Dünya, ahlakını kaybetmiştir. Dünya, adaletini kaybetmiştir. Dünya, insafını kaybetmiştir. Dünya, insanlığını kaybetmiştir.

Böylesi bir çağda, en büyük görev ise vicdanı hâlâ uyanık olanların omuzlarındadır. Çünkü zulmün büyümesinde en büyük pay, zalimden çok seyirci kalanlarındır.

Gazze’nin çığlığına kulak vermeyen bir insanlık, kendi mezarını kazmaktadır. Ve yarın tarih, bugünün suskunlarını da yazacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

İnsanlığın İç Savaşları ve Kâinatın Hikmetli İşaretleri

İnsanlığın İç Savaşları ve Kâinatın Hikmetli İşaretleri

İnsan hayatı, hem dahili hem de harici birçok mücadeleyi içinde barındıran karmaşık bir serüvendir. Bu mücadeleler, bazen vesvese gibi görünmez düşmanlarla, bazen de korku gibi temel duygularla şekillenir. Diğer yandan, kâinatın her bir zerresi, bu mücadelelere ışık tutan, Allah’ın kudretini ve sanatını gösteren birer işarettir.  Bedîüzzaman Said Nursî’nin derin düşüncelerinden süzülmüş, insana, inanca ve varoluşa dair önemli derslerden iktibasla:

Vesvese: Anlam Verildiğinde Büyüyen Bir Hastalık

Vesvese denilen manevi rahatsızlığı teşhis ve tedavi edercesine bir açıklama sunar:
“EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfi kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.”
Bu sözler, vesvesenin harici bir düşman değil, bizzat kişinin kendi zihninde büyüttüğü bir musibet olduğunu gösterir. Vesvese, bir ayna gibidir; ona ne kadar odaklanırsan, o kadar büyür ve seni esir alır. Bu nedenle, onunla mücadele etmenin yolu, ona karşı savaşmak değil, onu anlamak ve önemsememektir. Vesvesenin aslında korkulacak bir şey olmadığını bilmek, onu en zayıf noktasından vurmaktır.

Korku: Zalimlerin Elindeki En Önemli Silah

İnsanın temel duygularından biri olan ‘hiss-i havfın’ (korku hissinin) toplumsal ve siyasi alanda nasıl kullanıldığına dikkat çeker:

“İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar.”
Bu sözler, korkunun bireysel bir duygu olmanın ötesinde, zalimlerin kitleleri kontrol altında tutmak için kullandıkları en etkili araç olduğunu gözler önüne serer. Korku, insanları pasifize eder, direniş ruhlarını öldürür ve onları itaatkar hale getirir. Bu nedenle, korkunun mahiyetini bilmek ve ona teslim olmamak, sadece kişisel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur.

Hâlık’ın Ayetleri: Her Şeyde Tek Biri Görmek

Tevhidin (Allah’ın birliğinin) kainattaki en belirgin işaretlerinden biride:
“Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak, her şeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Küllî Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.”
Bu hikmetli ifade, Allah’ın kudretini ve sanatını, her bir varlıkta tüm kâinatın bir yansımasını yaratmasında gösterdiğini belirtir. Örneğin, bir damla suda tüm denizin özelliklerini görmek, veya bir hücrede tüm bedenin planını bulmak gibi. Bu, her bir zerrenin, Allah’ın “Kadîr-i Küllî Şey” olduğunu, yani her şeye gücü yeten olduğunu gösteren bir delilidir. Bu düşünce, mümini, kâinattaki her bir varlıkta Allah’ın mührünü görmeye davet eder.

Hafızanın Sınırları ve Aklın Sınırsızlığı

İnsan aklının ve hafızasının kudretini ve derinliğini harika bir benzetmeyle anlatır:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hardale ile tabir edilen, bir darı habbesi hükmünde olan kuvve-i hafızanın ihata ettiği bir meydanda gezintiler yapılırken o kadar büyük bir sahraya inkılâp eder ki, gezmekle bitmez bir şekil alır. Acaba o hardalenin içindeki meydanı bitiremeyen, o hardalenin dairesini ne suretle bitirecektir? Aklın nazarında hardalenin vaziyeti böyleyse, aklın gezdiği daire nasıldır? Aklı da dünyayı yutar. Fesübhânallah! Cenâb-ı Hak hardaleyi akıl için dünya; ve dünyayı da, akıl için bir hardale gibi yapmıştır.”
Bu sözler, hafızanın küçük bir hardal tanesi gibi görünse de, içinde sayısız hatıra ve bilgiyi barındıran sonsuz bir çöl gibi olduğunu anlatır. Eğer bu küçük hafızanın sınırları bu kadar genişse, tüm dünyayı kuşatabilen insan aklının kapasitesi ne kadar geniştir? Bu benzetme, aklın, dünyayı bile kuşatabilecek kadar engin bir potansiyele sahip olduğunu gösterir ve Allah’ın bu gücü insana nasıl bir lütuf olarak verdiğine işaret eder.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı metni kullanarak, insanın deruni dünyasındaki mücadeleleri ve kainatın sunduğu dersleri ele almaktadır.
Vesvesenin, ehemmiyet verildiğinde büyüyen, yok sayıldığında sönen bir hastalık olduğu, korkunun ise zalimlerin en büyük silahı olduğu anlatılmıştır. Makalede ayrıca, kâinattaki her bir varlığın, Yaratıcının kudretini gösteren birer ayet olduğu ve insan hafızasının ve aklının, sonsuz bir potansiyele sahip olduğu belirtilmiştir.
Bu metinler, bize hem kendimizi tanımayı, hem de kâinatta yer alan ilahi hikmetleri anlamayı öğretir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

Eşkıya Dünyaya İndi: Gazze’nin Çığlığı ve İnsanlığın İmtihanı

Eşkıya Dünyaya İndi: Gazze’nin Çığlığı ve İnsanlığın İmtihanı

Rahmetli dedem anlatırdı:
“Eskiden eşkıya dağdaydı, şimdi şehre indi.”

Bugün görüyoruz ki eşkıya sadece şehre inmedi, devlet oldu, bayrak dikti, silahlandı ve dünyanın gözü önünde zulmünü sergiliyor. İsrail denilen terör devleti, artık sokak başında yol kesen bir çetenin ötesine geçti; uluslararası hukuku, insan haklarını, vicdanı gasp eden bir küresel eşkıya haline geldi.

Hastanelere Düşen Bombalar

Han Yunus’taki Nasır Hastanesi’nin üzerine yağan bombalar sadece duvarları yıkmadı; insanlığın üzerine gömüldü. Yaralıların, çocukların, doktorların sığındığı bir hastane, zalimce hedef alındı. İlk patlamada can havliyle yardıma koşanlar, ikinci bombayla paramparça edildi. Bu manzara, tarihin kara defterine “en aşağılık ihanet” olarak kaydedildi.

Netanyahu çıkıp pişkince “trajik kaza” dedi. Trump’ın cümleleri de aynı sahte üzüntünün bir tekrarı oldu. Oysa gözlerimizin önünde gerçekleşen bu katliam, hiçbir kaza ile, hiçbir mazeretle açıklanamaz. Bu düpedüz planlı bir vahşettir.

Uyuşmuş Ümmet, Donmuş Dünya

Gazze’nin çığlığı göklere yükselirken, İslam dünyası hâlâ sessiz. Uyuşmuş bedenler, donmuş kalpler, sanki kendi evladı ölmüyormuş gibi ilgisiz bakışlar… Bir yanda petrol zenginlikleriyle övünen ülkeler, diğer yanda açlıktan can veren 300 çocuk.
Hani kardeşlik?
Hani ümmet bilinci?

Ve dünya…
BM’si, Avrupa’sı, Amerika’sı, insan haklarını dilinden düşürmeyen örgütleri… Hepsi bir tiyatro oynuyor. Bir yanda kınama mesajları, diğer yanda silah anlaşmaları. Taş bağlanıyor, köpek salınıyor. Hukuk raflara kaldırılmış, adalet dosyaları tozlu arşivlere terk edilmiş.

Tarih Boyunca Aynı Manzara

Tarih bize hep aynı gerçeği gösterdi: Eşkıya güç bulduğunda şehri bastı, milleti ezdi, masumları kurban etti.

Haçlı Seferleri’nde Kudüs kan gölüne döndü.

Endülüs’te camiler kiliseye çevrildi, Müslümanlar sürüldü.

Bosna’da kadınların feryadı Avrupa’nın ortasında duyulmadı.

Şimdi aynı manzarayı Gazze’de seyrediyoruz. Bu döngü bize şunu gösteriyor: Zulmün kuralı değişmez, ama zalimin ömrü uzun sürmez.

Sosyal ve Ahlaki Dersler

Gazze sadece bir şehir değildir; Gazze, insanlığın aynasıdır. O aynaya bakanlar kendini görür:

Kimisi mazlumun yanında,

Kimisi zalimin safında,

Kimisi de seyirci, yani sessiz şeytan.

Bu imtihanda sessizlik de bir tercihtir; mazluma sırt çevirmek, zalime destek vermek kadar ağır bir suçtur.

Siyasi Gerçekler

Bugün İsrail’in bu cüreti, sadece kendi gücünden değil; arkasındaki küresel destekten geliyor. ABD’nin silahları, Avrupa’nın suskunluğu, BM’nin acziyeti… Hepsi zalime cesaret veriyor. İşte tam bu noktada İslam dünyasının birliği, adaletin sesi, gerçek bir direnişin önemi ortaya çıkıyor.

Sonuç: Zalim Değil, Mazlum Kazanacak

Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor, hastaneler yıkılıyor, gönüllüler toprağa düşüyor. Ama unutmayalım: mazlumun ahı yerde kalmaz. Kur’an, “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini görecekler” (Şuarâ, 26/227) diye haber veriyor.

Bugün eşkıya dünyaya inmiş olabilir. Ama tarih şahittir ki hiçbir eşkıya sonsuza kadar hükmedemedi. Zulmün ömrü kısadır. Gazze’nin toprağına düşen her damla kan, bir gün zalimin sonunu getirecek.

Ve o gün geldiğinde tarihin dili şunu yazacak:
“Çocukları öldürenler kaybetti.
Açlıktan ölen bebekler kazandı.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

ÖLÜMLE BAŞLAYAN SORGU SUAL

ÖLÜMLE BAŞLAYAN SORGU SUAL

Ölüm mü;
Rabbisinin emrini inkar, Red ve ihmal neticesinde onunla buluşma anı.
Rabbisinin yasaklarını inkar ve reddederek sakinmayan kimsenin buluşma anı.
Rabbisinin verdiği vücudu ve havayı,hayatı kullandığı halde,Onun yolunda kullanmayıp bir ömür kaçmanın son bulduğu yakalanma anı.
Daha nice sorulara;
Nasıl cevap verilecek?
Yüzü nasıl kızaracak?
Ne yüzle Ona bakacak?
Nasıl bir savunma içine girecek?
Her şey kaydolmuş iken!
Neyi,nasıl ve hangi yüzle talep edip bekleyecek?
Zor değil mi?
Bir ömür boyu sorumsuzca geçen bir hayat ve sonunda hayatın sahibiyle buluşma anı.
Eynel mefer?
Buluşma anı ve zamanı.
Neyle ve nasıl?

*******

İnsan, dünyaya gelirken hiçbir söz hakkı olmadığı gibi, dünyadan ayrılırken de hiçbir müdahale gücüne sahip değildir. Doğum irademiz dışında olduğu gibi, ölüm de kaçınılmaz bir hakikattir. Allah Teâlâ buyuruyor:

> “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra ancak yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılır ve cennete konulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı aldanıştan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)

Ölüm, bir son değil; ebedî hayatın başlangıcıdır. Ancak asıl mesele, bu başlangıcın hangi hâlde olacağıdır.

  1. Ölüm: Yakalanma Anı

Ölüm, Rabbimizin verdiği hayatı, nefesi, imkânları O’nun yolunda kullanmayanlar için yakalanma anıdır.

Onun emirlerini hiçe sayan, yasaklarını inkâr edenler için ölüm, ansızın yakalanış ve hesaba çekiliş demektir.

“Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulacaktır; sarp ve sağlam kalelerde bile olsanız.” (Nisâ, 78)

İşte o vakit, kaçış yoktur. Ayet soruyor:

> “O gün insan: ‘Kaçacak yer var mı?’ diyecek. Hayır! O gün sığınacak hiçbir yer yoktur. O gün varış ancak Rabbinin huzurunadır.” (Kıyâme, 10-12)

  1. Sorgu: “Eynel Mefer?”

Kabir kapısı açıldığında sorgu başlar. Melekler insana, ömrü boyunca yüzleşmekten kaçtığı soruları soracaktır:

Rabbin kim?

Dinin ne?

Peygamberin kim?

Bu sorular, sadece ezberle değil; yaşanmış bir hayatın şahadetiyle cevaplanacaktır. Allah’ın kelamına kulak asmayan, onun gösterdiği yolu terk edenler ne cevap verecekler?

Kur’ân buyuruyor:

> “O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri şeylere şahitlik edecektir.” (Nur, 24)

İşte, inkârcının savunması kendi azaları tarafından boşa çıkarılacaktır.

  1. Hesap ve Yüz Kızarması

Günahkâr kulun yüzü kızaracak, dili tutulacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

> “O gün zalim kimsenin mazereti fayda vermez, lanet onundur, kötü yurt da onun.” (Mümin, 52)

> “O gün suçlular Rabbinin huzurunda başları öne eğik: ‘Rabbimiz! Gördük, işittik, bizi geri gönder de salih amel işleyelim. Artık kesin olarak inandık.’ derler.” (Secde, 12)

Fakat iş işten geçmiş olacak, geri dönüş kapısı kapanacaktır.

  1. Dünya: Bir İmtihan Yurdu

Hayat, bir imtihandır. İnsana verilen ömür, aslında ebedî hayat sermayesidir. Allah Teâlâ buyuruyor:

> “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminûn, 115)

Dünyada geçirilen her nefes, ahirette sorgulanacaktır.

Ömür nerede tüketildi?

Gençlik nerede harcandı?

Mal nereden kazanıldı, nereye harcandı?

Beden Allah’a nasıl kulluk etti?

  1. Kurtuluş Yolu

Ölümün ardından başlayan sorguda kurtulmak isteyenin yolu açıktır:

Allah’ın emirlerine boyun eğmek,

Günahlardan sakınmak,

İmanı hayatın merkezine almak,

Salih amellerle ömrü bereketlendirmek.

Kur’ân’ın müjdesi şöyledir:

> “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanlara, melekler iner ve derler ki: Korkmayın, üzülmeyin; size vaad edilen cennetle sevinin!” (Fussilet, 30)

Sonuç: Kaçış Yok, Hesap Var

Evet, ölümle başlayan sorgu çetin, hesap ağırdır. Kaçış yoktur.
“Eynel mefer? – Kaçış nereye?” (Kıyâme, 10) sorusu orada yankılanacak.

O hâlde, asıl akıllı insan;

Ölmeden önce ölüme hazırlanan,

Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çeken,

Allah’a kavuşmayı arzu eden insandır.

Çünkü ölüm, ebedî ayrılık değil; asıl sahibine dönüş yolculuğudur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

HAYADA HAYAT VARDIR

HAYADA HAYAT VARDIR

Giderek yaygınlaşan, kanser gibi sağlıklı hücreleri öldüren bir illettir hayasızlık.

Şeytanın hilesi ve şeytani bir yoldur.

Şeytanın Allah’ın varlığını inkardan sonra en çok işlediği ve işlettiği bir hiledir; hayasızlık, ahlaksızlık,fuhuş, teşhircilik, Lgbt ki hepsi haya damarının yırtılmasıyla gerçekleşmektedir.[1]

Musibetleri celbeden ve günaha cezbeden sari bir illettir hayasızlık.

Her cuma minberde okunan ayette:”Şüphesiz ki Allah adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp ders almanız için size böyle öğüt verir.” Nahl.90.

Hayasızlık yapıp teşhircilikte bulunanlar için ilahi bir tehdit vardır.
“İman edenler arasında hayâsızlığın ve çirkin işlerin yayılmasını isteyenlere dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır. İşin iç yüzünü Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Nur.19.

Haya ilahi emir, hayasızlık ise şeytanın emridir.

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilin ki o, ısrarla hayâsızlığı, çirkin ve kötü işleri yapmayı emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediği kullarını temize çıkarır. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.” Nur.21.

“Lût’u da peygamber olarak gönderdiğimizde, kavmine şöyle demişti: “Sizler göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapmaya devam edecek misiniz?” ( Neml. 54, Bak. Ankebut. 28,45, Ahzab.53, Necm.32.)

********

Asrın Hastalığı: Hayasızlık, Teşhircilik, Ahlaksızlık ve LGBT

İnsanın yaratılışında iki ana cevher vardır: haya ve akıl.
Haya, imanın en temel şubelerindendir. Peygamber Efendimiz (asm):
“İman yetmiş küsur şubedir. En üstünü ‘Lâ ilâhe illallah’tır. En aşağısı ise yoldan eziyeti gidermektir.
Haya da imandan bir şubedir.” (Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58) buyurarak hayayı, imanın ayrılmaz bir cüzü ilan etmiştir.

Haya; insanın edep perdesidir, kalbin nurudur, iffetin sigortasıdır. Bu perde yırtıldığında insan, hayvanî arzuların kölesi olur. İşte bugün modern çağın en büyük felaketi, hayasızlığın sistematik bir şekilde teşvik edilmesi ve normalleştirilmesidir.

  1. Hayasızlığın Şeytani Kaynağı

Kur’ân, şeytanın en tehlikeli tuzaklarından birinin hayasızlık olduğunu açıkça beyan eder:

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o, hayâsızlığı ve kötülüğü emreder.” (Nur, 21)

Bugün teşhircilik, fuhuş, LGBT gibi akımlar; şeytanın adımlarına uymanın somut tezahürleridir. “Özgürlük” adı altında pazarlanan bu kirli akımlar aslında insanı insanlıktan çıkaran, onu nefsin esiri yapan şeytanî tuzaklardır.

  1. İlahi İkaz ve Azap Tehdidi

Allah Teâlâ, toplumlarda hayasızlığın yayılmasına asla izin vermemiş, bunu büyük bir günah ve musibet sebebi olarak bildirmiştir. ( Bak.Nur, 19, Nahl, 90)

Bu ilahi ikazlar gösteriyor ki; ahlaksızlık sadece bireyin değil, tüm toplumun çürümesine yol açar. Tıpkı bir kanser hücresinin sağlam hücreleri öldürmesi gibi, hayasızlık da toplumsal dokuyu kemirir.

  1. Lût Kavmi’nin İbretlik Sonu

Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu ibret tablolarından biri Lût kavmidir. Onlar, fıtrata aykırı bir sapkınlığa yönelmiş, hayasızlığı normalleştirmişlerdi. Sonuç ise ibretlik bir helâk oldu:

“Lût kavmi, o hayasızlığı yapmaya devam ediyordu. Biz de onların üzerine taş yağdırdık.” (A’râf, 80-84; Ankebut, 28-35)

Bugün modern isimler altında teşvik edilen LGBT akımı, aslında Lût kavminin yolunun günümüze taşınmış halidir. Cenâb-ı Hak, bu azgınlığa göz yumulmaması gerektiğini, aksi halde topluca helak tehlikesi olduğunu haber vermektedir.

  1. Hayanın Sosyal ve Bilimsel Boyutu

Modern bilim de göstermektedir ki; fuhuş ve sapkın cinsel eğilimler, bireysel hayatı değil toplumun genel sağlığını tehdit etmektedir:

HIV ve benzeri bulaşıcı hastalıkların en yaygın sebebi bu tür ilişkilerden doğmaktadır.

Aile kurumunun zayıflamasıyla yalnızlık, depresyon, intihar oranları artmaktadır.

Nesil emniyeti yok olmakta, doğum oranları düşmekte ve toplumlar yaşlanmaya yüz tutmaktadır.

Dolayısıyla haya sadece bir “dini değer” değil, aynı zamanda toplumsal hayatın sigortasıdır.

  1. Çözüm: Haya ile Hayat Bulmak

Unutulmamalıdır ki “Hayada hayat vardır.” Haya; gözün haramdan sakınması, dilin edebe riayet etmesi, bedenin teşhirden korunmasıdır. Haya, insanı güzelleştiren, toplumu ayakta tutan en güçlü kalkandır.

Bugün Müslümanların görevi, önce kendi hayatında hayayı yaşamak, sonra evlatlarına ve topluma haya şuurunu yeniden kazandırmaktır. Medya, eğitim, kültür ve hukuk alanında iffeti koruyan mekanizmalar inşa edilmedikçe bu illetle başa çıkmak zorlaşacaktır.

Sonuç

Asrın en büyük hastalığı hayasızlıktır. Bu, şeytanın adımlarına uymanın sonucudur. Haya, imanın; hayasızlık, şeytanın yoludur.
Kur’ân’ın emri açıktır:
“Allah her türlü hayâsızlığı yasaklar.” (Nahl, 90)
“İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını isteyenlere acı bir azap vardır.” (Nur, 19)

O halde, hayayı yeniden diriltmek, sadece bireysel bir ibadet değil, toplumsal bir cihad-ı manevidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/2025/08/26/seytanin-iki-buyuk-silahi-inkar-ve-fuhus-insanlik-tarihinde-sebep-oldugu-helak-ve-sarsintilar/

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025

Hikmet ve Kâinat: İlahî Düzenin Şahitleri

Hikmet ve Kâinat: İlahî Düzenin Şahitleri

> “Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddî olmadığı gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz.”
>
Kâinatı bir saray, bir ev gibi kusursuzca idare eden bir kudretin varlığı, akl-ı selim sahibi her insan için apaçık bir gerçektir. Bu düzen, en büyük galaksilerden en küçük atomlara kadar her seviyede kendini gösterir. Yıldızlar, devasa kütlelerine rağmen sanki birer zerreymiş gibi kolayca hareket ettirilirken, zerreler (atomlar) ise tıpkı vazifeli memurlar gibi belirli bir nizam içinde görevlerini yerine getirirler. Bu tablo, bize evrenin rastgele bir kaos değil, aksine ilahî bir hikmetle işleyen büyük bir sistem olduğunu gösterir. Bu muazzam düzenin kaynağı olan Zât-ı Akdes-i İlahî’nin eşi, benzeri, zıddı veya denginin olması mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’in “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür” ayeti de bu gerçeği teyit eder. Bu açıdan, Allah’ın suretinin, misalinin, mislinin veya benzerinin tasavvur dahi edilemeyeceği gerçeği, O’nun mutlak ve benzersiz yüceliğini anlatır. Bu hikmetli düzenin idraki, insanın acizliğini ve yaratıcısına duyduğu saygıyı pekiştirir.

İnsanın Yaratılış Gayesi: Ebediyete Yöneliş
> “İnsan, ebed için yaratılmıştır.”
>
Hayatın kısa ve geçici olduğunu bilmek, insanda derin bir düşünce ve sorgulama uyandırır. İnsan, sadece bu dünya hayatını yaşayıp yok olmak için yaratılmış olsaydı, içindeki sonsuzluk arayışı, daimi mutluluk arzusu ve gelecek kaygısı anlamsız olurdu. Ancak, bu arayış ve arzular, insanın fıtratında köklü bir şekilde mevcuttur. Bu durum, insanın bu fani dünyada kalıcı olmadığını, asıl yurdunun ebedî bir âlem olduğunu gösterir. “İnsan, ebed için yaratılmıştır” ifadesi, hayatın asıl gayesini ve manasını öte dünyada aramak gerektiğini anlatır. Bu, aynı zamanda insanın bu dünyadaki tüm çabalarının, gayretlerinin ve ahlaki değerlerinin sonsuz bir karşılığının olacağı umudunu da taşır. Bu fani dünya, ebedî hayatın bir hazırlık evresidir. Bu bilinçle yaşayan bir insan, yaşadığı her anı, yaptığı her işi ve kurduğu her ilişkiyi ebedîliğe bir yatırım olarak görür.

Dua ve Yüceliş: İnsanlığın Kurtuluş Anahtarı

> “Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık.”
>
Dua, sadece isteklerin dile getirildiği bir eylem değil, aynı zamanda insanın acizliğini fark ederek Rabbine yönelişidir. Bir nevi, acizliğin en büyük kuvveti bulmasıdır. Dua, hazine-i rahmetin anahtarıdır. Bu ifade, Allah’ın sonsuz rahmetine ulaşmanın en kestirme yolunun dua olduğunu gösterir. Dua, insana umut verir, sıkıntılarını hafifletir ve manevi bir güç kaynağı olur. Aynı zamanda, dua, bir teslimiyet ve tevekkül halidir. İnsan, kendi gücünün yetmediği yerde dahi, sınırsız bir kudretin sahibi olan Allah’a sığınmanın huzurunu yaşar. “Tükenmez bir kuvvetin medarı” olması, duanın insanı fiziksel ve manevi olarak güçlendirdiğine işaret eder. Dua ile insan, nefsini terbiye eder, manevi mertebeleri aşar ve “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete” yani insanlığın en yüce mertebesine yükselir. Bu, insanın sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmayıp, manevî olgunluğa da eriştiği bir yolculuktur. Dua, bu yolculukta atılan en önemli adımdır.

İnsan ve İlahî Ağaç: Yaratılışın Özü

> “Ve keza insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenab-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki nev’-i beşerin nisfının ittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-enam Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.”
>
Bu metin, insanın yaratılışındaki özel konumu ve Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) merkezî rolünü anlatır. “İnsan, hilkat semeresi” yani yaratılışın meyvesi olarak tanımlanır. Bu, evrendeki her şeyin insan için yaratıldığını ve insanın da evrenin en kıymetli varlığı olduğunu ifade eder. Ancak, bu meyvenin de bir çekirdeği vardır. “Cenab-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir.” yani yaratılış ağacını o çekirdekten filizlendirmiştir. Bu çekirdek, yaratılışın özü, gayesi ve başlangıcıdır. Metnin devamında, bu çekirdeğin “bütün ehl-i kemalin ve belki nev’-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-enam Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm” olduğu belirtilir. Bu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) sadece bir peygamber değil, aynı zamanda insanlığın en mükemmeli ve yaratılışın varlık sebebi olduğunu ifade eder. O’nun hayatı, ahlakı ve tebliği, tüm insanlık için en yüce örnek teşkil eder. Bu düşünce, İslam’ın temel direklerinden birini oluşturur ve Peygamber sevgisinin ne kadar köklü bir yere sahip olduğunu gösterir.

Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden alınan dört farklı metnin derinliklerini ele almaktadır. İlk olarak, kâinatın kusursuz düzeni ve bu düzenin yaratıcısı olan Allah’ın eşsiz ve benzersizliği anlatılır. Ardından, insanın bu dünyada fani olmadığını ve ebedî bir hayat için yaratıldığını belirterek, varoluşun asıl gayesine işaret edilir.
Üçüncü bölümde, duanın Allah’ın rahmet hazinesinin anahtarı ve tükenmez bir güç kaynağı olduğu anlatılır, insanı manevi olarak yücelten bir vasıta olduğu ifade edilir.
Son olarak ise, insanın yaratılışın en önemli meyvesi olduğu, bu meyvenin çekirdeğinin ise Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed (s.a.v) olduğu belirtilerek, O’nun insanlık için taşıdığı merkezi ve yüce konum izah edilir. Bu metinler bir bütün olarak, insanın kendi varlığını, kâinatın işleyişini ve yaratılışın asıl hikmetini anlaması için bir yol haritası sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025

FITRAT – MİZAÇ – YAPI – HAL VE MEŞREB

FITRAT – MİZAÇ – YAPI – HAL VE MEŞREB

“De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.”

İsrâ Sûresi 84. ayet, insanın fıtratına, mizacına ve meyline göre davranış sergileyeceğini, fakat doğru yolun kimde olduğunu Allah’ın bildiğini ifade ediyor. Bu ayet aslında insanın özelliğini, sınavını ve sorumluluğunu ortaya koyan ilahi bir ölçüdür.
Ayetin farklı meallerinde “fıtrat, mizaç, yapı, hal, niyet, tabiiyet” kelimelerinin kullanılması, mananın zenginliğini gösteriyor.

  1. Ayetin Benzer Muradifi Olan Ayetler

Kur’an’da bu ayetle aynı hakikati farklı ifadelerle dile getiren birçok ayet vardır:

“Her nefis kazandığına bağlıdır.” (Müddessir, 38)
→ İnsan, kendi tabiatı ve seçimleriyle amel eder; sorumluluk şahsidir.

“Kim hidayeti seçerse kendi lehine, kim de saparsa kendi aleyhinedir.” (İsrâ, 15)
→ Yönelişler farklı olabilir ama neticede herkes tercihlerinin sonucunu yaşar.

“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışın.” (Bakara, 148)
→ İnsanların mizacı farklıdır; fakat hakikatte doğru yön Allah’ın gösterdiği kıbledir.

“Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” (İsrâ, 13)
→ İnsan, Deruni meyline göre hareket eder, ama sonuç ilahi adalet terazisine göre şekillenir.

  1. Dini ve İlmî Yorum

Fıtrat gerçeği: İnsan doğuştan Allah’a yönelmeye uygun bir fıtratla yaratılmıştır (Rûm, 30). Ancak mizacı, eğitimi, çevresi, nefsi ve şeytanî telkinler doğrultusunda farklı davranış kalıpları geliştirir.

Mizaç farklılıkları: İmam Gazâlî ve İbn Sina gibi alimler, insanların tabiatlarının farklılığını “huy, mizac, akıl ve nefis kuvveleri” ile izah eder. Kimisi daha öfkeli, kimisi daha şefkatli, kimisi daha aceleci, kimisi sabırlıdır. Ayet, bu çeşitliliği kabul eder.

İlahi ölçü: İnsanlar kendi meyillerine göre hareket etseler de, hakikatte doğru yol yalnızca Allah’ın vahyine dayanır. Çünkü akıl ve nefis tek başına mutlak doğruyu bulamaz. Ayet, “en doğruyu Rabbin bilir” diyerek hakemiyet makamını Allah’a verir.

  1. Bilimsel Perspektif

Psikoloji: Modern psikolojide “kişilik tipleri” (introvert-ekstrovert, melankolik-sanguin vb.) insan davranışlarının farklı yönelimler taşıdığını gösterir. Aynı olay karşısında iki kişi bambaşka tavır takınabilir. İsrâ 84 bu farklılığı önceden haber veriyor.

Beyin araştırmaları: Nörolojik çalışmalar, insanın karar verme mekanizmasının genetik, çevresel ve biyokimyasal faktörlerden etkilendiğini ortaya koymuştur. Yani herkes kendi mizacına göre hareket eder.

Sosyoloji: Toplumda farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin olması da bu ayetin sosyal tezahürüdür. Ancak tarih göstermiştir ki “adalet, merhamet, hakka bağlılık” üzerine kurulu toplumlar uzun ömürlü; zulüm üzerine kurulu olanlar kısa ömürlüdür.

  1. Hayattan Örneklerle İzah

Eğitimde: Aynı sınıfta iki öğrenci vardır; biri disiplinli çalışmayı sever, diğeri ise dağınıktır. İkisi de kendi mizacına göre öğrenir. Ama başarıda asıl belirleyici doğru yöntem ve istikamet olur.

Siyasette: Liderler farklı mizaca sahiptir; kimisi öfkeli, kimisi uzlaşmacı. Ama tarihte iz bırakanlar, doğru ilkelere bağlı kalanlardır.

Dinde: Kimisi ibadeti huşu ile yapar, kimisi sadece alışkanlıkla. Görünüşte amel benzer olsa da niyet ve kalbî yöneliş belirleyici olur.

İnsan ilişkilerinde: Bir kişi kendine yapılan hakarete öfke ile cevap verir, bir diğeri affeder. İkisi de mizacına göre davranır, fakat “doğru yol” adalet ve hikmettir.

  1. Hikmetli Netice

İsrâ 84. ayet bize üç temel ders verir:

  1. İnsan çeşitliliğini kabul etmek: Herkes aynı düşünmek, aynı davranmak zorunda değildir. Mizac farkı ilahi bir yasadır.
  2. Sorumluluk bilinci: Herkes kendi meylinin ve tercihinin sonucunu yaşar. Kimse başkasının günahını yüklenmez.
  3. Mutlak hakemiyet: “Doğru yol kimdedir?” sorusunun cevabı kişisel kanaatlerle değil, Allah’ın vahyi ve ölçüsüyle belirlenir.

İnsanların farklılığı bir imtihan vesilesidir. Önemli olan fıtratı bozmadan, mizacı vahyin ışığında terbiye edebilmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025

Fani Dünyadan Baki Ahirete: Kırılgan Bir Hayatın Anlamı

Fani Dünyadan Baki Ahirete: Kırılgan Bir Hayatın Anlamı

> “Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler hükmündedir.”
>
Bu metafor, dünya hayatının geçiciliği ve fani oluşu hakkında derin bir hikmet sunar. Şişe, dışarıdan sağlam ve güzel görünebilir, ancak darbelere karşı zayıftır ve en ufak bir sarsıntıda paramparça olabilir. Aynı şekilde, dünyaya ait tüm mal, mülk, makam, şöhret ve hatta bedensel güzellikler de bu kırılgan şişeler gibidir. Ne kadar sağlam görünseler de, hepsi bir gün yok olmaya, zeval bulmaya mahkumdur. Bu gerçek, insanı dünya hırsından ve geçici olanın peşinden koşmaktan alıkoyar.

İnsan, bu fani şişelere değil, ebedî ve baki olan ahirete yatırım yapması gerektiğini anlar. Bu yüzden, gerçek mutluluk ve huzur, dünyalık işlerde değil, manevi değerlerde ve ahirete yönelik salih amellerde aranmalıdır.

> “Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, ahiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın.”
>
Bu söz, bir musibet veya zorlukla karşılaşan insanlara yönelik derin bir teselliyi ve yol göstericiliği barındırır. Bediüzzaman, hapis musibetini yaşayanlara seslenerek, dünyalarının acılaştığını kabul eder. Ancak bu acıyı, bir uyanış ve fırsat olarak değerlendirmeye davet eder. Dünya zaten geçicidir, bu yüzden dünyada çekilen sıkıntılar, ahiret hayatının güzelleşmesi için bir vesile olabilir. Eğer bu dünya acı veriyorsa, asıl hedef ahiretin de acı vermesini engellemektir. Bu, dünya hayatının zorluklarına karşı sabretmenin, ahirete yönelik salih amellere yönelmenin ve böylece hayat-ı bâkiyenin (ebedî hayatın) gülmesine ve tatlılaşmasına vesile olmanın bir çağrısıdır. Bu söz, her zorlukta bir hayır arama ve fani olanın acılarını, baki olanın tatlılığına çevirme dersini verir.

> “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim, kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: ‘El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!'”
>
Bu sözler, ölüm gerçeği karşısında bir insanın hissettiği samimi bir yakarışı ve tevbeyi dile getirir. Ayet-i kerimenin “Yakın olan her şey mutlaka gelecektir” sırrıyla, ölümün her an yakın olduğunu idrak eden bir müminin iç dünyasını yansıtır. Üstad, bu anı sanki şimdi yaşıyormuş gibi tasvir ederek, ölüm anındaki çaresizliği ve son bir yakarışı ifade eder. “Kefenimi giydim, tabutuma bindim” ifadeleri, ölümün kaçınılmazlığını ve ciddiyetini anlatır. Bu anın farkında olan bir ruh, son çare olarak Allah’ın sonsuz rahmetine sığınır ve “El-Aman el-Aman!” yani “Kurtuluş!” diye feryat eder. Bu yakarışta, Allah’ın “Hannan” (çok merhametli) ve “Mennan” (çok lütufkâr) isimlerine sığınarak, günahların utancından kurtulmayı diler. Bu metin, ölüm öncesi ve sonrasındaki manevi hazırlığın önemini, samimi tevbenin ne kadar kıymetli olduğunu ve Allah’ın rahmetinin ne kadar geniş olduğunu gösteren ibretli bir tablodur.

> “Önce alfabeyi değiştirdiler, Sonra değiştirdikleri alfabe ile kendi düzmece tarihlerini yazdılar, Ve en sonunda, öz dedelerinin katiline hayran olan bir nesil yetiştirdiler…”
>
Bu sosyal medya paylaşımı, modernleşme süreçlerinin getirdiği kültürel ve tarihsel kopuşu eleştirel bir bakış açısıyla yorumlar. Metnin iddiasına göre, bir toplumun alfabesinin değiştirilmesi, sadece bir yazı değişikliği değil, aynı zamanda geçmişle olan bağların koparılmasına yönelik bir adımdır. Yeni alfabe ile yazılan yeni tarihler, eski medeniyetin ve değerlerin göz ardı edilmesine yol açar. Bu süreç, nesiller arasında bir yabancılaşma oluşturur.
“Öz dedelerinin katiline hayran olan bir nesil” ifadesiyle, geçmişin düşmanlarının fikirlerine, yaşam tarzlarına ve ideolojilerine hayranlık duyan bir toplumun resmini çizer. Bu, bir medeniyetin kendi köklerinden uzaklaşarak, kendi değerlerini aşağılaması ve başkalarınınkini yüceltmesi trajedisini anlatır. Bu metin, kültürel mirasın korunmasının ve tarihi şuurun canlı tutulmasının bir toplumun varlığı için ne kadar hayati olduğunu düşündüren bir ibret vesikasıdır.

Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı metnin ışığında hayatın anlamını, ahiret bilincini, manevi arınmayı ve kültürel yozlaşmayı ele almaktadır. İlk metin, dünyalık işlerin kırılganlığını ve ahirete odaklanmanın önemini anlatırken, ikinci metin dünya acılarına karşı sabrın, ahiret hayatını güzelleştiren bir fırsat olduğunu belirtir.
Üçüncü metin, ölümün kaçınılmazlığı karşısında bir müminin Allah’a olan yakarışını ve tevbesini anlatır.
Son metin ise, alfabe değişikliğiyle başlayan kültürel yozlaşmanın bir toplumda oluşturduğu tarih bilinci kaybını ve bu kaybın nesiller üzerindeki yıkıcı etkilerini düşündürür.
Her bir metin, farklı bir açıdan olsa da, insanın fani hayatta baki kalacak değerlere yönelmesi ve manevi şuurunu koruması gerektiği ortak mesajını taşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025

Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyet

Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyet

Türkiye’nin Savaşı Asıl İçteki Savaştır.
Düşman içtedir .
Israille Türkiye savaşırsa ilk Muhalefet edecek, içimizdeki muhaliflerdir.
Türkiye’nin maddi manevi gelişimine karşı çıkıp engelleyenler dışarıda değil içte aranmalıdır.
Türkiye içten kuşatılmıştır..
Bu durum yüz ve yüz elli yıldır böyledir.
Darbecileri de, Pkk’yı da, Fetöyüde besleyenin veya bunların kimlerle ortaklık yaptığına bakılırsa çok rahat görülür.
Problemimiz içteki İngiliz, Abd,İsrail muhibleridir.
Bunlar bir çok alanda fırıldak çevirmekte ve destek görmektedirler.
Türkiye önemli çapta bağırsak temizliğini yaptı.
Ancak kalıntı ve kripto hala mevcut ve de cahil bir kısım Müslümanlardan da destek görmektedirler.
Tıpkı sayısız örneklerinden biri olan;
“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” demişti! Artin’in torunu.
Emin öldü, kirli sicili kaldı.
Yıllarca “Omurga cerrahisinin öncülerinden” olarak pazarlandığı halde görevde olduğu dönemde “Anadolu keşke Müslüman olmasaydı” diyerek adeta Papa’nın İzmir temsilciliğine soyunan, “Üniversitelere siyasal bir elbisenin giydirilmeye çalışıldığını” ileri sürerek başörtüsünü yasaklayan, kampüs girişinde yaşlı velilere başlarını açmaları için baskı uygulayan Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Hıristiyan kökenli eski rektörü Emin Alıcı, geride kirli bir sicil bırakarak öldü.”[1]

********

Mesele oldukça derin bir mevzu. Türkiye’nin asıl imtihanının dışarıdan gelen saldırılar değil, içerideki “kripto” ve “muhalif görünümlü işbirlikçiler” olduğu hakikati, tarihten günümüze defalarca karşımıza çıkmıştır.
Aslında bu problem en az Tanzimat’tan beri memleketin kaderine yön veren en kritik meselelerden biridir.

Milletler tarihi incelendiğinde görülür ki, hiçbir medeniyet dış saldırılarla yıkılmamıştır. Gerçek yıkım, daima içeriden başlar. Bizans’ı çökerten, Roma’yı parçalayan, Abbâsîleri tüketen, Selçuklu’yu zayıflatan asıl unsur içteki fitne, nifak ve ihanet olmuştur. Bugün Türkiye’nin de en büyük mücadelesi dışarıda değil, içeridedir.

  1. İçteki Düşman: Görünmeyen Kuşatma

Türkiye’nin maddî ve manevî kalkınmasına en çok direnenler, sınır ötesindeki ordular değil, siyaset, medya, üniversite, sermaye ve bürokrasi içindeki kripto zihniyetlerdir.

Dün darbelerle millet iradesini esir almaya çalışanlar,

Bugün ekonomik manipülasyonlarla, kültürel yozlaşmayla, algı operasyonlarıyla aynı görevi yürütmektedir.

Ve dikkat ediniz: PKK’sı, FETÖ’sü, darbecisi, mandacı kalemşoru hep aynı merkezlerle irtibatlıdır: İngiltere, ABD ve İsrail lobileri.

  1. Tarihî Seyir: Tanzimat’tan Günümüze

Tanzimat ve Islahat Fermanı ile Osmanlı’yı kendi değerlerinden uzaklaştırmaya çalışanlar içeriden çıkmıştır.

İttihat ve Terakki’nin Batıcı kadroları, Batı’nın ağzıyla imparatorluğu maceradan maceraya sürüklemiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında milletin değerleri hor görülmüş, ezan susturulmuş, Kur’ân yasaklanmış, başörtüsü üniversite kapılarından kovulmuştur.

Yakın tarihte 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz darbelerinde yine aynı zihniyet devreye girmiştir.

Her dönemde, dış düşman ancak içerideki taşeronları vasıtasıyla işini kolaylaştırmıştır.

  1. Kripto Zihniyetin Maskesi

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” diyecek kadar milletin kimliğine düşman olan bir rektörün, yıllarca akademide “saygın bilim adamı” diye pazarlanması aslında meselenin özünü gösteriyor:
Bu topraklarda kripto kimlikler, yani kökleri başka yerde, zihniyetleri başka iklimde olanlar hep vardı ve var olmaya devam ediyor.

> Zira; “Dâhilî düşman, haricî düşmandan daha tehlikelidir. Çünkü içerideki, senin libasını giyer, senin lisanınla konuşur; fakat senin kalbine hançer saplar.”

  1. Sosyal ve Siyasî Boyut

Bugün muhalefet adı altında faaliyet gösteren bazı kesimler, aslında siyasî muhalefet yapmaktan ziyade, devletin varlığına, milletin maneviyatına, ordunun bekasına muhalefet etmektedir.
Türkiye ile İsrail savaşsa, işte bu gruplar önce İsrail’in avukatlığına soyunacak, uluslararası medyada Türkiye’yi suçlu göstermeye çalışacaktır.

Bu yüzden asıl savaş, tanklarla değil; zihinlerde, fikirlerde, kalemlerde, ekranlarda verilmektedir.

  1. Ahlâkî ve İnanç Boyutu

Kur’ân, içteki münafık tehlikesine dikkat çekerek şöyle buyurur:

> “Ey iman edenler! Kendi din kardeşlerinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmaz; her zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Baksanıza, size olan şiddetli öfkeleri ağızlarından taşıyor. Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha korkunçtur. Eğer aklınızı kullanıp gereğince davranırsanız, size âyetlerimizi kesin bir şekilde açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i İmrân, 118)

Münafık, kimliğini gizlediği için kâfirden daha tehlikelidir.
Bugün de aynı şekilde, bu milletin değerleriyle alay eden, Batı’nın dilini konuşan, kendi milletini küçümseyen zihniyet tam da bu ayetin işaret ettiği münafıklık ruhunu taşımaktadır.

  1. İlmî ve Mantıkî Değerlendirme

Dışarıdan gelen saldırılar milletin direncini artırır, birleştirir.

İçerden gelen saldırılar ise milletin bağlarını zayıflatır, özgüvenini kırar.

Bu yüzden dış düşmandan önce iç düşmanı tanımak gerekir. Türkiye, son 20 yılda büyük ölçüde “bağırsak temizliği” yaptı; ama hâlâ kripto damar mevcuttur.

Mantıken şu da sabittir:
Bir bina içten çürütülmedikçe, dışarıdan hiçbir fırtına yıkamaz.

  1. Hikmetli Sonuç

Tarihten gelen ders nettir:

Bizans, Osmanlı ordusu karşısında dış surlarıyla değil, içerideki ihanetle yıkıldı.

Endülüs, Müslümanların kendi aralarındaki nifakla kayboldu.

Osmanlı, Balkanlar’da en çok içerideki ihanet yüzünden çözülmeye başladı.

Bugün Türkiye’nin en büyük savaşı dışarıda değil, içimizdeki kripto zihniyetle olacaktır.

Sonuç

Türkiye, güçlü bir milletin evladıdır. Bin yıldır bu topraklarda İslâm sancağını taşıyan milletimizin en büyük gücü imanıdır, kardeşliğidir, maneviyatıdır.

Eğer biz içerideki kripto zihniyeti, İngiliz ve Amerikan muhiblerini, İsrail lobisinin iç uzantılarını teşhis eder ve tasfiye edersek, dışarıdan hiçbir güç bu milleti yıkamaz.

Unutmayalım:
Asıl düşman, içeridedir.
Asıl savaş, içtedir.
Ve bu savaşı imanla, ahlâkla, birlikle kazanacağız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://www.yeniakit.com.tr/foto-galeri/keske-anadolu-musluman-olmasaydi-demisti-artinin-torunu-emin-oldu-kirli-sicili-kaldi-123324

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025

Belasını Arayan Zihniyet: İsrail’in Zulümle İmtihanı

Belasını Arayan Zihniyet: İsrail’in Zulümle İmtihanı

Zulüm, yalan ve güç gösterisi üzerine kurulan hiçbir düzen ebedî olamaz. İsrail’in bugünkü tavrı, tarihten ibret almayan, aklını ve vicdanını menfaatine kurban eden bir zihniyetin tezahürüdür.

Halk arasında bir söz vardır: “Sen belanı mı arıyorsun?”
Sürekli başkalarını rahatsız eden, zulmeden, haddi aşan kimseler için söylenir. Bugün bu söz, İsrail’in siyasî ve askerî tavrına en uygun ifadedir. Çünkü İsrail, zulmüyle, yalanıyla, insanlık dışı saldırılarıyla adeta kendi sonunu çağırmaktadır.

  1. Tarihin Aynasında İsrail

Tarih, zalimlerin ibretlik sonlarıyla doludur:

Firavun, boğulmakla helak oldu.

Nemrut, küçücük bir sinekle yenildi.

Ebu Cehil, Bedir’de zillet içinde öldürüldü.

Haçlı orduları, kibirle Kudüs’e yürüdü ama Selahaddin’in adalet kılıcı önünde dağıldı.

Şimdi İsrail, aynı Firavunlaşmış tavırla zulme devam etmektedir. Fakat tarih bize öğretiyor ki:
“Zulm ile abad olanın, akıbeti berbat olur.”

  1. Yalan Üzerine Kurulu Bir Devlet

İsrail’in saldırılarında kullandığı en büyük silah, yalandır.

Hastaneleri vurur, sonra “kamera hedef aldık” der.

Gazetecileri öldürür, sonra “yanlışlık oldu” diye özürsüz bir bahane üretir.

Yardımı engeller, halkı aç bırakır; ama “terörle mücadele” kılıfını takar.

Kur’ân bu zihniyeti şöyle tasvir eder:

> “İnsanlar arasında öyleleri var ki, hiçbir doğru bilgiye dayanmaksızın halkı Allah yolundan saptırmak ve dini alay konusu yapıp gözden düşürmek için aldatıcı, oyalayıcı ve saptırıcı sözleri satın alır. Böyleleri için alçaltıcı ve aşağılayıcı bir azap vardır.” (Lokman, 6)

Hakikati gizleyerek zulmü örtmeye çalışan her millet gibi İsrail de bu yalancı düzenin altında kalacaktır.

  1. Sosyal ve İnsanî Boyut

Gazze’de açlıktan ölen çocuklar, hastane enkazı altında kalan kadınlar, babasız büyüyen çocuklar… Bunlar sadece istatistik değil, insanlık vicdanını sızlatan gerçek dramlar.

Ama aynı zamanda şu hakikati gösteriyor:
Mazlumun ahı, zalimin kılıcını paslandırır.
Bugün mazlumların gözyaşı, İsrail’in tanklarından daha güçlüdür. Çünkü mazlumun duası, arş-ı âlâyı titretir.

  1. Siyasî ve Stratejik Boyut

İsrail’in arkasında ABD durdukça, zulmün önü açılmış gibi görünse de, artık Batı’da bile çatlak sesler yükselmektedir.

Avrupa’da istifa eden siyasiler,

Norveç’in İsrail yatırımlarını çekmesi,

İsrail içinde Netanyahu’ya karşı esir ailelerinin protestoları…

Bunlar, zulmün temellerinin çatırdamaya başladığını göstermektedir. Çünkü hiçbir zalim, sürekli kan dökerek iktidarda kalamaz.

  1. Ahlâkî ve Mantıkî Değerlendirme

İsrail’in siyaseti şiddete dayalıdır. Ama şiddet, ahlâkın ve insanlığın sonudur. Ahlâkî açıdan zulüm, insanın en büyük çöküşüdür. Mantıkî açıdan ise, sürekli düşman üreten bir devlet, eninde sonunda kendi varlığını tehlikeye atar.

Aklî kaide şudur:
Bir toplum, sadece güç ve korku üzerine bina edilirse, o toplum uzun süre ayakta kalamaz. Çünkü korku, sadakati değil, nefret ve öfkeyi doğurur.

  1. Hikmetli Sonuç

Zulüm devam etmez. Küfür devam edebilir ama zulüm devam etmez.
Bu hüküm, İsrail’in geleceğini de özetler. İsrail, belasını aramaktadır; çünkü zulüm, yalan, inkâr ve kan üzerine kurulu bir siyasetin sonu hüsrandır.

Sonuç ve İbret

Bugün İsrail, Firavun’un yolunu takip ediyor; ABD ise Nemrut’un akıbetini paylaşacak bir şekilde onun yanında duruyor. Ama tarihin diliyle hakikat haykırıyor:

Kılıç kınından çıkarsa kelama yer kalmaz.

Mazlumun duası, zalimin ordusunu dize getirir.

Belasını arayan, sonunda mutlaka bulur.

Ve bütün insanlık şunu unutmasın:
Filistin davası sadece bir coğrafya meselesi değil; insanlığın vicdan imtihanıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025

İsrail’in Gazze’deki Yükselen Krizi, Türkiye’nin Stratejik Duruşu ve İslam Dünyasının Sorumluluğu

İsrail’in Gazze’deki Yükselen Krizi, Türkiye’nin Stratejik Duruşu ve İslam Dünyasının Sorumluluğu

Ortadoğu’da son yıllarda şiddeti artarak devam eden İsrail-Filistin çatışması, 2023–2025 döneminde Gazze’ye yönelik saldırılarla yeni bir boyut kazanmıştır. İsrail’in sivil hedefleri doğrudan vuran politikaları, yalnızca Filistin halkını değil; küresel kamuoyunu, uluslararası basını ve bölge devletlerini de derinden sarsmıştır. Bu süreçte İsrail hükümetine karşı Tel Aviv’de yükselen protestolar, Türkiye’nin sert politik tavrı, İslam dünyasının sorumluluk çağrıları ve kamuoyu araştırmalarında görülen toplumsal refleksler, bölgedeki yeni bir kırılmaya işaret etmektedir.

  1. Tel Aviv’de Yükselen İç Muhalefet

İsrail’de Netanyahu hükümetine karşı protestolar giderek büyümektedir. Özellikle Gazze’de rehinelerin serbest bırakılmaması ve sivillere yönelik saldırıların uluslararası baskıyı artırması, İsrail toplumunda derin bir kutuplaşmaya yol açmıştır. Göstericilerin “Hükümet rehineleri kurban ediyor” şeklindeki sloganları, hükümetin kriz yönetiminde başarısız görüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu, İsrail için alışılmadık bir durumdur; zira tarihsel olarak devletin güvenlik politikaları toplumun çoğunluğu tarafından sorgusuz desteklenmiştir.

  1. İsrail’in “Sivil Öldürmüyoruz” Söylemi ve Uluslararası Tepki

Nasır Hastanesi’ne yapılan saldırılar sonucu gazetecilerin ve sivillerin ölmesi, İsrail’in “sivil öldürmeyiz” söylemini çürütmüştür. IDF sözcülerinin yaptığı açıklamalar, uluslararası kamuoyunda güven kaybına yol açmıştır. Reuters ve AP gibi önde gelen haber ajanslarının sert tepkisi, İsrail’in medya üzerindeki baskısının artık küresel ölçekte görünür olduğunu göstermektedir.

Burada dikkat çekici nokta, İsrail’in bilgi savaşını da en az askerî savaş kadar önemsemesidir. Ancak basın kuruluşlarının tepkisi, İsrail’in meşruiyetini zedeleyen en güçlü araçlardan biri hâline gelmektedir.
Tarihte görülmemiş şekilde İsrail 250 gazeteciyi öldürmüştür.

  1. Türkiye’nin Duruşu: “Kılıç Kınından Çıkarsa…”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Malazgirt’te yaptığı “Kılıç kınından çıkarsa kaleme gerek kalmaz” açıklaması, yalnızca YPG/PKK’ya değil, aynı zamanda İsrail’e verilmiş dolaylı bir mesajdır. Türkiye, 2016’dan bu yana attığı askerî ve diplomatik adımlarla Ortadoğu’da “söz sahibi” olma iddiasını pekiştirmiştir.

Son olarak Türkiye’nin İsrail bağlantılı gemilere limanlarını kapatması, yalnızca ekonomik değil; siyasî bir boykot olarak değerlendirilmelidir. Bu hamle, uluslararası arenada Türkiye’nin İsrail karşıtı politikalarının somut adımları arasında yer almaktadır.

  1. İslam Dünyasının Sorumluluğu ve Âlimlerin Rolü

Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nda yapılan konferansta dile getirilen “Gazze ablukasını kırma” çağrısı, İslam dünyasında dinî liderlerin öncülüğünü gündeme getirmiştir. Aksa Muhafızları Derneği Genel Müdürü’nün “Alimler ön safta olmalı” çağrısı, Müslüman toplumların harekete geçirilmesinde dinî otoritelerin etkisini göstermektedir.

Bu açıdan, boykot çağrılarının yalnızca İsrail mallarıyla sınırlı kalmayıp saldırılara destek veren ülkeleri de kapsaması gerektiği ifade edilmiştir. Bu yaklaşım, ekonomik direnişi bir tür “sivil cihad” biçimi olarak yorumlamaktadır.

  1. İsrail’in Türkiye’ye Saldırı İhtimali: Toplumsal Algı

Areda Survey araştırmasına göre Türk toplumunun %60’ı “İsrail Türkiye’ye saldırabilir” ihtimalini gerçekçi bulmaktadır. Bu oran, kamuoyunda İsrail’in sadece Gazze için değil, Türkiye için de tehdit unsuru olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır.

Ayrıca araştırmada halkın büyük çoğunluğu Batı’nın insan hakları söylemlerine güvenini yitirmiştir. Bu durum, Türkiye’nin iç ve dış politikasında bağımsızlık söylemini güçlendiren sosyolojik bir zemini işaret etmektedir.

  1. Gazze’de İnsanlık Dramı

Tüm bu siyasî tartışmaların merkezinde ise Gazzeli sivillerin yaşadığı büyük insani dram vardır. “Nereye gideceğiz bilmiyorum” diyen bir Gazzeli’nin haykırışı, meselenin özünü ve vahametini özetlemektedir. Filistin halkı, tarihinin en ağır insani krizlerinden birini yaşamakta; mülteci kamplarında, hastane enkazlarında ve abluka altında hayatta kalmaya çalışmaktadır.

Sonuç

Ortadoğu’daki gelişmeler, yalnızca devletler arası güç mücadelesi değil; aynı zamanda halkların iradesi, dinî liderlerin sorumluluğu ve uluslararası kamuoyunun vicdanıyla da doğrudan bağlantılıdır. İsrail’in iç siyasetteki krizi, uluslararası meşruiyet kaybı ve Türkiye’nin yükselen sert tavrı, önümüzdeki dönemde dengeleri değiştirecek niteliktedir.

📌 Son tesbit: Gazze meselesi, yalnızca Filistin’in değil; İslam dünyasının onur meselesidir. Mücadele yalnızca askerî değil, aynı zamanda siyasî, diplomatik, ekonomik ve ahlakî bir sorumluluk olarak tüm ümmetin omuzlarındadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 27th, 2025