“Hamas’tan Trump’ın Gazze planına sert tepki:
Blair, şeytanın kardeşidir. İsrail basınına göre Trump’ın planında, Gazze’yi geçici olarak eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in yönetmesi öngörülüyor.
Hamas, bu iddiaya ateş püskürdü. “Blair, Irak’taki suçları nedeniyle yargılanmalı” diyen Hamas, kimsenin dışarıdan Filistin’e müdahale hakkı olmadığını vurguladı.”
*Ne garip tecellidir ki zaten İngiltere 1948’de İsraile Filistini altin tabakta sundu ve büyümesine de yardımcı oldu.
Her halde şimdi de hepsini İsraile katmak için eski İngiliz Başbakanı Tony Blair’i Filistin ve Gazze’ye vali atamaya çalışıyorlar.
Tıpkı yüz sene önce bize ve İslam dünyasına vali atayıp, yüz yıl boyunce istedikleri gibi ve kavgalı, birbiriyle uğraşıp enerjisini tüketen bir toplum oluşturup, Osmanlı bakiyesini bitirdiler.
****
Tarih, ibret alınmadığında tekerrür eder. 1917’de Balfour Deklarasyonu ile Filistin topraklarını Siyonizme peşkeş çeken İngiltere, 1948’de İsrail’in kuruluşunu altın tepsiyle dünyaya takdim etti. Bugün ise aynı zihniyet, Tony Blair üzerinden yeniden sahneye çıkıyor. Dün Osmanlı topraklarını parçalayıp manda yönetimleriyle İslam coğrafyasını vesayet altına sokanlar, bugün Gazze’ye “vali” atama cüretinde bulunuyorlar.
Ne acı bir tecellidir ki, tarihin kanlı sayfalarında Irak işgalinde bir buçuk milyon Müslümanın ölümünde imzası bulunan Blair, şimdi “barış elçisi” kılıfıyla Gazze’ye tayin edilmek isteniyor. Oysa adaletin terazisinde Blair’in yeri, yargılanacaklar arasında olmalıydı. Ama dünya siyasetinin garip çarkında zalimler ödüllendirilirken mazlumlar cezalandırılıyor.
Bu tablo bize yüz yıl önceki manzarayı hatırlatıyor:
İngiliz mandası altındaki Arap coğrafyası, birbirine düşürülen kabileler, kışkırtılan ihtilaflar, yapay sınırlar ve sonu gelmeyen kan davaları…
Sonuçta Osmanlı bakiyesi paramparça oldu, ümmet enerjisini iç kavgada tüketti. Şimdi aynı oyun, Gazze üzerinden sahneye konuluyor.
Ama bir fark var: O gün ümmetin sesi kısılmıştı, bugün ise mazlumun çığlığı dünya meydanlarında yankılanıyor. Berlin’de yüz binlerce insan Gazze için yürüyorsa, Londra’da meydanlar Filistin bayraklarıyla doluyorsa, bu oyunların fark edildiğini gösteriyor.
Kur’ân, zalimlerin tuzaklarını şöyle bildirir:
“(Yahudiler) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 54)
Demek ki İngiltere’nin ve onun desteklediği planların neticesi, nihayetinde hüsrandır. Çünkü bu coğrafya, Allah’ın vaadine mazhar olmuştur. Zalimlerin oyunları, mazlumların duası karşısında daima eriyecektir.
İbret şudur: Yüz yıl önce ümmetin dağınıklığına oynayanlar, bugün de aynı oyunu deniyorlar. Ama her defasında unuttukları hakikat şudur: Mazlumun ahı, zalimin saltanatını yerle bir eder. Blair gibilerin tayin ettiği valiler değil, Filistin’in bağrından çıkan imanlı evlatlar, bu toprakların hakiki sahipleridir.
Tarih göstermiştir ki, işgalcilerin tayin ettiği yöneticiler, halkın iradesi karşısında asla payidar olamamıştır. Osmanlı’yı parçalayan mandacılar şimdi aynı akıbete doğru gidiyorlar. Çünkü zulüm ebedî değildir, adalet ise eninde sonunda tecelli edecektir.
KUR’ÂN-I KERÎM’DE ‘DEYİNİZ VE DEMEYİNİZ’ NEREDE VE NİÇİN?
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, bazı sözleri veya hitap şekillerini kullanmamamızı emretmiştir. “Lâ tekûlû / Demeyiniz” veya benzeri üsluplar, edep, inanç ve toplumsal ahlakı koruma maksadıyla zikredilir.
1. “Râinâ demeyiniz”
Bakara Sûresi 2/104:
“Ey iman edenler! ‘Râinâ!’ demeyin, ‘Unzurnâ!’ deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azap vardır.”
📌 Açıklama: Yahudiler, “Râinâ” kelimesini çirkin ve alaycı bir manada kullanıyorlardı. Müslümanlara, onlara benzememeleri ve kötü niyetli bir sözü kullanmamaları emredildi.
2. “Üç tanrı demeyiniz”
Nisâ Sûresi 4/171:
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gidip taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında doğru olandan başkasını söylemeyin! Şunu bilin ki, Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. O halde Allah’a ve peygamberlerine tam iman edin de “Allah üçtür” demeyin. Kendi iyiliğinize olarak bundan vazgeçin. Çünkü Allah, bir tek ilâhtır. Hâşâ O, çocuğu olmaktan pak ve uzaktır. Göklerde ne var, yer de ne varsa hepsi O’nundur. Vekîl olarak Allah yeter..”
📌 Açıklama: Hristiyanların teslis (üçleme) inancını reddetmekte ve bu sözü söylememelerini emretmektedir.
3. “Allah fakirdir, biz zenginiz demeyiniz”
Âl-i İmrân Sûresi 3/181:
“Allah fakirdir, biz zenginiz’ diyenlerin sözünü Allah mutlaka işitmiştir. Biz onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. ‘Yakıcı azabı tadın’ (diyeceğiz).”
📌 Açıklama: Yahudilerin hadsiz bir şekilde söyledikleri bu söz reddedilmiş, mü’minlerin asla böyle bir şey dememesi gerektiği vurgulanmıştır.
4. “Üçüncüsü Allah’tır demeyiniz”
Mâide Sûresi 5/73:
“Andolsun ki, ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur…”
📌 Açıklama: Yine teslis inancına dair açık bir uyarı.
Sonuç ve Hikmet
Kur’ân’da “Demeyiniz” ifadesi genellikle:
• Edep ve güzel üslup için (Bakara 104).
• İtikadı korumak için (Nisâ 171, Mâide 73).
• Allah’a karşı edepsizlikten sakındırmak için (Âl-i İmrân 181).
Demek ki, Allah Teâlâ hem iman esaslarını korumak hem de mü’minlerin dilini edeple terbiye etmek için “Demeyiniz” buyurmaktadır.
****
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, kullarına bazen “demeyiniz” (lâ tekûlû) diyerek yanlış sözleri yasaklamış, bazen de “deyin / deyiniz” (kûlû, qālû, qul) emriyle doğru olan sözü, selamı ve hakikati öğretmiştir.
“Deyiniz” ifadelerinden belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Doğru söz söylemek için
Bakara 2/83:
“Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve «İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin» diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz…”
📌 Burada Allah, insanlara “güzel söz söyleyin” (قُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا) buyuruyor.
2. Selâm ve muhabbet için
Nisâ 4/86:
“Bir selâm ile selâmlandığınızda siz de ondan daha güzeliyle selâm verin veya aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını tutandır.” 📌 Mü’minler, “selâm” kelimesini dilinden eksik etmemeli, barış ve esenlik duasını yaymalıdır.
3. Allah’a teslimiyet için
Bakara 2/136:
“(Ey mü’minler!) Deyin ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik. Onların hiçbiri arasında fark gözetmeyiz ve biz yalnız O’na teslim olmuş kimseleriz.’” 📌 Müslümanların “biz böyle inanıyoruz” diye açıkça beyan etmesi emredilmiştir.
4. Ehl-i Kitap’a hitapta
Âl-i İmrân 3/64:
“De ki: ‘Ey Kitap ehli! Gelin, sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye! Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘Şahit olun ki biz Müslümanlarız’ deyin.”
5. Şirkten sakındırmak için
En‘âm 6/56:
“De ki: “Sizin, Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylere ibadet etmem bana kesinlikle yasaklandı. Ben sizin arzularınıza uymam. (Uyarsam) o takdirde sapmış olurum, hidayete erenlerden olmam’”
📌 Burada “de ki” (قُلْ) şeklinde Peygamber’e, onun şahsında ümmete, doğru inancı açıklaması emredilmektedir.
6. Tövbe ve bağışlanma dilemek için
A‘râf 7/55:
“Rabbinize için için yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.”
A‘râf 7/56 (devam): “Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.’ ”
7. Doğru söz, istikametli söz için
Ahzâb 33/70:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin (قُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا).”
📌 Mü’minin dili, daima doğru ve istikamet üzere olmalıdır.
8. Güzel muamele için
İsrâ 17/53:
“Kullarıma söyle: En güzelini söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fitne sokar. Şeytan insan için apaçık bir düşmandır.”
Genel Hikmet
Kur’ân’da “Deyiniz” emri şu maksatlarla gelir:
• İman esaslarını ilan etmek (Bakara 2/136, Âl-i İmrân 3/64).
• Edep ve ahlakı korumak (Bakara 2/83, İsrâ 17/53).
• Selâmı ve barışı yaymak (Nisâ 4/86).
• Allah’a karşı teslimiyet ve doğru sözlülük (Ahzâb 33/70).
• Şirk ve küfürden sakındırmak (En‘âm 6/56).
Bölgesel Aktörlerin Tepkileri ve Koşulları — Karşılaştırmalı Analiz
Ülke / Aktör Açıklama / Tavır
Öne Çıkan Çekince / Şart Anlam / Risk Notu
Türkiye : Dışişleri bakanlarıyla ortak açıklamada Trump’ın samimi çabaları memnuniyetle karşılandığı bildirildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ın “kan dökülmesini durdurma ve ateşkes” yönündeki çabalarını övdü.
Ancak geçmişte Erdoğan, Trump’ın Gazze’yi boşaltma/yerinden etme planlarını “dünya barışına tehdit” olarak nitelendirmişti.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Trump’ın Gazze’yi boşaltma planını “kabul edilemez” olarak tanımlamıştı.
Türkiye resmî açıklamalarda destek veriyor gibi görünse de, zorlayıcı yerinden etme politikalarına, Gazze’nin demografik yapısına müdahaleye ve halkın eşit temsil hakkının kısıtlanmasına karşı kesin uyarılar yapmış durumda.
Türkiye’nin desteği — planın özellikle uygulama şekline, nüfus hareketi politikalarına, temsil ve meşruiyetin korunmasına bağlı olacaktır. Türkiye, planın sınırlarını ve “zorunlu iskân” gibi unsurları izleyici konumda olabilir.
Mısır : Ortak açıklamada yer aldı, Trump’ın “West Bank (Batı Şeria) ilhakını önleme” taahhüdünün olumlu karşılandığı vurgulandı. Mısır’ın çekincesi, planın Filistinlilerin yerinden edilmesini teşvik etmemesi; egemenlik haklarına tecavüz etmemesi yönünde.
Mısır, Gazze ile Sina bölgesi arasında sınır ve nüfus hareketi risklerini yakından izler; plan eğer sınırları zorlayıcı biçimde değiştiriyorsa itiraz eder.
Katar : Ortak açıklamada Katar da yer aldı.
Katar aracılığıyla Hamas ile temas kurulduğu medyaya yansıdı; planın Hamas’a iletildiği bildiriliyor. Katar önemli bir “arabulucu” rolü üstlenmek istiyor. Planın Hamas tarafından “inceleme safhasında” olduğu yönünde açıklamalar yapılıyor. Katar’ın tavrı, planla aktif katılım talebi ve Hamas’ın görüşlerinin dikkate alınması yönünde olabilir; plan, Katar’ın rolünü sınırlarsa itiraz gelebilir.
Ürdün : Ortak dışişleri açıklamasında yer alıyor. Planın Filistin topraklarının birliği, Batı Şeria–Gazze entegrasyonu ve tam İsrail çekilmesini sağlamalı olduğu vurgulanıyor.
Ürdün, Filistin kimliği ve toprak bütünlüğü hassasiyetine büyük önem verir; plan bu çizgiyi aşarsa güçlü karşı duruş gösterecektir.
BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) : Ortak bildiride yer aldı, ayrıca ayrı haberlere göre Netanyahu’yu Trump planını desteklemeye ikna etmeye çalışıyor. Planın Filistin halkının yerinden edilmesini engelleyen bir mekanizma ihtiva etmesi, ilhak girişimlerinden kaçınılması şartı.BAE’nin bölgesel nüfuzunu kullanabileceği, planı desteklerken sınırları zorlamaya karşı kontrollü yaklaşabileceği bir aktör olarak görülüyor.
Suudi Arabistan : Ortak dışişleri bildirisinde yer alıyor. Filistin’in egemenliği, toprak birliği, İsrail’in tam çekilmesi gibi ilkeler öne çıkarılıyor.
Suudi Arabistan, hem diplomatik desteği korumak ister hem de Filistin meselesinde daha sert çizgide konumunu kaybetmemek ister; planın icrası sırasında “koşul odaklı destek” verebilir.
Pakistan, Endonezya : Ortak dışişleri açıklamasında destek veren İslam dünyası ülkeleri arasında sayıldılar. Açıklamalarda genel ifade düzeyinde “Filistin halkının zarar görmemesi”, “yerinden etme olmaması”, “barış temelli çözüm” gibi vurgular var.Bu ülkelerin dozu düşük ama sembolik desteği önemlidir; pratik uygulama sahasında etkileri sınırlı olabilir.
Hangi Noktalarda Ortak Çekince / Red Bekleniyor?
Yukarıdaki devletlerin açıklamalarından hareketle, muhtemel itiraz ya da koşul koyma eğilimlerinin yoğunlaşacağı alanlar şöyle:
• Zorunlu yerinden etme / nüfus transferi
• Türkiye, Fidan’ın “yerinden etme planlarını kabul edilemez” ifadeleriyle bu noktayı doğrudan reddetmiş durumda.
• Mısır, sınırlarını ve nüfus hareketini doğrudan etkileyebilecek unsurlara karşı hassas olacaktır.
• Temsil, meşruiyet ve katılım
• Plan, Hamas’ı tamamen dışlamayı öngörüyor; bu, devletlerin “Filistin halkının hakkının gasp edilmesi” olarak yorumlanabilir.
• Ortak bildiri “Filistin halkının yerinden edilmemesi” ve “her iki tarafa güvenlik garantisi” gibi ifadelerle şeffaf ve adil katılım istiyor.
• İsrail’in tam çekilmesi ve ilhak reddi
• Ortak bildiride “tam çekilme”, “ilhakın engellenmesi” seçenekleri vurgulanıyor.
• Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkeler, Batı Şeria’nın ilhakından güçlü şekilde kurtulmak ister.
• Denetim ve finansman mekanizmalarının adilliği
• Yardımların, yeniden inşa projelerinin hangi kuruluşlarla yürütüleceği, kim denetleyeceği, gelir paylaşımı gibi detaylar şart koşulacak.
• Şeffaflık, hesap verme mekanizması, bağımsız denetim beklentisi yüksek olacak.
• Bağımsız Filistin devleti ve birleşik kurumlar
• Ortak bildiri, Gazze ile Batı Şeria’nın tam entegrasyonu ve birleşik Filistin kurumlarının korunmasını şart koşuyor.
• Planın bu bağımsızlık vizyonuna aykırı yorumlanması güçlü itiraz alabilir.
• Pratik uygulama güvenceleri
• Planın sözde yönleri (örneğin “Hamas kabul etmezse uygulanacak alternatifler”) alanında devletler; “DAYATMA yerine rıza” ilkesini savunabilir.
• Türkiye’nin geçmiş uyarıları, “görünürde iyi, uygulamada tehlikeli” projelere dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor.
Değerlendirme: Bölgesel Politik Denge ve Olası Çekinceler
• Ortak bildiriyle 8 ülkenin “destek” açıklaması, planın diplomasideki ilk sınavıdır. Ama bu destek, şartlı ve temkinlidir, taslağın tamamlanmamışlığı ve uygulama riskleri nedeniyle.
• Her ülke, sınırları zorlayıcı maddelere karşı rezervleri olduğu mesajını verdi. Bu rezervler — özellikle nüfus, yerinden etme, temsil, denetim hususlarında — tali ama kritik kontrol mekanizmalarıdır.
• Eğer plan hayata geçerse, bu ülkeler (özellikle Türkiye, Mısır, Ürdün) sürekli baskı unsuru olmaya devam edecektir: denetim, hesap sorma, hukukî şartlar ve halk haklarına uyum konusunda.
• Planın “geçici” olarak tanımlanan kurumlarının kalıcı hale gelmesi, bu hükümetlerin itiraz sınırına gelir — diplomatik destek çekilebilir veya anlaşma şartlarına ek revizyon istekleri doğar.
Trump’ın 20 maddelik (basında 20–21 madde şeklinde yer aldı) teklifi; 1) derhal ateşkes/rehine iadesi vaadi, 2) Hamas’ın silahsızlandırılması ve yönetimden uzaklaştırılması, 3) Gazze’de geçici teknokrat bir geçiş yönetimi ve uluslararası denetim, 4) büyük yeniden inşa ve ekonomik yatırım paketleri, 5) uluslararası/çok taraflı bir istikrar gücü yerleştirilmesi — bunları ihtiva ediyor. Plan bölgesel bazı ülke dışişleri mercilerinin (Türkiye dahil) memnuniyet beyanı ile karşılandı; İsrail Başbakanı da desteğini açıkladı, ama Hamas henüz resmen kabul etmiş değil.
1) Planın açık amaçları — görünür hedef
• Ateşkes ve rehinelerin kısa sürede dönmesi sağlanacak; İsrail operasyonlarını durduracak.
• Hamas’ın askeri kapasitesi yok edilecek, siyasi rolü reddedilecek; Gazze yönetimi uluslararası denetimli teknokratlara devredilecek.
• Gazze yeniden inşa edilecek, yatırım ve ekonomik bölge/serbest bölgeler planlanıyor. Bölgesel aktörler ve uluslararası fonlarla finansman öngörülüyor.
•
2) “Sinsi plan” iddiası — hangi maddelerde risk/tuzağı görülebilir?
Aşağıdaki unsurlar, masum görünen hedeflerin uzun vadede Gazze’nin fiilen kontrolünün dış aktörlere (İsrail/ABD/uluslararası sermaye) geçmesine yol açabilecek yönlerdir:
• Hamas’ın tamamen dışlanması + teknokrat geçiş yönetimi: Maddeler, Hamas’ın yönetimde hiçbir rolü olmayacağını vurguluyor. Geçici teknokrat yönetim ve uluslararası “Board/authority” Gazze’nin yerel meşruiyetini zayıflatabilir; bu yeni yapı kalıcılaşırsa Filistin egemenliği zayıflar. (Bu tür bir “uluslararası otorite”nin Filistinli katılımı sınırlı bırakılacağı, eleştirildi.)
• “Demilitarizasyon / radikallikten arındırma” tanımı belirsizdir: Neyin “silah” sayılacağı, tüm sivil altyapı ve örgütlenmelerin nasıl denetleneceği belli değil; geniş yorum güvenlik gerekçesiyle sivil halk kısıtlamalarına yol açabilir.
• Geçici yardım ve yeniden inşa şartlıdır: Yardımların dağıtım mekanizması (BM/Kızılay/“bağımsız kuruluşlar”) görüntüde tarafsız olsa da pratikte hangi aktörlerin fonları kontrol edeceği önemlidir — ekonomik projeler PPP (kamu-özel ortaklığı) ağırlıklıysa, yabancı yatırımcılar ve bölgesel güçler büyük söz sahibi olur. Bu, uzun vadede ekonomik bağımlılık oluşturabilir.
• Nüfus hareketi / “insani transit alanlar” ve yerinden edilmeye yol açan dil: Planın önceki taslaklarında veya ilişkili projelerde (yaz döneminde sızan çalışmalarda) “transit alanlar” ve geçici/kalıcı yer değiştirme fikirleri tartışıldı; bu tür yapılar zorunlu veya gerçekten “gönüllü” olmayan göçlere dönüşme riski taşıyor. Bu da pratikte demografik ve siyasi mühendislik ile sonuçlanabilir.
• Güç kullanımı tehdidi: Plan kabul edilmezse ABD-İsrail ortaklığının daha sert askeri seçeneklere destek vereceği mesajı verildi; bu baskı Hamas’ı köşeye sıkıştırıp kabul ettirmeye çalışabilir — “kabul etmezseniz sonuçları” impliciti tehdit barındırır. Bu, rıza yerine dayatmaya dönüşme riskini artırır.
Özetle: Görünürdeki hedefler arasında fayda (rehine bırakılması, altyapı onarımı) olsa da, geçici yönetimin yapısı, yardımın nasıl dağıtılacağı, nüfus hareketleri ve güvenlik tanımları gibi detaylar sinsi veya uzun vadede Gazze’nin dışarıdan yeniden düzenlenmesine (içeriden “teslim alınma”) yol açabilir.
En önemlisi de, İsrail’in güvenlik problemi ve güvenilir olmaması.
3) İsrail’e güvenilir mi?
• Kısa vadede rehineler ve ateşkes için önünde bir teşvik var: Netanyahu’nun planı desteklemesi bunun bir parçası. Ancak güvenilirlik yalnızca yapılan açıklamaya değil uygulamaya bağlıdır. Tarihsel olarak güvenlik garantileri, operasyonel uygulama ve uluslararası denetim olmadan tek taraflı yorumlanabildi. Ayrıca İsrail’in güvenlik öncelikleri (Hamas’ın silahsızlandırılması, bölgesel güvenlik) ile Filistin egemenliği hedefleri çelişiyor — bu da güven problemi oluşturur.
• Önemli not: “Güvenilirlik” değerlendirmesi sadece İsrail’e değil, planın denetleyicilerine (ABD liderliği, uluslararası kurul, bölgesel aktörler) bakılarak yapılmalı. Eğer denetim gerçekten bağımsız, şeffaf, hukukî güvenceli ve Filistinli temsilciler katılımcı ise güven artırılabilir; aksi halde uygulama safhasında güven zedelenir.
4) Gazze’nin içeriden teslim alınması (içeriden ele geçirilme) riski var mı?
Evet — olası ama otomatik değil. Nasıl gerçekleşebilir:
• Siyasetin boşaltılması + teknokrat yönetim: Hamas’in tüm resmi yapı ve kamu alanlarından dışlanması, yerel topluluk liderlerinin etkisizleştirilmesi, uluslararası kurulun polisi ve güvenlik mekanizmalarını şekillendirmesiyle içeriden “yumuşak” bir devralma olabilir. (Siyasi meşruiyet kaybı ⇒ dış aktörlerin fiili idaresi.)
• Nüfusun yerinden edilmesi: Eğer geniş çaplı “transit” ya da geçici yerleşimler kurulup Gazze’nin demografik dokusu değiştirilirse, uzun vadede Gazze’nin iç dinamikleri çöker ve dış kontrol kolaylaşır.
• Ekonomik yeniden yapılanma: Büyük altyapı ve yatırım projeleri uluslararası şirketler ve bölgesel sermaye ile yürütülürse yerel ekonomik özerklik zayıflar; siyasi kontrol ekonomik bağımlılıkla pekişir.
5) Maddelerde açıkça tuzak sayılabilecek ifadeler (özete dayalı örnekler)
• “Hamas’ın hiçbir yönetim rolü olmayacak” — meşruiyet ve temsil boşluğu oluşturur.
• Yardımın „İsrail veya Hamas ile bağlantısı olmayan kuruluşlar tarafından“ dağıtılacağı vurgusu — pratikte hangi kuruluşların seçileceği ve hesap verilebilirliği belirsiz.
• “İsrail Gazze’yi ilhak etmeyecek” denmesi ancak aynı zamanda güvenlik çemberi/kontrol mekanizmalarının uzun süreli bırakılması — basit bir ‘teminat’ değil, uygulama detayları önemlidir.
6) Muhtemel senaryolar (kısa)
• Hamas kabul eder, hızla rehine takası olur, ateşkes sağlanır, sınırlı yeniden inşa başlar. (En olumlu/çabuk senaryo.)
• Hamas reddeder veya geciktirir; ABD-İsrail baskısı artar, bazı bölgelerde devam eden operasyonlar ve kademeli devralma uygulanır. (Zorla denklem)
• İnşa ve ekonomik projeler, uluslararası yatırımlar ve teknokrat yönetimle uzun süreli dış kontrole evrilir; yerel meşruiyet kaybolur. (En riskli senaryo — “içeriden teslim alınma”ya yakın)
7) Tavsiyeler — neye dikkat edilmeli / hangi kırmızı bayraklar izlenmeli
• Denetim mekanizmalarının şeffaflığı: Geçiş yönetiminin hukuki dayanağı, denetleme, hesap verme mekanizması ve Filistinli temsil oranı açıkça ilan edilmeli. (Bunlar yoksa risk büyür.)
• Nüfus hareketi ve Transit Alanlar: Herhangi bir kitlesel yer değiştirme veya “insani transit alan” kurulması teklifine karşı uluslararası hukuk ve gönüllülük ilkeleri sorgulanmalı.
• Yeniden inşa finansmanının koşulları: Hangi şirketler/ülkeler projeyi yürütecek? PPP modelleri şeffaf mı? Gelirlerin kim tarafından kontrol edildiği net olmalı.
• Güvenlik güçlerinin yapısı ve sonlandırma kriterleri: “Geçici” istikrar gücünün ne zaman ve hangi kriterle çekileceği net olmalı; aksi halde kalıcı askeri/denetim mekanizmasına dönüşür.
Sonuç — kısa cevaplar
• Sinsi bir plan var mı? Görünen amaçları arasında insani ve barışçı maddeler olsa da, geçici yönetim, demilitarizasyonun belirsiz tanımı, nüfus hareketlerine dair taslaklar ve ekonomik yeniden yapılanma unsurları uzun vadede Gazze’nin fiilen dış kontrolüne dönüşebilecek riskler taşıyor. Yani “sinsi” olarak nitelendirilebilecek potansiyel tuzaklar var — özellikle uygulama detayları belirsizse.
• İsrail’e güvenilir mi? Kısa vadede belli hedefleri gerçekleştirebilir (rehine takası, ateşkes), ama uygulama aşamasında uluslararası denetim, hukuki garantiler ve Filistinli meşruiyet sağlanmazsa güven zayıf kalır.
• Gazze içeriden teslim alınır mı? Mümkün — özellikle politik temsil zayıflatılır, nüfus hareketleri teşvik edilir ve uluslararası/şirket odaklı yeniden inşa kalıcılaşırsa. Bu bir süreç olarak (yavaş, kademeli, “içeriden”) gerçekleşebilir.
Her insan kendi gidişatında, istikametinde, yol ve yordamında ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü ve sonunda da memnun olup sonlandırdığı hayat kendi hayatıdır.
İşte benim hayatım budur, der.
İşte gerek dünyada ve gerekse de kendisinin olan ve olacak olan cennet ve cehennemi belirlenmiş ve şimdiden de yaşanmış ve gerçekleşmiş olmaktadır.
Hayatını menfilikler içinde geçiren bir insana müsbet bir hayat cehennem gibi gelebilir.
Tıpkı cennet gibi olana cehennem gibi geldiği gibi.
*****
İnsan, dünyaya gönderildiğinde eline verilen en büyük sermaye ömrüdür. Bu ömür; yol, yordam ve istikamet üzere harcanır. Herkes kendi iradesiyle bir yol tutar, o yolun meyvelerini tadar, o yolun yükünü çeker. Neticede her bir nefes, insanın kendisine ait bir hayat hikâyesi olur. Herkes kendi yolculuğunu tamamladığında, “İşte benim hayatım budur.” der.
Lakin bu hayat yalnızca bir yaşanmışlık değil, aynı zamanda ebediyetin mukaddimesidir. Çünkü insan, bu dünyada kendi cennetini de, cehennemini de inşa etmektedir. Kalbi nurlu olan için dünya bir cennet bahçesi gibidir; fakat kalbini zulmetle dolduran için en güzel hâller bile cehennem azabı gibi görünür.
Cennet Dünyada Başlar
Kur’ân, “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz..” (Nahl, 97.) buyurur.
Demek ki mü’minin kalbinde huzur, vicdanında ferahlık, aklında sükûnet vardır. O, hayatını Allah rızasına bağladığında en zor şartlarda bile cennetin kokusunu duyar.
Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi:
“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”
İmanla bakıldığında dünya, bir misafirhane; olaylar bir imtihan; musibetler ise terakki vesilesidir. Bu idrak, cennetin tohumlarıdır.
Cehennem Dünyada Başlar
Öte yandan menfîliklerle hayatını örmüş bir kimse için huzur uzak bir rüyadır. Kalbi kinle, hasetle, nefretle dolu olan, sabahı karanlık, gecesi dertli geçirir. Gözünde nimet zehir, dost düşman olur. Böylece, dünya içindeyken bile cehennem azabını tatmaya başlar.
Kur’ân buyurur:
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Tâhâ, 124)
İşte bu ayet, kalbini Hak’tan koparan insanın kendi eliyle kurduğu cehennemi tasvir eder.
Hakikatin İnceliği
Hayatını imanla yaşayan bir insan, ölüm anında bile tebessüm eder. Çünkü o bilir ki, kabir kapısı bir yok oluş değil, ebedî saadetin anahtarıdır.
Ama küfürde ısrar eden kimse için ölüm, azapların başlangıcıdır. Çünkü onun dünyadaki sahte cennetleri dağılır, ardında kalan yalnızca pişmanlık olur.
Sonuç
İnsan, kendi istikametinin yolcusudur. O istikamet, dünyadaki hâllerini de, âhiretteki akıbetini de belirler. Kimi kendi eliyle cennetinin kapısını aralar, kimi ise kendi elleriyle cehennemin tuğlalarını dizer.
Şu halde her birimiz, kendi kendimize şu soruyu sormalıyız:
“Benim yolum, bana dünyada cennet mi yaşatıyor, yoksa cehennem mi?”
Ve bilmeliyiz ki, hakikî cennet Allah’a kullukta, hakikî cehennem ise Allah’tan uzaklıkta gizlidir.
bu günü daha iyi yorumlayabilmek için, yarını daha net görebilmek için, otobüste dolmuşta metroda herkesin okuması gereken bir yazı… Türkiye’nin gerçek siyasi tarihi.
okupaylaşkaydet
ŞEYTAN İMPARATORLUĞU
Yazen Hoca
AŞAĞIDA YAZILI METİN BİNLERCE SAYFA GİZLİ, ENGELLENEN VE SAKLANAN BİLGİ BELGE FOTOĞRAFIN YANSIMASI DOĞRULTUSUNDA YAZILMIŞTIR. DÜNÜ BİLMEDEN BUGÜNÜ ANLAMAMIZ MÜMKÜN DEĞİLDİR.
1099 yılında Yüz bin kişilik haçlı odusu orta Anadoluya gelince beslenme sorunu çeker kıtlıkla karşılaşırlar. İç Anadolunun güney bölgesinin tarihteki adı GALATA dır. Galata o yıllar dünya Yahudi nüfusunun en yoğun olduğu bölgedir. O an için İbrani Yahudilerinin ana vatanıdır. Babilon ve Mısırdan göç eden Yahudiler bu bölgeye yerleştiler. Burada yaşayan Yahudilerin içinde salt Musa ve Tevrata inananlar olsa da eski firavun dini ve kutsal kitabı yahova ve kabalayı terk etmeyen Yahudiler de vardır. Bu kabalist Yahudiler kendi aralarında bir tim kurarak açlıkla boğuşan yüz bin kişilik haçlı ordusunu gıda ihtiyacını karşılamaya çalışırlar. Kabalaya göre Yahudi kanı ve imanı taşıyanların kendilerinden olmayanları katletmeleri kutsal haktır. Bu inançla kurdukları bu tim, bölgeye gelen göçebe Yörük Türklere baskın yaparak mal ve çocuklarını gasb ederler. Sadece koyunlarını değil çocuklarını da kızartarak haçlılara yedirirler. Bundan büyük para kazanırlar. Bu tim tapınak şövalyelerinin nüvesini oluşturur. Güney orta Anadolu’da oluşan bu tim Kudüse geldiğinde Kudüs önemli oranda Müslümandır. Kabalanın vaaz ve öğretileri doğrultusunda tecrübe kazanan kabalist tim Kudüs’te soykırım yapar. Süleyman tapınağına topladıkları Müslümanları katlederler. Avrupa’ya gönderdikleri mektupta. Süleyman tapınağının diz boyu Müslüman kanı ile dolduğunu yazarlar. Böylece Süleyman tapınağına atfen tapınak şövalyeleri adını alırlar.
Galata’da önemli Yahudi şehirleri LARANDA (KARAMAN), LYSTRA, DERBE, SİLLE, (KONYA) ANTİOCE PİSİDİA (YALVAÇ) DAVGANA, İBRADA, bu antik ve güncel şehirlerin olduğu yerler GALATA’dır. Dünya ve Türkiye’nin sahipleri galatalı veya hazar kökenli eşkenazdır. İtalya’da üretilen ALFA ROMEO adlı otomobilin logosundaki çocuğu yutan yılan tapınakçıların doğuş efsanesini yani Galatada Müslüman Türk çocuklarının katledilerek haçlılara yedirilmesi ile başlayan hikâyeyi sembolize eder.
Biz Anadolu Müslüman kullara ve kölelerine ders kitaplarında tapınak şövalyeleri, Venedik Ceneviz şövalyeleri diye dayatılır. Böylece Galata’da başlayan Süleyman tapınağında son bulan serüvenle tapınak şövalyeleri tarikatı ve grubu oluşur. Tapınak şövalyeleri AKKA kalesini ele geçirirler.
Bu kalede diğer bir ifade ile otelde konaklayan Avrupalı hristiyan hacılardan büyük paralar kazanırlar. Hasan Sabbahın tarikatı haşhaşilerden (bugün ismaililerden) bankacılık ve uyuşturucuyu öğrenirler. Bu süreçte kendilerini tanrı kabul eden hahamlar kabalanın yorumunu yaparak tapınakçıların doktriner temellerini attılar.
Akka kalesinde kazandıkları paralarla aldıkları ve yaptıkları gemilerle Akdeniz’de ticarete başladılar. Kendilerine kendi aralarında tapınak şövalyeleri adını verdiler. Önce Avrupa sermayesine ve krallarına egemen oldular. Kralları para ve faizle satın aldılar kendilerine bağladılar. Osmanlı devletinin yıkılışında, 1909’dan sonra kukla halinde dönüşmelerinde de aynı yolu izlediler. Birinci ve ikinci dünya soykırım operasyonlarından sonrada tüm dünyaya hükmetmeye başladılar.
Tapınakçıların Avrupa’da ve dünyaya yayılan güçlerinin insan kaynakları Ukrayna ve çevresindeki Hazar Türk kökenli aşkanaz Yahudileri ve orta Anadolu’da ki Galatalı İbrani Yahudileridir. Akdenizin ve okyanus ötesi tüm liman şehirlerine Yahudi tapınakçılar kümelendiler. Türkiyenin zengin ailelerini irdelerseniz hepsi de Girit Kastal, Rodos, Selanik, Kavala, Preveze, İstanbul Karaköy, Amasra, Odesa, Midilli, Kırım limanları tapınakçı kökenlidirler.
Atatürkün üvey babası Ali Rıza Galatalı SİLLE kökenlidir. Kırmızılardandır. Kırmızı ailesinin yarısı Sivasta yarısı Suriye’de yaşamaktadır. Şu an Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümündeki telefon ağı Sivas’ta kitlenir. Büyük Birlik partisinin Sivas il başkanının soyadı kutsal Yahudi ismidir. Tabiî ki bu soyadı taşıyan herkesin Yahudi olduğu anlamına da gelmez.
Kabala kutsal kitabının o günkü ilah Yahudilerin yorumları ile tapınakçı laik dininin yeni doktiriner ilkeleri ihdas edildi. Beş bin yıl önce yaşayan Süleyman peygamberin mühründeki laiklik dini yeni bir yüz ve içerik kazandı.
Tapınakçılarla beraber doktriner ilke ve değerler uyuşturucu, eşcinsellik, ensest ilişkiler, şeytan BEFOMET, paranın gizli gücü ve faiz tapınakçı yorum ve oluşumun gelişmiş dinamikleri olarak ortay çıktı.
1307 de Fransa kral HENRY tapınakçıların tüm komplo ve entrikalarından dolayı yasaklanması ve yargılanmasını sağladı. Tapınakçıların efsane lideri MOLEY idama mahkum edildi. Paris’te görkemli bir ateşte yakıldı. Tapınakçılar hazineleri ile birlikte İsviçre’ye kaçtılar ve saklandılar. Zaman içerisinde kurmayları İSKOÇYA ya yerleşti. Burayı üs olarak kullandılar. Mason localarının İSKOÇ RİTİ burada gelişti. Cumhuriyeti kuran Yahudi masonlar İskoçya Ritini kendilerine ritüel modeli olarak kabul ettiler. Gün geldi İskoçya ya üslenen tapınakçılar İngiltere üzerinden Fransa’ya sarktılar. 1789 da Fransız ihtilalını yaparak beş yüz yıl sonra düştükleri yerden kalktılar. İngiltere ve Fransa’nın tapınakçı Yahudi masonların eline geçmesi eş zamanlıdır. Fransız ihtilalının ardından Fransızlara soykırım uyguladılar. On milyon Fransızı öldürdüler. Tapınakçı kabalist doktrini ve yaşamı Fransa’ya dikte edip yerleştirdiler. Fransa soykırımını tolere etmek ve egemenliklerini daim hale getirmek için Napolyon adlı bir Yahudi masonu kahramanlaştırarak Fransa’da tapınakçı Yahudi egemenliğini milliyetçilik üzerinden sağladılar.
Aynı senaryo ve sendrom Osmanlıda Türklere uygulandı. Birinci dünya soykırım operasyonu ile itibar kaybeden ittihatçı kabalacı mason Yahudiler kurtuluş savaşı senaryo ve sendromu ile Türkleri boyunduruk altına almayı ve köleleştirmeyi becerdiler. Napolyon örneğinin aynısını Türklere de uyguladılar. Türk milliyetçiliği ve kurtuluşu yalanı ile Müslümanlara egemen oldular. Savaş ve barışla yakından ve uzaktan alakası olmayan haham ŞİMON ZWY den beş yıl kabala eğitimi alan, tapınakçı laik dini tamamen içine sindirmiş alkolik, ensest ilişkileri olan bir masonu, balon gibi şişirerek yerli Napolyon olarak dayattılar (5816 nolu yasa ile korunuyor). Kabala ayet ve yorumunu değiştirilemez ilahi kelam olarak anayasaya koydular. Türkiye’nin her iline yerleşmiş olan tüm Yahudi veya soykırımcı kabalacı göçmenleri ülkenin sahibi efendisi kendi aralarında ilahı olarak yücelttiler. Kendilerine Türk miliyetçisi, Atatürk milliyetçisi, laik Kemalist veya (gizli) tarikatçı ve cemaatçı üstadlar olarak ünvanlar verdiler. ikibinli yıllarda Adananın en ateşli İslamcısının (H.B.) mossadla bağlantısını ve sadakatini tesbit ettik. Günümüzde izmirin zengin ve sahip Yahudi ailelerinin %78 i GALATA kökenli İbrani yahudisidir. Ankara ve Adana sahip ve zengin nüfusun yaklaşık %80 eşkenaz hazar kökenli Yahudi, %20 oranında galata kökenli İbrani yahudisidir.
GALATA kökenli tapınakçılara Levanten hazar kökenlilere AŞKANAZ denir. (aşk+nazi) aşk Türkçe nazi almanca kelimedir. Nazi seven demektir. Nazi almanca serseri demektir.
710 yılında ispanyaya geçen Müslümanlar, Endülüs medeniyetini kurdular. Altı yüzyıl Endülüse çöreklenen Yahudiler burada islamın hoşgörü ve toleransından yararlanarak oldukça rahat yaşadılar, zengin oldular. Burada Müslüman toplumda kimliklerini saklayarak köstebek birliktelikle debdebe yaşadılar. İspanya’daki özgür ve zenginliklerini örnek alarak tüm dünyaya yayıldılar. İspanya’da öğrendiklerini gittikleri yerlere de öğreterek milletlere hükmetme ve zengin olmaya başladılar. 1492’de İspanya’da son Müslüman devleti BENİ AHMER devletinin yıkılmasından sonra bu göç zirve yaptı. İspanya’dan dünyaya yayılan Yahudilerin efsane liderinin adı HALAÇ dır bu nedenle Halaç adına dikkat etmekte yarar vardır. Onomastik (isim bilim) Müslümanları en büyük silah ve keşif araçlarından biri olmalıdır. Şeytani kabalist Yahudiler tüm tarihi saptırdıkları gibi ispanyadan dünyaya yayılmalarını da istismar edip ispanyadan baskı gördükleri bu nedenle göç ettikleri gibi bir yalanla masumiyet karinesi kazanmayı başardılar.
Yahudilerin tüm dünyaya yayılması ve egemen olması Endülüs Safaratlarının ve tapınakçıların göçünün katkısı olmuştur.
Üçüncü bir yayılma operasyonu; birinci ve ikinci dünya soykırım operasyonları ile dünyanın demografisini değiştirdiler. 1941 de soy-kırımdan muaf tutulan kabalist Yahudiler Almanya ve Ukrayna’dan Birobidcan’a sürülerek burada BİROBİDCAN Yahudi devleti kuruldu. 1948 de İsrail devleti kuruldu. Bölgelerine hâkim oldular. Birobidcan devleti uzak doğuya Çin Japonya ve Koreyi kontrol ederken İsrail İslam ülkeleri ve kutsal topraklara ulaşmada merkez konumuna ulaştı.
Birinci dünya savaşı esnasında uygulanan en etkin soykırım ve demografik değişikliği Anadoluda yaşandı. Amaç Türkleri Anadolu’da tamamen imha etmekti önemli oranda savaş aldatmacası ile katledilen Türklerin geriye kalan, çoğunluğu yaşlı kadın ve çocukları katletmek için Samsun’a bir heyet çıkarıldı. Bu heyet Samsun’a çıktıklarında samsun İngiliz ve Fransız damgalı tapınakçı Yahudi masonların işgali altında idi. Heyet korkudan İngiliz Fransız karargahının karşısında konakladı. (bak. Lord Kingross. Atatürk ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu). Atatürk 27 aralıkta Ankara’ya geldiğinde Ankara’da Ermeni nüfusu infaz edilmiş Ankara önemli oranda tapınakçı Yahudi nüfusunun elinde idi. Temsil heyeti Ankara’ya girdiği yolun bir arka sokağında İngiliz işgal kuvvetlerinin karargâhı vardı. Temsil heyetinin amacı Anadolu’da sayıları çok az kalan Türk erkeklerinin toplayıp Kafkas seferine çıkmaktı. Kafkas seferine çıkarılan batı Anadolu’da ki Türk erkekleri Sarıkamış türü bir kırımla imha edildikten sonra batı Anadolu’da Çerkez lakaplı ve kamuflajlı çete ve ittihatçı komutanlar bölgedeki Türk kadın çocuk ve yaşlıları topyekûn imha edeceklerdi. Yerine Çerkez maskeli Yahudi devleti kurulacaktı. Bu plan 1907 de BERLİN SİYoNİST KONGRESİNDE karar altına alındı. Bu plan ABD, İngiltere ve Almanya gibi benzeri devletlerin A planı idi. Sivas’a gelen Amerikalı General Harbourt ve heyeti bu plan yani Türklerin Anadolu’da topyekûn katli planını Yahudi temsil heyeti ile görüştü. Doğuda Kazım Karabekir’in karşı gelmesi ile Kafkas seferi iptal edildi. İzmir’e İngiliz Fransız ve İtalyan Yahudi donanmalarınca İzmir’e çıkarılan yunanlı figüranlara yönelindi. B planı devreye sokuldu.
Türkler ve Rumlar Sakarya’da önemli oranda kırıldı. Birbirlerine düşman edildiler. Rumların egeden sürülmeleri için Türklere kullanılmak üzere kıvama sokuldu. Ermeni ve Türk katletmek mallarını gasp etmek ırza geçip öldürmek alkol ve uyuşturucu kullanmaktan başka marifeti olmayan çetelerden üç ordu oluşturuldu. Bolşevik ordusu komünist ordu ve yeşil ordu. Bu ordu büyük taarruz denilen sahtekarlıkla yunanlıları sözde kovaladılar gerçekte yunanlıların Yahudi komutanları yunanlı figüranları geri çekerek oluşan Türk Rum düşmanlığı ile Rumları sürdüler. Kuvayı milliyeci denilen kabalist katiller Rumların safına geçerek Türklere işkence kırım yaptılar evlerini yaktılar ve dağlara sürdüler. Böylece Rumlar Ermeniler ve Türklerden boşalan toprakları üzerlerine tapuladılar. Şehirleri zapt ettiler. Türklerin köle ve kul Yahudinin ilah ve efendi olduğu bir düzen kurdular adına da cumhuriyet dediler.
Kurtuluş savaşı aldatmacası ile savaşla uzaktan yakından ilgisi olmaya tüm Yahudi katillere istiklal madalyası verildi. Müslümanlar atalarına ve çocuklarına soykırım uygulayanlara kurtarıcım efendim diye tapınmaya zorlandılar. Müslümanların tüm kurum ve değerleri yasaklandı.
***
Britanya tapınakçı Yahudi imparatorluğudur. İngiltere kraliyet ailesi masonlaştırıldı ve meşruiyet kazandı. Hollanda Belçika İspanya kraliyet aileleri Yahudilerle evlilik ve masonlaştırma operasyonlarına boyun eğince iktidarları destek gördü.
****
İnançlarını yaşayacakları bilgi ve kurumlar imha edildi.
Ülkenin tapu, para, kurum, devlet ve yasalarına hükmeden Yahudi ırkı ve tebası Müslümanları açlık, soykırım, terör, işkence, askeri ve ekonomik darbelerle terbiye ettiler ve güdümlü hale getirdiler.
1930 da İstanbul’da toplanan enternasyonel mason kongresinde Anadolu’nun Yahudi kabala egemenliğine girmesi için 30 bin medrese mezununun idamı kararlaştırıldı. Menemen tezgâhı uygulamaya konularak 30 bin Müslüman din adamı idam edildi. Bu din adamları savaş denilen soykırım operasyonunda geride kalmış ve öldürülmemişlerdi.
İki yüz yıldır dünyada İngilizlerin devleti yoktur. Gerek İngiltere gerekse Britanya tapınakçı Yahudi devletidir. Soykırım temel ilkesidir. 1880’den 1890’a kadar İngiltere’de başbakanlık yapan BENJAMİN DİSRAELİ, Britanya parlamentosuna önerge vererek İNGİLTERE isminin İSRAİL olarak değiştirilmesini istedi.
Bu konumun üzerinden İngiliz ırkı iki kez soykırım geçirdi. Yani Yahudi egemenliği daha da pekişti. Bugün İngiltere diye bir İngiliz devleti yoktur. İngiltere’nin mülk ve işletme sahipleri tapınakçı soykırımcı Yahudilerdir. İngilizlerin ABD ile kavgası olamaz. Olması da aklın disiplinlerine aykırıdır çünkü İngiliz ırkının bir iradesi yoktur.
Britanya tapınakçı Yahudi imparatorluğudur. İngiltere kraliyet ailesi masonlaştırıldı ve meşruiyet kazandı. Hollanda Belçika İspanya kraliyet aileleri Yahudilerle evlilik ve masonlaştırma operasyonlarına boyun eğince iktidarları destek gördü.
Türkiye (İstanbul ittihatçı Yahudi devleti) 1909’dan 1913’e kadar İtalya ve İngiltere obediyansına bağlı yönetildi. 1913’den 1918’e kadar Almanya obediyansına ve devletine bağlı yönetildi. Almanya dünyanın en gizli ve köklü tapınakçı Yahudi devletidir. 1913’de Almanya’dan bilim adamı kılığında ajan kadrolar geldi. 1914 de bir rivayete göre 2000 bir rivayete göre 40.000 kişilik soykırımcı alman subay getirildi. Osmanlı İttihatçı Yahudi devleti ve kurbanlık kulları Müslümanların ordu yönetimi tamamen bunlara teslim edildi. Tapınakçı çete subaylar Türk ve Ermeni kanı içmek için iştahları son noktaya vardı. 1918’e gelindiğin de beş milyon Türk üç milyon Ermeninin kanını kana kana içerek 1907 de Hamburg’ta vaad edilen Anadolu cennetine kavuşmanın ateşi ile doldular. Almanya dünyanın en köklü tapınakçı Yahudi devletidir. Hitler eşkanaz yahudisidir. İllimünati üyesidir. Hitlerin iki yüz bin Yahudi askeri gerçekte SS soykırım çeteleri savaş arenasında sivilleri toplu katlederken bu soykırım çetelerinin kadın ve kızları cephe gerisinde haralarda kendilerini seçme alman erkeklerine düzdürerek alman görünümlü Yahudi ırkı oluşturdular. Bugün Almanya’da teknoloji üretenler almanlar, Almanya’ya hükmedenler alman görünümlü kabalist Yahudilerdir. Almanya’da ve doğu Avrupa’da soykırıma uğrayan altı milyon Musevi salt Tevrat ve Hz. Musa’ya inanan Hazar Türk kökenli Musevilerdir. Yahovacı kabalist laik dincilerce soykırıma tabi tutulmuştur. Bu kırımla kabalist Yahudi ırkı arileştirildi. Ancak günümüzde dünyadaki Yahudilerin %5’i Musevidir, kabala ve siyonizme düşmandırlar. Filistin parlementosunda bu Musevilerden üç adet haham vardır.
1914’de Osmanlıya gelen Alman soykırım heyetinin başındaki Yahudi Otto Liman Von Sanders koyu ve dindar bir Yahudi idi. Gelir gelmez ittihatçılar bu adamı mareşal yaptılar. General Shellendorf genel kurmay başkanı oldu. Dünya devletleri ve ordularının yönetimini ele geçiren mason kabalistler 1914’den 1918’e kadar dört yıl kana kana Müslüman ve Hristiyan kanı içtiler. Dünya kabalist Yahudi imparatorluğunu kurmak için birinci sindirme ve pekiştirme operasyonunu tamamladılar.
1918’de dünya Yahudi yönetimi Osmanlı’nın yönetimini İngilizlere teslim etti. Anadolu’da Türkiye Yahudi ve mason tarikat devletinin kuruluşunda hepsinin katkısı oldu. Sovyet İtalya Fransa ABD tüm tapınakçı Yahudi devletleri hem Yunan tarafına hem Türkiye tarafına lojistik para ve silah yardımı yaptılar.
1918’den 1926’ya kadar Osmanlının ebesi RAUF ORBAY dır. Direk İngiltere bağlı olarak tüm kırım operasyonlarını idare ettiler. Mustafa kemalin geleceğin NAPOLYONU olarak çok önceden belirlenmişti. Ve oldu. 1926’dan 1945’e kadar Türkiye İtalya ve Fransa obediyansı ve devletlerine bağlı olarak yönetildi. 1945’den 1961’e kadar ABD ye bağlı yönetildi. 1961’den 2005’e kadar direk İsrailden yönetildi.
1909 dan 2002 ye kadar ERBAKAN, ÖZAL hariç tüm başbakanları ve cumhurbaşkanları Yahudi kanı taşır ve Yahudi imanı ile sabittirler. Dönenler Müslümanların safına geçenler infaz edildiler. Bunlar ATATÜRK VE ALİ ADNAN MENDERESDİR. 1935 Atatürk mason localarını kapatınca sekiz Yahudi doktoru tarafından infaz edildi. 1956 da Müslümanların safına geçen 1958 de İsrail’in proje ve emirlerini reddeden, evliyâzâdelerin damadı, köprülüler Yahudi ailesinden gelen Altay kalecisi, dama de sion’dan terk Beria hanımın kocası Ali Adnan Menderes işkence ile idam edildi. NECMEDDİN ERBAKAN darbe ile azledildi. ÖZAL zehirlendi.
1961 de Menderesin katlinden sonra Ankara’ya gelen Newyork mason maşrıkı azamı FEROSSEL Ankara ve İstanbul’u ziyaret ederek mason biraderleri tebrik ettik, kutsadı ve Türkiye’nin yönetimini İsraile devretti. Bu devir teslim kesinlikle ABD Fransa, Almanya, Rusya, Birobidcan, İngiltere gibi tapınakçı devletlerin vesayet haklarını ortadan kaldırmadı.
Sadece 1961-2005 israil döneminde azda olsa detaya gireceğim. 1960 darbesinden sonra Sohtoriklerin damadı İzmir Yahudi mahallesi soroz’da doğup büyüyen Mustafa İsmet İnönü 13. kez başbakan oldu. Ardından satanist kabalist Yahudi Müslüman düşmanı mason şeyhülislam HAYRİ EFENDİ’nin oğlu Suat Hayri Ürgüplü kabineyi kurdu. 1965 de devreye Menderesin devamı kılıfı giydirdikleri gizli Yahudi köyünden çıkma üstad mason Sami Süleyman Demirel şovu başladı. Menderes ve sonrasında muhafazakâr ve sağcı görünen tüm partilerin omurgaları Yahudi kökenli masonlardan oluştu. Süleyman Demirel ve ikizi Henry Kissingerin öğrencisi ECEVİT dönemlerinde hazırladıkları her türlü tezgâhta Müslümanlara terör işkence taassup ve fanatizmle te’dib etme projelerini uyguladılar.
Yıl 1963 Talat Aydemir ve benzeri bazı kendisini Türk milliyetçisi hisseden subaylar 1960 kırımından sonra Ankara’da çöreklenen ABD ve MOSSAD tandanslı yönetici ve siyasiden rahatsız oldu. Tepki gösterdiler. Bu tepki İsrailin Ankara’da darbe yapmasına neden oldu.
Yıl 1963 darbe gecesi Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Esenboğa hava alanında hazır bekliyor. Darbenin geri tepmesi sonucu kaçmaya hazır. Tüm ordu birlikleri darbe için alarmda. Darbe hükümete karşı yapılmayacak. Darbenin amacı, darbe senaryosuyla Talat Aydemir ve benzerlerini ordudan tasfiye etmek. Önceden İsraile bir heyet gönderilir. Darbe gecesi İsrailden emir beklenir. Hava muhalefeti nedeni ile İsraille telefon bağlantısı kurulamaz. Aynı nedenle, bağlantıyı sağlamak ve emir almak için heyetin Ankara’ya uçakla gelmesi için İsrailden uçak kalkışı sağlanamaz. Ve darbe o gece yapılmaz. İkinci gün darbeye gerek kalmadan darbe yapılmış gibi ordudan beş bin subay atılır. O sene harp okulları mezun vermez. Artık Türkiye’de köle ve kul Müslümanlara vurulacak darbe, sindirme, soykırım ve işkenceler düzenli bir takvime bağlanır. DEMİREL ile kısmen güldürülen Müslümanlar kısa bir süre sonra anarşiyle tanıştırılır. Anarşi sonucu 12 Mart 1972 darbesi gelir. Her darbeden sonra azılı Yahudi milliyetçisi kabalistle başbakan olur. 12 marttan sonra Nihat Erim 1980’den sonra Bülent Ulusu başbakan olur. Her ikisinin özelliği Müslüman kanı üzerinde yoğun işkence operasyonlarını başlatmalarıdır. Darbede Türk silahlı kuvvetlerinde MOSSADA biat konusunda arıza gösteren ve ordudan atılacakların listesi İsrail’den gelir.
Listeyi Telavivden Amerikaya uçan ABD dış işleri bakanı Ankara’ya gelerek ulaştırılır. Orduda tasfiyeler başlar. Genel kurmay başkanlığına koyu Yahudi milliyetçisi kabalist MEMDUH TAĞMAÇ gelir. Bu arada mit müsteşarları sürekli mason Yahudi kökenlidir. Her türlü infaz ve işkence operasyonlarına devam ederler. Devletin tüm emniyet müdürlüklerinin bodrum katlarında kurulan aletli işkencehanelerde Müslüman kanı imha ve disipline edilir. Bunda Yahudi hitlerin SS generallerini katkısı çoktur. Mit müsteşarlarını, soykırımcı kabalist HİTLERİN YAHUDİ SS generali GEHLEN eğitir. MİT tarihinde 2005’e kadar Türk kanı taşıyan bir adamın gelmesi mümkün değildir. MİT, KURMAY SUBAYLIK VE DİPLOMASİ Türkiye’nin tanrıları kabul edilen Yahudilerin kırmızı çizgisidir. İçlerinde dönen asimile olanlar sayesinde Müslümanların nefes almaları mümkün olmuştur. Tarihte bunların sembol isimleri Kazım Karabekir ve Hilmi Özkök tür.
1972’den 1980 kadar bir terör tezgahlanır. Cia’nın Türkiye masası şefi çala yahudisi RUZİ NAZAR ülkü ocaklarını kurar ve yönetir. Mitin kontrolünde DEVGENÇ kurulur. Ve kırım operasyonu başlatılır. Darbe ortamı kıvamına gelince Philadelphia (Alaşehirli) Yahudi Ahmet Kenan Evren şovu ve kırımı başlar. Darbe öncesi taban yapan sahiller ve mülkleri kapatan Yahudiler darbeden sonra yükselmesi ile kazanırlar.
ANAVATAN partisinin omurgasını yine masonlar oluşturdu. Ülkede palazlananlar yine kripto Yahudiler oldu. Türklere cemaat bazında göstermelik yemek artığı sundular. Özal’ın çevresi ve karısı koyu Yahudi idi. Partinin en büyük kulağı ve mason köprüsü İbrani yahudisi Mesut yılmaz, Özalın öldürülmesinden sonra ön plana çıkarıldı. Muhafazakâr ve Müslüman kisvesi kullanılan ÖZALIN en yakınları azılı Yahudi milliyetçileri idiler. Mehmet Ağardan Yaşar Okuyana, Bedrettin Dalan’a kadar tüm yelpaze Yahudi idi. 1993 de başbakan yapılan Selanikli eşkenaz yahudisi Penbe Tansu Çiller Türkiye’deki gizli beş milyon yahudiyi bir günde yüzde elli zengin etti kulları Müslümanları yoksullaştırdı. İsraile giden bu karı İsrail parlamentosunda “vaad edilmiş topraklara kavuşmanız için dua ediyorum” diye konuşma yaptı. Bu karı her ay ABD Ankara elçisine rapor verecek kadar alçaldı. Bu karıyla eş zamanlarda başbakan olan ve birbirine muhalif görünümü veren Yahudi Mesut yılmaz aynı rolü oynadılar. Bu dönemde Mehmet Yaşar Büyükanıt ve Doğan Güreş gibi azılı Yahudi milliyetçileri ordu komutanlıkları yaptılar.
1998 yılına gelindiğinde bazı Müslümanların elinde sermaye ve iş yerinin oluşması Müslümanlara darbe indirmek için iyi bir bahane oldu. Yeşil sermaye ve tezgahlara dayalı algı operasyonundan sonra 28 şubatta darbe yaptılar. Darbe den bir gün önce Türkiye Cumhuriyeti’nin Yahudi genel kurmay başkanı İsrailde idi. Yani 27 şubatta israilde olan genel kurmay başkanı ikinci gün Ankara’da darbe yaptı. 28 Şubat darbesi bazı Müslümanların hapsedilmesi ve işkence edilmesinden ibaret değildir. Yağmalamalar başladı. Mason mabetlerinde toplanan ülke gelirleri İSRAİL VE İSVİÇRE BANKALARINA daha hızlı akmaya başladı. Bu akımda yamuk yapanların diyet ödemede yanlış yapanlar infaz edildi. PKK terörü bu infaz soygun ve işkencenin en büyük örtüsü ve kamuflajı oldu.
Saten 1980 darbesinde sonra MİT’te Berianın çocuklarınca uygulamaya konulan PKK operasyonu yine İsrail ve mason mabetlerince hazırlanmıştı.
28 Şubat yağmalamasından sonra Mossadın Türkiye’de ki iş adamlarının gelirlerinin toplandığı havuzdan sekiz milyar doların kaybolduğu ortaya çıktı. Bu kayıp MOSSADIN GAZABINA neden oldu. Türkiye’de bir seri operasyonlara başladı. İsrail’in depo ülkesi Türkiye’de ki ülke gelirlerinin toplandığı havuzun şefi NESİM MALKİ bu kayıp sekiz milyar doların faillerinden biri olarak infaz edildi. Bilgisayarından israile hangi iş adamının mossada yani mason mabetlerine ne kadar ödeyeceğine dair kısmi bir liste çıktı. Bu liste için Nesim Malki’den faize borç alan iş adamları gibi kargaların dahi güleceği bir yalan uydurdular.
MOSSAD Türkiye’de sekiz milyar doların kaybedilmesinin intikamını kötü aldı. Mossad ajanı Yahudi CEM UZAN ve Yahudi mason Demirel’in yeğenini kullanarak Türkiye’den kırk milyar lirayı bankalarda çalıp boşaltarak intikam aldılar. Bu soygun düzenli soyguna engel olmadı. Olamazdı da. Ecevit, Yılmaz ve Bahçeli üçlü Yahudi liderlerin koalisyonunda, mossad yerli gizli Yahudileri ihmal etmedi. Sözde anayasa kitapçığı fırlatması ile enflasyon aracılığı ile Yahudiler bir günde servetlerini ikiye katlarken Müslümanlar servetlerinin yarısını kaybettiler.
İsrailin Türkiye’yi kontrol, soygun ve yönetimindeki bu acemiliği ve türbülansa neden olması, Avrupa birliği ve ABD duruma müdahil olmasına neden oldu. Avrupa birliği ve ABD’nin müdahil olduğu bir strateji çizildi. Bu stratejiye göre Türkiye’de muhafazakâr bir parti iktidara getirilecek. İki yıl Müslümanlar üzerinde pozitif çalışma yapılacak. Daha sonra infaz edilen veya darbe ile düşürülen parti liderine ve partiye mağduriyet elbisesi giydirilecek ve sindirme darbe operasyonuna devamlılık ve istikrar sağlanacaktı.
Bu stratejide kısa bir fetret devrinden sonra uygulanacak darbe ve suikast sendromu ile üst akıl dedikleri veya ebeler partinin tamamen neocanların eline geçmesini sağlayacak. Müslüman elbisesi ve maskesi takınmış parti ile Müslüman kanı ve emeği üzerinde darbeler devam edecekti. Bu nedenle AK Parti iktidara getirildi.
Bu projenin uygulaması için AB ve ABD’den gelen heyet İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile görüştü. Türkiye’de kurulacak bir muhafazakâr partiye verecekleri desteği sundular. Tayyip Erdoğan bu teklifi bir süre düşünür, istişare eder. Muhsin Yazıcıoğlu ile görüşür. Yazıcıoğlu fille yatağa giren zararlı çıkar der ve teklife sıcak bakmaz. Mantıken Yazıcıoğlu haklı ve doğrudur. Ama ERDOĞAN, GÜL ve yakın arkadaşları fille yatağa girdiler. Beklenenin tersine üç yıl sonra 2005 de fil hamile kaldı. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları fili yalnız bırakıp yollarına devam ettiler.
Ak parti iktidarında ilk üç sene Müslümanlara şirin görünen uygulamalara izin verildi. Bir o kadar da yeni soygun yolları oluşturuldu. Bunların başında bankaların yabancılaşması, para kaçırmanın kolaylaşması ikinci önemli uygulama ise ihracat ve ithalatla ülkeyi soyma operasyonlarının sistematize edilmesi.
AK Parti İlk iki sene her iki grubun desteğini aldı. Neocanlar ve ılımlılar. Üçüncü yıl sonra darbe ve suikast sırası geldiğinde beş kez darbe teşebbüsü geri tepti. Sinagog müdavimi Rahmani Musevi HİLMİ ÖZKÖK ve Süleyman Demirel’in yeğeninin kocası MİT müsteşarı ŞENKAL ATASAGUN RECEP TAYYİP ERDOĞAN a istihbarat bilgisi aktardılar. Darbeyi ılımlılar ve Müslüman kadro beraberce engellediler. Hükümetin iki ayağından ılımlı masonlar AK Partiye omuz verirken neocan MOSSAD VE CİA ajanları AK Partinin kanını içmek için yırtındılar. Bu yırtınmanın kızgınlığı ile darbede ayak sürüp uygulamayan evlatlarını ERGENEKON davası ile cezalandırdılar.
2005’deki darbe teşebbüslerini ve çatlakları gören ERDOĞAN ılımlıların ileri gelenlerinden NAFİZ CAN PAKER in evine giderek konuyu görüştü. Neocanların ileri gelenleri ECZACIBAŞI’larla evine giderek görüştü. Bir başbakanın görüşme amaçlı vatandaşın evine gitmesi bir garabettir ama bu geçiş döneminde normaldir.
Ergenekonun faturası Müslümanlara çıktı. Atatürkün askeriyiz diye yırtınan kokanalar acaba kocalarını hapse atan Atatürkçü mossad ajanlarına gıkları çıktı mı?
2005 yılında, 1909’dan bu yana ilk defa güçlü Müslüman iradesi oluştu. Müslüman köleler ve kullar bu iradenin meyvesini önemli oranda gördü. Yollar, hastahaneler, okullar, konutlar, adliye sarayları, sosyal yardımlar yapıldı. Müslümanlar yüzyıllık bir kölelik ve kulluk döneminden sonra yer yer insan muamelesi görmeye başladılar. 2002’den önce terör soykırım, açlık, işkence, taassupla terbiye edilen ve güdümlü hale getirilen müslümanlar geçmişin izlerini azda olsa silmeyi başardılar. 2015 yılına gelindiğinde Müslümanların beyin kontrolü yönündeki çektikleri çilenin dışında önemli oranda rehabilite oldular.
Müslümanların terörden açlık ve hastalıktan ve zihinsel kölelikten ari yaşamaları yolundaki gelişme, Türkiye’nin beş milyon gizli Yahudilerini korku ve paniğe sevk etti. Bu korku ve panik çocuklarının gezi parklarına dökülmelerine neden oldu. 19 Ağustos 2014 Kemal Kılıçdaroğlu İstanbul’a 4 saatlik bir uçak yolculuğu yaptı. İstanbul’da illuminati ihtiyarlar heyetinin huzuruna çıktı. Yapılacak kongrede yeniden başkanlık sözü aldı.
7 Haziran seçimlerinden sonra sayın ERDOĞAN önce neocanların temsilcisi eşkenaz yahudisi mason Deniz Baykalı kabul etti. Daha sonra Nernekli EFENDİ RECEBİN yeğeni ılımlıların adamı Ömer Çeliği kabul etti. Dört saat görüştü. Bu görüşmelerle teamül bozulmadı ama teamül olduğu kadarda bu görüşmeler zorunlu ve doğru olanıdır. Çünkü hala Türkiye’nin parası ve işletmeleri ve dış ticaret bağlantı mekanları Yahudi mason mabetleridir. Tüsiad üyeleri mason ve yahudidirler. Müsiad üyeleri ise tahmin edemeyeceğiniz oranda Yahudilerin elindedir. Türkiye’de Suriyede ve dünyanın birçok yerinde neocanlar ile ılımlılar arasında savaş var. Müslümanların ve diğer ılımlıların içinde, dünya genelinde en güçlü lider RECEP TAYYİP ERDOĞANDIR.
Fuhşun ve lgbt’nin önündeki en büyük engel; Tesettür.
Dün kadin hakları ve şapka ve kıyafet kanunu ve inkilaplarıyla başlayıp ve yıllarca bizde ve bugün de Kıbrıs’ta başlayan Tesettür ve örtünmenin, uyduruk bir kamusal alanla yasaklanması; hep kadını fuhşa sevkeden ve Lgbt’nin önünü açan uygulamalardandır.
Kadının itibarını ortadan kaldırıp, aileyi yıkmaya yöneliktir.
Bugünkü boşanmaların artışında önemli bir etki yaptığı gibi, aynı zamanda evlenme yaşının yükselmesi ve nüfusun düşmesinde de etki yapmaktadır.
Özgürlük adıyla güya kadını bir kocanın mahkumiyet ve bağlılığından kurtarırken, çok kocalara bağımlı ve mahkum hale getirmekte, adeta göz hapsi altına almaktadır.
Avrupa bunu teşvik edip, finansörlüğünü de yapmaktadır.
*****
Tesettür: İffetin Kalkanı, Neslin Sigortası
Tarih boyunca toplumların dirliği ve huzuru, kadının konumuna verilen değerle ölçülmüştür. Kadın, ya iffet ve vakarının muhafazasıyla neslin teminatı olmuş, ya da açılan gediklerle aile ve toplumun çöküşüne sebep edilmiştir. Bugün “özgürlük” adı altında kadının tesettüründen koparılması, gerçekte iffetin zincirlerini kırmak değil; onu esaretin en karanlık türüne mahkûm etmektir.
Dünya, ve bizde başlayan inkilaplarla “kadın hakları” maskesiyle şapka, kıyafet ve kamusal alan yasaklarını dayattı. Ama neticesi ne oldu? Kadının şeref ve haysiyetini koruyacak tesettür perde dışına atılınca; meydan, fuhşun, sefahatin ve LGBT denilen sapkınlığın istilasına kaldı. Özgürlük diye sunulan bu tuzak, kadını tek bir eşin muhabbetine bağlı olmaktan çıkarıp, çokların şehvetine esir hâline getirdi.
Oysa Kur’ân-ı Hakîm, tesettürü kadının şerefi, iffeti ve vakarının kalkanı olarak gösterir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Ey peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine bürünsünler. Bu, tanınıp rahatsız edilmemeleri için en uygun olanıdır. Allah ziyadesiyle bağışlamakta ve çok esirgemektedir.” (Ahzâb, 59)
Demek ki tesettür, kadının baskı altında tutulması değil; bilakis sokakların hoyrat bakışlarından, reklamların istismarından, sefih arzuların istihzasından korunmasıdır. Tesettür kadını zincirlemez, hürriyetini muhafaza eder. Tesettür, kadını oyuncak olmaktan kurtarıp, izzet tahtına oturtur.
Bugün boşanmaların artması, evlilik yaşının yükselmesi, doğum oranlarının düşmesi; hep tesettürün ve iffet anlayışının törpülenmesinden doğmaktadır. Aileyi ayakta tutan bağlardan biri iffettir. İffet ortadan kalktığında, yuva da dağılır, nesil de bozulur, toplum da çürür.
Avrupa’nın ve onun izinden gidenlerin maksadı açıktır: Kadını tesettüründen koparıp, pazara sürmek; aileyi parçalayarak nesli bozmak; sonra da bu enkazdan LGBT gibi sapkın oluşumlarla yeni bir “toplum modeli” inşa etmektir.
Fakat unutulmamalıdır ki, hiçbir toplumsal proje fıtrata rağmen ayakta kalmaz. Çünkü insan, yaratılışı gereği iffete muhtaçtır. Kadın, fıtratı gereği korunmaya ve saygıya muhtaçtır. Tesettür ise bu korunmanın en ulvî zırhıdır.
İbret şudur: Tesettür, kadının güzelliğini gizlemek için değil; şahsiyetini yüceltmek içindir. O, iffetin tacı, neslin sigortası, ailenin direği ve toplumun şerefidir. Bugün tesettürün ortadan kaldırılmasıyla başlayan çöküş, ancak tesettürün yeniden ihyasıyla durdurulabilir.
Tarih, insanın zulüm ve adalet terazisinde nasıl bir sınavdan geçtiğini gösteren en açık aynadır. Bugün Gazze’de yankılanan feryatlar, sadece bir coğrafyanın değil; insanlığın tamamının vicdanına yönelmiş sessiz çığlıklardır.
İsrail’in saldırıları, işgal ve katliamları artık sadece savaş alanında değil; sporun, siyasetin, diplomasinin ve meydanların vicdanında da mahkûm edilmektedir. Eski istihbaratçıların itirafları, “savaşın amacının iktidarı korumak” olduğunu söylerken; dünyanın dört bir yanında yükselen sesler, bu zulmün meşruiyetini her gün daha da sarsmaktadır. Gazze’nin çocukları bombalar altında “Anne yoruldum” derken, Berlin sokaklarında yüz binlerce insan “Soykırıma hayır” diye haykırmaktadır.
Tarihin ibretli sahnelerine bakıldığında görülür ki; hiçbir zulüm ebedî olmamıştır. Firavun’un ihtişamı, Nemrud’un kibrı, Roma’nın haşmeti, Haçlıların vahşeti, Moğol istilaları… Hepsi bir zamanlar insanlığı titreten, masumların üzerine zulüm yağdıran güçlerdi. Ama hepsi tarihin çöplüğüne gömüldü. Gazze’de çocukların kanını döken bugünkü zalimler de aynı akıbetten kurtulamayacaktır. Çünkü zulüm üzerine bina edilen hiçbir düzen payidar olamaz.
Bugün yaşananlar, sadece bir milletin dramı değil, insanlığın vicdan testidir. Kimi ülkeler menfaat için sessiz kalıyor, kimileri çıkar için zalime destek veriyor, ama bir avuç vicdanlı insan tüm dünyada meydanlara çıkarak, insanlığın hâlâ ölmediğini haykırıyor. Filistin, bugün zalimlerin kanlı pençesinde kıvranırken, aynı zamanda insanlığın onurunu savunan bir sancak hâline gelmiştir.
Kur’ân, “Zulmedenler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını göreceklerdir” diye buyurur. Bu ilâhî kanun, tarihin her döneminde tecelli etmiştir. Bugün de mazlumların gözyaşı, zalimlerin sonunu hazırlamaktadır. Bir annenin kucağındaki çocuğun “Anne yoruldum” sözü, aslında çağımızın en büyük ilamıdır: İnsanlık yoruldu, vicdanlar yoruldu, yeryüzü zalimlerin kibrinden yoruldu.
Ama ümit vardır. Gazze’nin enkazından yükselen dualar, tarihin akışını değiştirecek kudrete sahiptir. Dün Haçlı ordularına karşı Kudüs’ün kapılarını savunan yiğitler nasıl tarihe geçtiyse, bugün Gazze’de bir biberonunu sımsıkı tutan bebek, bir taşla tankın karşısına dikilen genç, bir çadırda Allah’a dua eden mazlum anne de tarihin şeref levhasına yazılmaktadır.
İbret şudur: Her zulüm kendi sonunu hazırlar. Ve her gözyaşı, rahmetin bir işaret fişeğidir. Bugün Gazze, sadece Ortadoğu’nun değil, tüm insanlığın imtihanıdır. Tarih, zalimleri yazarken lânetle; mazlumları ise rahmetle anacaktır.
Aslında tamamlanmış olan var mı ki?
Hep yarım değil mi?
Demek burası sürekli kalma ve sonsuzu tamamlama yeri değil.
Kalıcı değil, göçücü.
Daimi değil, fani
Bekaya açılan kapı.
Yönü ve hedefi belirleyen yol ve köprü.
******
Yarım Kalan Hayatlar – Son Nefesin Sırrı
İnsan hayatına baktığımızda, aslında hiçbir şeyin tam manasıyla tamamlanmadığını görürüz. Kimisi genç yaşta hayallerini yarıda bırakır, kimisi ihtiyarlıkta projelerini bitiremeden göçer. Birinin ilmi yarım kalır, birinin hedefi, birinin yolculuğu, birinin duası… Hangi insana bakılsa, hep yarım kalmış bir hikâye vardır.
Demek ki bu dünya, tamamlanmışlık yeri değildir. Burada hiçbir şey kemâl bulmaz. Çünkü burası fânîdir, geçicidir, bir gölge ve bir misafirhanedir. İnsanın içindeki sonsuzluk arzusu, buradaki yarım kalmışlıklarla törpülenir ve ona şu dersi verir:
“Ey insan! Sen burası için yaratılmadın. Senin kalbinin ebed arzusu, ancak bâkî bir diyarla dolar.”
Kur’ân, bu hakikati hatırlatır:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra ancak yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)
İnsanın son nefesi, aslında bir son değil, bir başlangıçtır. Buradaki yarım kalan her şey, orada tamam olacaktır. Çünkü burası yol, orası menzil; burası köprü, orası mekân; burası imtihan, orası mükâfat veya ceza yeridir.
Dünyada yapılan hiçbir iş, ne kadar ihtişamlı olursa olsun, tam değildir. Çünkü insanın kalbi, sınırsız bir mutluluğu, bitmez bir huzuru, ebedî bir saadeti ister. İşte bu sonsuzluk isteği, bize fânîliğin damgasını vurur. Bir çocuk oyuncağını yarım bırakır, bir genç ideallerini yarım bırakır, bir ihtiyar ömrünü yarım bırakır. Fakat iman ehli bilir ki: Ahirette yarım kalmış hiçbir şey olmayacaktır. Orada kavuşmalar tam, sevinçler tam, vuslatlar tam olacaktır.
Ölüm, bir “yarım bırakma” değil, bir “tamamlama”dır. Bir ömürlük çabanın meyvesi, son nefeste Rabbine kavuşmakla kemâle erer. Ölüm, hakikatte bir “terhis”tir; vazifeden azat edilip asıl yurda dönmektir.
İbret şudur:
Dünya, yarım kalmış hikâyelerin sergilendiği bir pazardır. Tamamını görmek isteyen, ahirete yönelmelidir. Gerçek mutluluk, son nefesi imanla verip, ebediyet yurduna yürüyebilmektedir. Çünkü asıl hayat, kabirle açılan kapının ardındadır.
Uzun yolculuğunda insanoğlu.
Bir yandan döküle döküle, diğer yandan da seçile seçile gidiyor.
Kim kömür kim elmas?
Kim altın ve Kim kaç ayar?
Ayrılma ve ayrıştırma potasındayız.
*****
İnsanoğlunun uzun yolculuğu, doğumla başlayıp ebediyet menziline kadar devam eder. Bu yol, sıradan bir seyahat değil; ayrıştırma ve seçme potasıdır. Kimisi yolda dökülür, kimisi parıldar; kimisi kömür gibi kararıp dağılır, kimisi elmas gibi saflaşır ve baki bir kıymet kazanır.
Hayat, aslında bir imtihan ocağıdır. Madenler ateşte arındırılır; altının ayarı ateşte belli olur. İnsan da musibetlerde, sıkıntılarda, sabır ve sebatta kıymetini gösterir. Nice kimseler vardır ki rahatlıkta parlak görünür, fakat ilk fırtınada dökülür gider. Nice kimseler vardır ki zorlukta ezilmiş görünür, fakat sabrı ve metanetiyle elmaslaşır.
Kur’ân bu gerçeği şöyle haber verir:
“Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût, 3)
Demek ki yolculuk, hakikatleri ortaya koyan bir süzgeçtir.
İnsanlık kervanı akıp giderken, herkes kendi değerini bu potada belli eder. Kimisi üç beş menfaat uğruna ruhunu ucuzca satar; kimisi ise iman, sabır ve fedakârlıkla altın ayarını yükseltir. Kömür, basınca dayanamayınca dağılır; elmas ise aynı basınçta kıymet kazanır. İşte dünya hayatı da böyledir. Kimisi basınca parçalanır, kimisi elmas olur.
Ayrışma, sadece dünyada değil; kabirde ve mahşerde de devam edecektir. Bir grup nura koşarken, diğer bir grup karanlığa gömülecektir. O gün, hakiki ayar belli olacak; altınla bakır, elmasla kömür birbirinden ayrılacaktır.
İbret şudur: Bugün hayat potasındayız. Dökülenlerden mi olacağız, elmaslaşanlardan mı? Altın ayarımızı yükseltenlerden mi, yoksa bakır gibi değersizleşenlerden mi? Her tercih, her sabır, her gün bu yolculukta bizim değerimizi tayin ediyor.
Unutma ki, elmas kolay olmuyor. Ateş ister, basınç ister, sabır ister. Kömür olmak kolaydır, ama değeri yoktur. Elmas olmak zordur, ama ebedîdir.
I. Ribâ Kelimesinin Kök Manası ve Geldiği Anlamlar
Ribâ kelimesinin Arapça kökü R.B.V.’dir.
| Kavram | Açıklama |
|—|—|
| Kök Manası | Fazlalık, artış, çoğalma, kabarma, yükselme, bir şeyin hacminin artması.
Bu kök, bir şeyin aslından fazlalaşmasını ifade eder. Kur’an’da bir ayette (Hac, 22/5) yerin yeşerip kabarmasını anlatmak için de kullanılmıştır. |
| İslam Hukukunda (Fıkıh) Anlamları |
Ribâ, İslam Hukuku terminolojisinde, iki ana kategori altında incelenen, şer’an haram kılınmış fazlalık ve artıştır: |
| 1. Ribâ’n-Nesîe (Vâde Faizi) | Câhiliye Faizi olarak da bilinir.
Borç verilen malın/paranın, vâde karşılığında ve borç sözleşmesi sırasında şart koşulan fazlalıkla geri ödenmesidir. Kuran’da mutlak olarak yasaklanan ribâ türü budur.
Günümüzdeki banka faizi de fıkhen genellikle bu kategoriye girer. |
| 2. Ribâ’l-Fadl (Fazlalık Faizi) |
Aynı cinsten olan iki malın birbiriyle peşin ve eşit olmayan miktarlarda mübadelesi (değiş-tokuşu) sonucu ortaya çıkan fazlalıktır.
Örneğin, 1 kg buğdaya karşılık 1.5 kg buğday peşin olarak satmak.
Bu tür ribâ, Sünnet ile yasaklanmıştır (altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz gibi altı “ribevî” mal için geçerlidir). |
II. Hayrettin Karaman’ın Makalesinin Ehli Sünnet Görüşüne Göre Değerlendirilmesi
Hayrettin Karaman’ın makalesi, faizin (ribâ’nın) mutlak haram olduğu yönündeki Cumhûr-u Fukahâ’nın (İslam hukukçularının büyük çoğunluğunun) görüşünü savunmakta ve faizin kapsamını daraltan, modern faizi caiz gören görüşleri eleştirmektedir.
Ehli Sünnet içerisinde dört büyük fıkıh mezhebinin (Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli) de dahil olduğu ana akım görüş, ödünç para verme (karz) karşılığında önceden şart koşulan her türlü fazlalığın (nesîe ribâsının) haram olduğu yönündedir.
Karaman’ın makalesi bu ana akım, yani Ehli Sünnet’in genel kabul görmüş fıkıh görüşü ile tamamen uyumlu bir çizgidedir. Eleştirdiği görüşler ise genellikle günümüzde ortaya çıkan ve ana akım fıkıh geleneği içinde şâzz (aykırı) sayılan veya bid’at kabul edilen görüşlerdir.
Makalenin İsabetli Görüşleri (Ehli Sünnet’in Cumhûr Görüşüyle Uyumlu Olanlar)
| Madde | Açıklama |
|—|—|
| 1. Kitap ve Sünnet Bütünlüğü | İslamî hükümlerin kaynağı olarak Kitâb (Kur’an) ve Sünnet’i bir bütün olarak kabul etmesi. Sünnet’in Kitâb’ın açıklayıcısı olduğunu belirtmesi, Usûl-ü Fıkıh (İslam Hukuku Metodolojisi) prensibine tam olarak uygundur. |
| 2. Ribâ’nın Kapsamı | Kur’an’daki yasaklamanın sadece “katlı ribâ” (tefecilik) ile sınırlı olmadığı, harf-i tarîf’in (el-ribâ) bütün ribâ çeşitlerini (istiğrak) kapsayabileceği görüşü.
Bu, cumhûr-u fukahânın Kur’an ve Sünnet nasslarını birlikte ele alarak ulaştığı temel hükümdür. |
| 3. İcma’ya Vurgu | Dört mezhep imamının da dahil olduğu büyük müctehidlerden hiç kimsenin, borç sözleşmesinde belirlenen tehir faizinin (nesîe ribâsı) helal olduğunu söylemediğini vurgulaması.
Bu, icmâ’ (görüş birliği) kuvvetinde bir delil teşkil eder. |
| 4. Zarar/Fayda Kriteri | Haram kılınan bir fiilin (faiz), “bazı faydaları var” veya “küçük tasarrufu korur” gibi ferdî menfaat gerekçeleriyle helal kılınamayacağı. Bu, İslam hukukunun seddü’z-zerâi (kötülüğe giden yolları tıkama) ilkesi ve hükümlerin genel kaidelere bağlılığı prensibine uygundur (İçki örneği isabetlidir). |[1]
| 5. Faiz ve Ortaklık Ayırımı | Faizli kredinin, kar-zarar ortaklığı (Müşâreke/Mudârebe) hükümlerine göre kar payı sayılamayacağı. İslam’da şirketin temel şartı hem kâra hem de zarara iştiraktir. Önceden belirlenmiş fazlalık (faiz) ise sadece sermaye sahibine karı garanti eder ve zararı paylaşmaz; bu, fıkhen kesin olarak faizdir. |
Makalenin Tartışmaya Açık Hususları
| Madde | Açıklama |
|—|—|
| 1. Girişteki Hoca Eleştirisi (Hissilik) | Yazarın, faiz konusunda kafa karıştıranları “Cahil, liyakatsız, menfaatinin kulu olmuş” gibi sert ifadelerle sınıflandırması, hakaret veya hissi tepki olarak algılanabilir.
Fıkıh usulü açısından bir hükmün ispatı için kişilerin vasıflarını bu şekilde ön plana çıkarmak yerine, doğrudan deliller ve argümanlar üzerinden eleştiriye odaklanmak daha akademik ve usulüne uygun olurdu.
Bu bölüm, makalenin akademik/fıkhi kısmından ziyade girişindeki sosyolojik/moral tepkisini yansıtır. |
| 2. Geçiş Dönemi ve Zaruret Bahsi |
“Geçiş döneminin de kendine mahsus zaruret hükümleri vardır” ifadesi, genel hükmün haram olduğu ilkesini korumakla birlikte, uygulamada modern faizli sisteme karşı bir geçici taviz kapısı aralayabilir. İslam hukukunda zaruret hükümleri çok dar ve kişiye özeldir. Sistemsel zarureti meşrulaştırmamak adına bu bahsin daha titiz ve sınırları çizilmiş bir şekilde ele alınması gerekirdi. (Ancak yazar, Müslümanların vazifesinin sistemi değiştirmek olduğunu belirterek bu kapıyı hemen kapatmaya çalışmıştır.) |
III. Hayrettin Karaman’ın Daha Önceki Faiz Görüşleri ve Tenkit Edilen Hususlar
Hayrettin Karaman, Türkiye’deki İslami finans ve faiz tartışmalarında uzun yıllardır önde gelen bir figürdür. Faizle ilgili genel çizgisi hep faizin mutlak haram olduğu yönünde olmuştur. Ancak, özellikle 1990’lı yıllarda ve sonrasında Türkiye ekonomisinin faizli sistem üzerine kurulu olması sebebiyle, zaruret ve ihtiyaç kavramları üzerinden bazı konulara açıklık getirmek durumunda kalmıştır.
Özet Görüşleri
* Faizin Haramlığı: Klasik fıkıh görüşüne sıkı sıkıya bağlı kalarak, faizin (hem nesîe hem fadl) Kitap ve Sünnet ile kesin ve mutlak olarak haram kılındığını savunur.
* Zaruret ve İhtiyaç: Faizin haram olmasına rağmen, modern ekonomik sistemin dayatması karşısında bireysel ve kurumsal bazı zorunluluk durumlarını (zaruret) ele almıştır.
* Zorunlu Bankacılık İşlemleri: Özellikle maaş, emeklilik, fatura ödemeleri gibi kaçınılması mümkün olmayan zorunlu bankacılık işlemlerini, bu işlemlerden faiz geliri elde edilmediği sürece zaruret kapsamında caiz görmüştür.
* Konut Kredisi (Tartışmalı): Türkiye’deki yüksek enflasyon ve faizsiz konut ediniminin zorluğu gibi sosyo-ekonomik şartlar nedeniyle, ilk kez ev alacak ve başka imkânı olmayan alt/orta gelir grubundaki kişiler için konut kredisini zaruret/ihtiyaç-ı âmme kapsamında, “büyük günahlardan sayılan ribâ” kapsamının dışında tutmaya meyilli olan, ihtiyatlı ve tartışmalı yorumları olmuştur.
Tenkit Edilen Hususlar
Karaman’ın faizle ilgili görüşleri (özellikle konut kredisi bağlamında), genel olarak “Mutlak haram” çizgisini korusa da, uygulamadaki kolaylaştırıcı yaklaşımları nedeniyle tenkit edilmiştir:
* Zaruret Sınırının Genişletilmesi: Tenkitlerin ana odağı, İslam hukukunda zaruretin “can, mal ve namusu koruma” gibi hayati tehlikelerle sınırlı olmasına rağmen, Karaman’ın “konut edinme” gibi ihtiyaç-ı âmmeyi (genel ihtiyacı) zaruret kavramına yaklaştırarak faize bir “kapı araladığı” yönündedir.
* Görüş Ayrılığı ve Fetvada İhtiyat: Mutlak haram bir konuda, toplumun geneline hitap eden bir fetvada zaruret sınırlarının bu kadar genişletilmesinin, faizli işlemlerin normalleşmesine ve haram hassasiyetinin kaybolmasına yol açabileceği eleştirisi yapılmıştır. Fıkıhta “zaruret” çok ihtiyatlı kullanılmalı, “harama ruhsat” kapısı olmamalıdır.
* Sistemle Mücadeleyi Geciktirme: Karaman’ın kendi makalesinde de belirttiği gibi, zaruret sistemden kaynaklanıyorsa çözüm sistemi değiştirmektir. Bazı tenkitler, bu tür fetvaların faizsiz bir ekonomik sistemi kurma mücadelesini zayıflattığını öne sürmüştür.
Sayın Hayrettin Karaman Hoca daha önce 2007 yılında yine Yeni Şafak gazetesindeki yazısında faiz ile ilgili biraz kapıyı aralama hissi veren yazısında hatta bazı ilahiyatçılar onun münferit içtihadina istinaden delil getirmeleri genelde münakaşayı başlatmış oldu.[1]
Aslında kendisi bazı farklı çıkışlarını ve kendisine yapılan tenkid ve reddiyeleri göz önüne alıp, bunlara bir açıklık getirmesi gerekir.[2]
Google’da; Hayrettin Karaman’ın tutarsızlıkları, aramasında epey tenkid yazıları bulunuyor.
Acaba kendileri ne kadar rahatlar?
Ve belliki kendisine özellikle faiz konusunda ferdi birazda hissi verdiği fetvadan dolayı epey tenkid gelmiş ve de hocayı iyice kızdırmış olacaklar ki, yine Yeni Şafak gazetesinde 29.09.2025 tarihli yazısını yine hissi, birilerine kızarak açıklama ihtiyacı duymuş.[3]
Belliki bu durum ve tenkidler daha hocanın yakasını pek bırakacak gibi görünmüyor.
Bende hocanın isabetli olan ve olmayan noktalarını ve görüşlerini araştırıp tesbit ettim.
Ancak değişen bir şey var mı, diye baktığımda şu tesbiti ve Sonuç kısmı isabetli ve düşündürücü oldu;
• “Geçiş dönemi vurgusu: “Geçiş döneminin zaruret hükümleri” ifadesi kapı aralık bırakıyor; bu, bazı okuyucularca “faize geçici ruhsat” gibi anlaşılabilir. Oysa klasik fıkıhta bu, çok dar bir çerçevede geçerli.”
Diğer tesbit ve görüşleri takdirinize sunuyorum;
1. “Ribâ” kelimesinin kök manası ve anlamları
• Kökü: “ر ب و / ر ب ا” (r-b-w / r-b-a).
• Lügat manaları: artmak, çoğalmak, yükselmek, fazlalaşmak, şişmek.
• Terim anlamı: karşılıksız fazlalık. Borç veya alışveriş muamelesinde taraflardan birinin haksız fazlalık elde etmesi.
• Kullanım çeşitleri:
• Ribâ’n-nesîe: Vade karşılığı fazlalık (klasik tefecilik).
• Ribâ’l-fadl: Aynı cins malların değişiminde fazlalık.
• Ribâ’l-câhiliyye: Borcun vadesi gelince “ya öde, ya ekle” denilerek katlanan faiz.[4]
• Faiz-ribâ ayırımını reddetmesi: Kur’an ve sünnetin faiz yasağını tek bir bütün halinde değerlendirmesi doğru bir yaklaşımdır.
• Katlı ribâya indirgeme eleştirisi: Faizin sadece “kat kat artırılan tefecilik” olmadığını, ilk sözleşmede belirlenen fazlalığın da haram olduğunu belirtmesi isabetlidir.
• İbn Abbas’ın görüşünü bağlamına oturtması: Onun “peşin olanda faiz yoktur” ictihadının sadece sarf (döviz, altın bozdurma) işlemlerine dair olduğunu vurgulaması yerindedir.
• Hz. Ömer’in sözüne yaklaşımı: Ömer (r.a.)’in, “faiz ayeti son nazil oldu, açıklaması tam yapılmadı” sözünden yola çıkıp faizi meşrulaştırmadığını, bilakis şüpheli şeyleri bile yasakladığını belirtmesi doğru bir noktadır.
• Mezhep icmasına vurgu: Dört mezhep imamı ve müctehidlerin hiçbirinin modern bankacılık faizini caiz görmediğini ifade etmesi ehli sünnet çizgisidir.
• Zaruret yaklaşımı: Sistemi faiz üzerine bina etmenin zaruret sayılamayacağı, Müslümanların faizsiz sistem kurma çabası göstermesi gerektiği görüşü, klasik fıkıhtaki “zaruret-ruhsat” mantığıyla uyumludur.
Tartışmalı veya eksik yönleri
• Girişteki üslup: Hocaları üç sınıfa ayırıp “cahil, liyakatsız, menfaatçi” gibi sert ifadeler kullanması hissî bir üslup; akademik objektifliği zayıflatıyor. Bu, haklı tenkitlerini gölgede bırakabiliyor.
• Modern bankacılık boyutu: Faizli kredileri kâr payına benzetmeyi reddetmesi doğru olmakla beraber, İslam ekonomisinin günümüz şartlarına uygun alternatif modellerini somut olarak ortaya koymaması eleştirilebilir.
• Geçiş dönemi vurgusu: “Geçiş döneminin zaruret hükümleri” ifadesi kapı aralık bırakıyor; bu, bazı okuyucularca “faize geçici ruhsat” gibi anlaşılabilir. Oysa klasik fıkıhta bu, çok dar bir çerçevede geçerli.
3. Hayrettin Karaman’ın daha önceki faizle ilgili görüşlerinin özeti
• Genel yaklaşımı: Karaman hoca uzun yıllardır “faiz her çeşidiyle haramdır” görüşünü savunur.
• Farklılıklar / Tenkit edilen noktalar:
• Geçiş dönemi söylemi: Modern ekonomide Müslümanların tamamen faizden uzak durmalarının çok zor olduğunu, bunun için bir “geçiş dönemi zaruretleri” olabileceğini söylemiştir. Bu, bazı çevrelerce “faize ruhsat” gibi yorumlanmış ve çok eleştirilmiştir.
• Katılım bankaları konusunda: Faizsiz bankacılığı desteklemiş, ancak bu kurumların işleyişinde “gerçekte faizle benzerlik taşıdığı” yönünde yoğun eleştiriler almıştır.[5]
• Dar anlamda ribâ yorumlarına karşı çıkışı: “Faiz sadece tefecilik değildir” demesi isabetli olmakla beraber, bazı eleştirmenler ona “Batı bankacılığını reddederken alternatif model geliştirmede yetersiz kaldı” eleştirisini yöneltmiştir.
4. Sonuç
• Karaman hocanın yazısında faizin Kur’an ve sünnetteki şümulünü daraltmaya çalışan yorumlara karşı getirdiği deliller büyük oranda ehli sünnet çizgisiyle uyumlu ve isabetlidir.
• Ancak üslup, geçiş dönemi zaruretleri ve uygulama modellerine dair açıklamaları zayıf bulunmuş, bu yüzden geçmişte de eleştirilmiştir.
*******
1. Taberî (Câmi‘u’l-Beyân)
• Ribâ tanımı: Cahiliye Araplarının “borcun vadesi geldiğinde, ödemeye gücü yetmeyenlere süre verip fazlalık eklemeleri” (ribâ’n-nesîe).
• Kapsam: Ribâ sadece kat kat artırılan tefecilik değil, ilk baştan kararlaştırılan her türlü fazlalıktır.
• Delil: “Allah alışverişi helal, ribâyı haram kıldı” (Bakara 275). Alışveriş ve ribâ arasındaki fark: alışverişte karşılıklılık var, ribâda haksızlık ve tek taraflı kazanç var.
2. Fahreddin Râzî (Mefâtîhu’l-Gayb)
• Ribânın hikmeti: Faiz, insanların mallarını sebepsiz yere birbirlerinin ellerinden almak demektir. Bu, zulümdür.
• Çeşitler: Ribâ’l-fadl (mal-mal mübadelesinde fazlalık) ve ribâ’n-nesîe (vade karşılığı fazlalık).
• Yorum: Bazı sahabelerin “ribâ sadece katlı ribâdır” görüşünü zikreder, ancak cumhurun görüşü olan “ribânın her türlüsünün haramlığı”nı tercih eder.
• Gerekçe: Faizin küçük-büyük, az-çok farkı yoktur. Hepsi haramdır.
3. İbn Kesîr (Tefsîru’l-Kur’ân)
• Ayeti açıklaması: Ribâ âyetlerini açıkça tefecilikle birlikte, her türlü fazlalığa teşmil eder.
• Sahabe görüşleri:
• İbn Abbas’ın “ribâ ancak nesîedir” sözünü aktarır, fakat diğer sahabe ve icmanın “faizin her türlüsünün haram olduğu” görüşünü öne çıkarır.
• Hadis delili: “Altını altınla, gümüşü gümüşle, misliyle ve peşin” hadisi → ribâ’l-fadlın da haram olduğuna delildir.
4. Elmalılı Hamdi Yazır (Hak Dini Kur’an Dili)
• Üslubu: Ribâ konusunda çok geniş açıklamalar yapar.
• Ana vurguları:
• Faiz, toplumsal adaleti ve üretimi bozan bir sömürü aracıdır.
• Hem ferdî (bireysel borç) hem de sistemik (ekonomik düzen) yönü vardır.
• Faiz yasağını “katlı ribâ”ya indirgemek doğru değildir.
• Özel tespiti: “Bugün faizi zaruret diye kabul edenler, İslam’ın faizsiz alternatif düzenini kurmaya çalışmalıdır. Zaruret, asla daimi kural haline getirilemez.”
5. Mukayeseli Özet
• Klasik müfessirler: Ribâyı yalnızca tefeciliğe indirgemez, her tür fazlalığı kapsar (ehli sünnet görüşü budur).
• İbn Abbas rivayeti: Bazı tefsirlerde zikredilse de icmaya muhalif olduğu için tercih edilmez.
• Elmalılı: Modern çağa uygun olarak “faizsiz ekonomi kurma sorumluluğu” üzerinde durur.
• Karaman’ın paralelliği: Karaman da aynı şekilde faizi daraltma çabalarını reddeder; Elmalılı gibi “zaruret geçicidir” der.
• Farkı: Karaman modern sistem içindeki “geçiş dönemi” vurgusuyla tenkit edilmiş, Elmalılı ise daha katı bir tavırla “zaruret asla sistemleştirilmez” diyerek çizgiyi net koymuştur.
*****
Mukayeseli Tablo: Faiz / Ribâ Görüşleri
Konu Karaman’ın Görüşü
Klasik Müfessirler (Taberî, Râzî, İbn Kesîr, Elmalılı)
Faiz-Ribâ ayrımı
“Kur’an’daki ribâ ile sünnetteki ribâ farklı değildir, ikisi de aynı hükme tabidir.”
Aynı görüş: Kitap ve sünnet bir bütündür. Ribâ sadece Kur’an’daki katlı tefecilik değildir, bütün fazlalıkları kapsar.
“Kat kat ribâ”ya indirgeme
Faizi sadece tefecilikle sınırlamak yanlış. İlk sözleşmede kararlaştırılan fazlalık da haramdır.Taberî, Râzî, İbn Kesîr ve Elmalılı da aynı: ribâ sadece katlı ribâ değil, her tür fazlalıktır.
İbn Abbas’ın görüşü:
Onun “peşin olanda ribâ yoktur” sözü, sadece sarf muamelesi içindir; vadeli borçlarla ilgisi yoktur.
Aynı: Müfessirler bu sözü aktarır ama cumhurun görüşü olan “her tür ribâ haramdır”ı tercih eder.
Hz. Ömer’in sözü:
“Ayeti anlayamadık” demesi, faizi helal saymak için değildir. Bilakis şüphelileri bile haram kabul etmişlerdir.
Aynı yaklaşım: Ömer (r.a.)’in sözü, faizi hafifletme değil, ihtiyatlı olma yönünde anlaşılır.
Mezhep görüşleri:
Dört mezhep imamı dahil hiçbir müctehid modern faizi caiz görmemiştir.
İcma görüşü: Ribânın bütün çeşitleri haramdır, hiçbir mezhep “banka faizi helaldir” dememiştir.
Zaruret meselesi
Zaruret varsa bazı geçici ruhsatlar olabilir ama asıl görev faizsiz sistemi kurmaktır.
Elmalılı: Zaruret bireysel ve geçici olabilir, ama sistemin temeline zaruret oturtulamaz.
Aynı görüş fakat Elmalılı daha katı.
Üslup:
Yazıda hocaları üçe ayırıp sert ifadeler kullanıyor. Bu hissî bir yaklaşım.Klasik müfessirler daha serinkanlı, doğrudan ayet-hadis üzerinden açıklama yapar.
Modern boyut:
Faizsiz bankacılığı destekler, fakat “geçiş dönemi” söylemi kapı aralık bırakıyor.
Elmalılı: Alternatif sistem kurma görevi Müslümanlara aittir; zaruret kalıcı hale getirilemez. Daha net çizgi.
Sonuç
• Karaman’ın güçlü tarafı:
Klasik müfessirlerle aynı çizgide olarak, faizi daraltma ve tefecilikle sınırlandırma yorumlarını reddediyor.
• Zayıf tarafı: “Geçiş dönemi” söylemi, klasik ulemaya göre daha yumuşak ve belirsiz kalıyor; bu yüzden tenkit ediliyor.
• Klasik müfessirlerin tavrı: Hem ayet hem hadisleri bütün ribâ türlerine teşmil ediyorlar ve “zaruret”i bireysel, dar alanlarda sınırlı tutuyorlar.[6]
*****
📌 Ehl-i Sünnet’in Faiz (Ribâ) Hakkındaki Kesin Ölçüleri
• Faizin her çeşidi haramdır.
• Kur’an (Bakara 275-279, Âl-i İmrân 130, Nisa 161, Rum 39) ve sünnet ribâyı kesin şekilde yasaklamıştır.
• Azı da çoğu da haramdır. (Hadis: “Faizin yetmiş üç kapısı vardır, en hafifi kişinin annesiyle zina etmesi gibidir.” – İbn Mâce,Hakim, Müstedrek, 2/43).
• Ribâ sadece katlı ribâ değildir.
• İlk sözleşmede kararlaştırılan fazlalık da ribâdır.
• Ribâ’n-nesîe (vade karşılığı fazlalık) ve ribâ’l-fadl (aynı cinsten malların fazlalıklı mübadelesi) haramdır.
• Kitap ve sünnet beraber alınır.
• Sünnet, Kur’an’ı açıklayıcıdır.
• Ribâ ayetleri Hz. Peygamber’in (sav) hadisleriyle tafsil edilmiştir.
• Mezhep icması:
• Dört mezhep imamı da dâhil olmak üzere, büyük müctehidlerin tamamı faizin her türlüsünü haram kabul etmiştir.
• İcma ile sabittir.
• İbn Abbas’ın görüşü istisnadır.
• Onun “ribâ yalnız nesîedir” sözü, sahabenin çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
• Cumhur, faizin her çeşidini haram kabul etmiştir.
• Zaruret (darûra) hükmü:
• Bireysel ve geçici durumlarda olabilir (mesela aç kalan kişinin haram yiyecekten hayatını kurtaracak kadar yemesi).
• Sistemik ve kalıcı hale getirilemez.
• Zaruret genel düzeni değil, şahsî halleri kapsar. Ve hayati bir durum söz konusu olmalıdır.
• Helal alternatif vardır:
• İslam ortaklık sistemleri: mudârebe, müşâreke, murâbaha vb.
• Kâr payı caizdir; ancak önceden garanti edilen faizli getiri değildir.
📊 Mukayese
Ölçü
Klasik Müfessirler
Hayrettin Karaman
Faizin her çeşidi haramdır
Kesin şekilde vurgularlar.
Aynı görüşte.
Katlı ribâ indirgemesi
Reddederler.
Reddeder.
Kitap ve sünnet bütünlüğü
Ayetleri hadislerle tafsil ederler.Sünneti açıklayıcı kabul eder, ayırım yapmaz.
Mezhep icması
Dört mezhep ittifakla faizi haram sayar.
Aynı görüşte, icmaya vurgu yapar.
İbn Abbas’ın görüşü
Çoğunluk kabul etmez, istisna olduğunu belirtirler.
Aynı şekilde istisna kabul eder.
Zaruret
Bireysel, geçici olabilir; sistemleştirilmez.
Aynı fikirde, ama “geçiş dönemi” söylemi biraz daha yumuşak.
Helal alternatif
Mudârebe, müşâreke vb. üzerinde dururlar.Faizsiz bankacılığı destekler ama uygulamalar tartışmalı görülür.
Üslup
İlmi, sakin, delile dayalı.Yazısında daha sert, hissî eleştiriler var.
✅ Netice:
• Karaman hoca, temel esaslarda ehli sünnet çizgisiyle uyumludur.
• Ancak “geçiş dönemi zaruretleri” ve üslup konularında klasik müfessirlerden ayrışır.
• Ehl-i Sünnet ölçüsüne göre asıl eksiklik: faizin sadece haramlığını anlatmak değil, alternatif sistemin inşasına dair net çözümler ortaya koymaktır.
Gazze ve Küresel Vicdanın Uyanışı: Bir Turnusol Kâğıdı
”Gazze’de olanlar kelimenin tam anlamıyla soykırımdır.” Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro’nun New York’ta yankılanan bu sözleri, bir coğrafyanın derin acısının küresel vicdanda nasıl bir yankı bulduğunun en çarpıcı ifadesidir. Zira Gazze, bugün sadece bir savaş alanı değil, aynı zamanda dünyanın siyasi ahlakının ve insani değerlerinin test edildiği bir turnusol kâğıdıdır.
Tarihi Tekerrür ve “Canavarın” Durdurulması Gerekliliği
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle, “Canavarın durdurulmasının şart olduğu” bir döneme tanıklık ediyoruz. Tarih, bu tür vahşetlerin sadece bir bölgenin meselesi olarak kalmadığını, sessiz kalınan her zulmün er ya da geç tüm insanlığa sıçrayan bir yangına dönüştüğünü defalarca göstermiştir.
Gazze’de yaşananlar, sadece Filistinlilerin değil, tüm uluslararası hukukun, adalet mekanizmalarının ve insan hakları söylemlerinin de enkazıdır. Birleşmiş Milletler’de dahi “boş koltuklara seslenmek zorunda kalan” katil olarak nitelendirilen bir liderin eylemleri, mevcut küresel sistemin çaresizliğini gözler önüne sermektedir. Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “İsrail haydut aktör haline geldi, silah sevkiyatları durdurulmalı” çıkışı, bu çaresizliğin uluslararası arenadaki yüksek perdeden itirazıdır. Bu açıdan, Gazze’nin yeniden inşası gibi uzun vadeli hedeflerden önce, önceliğin acil ateşkesin sağlanması olduğu vurgusu, siyasetin en temel insani sorumluluğunu işaret etmektedir.
İnsanlığın “Sumud Filosu” ve Direnişin Çığlığı
Gazze’ye uygulanan ablukanın kırılması için yola çıkan Küresel Sumud Filosu, sadece bir insani yardım girişimi değil, aynı zamanda küresel uyanışın ve sivil itaatsizliğin sembolüdür. Ankara’da her akşam nöbet tutan gönüllülerin “Kamp sandalyesini al, gel!” çağrısı, vicdanı uyanık bireylerin tepkisinin ne denli tabana yayıldığını göstermektedir.
Bu umut yolculuğuna karşı İsrail’in, Yunanistan ve Rum Yönetimi ile kirli bir ittifak kurarak Girit açıklarında saldırı düzenlemesi, zulmün coğrafi sınır tanımadığını ve sivil inisiyatif karşısında dahi devlet terörüne başvurulduğunu ortaya koymaktadır. Ancak, Türk SİHA’larının filoyu gözetlediği haberleri, devletler düzeyinde dahi olsa insani yardımın ve barış çabasının yalnız bırakılmayacağına dair bir umut ışığı yakmaktadır.
Siyasi Kutuplaşma ve Vicdanın İmtihanı
Gazze krizi, Türkiye iç siyasetinde de bir turnusol kâğıdı faaliyeti görmüştür. Farklı siyasi partilerin Filistin mitinginde bir araya gelmesi, bu konunun siyasi rekabetin üstünde bir “Gündem buluşması” olabileceğini göstermiştir. Ancak bu birliktelik çabasına rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Filistin’e verdiği desteğin eleştirilmesi ve “Erdoğan düşmanlığının” zulme ortak olmaya sevk etmesi eleştirileri, ne yazık ki ulusal vicdanın dahi siyasi taraftarlık gölgesinde kaldığına dair çarpıcı bir ibret sunmaktadır.
Filistin meselesinde taraf olmak, sadece siyasi bir tercih değil, ahlaki bir duruştur. Zulme rıza göstermek, bizzat zulmün kendisidir. Bu nedenle, kimin kimi övdüğüne ya da eleştirdiğine bakmaksızın, zulme karşı net bir duruş sergilenmesi elzemdir.
Trump’ın Planı: Çözüm mü, Çıkmaz mı?
ABD siyasetinin sahneye sürdüğü, Hamas’ın silah bırakması ve Gazze’nin uluslararası bir Arap askeri gücü tarafından yönetilmesini öngören 21 maddelik ateşkes planı, bölgenin geleceği için kritik bir dönüm noktası olarak sunulmaktadır. Ancak bu plan, Filistinlilere ait topraklarda “yaşayan ve yaşanan bir devlet” kurulması hedefine ne kadar hizmet edeceği konusunda derin şüpheler barındırmaktadır.
Planın en önemli koşulunun Hamas’ın silah bırakması olması, direnişi bitirmeden barışı dayatmayı amaçladığı izlenimi vermektedir.
Kolombiya Cumhurbaşkanı Petro’nun “Artık bir ordu kurmanın zamanı geldi!” çağrısı, bu tür dayatmacı çözümlere karşı bölgedeki meşru direnişin son bulmayacağının bir yansımasıdır. Zira Hizbullah Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım’ın da belirttiği gibi, mücadele, bölgeyi hedef alan “Büyük İsrail” projesine karşı verilen bir varoluş savaşıdır.
Mesele silah bırakılması degil,İsrail’in güvenilir olmayışı ve ne yapacağının belirsizliği ve ihanetidir.
Küresel Antisemitizm ve Yükselen Nefret
Öte yandan, İsrail’in eylemlerine karşı yükselen haklı tepkilerin, küresel antisemitizm dalgasına dönüşme durumu da mevcuttur. Siyonist lobisi ADL’nin CEO’sunun 1960’tan bu yana ilk kez genç neslin yaşlılardan daha antisemitik olma eğilimine dikkat çekmesi, Gazze’deki vahşetin sadece bölgeyi değil, tüm dünyadaki Yahudi topluluklarını da hedef alan bir nefret sarmalını tetiklediğini göstermektedir.
Bu ibretlik durum, vicdanın sadece Filistin için değil, evrensel olarak insanlık için uyanık kalması gerektiğini gösterir.
Sonuç: Cihad ve Umut
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Rabbim bizlere cihadı emrediyor” sözü, bu açıdan sadece askeri bir mücadeleyi değil, topyekûn bir hak ve adalet mücadelesini ifade etmektedir. Gazze’de yaşananlar, tüm dünyada vicdanlı insanlardan yükselen tepki ve çığlıklarla umut aşılamaktadır.
Bu tarihi dönemeçte, tüm aktörlerin ve bireylerin sadece Gazze’nin acısını değil, kendi duruşlarını, siyasi körlüklerini ve ahlaki sorumluluklarını da sorgulamaları gerekmektedir. Zira tarih, zalimlerin hesaplarını değil, mazlumların ve onlara destek olanların imanını ve direncini yazacaktır. Gazze, bugün, tüm insanlık için bir uyanış ve yeniden hizalanma çağrısıdır.
Tarih, yalnızca rakamlardan ibaret bir kronoloji değildir. Her yıl, insanlığın kaderine yön veren gizli ve açık hesapların, hayallerin ve hüsranların aynasıdır.
2013 yılı da böylesi kırılma anlarının merkezine kazınmış bir tarihtir. Hem Türkiye’de, hem Mısır’da, hem de İran’da aynı elin farklı yüzleriyle yürüttüğü satranç hamleleri sahneye konulmuştur.
Mısır’da halk iradesiyle iş başına gelen Mursî, daha bir yıl dolmadan darbeyle alaşağı edildi. Kardeş kanı akıtıldı, meydanlar tanklarla ezildi.
İran’da perde gerisinde huzursuzluk büyütüldü, siyasî fay hatları titretildi. Ve sıra Türkiye’ye geldi.
Türkiye’de ise 50 yıldır özenle beslenen, “gün gelir kullanırız” diye saklanan beslemeler devreye sokuldu. Sokaklarda masumane başlayan hareketlerin içine zehir serpildi. Oyun, tıpkı Mısır’daki gibi bir “kışla senaryosu” ile nihayete erdirilmek istendi. Fakat olmadı. Çünkü bu toprakların kaderine zincir vurmaya çalışan eller, unuttu:
Milletin hafızasında Çanakkale’nin, İstanbul’un işgal günlerinin izleri hâlâ canlıydı.
2013’te başaramadıkları oyunu, 15 Temmuz gecesi kanlı bir darbe teşebbüsüyle tekrar sahneye koydular. Bu kez bütün kozlarını masaya sürdüler. Tankları, uçakları, hainleri ve yılların emeğini. Fakat millet, imanıyla ve irfanıyla meydanlara döküldü. Onlar 50 yıllık planlarını bir gecede çöpe atarken, bu millet asırlık bir destanı yeniden yazdı.
İşte ondandır ki; İsrail’in kudurmuşluğu, Amerika’nın sinsice kalkan oluşu bundandır. Çünkü içten yıkamadıklarını gördüler. Çözemedikleri bağı koparmak için çevreyi ateşe verdiler: Gazze’yi, Suriye’yi, Irak’ı. Çemberi daraltıp içeriden teslim almak için sınırları kan gölüne çevirdiler.
Ama unuttukları bir hakikat var:
Bu millet ne zaman köşeye sıkıştırılsa, tarihin derinliklerinden bir ruh dirilir. Yüz yıllık planlar devrede olsa da, Allah’ın takdiri karşısında tüm hesaplar bozulmaya mahkûmdur.
Bugün olanlar tesadüf değil, ibretliktir. Dün Çanakkale’yi geçemeyenler, bugün de 15 Temmuz’da yenilmişlerdir. Dün Sevr’i dayatanlar, bugün farklı maskelerle aynı emeli güdenlerdir. Fakat değişmeyen bir hakikat var:
“Hesapların en hayırlısını yapan Allah’tır.”
Ve bu topraklar, bin yıldır olduğu gibi, yine imanla, sabırla, direnişle yeni bir dirilişin kapısında durmaktadır.
Tarih boyunca zulüm, insanlığın en acı imtihanı olmuştur. Bugün ise bu imtihanın adı Gazzedir. Küçücük bir toprak parçası, milyonlarca insanın kanıyla, gözyaşıyla ve duasıyla bütün dünyanın aynasına dönüşmüştür. Artık kimse tarafsız kalamamaktadır. Tarafsızlık, zulme ortaklıktır.
Soykırımın İlanı
Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, Times Meydanı’nda yaptığı “Gazze’de olanlar kelimenin tam anlamıyla soykırımdır” çıkışıyla aslında tarihe bir not düştü. Bu, bir devlet başkanının kendi ülkesinin menfaatlerini aşarak, insanlığın namusu adına attığı bir çığlıktır. Fakat bu çığlık, Batı’nın sessizliği ve bazı ülkelerin aleni desteğiyle gölgelenmektedir. Zulme göz yummak, zalimin yanında saf tutmaktır.
Küresel Uyanış ve Sumud Filosu
Ankara’da, Trabzon’da, dünyanın farklı meydanlarında insanlar Gazze için ayakta. Küresel Sumud Filosu denizleri aşarak yalnızca yiyecek ve ilaç taşımıyor; aynı zamanda insanlığın vicdanını taşıyor. Gönüllülerin duaları, “Kamp sandalyesini al, gel!” çağrısı, aslında tarihe düşülen yeni bir direniş destanıdır. Türkiye’nin hava unsurlarının bu filoyu gözetmesi, devletin ve milletin kalbinin aynı yerde attığını gösteriyor.
Erdoğan’ın Sözleri ve Tarihin Şahitliği
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Canavarın durdurulması şart oldu” ifadesi, yalnızca bir siyasi tavır değil, tarihi bir uyarıdır. Zira zulüm karşısında susmak, zulmün devamına hizmet etmektir. Bugün Erdoğan’ın, Gazze meselesinde bedenini taşın altına koyması, aslında tarihe verilecek bir cevaptır: “Biz zalimin değil, mazlumun yanındayız.”
Turnusol Kâğıdı: Kim Nerede Duruyor?
Gazze meselesi, kimlerin gerçekten insanlık, adalet ve vicdandan yana olduğunu ortaya koymaktadır. Kimileri Filistin için meydanlara inerken, kimileri kör bir muhalefet uğruna zulme göz yummaktadır. Bir kısım kalemler, Erdoğan düşmanlığı uğruna, zulme sessiz kalmayı tercih etmektedir. Hâlbuki zulme rıza zulümdür, küfre rıza küfürdür.
Tarihten Ders: Zulüm Payidar Olamaz
Firavun’un sarayından Nemrut’un tahtına, Hitler’in tanklarından günümüz işgalcilerine kadar tarihin ortak hükmü şudur: Zulüm payidar olamaz. Her zalim, kendi kurduğu tuzağın içinde boğulmuştur. Gazze’de yaşananlar, bugün için acı, kan ve gözyaşı olsa da, yarın için bir dirilişin tohumu olacaktır. Çünkü Allah’ın vaadi açıktır:
“Zalimlerin sonu hüsrandır.”
Sonuç: İnsanlığın İmtihanı
Bugün Gazze’de akan kan, aslında insanlığın kalbine damlıyor. Herkes safını belirliyor: Mazlumun yanında mı, zalimin yanında mı? Bu mesele, yalnızca Filistinlilerin değil; Türklerin, Arapların, Latin Amerikalıların, hatta vicdanı olan her insanın meselesidir.
Ve unutulmamalıdır:
“Zalimlerin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır.”