ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 1 –

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 1 –

Ortadoğu coğrafyası, sadece petrol ve enerji kaynaklarıyla değil; aynı zamanda jeopolitik konumu, dinî ve etnik çeşitliliğiyle de küresel güçlerin daima göz bebeği olmuştur. Yüz yıldır bu bölgede oynanan satrançta taşlar hiç değişmedi: İngiltere, ABD ve son yüzyılda İsrail. Bu üçlünün temel hedeflerinden biri, parçalanmış ve zayıflatılmış devletler üzerinde kendi çıkarlarını garanti altına almaktır. Bu açıdan Kürt kartı, özellikle de PKK üzerinden şekillenen terör politikaları, modern Ortadoğu tarihinin en kanlı dosyalarından birini oluşturmaktadır.

  1. Yüz Yıllık Planın Kökleri

Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu haritasını yeniden çizen Sykes-Picot Anlaşması, bölgenin geleceğini ipotek altına aldı. İngiltere ve Fransa, Osmanlı sonrası coğrafyayı parçalayarak suni devletler kurdu. Bu planın en önemli eksenlerinden biri, ileride kurulabilecek bir “Kürt devleti” fikriydi. Ancak bu proje, bölgede güçlü devletler (Türkiye, İran, Irak, Suriye) tarafından sürekli engellendi.

Bununla birlikte, İsrail’in kuruluşu (1948) sonrası “ikinci bir İsrail” olarak tabir edilen sosyalist Kürt devleti projesi, özellikle İngiltere ve daha sonra ABD tarafından gündemde tutuldu.

  1. PKK ve Elli Yıllık Kanlı Tarih

1970’lerde sahneye çıkan PKK, sadece Türkiye’ye karşı değil, bölgedeki bütün Müslüman halklara karşı kullanılan bir aparat oldu. Marksist-Leninist ideoloji ile kurulan örgüt, halkın değerlerinden uzak, Batılı istihbaratların yönlendirdiği bir yapıydı. ABD ve Avrupa’nın himayesinde büyüyen PKK, 1990’lardan itibaren özellikle ABD’nin Orta Doğu’ya müdahaleleriyle birlikte güçlendi.

Bugün itiraf edilen bir gerçek var: ABD, Suriye’de PKK/PYD’ye 50 binden fazla TIR dolusu silah yardımında bulundu. Bu, sadece “DEAŞ ile mücadele” bahanesiyle açıklanamaz. Asıl hedef, Türkiye ve bölgeyi kuşatacak bir terör devleti kurmaktır.

  1. İsrail ve Arz-ı Mev’ud Hedefi

İsrail’in en büyük stratejisi, “Büyük İsrail” veya Arz-ı Mev’ud projesidir. Bu düşünceye göre Nil’den Fırat’a uzanan coğrafya İsrail’in vaadedilmiş toprağıdır. Bu hedefe ulaşmak için bölge devletlerinin güçsüzleştirilmesi, parçalanması gerekir. İşte tam da burada bir Kürt devleti, İsrail için bir güvenlik kuşağı ve ileri karakol rolü üstlenmektedir.

PKK/PYD, İsrail ile açıktan görüşmeler yapmakta, İsrail de bu yapıya doğrudan destek vermektedir. ABD’nin tutumundaki zikzaklar da çoğu zaman Tel Aviv’in baskısıyla şekillenmektedir.

  1. ABD’nin İki Yüzlülüğü

ABD’nin Suriye elçisi Tom Barak’ın “PKK’sız Suriye devleti” söyleminden geri adım atması, Washington’un klasik ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koydu. Zira ABD’nin bölgedeki varlığı hiçbir zaman dürüst olmadı. Irak işgalinden Suriye iç savaşına, Afganistan’dan Filistin meselesine kadar ABD, daima kendi çıkarlarını önceledi ve müttefiklerini yarı yolda bıraktı.

Bugün Türkiye’nin sert tavrı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kılıç kınından çıkarsa kaleme yer kalmayacak” sözü, işin ciddiyetini gösteriyor. Türkiye artık sadece terörle mücadele değil, bir medeniyet mücadelesi yürütüyor.

  1. PKK’nın Silah Bırakma İhtimali

Gündemde zaman zaman “PKK’nın silah bırakması” tartışmaları dolaşıyor. Ancak bunun üç ihtimali bulunuyor:

  1. Büyük Oyunun Görülmesi: PKK, kendisinin sadece bir taşeron olduğunu fark edebilir.
  2. Kaçacak Yer Kalmaması: Sahada ve siyasette köşeye sıkışan örgüt, mecburen geri adım atabilir.
  3. Yeni Bir Oyun: Öncekilerde olduğu gibi, “silah bırakma” süreci bir kez daha Batılı istihbaratların senaryosuyla manipüle edilebilir.
  4. Sonuç: Uyanık Olmak Zorundayız

Elli yıllık PKK terörü, yüz yıllık Batı planının bir parçasıdır. ABD ve İngiltere’nin tarihi entrikaları, İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayali ile birleşmiştir. Bugün yaşadığımız bütün süreçler, bu büyük oyunun güncellenmiş versiyonudur.

Ancak Türkiye artık eski Türkiye değildir. Bölgesel güç olarak, hem askerî hem siyasî olarak bu planları bozacak kararlılığı göstermektedir. Tarih boyunca olduğu gibi, milletimizin feraseti ve devletimizin stratejik iradesi, bu oyunları bozacaktır.

📌 Son Söz:
Ortadoğu’nun kaderi, Batılıların cetvel ve kalemle çizdiği sınırlarla değil; bölge halklarının birliği ve İslam dünyasının uyanışı ile yeniden yazılacaktır. ABD’nin ikiyüzlülüğü, İngiltere’nin sinsi planları ve İsrail’in arzuları boşa çıkarılmadıkça bölgeye barış gelmeyecektir. Türkiye’nin kararlı duruşu, bu karanlık planların en büyük engelidir.

İbretli Kissa:

“Tarih boyunca İngiliz denizciler gemilerde farelerle savaşmak için bir yöntem uyguladılar.
Duyulmamış bir hikayedir, genelde eski gemiciler bilir.

Çok akılcı hikaye;

Farelerin davranış özelliklerini çok iyi bilen bu İngiliz denizciler; öncelikle yakaladıkları bir fareyi kapalı bir teneke içine koyup onu 3-4 gün aç bıraktıktan sonra yakaladıkları diğer küçük fareyi bu kutu içine atarlar. Açlıktan gözü dönmüş fare bu fareyi hemencecik midesine
indirir.

Bu işleme tenekedeki fare yamyam fareye dönüşünceye kadar devam ederler .Bu fare iyice semirmiş ve kuvvetlenmiş olur.

Sonra bu fareyi geminin içine salarlar; şimdi artık gemi içinde tebdili kıyafet gezen bir fare oluşmuştur. Diğer fareler bu fare kendileri gibi aynı kökten geldiği için hiç şüphelenmez  Ama aslında; bu fare güçlü kuvvetli bir yamyam faredir ama bunu diğerleri fark etmemiştir.

Yamyam fare rahatlıkla diğer farelerin yanına rahatlıkla sokulur ve fareleri teker teker yer.

Bu şekilde gemi de farelerden temizlenmiş olur.
Bu yöntem İngilizler icin her yerde ve her durumda kullanılan bir yöntemdir.
Çünkü; İngilizler tecrübelerden ve tarihten hep dersler alarak geleceklerini, iç ve dış
politikalarını yönlendirirler.

Bazen seçtikleri fare ile milliyetçiligi hedeflerler bazen ekonomiye yön verirler bazende dini sembollerle fareleri semizletip yamyam fareye dönüştürürler.

Bir nesli, bir ekonomiyi ve bir devleti veya bir bölgeyi yeniden düzenlemek için kullanırlar.

İçimize eğitilmiş, beyni yıkanmış ve çeşitli yollarla semirtilmiş olarak giren yamyam farelerden mümkün olduğu kadar uzak durmamız , onların yamyamlaşmasına izin vermememiz ve sürekli kapan kullanmamız gerekir.

Şimdi aramızdaki bu yamyam farelere dikkat.”( İktibas)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak

Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak

Hayatın en kıymetli hazinelerinden biri olan gençlik, sadece fiziksel bir enerji ve dinamizm dönemi değil, aynı zamanda manevi bir sermayedir. Metin, bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: “Gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiye’dir.” Gençlik, yanlış yollarla harcanmadığında, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu dönemde kazanılan her manevi değer, geleceğin temelini oluşturur. Tarihte, İslam medeniyetinin zirveye çıktığı dönemlere baktığımızda, gençlerin bu bilinçle hareket ettiğini görürüz. Fatih Sultan Mehmet gibi çağ açıp çağ kapayan liderler, genç yaşta bu bilinçle hareket etmişler, gençliklerini heva ve heves uğruna israf etmemişlerdir. Gençlik, dinî görevlerini bilerek ve kötüye kullanmayarak yaşandığında, hem dünyada hem de ahirette insana tarifsiz bir lezzet ve kıymet kazandırır. Bu, fani dünyada dahi insanı manevi bir olgunluğa ve huzura ulaştıran ilahi bir nimettir.
Bu manevi olgunluğun temelinde, sarsılmaz bir iman-ı tahkikî yani tahkike dayalı, kesin bir iman yatar.

İkinci metin bu imanın derinliklerini çok güzel anlatıyor: “İman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezaühür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.”
Bu dereceye ulaşan bir mümin, artık sadece kulaktan dolma bilgilerle değil, bizzat gözlem ve tecrübeyle iman eder. Etrafındaki her şeyi, her bir zerreyi, ilahi isimlerin birer tecellisi olarak görmeye başlar. Bir çiçeğin açışında Rahman isminin, bir dağın heybetinde Kâdir isminin, bir okyanusun dalgalarında Celil isminin yansımalarını okur. Bu makam, insanı sadece imanın kabulüne değil, bizzat şahitliğine götürür.

İbn Arabi’nin “Her şeyde Hakk’ı müşahede etmek” sözü, bu makamın bir yansımasıdır. Bu, tüm kainatın birer harf, birer kelime olduğu ve o harfleri okuyabilen kişinin de hakikate ulaşabileceği anlamına gelir. Bu mertebeye ulaşanlar için dünya, sırlarla dolu bir kitaba dönüşür ve her olay bir ibret dersi taşır.

Peki, bu iman ve gençlik bilinciyle hareket eden bir mümin, karşısına çıkan zorluklarda nasıl bir duruş sergiler?

İşte tam da bu noktada, diğer metindeki o müstesna hakikat ortaya çıkar:
“Bütün zahiri Sebepler yalnız Birer perdedirler, İcadda da hiç Tesirleri yoktur; Emir ve iradesi olmazsa, Hiçbirşey, Hatta hiçbir zerre Hareket edemez.”
Bu söz, tevekkülün ve Allah’ın mutlak kudretine olan imanın en temel prensibini ifade eder. Dış dünyada gördüğümüz her sebep, sadece birer perdedir. Bir olayın gerçekleşmesi için gereken şartlar, sadece o olayın zahiri sebepleridir. Örneğin, bir çiçeğin açması için toprağa, suya ve güneşe ihtiyaç vardır. Ama o çiçeği yaratan, o tohumun içindeki hayatı var eden, o toprağı, suyu ve güneşi emrine veren Allah’tır. Sebeplere değil, sebepleri yaratana inanmak, insana büyük bir tevekkül ve iç huzur verir. Bu düşünce, tarihte nice mümin komutanın, zorlu savaşlarda zafer kazanmasının arkasındaki güçtür. Onlar, silahlarına, ordularına değil, Allah’ın yardımına güvenirlerdi. Bu inanç, onları yenilmez kılıyordu. Çünkü bilirlerdi ki, hiçbir atom zerre dahi, Allah’ın emri ve iradesi olmadan hareket edemez. Bu, acizliğimizin farkına varıp mutlak kudrete sığınmanın bir ifadesidir.

Son olarak, bu güçlü iman ve tevekkül bilinci, bizi başka bir manevi duruşa götürür:
“Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
İlk metindeki bu söz, makalemizin son halkasıdır.
İyilik yapma meylimiz, yani “meyelan-ı hayr”, dua ve tevekkülle güçlenir. Çünkü dua, acziyetin itirafı, Allah’a sığınmanın ve O’ndan yardım dilemenin en samimi yoludur. Tevekkül ise, bu duaların ardından sonucu Allah’a bırakmaktır. Bu iki kavram, bizi daha iyi bir insan olmaya teşvik eder, iyilik yolunda kararlı adımlar atmamızı sağlar. Öte yandan, kötülük yapma meylimiz, yani “meyelan-ı şer”, istiğfar ve tövbeyle dizginlenir. İstiğfar, hatalarımızdan dolayı pişmanlık duymak ve Allah’tan af dilemektir. Tövbe ise, bir daha o hataya dönmemeye niyet etmektir. Bu iki eylem, nefsin azgınlığını kırar ve bizi kötülüklerden uzak tutar. Gençliğini, imanını ve iradesini bu ilkeler üzerine kuran bir insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğu ve huzuru yakalar.

Özet:
Bu makale, dört farklı metindeki hikmetli sözleri birleştirerek, insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır.
İlk olarak, gençliğin dini görevlerin bilinciyle yaşandığında nasıl bir ilahi nimet olduğu anlatılır. Ardından, hakiki imanın en üst mertebesi olan aynelyakîn derecesi açıklanır; bu dereceye ulaşan bir kişinin kainatı bir kitap gibi okuyabileceği belirtilir.
Makale, bu derin imanın bir sonucu olarak, tüm zahiri sebeplerin birer perde olduğunu ve her şeyin Allah’ın iradesiyle hareket ettiğini anlatan tevekkül ilkesini işler.
Son olarak, iyilik yapma eğiliminin dua ve tevekkülle, kötülük yapma eğiliminin ise istiğfar ve tövbe ile nasıl kontrol altına alınabileceği anlatılır. Bu dört prensibin birbiriyle olan bağlantısı, insanın manevi hayatını inşa etmesi için bütünlüklü bir yol haritası sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Gazze İçin Tarihi Çağrı: Ayasofya’dan Yükselen Vicdan Sesi

Gazze İçin Tarihi Çağrı: Ayasofya’dan Yükselen Vicdan Sesi

Gazze, çağımızın en büyük insanlık dramına, aynı zamanda da en büyük sınavına dönüşmüş durumda. On yıllardır süren işgal, ablukalar ve katliamlar, 2023 sonrası adeta bir soykırım boyutuna ulaştı. Dünya kamuoyunun gözleri önünde yüz binlerce insan yerinden edildi, on binlercesi hayatını kaybetti, kalanlar açlık, susuzluk ve hastalıkla boğuşuyor.

Bu tablo karşısında İslam dünyasının vicdanı İstanbul’da toplandı. Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nda 50 ülkeden 150’yi aşkın İslam âlimi bir araya gelerek “İslami ve İnsani Sorumluluk: Gazze” başlığıyla tarihe geçecek bir konferans düzenledi. Bir hafta boyunca süren istişarelerde, ümmetin vicdanını harekete geçirecek kararlar alındı. Hazırlanan raporların, 29 Ağustos Cuma günü Ayasofya-i Kebir Camii’nde kılınacak cuma namazı sonrası tüm dünyaya ilan edilecek olması, bu çağrının manevi ve sembolik değerini daha da artırıyor.

Ayasofya’dan Dünyaya Sesleniş

Ayasofya, tarih boyunca İslam’ın izzetini ve medeniyetin dirilişini temsil eden bir mekân olmuştur. Şimdi ise Gazze için bir vicdan kürsüsüne dönüşüyor. İslam âlimlerinin alacağı kararlar; devletlere, üniversitelere, hukukçulara, iş insanlarına ve tüm insanlığa hitap edecek. “Gazze sadece Filistin’in meselesi değil, ümmetin ortak davasıdır” mesajı Ayasofya’dan yankılanacak.

Batı Dünyasında Çatlayan Sessizlik

Gazze’deki soykırım karşısında Avrupa’da da çatlak sesler yükselmeye başladı. Hollanda’da hükümet krizine sebep olan İsrail karşıtı çıkışlar, Belçika’da sert tartışmalara yol açtı. Kamuoyu baskıları, hükümetleri Filistin’i tanıma noktasında zorlamakta. Avrupa Birliği içinde bile İsrail’e yaptırım uygulanması gerektiğini savunanlar ile koşulsuz destek isteyenler arasında ayrışma büyüyor. Bu tablo, toplumsal vicdanın siyasi duvarları yavaş yavaş aşmaya başladığını gösteriyor.

İslam Dünyasından Mesaj: Ortak Düşman, Ortak Kader

Sudanlı İslam âlimi Dr. Afaf’ın İstanbul’daki açıklamaları, İslam dünyasının müşterek hissiyatını özetler nitelikte:

> “Bizim düşmanımız birdir, mücadelemiz ortaktır, kaderimiz ortaktır. Allah’ın vaadi haktır; biz mutlaka zafere ulaşacağız.”

Gazze’nin yalnızca Filistinlilerin değil, bütün ümmetin davası olduğu, Ayasofya’dan bir kez daha dünyaya ilan edilecek.

Kıtlığın Gölgesinde Gazze

Öte yandan Gazze’de açlık ve kıtlık tehlikesi kritik bir seviyeye ulaştı. IPC raporları, bu kıtlığın tamamen insan eliyle, yani kuşatma ve ambargo politikalarıyla yapıldığını ortaya koyuyor. “Bir gün bile gecikme kabul edilemez” denilen noktada, yardımların engellenmesi doğrudan insanlık suçuna dönüşüyor.

Sonuç: İnsanlığın Vicdan Testi

Gazze meselesi artık yalnızca bir “bölgesel sorun” değil; insanlığın ortak vicdan sınavıdır. İslam dünyası için bu sınav, kardeşlik bağlarını ne ölçüde sahiplendiğini; Batı içinse demokrasi, insan hakları ve adalet söylemlerinin ne kadar samimi olduğunu gösterecektir.

Ayasofya’dan yükselecek çağrı, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa hitap eden bir vicdan manifestosu olmalıdır:

Gazze’deki soykırıma karşı sesini yükselt,

Zulme ortak olma,

Mazlumun yanında dur,

Ve unutma: Gazze’nin kaderi, insanlığın kaderidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Zat ve Semere: Şerefin Gerçek Kaynağı

Zat ve Semere: Şerefin Gerçek Kaynağı

“Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir.”

İnsanoğlu tarih boyunca, soy ve nesep bağlarını büyük bir gurur kaynağı görmüş, asaletini çoğu zaman atalarının şöhretiyle ölçmeye çalışmıştır. Oysa hakikat bize gösteriyor ki, şeref ve kıymet, bir kimsenin soyundan değil; zatından, şahsiyetinden ve ortaya koyduğu fiillerinden kaynaklanır.

Çünkü nesep, kişinin elinde olmayan bir bağdır; insanın iradesiyle kazanılmış bir meziyet değildir. Oysa asıl kıymet, insanın kendi zatında taşıdığı ahlâk, ilim, fazilet ve amellerindedir. İşte bu nedenle “bir şeyin aslını gösteren, onun semeresidir.” Ağacın özünü meyvesi tanıttığı gibi, insanın özünü de ameli ve eseri tanıtır.

  1. Neslin Değil, Zatın Şerefi

Bir insan, hangi soydan gelirse gelsin, eğer zatında fazilet, ahlak ve iman yoksa, şerefli bir geçmiş ona fayda vermez.

Kur’ân da bu hakikati teyit eder:

> “Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 13)

Demek ki Allah katındaki değer, soyda veya malda değil, takvada ve şahsî meziyettedir.

  1. Zatın Hakikatini Gösteren Semere

Her şeyin özünü en iyi anlatan, onun meyvesidir.

Bir ağacın ne olduğunu yaprağı değil, meyvesi söyler.

Bir insanın değerini, lafı değil; ameli ve eseri gösterir.

Bir âlimin kıymetini, unvanı değil; ilmiyle ortaya koyduğu semereler belirler.

İnsanın değeri, onun maharetinin ve eserinin değeridir.

Dolayısıyla, soy ve şekil bir surettir; asıl olan, zatın ürettiği semeredir.

  1. Tarihten İbretler

Hz. Nuh’un oğlu: Nübüvvet hanesinden doğmuştu; fakat iman etmeyince tufanda helak oldu. Nesep, ona fayda vermedi.

Hz. İbrahim’in babası Âzer: Putperest olarak kaldı, oğlunun nübüvveti ona kurtuluş olmadı.

Ebu Cehil: Peygamber Efendimizin akrabası olmasına rağmen, düşmanlıkta en ileri gidenlerden oldu.

Bilâl-i Habeşî: Aslen köleydi; fakat imanıyla, takvasıyla, sabrıyla şereflerin zirvesine çıktı.

Bu örnekler bize gösteriyor ki, asalet kan bağıyla değil; iman, ahlak, sabır ve amel-i salihle kazanılır.

  1. İlmi ve Hikmetli Değerlendirme

Hikmet açısından da zatın kıymeti, kendi hakikatinde aranır.

Aristo: “Bir şey, gayesi ile bilinir” der. Gayesi, onun hakikatini açığa çıkarır.

Gazali: “Amelsiz ilmin, köksüz ağaç gibi olduğunu” söyler. Yani semeresiz ilim kıymetsizdir.

Kıymet, mahiyetin cevherindedir; suretinde değil.

Demek ki, ilim de, insan da, nesil de özünü eserinde ve neticesinde gösterir.

Sonuç ve İbret

Soy sop, nesep ve şöhret gelip geçicidir.

Zatın şerefi, kişinin amellerinde ve meyvesinde saklıdır.

İnsan, özünü semeresiyle isbat eder; ağacın meyvesi onun dili olduğu gibi, insanın da ameli onun dili olur.

O hâlde bize düşen, şerefi soyumuzda değil; zatımızda ve ortaya koyduğumuz semerelerde aramaktır.

“Her ağaç meyvesiyle tanınır. Her insan da ameliyle anılır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyetin Tarihî Serüveni

Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyetin Tarihî Serüveni

Tarihte milletleri yıkan kuvvet dışarıdan gelmez; asıl çürüme içeriden başlar. Roma’yı çökerterek  kolay lokma haline getiren, Bizans’ı İstanbul surlarının gerisinde çaresiz bırakan, Endülüs’ü tarihten silen, Selçuklu’yu dağıtan daima içteki ihanet, nifak ve kripto zihniyet olmuştur.

Türkiye’nin iki asırlık tarihine bakıldığında da aynı tablo karşımıza çıkar:
Tanzimat’tan 15 Temmuz’a kadar bu milletin önünü kesen, ayağına pranga vuran, iman ve irfanıyla kavga eden hep içerideki işbirlikçiler olmuştur.

  1. Tanzimat ve Islahat (1839 – 1876)

Osmanlı’nın yıkılış süreci dışarıdan top ateşiyle değil, içeriden “medeniyet reformu” adı altında başlatıldı.

Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) Batı’nın baskısıyla çıkarıldı.

Gayrimüslim tebaa imtiyazlı hale getirildi, millet sistemi zedelendi.

“Batılılaşma” adı altında, köklerinden kopmuş, Batı hayranı bir aydın tipi üretildi.

Boylece, Avrupa medeniyetinin sefahat ve dalalet tarafı alınmış, fazilet tarafı terk edilmiştir.

Bu, kripto zihniyetin ilk kurumsallaşma adımıydı.

  1. İttihat ve Terakki Dönemi (1908 – 1918)

Osmanlı’yı çökerten asıl darbe, içeriden geldi.

İttihatçılar, “hürriyet” sloganıyla iktidara geldi; fakat onlardan bunu kimse görmedi.

Devletin kök değerleriyle bağını kopardılar; Batıcı, pozitivist ve materyalist bir elit yetiştirdiler.

  1. Dünya Savaşı’na girmemizin sebeplerinden biri de onların dışarıyla kurduğu gizli ittifaklar oldu.

Kökten kopmuş bu kadrolar, aslında Osmanlı’yı içeriden çözmekle görevlendirilmiş kripto bir zihniyeti temsil ediyordu.

  1. Cumhuriyet’in İlk Yılları (1923 – 1950)

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte içerideki kripto zihniyet kökleşti.

Ezan susturuldu, Kur’ân yasaklandı, medreseler kapatıldı.

Milletin asırlık kıyafeti, kültürü, dini hayatı zorla değiştirilmeye çalışıldı.

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” diyecek kadar köklerinden kopmuş rektörler, akademisyenler işbaşına getirildi.

Üniversiteler, bürokrasi ve yargı, Batı’nın gözüyle düşünen elitlerin kontrolüne geçti.

İşte bu dönemde dışarıdan gelen tehlike değil, içerideki kendi evlatlarımız kılıklı kripto zihniyet asıl yıkımı yaptı.

  1. Darbeler ve Vesayet (1960 – 1980)

Her on yılda bir milletin iradesine zincir vuruldu.

27 Mayıs (1960): Seçilmiş Başbakan Menderes ve arkadaşları idam edildi.

12 Mart (1971): Ordu içindeki Batıcı kadrolar hükümeti tehdit etti.

12 Eylül (1980): Binlerce insan işkenceden geçti, gençler idam edildi.

Hepsinin arkasında ABD ve Batı vardı; ama işin uygulayıcısı yine içerideki kripto zihniyet oldu.

  1. 28 Şubat Postmodern Darbesi (1997)

“Bin yıl sürecek” dediler; ama aslında kendi ömürlerini tükettiler.

Başörtülü öğrenciler üniversite kapılarından kovuldu.

İmam hatipler kapatıldı, Kur’ân kursları yasaklandı.

Medya, sermaye ve yargı işbirliğiyle milletin değerlerine savaş açıldı.

“Kripto” zihniyetin en belirgin yüzü bu dönemde açığa çıktı. Bir kısmı sözde Müslüman kimliğiyle içeride, bir kısmı Batıcı ideolojilerle dışarıda, ama hepsi aynı merkezden besleniyordu.

  1. FETÖ ve 15 Temmuz (2016)

Kripto zihniyetin en organize ve en tehlikeli versiyonu: FETÖ.

Yıllarca “hizmet” adı altında devletin her kurumuna sızdılar.

Din perdesi altında milletin imanını istismar ettiler.

15 Temmuz’da ABD desteğiyle tankları sokağa sürdüler.

Ama bu defa millet, tarih boyunca görülmemiş bir şekilde yekvücut olup ihanetin yüzüne tokadı indirdi.

  1. İçteki Muhalefet: Bugün ve Yarın

Bugün Türkiye ile İsrail arasında bir savaş çıksa, ilk karşı çıkacak olan yine içerideki kripto zihniyet olacaktır.
Onların görevi bellidir:

Türkiye’yi zayıflatmak,

Milletin değerlerini küçümsemek,

Batı’ya bağımlı hale getirmek.

İşte bu yüzden Türkiye’nin asıl savaşı dışarıda değil, içeridedir.

Sonuç: Asıl Zafer İçte Kazanılır

Tanzimat’tan 15 Temmuz’a kadar yaşanan bütün bu tecrübeler bize şunu gösteriyor:

Dış düşman, içte işbirlikçi bulmadıkça bir şey yapamaz.

Kripto zihniyet tasfiye edilmedikçe tam bağımsızlık hayaldir.

Milletin imanı, maneviyatı ve birliği en büyük güçtür.

Eğer biz içteki kripto zihniyeti teşhis eder ve bertaraf edersek, dışarıdan hiçbir güç bu milleti yıkamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Yaratılışın Sırrı ve İnsanın Asli Vazifesi: Tevhid, Hamd ve Sıdk Üzerine Bir Düşünce

Yaratılışın Sırrı ve İnsanın Asli Vazifesi: Tevhid, Hamd ve Sıdk Üzerine Bir Düşünce

Evrende var olan her şeyin bir yaratıcısı ve terbiye edicisi olduğu hakikati, göz önünde duran apaçık bir delildir.
İlk metindeki o manidar söz, bu hakikatin en saf ve en yalın halini dile getirir:
“Sizi terbiye eden ve büyüten O’dur. Ve sizin mürebbîniz O’dur. Öyle ise siz de, O’na ibadet etmekle abd olunuz!”
İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen süreç, bir terbiye ve olgunlaşma sürecidir. Gerek bedenimizin büyümesi, gerek aklımızın gelişmesi, gerekse ruhumuzun kemale ermesi, hep O’nun terbiyesi altındadır. Tıpkı bir bahçıvanın fidanını özenle büyütmesi gibi, Rabbimiz de bizleri en güzel şekilde terbiye eder. Bu terbiye sürecine karşı insanın en büyük vazifesi, O’na ibadet etmekle kul olduğunu idrak etmektir. İnsanlık tarihi, bu idrakin peşinde koşmuş, peygamberler ve alimler bu idraki yaymak için mücadele etmişlerdir. İbadet, sadece bir görev değil, aynı zamanda terbiye edicimize olan minnetin, sevginin ve teslimiyetin en yüce ifadesidir.
Bu terbiye ve ibadet bilincinin temelinde yatan en önemli unsur ise, sıdk yani doğruluk ve dürüstlüktür.
İkinci metin, sıdkın İslamiyet’teki merkezi konumunu şu sözlerle anlatır:
“Sıdk, İslâmiyet’in üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır.” Sıdk, sadece sözde yalan söylememek değildir; aynı zamanda amellerde, niyetlerde ve tüm hayattaki duruşta doğru olmaktır. İslam medeniyetinin yükselişinde, sahabelerin ve sonraki dönemlerdeki alimlerin sıdk üzere yaşamaları büyük bir rol oynamıştır. Onların sözleri de, amelleri de birbiriyle tutarlılık arz ediyordu. Bu, onların karakterini sağlamlaştırıyor, yüksek ahlaki değerlerini birbirine bağlıyordu. Bu dürüstlük, aynı zamanda onların manevi hislerini de doğru bir mizaca oturtuyor, onları takva, tevazu ve samimiyet gibi ulvi duygulara sevk ediyordu. Sıdkın olmadığı yerde, her türlü yozlaşma, riya ve sahtekarlık baş gösterir. Bir kulun ibadeti bile, sıdk ile yapılmadığında, sadece şekilden ibaret kalır.
Tüm bu terbiye, ibadet ve sıdk kavramları, bizi en temel hakikate götürür: Varlık aleminin Yaratıcısı’nın birliğine ve kudretine. Bu kudretin en büyük nişanı ise üçüncü sözde gizlidir:
“Birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.”
Bu, yaratılışın en büyük mucizelerinden biridir. Bir tek atomdan tüm kainatı yaratmak, bir tek tohumdan koskoca bir ağacı var etmek, bir damla sudan bir insanı meydana getirmek, sadece sınırsız bir kudretin işi olabilir. Bu kudret, aynı zamanda her bir şeyi, yani kainattaki tüm varlıkları, tek bir kanun ve düzen içinde bir araya getirebilme yeteneğidir. Külli ve Kadir olan bu Yaratıcı’nın varlığı, O’nun san’atındaki mükemmellikle kendini gösterir. Bu, aynı zamanda her bir varlığın kendi içinde bir ayet, bir delil olduğu anlamına gelir. Bu delilleri okuyabilen bir kul, kalbinde O’na karşı tarifsiz bir saygı ve sevgi duyar.
Bu sevgi ve saygı, bizi son ve en önemli noktaya, hamd ve senâya götürür.
Son metin, bu gerçeği en kısa ve net haliyle ifade eder:
“İbadet O’na mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi O’na hastır.” Yaratılışın sırrına vakıf olan, O’nun terbiye edici kudretini gören, sıdk ile O’na kul olan bir insan, sadece ibadet etmekle kalmaz, aynı zamanda O’nu över ve yüceltir. Hamd, sadece “şükürler olsun” demek değildir. O’nun her bir isminin tecellisindeki mükemmelliği görmek, O’nun eşsiz sanatını ve hikmetini takdir etmek demektir. Bir kuşun kanadındaki desen, bir çiçeğin kokusu, bir nehrin akışı… Her birinde O’nun benzersiz sanatının bir nişanı vardır ve bu nişanlar bizi O’na hamd etmeye sevk eder. Bize düşen, tüm varlıkların yaptığı gibi O’nu hamd ve senâ ile anmaktır.
Bu dört metin, aslında bir bütünün parçalarıdır. Bizi terbiye eden ve her şeyi yaratan Yüce Varlık’a, sıdk ile inanıp ibadet etmek, O’nun sınırsız kudretini anlamak ve bu anlayışla O’nu hamd ü senâ ile yüceltmek… İşte bu, varoluşumuzun en temel gayesi, insanlığımızın en büyük şerefidir.

Özet
Bu makale, dört ayrı metindeki hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın yaratılış amacı ve temel manevi görevleri üzerine derin bir düşünce sunmaktadır.
İlk olarak, insanı terbiye eden ve büyütenin Allah olduğu ve bu nedenle O’na ibadetle kul olunması gerektiği anlatılır.
Ardından, İslamiyet’in temel taşı olan sıdk (doğruluk) kavramı ele alınır ve sıdkın yüksek ahlaki değerlerin ve manevi duyguların kaynağı olduğu belirtilir.
Makale, Yaratıcı’nın sınırsız kudretinin, “bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapma” mucizesinde yettiğini ve bu kudretin her bir varlıkta bir ayet olarak tecelli ettiğini anlatır.
Son olarak, ibadetin ve hamd-ü senanın sadece Allah’a ait olduğu gerçeğiyle tüm konular birleştirilir. Makale, bu prensiplerin bir araya gelmesiyle, insanın varoluş gayesine ulaşacağını ve hayatına anlam katacağını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

Ana rahmi ilk ayrılmanın, ayrışmanın, ayrıştırmanın olduğu yerdir.
Ancak en önemlisi ilahi irade ile beşerî iradenin devreye girerek sonu belirleyen, temizliğin yapıldığı,  kararın buna ve buraya göre belirleneceği önemli bir tefrik ve belirlemeye karar verilecek yerdir
Zahiri burada ortaya çıkar.
Batını yani işin iç yönü ve yüzü ise mahşere kalmıştır.
Niyetler ve düşünceler orada netleşir.
Son iki aşama ise; sırat ve cehennemdir.
Sırat terazidir.
Cehennem ise farklı yöntemlerle temizlenme ve arınma yeridir.
Gerçek arınma ve ebedi kalma kararının verileceği yerdir

*******

🌿. Ana rahminden başlayan bu tefekkür yolculuğu, aslında insanın yaratılış gayesi ile ahiret yolculuğu arasındaki derin bağı ortaya koyuyor.

  1. Ana Rahminde İlk Ayrılış

İnsanın serüveni, ana rahminde başlar. Nutfe, alaka, mudğa… Her biri ilahi kudretin işlediği safhalardır. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:

> “Sonra nutfeyi alaka yaptık. Ardından alakayı mudğa yaptık. Mudğayı kemiklere dönüştürdük, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” (Müminun, 14)

Bu yolculukta ilk ayrışma gerçekleşir: yaşamla ölüm, imanla küfür, güzellikle çirkinlik. Beşerî irade, İlahi iradenin tecellisiyle birleşir. İnsana verilen irade, bütün yolculuğun yönünü belirler.

  1. Zahirin Ortaya Çıkışı, Bâtının Gizlenişi

Dünya hayatı, zahirin göründüğü ama bâtının gizlendiği bir meydandır. İnsan burada niyetlerini saklayabilir, sözleri ile amelleri örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bâtın, yani kalbin hakikati, mahşerde açığa çıkacaktır:

> “O gün sırlar açığa çıkar.” (Tarık, 9)

Dünya, bir imtihan sahnesidir; ahiret ise hakikatlerin netleştiği mahkeme.

Ana rahminden geldik pazara,
bir kefen aldık döndük mezara…

  1. Mahşer: İç Yüzün Ortaya Çıkışı

Mahşer günü herkes kalbiyle, niyetiyle, iç yüzüyle çağrılacaktır. O gün ne makam, ne mal, ne soy-sop fayda verir:

> “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88-89)

İnsan, dünyada gizlediği niyetlerini, mahşerde kendi diliyle, organlarıyla, derisiyle bile itiraf edecektir. Çünkü hakikat saklanamaz.

  1. Sırat: Terazinin İnce Hali

Sırat, adaletin en hassas terazisidir. Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de kaybolmaz:

> “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Sırat köprüsünde adımlar, dünyadaki amellerin izlerine göre şekillenir. Burada sahte kimlikler, dünyevi maskeler sökülür. Herkes kendi hakikatiyle yürür.

  1. Cehennem: Arınmanın Çetin Yurdu

Cehennem yalnızca bir azap yeri değil, aynı zamanda bir arınma ve temizlenme diyarıdır. Dünyada kirlenmiş ruhların pası orada yanarak temizlenir. Bir yönüyle cehennem, ilahi rahmetin çetin tecellisidir. Çünkü hakiki cennet, ancak arınmış ruhlara açılır.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Oraya (cehenneme) girin! Artık ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz.” (Tur, 16)

Cehennem, insanı yakarken aynı zamanda onu arındırır; en sonunda hakiki ebediyetin kimlere ait olduğu ortaya çıkar.

  1. Gerçek Kararın Verileceği Yer

Son hüküm, sırat ve cehennem tecrübelerinden sonra verilir:

Temizlenenler için ebedî cennet

Kirini bırakmayanlar için ebedî cehennem

Bu karar, İlahi adaletin en büyük tecellisidir. Hiç kimseye zulmedilmez.

> “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Ancak yaptığınız işlerin karşılığını göreceksiniz.” (Yasin, 54)

Sonuç: Yolculuğun Hikmeti

İnsanın yolculuğu ana rahminde başlar, sırat ve cehennemden geçerek ebediyete uzanır. Bu yolculuğun hikmeti şudur:

İnsana verilen irade, İlahi kudretle birleşince büyük bir imtihana dönüşür.

Zahiriyle oynayan insan, bâtınında sakladığını mahşerde açığa çıkarır.

Terazi şaşmaz, arınma gecikmez, karar kesinleşir.

Ana rahminde başlayan ayrılış, ahirette ebedi ayrılıkla noktalanır. Ve hakikati arayan insan için bütün bu aşamalar, İlahi adaletin ve rahmetin tecellileridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

Ana rahmi ilk ayrılmanın, ayrışmanın, ayrıştırmanın olduğu yerdir.
Ancak en önemlisi ilahi irade ile beşerî iradenin devreye girerek sonu belirleyen, temizliğin yapıldığı,  kararın buna ve buraya göre belirleneceği önemli bir tefrik ve belirlemeye karar verilecek yerdir
Zahiri burada ortaya çıkar.
Batını yani işin iç yönü ve yüzü ise mahşere kalmıştır.
Niyetler ve düşünceler orada netleşir.
Son iki aşama ise; sırat ve cehennemdir.
Sırat terazidir.
Cehennem ise farklı yöntemlerle temizlenme ve arınma yeridir.
Gerçek arınma ve ebedi kalma kararının verileceği yerdir

*******

🌿. Ana rahminden başlayan bu tefekkür yolculuğu, aslında insanın yaratılış gayesi ile ahiret yolculuğu arasındaki derin bağı ortaya koyuyor.

  1. Ana Rahminde İlk Ayrılış

İnsanın serüveni, ana rahminde başlar. Nutfe, alaka, mudğa… Her biri ilahi kudretin işlediği safhalardır. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:

> “Sonra nutfeyi alaka yaptık. Ardından alakayı mudğa yaptık. Mudğayı kemiklere dönüştürdük, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” (Müminun, 14)

Bu yolculukta ilk ayrışma gerçekleşir: yaşamla ölüm, imanla küfür, güzellikle çirkinlik. Beşerî irade, İlahi iradenin tecellisiyle birleşir. İnsana verilen irade, bütün yolculuğun yönünü belirler.

  1. Zahirin Ortaya Çıkışı, Bâtının Gizlenişi

Dünya hayatı, zahirin göründüğü ama bâtının gizlendiği bir meydandır. İnsan burada niyetlerini saklayabilir, sözleri ile amelleri örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bâtın, yani kalbin hakikati, mahşerde açığa çıkacaktır:

> “O gün sırlar açığa çıkar.” (Tarık, 9)

Dünya, bir imtihan sahnesidir; ahiret ise hakikatlerin netleştiği mahkeme.

Ana rahminden geldik pazara,
bir kefen aldık döndük mezara…

  1. Mahşer: İç Yüzün Ortaya Çıkışı

Mahşer günü herkes kalbiyle, niyetiyle, iç yüzüyle çağrılacaktır. O gün ne makam, ne mal, ne soy-sop fayda verir:

> “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88-89)

İnsan, dünyada gizlediği niyetlerini, mahşerde kendi diliyle, organlarıyla, derisiyle bile itiraf edecektir. Çünkü hakikat saklanamaz.

  1. Sırat: Terazinin İnce Hali

Sırat, adaletin en hassas terazisidir. Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de kaybolmaz:

> “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Sırat köprüsünde adımlar, dünyadaki amellerin izlerine göre şekillenir. Burada sahte kimlikler, dünyevi maskeler sökülür. Herkes kendi hakikatiyle yürür.

  1. Cehennem: Arınmanın Çetin Yurdu

Cehennem yalnızca bir azap yeri değil, aynı zamanda bir arınma ve temizlenme diyarıdır. Dünyada kirlenmiş ruhların pası orada yanarak temizlenir. Bir yönüyle cehennem, ilahi rahmetin çetin tecellisidir. Çünkü hakiki cennet, ancak arınmış ruhlara açılır.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Oraya (cehenneme) girin! Artık ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz.” (Tur, 16)

Cehennem, insanı yakarken aynı zamanda onu arındırır; en sonunda hakiki ebediyetin kimlere ait olduğu ortaya çıkar.

  1. Gerçek Kararın Verileceği Yer

Son hüküm, sırat ve cehennem tecrübelerinden sonra verilir:

Temizlenenler için ebedî cennet

Kirini bırakmayanlar için ebedî cehennem

Bu karar, İlahi adaletin en büyük tecellisidir. Hiç kimseye zulmedilmez.

> “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Ancak yaptığınız işlerin karşılığını göreceksiniz.” (Yasin, 54)

Sonuç: Yolculuğun Hikmeti

İnsanın yolculuğu ana rahminde başlar, sırat ve cehennemden geçerek ebediyete uzanır. Bu yolculuğun hikmeti şudur:

İnsana verilen irade, İlahi kudretle birleşince büyük bir imtihana dönüşür.

Zahiriyle oynayan insan, bâtınında sakladığını mahşerde açığa çıkarır.

Terazi şaşmaz, arınma gecikmez, karar kesinleşir.

Ana rahminde başlayan ayrılış, ahirette ebedi ayrılıkla noktalanır. Ve hakikati arayan insan için bütün bu aşamalar, İlahi adaletin ve rahmetin tecellileridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Şems-i Hakikat’in Doğuşu ve İnsanın Asli Vazifesi

Şems-i Hakikat’in Doğuşu ve İnsanın Asli Vazifesi:
Fani Dünya ve Baki Hayat Arasında Bir Yolculuk

Hayat denen bu meşakkatli yolculukta, bazen öyle anlar gelir ki, gözümüzü karanlıklar bürür, umutsuzluk girdabında kayboluruz. Ancak tarih, bize her daim fısıldar ki:
“Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat,
hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.”
Bu sözler, sadece bir teselli değil, aynı zamanda bir vaattir; her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, her zulmetin ardından bir hakikat güneşi doğacaktır. Tıpkı Kudüs’ün kadim kubbesinin, nice fırtınalara rağmen dimdik ayakta kalışı gibi, insanlık da nice karanlık dönemlerden geçse de, sonunda aydınlığa kavuşmanın mücadelesini verir.
O mukaddes yolculukta bayrağı elinde tutan yalnız bir adamın silueti, sadece bir coğrafyanın değil, tüm mazlumların umudunu temsil eder.
Çünkü zulmetin kalıcı olmadığını bilmek, direnişin en büyük motivasyon kaynağıdır.
Peki, bu fani dünyada, geçici heveslerin peşinden koşarken, asli vazifemizi unutmuş olabilir miyiz?

İkinci metinde bize adeta sığınacak bir liman arayışımızı, bu dünya üzerindeki gelip geçici meskenlerimizi hatırlatıyor. Oysa “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”
Bu söz, insana derin bir muhasebe çağrısı yapar. Dünya hayatının cazibesi ve gelip geçici başarıları çoğu zaman gözümüzü kamaştırır. Kariyer, mal, mülk… Bunlar, fani dünyada bırakılan eserler olabilir. Ancak ahiret hayatında bizi kurtaracak, ebedi saadeti sağlayacak birikimlerimiz yoksa, bu dünyadaki başarıların ne anlamı kalır?
Tarihte nice krallar, imparatorlar gelip geçti. Şanlı kaleler, görkemli anıtlar inşa ettiler. Ama bugün o eserlerin çoğu ya harabe olmuş ya da sadece birer turistik mekandan ibaret kalmıştır. Onların asıl mirası, geride bıraktıkları adalet, merhamet ya da zulüm olmuştur. İnsan, kendi ebedi kurtuluşu için bir gayret göstermiyorsa, bu dünyadaki hiçbir eseri kalıcı bir değer taşımaz. Bu, bir zamanlar görkemli medeniyetlerin neden tarihin tozlu sayfalarına karıştığının da en büyük ibretidir.

Üçüncü metin ise, bu fani dünya telaşı içinde insanoğlunun en temel yanılmalarından birine işaret eder:
“Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. Bununla beraber meşâğil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.”
Ne kadar da isabetli bir tesbit! İnsan, adeta bir koşuşturmaca içinde, sabah-akşam rızık peşinde koşan hayvanlar gibi sadece dünyevi ihtiyaçlarını gidermekle meşgul oluyor. Oysa asli vazifesi, hakiki bir insan gibi yaşamak, yani sadece fizyolojik ihtiyaçlarını değil, ruhi ve manevi tekamülünü de gözetmektir. Ebedi bir hayat için çalışmaktır. Günümüzde bilgi bombardımanı altında, bize ait olmayan, fuzuli ve malayani meselelerle o kadar çok vakit kaybediyoruz ki, hayatımızın en önemli amaçlarını gözden kaçırıyoruz. Sosyal medyanın sonsuz akışı, anlamsız tartışmalar, dedikodular… Bunlar, bize binlerce yıl ömrümüz varmış gibi hissettiren, oysa ömrümüzü tüketen lüzumsuz meşgalelerdir. Osmanlı medreselerinde ilim talipleri, asıl meselelere odaklanır, fuzuli tartışmalardan kaçınırlardı. Çünkü bilirlerdi ki, ömür kısa, vazife büyüktü.

Son metindeki, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin derin bakışlarını yansıtan o mütevazı ama sarsıcı cümle, tüm bu düşüncelerin özeti gibidir:
“Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır.”
Bu söz, tüm önyargıları, soy sop ayrımcılığını ve yüzeysel değerlendirmeleri yerle bir eder. Bir insanı değerli kılan, onun hangi aileden geldiği, hangi coğrafyada doğduğu ya da hangi unvanlara sahip olduğu değildir. Gerçek şeref, kişinin kendi özünde, sahip olduğu ahlaki değerlerde, karakterinde, ilmindeki derinlikte, takvasında ve insanlığa olan faydasındadır. Tarih, bize nice soylu ailelerden çıkmış zalimleri ve nice mütevazı köklerden gelmiş büyük kahramanları göstermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Siyahın beyaza, Arabın aceme bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” buyurarak bu hakikati yüzyıllar öncesinden ilan etmiştir. Şeref, kişinin “zatında” yani kendi öz varlığında taşıdığı değerdedir. Bu değerler; iman, ihlas, samimiyet, adalet, merhamet ve bilgeliktir.

Tüm bu dört metin, aslında aynı büyük hakikatin farklı pencerelerinden bakışlardır. Zulmetin kalıcı olmadığını bilmek ve hakikat güneşinin doğuşunu beklemek; bu fani dünyada kalıcı eserler bırakırken, ahiret için de biriktirmek; hayvanlar gibi sadece dünya için çabalamak yerine, hakiki bir insan gibi ebedi hayat için gayret etmek ve şerefin dış görünüşte değil, kişinin kendi özünde olduğuna inanmak… İşte bu, insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayıran ve ebedi kurtuluşa götüren yoldur. Her bir söz, bize bir ayna tutar ve hayatımızı, önceliklerimizi, değerlerimizi yeniden gözden geçirmemiz için bir davettir.

Özet:
Bu makale, dört ayrı metinlerden yola çıkarak, hayatın anlamı, insanın asli vazifesi ve gerçek şerefin kaynağı üzerine derinlemesine bir düşünce yolculuğu sunmaktadır.
Makale, “Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat, hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem” sözüyle zulmün geçiciliğine ve hakikatin kaçınılmaz doğuşuna işaret ederek başlar.
Ardından, “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” ilkesiyle, dünyevi başarıların ahiret karşısındaki değerini sorgular.
Üçüncü kısımda, insanın asli vazifesinin hayvanlar gibi sadece dünya için çabalamak değil, ebedi bir hayat için gayret etmek ve malayani meşgalelerden kaçınmak olduğu belirtilir.
Son olarak, “Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır” sözüyle gerçek şerefin kişinin soyunda değil, kendi özünde taşıdığı ahlaki değerlerde yattığı anlatılır.
Makale, tüm bu fikirleri birbiriyle bağlantılı bir şekilde ele alarak, insana derin bir muhasebe ve özel bir hayat düşüncesi sunmayı amaçlamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Hayatın Hakiki Kaynağına Tevekkül: Kitab-ı Mübin’in Şahadeti

Hayatın Hakiki Kaynağına Tevekkül: Kitab-ı Mübin’in Şahadeti

İnsan, var olduğu günden beri hayatın anlamını, varlığının gayesini ve etrafındaki büyük sırrı anlamaya çalışır. Hayat yolculuğu, tıpkı denizin ortasında yolunu arayan bir gemi gibidir. Yol gösteren bir fener arar. İşte bu arayışta bize en büyük kılavuz olan Kitab-ı Mübin (Kur’an-ı Kerim), bizi gizemli ve soyut âlemlerden ziyade, yaşadığımız ve şahit olduğumuz bu dünyaya, yani âlem-i şehadete bakmaya davet eder. Şu metin, bu gerçeği şöyle özetler:
“Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar.”
Bu, Kur’an’ın sadece metafizik ve gaybî meseleleri değil, aynı zamanda insanın bizzat tecrübe ettiği, gözlemleyebildiği bu dünyayı ele aldığını gösterir. Kâinatın her bir zerresi, doğadaki her bir kanun, insan vücudundaki her bir işleyiş, Kur’an’ın ayetlerinin bir tefsiri gibidir. Bu nedenle, Kur’an’ı anlamak isteyenler, sadece soyut düşüncelerle yetinmemeli, aynı zamanda içinde yaşadıkları bu âlemi de dikkatle okumalıdırlar. Bu, bizi bir sonraki hakikate götürür: bedenimizin ve hayatımızın gerçek sahibi kimdir?
Bu âlem-i şehadetin en büyük mucizesi olan insan bedeni, kusursuz bir “hayat makinesi”dir. İnsan, kendi bedenini bile kontrol edemezken, bu makinenin nasıl işlediğini, nasıl beslendiğini, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığını düşünmelidir.

İkinci metin bu soruyu cevaplar: “Vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, O tedarik eder.” Bedenimizde nefes alıp vermemizden, kalbimizin durmadan atmasına, hücrelerimizin yenilenmesinden, besinlerin enerjiye dönüşmesine kadar tüm süreçler, Yüce Allah’ın Hayy (sonsuz diri) ve Kayyum (kendi kendine kaim olan ve her şeyi ayakta tutan) isimlerinin birer tecellisidir. O, hayatımızı veren ve tüm ihtiyaçlarımızı karşılayandır. Ne bir doktor, ne bir bilim adamı, bu karmaşık sistemi yaratmaya ve yapmaya muktedirdir. Bu düşünce, bizi derin bir teslimiyete ve güven duygusuna sevk eder. Bu güven, en zor anlarda bile sığınacağımız bir liman gibidir ve bir sonraki gerçeğe kapı aralar.

Bu teslimiyet ve güvenin en güzel ifadesi tevekkül’dür.
Üçüncü metin, tevekkülün önemini açıkça anlatır:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.”
Bu söz, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda bir vaattir. Tevekkül, insanın tüm sebepler âleminde elinden geleni yaptıktan sonra, sonucu Allah’a bırakmasıdır. Bu, acizlik ve tembellik değil, aksine en büyük güçtür. Tarihte nice alim ve kahraman, tevekkül sayesinde en çetin zorlukların üstesinden gelmiştir. Tıpkı bir kuşun, yuvadan çıkıp rızkını ararken Allah’a güvenmesi gibi, bir mümin de hayatın fırtınaları karşısında Allah’a sığınır. Çünkü bilir ki, Allah’a tevekkül edene, O her şeye yetendir. Bu tevekkül duygusu, kalbi her türlü endişe ve korkudan arındırır, insanı gerçek bir huzura kavuşturur.
Peki, tüm bu bilgiler ışığında insanın nihai hedefi ne olmalıdır? Neye yönelmeli, kimi sevmeli ve kime bağlanmalıdır?
Son metin, bu sorunun cevabını verir:
“Câmî pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksut, hakikî mabud; yalnız O’dur.”
İnsan fıtratı gereği bir şeye bağlanma, bir şeyi sevme, bir hedef belirleme ihtiyacındadır. Ancak bu sevgi, bu arayış ve bu hedefler çoğu zaman geçicidir. Güzellikler solar, zenginlikler tükenir, makamlar kaybolur. Oysa hakiki sevgiye layık olan, aranan ve amaçlanan tek varlık, bütün bu geçici şeylerin Yaratıcısı olan Allah’tır. Çünkü O’nun sevgisi sonsuz, kudreti sınırsız, vaadi kesindir. Kısacası, insanın hayatının merkezine alması gereken tek varlık O’dur. Bu idrak, insana hem dünyada hem de ahirette mutlak bir tatmin ve huzur bahşeder.

Tüm bu metinler, birbiriyle sıkı sıkıya bağlı bir hakikat zinciri oluşturur. Kitab-ı Mübin’in rehberliğinde âlem-i şehadet’i okumak, bedenimizdeki hayat makinesinin Sahibi’ni tanımamızı sağlar. Bu tanıma, bizi O’na karşı tevekkül etmeye sevk eder. Nihayetinde, bu tevekkül, kalbimizi hakiki mabuda, matluba ve mahbuba yönlendirir. İşte bu, fani bir insanın ebedi saadete ulaşmasının yegâne yoludur.

Özet
Bu makale, dört farklı metindeki hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın yaratılış amacını, tevekkülün önemini ve gerçek sevginin kaynağını ele almaktadır. Makale, Kur’an’ın gizemli âlemlerden ziyade, yaşadığımız dünyaya odaklandığını ve kâinatın bir kitap gibi okunması gerektiğini anlatır. Ardından, insan bedenindeki “hayat makinesinin” Allah’ın Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi olduğunu ve tüm ihtiyaçların O’nun tarafından karşılandığını anlatır. Bu hakikatten yola çıkarak, Allah’a tevekkül edenlerin O’nun tarafından korunduğu ve desteklendiği fikri işlenir.
Son olarak, insanın gerçek sevgiye, amaca ve ibadete layık tek varlığın Allah olduğu gerçeğiyle tüm konular birleştirilir. Makale, bu fikirlerin birbirini tamamladığını ve insanın hayatına derin bir anlam kattığını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 29th, 2025

Zulmün Akıbeti: Gazze’den Dünyaya Bir İbret

Zulmün Akıbeti: Gazze’den Dünyaya Bir İbret

Zulmün Ortasında Bir İnsanlık Dramı

Gazze bugün insanlığın vicdanını tartan bir terazidir.

Açlıktan ölen çocuklar,

Bombalanan okullar,

Soyulan işyerleri,

Katledilen gazeteciler…
Bunların her biri yalnızca bir savaşın değil, insanlık onurunun da kuşatma altına alınmasının göstergesidir.

Kur’an, zalimlerin yaptıklarının yanlarına kalmayacağını açıkça bildirir:

> “Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını yakında bileceklerdir.” (Şuara, 227)

Tarihî Boyut: Zulmün Sonu Hep Aynıdır

Tarih, zulmün kalıcı olmadığının canlı şahididir.

Nemrut ateşinde yanacağını sandı ama ateş, İbrahim için serinlik oldu.

Firavun denizlere hükmettiğini sandı, deniz onun üzerine kapandı.

Roma zulmüyle büyüdü ama zulmüyle çöktü.

Bugün İsrail’in Gazze’de yaptıkları da bu zincirin bir halkasıdır. Ektiği nefret, büyüyerek kendi başına dönmektedir. Arjantin’deki saldırı bunun ilk işaretlerinden biridir.

Sosyal Boyut: Dünyada Vicdan Uyanıyor

Avrupa’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Asya’ya kadar dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklara çıkıyor. Çünkü zulüm, mesafe tanımaz; kalplere dokunur.

Güney Afrika’daki Müslümanların 22 yıldır Gazze için tuttuğu oruç,

Venedik’te sanatçıların direnişi,

Yunanistan’daki protestolar…
Bunlar gösteriyor ki Gazze yalnız değil.

Kur’an buyurur:

> “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide, 8)

Siyasi Boyut: Güç Zehirlenmesi ve Çöküşün Başlangıcı

İsrail, işgalci politikalarıyla sadece Filistin’i değil, tüm bölgeyi ateşe atıyor. Suriye’de, Lübnan’da, Batı Şeria’da saldırılar; devlet eliyle yapılan soygunlar… Bu, devlet düzeninin değil, organize suç şebekesinin tavrıdır.

Ancak unutulmamalıdır ki:

Zulüm ile devlet ayakta duramaz.

Güç ile zalimlik karıştırıldığında çöküş başlar.
Bunu tarih bize defalarca göstermiştir.

Ahlakî Boyut: İnsanlığın İmtihanı

Asıl mesele yalnızca İsrail’in zulmü değildir. İnsanlığın bu zulme karşı ne yaptığıdır.

Susmak mı,

Destek olmak mı,

Yoksa hakkı haykırmak mı?

Gazze, bugün insanlık için bir imtihandır. Herkesin safı bellidir:
Ya zalimden yana ya mazlumdan yana.

Hadiste şöyle buyurulur:

> “Zulme engel olun. Çünkü zulüm kıyamet günü karanlıklar olacaktır.” (Buhârî, Mezâlim, 9)

Hikmetli Bir Hakikat

Zulüm bir tohumdur. Ekildiği yere nefret ve kin olarak geri döner. İsrail bugün güç zehirlenmesiyle herkese saldırıyor; ama yarın bu nefret, onun başına çığ gibi dönecek. Çünkü zulüm, sahibini tüketen bir ateştir.

Sonuç

Gazze’de yaşananlar bize birkaç hakikati hatırlatıyor:

  1. Zulüm asla kalıcı değildir.
  2. İnsanlığın vicdanı uyanıyor, sesler birleşiyor.
  3. İsrail’in ektiği şiddet, nefret olarak geri dönüyor.
  4. Bu süreç, sadece Filistin’in değil, insanlığın imtihanıdır.

Ve en büyük teselli şudur:

> “Zulmedenler, sonunda hangi dönüşe döndürüleceklerini göreceklerdir.” (Şuarâ, 227)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

İnsan Fikri: Zikrin Mayası, Şuurun Özüdür

İnsan Fikri: Zikrin Mayası, Şuurun Özüdür

İnsanların zikri fikridir.
Fikri de kişiliğidir.
Ağaç için meyve ne ise, insan içinde fikir odur.
Fikri bozuk olanın,  zikride bozuk olur.
Fikirler maden gibidir.
Beynin maden ocağında işlenip, akıl laboratuvarında ayrıştırıldıktan sonra, kalb ve vicdan süzgecinden geçirilir.
İşletilmesi nisbetine göre alacağı değer üzerinden; kömür bakır,gümüş,altın ve altının farklı ayarları ve elmasa kadar çıkan bir kıymet alır.
Kıymeti nisbetinde insana bir kıymet verir.
Veya kiymetsizliği nisbetinde de insanın kiymetini düşürür.
Hadiste de;” İnsanlar madenler gibidirler. ” buyurulur.
Dünya maden ocağında insan madeni ne ise, insan maden ocağında da fikir, düşünce ve şuur da odur.
Daha geniş ifadeyle; kâinattan süzülen hayat ve hayattan süzülen öz olan insan hayatı ne ise, hayattan süzülen şuurda odur.
Böylece gerçek insan fikrin damıtılmış ve öz hali olan şuurdur.

**********

Konuyu biraz daha detaylandıracak olursak;

İnsan, maden misali; işlenmesiyle değer kazanıyor, işlenmemesiyle değer kaybediyor.

  1. İnsan, Zikriyle Yaşar

İnsanın zikri, yani sürekli düşündüğü ve dilinde taşıdığı şey, onun kimliğini gösterir. Çünkü insanın iç âlemi dışına akar; kalpte ne varsa dile ve hayata yansır.

Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse, ona bir şeytan musallat ederiz de artık o şeytan onun ayrılmaz dostu olur.” (Zuhruf, 36)

Demek ki zikri boş ve bâtıl olanın, dostu da şeytandır. Zikri hak ve hakikatle dolu olanın ise dostu Allah’tır.

  1. Fikir, İnsan Kişiliğinin Meyvesidir

Nasıl ki ağacın meyvesi onun kıymetini gösterirse, insanın da fikri onun kişiliğini ortaya koyar. Düşünce, insanın hem iç dünyasının aynasıdır hem de onun dışa yansıyan en büyük delilidir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur:

> “İnsanlar madenler gibidir. Cahiliye devrinde hayırlı olanları, İslâm’da da hayırlıdır.” (Buhârî, Enbiyâ, 14; Müslim, İmâre, 1)

Bu hadis, insanın mahiyetinin işlenmeye muhtaç bir cevher olduğunu bildiriyor. İşlenen maden altın olur, işlenmeyen ise toprak altında kömür olarak kalır.

  1. Fikirlerin Madeni

İnsan zihni bir maden ocağı gibidir. Orada ham fikirler doğar. Bu fikirler:

Akıl laboratuvarında işlenir,

Kalp ve vicdan süzgecinden geçirilir,

Hikmet terazisinde tartılır.

Sonuçta her fikir, işlenme derecesine göre kıymet kazanır. Bir fikir kömür gibi basit kalabilir; ya da gümüş, altın, hatta elmas gibi en yüksek seviyeye ulaşabilir.

Kur’an bu hakikate şöyle işaret eder:

> “O, hanginizin amel bakımından daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)

Amelin güzelliği, düşüncenin güzelliğinden doğar. Düşünce bozuksa amel de bozulur.

  1. Fikrin Şuurla Buluşması

Fikir, insan zihninde ham olarak doğar. İşlenmezse dağınık kalır. İşlenirse şuur hâline gelir. Şuur, fikrin damıtılmış hâlidir. Bu yüzden gerçek insan, şuur sahibi insandır.

Kur’an’da birçok ayet insana şuur ve düşünce sorumluluğu yükler:

“Onlar Kur’an üzerinde düşünmüyorlar mı?” (Nisâ, 82)

“Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.” (Bakara, 219)

“Hiç akıl erdirmez misiniz?” (Enbiyâ, 10)

Demek ki, şuur insanın hakiki kıymetini ortaya çıkaran en temel sermayedir.

  1. Fikrî Kirlenme ve Ahlakî Sonuç

Fikri bozuk olanın zikri de bozuk olur. Zikri bozuk olanın ahlakı da bozulur. Ahlakı bozuk olan ise hem kendine hem topluma zarar verir.

Kur’an-ı Kerim bu çarpık zihniyeti şöyle tanımlar:

> “Onların kalpleri vardır, ama anlamazlar. Gözleri vardır, ama görmezler. Kulakları vardır, ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (A’râf, 179)

Demek ki fikir ve şuur, insanı ya melek derecesine çıkarır ya da hayvandan aşağı bir seviyeye indirir.

  1. İlmî ve Bilimsel Boyut

Bugün modern psikoloji ve nörobilim de benzer hakikatlere işaret ediyor. İnsan beynindeki düşünce kalıpları, tekrarlanan fikirlerle şekilleniyor. Beyin neyle meşgulse, insanın kişiliği de o yönde gelişiyor. Bu yüzden sürekli olumlu, yapıcı ve hikmetli fikirlerle yaşayan insanlar, hayata da aynı şekilde bakıyorlar.

Kur’an bu bilimsel gerçeği asırlar öncesinden bildiriyor:

> “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

Toplumun fikrî yapısı değişmeden, ne bireylerin ne de milletlerin hali değişmez.

Sonuç ve İbret

İnsan maden gibidir. Onun gerçek kıymeti, düşünce cevherinin işlenmesine bağlıdır.

Fikri kömür olan, hayatı da dumanlı olur.

Fikri altın ve elmas olan, hem kendine hem topluma ışık saçar.

Zikrin özü fikirdir, fikrin özü şuurdur, şuurun özü de imandır.

Özet

İnsanın zikri, fikrinin yansımasıdır.

Fikir, insanın kişiliğinin meyvesidir.

İnsan zihni bir maden ocağıdır; işlenirse altın olur, işlenmezse kömür kalır.

Fikir şuurla birleşirse gerçek kıymet doğar.

Kur’an ve hadisler, düşünceyi işleme sorumluluğunu insana yükler.

Fikri bozuk olanın ahlakı bozulur, fikri sağlam olanın kişiliği değer kazanır.

Son söz: İnsan, fikirlerinin toplamıdır. Fikirler işlenirse şuur doğar, şuurla iman birleşirse insan kemâl bulur.

********

İnsan Fikri: Zikrin Mayası, Şuurun Özüdür

İnsan, Cevher Taşıyan Bir Çekirdek

İnsanı bir çekirdeğe benzer.

> “İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.” (Sözler, 23. Söz)

Nasıl ki bir çekirdek, içindeki programa göre inkişaf eder; insan da fikriyle ve şuuru ile gelişir. Çekirdek toprağa bırakıldığında işlenirse ağaç olur; işlenmezse çürür gider. İnsanın da fikri böyledir: işlenirse şuur ve hikmete dönüşür; işlenmezse dağınık kalır.

Fikir, İnsanın Ruhunu Şekillendirir.

Fikir ise kalbin çocuğudur. Hem nurudur, hem kuvvetidir. Fakat eğer sû’-i istimal edilse, vesvese olur.

Yani fikir, kalbin nurudur. Ama yanlış kullanılırsa insanı karanlığa götüren vesvese hâline gelir. Demek ki fikir doğru işletilirse altın değerindedir; kötü işletilirse kömür gibi karanlık saçar.

Zikir ve Fikir Dengesi

Risale-i Nur, zikri fikirle birleştirir:

> “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” (Sözler, 23. Söz)

Burada açıkça görülüyor ki:

Zikir, insanın kalbine canlılık verir.

Fikir, insanın zihnine derinlik verir.

İkisi birleşirse, gerçek şuur ve kemal ortaya çıkar.

İnsan, Bir Maden Gibidir.

İnsan, maden hükmündedir. Terakki ettikçe cevheri meydana çıkar.

İnsan fikri işlenmedikçe, ham bir taş gibidir. Ama iman, zikir ve fikirle işlendiğinde altın, gümüş, hatta elmas gibi bir kıymet kazanır.

İlmi Fikir, Şuurun Özüdür.

İlmin ve marifetin neticesi, muhabbettir. Fikrin neticesi, hikmettir. Şuurun neticesi, ibadettir.

Demek ki:

Fikir hikmete,

Hikmet muhabbete,

Muhabbet ibadete,

İbadet ise insanın kemaline ulaştırır.

Özet

  1. İnsan, bir çekirdek veya maden gibidir; işlenirse kıymet kazanır.
  2. Fikir, kalbin nurudur; doğru kullanılırsa hikmete, yanlış kullanılırsa vesveseye götürür.
  3. Zikir ve fikir birleşince şuur doğar; şuur, insanın hakiki şahsiyetini oluşturur.
  4. İman, fikir ve zikirle inkişaf eder.
  5. İnsan, zikriyle yaşar; fikriyle değer kazanır; şuuru ile kemale erer.

Kur’an: Düşünmeyi, akletmeyi, şuur sahibi olmayı emreder.

Sonuç: İnsan, fikirlerini işlediği ölçüde gerçek insan olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

HİPOKRAT MI İLAHİ DAVET Mİ?

HİPOKRAT MI İLAHİ DAVET Mİ?

Konya’daki inançlı ve dindar bir doktorun uygunsuz giyinen hastasına tepki göstererek teşhircilik yapmamasını ve düzgün giyinip, bu durumda kendisini muayene etmeyeceğini söyledi.[1]

Bunun üzerine sağdan da soldan da herkes eteğindeki taşları döktü.
Ancak problem sağla sol birbirine karıştı.

Çünkü mesele sağla soldan ziyade düşüncede.
Bizdeki problem zihniyet problemidir.
Ve en önemlisi de istikamet problemidir.
Onun için şahsı hedef almadan bu zihniyete cevap verme ihtiyacı duydum.
Çünkü meselem günahla.

Şu yorumda olduğu gibi;
“Doktorların görevi; giyimine-kuşamına, mezhebine-meşrebine bakmaksızın hastasını muayene etmektir.
Çarşaflıyı muayene etmeyen hekim ile mayoluyu muayene etmeyen hekim aynı zihniyetin ürünüdür.
İkisi de bağnazdır.
İkisi de Hipokrat andına ihanet etmiştir.
Nokta!”

Bu inançlı ve hassas bir Müslümana yakışmayan ve en az iki milyar müslümanı rencide eden bir hakaret ifadesi.

1970 yılları solcularının Müslümanlara; Gerici diye ifade ettiği çirkin sözlerden.

Bu düşünce sahibinin ve sahiplenenlerin bir ömür boyu vicdan azabı çekmemesi için dilerim bir özür beyanı gelir.

Bu hasta görüş müşteri bulacağı için şahıs değil, genel bir değerlendirme yapacağım.
Evvela bu kıyas yani çarşaf ve mayo kıyası, kıyası maal- farıktır.
Pek de bir münasebeti bulunmamaktadır.
Biri örtünme Allah’ın emri ve Rahmani, diğeri şeytanın emri ve şeytani.

Zira Müslüman bir kadın, anne, eş, kız mayo giymez.

Ama çarşaf ve örtü kullanır.

-Yoksa Ahlaksızlık meşrulaştırılıyor mu, diye de düşünmeden edemiyorum.
Bu inançlı kişiye sorsanız, bir münker yani çirkin bir durum görsen nasıl engelleneceğini size söyler.
Belki Lut kavminde bir ev hariç hatta rivayete göre 70-80 bin civarında teheccüd kılanların da dahil olduğu helaki de bilebilir.
Böyle bir teşhirci sınıfa girdiğinde öğretmen onu sınıfa almasa, bağnaz mı olmuş oluyor?
Yoksa kuralı mı uyguluyor?
Yoksa keyfe göre mi belirleniyor.
İşte Doktorda Sağlık Bakanlığı’nın kuralını uyguladı.

Burada “Hipokrat andına ihanet etmiştir. ” derken, Allah adına verilen sözün ihanetini göz ardı edip, onun önüne geçirmektedir.
Hadiste;” “Ben Rabbimden üç şey istedim; istediklerimden ikisini verdi, birisini ise benden esirgedi: Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim; bu isteğimi yerine getireceğine dair söz verdi. Bir de kendisinden ümmetimi suda boğmakla helak etmemesini istedim, bu isteğimi de yerine getireceğine dair söz verdi. Sonra ümmetimin kendi aralarında kavga edip dövüşmelerine izin vermemesini istedim, bunu benden esirgedi.” (Müslim, Fiten, 20).

Aslında Allah’ın bazen tabiri caizse suyu karıştırması, içteki yapıyı da dışarıya çıkarması açısından iyi oluyor.
İşte biz burada kaybediyoruz.
Kimden yana olduğumuzun farkında değiliz.
Hipokrat’dan mı yoksa ilahi davetden mi?
Bizim birde hem saflarda bozukluk var hem de saf-lıkta.

Aslında size sorsam yukarıdaki yazıyı nasıl düşüncedeki biri yazmıştır desem ne dersiniz?
Çünkü musalla taşında da, kabirde de soracaklar!
Neyse. Takdir sizin.
Ya takdir edin ya tekdir.

*********

Konuyu biraz daha açacak olursak;

Çarpıcı olan ise: Hipokrat andı ile Allah’a verilen söz arasında tercih yapmak… İşte asıl problem, burada ortaya çıkıyor.
Fark ve bocalama burada başlıyor.
Yani her kanuni olan bir şey meşru mudur?
İçki kullanmak gibi günahların yasak olmaması onu meşru kılar mı?
Ve hangi hakla onu kullananı savunmak haklı bir savunma olabilir?

Olaya Hipokrat gözü ve gözlüğüyle bakıldığı kadar, dini, ahlaki ve toplumsal yönleriyle de bakmak daha seviyeli olmaz mı?

Hipokrat mı, İlahi Davet mi?

Zihniyet ve İstikamet Çıkmazı

Bugün en büyük meselemiz ne cehalet ne de fakirliktir; asıl meselemiz zihniyet problemidir. Çünkü zihniyet, istikameti belirler. Zihin bulanık ise istikamet bozuk olur. İstikamet bozuk olunca da insan, hakikati görse bile bâtılı tercih eder.

Çarpık Bir Kıyas: Çarşaf ve Mayo

“Çarşaflıyı muayene etmeyen hekim ile mayoluyu muayene etmeyen hekim aynı zihniyetin ürünüdür” ifadesi ilk bakışta eşitlik ve insaniyet gibi görünebilir. Ancak bu kıyas fâsittir, yani yanlış bir kıyastır. Çünkü birinde Allah’ın emrine teslimiyet, diğerinde Allah’ın yasakladığı bir münker vardır. İkisini aynı kefeye koymak; helali haramla eşitlemek, hakkı bâtıla karıştırmak demektir.

Hz. Nuh’un kavmi de Hz. Lût’un kavmi de bu yanlışa düştü: Hakla bâtılı karıştırdılar, günahı normalleştirdiler, hatta hakla aynı kefeye koydular. Sonuç, helak oldu. Rivayetlerde belirtildiği gibi, Lût kavmi içinde namaz kılan, teheccüd bile kılan nice insan vardı; ama istikamet kaybolmuştu. Çünkü zulme, fuhşa, münkerata sessiz kaldılar. Hakkı bâtıldan ayırmadılar.

Hipokrat mı, Allah’a Verilen Söz mü?

Bir hekim “Hipokrat andı” ile mesleğini icra eder. Elbette hastasına bakmak, canı korumak, tedavi etmek görevidir. Ancak unutulmamalıdır ki, Allah’a verdiği söz, Hipokrat’tan daha üstündür.

Kur’an şöyle uyarır:

> “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedel karşılığında satanlar var ya; işte onların ahirette bir payı yoktur.” (Âl-i İmrân, 77)

Bir insan, Allah’ın emirlerini yok sayıp, modern yeminleri ve dünyevi ilkeleri öne çıkarıyorsa; burada bir zihniyet sapması vardır. Bu, aslında “Allah’ın hukukunu ikinci plana atmak” demektir. Hâlbuki ilahi davet bize önceliği gösterir:

Önce Allah’a kulluk,

Sonra insanlara hizmet.

Hadislerin Uyarısı

Resûlullah (sav) ümmeti için üç şey istemişti. İkisi verildi: kıtlıkla toplu helak ve suyla helak yok. Ama üçüncüsü verilmedi: ümmetin kendi içinde parçalanıp kavga etmemesi. (Müslim, Fiten, 20)
Bugün görüyoruz ki, Müslümanların büyük kısmı tam da bu derde tutulmuş: birbirine düşman, zihniyeti bozuk, istikameti kaymış.

Bunun sebebi ne?
Hakkı bırakıp bâtılı savunmamız, Allah’ın ölçülerini ikinci plana atmamız, dünyevi sloganları dinin önüne geçirmemiz.

Zihniyetin İmtihanı

Allah zaman zaman karıştırır, fitneler çıkar. Çünkü hakikati görünür hale getirmek ister. Bu karışıklık, kalplerdeki yönelişi açığa çıkarır. Gerçekten Allah’tan yana olanla, dünyevi and ve ideolojilerden yana olan burada belli olur.

Kur’an bunu şöyle ifade eder:

> “(Bu toplama) Allah’ın murdarı temizden ayıklaması (mümini kâfirden ayırması) ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir. İşte onlar ziyana uğrayanların kendileridir.” (Enfâl, 37)

Saflarımız ve Saflığımız

Bugün sadece saflarımızda bozukluk yok, aynı zamanda saflığımızı da kaybettik.
Bir kısım müminler, “tarafsızlık” adına hakkı savunmuyor, bâtılı kınamıyor. Tarafsızlık ise hak karşısında taraf olmamaktır. Bu da hakkı zayıflatmak, bâtıla güç vermektir.

Sonuç: İstikamet Nerede?

Asıl soru şudur: Biz Hipokrat’tan mı yanayız, ilahi davetten mi?

Eğer “insan merkezli” bakarsak, ölçüler bulanır.

Eğer “Allah merkezli” bakarsak, istikamet bulunur.

Unutmayalım: Allah’ın rızası olmadan, insanı memnun etmek fayda vermez. İnsanların rızası olmadan, Allah’ı memnun etmek ise en büyük saadettir.

Bediüzzaman: Hakkın hatırı âlidir hiçbir hatıra feda edilmez, yalnız hak sağ olsun ” der.

İbretli Özet

Bugün yaşadığımız zihniyet probleminde, ölçü kayması vardır. Hipokrat ile Allah’ın kelamını aynı kefeye koyan, aslında dini hayatın merkezinden çıkarmış demektir. İstikamet ise ancak Allah’ın emir ve yasaklarını esas almakla mümkündür.

Cevap net:

Bu görüş Kur’an’a uymaz.

Bu görüş hadise uymaz.

Bu görüş İslam ahlakına uymaz.

Bu görüş, ancak modern heva ve ideolojilerin ürünüdür.

Bizim yapmamız gereken, safımızı netleştirmektir:
Ya Hipokrat ya Allah!
Ve mümin, tercihini tereddütsüz bilir.

Kur’an açıkça buyuruyor:

> “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)
“Ölülükle dirilik bir olmaz, karanlıklarla aydınlık da bir değildir.” (Fâtır, 19-20)

Müminin ölçüsü bellidir:

> “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi ıslah etsin.” (Ahzâb, 70-71)

> “Hakkı bâtıl ile karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara, 42)
“Ey iman edenler! Kendinizin, anne-babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutun.” (Nisâ, 135)

Kur’an’ın net emri:

> “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın, parçalanmayın.” (Âl-i İmrân, 103)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://www.konyayenigun.com/konyada-tedaviyi-reddeden-doktora-destek

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Ortadoğu Stratejisi: PKK Üzerinden Bir İkinci İsrail Projesi

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Ortadoğu Stratejisi: PKK Üzerinden Bir İkinci İsrail Projesi

Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel güçlerin en yoğun müdahale alanlarından biri olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın Sykes-Picot ile başlattığı süreç, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası hegemonya arayışları ve İsrail’in güvenlik stratejileriyle birleşerek günümüze kadar uzanan bir denklem oluşturmuştur. Bu denklemde Kürt meselesi, özellikle PKK üzerinden yürütülen politikalarla küresel oyunların merkezinde yer almıştır.

Bu makalede, yüz yıllık Batı stratejisi, PKK’nın elli yıllık serüveni ve İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali akademik bakış açısıyla ele alınacaktır.

  1. Tarihî Arka Plan: Sykes-Picot ve Bölgenin Paylaşımı

1916 Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun paylaşım planı olarak tarihe geçmiştir. İngiltere ve Fransa arasında gizli olarak imzalanan bu anlaşma ile bölge etnik ve mezhepsel fay hatları dikkate alınarak parçalanmıştır.[^1] Kürtler için öngörülen bağımsızlık ihtimali özellikle Sevr Antlaşması’nda açıkça yer almış, fakat Lozan Antlaşması ile bu ihtimal ortadan kaldırılmıştır.[^2]

İngiltere’nin Irak’ta Kürt aşiretlerini desteklemesi, Türkiye üzerinde baskı unsuru olarak Kürt kartını sürekli gündemde tutma çabasının erken bir örneğidir.

  1. PKK’nın Kuruluşu ve Uluslararası Destek

PKK, 1978’de Abdullah Öcalan liderliğinde Marksist-Leninist ideolojiye dayalı bir örgüt olarak kurulmuş, 1984’ten itibaren silahlı eylemlere başlamıştır.[^3] Soğuk Savaş boyunca SSCB, Suriye ve çeşitli Avrupa ülkelerinden destek gören PKK, 1990’lardan itibaren ise Batılı istihbaratların aparatına dönüşmüştür.

2011 sonrası Suriye iç savaşında ABD, PYD/YPG’ye 50.000’den fazla TIR silah göndermiştir.[^4] Pentagon raporları bu desteği “DEAŞ’la mücadele” gerekçesiyle açıklasa da sahadaki gerçeklik bunun, bölgede kalıcı bir terör devleti kurma projesi olduğunu göstermektedir.

  1. İsrail’in Arz-ı Mev’ud Projesi ve Kürt Kartı

İsrail’in dış politika stratejilerinde “Arz-ı Mev’ud” (Vaadedilmiş Topraklar) düşüncesi belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu ideolojiye göre Nil’den Fırat’a kadar olan coğrafya İsrail’in güvenlik alanı olarak görülmektedir.[^5]

1960’lardan itibaren İsrail’in Irak Kürtleriyle temas kurması, Barzani hareketine destek vermesi, bu stratejinin erken adımlarıdır.[^6] Bugün PYD/YPG ile sürdürülen ilişkiler aynı planın güncel versiyonu olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla “ikinci bir İsrail” projesi, sadece metafor değil, stratejik bir gerçekliktir.

  1. ABD’nin İki Yüzlü Politikaları

ABD’nin Suriye elçisi Tom Barak’ın önce “PKK’sız bir Suriye” söyleyip ardından geri adım atması, Washington’un Ortadoğu’daki klasik ikili oyununu bir kez daha göstermektedir.

ABD, bir yandan Türkiye’yi NATO müttefiki olarak tanımlarken, diğer yandan Türkiye’nin en büyük ulusal güvenlik tehdidi olan PKK’nın Suriye kolunu (YPG/PYD) açıkça desteklemektedir.[^7]

Irak işgali (2003), Arap Baharı (2011) ve Suriye iç savaşı politikaları, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını “istikrarsızlaştırma üzerinden meşrulaştırma” stratejisiyle açıklamaktadır.

  1. PKK’nın Silah Bırakma Tartışmaları

PKK’nın silah bırakabileceği yönündeki tartışmalar üç ihtimal çerçevesinde ele alınabilir:

  1. PKK, taşeron olduğunun farkına vararak geri adım atabilir.
  2. Sahada askerî yenilgi nedeniyle silah bırakmaya mecbur kalabilir.
  3. Daha önce olduğu gibi, Batılı istihbaratlar eliyle kontrollü bir “oyun” çerçevesinde süreç manipüle edilebilir.[^8]
  4. Türkiye’nin Stratejik Duruşu

Türkiye’nin 2016 sonrası başlattığı sınır ötesi operasyonlar (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı), ABD’nin kurmak istediği terör koridorunu büyük ölçüde bozmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kılıç kınından çıkarsa kaleme yer kalmayacak” ifadesi, Türkiye’nin artık yalnızca diplomasiye değil, aynı zamanda sert güç unsurlarına da dayalı bir strateji izlediğini göstermektedir.

Sonuç

Elli yıllık PKK dosyası, aslında yüz yıllık Batı planının güncel bir parçasıdır. İngiltere’nin sömürgeci mirası, ABD’nin emperyalist çıkarları ve İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali aynı stratejik çizgide birleşmiştir.

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı mesele sadece bir terör örgütü değil, küresel güçlerin bölgeyi yeniden dizayn etme girişimidir. Mücadele bu nedenle askerî olduğu kadar siyasî, diplomatik ve ideolojik boyutlarıyla da sürdürülmek zorundadır.

📌 Son tesbit: Ortadoğu’nun geleceği, Batılıların cetvelle çizdiği haritalarla değil; bölge halklarının dayanışması ve İslam dünyasının birlik iradesiyle yeniden belirlenecektir.

Kaynakça

Fromkin, D. (1989). A Peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation of the Modern Middle East. Henry Holt.

Çandar, C. (2012). Mezopotamya Ekspresi: Bir Tarih Yolculuğu. İletişim Yayınları.

Gunter, M. (2011). The Kurds Ascending: The Evolving Solution to the Kurdish Problem in Iraq and Turkey. Palgrave Macmillan.

Herzl, T. (1896). Der Judenstaat. Wien.

U.S. Department of Defense (2018). Report on the Train and Equip Program in Syria. Pentagon Archives.

Yalçın, S. (2015). Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye. Kaynak Yayınları.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025

Kılıç ve Kalem Arasında: Dün ve Bugün

Kılıç ve Kalem Arasında: Dün ve Bugün

Dünya kılıç ve kalem üzerinedir.
Bugün kılıcın yerini iha- siha, vs alırken, kalemin yerini teknoloji, yapay zeka, vs almaktadır.
Bu ikisine sahip olan devletler güce de sahiptirler.
Türkiye bu konuda kendisini isbat etmiş ve etmeye de hazırdır.
Nitekim; Azarbeycan- Ermenistan savaşında, Rusya – Ukrayna savaşında, Pakistan – Hindistan savaşında bunu isbat etmistir.
O halde sıra ABD ve eniklerinde…
Suriyede bulunan piyonları ve piyoncuları İsrail’de.
Nasıl mı?
ABD – İsrail ve piyonlarına verilen cevapta:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Malazgirt Zaferi’nin 954. yıl dönümü kutlamalarında İsrail’in kuklası haline gelip silah bırakmaya yanaşmayan SDG/YPG’yi uyardı: “Yönünü Ankara’ya ve Şam’a dönenler kazanacak. Kıblesini şaşırıp kendilerine yeni yabancı patronlar arayanlar eninde sonunda kaybedecektir. Şunu da biliyoruz ki kılıç kınından çıkarsa kaleme ve kelama yer kalmaz.”

******

Tarih boyunca insanlığın kaderine yön veren iki büyük kuvvet olmuştur: kılıç ve kalem.
Kılıç, yani güç, caydırıcılık ve askerî kudret…
Kalem, yani fikir, bilgi, hikmet ve medeniyet…

Biri olmadan diğeri eksik kalmış; sadece kılıca yaslananlar zulümle yıkılmış, sadece kaleme güvenenler ise himayesizlikle dağılmıştır.

Dün: Kılıç ve Kalemin Hakikati

İslam tarihi bu hakikati en net şekilde ortaya koyar. Bedir’den Malazgirt’e, İstanbul’un fethinden Çanakkale’ye kadar zaferler yalnızca kılıcın değil, aynı zamanda kalemin de eseridir. Çünkü kalem, kılıcı istikametli kılar; kılıç da kalemin sesine hayat hakkı tanır.

Selçuklu’dan Osmanlı’ya, kılıçla kazanılan topraklarda kalemle medeniyet kurulmuş, adalet tesis edilmiş, hikmet yayılmıştır.

Malazgirt’te Sultan Alparslan’ın kılıcı yalnızca Anadolu’nun kapılarını açmadı; arkasında bir iman ve fikir dünyasını, yani kalemi taşıyordu.

Bugün: Yeni Kılıçlar, Yeni Kalemler

Bugünün dünyasında kılıç artık yalnızca çelik değildir. Onun yerini İHA’lar, SİHA’lar, akıllı füzeler, siber güvenlik ve savunma teknolojileri almıştır.

Kalem ise yalnızca kâğıt ve mürekkep değildir. Onun yerini teknoloji, yapay zekâ, yazılım ve dijital dünya almıştır.

Dünya bu iki güçle yeniden şekillenmektedir. Ve bu iki güce sahip olan devletler, küresel dengelerde söz sahibi olmaktadır.

Türkiye’nin İmtihanı

Türkiye, son yıllarda bu sahada kendisini isbat etmiştir.

Azerbaycan-Ermenistan savaşında İHA’larıyla tarihe geçen bir denge unsuru oldu.

Rusya-Ukrayna savaşında, hem askerî denge hem diplomatik dengeyi sağlayacak kapasiteyi gösterdi.

Pakistan-Hindistan geriliminde stratejik ittifaklarıyla öne çıktı.

Bugün sıra daha büyük imtihanlara gelmiştir. Suriye’deki piyonlar, İsrail’in taşeron örgütleri, ABD’nin bölgedeki hesapları, bu hakikati yeniden göstermektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Malazgirt mesajında dile getirdiği gibi:
“Yönünü Ankara’ya ve Şam’a dönenler kazanacak; kıblesini şaşırıp yabancı patronlara yaslananlar kaybedecek.”

Ve en vurucu cümle:
“Kılıç kınından çıkarsa, kaleme ve kelama yer kalmaz.”

Hikmet ve İbret

Tarih bize şunu öğretiyor:

Kılıç olmadan kalem esir olur.

Kalem olmadan kılıç zalim olur.

Eğer bir millet hem kılıcı hem kalemi elinde tutarsa, hem güç hem hikmet sahibi olur. Bu millet ayağa kalkar, sözü dinlenir, istiklalini ve istikbalini korur.

Bugün Türkiye’nin önünde tam da böyle bir yol ayrımı vardır. Sadece teknolojiye değil, hikmete de sarılmak… Sadece İHA’ya değil, ilme de yatırım yapmak… Sadece askeri kudrete değil, ahlaki kudrete de önem vermek…

İbret şudur: Tarih, kılıcı ve kalemi bir arada kullanan milletlerin zaferini; yalnız birine yaslananların hezimetini kaydeder.

Sonuç

Malazgirt’in 954. yılında mesaj açıktır:
Bugünün kılıcı teknolojidir, bugünün kalemi yapay zekâdır.
Ama ikisinin de hakiki ruhu iman ve adalettir.

Eğer Türkiye hem kılıcını hem kalemini aynı hedefe, yani hakka ve adalete yöneltirse, ne ABD’nin ne İsrail’in ne de onların piyonlarının tuzağı bu milleti yolundan alıkoyabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 28th, 2025