İnsan ruhu, dünyadaki en ince işleyen mekanizmalardan biridir. Sevinçle beslenir, merhametle büyür; ama aynı zamanda haset ve kin gibi duygularla zehirlenebilir. Bu iki duygu, görünmez birer ateş ve sinsi bir kanser hücresi gibi ruhu, aklı ve hayatı tüketir.
Haset: İçten Yanan Sessiz Ateş
Haset, başkasının mutluluğunu, başarısını ve nimetini kıskanmakla başlar. İlk bakışta küçük gibi görünür, ama kalpte kök saldığı anda:
İnsan, başkasının sevincini çekemez, kendi mutluluğu azalır.
İlişkiler zehirlenir; güven duygusu kaybolur.
İç huzur kaybolur, sürekli kıyas ve tatminsizlik hissi oluşur.
Haset, kalbin fütursuz bir ateşi gibidir; eğer söndürülmezse, ruhu, aklı ve fiilleri sarar.
Haset, yalnızca başkasına değil, sahibine de zarar verir. Kıskançlık ve göz kıskacında olan kişi, kendi hayatını çekilmez kılar.
Kin: Kanser Gibi Yavaş ve Sinsi
Kin, bir kişinin geçmişte yaşadığı kırgınlık, haksızlık veya hınç duygusunu içten içe beslemesiyle ortaya çıkar. Kin, tıpkı vücutta sessizce yayılan bir kanser gibi:
Zamanla ruhun her köşesine işler, düşünceleri kirletir.
İlişkileri bozarken, toplumsal bağları da zedeler.
Sağlık üzerinde olumsuz etkiler yapar; stres, kaygı ve sinir hastalıklarını tetikler.
Kin besleyen kişi, öfke ve nefretle yaşamaya alışır. Oysa affetmek ve bırakmak, ruhu tedavi eden bir ilaç gibidir.
Sosyal ve Ahlaki Boyut
Haset ve kin, yalnız bireyi değil toplumu da etkiler:
İş yerinde, ailede, dostluklarda güveni zedeler.
Toplumsal huzuru bozar; fitne ve çekişmeler doğurur.
İnsanın adalet ve merhamet duygusunu törpüler.
Bu duyguların hakim olduğu toplumlar, kısa vadede güçlenmiş gibi görünse de uzun vadede çözülmeye mahkûmdur.
Çözüm Yolları ve Hikmetli Yaklaşım
Farkındalık: Haset ve kin hissettiğini kabul etmek, ilk adımdır.
Şükür: Başkasının başarısını değil, kendi nimetlerini görmek ruhu temizler.
Affetmek: Kin ve kırgınlık, affetmeyle yok olur. Bu hem ruhu hem toplumu iyileştirir.
Olumlu yönleri takdir etmek: Başkalarının başarılarını övmek, haseti azaltır.
İç muhasebe: Duyguların kaynağını tesbit etmek, çözüm yollarını belirler.
Hikmetli Sonuç
Haset ve kin, insan ruhunun en sinsi düşmanlarıdır. Onlar söndürülmez veya durdurulmazsa, kişi kendi hayatında huzur ve mutluluğu kaybeder. Ama bilinçle, şükürle ve affetmeyle; kalp temizlenir, zihin açılır ve hayat bir ibret ve hikmet yolculuğuna dönüşür.
> Kalbin ateşi ne kadar erken söndürülürse, ruh o kadar ferah olur; ne kadar geç söndürülürse, hayat o kadar sıkıntı ve felaketle dolar.
Haset ve kin, yalnız başkasına değil, sahibine de zarar verir. Onlardan kurtulmak, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.
ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 2 –
ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Ortadoğu Stratejisi: PKK Üzerinden Bir İkinci İsrail Projesi
Ortadoğu coğrafyası, modern uluslararası ilişkilerin en tartışmalı alanlarından biridir. Stratejik enerji kaynakları, jeopolitik geçiş yolları ve tarihî-dinî mirasıyla bölge, yüz yıldır küresel güçlerin sürekli müdahalesine sahne olmuştur. Bu müdahalelerin en önemli boyutlarından biri, etnik ve mezhebsel fay hatlarını kullanarak bölgeyi parçalama stratejisidir. Kürt meselesi ve PKK üzerinden şekillenen süreç, bu açıdan ele alınması gereken bir dosyadır.
Bu makalede, ABD ve İngiltere’nin tarihî entrikaları, İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali ve PKK’nın elli yıllık serüveni üzerinden “ikinci bir İsrail” projesi akademik bir perspektifle incelenecektir.
Tarihî Arka Plan: Sykes-Picot ve Bölgenin Paylaşımı
1916 Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun fiilen parçalanma planıdır. İngiltere ve Fransa arasında imzalanan bu gizli anlaşma ile bölge, etnik ve mezhebsel fay hatları gözetilerek taksim edilmiştir (Fromkin, 1989). Kürtler için öngörülen bağımsızlık ihtimali, özellikle 1920 Sevr Antlaşması’nda daha net biçimde yer bulmuştur. Ancak 1923 Lozan Antlaşması ile bu ihtimal ortadan kaldırılmıştır.
Bununla birlikte, Batı’nın Kürt kartını ileride yeniden kullanmak üzere bir kenara koyduğu bilinmektedir. İngiltere’nin 1920’lerde Irak’ta Kürt aşiretlerini destekleyerek Ankara’ya baskı kurmaya çalışması, bu stratejinin ilk uygulamaları arasında sayılabilir.
PKK’nın Kuruluşu ve Uluslararası Destek
PKK, 1978’de Marksist-Leninist ideoloji ile kurulmuş, 1984’te silahlı mücadeleye başlamıştır. Soğuk Savaş döneminde Suriye, SSCB ve çeşitli Avrupa ülkelerinden lojistik destek almış; 1990’lardan itibaren ise ABD ve Avrupa’nın denetiminde bir aparat hâline gelmiştir (Çandar, 2012).
Özellikle 2011 sonrası Suriye iç savaşında ABD’nin PYD/YPG’ye 50 binden fazla TIR silah göndermesi (Pentagon raporlarına yansıyan bilgiler), Washington’un “DEAŞ’la mücadele” bahanesi altında bölgeyi yeniden dizayn etme stratejisinin somut göstergesidir.
İsrail’in Arz-ı Mev’ud Projesi ve Kürt Kartı
İsrail’in ideolojik zemini, Tevrat’ta geçen “Arz-ı Mev’ud” (Vaadedilmiş Topraklar) doktrinidir. Bu doktrine göre Nil’den Fırat’a kadar uzanan geniş bir coğrafya İsrail’in kontrolü altında olmalıdır (Herzl, 1896).
Bu hedef doğrultusunda, İsrail’in çevresindeki devletlerin parçalanması, etnik/mezhepsel mikro-devletçiklerin ortaya çıkarılması bir stratejik önceliktir. İsrail, 1960’lardan itibaren Irak Kürtleriyle yakın ilişkilere girmiş, 1990’larda Barzani ve Talabani hareketlerine destek vermiştir (Gunter, 2011). Bugün PYD/YPG ile kurulan temas da bu stratejinin devamıdır.
Dolayısıyla “ikinci bir İsrail” benzetmesi, sadece sembolik değil; İsrail’in bölgedeki güvenlik paradigması açısından stratejik bir tanımlamadır.
ABD’nin Çelişkili Söylemleri ve İki Yüzlülük Politikası
ABD’nin Suriye elçisi Tom Barak’ın “PKK’sız bir Suriye devleti” açıklamasından kısa süre sonra geri adım atması, Washington’un klasik ikili oyununu göstermektedir. ABD, bir yandan Türkiye’yi “NATO müttefiki” olarak tanımlarken diğer yandan PKK’nın Suriye kolunu desteklemektedir.
ABD’nin Irak işgali (2003), Arap Baharı süreci (2011) ve Suriye iç savaşı politikaları, bölgeyi istikrarsızlaştırmakta; bu istikrarsızlık üzerinden kendi askeri varlığını meşrulaştırmaktadır. Böylece “enerji koridorları” ve “güvenlik kuşakları” adı altında, aslında İsrail’in stratejik çıkarları korunmaktadır.
PKK’nın Silah Bırakma Tartışmaları
Son yıllarda PKK’nın “silah bırakabileceği” yönünde tartışmalar gündeme gelmiştir. Ancak bunun üç temel ihtimali vardır:
PKK, taşeron olduğunun farkına varıp geri adım atabilir.
Sahada güç kaybetmesi sebebiyle mecburi bir süreç yaşanabilir.
Daha önceki örneklerde olduğu gibi, bu süreç Batılı istihbaratlar tarafından manipüle edilerek “kontrollü bir oyun” hâline getirilebilir.
Türkiye’nin Stratejik Duruşu
Türkiye’nin 2016’dan itibaren başlattığı sınır ötesi operasyonlar (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı), ABD’nin kurmak istediği terör koridorunu büyük ölçüde bozmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kılıç kınından çıkarsa kaleme yer kalmayacak” ifadesi, Türkiye’nin artık diplomasi ile sahadaki mücadeleyi birlikte yürütme kararlılığını ortaya koymaktadır.
Sonuç
Ortadoğu’da elli yıllık PKK terörü, aslında yüz yıllık Batı planının güncellenmiş bir parçasıdır. İngiltere’nin sömürgeci mirası, ABD’nin emperyalist müdahaleleri ve İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali, aynı eksende birleşmiştir.
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı mesele, sadece bir terör örgütü değil; küresel güçlerin bölgeyi yeniden dizayn etme girişimidir. Dolayısıyla mücadele, askerî olduğu kadar siyasî, diplomatik ve ideolojik boyutlarıyla da sürdürülmelidir.
📌 Son tesbit: Ortadoğu’nun geleceği, Batılı güçlerin masa başında çizdiği haritalarla değil; bölge halklarının uyanışı ve İslam dünyasının birlik iradesiyle yeniden şekillenecektir.
Konu: Esmâ-i İlâhiyyenin Sonsuz Tecellileri ve İnsanın Ebediyet İhtiyacı
Aziz kardeşlerim,
Hamd, sayısız isimleriyle bütün kâinatı kuşatan, her varlıkta farklı tecellileriyle kendini tanıtan, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, bütün isimlerin en güzel şekilde onda tecelli ettiği Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üzerine olsun.
Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı:
Rabbimiz buyuruyor ki:
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A‘râf, 180)
“Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr, 24)
Cemaat-i Müslimin,
Cenâb-ı Hak, isimlerini tanıtmak için kâinatı yaratmıştır. Güneş bize Nur ismini gösterir, denizler ve yağmurlar Rahmet ismini gösterir, kalplerimizdeki muhabbet Vedûd ismini yansıtır. Her varlık bir ayna gibidir; kabiliyeti ölçüsünde Rabbini gösterir.
Varlıkların Esmâya Mazhariyeti:
Bir çiçeğe bakıyoruz, onun güzelliğinde Latîf ismini okuyoruz.
Bir arıya bakıyoruz, onun balında Rezzâk ismini görüyoruz.
Bir dağa bakıyoruz, onun heybetinde Azîm ismini seyrediyoruz.
Böylece kâinatın her zerresi, bize Allah’ın farklı bir ismini tanıtır.
İnsan: Bütün İsimlere Ayna
Aziz müminler,
İnsanın şerefi buradadır: Rabbimiz buyuruyor ki:
“Andolsun biz Âdemoğlunu şerefli kıldık.” (İsrâ, 70)
İnsanın aklı, kalbi, ruhu ve bütün duyguları Allah’ın isimlerine birer ayna olacak şekilde yaratılmıştır. Onun için insan, bütün varlıkların fevkinde bir kıymete sahiptir.
Ama dikkat edelim: Bu kabiliyet dünyada sınırlı kalamaz. İnsanın sonsuz merakı, sevgisi ve arzuları vardır. Bu yüzden insan ebed için yaratılmıştır.
Ebediyet İhtiyacı:
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)
“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
Evet, kardeşlerim! Fânî bir ömür, bu kabiliyeti tatmin etmez. İnsanın ruhu ebediyet ister, çünkü Rabbimiz Bâkî’dir. O’na bakan insan da baki bir hayat ister.
Hikmet ve İbret:
Her varlık bir anahtar gibidir, Allah’ın bir ismine kapı açar.
Her insan ayrı bir âlemdir, ayrı bir tecelliye mazhardır.
İnsan ise bütün isimlere ayna olabilecek bir mahiyette yaratılmıştır.
O halde, dünyada kalıcı değiliz; ebed için hazırlanıyoruz.
Sonuç ve Dua:
Aziz müminler,
Bu dünyada bize düşen, Rabbimizin isimlerini tanımak, onları zikretmek, hayatımızda tecelli ettirmektir. Unutmayalım ki:
“Bâki olan yalnızca Zât-ı Celîl-i Zülcemâl’dir.” (Kasas, 88)
Rabbim bizleri, Esmâ-i Hüsnâ’sını bilen, onlarla yaşayan, cennette o isimlerin daha parlak tecellilerini seyreden kullarından eylesin. Âmin.
Muhterem Müslümanlar!
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A‘râf, 180)
“Yerde ve göklerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr, 24)
Kardeşlerim,
Cenâb-ı Hak, Esmâ-i Hüsnâ’sı ile bütün kâinatta tecelli etmektedir. Güneşte Nur ismini, denizde Rahmet ismini, kalpte Vedûd ismini okumaktayız. Her varlık kabiliyeti nisbetinde Rabbimizin isimlerine bir ayna olmaktadır.
Aziz Cemaat!
İnsanın şerefi ise, bütün isimlere mazhar olacak bir istidatta yaratılmasıdır. Rabbimiz buyuruyor:
“Andolsun biz Âdemoğlunu şerefli kıldık.” (İsrâ, 70)
İnsanın aklı, kalbi ve ruhu, Esmâ-i Hüsnâ’nın farklı tecellilerini yansıtır. Bu yüzden insan ebediyete namzet kılınmıştır. Çünkü fânî bir dünya, insandaki sınırsız arzu ve kabiliyeti tatmin edemez.
Rabbimiz şöyle buyurur:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)
“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
Kardeşlerim!
Her varlık bir anahtar gibidir, Allah’ın bir ismine kapı açar. İnsan ise bütün isimlere ayna olacak bir mahiyettedir. Bu sebeple dünya hayatı geçicidir, asıl hayat ahirettir. Rabbimizin isimlerini tanıyan, onları zikreden, hayatına tatbik eden kullar, ebedî saadete kavuşacaktır.
“Size küçük bir iyilik, bir nimet ulaşsa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 120)
Tarih boyunca İslam dünyası, kendi içinden çıkan önderleriyle ayağa kalktığında Batı’nın uykuları kaçmış, kendi tayin ettikleri liderler eliyle kontrol altına alınmak istenmiştir. Bu, bazen açık işgallerle, bazen darbelerle, bazen de içten yerleştirilen piyonlarla olmuştur.
Tarihî Arka Plan
Haçlı seferlerinden bu yana Batı, İslam dünyasının direncini kırmak için sadece ordularla değil, zihinlerle de mücadele etmiştir. Osmanlı’nın çöküşü, petrolün keşfi ve modern sömürge düzeni, bu mücadelenin yeni bir safhasını başlatmıştır. Artık işgal doğrudan toprakla değil, liderler üzerinden yapılmaya başlanmıştır.
İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevî, Batı’nın çıkarları için ülkesini adeta açık pazar hâline getirdi. İsteklerini yerine getirmeyince, Humeynî ile değiştirildi.
Irak’ta Saddam, Batı’nın taşeronu olarak sahneye çıktı; kullanılacağı kadar kullanıldı, zamanı dolunca idam sehpasına gönderildi.
Libya’da Kaddafi, Batı ile pazarlık ederken dengeyi bozdu; sonucu kanlı bir linç oldu.
Filistin’de Arafat, bir gün el üstünde tutuldu, diğer gün yalnız bırakıldı.
Her seferinde aynı oyun sahnelendi: Kullan – yıprat – değiştir.
İbretli Ders
Burada ibret alınacak nokta şudur: Batı hiçbir zaman İslam dünyasında gerçek bağımsızlığı ve halk iradesini istememiştir. Çünkü Müslüman coğrafya; petrolün, doğal gazın, stratejik yolların ve genç nüfusun merkezidir. Buraları kendi haline bırakmak, Batı’nın gözünde “intihar” demektir.
Sosyal ve Siyasî Yön
Liderler Batı’ya bağımlı hâle getirildiğinde, halkın sesi kısılır. Böylece Müslüman toplumlar, kendi değerlerinden uzaklaştırılır, yozlaşma ve umutsuzluk hâkim olur. Batı için önemli olan, halkın refahı değil, kendi çıkarlarının devamıdır. Ne adalet, ne demokrasi, ne insan hakları… Bütün bu kavramlar, birer maskeden ibarettir.
Ahlâkî ve Akılcı Değerlendirme
Hakikatte Batı’nın uyguladığı bu strateji, ahlâkî olarak büyük bir ikiyüzlülüktür. Kendi ülkelerinde özgürlükten bahsedenler, İslam coğrafyasında baskıcı liderleri desteklemişlerdir. “Demokrasi” dedikleri şey, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece geçerlidir.
Akıl ve hikmetle bakıldığında; suç sadece Batı’da değildir. İslam dünyasının kendi içinden çıkan yöneticiler, emaneti ehline vermemiş, kendi halkına yabancılaşmış, koltuklarını korumak için dış güçlere teslim olmuşlardır. Böylece ümmetin bağımsızlık umudu defalarca hüsrana uğramıştır.
İbret ve Hikmet
Batı’nın oyunları bellidir: Böl, zayıflat, yönet.
Müslüman halkların gafleti acıdır: İtaat yerine itiraz gerektiğinde susmak.
Liderlerin zaafı açıktır: Kendi menfaatini ümmetin menfaatinin önüne koymak.
Çıkış Yolu
Tarihî ve sosyal şartlar bize şunu öğretiyor: Kurtuluş, Batı’ya yaslanmakta değil, kendi değerlerimize dönmekte, ümmetin birlik ve kardeşliğinde saklıdır.
Rabbimiz buyuruyor:
“Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplumu değiştirmez.” (Ra’d, 11)
O hâlde çözüm; ilim, ahlak, adalet ve ümmet bilinciyle yeniden ayağa kalkmaktır. Çünkü Batı’nın piyonları gelip geçici, fakat İslam’ın hakikati bakidir.
Sonuç
İslam dünyası, tarih boyunca defalarca aynı oyuna gelmiştir. Bugün bize düşen, ibret almak, aklımızı ve kalbimizi birlikte kullanmaktır. Çünkü Allah’ın vaadi açıktır:
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda yekvücut olarak kenetlenmiş bir bina gibi savaşanları sever.” (Saff, 4)
O hâlde, çözüm dışarıda değil; kendi içimizde, imanımızda, kardeşliğimizde ve adaletimizdedir.
“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, NEV-İ BEŞERİN DAHİ BİR SABAHI, BİR BAHARI OLACAK İNŞAALLAH.” sözü, bizlere umut ve yeniden doğuşun evrensel bir yasasını hatırlatır. Doğanın döngüsü, sadece mevsimlerin veya günün değişimini değil, aynı zamanda insanlığın yaşadığı zorlukların ve karanlık dönemlerin de geçici olduğunu simgeler.
Tarih, insanlık için sıkıntılı dönemlerle doludur: savaşlar, felaketler, hastalıklar… Ancak her kışın ardından gelen bahar gibi, insanlık da her zorluktan sonra yeni bir başlangıca uyanmıştır. Bu başlangıç, sadece fiziksel bir yeniden doğuş değil, aynı zamanda manevi bir yükseliştir. İnsanlık, bu çetin sınavlardan dersler çıkararak, daha güçlü ve daha bilinçli bir hale gelmiştir. Bu nedenle, içinde bulunduğumuz karanlıklar ne kadar derin olursa olsun, insanlığın da bir sabahı ve baharı mutlaka gelecektir. Bu inanç, bizlere zor zamanlarda ayakta durma gücü verir.
Kâinatın Anahtarı: Kudret ve İrade
“Ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır.” sözü, acizliğimizin farkına varıp ilahi kudrete teslim olmanın önemini anlatır. Hayatımız boyunca pek çok zorlukla, aşılmaz gibi görünen engellerle karşılaşırız. Bu anlarda, kendi gücümüzün ve irademizin sınırlarını hissederiz. Tam da bu noktada, kapalı kapıları açacak tek kudretin Allah’a ait olduğu gerçeği ortaya çıkar.
İnsanlık tarihi, bu gerçeğin sayısız örneğiyle doludur. Peygamberlerin mucizeleri, zorlu savaşlarda gelen beklenmedik yardımlar veya kişisel hayatımızdaki umutsuz durumlarda aniden ortaya çıkan çözümler… Tüm bunlar, ilahi kudret ve iradenin tecellisidir. Bu inanç, bizlere, en zor anlarda bile umutsuzluğa kapılmamayı ve Allah’a tevekkül etmeyi öğretir. Zira her kapalı kapı, doğru anahtarla açılmayı bekler; o anahtar da Allah’ın kudretindedir.
Varoluşun Gayesi: İman ve Kulluk
“Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât Sûresi, 51:56) ayeti ve açıklaması, varoluşumuzun temel amacını en net şekilde ortaya koyar. İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir. Hayatının bir anlamı ve yüksek bir gayesi vardır: Yaratıcısını tanımak ve O’na ibadet etmek.
İnsanın fıtratında, sonsuzluğa olan bir arzu ve kemale ulaşma isteği vardır. Bu istek, fıtratın gereğidir. Oysa bu dünyadaki maddi zevkler ve başarılar, geçicidir. Ayette belirtildiği gibi, insanın ebedi yaşama olan arzusunun anahtarı, iman ve marifetullahtır (Allah’ı bilmek ve tanımak). Bu yüce gayenin dışında kalan her şey, insanlık için değersizdir. Çünkü insanı gerçek manada tatmin edecek olan, ancak sonsuz bir varlığa yönelmek ve O’nunla bağ kurmaktır.
Ölümden Sonraki Hayat: Hakiki Kurtuluş
“Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.” sözü, ölümü bir yok oluş değil, bir kurtuluş ve özgürleşme olarak tasvir eder. İnsan bedeni, ruhu için bir kafes gibidir. Bu dünya ise, geçici sıkıntılarla ve tehlikelerle dolu bir hapishanedir. Ölüm, bu hapisten kurtuluştur ve ruhun sonsuzluğa, geniş bir sahraya çıkışıdır.
Ayrıca, “Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istîab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.” ifadesi, ölümün varlığının, insanlık için bir rahmet olduğunu anlatır. Eğer ölüm olmasaydı, dünya nüfusu taşıyamaz ve kaynaklar tükenirdi. Bu durum, insanlık için büyük bir perişanlığa sebep olurdu. Ölüm, hem bireysel hem de toplumsal bir denge unsurudur.
Son olarak, “Gözünü açıyorsun ‘Doğdu’ diyorlar… Gözünü kapıyorsun ‘Öldü’ diyorlar… Bu ‘Göz Kırpış’a ‘Ömür’ diyorlar” sözü, hayatın bir göz açıp kapama kadar kısa olduğunu ve asıl olanın, bu kısacık süreyi anlamlı kılmak olduğunu özetler.
Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı manevi metinden yola çıkarak varoluşun temel sorularına cevap aramaktadır. İlk olarak, tabiatın döngüsü üzerinden karanlıkların ardından mutlaka bir aydınlık geleceği anlatılır ve bu inancın insanlığa umut aşıladığı belirtilir. İkinci olarak, karşılaşılan zorlukların ancak ilahi kudretle aşılabileceği ve Allah’a tevekkülün kapalı kapıları açacağı fikri işlenir. Üçüncü kısım, ayet-i kerime ile insanın yaratılış gayesinin Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek olduğu gerçeğine odaklanır.
Son olarak, ölümün bir yok oluş değil, ruhun beden hapishanesinden kurtuluşu olduğu ve aynı zamanda dünyanın düzenini sağlayan ilahi bir rahmet olduğu anlatılır.
Makale, hayatın geçiciliğini, varoluşun amacını ve ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu anlatarak manevi bir bütünlük sunar.
“Dünya, öldükten sonra ahiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, ahiretten bir menzil yapacaktır.” sözü, bizlere hayatın geçiciliğini ve ölümden sonraki sonsuz yaşamın varlığını hatırlatır. Dünya, sonu olan bir misafirhanedir. Her insan bu handan geçerken ardında izler bırakır. İyilikle, güzellikle süslenmiş bir dünya hayatı, ahiret menziline doğru atılan en sağlam adımdır.
İnsanlık tarihi, sürekli bir yıkım ve yeniden inşa döngüsü üzerine kuruludur. Şehirler yıkılır, medeniyetler yok olur; ancak her yıkımın ardından, daha güzel, daha mükemmel bir yapı kurulur. Bu, ilahi bir sanattır. Sanatçı, eserini her zaman daha mükemmel bir şekilde yeniden oluşturur. Dünya da ilahi sanatın bir eseridir. Bugün sahip olduğumuz her şey, bir gün yok olacaktır; ancak bu yok oluş, daha büyük ve sonsuz bir varlığa, ahirete bir geçişin habercisidir. Ahiret, bu geçici dünyanın tüm sıkıntılarından, kusurlarından arındırılmış, sonsuz bir huzur ve güzellik yurdudur.
Kulluk ve İbadetin İki Yüzü
“Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîmine ilticâkârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer.” sözleri, ibadetin sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi bilinen (müsbet) eylemlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda hastalık ve musibetler karşısında gösterilen sabır ve teslimiyetin (menfi) de en halis ibadetlerden olduğunu anlatır.
İnsan, zayıf ve aciz bir varlıktır.
Hastalık ve musibetler, bu acziyeti en derinden hissettiği anlardır. Bu anlarda, insan tüm gücünü ve kontrolünü kaybeder. İşte bu noktada, kişi Rabbine yönelir, O’na yalvarır. Bu yöneliş, riyadan uzak, samimi bir kulluktur. Çünkü musibetin ortasında Allah’a sığınmaktan başka çaresi kalmamıştır. Her saatini büyük bir sabırla geçiren musibetzede, her zorluğa şükürle karşılık veren kişi, bu sabrın ve şükrün karşılığında saatlerini günlere bedel bir ibadetle doldurur. Hastalıklar, musibetler, aslında bizlere gizlenmiş bir lütuftur ve birer ibadet fırsatıdır.
Yaratılışın Gayesi: Kulluk
“Aslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet (kulluk) olduğu anlaşıldığı gibi…” sözleri, yaratılıştaki amaç ve gayeyi gözler önüne serer. Her varlık, kendisindeki özelliklere göre belirli bir amaca hizmet eder. Aslan, avlanmak ve parçalamak için; kavun ise tadı ve kokusuyla insanlara lezzet sunmak için yaratılmıştır.
Bu örnekler, insanın yaratılış amacını anlamamız için birer anahtardır. İnsanın sahip olduğu akıl, vicdan, merhamet ve ilim gibi yetenekler, onun sadece dünyevi işlerle meşgul olmak için değil, daha büyük bir gaye için yaratıldığının işaretidir. İnsan, fıtratında bulunan bu yetenekleri kullanarak kendi vazifesi olan kulluk görevini yerine getirir. Bu görevi yerine getirirken, dünya ve ahiret dengesini kurar ve evrendeki yerini idrak eder.
İbret ve Musibetin Sırrı
“Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamıyan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa, hafif olur.” sözü, ahlaki çöküşün tehlikesini ve ibret alınması gereken bir durumu anlatır. Günah ve ahlaksızlık batağına saplanmış bir kişi, yalnız kalmak istemediği için, başkalarını da kendi durumuna çekmeye çalışır. Bu durum, musibetin yayılmasının getirdiği göreceli bir hafifleme hissinden kaynaklanır.
Ancak, bir musibet umumileştiğinde, yani herkesi etkilediğinde, bu durum hafiflemek yerine toplumsal bir felakete dönüşür. Bireysel hatalar, toplumsal yıkımları beraberinde getirir. Tarih boyunca, ahlaki yozlaşma ve günahların yaygınlaştığı toplumlar, ağır felaketlerle yüzleşmişlerdir. Bu, bizlere ibret alınacak bir derstir. Her bireyin kendi ahlaki duruşunu koruması ve iyiliği yayması, toplumun genel huzuru ve selameti için elzemdir.
Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı kaynaktan alınan hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın varoluş yolculuğunu, bu yolculukta karşılaştığı sınavları ve nihai amacını ele almaktadır.
Makale, dünyanın geçici bir misafirhane, ahiretin ise sonsuz bir menzil olduğunu, insanın bu yolda karşılaştığı hastalık ve musibetlerin en halis ibadetlerden biri olabileceğini anlatır.
Aslan ve kavun örneği üzerinden, her varlığın bir yaratılış gayesi olduğu gibi, insanın da fıtri vazifesinin kulluk olduğunu belirtir. Son olarak, günahın yayılmasının toplumsal bir musibet haline geleceği konusunda ibret verici bir uyarıda bulunur ve her bireyin kendi ahlaki duruşunu korumasının önemine değinir.
Makalenin bütünü, hayatın farklı yönlerini kapsayan, düşündürücü ve manevi bir bütünlük ihtiva etmektedir.
> “Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?”
>
Bu sözler, modern insanın en büyük ikilemlerinden birini, yani dünya meşgaleleri ile manevi hayat arasındaki çatışmayı gözler önüne seriyor. İnsan, genellikle hayatın koşturmacası içinde, geçim derdi ve dünyevi hevesler peşinde koşarken, namaz gibi temel ibadetlerini aksatabilir veya onlara yeterince odaklanamayabilir. Bediüzzaman, bu durumu sert bir soruyla sorgular: “Sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?” Bu soru, insana yaratılış gayesini ve bu dünyaya niçin geldiğini hatırlatır. İnsan, sadece bu kısa ömür için değil, sonsuz bir hayat için yaratılmıştır ve asıl yatırımı ahirete yapmalıdır. İbadetler, bu sonsuz hayatın sermayesidir.
Günahın Kalpteki Karanlığı ve Küfre Giden Yol
> “Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”
>
Bu ifadeler, günahın sadece basit bir hata olmadığını, aynı zamanda insanın manevi yapısını derinden etkileyen zehirli bir yara olduğunu anlatır. Tıpkı bir lekenin temiz bir bezi yavaşça kirletmesi gibi, işlenen her günah da kalbi karartır ve zamanla iman nurunu zedeler. Bediüzzaman, bu süreci “katılaştırmak” olarak tanımlar. Katılaşan bir kalp, artık Allah’ın ayetlerinden, nasihatlerden ve ibadetlerden lezzet alamaz hale gelir. En tehlikelisi ise, her bir günahın içinde gizli bir “küfre gidecek yol” barındırmasıdır. Bu, küçük görülen günahların bile zamanla kişiyi imandan uzaklaştırıp inkâra sürükleme potansiyelini taşır. Bu yüzden günahlar hafife alınmamalı, aksine her biri kalbi temiz tutma mücadelesinin bir parçası olarak görülmelidir.
Dünyevi Yaralar ve Ebedi Hayatın Tehdidi
> “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.”
>
Hazreti Eyyub’un (as) çileli hayatı, sabrın ve tevekkülün en büyük örneğidir. O’nun bedeni yaraları, bu kısa dünya hayatını tehdit ederken, Bediüzzaman bu durumu bir metafor olarak kullanarak, manevi yaralarımızın çok daha büyük bir tehlike arz ettiğini belirtir. Günahlar, manevi hastalıklar ve kalpteki kusurlar, tıpkı Hazreti Eyyub’un beden yaraları gibi ruhumuzu hasta eder. Ancak bu hastalık, sadece geçici olan dünya hayatımızı değil, sonsuz olan ahiret hayatımızı tehlikeye atar. Dünyevi hastalıklar bir gün biterken, manevi yaraların tedavisi ertelendiğinde, telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açabilir. Bu nedenle, kalbi ve ruhu temiz tutmak, ebedi mutluluğun anahtarıdır.
Cehennem Korkusu ve İbadet Gayreti
> “Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?”
>
Bu sözler, insan psikolojisindeki korku ve motivasyon mekanizmasını çok etkili bir şekilde kullanır. İnsan, dünyevi bir hapis cezasından kurtulmak için en zor işlere bile katlanabilirken, sonsuz bir hapis olan cehennemden kaçınmak için neden daha az gayret gösteriyor? Bediüzzaman, burada bir çelişkiye dikkat çeker. Dünyevi hapishanenin acısı ve süresi sınırlıyken, cehennemin azabı ve süresi sonsuzdur. Dolayısıyla, bu sonsuz azaptan kurtulmak için yapılması gereken ibadetler, dünyevi meşakkatlerle karşılaştırıldığında “en hafif ve latif hizmetler” olarak nitelendirilir. Bu, insana ibadetleri bir yük olarak değil, sonsuz bir kurtuluşun en kolay yolu olarak görmesi gerektiğini hatırlatır.
Kur’an’ın Kalplere Şifası
> “Kur’an kalblere kut ve gıdadır. Ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı kut’u artırır. Tekerrür etmekle daha me’luf ve me’nus olduğundan, lezzeti artar.”
>
Bu cümleler, Kur’an’ın insan hayatındaki temel rolünü açıklar. Kur’an, sadece bir dini metin değil, aynı zamanda kalplerin manevi gıdası ve ruhların şifasıdır. Tıpkı bedenin yaşamak için beslenmeye ihtiyacı olduğu gibi, kalbin de manevi olarak beslenmeye ihtiyacı vardır. Kur’an, bu ihtiyacı en iyi şekilde karşılar. Onun tekrar tekrar okunması, ezberlenmesi ve üzerinde düşünülmesi, yemeğin tekrar tekrar yenmesi gibi bıkkınlık vermez; aksine, onun manevi lezzetini ve faydasını artırır. Kur’an okuyarak, insan ruhu hastalıklardan arınır, kalp huzura kavuşur ve bu dünyadaki manevi zorluklara karşı direnci artar.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen metinler aracılığıyla, insanın manevi hayatına dair temel dersleri sunmaktadır.
İlk olarak, dünyevi meşgalelerle boğuşan nefsin ibadet füturunu sorgular ve insanın yaratılış amacını hatırlatır.
Ardından, günahın kalbi nasıl katılaştırıp imanı zedelediğini ve her bir günahın içinde gizli bir küfür yolunun bulunduğunu anlatır. Hazreti Eyyub’un (as) kıssasıyla, manevi yaraların dünyevi dertlerden çok daha tehlikeli olduğunu, çünkü ebedi hayatı tehdit ettiğini anlatır.
Cehennem korkusunun, dünyevi hapis korkusundan daha güçlü bir ibadet motivasyonu olması gerektiğini belirterek, insanın çelişkili tutumuna dikkat çeker. Son olarak, Kur’an’ın kalplere gıda ve ruhlara şifa olduğunu, tekrar tekrar okundukça manevi lezzetinin arttığını anlatarak, bu manevi yolculukta Kur’an’ın merkezi rolünü öne çıkarır.
Tüm bu konular, insanın bu kısa dünya hayatını, ebedi ahiret hayatına hazırlık için en verimli şekilde kullanması gerektiği ortak mesajını taşır.
> “Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fânî ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!”
>
İnsan, çoğu zaman içinde bulunduğu anın geçici olduğunu unutarak, geleceği ve ebedî hayatı göz ardı eder. Bediüzzaman bu sözleriyle, insana asıl hayatın bu dünya hayatı olmadığını, asıl ve sonsuz olanın ahiret hayatı olduğunu hatırlatır. Bu dünya, bir misafirhane gibidir; geçici ve fânidir. Ancak bu fani dünyada yaptığımız her iş, söylediğimiz her söz, attığımız her adım, sonsuz olan ahiret hayatımızdaki yerimizi belirler. O ahiret hayatında elde edilecek olan rahatlık ve lezzet, tamamen bu dünyadaki gayret ve çabalarımıza bağlıdır. Bu nedenle, insan “ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyanmalı” ve bu kısa ömrü en iyi şekilde değerlendirmelidir. Bu sözler, bizlere, gaflet uykusundan uyanıp ebedi hayata hazırlık yapmamız için bir çağrı niteliğindedir.
Fâniyi İstemeyen Kalbin Sesi
> “Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
>
Bu edebi ve hikmetli sözler, insanın varoluş çelişkilerini ve nihai arayışını dile getirir. İnsan, fani bir varlık olduğunu ve fani olan hiçbir şeyin kendisine gerçek bir mutluluk getiremeyeceğini derinden hisseder. Ne kadar güçlü, zengin veya başarılı olursa olsun, aciz olduğunu ve aciz olanın da kalıcı bir sığınak olamayacağını bilir. Kalbi, fâni olan dünyalıkları değil, sonsuz ve Bâki olanı arar. Bu arayış, insanın fıtratında vardır. Bir zerre kadar küçük ve değersiz olduğunu hissetse de, tüm kâinatı kuşatan sonsuz bir kudretin, yani “şems-i sermed”in ışığına ulaşmak ister. Bu sözler, insanın sadece maddi ihtiyaçları olan bir varlık olmadığını, asıl ihtiyacının manevi ve sonsuz bir kaynağa bağlanmak olduğunu anlatır.
Nefis Terbiyesi ve Ruhun Yücelişi
> “Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyn’dir.”
>
Bu derinlikli cümleler, bireysel ve toplumsal hayatın temel ilkelerini ortaya koyar. Hak yolunda yürümenin temel kuralı, birlik ve beraberlik, yani “ittifak”tır. Fazilet, dayanışmayla, yani “tesanüd”le pekişir. Birbirine yardım etme ve destek olma, yani “teavün” ise bir medeniyetin yükselişini sağlar. Dinin ana esası ise “uhuvvet” yani kardeşliktir. Bu ilkelerle birlikte, bireyin kendi içinde yaşaması gereken bir mücadele de vardır. O mücadele, “nefsi gemlemekle bağlamak” ve “ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmaktır.” Yani, insanın nefsani isteklerini kontrol altına alması, ruhunu ise ilim, irfan, ahlak ve manevi kemalatla beslemesi gerekir. Bu denge, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğun, yani “saadet-i dâreyn”in anahtarıdır.
Manevi Yaralar ve Ebedi Hayatın Tehdidi
> “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.”
>
Hazreti Eyyub’un (as) hayatı, sabrın ve tevekkülün eşsiz bir örneğidir. O’nun bedeni yaraları, bu fani dünya hayatını tehdit ederken, Bediüzzaman bu durumu bir metafor olarak kullanarak, manevi yaralarımızın çok daha büyük bir tehlike arz ettiğini anlatır. Günahlar, manevi hastalıklar ve kalpteki kusurlar, tıpkı Hazreti Eyyub’un bedeni yaraları gibi ruhumuzu hasta eder. Ancak bu hastalık, sadece geçici olan dünya hayatımızı değil, sonsuz olan ahiret hayatımızı tehlikeye atar. Dünyevi hastalıklar bir gün biterken, manevi yaraların tedavisi ertelendiğinde, telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açabilir. Bu nedenle, kalbi ve ruhu temiz tutmak, ebedi mutluluğun anahtarıdır.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan dört farklı metin üzerinden insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır.
İlk metin, insanı ölüm sekeratı gelmeden önce gafletten uyanmaya ve fani dünya hayatını ebedi hayat için bir hazırlık olarak kullanmaya davet eder.
İkinci metin, insanın fıtratındaki sonsuzluk arayışını ve fani olan yerine Bâki olanı isteme özlemini dile getirir.
Üçüncü metin, toplumsal hayatın temeli olan ittifak, tesanüd ve uhuvvet gibi ilkeleri açıklarken, bireysel olarak nefsi gemlemenin ve ruhu yüceltmenin saadet-i dâreyn için şart olduğunu belirtir.
Son olarak, Hazreti Eyyub’un (as) kıssasıyla, manevi yaraların dünyevi dertlerden çok daha tehlikeli olduğunu ve ebedi hayatı tehdit ettiğini anlatır.
Tüm bu metinler, insanın dünya hayatındaki amacının sadece maddi bir varlık olarak yaşamak değil, ruhunu ve kalbini terbiye ederek sonsuz saadete ulaşmak olduğu ortak mesajını taşır.
Bu konuyu Taha Akyol’un bir yazısına atfen açıklama ihtiyacından dolayı bir tahlil konusudur.[1]
Bu yazilar şunu dusunduruyor;
Bir Din mütehassısı olmayıp bir araştırmacı tarafından yazılıyor olsada şu soruyu akla getiriyor;
Acaba bu kişiler kendileri için bir çıkış yolumu arıyorlar, daha iyi yaşamak için?
Yoksa bir şeyleri yıkıp önünü açmak için mi?
Bu da bir sulandırmaya kadar gidebilir.
Ancak hakikati arama amaçlı her türlü araştırma kıymetlidir.
Yazıda anlatılanlara gelince;
Evvela Diyanetin hayatın gerçeğine dokunmayı siyaset saymak, adeta dokunulanlara, rahatsız olmuş azınlıklara rüşvet mahiyetinde pirim vermektir.
Dini hayatın dışında tutmaktır.
Yüz yıllık laiklik tartışmalarının tekrar başına dönerek, dini devletten ve devlet işlerindeki sorumluluğu hatırlatacak görevinden alıkoymaktır.
Bir de Kur’anı Kerimin Muhkem hükümleri zamanın değişimine göre değişmez.
Tıpkı o zaman kadın süje değil obje yani eşya sanıldığından o hükmün verildiğini, bugün değişebileceğini söylemek; hem dinin evrenselliğini anlamamak ve hem de bir çok tahribata ve tahrifata kapı açmaktır.
Mesela, bir felsefeci arkadaş sıcak günlere gelen orucu serin günlere alsak olmaz mı? diyerek, keyfi uygulamaların kapısını açmakla kalmayıp, kırmaya çalısmak demektir.
Dini yaşamaktan ziyade kaçamak yol aramaktır.
Bunu iddia eden kişinin de dinde hassas olmamasıdır.
Zaten din kolaylaştırıcı hükümlerini belirtmiştir.[2]
İçtihat edilecek konularda ise belli şartlar söz konusudur.[3]
* Ve yine; “Kur’an-ı Kerim, Müslüman erkeklerin Yahudi ve Hristiyan kadınlarla evlenmesine izin vermiş ama Hz. Ömer yasaklamıştı…” sözü ise;
Burada Hz. Ömer’in yasakladığı muhkem bir hüküm değil, ruhsat ve tercih edilen bir husustur.
(Bakara, 221,Maide, 5)
*Ve yine Kadının mirasta üçte bir almasının hikmetine gelince;
Kadın çalışıyor ve kazanıyor olsa da erkek yönetici ve idareci pozisyonundadır.
“Erkekler kadınlar üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın insanların bir kısmını diğerlerinden üstün yaratması ve bir de erkeklerin, kendi mallarından mehir ve evin geçimi gibi harcama yükümlülüklerinin olmasıdır. Şu halde sâliha kadınlar itaatkârdırlar. Allah’ın, onların kocaları üzerindeki haklarını korumasına karşılık, hanımlar da kocalarının bulunmadığı zamanlarda ve kimsenin görmeyeceği yerlerde namuslarını, onların mallarını ve çocuklarını korurlar. Dikbaşlılık ve serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; öncelikle bunlara nasihat edin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, bu da sonuç vermezse onları dövün. Size itaat ederlerse artık onlara haksızlık etmek için herhangi bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.” Nisa.34.
Ayetin hükmü umumi iken, zamanımızda çalışan kadın sayı ve durumu nisbidir.
Genel hüküm ifade etmemektedir.
Aslında konu hep dönüp dolaşıp, uçağından yakınından islamda reform konusuna geliyor.
Zaten İslam tecdit ve içtihat faaliyetleriyle hariçten müdahale edip tahrib etmeyi değil, kendi içinde yenilenmeyi getiriyor.
Mesele, dini insanlara göre uydurmak değil, insanları dine uygun hale getirmektir.
Buda dıştan müdahale ile olmaz. Tıpkı vücudun gelişimine içten değil de, dıştan müdahale etmek gibi.
Tahrib eder, cildi yırtar.[4]
“Muhâkemesiz medeniyet, Kur’ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan; ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur. İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur’âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir.”[5]
*******
Batı medeniyetinin “kadına haksızlık yapılıyor” diye itiraz ettiği miras meselesi, aslında hikmet ve adalet açısından incelendiğinde, Kur’ân’ın fıtrat ve toplumsal düzeni gözeten mükemmel bir ölçü koyduğunu gösterir.
Kur’ân’da Miras ile İlgili Temel Ayetler
Nisâ Sûresi, 4/11
> “Allah size evlâtlarınız hakkında erkeğe, iki kız payı kadar (vermenizi) tavsiye eder…”
Nisâ Sûresi, 4/12
> “Eğer çocukları yoksa, (geriye kalan malın) yarısı eşinedir. Eğer çocukları varsa, (mirasın) sekizde biri eşinindir…”
Nisâ Sûresi, 4/176
> “…Eğer kardeşler (mirasta) ortaklarsa, erkeğe, iki kız payı kadar vardır. Allah size (hükümlerini) açıklıyor ki, sapmayasınız…”
Bu ayetlerde, kadın ve erkeğin mirastaki payları farklı durumlara göre düzenlenmiş, özellikle kız evlat ile erkek evlat arasında “erkeğe iki, kıza bir” prensibi temel alınmıştır.
Ehl-i Sünnet’in Fıkhî Değerlendirmesi
a) Erkeğin Sorumlulukları
İslam hukukunda erkek, nafaka sorumlusudur:
Eşinin yeme, içme, barınma, giyim ve diğer zarurî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür.
Anne-babasına bakmakla da mükelleftir (imkânı varsa).
Kız kardeşi evlenmemişse, onun da himayesini üstlenmek durumundadır.
b) Kadının Mirası
Kadın:
Aldığı mirası, nafaka veya geçim yükümlülüğü olmadan sadece kendi mülkü olarak korur.
Kocası bile onun malını kullanmaya mecbur değildir.
İsterse harcar, isterse saklar, isterse tasadduk eder.
c) Adaletin Hikmeti
İşte bu noktada, adalet ile eşitlik arasındaki fark ortaya çıkar:
Batı medeniyetinin tenkidi “eşitlik” merkezli iken, Kur’ân’ın ölçüsü adalet merkezlidir.
Erkek “iki pay” alır ama bunun bir payını başkalarına (eşi, çocukları, bakmakla yükümlü olduğu kimselere) sarf eder.
Kadın “bir pay” alır ama o maldan hiç kimseye bakmak zorunda değildir.
Dolayısıyla fiilî hayatta kadın ile erkek eşitlenmiş olur, hatta bazı durumlarda kadın daha avantajlıdır.
Risale-i Nur’un İfade Ettiği Hikmet
Alıntıladığınız bölümde Bediüzzaman tam da bunu açıklıyor:
Kadın babasından yarım pay alır → eksik kalan kısmı kocası tamamlar.
Erkek babasından iki pay alır → bir payını zaten eşine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcar.
Böylece kız kardeş ile erkek kardeş fiilen eşitlenmiş olur.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
> “İşte, adâlet-i Kur’âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir.”
Uygulamadaki Sonuçlar
Kadınların himaye altında olması: Tarihte İslam toplumlarında kadınlar hiçbir dönemde malî açıdan yalnız bırakılmamıştır.
Kadının malı güvence altında: Ne koca, ne baba, ne erkek kardeş; hiç kimse onun malına müdahale edemez.
Toplumsal denge: Erkek, malî yükümlülükleri sebebiyle “fazla pay” ile teçhiz edilmiştir; bu da aile düzenini korumak içindir.
Sonuç ve Özet
Kur’ân’da miras payları mutlak eşitlik değil, adalet ölçüsü üzerine kurulmuştur.
Kadının “yarım pay alması” aslında haksızlık değil, yükümlülüklerden muafiyetinin karşılığıdır.
Ehl-i Sünnet’in bütün fıkıh mezhepleri (Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî) bu hikmeti teyit eder.
Modern dünyada “eşitlik” adına yapılan eleştiriler, nafaka ve sorumluluk yükünü dikkate almadığı için yüzeyseldir.
Osmanlı’nın son döneminde Sultan II. Abdülhamid, ümmetin birliğini korumaya çalışırken en çok kendi içinden gelen darbelerle yıkıldı. Batı’nın gözünde “engellenmesi gereken bir adamdı”, içeride ise “istibdatçı” diye yaftalandı. Onu devirmek için kimler yan yana gelmedi ki! Birbirine benzemez fikirler, düşmanlıklarına rağmen aynı masada buluştu: “Yeter ki gitsin, sonrası tufan olsa da önemli değil.”
Bugün aradan yüz yıl geçti ama zihniyet değişmedi. Aynı sözler, aynı körlük, aynı nankörlük… Tek fark: Hedefteki isim değişti. Dün Abdülhamid vardı, bugün Erdoğan.
Körlük ve Nankörlük
İbret alınmadığı için aynı hatalar tekrar ediyor. Dün Abdülhamid’i devirenler, sonrasında Osmanlı’nın yıkılışına göz yumdu. Ülke paramparça oldu, ümmet sahipsiz kaldı. “Sonrasını düşünmeyen” bu kısır zihniyet, bugün de aynı şekilde hareket ediyor:
Proje yok.
Alternatif yok.
Çözüm yok.
Tek slogan: “Gitsin.”
Ya gözlerini kapatmış bir körlük, ya da nimetleri inkâr eden bir nankörlük…
Sosyal ve Siyasî Yön
En hazin tarafı şudur: Dün de bugün de, inançsız görünenlerle inançlı görünenler aynı noktada buluşabiliyor. Zıt fikirler, farklı ideolojiler, hatta şaibeli geçmişler bir yana bırakılıyor, tek hedefte birleşiliyor: “Bu gitsin.”
Böylece aynı kanalizasyonda buluşan bu zihniyet, Türkiye’de değişmeyen hastalığın da özünü gösteriyor. Çünkü bu zihniyetin ne milletin geleceğiyle, ne ümmetin bekasıyla, ne de ahlâkî sorumlulukla ilgisi var.
Ahlâkî ve İbretli Değerlendirme
Hakikat şudur: Hiç kimse hatasız değildir. Hiçbir lider “la yüs’el” değildir. Herkes sorgulanabilir. Fakat mesele; müsbet tenkid ile yol göstermek, hatayı düzeltmeye çalışmak, hakkı hakikati ortaya koymaktır.
Ancak muhalefetin yaptığı gibi; proje üretmeden, alternatif sunmadan, sadece yıkıcı bir söylem geliştirmek, ümmeti birbirine kırdırmaktan başka bir şey değildir. Bu, düşmana cephane vermektir. Müslümanın oku ile Müslümanı vurmasıdır.
Hz. Ali’ye atfedilen söz hatırlatılır:
“Hakkı batılla karıştırarak fitne çıkarırlar. Eğer batılı yalnız gösterselerdi sakınan sakınır, hakkı da saf sunsalardı kimse ondan ayrılmazdı. Ama işte hakla batılı birbirine karıştırırlar.”
Tarihten Ders
Dün Abdülhamid devrildi, ama ümmet de onunla birlikte çöktü.
Bugün de benzer bir oyun sahnelenmek isteniyor.
Tarih tekerrür etmesin diye ibret almak gerekir.
Çünkü Abdülhamid sonrası tufan olmuştu. Eğer aynı zihniyet tekrar ederse, aynı tufanın tekrar etmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Son Söz
Asıl mesele bir kişinin şahsı değildir. Asıl mesele, ümmetin selameti, milletin geleceği, ülkenin bekasıdır. Liderler geçer, ama milletin birlik ruhu kalıcıdır.
Ne yazık ki Türkiye’de yüz yıldır değişmeyen zihniyetin sırrı şudur: “Sonunu düşünmeden, sadece günü kurtarmaya odaklı kısır bir akıl.”
Oysa Rabbimiz buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, doğru söz söyleyin ki işlerinizi ıslah etsin.” (Ahzâb, 70-71)
Öyleyse, bugün de düşülmemesi gereken tuzak budur:
“Sende mi Brütüs?” sorusunu tarihe bir daha sordurtmamak…
Esmâ-i İlâhiyyenin Sonsuz Tecellileri ve İnsanın Ebediyete Namzet Kabiliyeti
“Allah’ın isimlerini sayıp bilen cennete girer.” (Buhârî, Müslim)
Cenâb-ı Hak, Zât-ı Akdes’inin bilinmesini murad ederek kâinatı bir kitap, varlıkları ise o kitabın kelimeleri kılmıştır. Bu kelimelerin her biri, Esmâ-i Hüsnâ’nın farklı tecellilerini taşımakta; her bir varlık, kendine mahsus istidat ve kabiliyeti nisbetinde o isimlerin aynası olmaktadır.
Kur’ân-ı Hakîm bu hakikate defalarca dikkat çeker:
“Allah’ın en güzel isimleri O’nundur. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A‘râf, 180)
“O, göklerin ve yerin mülküne mâliktir. Hayatı veren de O’dur, ölümü takdir eden de O’dur. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Hadîd, 2)
“Yerde ve göklerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr, 24)
Varlıkların Esmâya Mazhariyeti
Her varlık, bir anahtar mesabesindedir. O anahtar, kendisine mahsus bir kilidi açar; yani o varlığın kabiliyeti ölçüsünde bir isim tecelli eder. Güneş, Nur ismine ayna olurken; deniz, Rahmet ve Kerem isimlerinin bir cilvesidir. İnsan kalbi, Vedûd ve Rahmân isminin bir aynasıdır.
Böylece varlıklar sayısınca farklı âlemler açılır. Her bir çiçek ayrı bir âlem, her bir insan ayrı bir tecelli, her bir fikir ayrı bir pencere olur. Bir insanın rüyası diğerinin rüyasına benzemediği gibi, her varlık da farklı bir şekilde Allah’ın isimlerini gösterir.
İnsanın Kabiliyeti: Sonsuzluğa Açılan Bir Pencere
İnsanın en büyük farklılığı, bütün isimlere mazhar olabilecek istidatta yaratılmasıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle:
“Biz Âdemoğullarını şerefli kıldık; onları karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsrâ, 70)
İnsanın aklı, kalbi, hayali, ruhu ve latifeleri; Esmâ-i Hüsnâ’nın farklı cilvelerine mazhar olacak birer ayna hükmündedir. Bu yüzden insan, ebede namzet kılınmıştır. Çünkü fânî bir ömür, bu sonsuz kabiliyeti tatmin edemez.
Ebediyet İhtiyacı ve İlâhî Sonsuzluk
İnsandaki sınırsız merak, hayal, muhabbet ve bilme arzusu; sınırlı bir dünyada doyurulamaz. Bu ise, “Ebed için yaratıldım” hakikatini ilan eder. Kur’ân bu gerçeği şöyle haber verir:
“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)
İnsanın ebed isteği, Cenâb-ı Hakk’ın Bâkî, Hayy, Kayyûm isimlerine dayanır. Zira sonsuz bir kudret ve rahmetin tecellileri, fânî bir ömürle sınırlanamaz.
Hikmet ve İbret
Her bir varlık, labirent gibi kendi âleminde Esmâ-i Hüsnâ’ya bir pencere açar.
Her bir insan, ayrı bir dünyadır; ayrı bir isim tecellisine mazhar olur.
İnsan ruhu, bütün isimleri derc edebilecek bir küllî aynadır; bu yüzden ebediyete muhtaçtır.
Allah’ın sonsuzluğu, varlıkların çokluğunda ve insanın iç dünyasında sürekli keşfedilen yeni tecellilerle anlaşılır.
Sonuç
İnsanın kabiliyeti bir anahtar gibidir; ama bu anahtar, yalnızca sonsuz âlemler kapısını açmak için verilmiştir. Dünya ise sadece bir hazırlık ve talim sahasıdır. Gerçek açılım, ebedî âlemde gerçekleşecektir. Çünkü Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellileri sayısızdır; o tecellilere en geniş ayna olan insan ise, ancak sonsuzlukta tatmin bulacaktır.
“Bâki olan yalnızca Zât-ı Celîl-i Zülcemâl’dir.” (Kasas, 88)
Ayasofya’dan Yükselen Tarihi Çağrı: Gazze İnsanlığın İmtihanı
Gazze, yeryüzünün en ağır imtihanlarından birine şahitlik ediyor. İsrail’in aylardır sürdürdüğü abluka ve saldırılar, milyonlarca Filistinliyi açlık, kıtlık ve ölümle karşı karşıya bırakmış durumda. 2 Mart’tan bu yana uygulanan sıkı abluka, halkı aşevlerinde yemek kuyruğuna mahkûm ederken; çocuklar açlıktan hayatını kaybediyor, hastaneler çalışamaz hale geliyor.
Bu tablo karşısında İstanbul, tarihe geçecek bir buluşmaya ev sahipliği yaptı. 50 ülkeden 150’den fazla İslam âlimi, “İslamî ve İnsani Sorumluluk: Gazze” konferansında bir araya gelerek mazlumların çığlığına ses olacak kararlar aldı. Bu kararlar, Ayasofya-i Kebîr Camii’nde kılınan cuma namazı sonrası tüm dünyaya ilan edildi.
Konferansın Kararları ve Tarihî Çağrı
Toplantıda öne çıkan kararlar, sadece bir bildirge değil; ümmetin ortak sorumluluğunu hatırlatan ve harekete davet eden bir manifesto niteliği taşıyor:
Direnişin meşruiyeti teyit edildi. Filistin halkının işgale karşı her türlü meşru direniş hakkına sahip olduğu, silahsızlandırma çağrılarına kesinlikle karşı çıkıldığı açıklandı.
Ablukanın kırılması çağrısı yapıldı. Kara, hava ve denizden kuşatma altındaki Gazze için sınır ülkelerinin kapılarını açmaları “vacip” olarak ilan edildi.
Boykot fetvası yayımlandı. İsrail ile doğrudan veya dolaylı işbirliği yapan şirketlerin ürünlerini satın almanın “haram” olduğu, boykotun ise “farz” olduğu duyuruldu.
Zekât fetvası verildi. Önümüzdeki yıl verilecek zekâtların en az %50’sinin Gazze’ye tahsis edilmesi gerektiği hükme bağlandı.
Sürdürülebilir destek fonu kurulması kararlaştırıldı. İş insanları ve kurumların kârlarının en az %2’sini Gazze’nin kalkınmasına ayırmaları çağrısı yapıldı.
Uluslararası hukuk yolları hatırlatıldı. Soykırım ve savaş suçlarının Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması için seferberlik çağrısı yapıldı.
Dinî kurumlara çağrı yapıldı. Vatikan’dan Dünya Kiliseler Konseyi’ne kadar tüm Hristiyan kurumları zulme karşı tavır almaya davet edildi.
Mazlumlarla dayanışma sadece insanî değil, dinî bir vecibe olarak ilan edildi.
Bu kararlar, “Konferansın kapanışı değil, başlangıcıdır” ifadesiyle tarihe geçti.
Türkiye’nin Tutumu ve Diplomatik Çıkışlar
Konferansa katılan âlimler, Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a özel teşekkürlerini iletti. Erdoğan da hem ulusal hem uluslararası düzeyde Gazze meselesini gündemde tutmaya devam ediyor. Nikkei Shimbun gazetesine yazdığı makalesinde şu ifadeler dikkat çekti:
> “İsrail’in soykırımı sonucu çocukların açlıktan öldüğü, şehirlerin harabeye döndüğü bir tabloya şahit oluyoruz. Bu facia bütün insanlığın meselesidir. Biz Türkiye olarak susmadık, susmayacağız.”
TBMM’de yapılan olağanüstü oturumda ise oy birliğiyle kabul edilen Gazze Tezkeresi, dünyaya güçlü mesajlar gönderdi. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, “İsrail ateşkesi kabul etmeli, Gazze’nin yeniden ayağa kaldırılması lazım” dedi. Tezkerede ayrıca İsrail’in uluslararası üyeliklerinin askıya alınması çağrısı yer aldı.
İşgal Planı ve Yeni Tehlike
İsrail Güvenlik Kabinesi, 8 Ağustos’ta Gazze kentinin işgaline dair planı onayladı. Bu plana göre:
İlk aşamada 1 milyon Filistinli güneye kaydırılacak.
Kent kuşatılarak yoğun saldırılarla işgal edilecek.
Ardından mülteci kampları hedef alınacak.
Bu işgal planı, uluslararası toplumun sessizliği eşliğinde hayata geçirilirken, Gazze’de sadece son bir haftada 39 kişi açlıktan öldü.
Boykot ve Direniş: Ümmetin Sorumluluğu
Ayasofya’dan yükselen ses, ümmete sadece dua değil, fiilî destek çağrısıdır. İsrail destekçisi ürünleri satın almamak, ekonomik ve siyasi ilişkileri kesmek, yardımları organize etmek sadece bir tercih değil; dinî bir sorumluluk olarak ilan edilmiştir.
Bu açıdan, İslam dünyasının atacağı adımlar, Gazze halkının kaderini belirleyecek. Zulme sessiz kalmak, sadece Filistin’i değil, insanlığın vicdanını da yok edecektir.
Sonuç: Gazze İnsanlığın Onurudur
Gazze, sadece bir coğrafya değil; ümmetin onurunun, insanlığın vicdanının sembolüdür. Ayasofya’dan yükselen çağrı, tarihe düşülen bir nottur:
> “Bu dava sadece Gazze’nin değil, ümmetin onuru ve insanlığın vicdanıdır.”
Bugün atılacak adımlar, yarının tarihine ya suskunluğun utancı ya da direnişin şerefi olarak yazılacaktır.
> “Kur’an’ın takip ettiği makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir.”
>
Kur’an-ı Kerim, insanlığa gönderilmiş en büyük rehberdir ve onun binlerce ayeti, dört ana temel üzerine inşa edilmiştir. Bu temel esaslar, Bediüzzaman tarafından ubudiyetle tevhid, risalet, haşir ve adalet olarak özetlenir. Tevhid, Allah’ın birliğini, eşi ve benzeri olmadığını kabul etmek ve tüm ibadetleri sadece O’na yöneltmektir. Bu, “ubudiyetle” yani kulluk şuuruyla birleştiğinde en yüce mertebeye ulaşır. Risalet, peygamberliğin hak olduğunu kabul etmek, özellikle de son peygamber Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın elçisi olduğunu bilmektir. Haşir (ahiret inancı), bu dünya hayatının bir sonu olduğunu, ölümden sonra tekrar dirilişin ve ebedi bir hayatın var olduğunu kabul etmektir. Adalet ise, hem bireysel hayatta hem de toplumsal ilişkilerde dürüst ve hakkaniyetli olmayı, zulümden uzak durmayı ifade eder. Bu dört esas, Kur’an’ın ana gayesini oluşturur ve diğer tüm ayetler, bu temel inanç ve değerlerin anlaşılmasına, pekiştirilmesine hizmet eden araçlardır.
Kâinatın En Mükerrem Misafiri: İnsan
> “İnsan… kâinat sarayının en mükerrem misafiri…”
>
Bu kısa ama derin anlamlı ifade, insanın kâinattaki yerini ve değerini en veciz şekilde özetler. Kâinat, her bir detayıyla sonsuz bir sanat eseri, muazzam bir saray gibidir. Bu sarayın yaratılış amacı, ancak onu idrak edebilecek, anlamlandırabilecek bir varlıkla tamama erer. Bu varlık da insandır. İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak akıl, irade ve vicdan gibi özelliklerle donatılmış, yaratılışın en şerefli, en saygıdeğer misafiridir. Bu misafirlik, aynı zamanda büyük bir sorumluluk da yükler. İnsan, bu sarayın misafiri olarak, kendisini yaratanı tanımak, O’na şükretmek ve bu büyük saraydaki her şeyden ibret alarak manevi kemalata ulaşmakla görevlidir.
Duada Kalbin Gücü ve İsteğin Derinliği
> “Bilhasa, o cemaat-i uzmâ önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzünle niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir, o zâtın duasına iştirak eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki, eğer o maksat husule gelmezse, yalnız mahlûkat değil, âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i sâfilîne düşer. Çünkü, o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemâlâta erişir.”
>
Bu paragraf, duanın sadece sözlü bir talep olmadığını, aynı zamanda kalbin derinliklerinden gelen bir yakarış olduğunu anlatır. Gerçek bir dua, tazarru (alçakgönüllülük), tezellül (boyun eğme), iştiyak (şiddetli arzu) ve hüzünle (pişmanlık ve samimiyet) yapılır. Böyle bir duanın gücü o kadar büyüktür ki, sadece insanlar değil, tüm kâinat bile bu duaya katılır. Bu dua, kişisel isteklerden öte, tüm varlığın yükselişine vesile olacak bir amaca yöneliktir. Eğer bu yüce maksat gerçekleşmezse, kâinatın manevi anlamı yitirilir ve varlık en aşağı seviyeye düşer. Bu, duanın sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda kâinatın düzenini ve varlıkların kemalini destekleyen kozmik bir eylem olduğunu gösterir.
Kalbin Gücü, Rahîm ve Kerîm Kapısında
> “Nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.”
>
İnsan kalbi, bir yanda sonsuz acılara ve üzüntülere maruz kalırken, diğer yanda sonsuz zevklere ve arzulara meyleden karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu durum, kalbin dayanıklılığını ve gücünü sarsar. Bu çalkantılı haldeyken kalbe güç, gıda ve kuvvet veren tek kaynak, her şeye gücü yeten, sonsuz merhamet ve cömertlik sahibi olan Rahîm-i Kerîm’in (Allah’ın) kapısını niyazla (dua ve yakarışla) çalmaktır. Bu kapıyı çalmak, kalpteki acıları dindirir, arzuların dizginlenmesine yardımcı olur ve manevi bir gıda sağlar. İnsanın fıtratı, ancak bu şekilde huzura ve sükûna kavuşabilir.
Kabir Ziyaretine Neden Acele Etmiyoruz?
> “Binaenaleyh İncil’de “Ahmed”, Tevrat’ta “Ahyed” Kur’an’da “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.”
>
Bu paragraf, Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (sav) farklı kutsal kitaplardaki isimleriyle anarak onun evrensel bir peygamber olduğunu anlatır. İki cihanın güneşi olarak nitelendirilen bu yüce zat, kabrinde milyonlarca sadık takipçisiyle birlikte bulunmaktadır. Bu metinde, ölümden sonraki hayatın bir yok oluş değil, aksine manevi bir buluşma yeri olduğu ifade edilir. Bediüzzaman, bu manevi buluşmaya neden acele etmediğimizi, yani ahirete hazırlık konusunda neden yavaş davrandığımızı sorgular. “Geri kalmak hatadır” diyerek, bu geçici dünya hayatında oyalanmanın ve sonsuzluk yurduna hazırlık yapmamanın büyük bir kayıp olduğunu belirtir. Bu, aynı zamanda ölümün bir son değil, ebedi bir hayata açılan kapı olduğu düşüncesini pekiştirir.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan beş farklı metin üzerinden insan, kâinat ve maneviyat arasındaki derin ilişkiyi ele almaktadır.
İlk metin, Kur’an’ın temelini oluşturan tevhid, risalet, haşir ve adalet esaslarını açıklarken, diğer meselelerin bu esaslara hizmet ettiğini belirtir.
İkinci metin, insanın kâinat sarayının en mükerrem misafiri olduğunu anlatarak, bu onurlu konumun getirdiği sorumluluklara işaret eder.
Üçüncü metin, duanın gücünü ve samimiyetin önemini, doğru bir dua ile kâinatın bile heyecana geldiğini anlatır.
Dördüncü metin, kalbin manevi gücünün, ancak Rahîm ve Kerîm olan Allah’a yakarışla elde edilebileceğini açıklar.
Son metin ise, Peygamber Efendimizin (sav) ve onun sadık takipçilerinin ebedi hayatta bir arada olduğunu hatırlatarak, ahirete hazırlık konusunda yavaş davranmanın büyük bir hata olduğunu belirtir.
Tüm bu konular, insanın bu dünyadaki varlığının bir amaç taşıdığını, manevi değerlere sarılarak ebedi saadete ulaşabileceğini ortak mesajını taşır.
(Bediüzzaman Said Nursi) “Senin Hâlık’ın Olan şu memleketin Mâlik-i Hakîkî’sinin Emrine herşey Müsahhardır, Herşeyin dizgini Onun elindedir, Ona intisabın yeter.” sözü, hayatın karmaşık sorunları karşısında insanın yönelmesi gereken tek adresi işaret eder. İnsan, içinde yaşadığı kainatta kendisini güçsüz ve yapayalnız hissedebilir. Maddi güçler, politik sistemler ve sosyal baskılar karşısında çaresiz kalabilir. Ancak bu söz, bizlere tüm bu sıkıntıların yegâne çözümünün, varlıkların dizginini elinde tutan Yaratıcı’ya yönelmek olduğunu öğretir.
Bir medeniyetin, bir toplumun veya bir bireyin başarıya ulaşması, ancak her şeyin gerçek Sahibi’ne, Mâlik-i Hakîkî’ye (Gerçek Sahip) bağlı olmakla mümkündür. İnsan, O’na teslim olduğunda, sadece kendi hayatını düzene sokmakla kalmaz, aynı zamanda çevresindeki tüm varlıklarla uyum içinde yaşamaya başlar. Ona intisap etmek, yani O’na bağlanmak, en büyük güvence ve huzur kaynağıdır.
Hürriyetin Sınırları ve Gerçek Anlamı
“Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”
Bu söz, modern çağın yanlış anlaşılan kavramlarından biri olan “hürriyet”e (özgürlüğe) yeni bir bakış açısı getirir. Yaygın düşüncenin aksine, özgürlük sınırsızlık değil, sorumluluktur. Gerçek hürriyet, bireyin ne kendine ne de başkasına zarar vermediği bir alanda yaşamasını ifade eder.
Eğer bir kişi, kendi özgürlüğünü başkasının haklarını ihlal ederek kullanırsa, bu özgürlük değil, bir kargaşadır. Toplumsal düzenin ve ahlaki değerlerin korunması, bu temel ilkeye dayanır. İnsan, kendi nefsine zarar veren alışkanlıklardan (bağımlılıklar, kötü huylar) uzak durmalı, aynı zamanda diğer insanlara karşı saygılı olmalıdır. Gerçek özgürlük, başkalarının da özgürlüğünü güvence altına alan bir eylemdir.
Aile Hayatının Temel Taşı: Karşılıklı Hürmet ve Muhabbet
“Medeniyet, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp , beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”
Bu sözler, modernleşmenin aile üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çeker. Yüzyıllardır toplumun temel taşı olan aile kurumu, günümüzde ciddi tehdit altındadır.
Metin, ailenin temeli olan karşılıklı saygı ve sevginin önemini anlatır. Kadın ve erkek arasındaki bu bağ, toplumu ayakta tutan en güçlü yapıştırıcıdır. Ancak, ahlaki sınırları hiçe sayan ve mahremiyeti ortadan kaldıran bir yaşam tarzı, bu samimi hürmet ve sevgiyi yok etmektedir. Aile hayatının zehirlenmesi, bireysel mutsuzlukların yanı sıra toplumsal çöküşü de beraberinde getirir. Gerçek medeniyet, aileyi güçlendiren, bireyleri koruyan ve ahlaki değerleri yücelten medeniyettir.
Salavat: Rahmete Ulaşmanın Vesilesi
“Sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”
Bu söz, salavatın (Peygamber Efendimiz’e dua ve selam göndermek) manevi dünyamızdaki önemini ve fonksiyonunu açıklar. Salavat, sadece bir ibadet değildir; aynı zamanda bir vesile, yani bir aracıdır.
Salavat getiren bir insan, bu eylemiyle hem kendisi için bir rahmet kapısı açar, hem de evrenin rahmet kaynağı olan Rahmeten-lil-Âlemîn’e (Alemlere Rahmet Olan) bağlılığını gösterir. O büyük şahsiyet ise, Allah’ın rahmetine ulaşmak için bir aracıdır. Bu manevi zincir, insanı doğrudan ilahi rahmetin kaynağına ulaştırır. Salavat, bu zincirin en önemli halkasıdır ve bu yönüyle büyük bir hikmet taşır.
En Büyük Güvence: Allah Dost Olarak da Yeter, Yardımcı Olarak da Yeter
“ALLAH SİZE DOST OLARAK DA YETER, YARDIMCI OLARAK DA YETER.” [Nisâ Sûresi 45. Ayet]
Bu ayet, insanın hayatında aradığı en büyük dost ve en güvenilir yardımcının kim olduğunu açıklar. İnsan, sosyal bir varlık olduğu için dostluğa, zor anlarında ise yardıma ihtiyaç duyar. Ancak dostluklar bazen zayıf düşebilir, yardımlar yetersiz kalabilir.
Bu ayet, her durumda güvenebileceğimiz tek varlığın Allah olduğunu bildirir. O, bizlere en yakın dosttur ve en zor zamanlarda bile yardıma hazırdır. Bu inanç, insana büyük bir iç huzur ve cesaret verir. Hayatın karmaşasında yalnız hissettiğinde, tüm kapılar yüzüne kapandığında, en büyük dostunun ve yardımcısının hep yanında olduğunu bilmek, insanı ayakta tutar.
Makalenin Özeti
Bu makale, farklı metinlerden hareketle insan yaşamının temel dinamiklerini ve manevi ilkelerini ele almaktadır. İlk olarak, insanlığın her türlü meselesinin çözümünün Allah’a bağlanmaktan geçtiği ve her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğu anlatılır. Ardından, gerçek özgürlüğün, bireyin kendine ve başkalarına zarar vermediği bir sorumluluk alanı olduğu belirtilir.
Üçüncü bölümde, aile hayatının temelinin karşılıklı sevgi ve saygı olduğu ve modernleşmenin bu bağı zedelediği anlatılır.
Dördüncü kısım, salavatın manevi önemini ve Allah’ın rahmetine ulaşmak için bir vesile olduğunu açıklar.
Son olarak, Kur’an ayetiyle, insanın en güvenilir dost ve yardımcısının Allah olduğu ve bu bilincin insana huzur ve güç verdiği anlatılır. Makale, bu beş konuyu bir bütünlük içinde işleyerek, hayatın manevi temellerine dair derin ve düşündürücü bir bakış açısı sunar.