Kur’ân’da “Galibiyet ve Üstünlük” İfade Eden Kelimeler

Kur’ân’da “Galibiyet ve Üstünlük” İfade Eden Kelimeler

Kur’ân-ı Kerîm’de galebe, gâlibiyet, üstünlük, izzet, zafer mânâsını ifade eden birçok kelime ve bunların müradifleri vardır. Bunlar sadece bir “üstün gelme” ifadesi değil, aynı zamanda hak-bâtıl mücadelesinde Allah’ın yardımını, imanın kudretini ve ilahî hikmeti de gösterir.

  1. غلب – galebe

“Üstün gelmek, yenmek, hâkim olmak” anlamındadır.
🔹 رُوم / Rum Suresi, 2-4:

> “Rumlar yenildi. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Ve o gün mü’minler de sevineceklerdir. Allah’ın yardımıyla. O, dilediğine yardım eder. O Azîz’dir, Rahîm’dir.”
Burada “غَلَبَت” (yenildi) ve “سَيَغْلِبُونَ” (galip gelecekler) kullanılmıştır. Hikmeti: Allah, dünya siyasetinde dahi mü’minlerin kalbini teselli edecek galibiyetler yaratır.

  1. غالب – gâlib

“Daima üstün gelen, mağlup edilmeyen.”
🔹 يوسف / Yusuf Suresi, 21:

> “…Allah, işinde gâliptir (غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ), fakat insanların çoğu bunu bilmez.”
Burada “gâlib” sıfatı, Allah’ın mutlak irade ve takdirde daima üstün olduğunu anlatır. İnsanlar zâhirde sebepleri görür, ama galibiyetin hakiki faili Allah’tır.

  1. عز – izzet

“Üstünlük, güç, onur” mânâsına gelir.
🔹 فاطر / Fâtır Suresi, 10:

> “Kim izzet istiyorsa bilsin ki, bütün izzet Allah’ındır.”
İnsan izzeti dünyevî makamda arar, fakat Kur’ân hakikati bildirir: hakikî üstünlük yalnız Allah katındadır.

🔹 منافقون / Münâfikûn Suresi, 8:

> “İzzet Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.”
Burada izzetin üç merkeze verildiği anlatılır: Allah, Resulü ve mü’minler.

  1. نصر – nusret

“Yardım, zafer, üstünlük.”
🔹 صف / Saff Suresi, 13:

> “…Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan bir yardım (نَصْرٌ) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele.”
Galibiyetin ilahî yardım olmadan mümkün olmayacağı anlatılır.

🔹 فتح / Fetih Suresi, 1:

> “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.”
Buradaki fetih, nusretin sonucu olan zaferdir.

  1. فوز – fevz

“Kurtuluş, en büyük başarı, üstünlük.”
🔹 احزاب / Ahzâb Suresi, 71:

> “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar en büyük başarıya (فَوْزًا عَظِيمًا) ermiş olanlardır.”
Galibiyet sadece dünyevî zafer değil, uhrevî kurtuluştur.

  1. علو – uluvv

“Yükselmek, üstün olmak.”
🔹 قصص / Kasas Suresi, 4:

> “Şüphesiz Firavun, yeryüzünde büyüklük tasladı (عَلَا فِي الْأَرْضِ) ve halkını fırkalara ayırdı…”
Buradaki “uluvv”, haksız, zalimâne bir üstünlük iddiasıdır. Bu, hakiki galibiyet değil, geçici bir hegemonyadır.

🧠 Hikmet ve Kullanım Yerleri

  1. Hak-bâtıl mücadelesinde:
    Kur’ân’da galibiyet, çoğunlukla iman ile küfür arasındaki mücadelede Allah’ın yardımını göstermek için kullanılır. (Rum, Bedir, Hendek).
  2. İlâhî kudretin tecellisi:
    Yusuf Suresi 21’deki gibi, insanlar başka şey zannederken Allah’ın takdiri gâlib gelir.
  3. Dünyevî – Uhrevî ayrımı:
    Dünyada galibiyet bazen zahiren kâfirlerde olabilir (Firavun, Nemrut). Ama hakiki üstünlük ve kalıcı zafer iman ve izzette olur.
  4. İzzet ve şeref kaynağı:
    Mü’minler için izzetin yalnız Allah’a dayanması gerektiği anlatılır. Dünyevî üstünlük geçicidir, ilahî izzet ise ebedîdir.
  5. Teselli ve müjde:
    “Galibiyet Allah’ındır” ifadesi, özellikle sıkıntı ve mağlubiyet dönemlerinde mü’minlere moral ve sabır vermek için yer alır (Uhud sonrası, Hendek, Hudeybiye süreci).

📌 Özetle:
Kur’ân’da galebe, gâlib, izzet, nusret, fevz, ulûvv gibi kavramlarla üstünlük ifade edilir. Bunların hikmeti, sadece zahirî zaferi anlatmak değil, hakikî üstünlüğün Allah’a, Resulüne ve mü’minlere ait olduğunu, dünyadaki mağlubiyetlerin ise geçici olduğunu öğretmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Manevi Mücadele ve Gençliğin İmana Daveti

Manevi Mücadele ve Gençliğin İmana Daveti

İslâm memleketlerinde dahi zaman zaman iman esaslarını zedeleyen, gençleri imansızlığa sürükleyen fikir akımları boy göstermiştir.
Şualar’da bu duruma dikkat çekilerek şöyle denilmiştir:

“İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhâssa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum.”
Bu metin, dönemin siyasi ve ideolojik akımlarına karşı yapılan manevi bir mücadeleyi anlatmaktadır.
“Bolşevik baykuşlarının sesleri” ifadesi, dine ve maneviyata aykırı, özellikle genç nesilleri hedef alan yıkıcı fikirleri sembolize eder. Bu tür akımlar, genellikle materyalist ve ateist düşünceleri yayarak toplumun iman temelini sarsmayı hedefler. Bediüzzaman Said Nursi, bu tehlikenin farkında olarak, bütün varlığıyla bu fikri sapkınlıklarla mücadele etmiş ve gençleri imana davet etmiştir. Bu davet, sadece bireysel bir kurtuluş değil, aynı zamanda toplumun manevi değerlerini koruma ve gelecek nesillere sağlam bir miras bırakma çabasıdır. Bugün de benzer ideolojik tehditler karşısında, gençleri doğru inanca yöneltmek, manevi değerleri canlı tutmak ve onları yıkıcı fikirlerden korumak büyük bir önem taşımaktadır. Bu, her dönemde İslâm âlimlerinin ve münevverlerinin en temel vazifelerinden biri olmuştur.

İnsanın Acziyeti, Zayıflığı ve Dua Kapısı

İnsanın yaratılışındaki en temel özelliklerden biri, acziyeti ve nihayetsiz zayıflığıdır.
Lem’alar’da Bediüzzaman Said Nursi (R.A) bu hakikati şu şekilde izah eder:
“Cenab-ı Hak, insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş… tâ ki daimî bir surette dergâh-ı ilahiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin. yani
‘Eğer duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var'”
Bu söz, insanın Allah karşısındaki mutlak acziyetini ve zayıflığını anlatır. Allah, insanı bu zayıf yapıyla yaratmıştır ki, sürekli olarak kendisine yönelsin, yalvarsın ve dua etsin. Dua, insanın yaratıcısıyla kurduğu en samimi bağ, acziyetini itiraf ettiği ve kudret sahibinden yardım dilediği bir köprüdür. Eğer dua olmasa, insan kendi zayıflıkları içinde kaybolur, varlığının gerçek anlamını yitirir. Dua, sadece bir istek listesi sunmaktan öte, Allah’a güvenmek, O’na teslim olmak ve O’nun sonsuz kudretine sığınmaktır. İnsanın zayıflığı, aynı zamanda Allah’ın kudretini ve merhametini daha iyi anlamasına vesile olur. Bu durum, bizi her anımızı bir dua fırsatı olarak görmeye ve Rabbimize olan bağlılığımızı güçlendirmeye teşvik eder.

Kainatın Muhteşem İşleri ve Başıboş Olmayan Varlık

Kainatın her köşesinde, başıboş olmadığını isbat eden deliller mevcuttur.
Asâ-yı Musa’ da bu gerçek şöyle ifade edilmiştir:
“Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar…”
Bu söz, insana derin bir tefekkür daveti sunar. Gözlemleyebileceğimiz her tabiat olayı, her canlı varlık, her gezegenin hareketi, sonsuz bir güç ve irade sahibi olan bir Yaratıcı’nın varlığını haykırır. İnsanın kendi varlığı bile, başıboş ve anlamsız bir tesadüfün ürünü değildir. Bu muhteşem düzen, mükemmel işleyiş ve her bir zerresindeki sanat, kendini tanıtmak isteyen Kadir-i Mutlak bir Zât’ın eseridir. Eğer insan kendi varlığının bile bir amacı ve yaratıcısı olduğuna inanıyorsa, o zaman içinde yaşadığı kâinatın da başıboş olmadığını idrak etmelidir. Bu, insanı kâinatı bir ibret nazarıyla okumaya, her hadisede ilahi kudretin izlerini görmeye ve kendi varlığının anlamını bulmaya yönlendiren bir çağrıdır.

Her Kıştan Sonra Bahar: İslam Medeniyetinin Yükselişi

Tarih, milletlerin ve medeniyetlerin inişli çıkışlı seyrini gösterir. Ancak ilahi takdirde her zorluğun ardından bir kolaylık, her karanlığın ardından bir aydınlık vardır.

Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman Said Nursi (r.a), bu umut veren gerçeği şöyle dile getirir:
“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i ilahiyeden bekliyebilirsiniz.”
Bu söz, insanlık için karanlık ve zorlu dönemlerin geçici olduğuna işaret eder. Tıpkı tabiatta olduğu gibi, toplumların da bir yenilenme ve diriliş süreci yaşayacağı müjdelenir.
Bediüzzaman, bu dirilişin “Hakikat-i İslâmiyenin güneşi” ile geleceğini ve “sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti” inşa edeceğini belirtir. Bu, İslam’ın evrensel değerleri olan adalet, barış, ilim ve merhametin hâkim olduğu bir medeniyet tasavvurudur. İslam medeniyetinin geçmişteki altın çağı gibi, gelecekte de insanlığa yeniden ışık saçacağı umudu ifade edilir. Bu umut, Müslümanları pasifliğe değil, aksine aktif bir şekilde bu baharı hazırlamak için çalışmaya, ilme ve ahlaka sarılmaya teşvik eder.

Ecdadın Mirası: Din ve Kahramanlık

Milletlerin kimliği, geçmişlerinden aldıkları mirasla şekillenir. Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman Said Nursi, Türk milletinin dini ve kahramanlık mirasına işaret ederek şöyle der:
“Bizler dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.”
Bu söz, milli kimliğin iki temel direği olan dini değerler ve tarihi kahramanlıklar arasındaki güçlü bağı ortaya koyar. Türk milleti, hem İslam dinine olan derin bağlılığıyla hem de tarihin her döneminde gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla tanınmıştır. Ecdattan miras alınan bu iki değer, gelecek nesillere aktarılması gereken önemli bir sorumluluktur. Bu ifade, sadece geçmişle övünmekten ziyade, o mirasın gereğini yerine getirme, günümüz şartlarında da dine ve vatana hizmet etme azmini dile getirir. Dini yaşantıda ve kahramanlıkta ataların izinden gitmek, milli şuurun ve kimliğin korunması için elzemdir. Bu, genç nesillere hem manevi bir sorumluluk hem de vatan sevgisi aşılayan güçlü bir mesajdır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden ve hikmetli sözlerden yola çıkarak, bireysel ve toplumsal hayatın farklı yönlerine ışık tutmaktadır.
İlk bölümde, gençleri imana davet etmenin ve yıkıcı ideolojilerle mücadelenin önemi, “Bolşevik baykuşlarının sesleri” metaforuyla anlatılmıştır.

İkinci bölümde, insanın acziyeti ve zayıflığına rağmen dua yoluyla Allah’a yönelmesinin önemi anlatılmış, duanın insan hayatındaki merkezi rolüne dikkat çekilmiştir.

Üçüncü bölümde, kâinatın başıboş olmadığı ve her hadisede ilahi kudretin izlerinin bulunduğu, insana tefekkür kapısı aralanarak açıklanmıştır.

Dördüncü bölümde, “Her kıştan sonra bir bahar” benzetmesiyle İslam medeniyetinin gelecekteki dirilişine dair umut verici bir perspektif sunulmuştur.

Son olarak, “dinde olduğu gibi kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz” sözüyle milli kimliğin dini ve tarihi kahramanlıklarla olan ilişkisi ve bu mirasın korunması gerektiği belirtilmiştir.
Makale, bu farklı konuları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuyu hem manevi hem de sosyal sorumlulukları konusunda derinlemesine düşünmeye davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Ümidim Kavîdir ki…

Ümidim Kavîdir ki…
Bu metin, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat adlı eserinden bir iktibas ve manevi bir uyanış ve yeniden doğuş umudunu ifade eder.

“Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vay! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.”

Yani;
“Güçlü bir umudum var ki: Birçok masum insanın kalbinden kederin ateşiyle buharlaşan ‘Ah!’, ‘Vah!’ ve ‘Eyvah!’lar, rahmet getiren bir bulut oluşturacaktır. Ve İslam dünyasındaki yeni İslam devletlerinin kurulmasıyla o rahmet bulutu oluşmaya başlamıştır.”

O Kadar Sevdiğin Mal ve Evlat…

Bu metin, hayatın gelip geçici yapısına ve ahirete odaklanmanın önemine dair bir uyarı niteliğindedir.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan;

“O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.”

Yani:
“O kadar sevdiğin mal ve evlat, taptığın nefsin ve heveslerin, hayranı olduğun gençlik ve hayat, hepsi zayi olup kaybolacak ve senin elinden çıkacak. Fakat günahlarını ve kederlerini sana bırakıp boynuna yükleyecekler.”

Avrupa, Bir İslâm Devletine Hâmiledir…

Bu iktibas, Tarihçe-i Hayat ve Risale-i Nur’dan olup, tarihin ve medeniyetlerin devir içinde ve bir değişim içinde olduğunu anlatan mecazi bir ifadedir.

“Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”
Yani:
“Avrupa, bir İslam devletine gebedir, bir gün onu doğuracaktır. Osmanlılar da Avrupa ile gebedir, o da onu doğuracaktır.”

Mevt, Vazife-i Hayattan Bir Terhistir…

Bu metin, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmıştır ve ölümü bir son olarak değil, yeni bir başlangıç olarak tanımlar.

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”
Yani:
“Ölüm, hayat görevinden bir terhistir, bir paydostur, bir yer değişikliğidir, bir vücut dönüşümüdür, ebedi hayata bir davettir, bir başlangıçtır, ebedi hayatın bir önsözüdür.”

Aklı Başında Olan İnsan…
Bu söz, Bediüzzaman’ın genel tesbitinden bir kesit sunar ve dünyaya karşı dengeli bir duruş sergilemenin önemine işaret eder.

“Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”

Yani:
“Akıllı olan insan, dünya işlerinden kazandığına sevinmez, kaybettiği şeye de üzülmez. Çünkü dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da onunla beraber gidiyor. Sen de bir yolcusun.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

İnsanın Yolculuğu ve Ebedi Hayatın Hikmeti

İnsanın Yolculuğu ve Ebedi Hayatın Hikmeti

İnsan, bu dünyada geçici bir misafir, uzun bir yolculuğun yolcusudur. Bu yolculuk, sadece mekânlar arasında bir seyahat değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi bir terakki sürecidir.
Metinlerde yer alan derin anlamlı sözler, insanın bu yolculuğunu, karşılaştığı zorlukları ve ebedi hayata hazırlık yapmanın önemini etkileyici bir şekilde anlatmaktadır.

Birinci Bölüm: İnsanın Sonsuz Yolculuğu

Mesnevi-i Nuriye’den alınan ilk metin, insanın hayat yolculuğunu doğumdan sonsuzluğa uzanan bir seyir olarak tanımlar.

“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”
Bu söz, hayatın bir dizi geçiş evresinden ibaret olduğunu ve her aşamanın bir sonrakine hazırlık olduğunu anlatır. Çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa ve oradan da kabre uzanan bu yolculukta, her bir durak, insanın varoluş amacını daha iyi anlamasına vesile olmalıdır. Bu yolculukta asıl hedef, dünya hayatının ötesindeki ebedi âlemdir.

İkinci Bölüm: Dünya Hayatının Aldatıcı Yüzü ve Ebedi Ahiret

Fecr Suresi’nin ayetleri ve Yunus Emre’nin hikmetli sözleri, dünya hayatının geçiciliğine ve ahiretteki pişmanlığa dikkat çeker.
“O gün cehennem de getirildiğinde, insan işte o gün yaptıklarını birer birer hatırlayacaktır. Fakat bu hatırlamanın ona ne faydası var. İnsan, ‘Keşke âhiret hayatım için daha önce bir şeyler yapmış olsaydım’ der.”
Bu ifadeler, dünya zevklerine dalıp ahireti unutanların yaşayacağı büyük pişmanlığı gözler önüne serer. İnsan, ebedi hayatı için hazırlık yapmadığı zaman, geri dönüşü olmayan bir sona doğru ilerler.
İbrahim en-Nehâî’nin sözü de bu durumu destekler:
“İnsanları iki şey mahveder; Fazla mal toplama hırsı ve çok konuşmak.”
Dünya hırsı ve faydasız sözler, insanı asıl amacından uzaklaştıran ve manevi olarak zayıflatan iki büyük tehlikedir.
Yunus Emre’nin uyarısı ise adeta bir tokat gibidir:
“Daha ne kadar besleyeceksin, nefsini, bedeni?
Düştün dünya zevkine, unuttun kıyameti!”
Bu sözler, bedeni ve nefsani arzuların esiri olmanın, ahiret bilincini yitirmeye yol açacağını hatırlatır.

Üçüncü Bölüm: Yolculukta Işık ve Azık İhtiyacı

Uzun ve karanlık bir yolculukta azıksız ve ışıksız kalmak tehlikelidir. Mesnevi-i Nuriye’den alınan bir diğer metin, bu yolculuğun manevi ihtiyaçlarına işaret eder.

“Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lazımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok. Ancak Kur’an’ın güneşinden, Rahman’ın hazinesinden tedarik edilebilir.”
Bu söz, dünya ilimlerinin ve aklın tek başına ebedi saadeti garantilemeyeceğini, asıl azığın Kur’an’ın nuru ve İlahi rahmetten alınabileceğini belirtir. Kur’an, bu uzun seferin karanlıklarını aydınlatan bir rehberdir.

Dördüncü Bölüm: Ölümün Hakikati ve Ebedi Hayatın Sünbülü

Hayatın en yüksek mertebesi, ölümle son bulmaz; aksine yeni bir başlangıca kapı aralar. Risale-i Nur’dan alınan bir metin, ölümü mecazi bir benzetmeyle açıklar.

“Tabaka-i hayatın en ulvîsi (yükseği) olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt (ölüm), elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i Berzahta, elbette bir hayat-ı bakiye (sonsuz hayata) sünbülü verecektir.”
Bu ibretli benzetme, ölümün bir yok oluş değil, tohumun toprağa düşüp filizlenmesi gibi, ruhun yeni bir boyutta, ebedi hayatta yeşermesi anlamına geldiğini ifade eder.

Beşinci Bölüm: Gafletten Uyanış Çağrısı

Son olarak, Mesnevi-i Nuriye’den bir başka iktibas, insanın gafletine ve acizliğine dokunaklı bir şekilde değinir.

“Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elim elemlere maruz kalmaktır. Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir? Deveykuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin.”
Bu sözler, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu, ancak çoğu zaman bu gerçeği görmezden geldiğini anlatır. Gaflet, devekuşunun başını kuma gömmesi gibi bir davranıştır; insan, geçici zevkler uğruna ahiretini unutur ve kendini güvende zanneder. Ancak bu gaflet, insana sadece daha büyük bir pişmanlık getirir.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi ve diğer hikmet ehli zatların sözlerinden yola çıkarak insanın dünya hayatındaki yolculuğunu ve bu yolculuğun manevi boyutlarını ele almaktadır.
İlk bölümde, insan hayatının doğumdan sonsuzluğa uzanan kesintisiz bir yolculuk olduğu anlatılmaktadır.
İkinci bölümde, dünya malı hırsı ve faydasız konuşmanın insanı nasıl helake sürüklediği ve ahirette yaşanacak pişmanlıklar işlenmektedir.
Üçüncü bölümde, bu uzun yolculukta gerekli olan manevi azık ve rehberin sadece Kur’an’dan ve İlahi rahmetten temin edilebileceği belirtilmektedir.
Dördüncü bölümde ise ölümün bir son değil, ebedi hayata açılan bir kapı olduğu, tohumun filizlenmesi metaforuyla açıklanmaktadır.
Son olarak, insanın gafletten uyanması ve fani dünyanın geçici zevklerine aldanmaması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Makale, okuyucuyu hayatın gerçek amacını ve ebedi hayata hazırlık yapmanın önemini derinlemesine düşünmeye davet eden ibretli ve düşündürücü bir bütünlük taşımaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

İnsan, varoluşunun anlamını ve hayatın nihai gayesini sorgulayan bir varlıktır. Bu sorgulamalar, kimi zaman bir melankoliye, kimi zaman da büyük bir umuda dönüşür. Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde bu temel sorulara ışık tutarak insana bir yol haritası sunar. Hikmetli sözler, bu yolculuğun farklı duraklarını ve sırlarını aydınlatmaktadır.

Birinci Bölüm: Hayatın Anlamı ve Yükü

Hayatın getirdiği ağır sorumluluklar, bazen insanı yorup bezginliğe sevk edebilir. İlk metin, bu durumu ele alarak insana bir teselli sunar:
“Ey insan. Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp, hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, o tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.”
Bu söz, hayatın zorluklarına odaklanmak yerine, onun ardındaki İlahi hikmeti görmeye davettir. Hayat, insana ait bir yük değil, Allah’ın bir emanetidir. İnsan, bu emanetin sadece bir hizmetkârıdır; görevi en iyi şekilde yerine getirmek ve neticesini Allah’a bırakmaktır. Bu bakış açısı, insana hem huzur verir hem de onu dünyevi kaygılardan kurtarır.

İkinci Bölüm: Ölüm, Bir Terhis ve Yükseliş Kapısı

Ölüm, çoğu insan için korkutucu bir sondur. Ancak ikinci metin, bu korkuyu manevi bir anlayışla giderir ve ölümü bir yükseliş olarak sunar:
“En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır, zindan-ı dünyadan çıkmak ve bâğistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir, diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım.”
Bu söz, ölümün, iman edenler için bir yok oluş değil, görev bitiminde alınan bir “terhis belgesi” olduğunu anlatır. Dünya hayatının bir zindan gibi anlaşıldığı bu bakış açısında, ölüm, Cennet bahçelerine uçmak için bir fırsattır. Bu idrak, ölüm korkusunu sevgiye ve ahiret özlemine dönüştürür.

Üçüncü Bölüm: İnsanın Fıtratındaki Hasletlerin Hikmeti

İnsan fıtratında var olan şiddetli duygular, genellikle dünyevi hevesler için kullanılır.

Üçüncü metin ise bu duyguların asıl amacını açıklar:
“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.”
İnsan tabiatındaki merak, muhabbet, hırs ve istek gibi güçlü hisler, aslında geçici dünya malı için değil, sonsuz ahiret hayatını kazanmak için verilmiştir. Eğer bu duygular dünyevi ve geçici şeylere yönelirse, insan hayal kırıklığına uğrar ve tatmin olamaz. Bu nedenle, bu güçlü hisleri ebedi saadeti kazanmaya yönlendirmek, insanın fıtratına en uygun ve en hikmetli davranıştır.

Dördüncü Bölüm: Faniden Bâkiye Gidiş

Hayatın nihai gayesi, fani olandan sonsuz olana geçiştir.
Son metin bu geçişi çok net bir şekilde ifade eder:
“Dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâkî’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelâl’in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhıdır, melceiiniz onun rahmetidir.”
Bu söz, insanın geçici dünyadan (dâr-ı fani) ebedi dünyaya (dâr-ı bâki) döneceğini belirtir. Bu dönüş, bütün sebeplerin çokluğundan (kesret-i esbab) tek ve yüce Yaratıcı’nın (Vâhid-i Zülcelâl) kudret dairesine doğru bir harekettir. İnsanın sığınacağı tek merci ve sığınak, O’nun dergâhı ve sonsuz rahmetidir. Bu sözler, insana hem bir hedef hem de güvenebileceği tek sığınak olduğunu hatırlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan dört ayrı metni ele alarak, insanın varoluş yolculuğunu, hayatın ve ölümün derin anlamlarını, fıtratındaki duyguların hikmetini ve ahiret inancının önemini işlemeyi amaçlamıştır.
İlk bölümde, hayatın zorluklarının bir yük değil, İlahi bir emanet olduğu ve insanın bu emanette sadece bir hizmetkâr olduğu anlatılmaktadır.

İkinci bölümde, ölümün bir son değil, iman edenler için Cennet’e açılan bir kapı olduğu anlatılarak ölüm korkusu giderilmektedir.

Üçüncü bölümde, insanın fıtratında bulunan güçlü hislerin aslında ahiret hayatını kazanmak için verildiği, bu duyguların asıl hedeften sapmaması gerektiği belirtilmektedir.

Son olarak, dördüncü bölümde ise insanın fani dünyadan ebedi olana doğru yaptığı zorunlu yolculuk ve bu yolculukta sığınacağı yegâne merciin Allah’ın dergâhı ve rahmeti olduğu anlatılmaktadır.
Bu metinler, bir bütün olarak, insana hayatın ve ölümün gerçek amacını hatırlatarak onu daha bilinçli ve maneviyat dolu bir yaşama davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

İnsan, varoluşunun anlamını ve hayatın nihai gayesini sorgulayan bir varlıktır. Bu sorgulamalar, kimi zaman bir melankoliye, kimi zaman da büyük bir umuda dönüşür. Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde bu temel sorulara ışık tutarak insana bir yol haritası sunar. Hikmetli sözler, bu yolculuğun farklı duraklarını ve sırlarını aydınlatmaktadır.

Birinci Bölüm: Hayatın Anlamı ve Yükü

Hayatın getirdiği ağır sorumluluklar, bazen insanı yorup bezginliğe sevk edebilir. İlk metin, bu durumu ele alarak insana bir teselli sunar:
“Ey insan. Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp, hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, o tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.”
Bu söz, hayatın zorluklarına odaklanmak yerine, onun ardındaki İlahi hikmeti görmeye davettir. Hayat, insana ait bir yük değil, Allah’ın bir emanetidir. İnsan, bu emanetin sadece bir hizmetkârıdır; görevi en iyi şekilde yerine getirmek ve neticesini Allah’a bırakmaktır. Bu bakış açısı, insana hem huzur verir hem de onu dünyevi kaygılardan kurtarır.

İkinci Bölüm: Ölüm, Bir Terhis ve Yükseliş Kapısı

Ölüm, çoğu insan için korkutucu bir sondur. Ancak ikinci metin, bu korkuyu manevi bir anlayışla giderir ve ölümü bir yükseliş olarak sunar:
“En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır, zindan-ı dünyadan çıkmak ve bâğistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir, diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım.”
Bu söz, ölümün, iman edenler için bir yok oluş değil, görev bitiminde alınan bir “terhis belgesi” olduğunu anlatır. Dünya hayatının bir zindan gibi anlaşıldığı bu bakış açısında, ölüm, Cennet bahçelerine uçmak için bir fırsattır. Bu idrak, ölüm korkusunu sevgiye ve ahiret özlemine dönüştürür.

Üçüncü Bölüm: İnsanın Fıtratındaki Hasletlerin Hikmeti

İnsan fıtratında var olan şiddetli duygular, genellikle dünyevi hevesler için kullanılır.

Üçüncü metin ise bu duyguların asıl amacını açıklar:
“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.”
İnsan tabiatındaki merak, muhabbet, hırs ve istek gibi güçlü hisler, aslında geçici dünya malı için değil, sonsuz ahiret hayatını kazanmak için verilmiştir. Eğer bu duygular dünyevi ve geçici şeylere yönelirse, insan hayal kırıklığına uğrar ve tatmin olamaz. Bu nedenle, bu güçlü hisleri ebedi saadeti kazanmaya yönlendirmek, insanın fıtratına en uygun ve en hikmetli davranıştır.

Dördüncü Bölüm: Faniden Bâkiye Gidiş

Hayatın nihai gayesi, fani olandan sonsuz olana geçiştir.
Son metin bu geçişi çok net bir şekilde ifade eder:
“Dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâkî’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelâl’in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhıdır, melceiiniz onun rahmetidir.”
Bu söz, insanın geçici dünyadan (dâr-ı fani) ebedi dünyaya (dâr-ı bâki) döneceğini belirtir. Bu dönüş, bütün sebeplerin çokluğundan (kesret-i esbab) tek ve yüce Yaratıcı’nın (Vâhid-i Zülcelâl) kudret dairesine doğru bir harekettir. İnsanın sığınacağı tek merci ve sığınak, O’nun dergâhı ve sonsuz rahmetidir. Bu sözler, insana hem bir hedef hem de güvenebileceği tek sığınak olduğunu hatırlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan dört ayrı metni ele alarak, insanın varoluş yolculuğunu, hayatın ve ölümün derin anlamlarını, fıtratındaki duyguların hikmetini ve ahiret inancının önemini işlemeyi amaçlamıştır.
İlk bölümde, hayatın zorluklarının bir yük değil, İlahi bir emanet olduğu ve insanın bu emanette sadece bir hizmetkâr olduğu anlatılmaktadır.

İkinci bölümde, ölümün bir son değil, iman edenler için Cennet’e açılan bir kapı olduğu anlatılarak ölüm korkusu giderilmektedir.

Üçüncü bölümde, insanın fıtratında bulunan güçlü hislerin aslında ahiret hayatını kazanmak için verildiği, bu duyguların asıl hedeften sapmaması gerektiği belirtilmektedir.

Son olarak, dördüncü bölümde ise insanın fani dünyadan ebedi olana doğru yaptığı zorunlu yolculuk ve bu yolculukta sığınacağı yegâne merciin Allah’ın dergâhı ve rahmeti olduğu anlatılmaktadır.
Bu metinler, bir bütün olarak, insana hayatın ve ölümün gerçek amacını hatırlatarak onu daha bilinçli ve maneviyat dolu bir yaşama davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

İçimizdeki Gölge: Tarihten Günümüze Ajanlık ve Sızıntı Hikâyesi

İçimizdeki Gölge: Tarihten Günümüze Ajanlık ve Sızıntı Hikâyesi

Tarih, savaşların sadece cephede değil, akıllarda ve kalplerde kazanıldığını gösteren sayısız örnekle doludur. Silahların patlamasından çok önce, fikirlerin ve istihbaratın görünmeyen savaşları yaşanır. Bu yüzden nice devletler dışarıdan değil, içeriden çökertilmiş; ordularını yenemeyenler, akıllarını ele geçirerek zafer kazanmıştır.

Bugün İran-İsrail geriliminde gördüğümüz manzara, aslında tarihin bize çoktan öğrettiği bir hakikati hatırlatıyor:
“En tehlikeli düşman, içeriden konuşlanandır.”

İsrail’in İran’ın en mahrem noktalarına kadar sızabilmesi, cumhurbaşkanından generaline kadar “nokta atışı” operasyonlar yapabilmesi, sadece teknoloji değil; aynı zamanda içeriden kurulan köprülerin, yıllarca örülmüş gizli ağların eseridir. Ajanlık faaliyetleri, casusluk teşkilatları ve “yerli işbirlikçiler” olmadan böylesine derin nüfuz mümkün değildir.

Bizim Tarihimizdeki Yansımaları

Peki bizde durum farklı mı?

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, darbelerden modern siyaset arenasına kadar “içimize sızan ellerin” izini sürmek mümkündür.

Osmanlı’nın son döneminde, Babıali’de görev yapan nice bürokratın aslında yabancı elçiliklerle bağlantılı olduğu tarihe kaydedilmiştir. İmparatorluk, top gücünden önce, içeriden çözülen bünyesiyle yıkılmıştır.

Cumhuriyet döneminde de bu “gölge” kaybolmamıştır. Darbeler, gizli ellerin yönlendirdiği, kendi halkına karşı kullanılan silahlı güçlerin gölgesinde gerçekleşmiştir.
“Yapanlar kimin çocuklarıydı?” sorusu burada acı bir gerçeği hatırlatır: Çoğu zaman bu darbeleri, dışarıdaki düşman değil, içerideki ihanetin çocukları yapmıştır.

1970’lerden günümüze, medya, akademi, teknoloji ve güvenlik kurumlarında “başka ajandalarla” hareket eden gruplar varlığını göstermiştir. Farklı ideolojik maskeler taksalar da –ister “Atatürkçülük” adı altında, ister “fetö” paravanıyla– sonuçta yaptıkları, ülkenin damarlarına yabancı bir zehri zerk etmek olmuştur.

İbretlik Hakikat: Kirayı Kim Ödüyordu?

Daha düne kadar, MİT ile CIA’nın aynı binada çalıştığı ve hatta binanın kirasını Amerikalıların ödediği söylentisi, ibret alınması gereken çarpıcı bir tabloyu ortaya koyuyor. Bu bir semboldür:
Kendi istihbarat binanın kirasını dahi başkasına ödetiyorsan, aslında kendi istikbalinin de ipotek altında olduğunu kabul etmişsin demektir.

Tarihten ibret almayan toplumlar, aynı senaryoları farklı zamanlarda tekrar tekrar yaşamak zorunda kalır. Bizde darbeler, faili meçhul suikastlar, öldürülen mühendisler ve bilim insanları hep bu derin gölgenin işaretleridir.

Hikmet ve Ders

Bir milletin düşmanları, evvela onun içinden çıkar. İçte gedik açılmazsa, dışarıdan gelen zarar veremez.

Bu gerçek, tarihin her döneminde teyit edilmiştir. Roma’dan Osmanlı’ya, Endülüs’ten günümüz İslam coğrafyasına kadar, yıkımlar hep içeriden başlamıştır.

Bugün de eğer İsrail’in pervasızlığından bahsediyorsak, bu cesareti ona veren şey kendi gücü değil, bizim içimizdeki zaaflarımızdır. İçteki “ajan ruhlular” temizlenmeden, dışarıdaki düşman karşısında daima zaaf içinde kalınacaktır.

Sonuç: Uyanık Olmak Gerek

Artık şunu görmek zorundayız:

Casusluk sadece gizli bir odada yaşanan film sahnesi değildir. Medyada, akademide, teknolojide, ekonomide, hatta inanç zemininde sinsice işleyen bir süreçtir.

Düşman dışarıdan değil, içeriden başlar.

En büyük ihanet, içeriden gelen ihanettir.

O halde milletçe bize düşen, tarihten ibret alarak şunu unutmamaktır:
İçimizdeki gedikleri kapatmadan, dışarıdaki düşmana karşı asla tam manasıyla güçlü olamayız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Kudretin Hatemi: Zerreden Yıldıza Mutlak İntizam

Kudretin Hatemi: Zerreden Yıldıza Mutlak İntizam

“Evet görüyoruz ki: Bütün yeryüzünde, bir vüs’at-i mutlaka içinde bir sür’at-i mutlaka; hem o sür’at ve vüs’at-i mutlaka içinde bir suhûlet-i mutlaka; hem o suhûlet ve sür’at ve vüs’at-i mutlaka ile beraber bir cûd ve sehâvet-i mutlaka içinde, nevilerde olduğu gibi her bir fertte görülen gayet mükemmel bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtâz bir hüsn-ü san’at ve gayet mükemmeliyet-i hilkat; hem bir anda ve her yerde ve bir tarzda, her ferdde müşâhede edilen bir san’at-ı hârika; elbette ve elbette öyle bir zâtın hâtemidir ki; o Zât-ı Akdes, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde hazırdır; ve hiçbir şey ondan gizlenemediği gibi, hiçbir şey ona ağır gelemez. Zerreler ve yıldızlar, O’nun kudretine nisbeten müsâvidirler.”
Nur’un İlk Kapısı

*******

Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği üzere, kâinata dikkatle bakan her bir göz, “mutlak bir genişlik içinde mutlak bir sürat, mutlak bir sürat içinde mutlak bir kolaylık, mutlak bir kolaylık içinde mutlak bir cömertlik” görür. Bu gözlem, sıradan bir tasvir değil; varlık kitabını okumaya davet eden bir hakikatin beyanıdır. Çünkü kâinat, başıboş ve manasız bir sahne değil; her satırı hikmetle yazılmış, her noktası bir kudretin mührünü taşıyan ilahî bir kitaptır.

Hikmet ve Edebî Boyut

Varlıkların yaratılışındaki intizam, adeta ilahî kudretin yazdığı bir şiirdir. Zerrelerin titremesi, yaprakların düşmesi, yıldızların dönmesi, hepsi bir ahenk içinde. “Tesadüf” kelimesi bu kadar sanatlı bir nakış karşısında sönük kalır. Çünkü tesadüf, sanatı bozarken; kudret, sanatı mükemmelleştirir. Her şeyin en güzel şekilde, en kolay tarzda ve en mükemmel ölçüde var olması, “Sani-i Zülcelal”in hatemini yani imzasını gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm bu hakikate defalarca dikkat çeker:

> “O ki, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır.” (Secde, 32/7)
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiyâ, 21/16)

Tarihî ve İbretli Yön

Tarih boyunca insanlık, kâinatı anlamak için farklı yollar denemiştir. Antik çağ filozofları unsurlara (toprak, su, hava, ateş) bakarak açıklama getirmeye çalıştı; Orta Çağ’da yıldızların düzeni insan için kaderin sembolü sanıldı; modern çağda ise bilimsel yöntemle varlık incelenmeye başlandı. Fakat hangi asırda olursa olsun, kâinatta görülen intizam ve ölçü, insanı tek bir hakikate götürdü: Her şeyin üstünde, her şeyi idare eden bir irade vardır.

İlmi ve Bilimsel Yön

Bilim bize şunu gösteriyor: Atomun içinde elektronlar ışık hızına yakın bir süratle dönüyor; göklerde ise galaksiler milyarlarca ışık yılı uzaklıkta, kusursuz bir düzen içinde hareket ediyor. İlginç olan şu ki: Bu kadar sürat ve genişlik içinde mükemmel bir kolaylık var. Bir hücre kendi DNA’sını kopyalarken, milyarlarca bilgiyi hatasız işliyor; bir arı peteğini yaparken altıgeni kusursuz çiziyor. Bu kolaylık, bilinçsiz maddelere yüklenemez. Çünkü akılsız bir zerre, akılları hayrette bırakan bir düzen ortaya koyamaz.

Kur’ân bu noktaya işaret eder:

> “Güneş de kendi belirlenmiş yörüngesinde akıp gider. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn, 36/38)
“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 54/49)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Kâinatta görülen intizam, insana bir ders de verir: Hayatını da bu ilahî ölçü ve denge üzerine kur. Nasıl ki tabiatta ölçü ve hikmet hâkimdir, toplum hayatında da adalet, denge ve ahlâk hâkim olmalıdır. İnsan nefsinin hoyratlığıyla ölçüyü bozarsa, kâinatta kurulan intizamı kendi hayatında bozar. Bu nedenle Kur’ân, sadece göklerin düzeninden değil, insanların adalet ve ahlak düzeninden de bahseder:

> “Gerçekten Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl, 16/90)

Akli ve Mantıki Yön

Mantıki bir sorgulama yaptığımızda şunu görürüz:

Tesadüf, intizam doğuramaz.

Kör bir sebep, hikmetli bir sonuç veremez.

İlimden ve iradeden yoksun madde, ilim ve irade eseri olan sanatı ortaya koyamaz.

O halde zerreden kürreye kadar her şeyde görülen bu eşsiz düzen, mutlak kudret ve ilim sahibi bir Zât’ı zaruri olarak gösterir.

Kur’ân bu akli delili şöyle ifade eder:

> “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

Sonuç

Zerrelerden yıldızlara kadar her şey, aynı mühürle damgalıdır. O mühür, “Her yerde hazır, hiçbir şeyden gizlenmeyen, hiçbir şeyin kendisine ağır gelmediği” Zât-ı Akdes’in mührüdür. Varlığın her satırı, insana sürekli şu hakikati fısıldar: “Beni yapan birdir, beni idare eden birdir, beni rızıklandıran birdir.”

Özet

Kâinatta mutlak genişlik, sürat, kolaylık ve cömertlik vardır.

Her şeyde mükemmel bir sanat ve intizam gözlemlenir.

Bu intizam, tesadüf veya sebeplerle açıklanamaz; yalnızca mutlak kudret ve ilim sahibi Allah’ın eseri olabilir.

Tarih, bilim ve mantık hep bu hakikate işaret eder.

İnsan, bu intizamdan ders almalı; hayatını adalet, ölçü ve ahlaka göre düzenlemelidir.

Ayetler de bu gerçeği teyit eder: “Her şeyi bir ölçü ile yarattık” (Kamer, 54/49).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Meyveler Kudretin Kelimeleri, Kalp Rahmân’ın Arşıdır

Meyveler Kudretin Kelimeleri, Kalp Rahmân’ın Arşıdır

“Evet nar, elma ve dut gibi musanna meyveler birer kelime-i kudrettirler. Esmâ-i İlâhiye’yi ilân edip okutturuyorlar. Onların hayatlarının gayeleri bu gibi emirlerdir. Yoksa bu meyvelerin suretlerinin gayeleri olan yenilmek, gaye-i hayatları değildir. Ancak, gaye-i mevtleri olabilir. Yâni ölümlerinin bir gayesidir. Fakat sâir zevilhayat, bütün gayelerde sana müsâvi olamaz. Çünkü câmi’ âyine sendedir. Sen dahi, senden çok aşağı olanlardan daha aşağı olma. Mü’minin kıymetini ilân eden şu hadîs-i kudsî sana kâfidir:

لاَ يَسَعُنٖى اَرْضٖى وَلاَ سَمَائٖى وَلٰكِنْ يَسَعُنٖى قَلْبُ عَبْدِ الْمُؤْمِنِ

Ve hem yine bu beyte nazar et:

مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمٖينْ ٭ اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنٖينْ ”
Nur’un İlk Kapısı

******

Nur’un İlk Kapısından çok ince bir hakikati ders veriyor: Meyveler, yalnızca yenilmek için değil; Allah’ın isimlerini ilan eden birer “kelime-i kudret”tir. Ve asıl maksat, insanın kalbinde tecelli eden ilahî isimleri okumaktır.

Nar, elma, dut gibi meyvelere bakıldığında, ilk bakışta akla gelen şey onların tadı, rengi ve yenilmeleridir. Fakat Bediüzzaman Said Nursî, bu basit bakışın ötesine çağırıyor. Zira her bir meyve, yalnızca gıda değil; kudretin yazdığı birer kelimedir. Onların hakiki gaye-i hayatı, Allah’ın isimlerini ilan etmektir. Yenilmeleri, aslında ölümlerine ait bir sonuçtur. Asıl hayat gayeleri ise, birer ayine olup Esmâ-i Hüsnâ’yı göstermeleridir.

Hikmet ve Edebî Yön

Meyveler, ilahî kudretin noktalı virgülleridir; bahar mevsimi ise bu kudret kitabının açılmış bir sayfasıdır. Nar, içindeki yüzlerce taneleriyle “Cemîl” ismini gösterir; elma, rengârenk nakışlarıyla “Latîf” ismini okutur; dut, küçücük bünyesinde yüzlerce tohumu ile “Mürekkib” ismini ders verir. Böylece her bir meyve, sessiz bir dil ile şunu söyler: “Ben yenilmek için değil, Yapanımı tanıtmak için varım.”

Kur’ân da bu dili açığa çıkarır:

> “O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (En’âm, 6/99)

Tarihî ve İbretli Boyut

Tarih boyunca medeniyetler meyveyi yalnız yiyecek değil, bir hikmet unsuru olarak görmüştür. Yunan filozofları, narı bereket sembolü yapmış; Çin kültürü, elmayı barışla özdeşleştirmiş; İslam medeniyeti ise meyveyi bir ayet gibi okumuştur. Bediüzzaman’ın getirdiği bakış, bu kadim anlayışı yeniden diriltmiştir: Meyve, yalnız dünyaya değil; ahirete işaret eder.

İlmi ve Bilimsel Boyut

Modern bilim, meyvenin bir mucize olduğunu daha iyi ortaya koyuyor. Bir nar tanesinde yüzlerce çekirdek vardır. Her çekirdekte ağacın bütün programı DNA ile yazılıdır. Minicik bir dut, içindeki onlarca tohumla adeta kâinatı saklar. Bu, “hikmetsiz bir tabiata” yüklenebilir mi? Kör tesadüf, her tanede milyarlarca bilgiyi yazabilir mi? Hayır. Bu düzen, bilinçli bir kudretin, ilahî bir iradenin işaretidir.

Kur’ân bu noktayı teyit eder:

> “O ki, her şeyi yarattı ve ona bir ölçü takdir etti.” (Furkan, 25/2)
“Yeryüzüne bir bakmazlar mı! Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik.” (Şuarâ, 26/7)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Meyvelerin ibret veren yönü, insanın da hayat gayesini hatırlatır. Meyve nasıl ki sadece yenilmek için değil, Esmâ-i İlâhiye’yi ilan için var ise, insan da yalnızca yaşamak, yemek, içmek için değil; iman ve marifet için yaratılmıştır. Bu yüzden insan, kendinden daha aşağı olan bir meyveden aşağı olmamalıdır. Meyve Esmâ’yı okurken, insan gafletle o Esmâ’yı unutursa, yaratılış hikmetine zıt bir konuma düşer.

Akli ve Mantıki Boyut

Mantıken şu netice çıkar:

Meyve, basit bir gıda değil; sanatlı bir mucizedir.

Mucizevi sanat, sanatkârsız olamaz.

Öyleyse her meyve, bir “kelime-i kudret”tir ve arkasında “Kudret-i Ezeliye”yi gösterir.

Kalbin Kâinata Sığmayan Değeri

Hadîs-i kudsî, bu hakikatin zirvesini gösterir:

> “Ne arzım ne semam beni içine almadı. Fakat mü’min kulumun kalbi beni içine aldı.”

Demek ki kâinat, Allah’ın azametini gösteren bir kitap; mü’minin kalbi ise O’nun marifetine mazhar olan bir arştır. Koca semavata sığmayan ilahî tecelliler, bir kalpte tecelli eder. Bu, insanın şerefini ve kulluğunun kıymetini ilan eder.

Kur’ân bu hakikati teyit eder:

> “Gerçekten biz insanı en güzel bir surette yarattık.” (Tîn, 95/4)
“Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn, 95/5)
İnsan, kalbini imanla arş-ı Rahmân’ın bir aynası yaparsa yükselir; gafletle boş bırakırsa, meyveden daha aşağı düşer.

Sonuç

Nar, elma, dut gibi meyveler sadece yenilecek şeyler değildir; onlar Allah’ın isimlerini okutan kudret kelimeleridir. Onların gerçek gayesi, Esmâ-i İlahiye’yi ilan etmektir. İnsanın da gayesi aynıdır. Kalbini imanla dolduran mü’min, kâinatın üstünde bir değer kazanır. Çünkü arza ve semaya sığmayan ilahî tecelliler, onun kalbine sığar.

Özet

Meyveler yalnızca yiyecek değil, kudretin kelimeleri ve ilahî isimlerin aynalarıdır.

Asıl gayeleri, Allah’ın isimlerini ilan etmektir; yenilmek ise ölümlerine ait bir sonuçtur.

Kur’ân, meyveleri ibret vesilesi olarak gösterir (Nahl 16/11; En’âm 6/99).

İnsanın gayesi de aynıdır: Allah’ı tanımak, marifetullah ve kulluktur.

Hadîs-i kudsîye göre, Allah’ın tecellileri mü’minin kalbine sığar.

İnsan, bu idraki kaybederse, bir meyveden daha aşağıya düşer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Gazze’nin Direnişi ve İsrail’in Yalnızlaşan Zalimliği

Gazze’nin Direnişi ve İsrail’in Yalnızlaşan Zalimliği

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay Zirvesi’nde dile getirdiği “Gazze’de 63 bin kişi katledildi, bu vahşeti durdurmamanın hiçbir izahı yoktur” sözleri, aslında insanlığın ortak vicdanına tercüman oldu. Çünkü artık Gazze’de akan kan, sadece Filistin’in meselesi değil; bütün dünyanın imtihanıdır.

Zulmün Sembolü: Gazze’de Bir Babanın Çığlığı

İşgalci İsrail’in son saldırısında, hamile bir anne ve bebeği hayatını kaybetti. Acılı baba, oğlunun cansız bedenini kucağına alıp “Lâ ilâhe illallah” diyerek feryat etti. Bu an, sadece bir babanın değil, insanlığın vicdanının da nasıl paramparça olduğunu gösterdi. Gazze’de çocuklar açlığa, ölüme ve zulme terk edilirken, dünya bu sahneleri canlı izliyor.

Dünya Ayağa Kalkıyor

Zulüm karşısında susmayan sesler çoğalıyor.

ABD’de İsrailli general Nadav Padan protesto edilerek “savaş suçluları için bağış toplamakla” suçlandı.

İngiltere’de Yahudi sanatçılar Filistin için seslerini yükseltti.

Barselona’dan başlayan Küresel Sumud Filosu, aktivistlerden akademisyenlere kadar 44 ülkeden insanla ablukayı kırmak için yola çıktı. Greta Thunberg’in “Sessiz kalmak suç ortaklığıdır” sözleri, Avrupa vicdanının uyanışını sembolleştirdi.

İtalya liman işçileri “Eğer İsrail bu filoyu engellerse, biz de İsrail’e tek bir çivi bile göndermeyiz” diyerek meydan okudu.

Bütün bunlar, İsrail’in giderek dünyadan tecrit edildiğini ve yalnızlaştığını gösteriyor.

ABD ve Batı’daki Çatlak Sesler

İsrail’in en büyük destekçisi olan ABD’de bile artık çatlak sesler yükseliyor. Trump’ın “İsrail bu savaşı sahada kazanıyor olabilir ama kamuoyu önünde kaybediyor” sözleri, batının Filistin konusundaki parçalanmış tutumunu ortaya koyuyor. Çünkü Gazze’de yaşananlar artık gizlenemez, örtülemez bir soykırıma dönüşmüştür.

Gazze: Avrupa’nın Vicdanını Uyandıran Ayna

İtalya’da okullarda çocukların Gazze için kumanya toplaması, Avrupa halklarının vicdanının yeniden canlandığını gösteriyor. Gazze, Batı için bir utanç aynasına dönüştü: İnsan haklarını, demokrasiyi, özgürlüğü dillerinden düşürmeyenler şimdi suskunlukla suç ortaklığı yapıyor.

Tarihin İbret Sahnesi

Kur’an, zalimlerin akıbetini bize haber verir:

> “Allah, zalimleri asla sevmez.” (Âl-i İmrân, 57)
“Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmederlerken azap onları yakalayıverdi.” (Nahl, 113)

Bugün İsrail ve ortakları, tarihin ibret sahnesinde zalimler safında yer alıyor. Zulümle abad olamayacaklar. Gazze’nin mazlum çocukları, belki dünyada en ağır imtihanı yaşıyor ama onların kanı insanlığın vicdanını diriltiyor.

Sonuç: Bataklığa Saplanan Zalimlik

İsrail ve destekçisi ABD, adım adım bataklığa saplanıyor. Gazze ise, mazlumiyetin ve direnişin sembolü olarak tarihe geçiyor. Zalimler kaybedecek, mazlumların duası ve sabrı kazanacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Yahudilerin Durumlarını Belirten Ayetler

Yahudilerin Durumlarını Belirten Ayetler

Ayetlerde Yahudilerin genel durumları özetle anlatılmıştır

  1. İnkar, İsyan ve Peygamberleri Öldürmeleri

Sure / Ayet / Kısa Meal

Âl-i İmrân 21-22 .
Allah’ın ayetlerini inkâr eden, peygamberleri ve adalet isteyenleri öldürenlerin amelleri boşa çıkmıştır.

Bakara 61
Zillet ve meskenete uğratıldılar; Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri öldürmeleri sebebiyle gazaba düçar oldular.

Bakara 87
Musa’ya kitap verildi, ardından peygamberler geldi; onlar hoşlarına gitmeyeni yalanladılar, kimini öldürdüler.

Bakara 91
“Biz sadece bize indirilene inanırız” dediler; Kur’an’ı inkâr ettiler. Daha önce peygamberleri öldürmüştünüz!

Nisâ 155
Ahitlerini bozdular, ayetleri inkâr ettiler, peygamberleri öldürdüler; kalpleri mühürlendi.

Mâide 70
Allah peygamberlere itaat etmeleri için İsrailoğullarından söz aldı; ama kimini yalanladılar, kimini öldürdüler.

  1. Kalplerinin Mühürlenmesi ve Sapmaları

Sure / Ayet / Kısa Meal

Bakara 88
“Kalplerimiz örtülüdür” dediler; Allah onların kalplerini küfürleri sebebiyle mühürledi.

Nisâ 153
Kitap ehli, Musa’dan daha büyük şeyler istemiş, sonra buzağıya tapmışlardı.

Mâide 13
Verdikleri sözleri bozmaları sebebiyle lanetlendiler, kalpleri katılaştırıldı; kelimeleri yerlerinden değiştirdiler.

  1. Tevrat’ı Tahrif Etmeleri ve Kitapla Oynayışları

Sure / Ayet / Kısa Meal

Bakara 75
İçlerinden bir grup, Allah’ın kelamını işittikten sonra bile bile tahrif ediyordu.

Bakara 79
“Kitabı kendi elleriyle yazıp sonra ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun.”

Mâide 41
Yahudiler kelimeleri yerlerinden değiştirir, yalan uydurur; bu inkâr edenlere Allah’ın gazabı vardır.

Cuma 5
Tevrat’ı taşımakla yükümlü olup da onunla amel etmeyenlerin hali, kitap yüklü eşek gibidir.

  1. Allah’a İsyan ve Kibirleri

Sure / Ayet / Kısa Meal

Bakara 55-56
Musa’ya, “Allah’ı açıkça görmedikçe inanmayız” dediniz, yıldırım sizi çarptı.

Bakara 246
Peygamberlerinden savaş için hükümdar istediler; sonra savaş emri gelince çoğu geri döndü.

Mâide 18
“Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler; Allah: “Öyleyse niçin günahlarınız sebebiyle sizi cezalandırıyor?” buyurdu.

Mâide 64
“Allah’ın eli bağlıdır” dediler; bu sözlerinden dolayı lanetlendiler, aralarına kıyamete kadar kin ve düşmanlık kondu.

  1. Hıyanetleri ve Fesatları

Sure / Ayet / Kısa Meal

Mâide 41
Yalan dinleyen, haram yiyen bir topluluktur.

Tevbe 30
Yahudiler “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler; bu sözleri küfürdür.

Bakara 120
Yahudi ve Hıristiyanlar senin dinine uymadıkça senden asla razı olmazlar.

🌿 Genel Değerlendirme

Kur’ân, Yahudilerin:

Peygamberleri öldürmeleri

Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri

Kitabı tahrif etmeleri

Kibir ve fesat çıkarmaları

Zillet ve Allah’ın gazabına uğramaları gibi halleri tekrar tekrar ele almıştır.

*****

Ayrıca bakınız:

https://www.kuranvemeali.com/yahudiler-ile-ilgili-ayetler

https://tesbitler.com/index.php?s=Yahudi
Ve devamı…

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

İlahi Adaletin Tecellisi: Mücahid Bir Hayvanın Mersiyesi ve Zalimlerin Akıbeti

İlahi Adaletin Tecellisi: Mücahid Bir Hayvanın Mersiyesi ve Zalimlerin Akıbeti

Tarih boyunca zulmeden, hıyanet eden, insanlık değerlerini hiçe sayan güçler, görünürde kuvvetli olsalar da nihayetinde ilahî adaletin tokadını yemişlerdir. Allah, hainlere, zalimlere ve münafıklara “asla ve asla müsaade etmez; onları zulmünde boğar.” Bu ilahî hakikat, gerek Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde, gerekse tarihin şahit olduğu hadiselerde defalarca ortaya çıkmıştır.

Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, Netanyahu, Trump ve benzerlerinin adaletsizliği, aynı ilahî kanunun cari olduğunu göstermektedir. Zira “Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bileceklerdir” (Şuarâ, 26:227).

İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin “Mücahid Bir Hayvan Mersiyesi”nde anlattığı olay da bu hakikatin tarihî bir yansımasıdır. Yunan Kralı Aleksandros’un, kendi maymunu tarafından ısırılıp ölmesi; İngiltere-Yunanistan’ın Anadolu işgal planlarını akamete uğratması; görünürde küçük, hakikatte büyük bir ilahî müdahaledir.

Tarihî Hadisenin Özeti

İngiltere ile Yunanistan, Anadolu’yu işgal etmek için gizli bir anlaşma yapar.

Elli bin kişilik Yunan ordusu, İngiltere tarafından desteklenerek Anadolu’ya saldırtılacaktır.

Planların uygulanacağı günlerden hemen önce, Yunan Kralı Aleksandros evinin bahçesinde maymunu tarafından ısırılır.

Kan zehirlenmesi sonucu hayatını kaybeder.

Yunan başbakanı Venizelos ve İngiliz başbakanı Lloyd George’un bütün planları alt üst olur.

Lloyd George bu olayı “tarihin akışını değiştiren bir hadise” olarak nitelendirir.

Hikmet Boyutu

  1. Allah’ın Orduları
    Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:
    “Rabbinin ordularını Ondan başkası bilemez.” (Müddessir, 74:31)
    Bu hadise, ilahî ordunun sadece insanlardan değil; hayvanlardan, hatta görünmez sebeplerden de oluştuğunu gösterir.
  2. Zulümle Abad Olunmaz
    Zalimlerin hesabı, görünürde hiç hesaba katmadıkları küçük bir sebep ile bozulur. Tarih boyunca Nemrud’u sivrisinek, Firavun’u deniz, Ebrehe’yi ebabil kuşları helak etmiştir. Yunan Kralı’nın akıbeti de bu zincirin bir halkasıdır.
  3. Duanın Gücü
    Bediüzzaman’ın işgale karşı sabahlara kadar ettiği dualar, bu hadiseyi manevî planda hazırlayan bir sebep olmuştur. Kur’an, duanın gücünü şöyle ifade eder:
    “Rabbiniz şöyle buyuruyor: “Bana dua edin, size cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, yakında perişan bir halde cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 40:60)

İlmî ve Mantıkî Yön

Olayın tıbbî yönü, bir maymun ısırığının enfeksiyon ve sepsis yoluyla ölüme sebep olabileceğini göstermektedir. İlmi açıdan bu “tabii bir sebep”tir.

Ancak bu küçük sebebin, milyarlarca insanın kaderini değiştiren siyasî bir sonuç doğurması, tesadüfün ötesinde bir ilahî plânı işaret etmektedir.

Mantıkî olarak da, büyük zulümlerin çoğu defa en küçük sebeplerle yıkılması, kainatın işleyişinde gizli bir adalet mekanizmasının varlığını teyit eder.

Sosyal ve Siyasî Yön

Bir kralın ölümü, sadece bir kişinin hayatını kaybetmesi değildir; milletlerin mukadderatını değiştirir.

Bu olay, mazlum Anadolu halkının işgale uğramasının önüne geçerek tarihin akışını değiştirmiştir.

Aynı zamanda zalim devletlerin içindeki kırılganlık ve güçsüzlüğü gözler önüne sermiştir.

Ahlakî ve İbretli Yön

Bu hadise, insana şunu öğretir: Ne kadar güçlü olursan ol, Allah’ın kudreti karşısında bir hiçsin.

Zulmedenler için bir uyarıdır: Kendi evinin bahçesinde, kendi beslediği hayvanınla helake uğrayabilirsin.

Mazlumlar için ise bir tesellidir: Allah, en umulmadık yerden yardım eder.

Ayetlerle Destek

“Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.” (Bakara, 2:258)

“Nice memleket vardır ki Rabbin onu zulmederken yakalayıvermiştir. İşte onların dönüşü helâktir.” (Hac, 22:45)

“Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3:54)

“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bileceklerdir.” (Şuarâ, 26:227)

Sonuç ve Değerlendirme

Bediüzzaman’ın maymun için yazdığı mersiye, sadece bir hayvan için ağıt değildir. O, zulme karşı Allah’ın ilahî ordularından bir nefer olmuştur. Bu olay, tarihî bir dönemeçte Anadolu’yu istiladan kurtarmış, zalimleri maskara etmiştir.

Bugün de Netanyahu, Trump ve benzerleri, aynı ilahî kanunla karşı karşıyadır. İster devlet başkanı olsun, ister küresel güç sahibi, zulmün sonu hüsrandır. Allah mazlumların yanındadır ve zalimleri kendi tuzaklarında boğar.

Özet

Allah zalimlere müsaade etmez; onları küçük sebeplerle helak eder.

Yunan Kralı’nın maymun tarafından ısırılıp ölmesi, Anadolu işgalini engellemiş; ilahî adaletin bir tecellisi olmuştur.

Kur’an’da, Allah’ın ordularının çeşitliliği, duanın gücü ve zalimlerin akıbeti defalarca hatırlatılır.

Hadise hem tarihî hem ilmî hem de manevî boyutlarıyla ibret vericidir.

Günümüzdeki zalimler için de bir uyarı ve mazlumlar için tesellidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Hayatın Sırrı: Kelime-i Kudret, Âyine-i Ehadiyet, İbadet ve Muhabbet

Hayatın Sırrı: Kelime-i Kudret, Âyine-i Ehadiyet, İbadet ve Muhabbet

“Hayatın sureti ise şudur: Hayatın bir kelime-i mektube ve hem mesmuadır. Esmâü’lHüsnâ’ya delâlet eder.

   Hakikat-ı hayatın da budur: Tecelli-i ehadiyete âyinelik etmektir.

   Hayatın saâdet ve kemâli ise; hayatın âyinesine temessül edene karşı, şuur ile muhabbet ve şevk ile ibâdet etmektir.”
Nur’un İlk Kapısı

******

Hayat, insana verilmiş en büyük nimetlerden biridir. Ancak çoğu zaman hayatı yalnızca yemek, içmek, yaşamak ve ölmek gibi dünyevî sınırlarda ararız. Oysa Bediüzzaman Said Nursî, hayatı üç yönüyle tanımlar:

  1. Hayat bir kelime-i mektubedir; yani Allah’ın isimlerini yazdığı okunabilir bir kelimedir.
  2. Hayatın hakikati tecelli-i ehadiyete ayna olmaktır; yani her bir can, Allah’ın birliğini ve isimlerini yansıtan özel bir ayna gibidir.
  3. Hayatın kemali ise şuur ile muhabbet ve ibadet etmektir; yani hayat, ancak bilinçli kulluk ve sevgiyle anlam kazanır.

Bu üç bakış açısı, hayatı hem hikmetli hem de ibretli bir ders haline getirir.

Hikmet ve Edebî Boyut

Hayat, bir kelime-i kudrettir. Her canlı, kudret kaleminin yazdığı bir cümledir. Çiçekler renkleriyle, kuşlar ötüşleriyle, insanlar akıl ve kalpleriyle Allah’ın isimlerini dillendirirler. Bu yüzden hayat sadece işitilen bir ses değil, aynı zamanda okunan bir mektuptur.

Kur’ân bu noktaya işaret eder:

> “O ki, hayatı ve ölümü yarattı; hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için…” (Mülk, 67/2)
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun rızkını üzerine almamış olsun.” (Hûd, 11/6)

Tarihî ve İbretli Boyut

İnsanoğlu, tarih boyunca hayatın anlamını sorgulamıştır. Firavun, hayatı saltanat ve güçte aramış; fakat sonunda yok olmuştur. Peygamberler ise hayatın gayesini Allah’a kullukta görmüşlerdir. Bu fark bize gösteriyor ki: Hayat, şuur ve muhabbetle ibadete yönelmezse, sahibini zayi eder.

İlmi ve Bilimsel Boyut

Bilim hayatın mucizevî yönünü açığa çıkarır:

Bir hücrenin içindeki DNA, milyarlarca bilgiyi taşır. Bu, hayatın “mektup” olduğunun biyolojik delilidir.

Kalbin atışı, kanın dolaşımı, beynin sinyalleri — hepsi hayatın “mesmu” yani işitilen bir senfoni gibi olduğunu gösterir.

Her canlı, çevresiyle sürekli ilişki içindedir. Bu da onun “ehadiyet tecellisine” bir ayna olduğunu ortaya koyar. Çünkü her varlık, diğer bütün varlıklarla bağ kuran bir düzen içinde yaratılmıştır.

Kur’ân bu ilmi gerçekleri hikmetli bir şekilde dile getirir:

> “Sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan yarattık…” (Mü’minûn, 23/12-14)
“Her canlı sudan yaratıldı…” (Enbiyâ, 21/30)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Hayat, bireysel bir emanet değil; toplumsal bir sorumluluktur. İnsan hayatı yalnızca kendisi için yaşadığında küçülür; başkalarının faydasına yaşadığında büyür. Bu yüzden Kur’ân, hayatı korumayı en temel ahlâkî görevlerden biri sayar:

> “Kim bir canı, haksız yere öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.” (Mâide, 5/32)

Akli ve Mantıki Boyut

Hayatın gayesini akıl ve mantıkla sorguladığımızda şu netice çıkar:

Hayat, sadece yemek, içmek ve çoğalmaktan ibaret olsaydı, akıl ve kalp gibi yüksek cihazlara gerek kalmazdı.

İnsan, hayvanlardan farklı olarak sanat, ibadet, muhabbet ve şuurla yaşamak için yaratılmıştır.

O halde hayatın kemali, akıl ve kalbi Allah’a yöneltmekle gerçekleşir.

Sonuç

Hayat, Allah’ın isimlerini gösteren bir mektuptur. Her canlı, O’nun isimlerini ilan eder. İnsan hayatının hakikati, tecelli-i ehadiyete ayna olmaktır. Hayatın en yüce saadeti ise, Allah’a şuur ile bağlanmak, muhabbetle yönelmek ve ibadetle kemale ermektir. İnsan, bu anlamı idrak ettiğinde, hayatı ebedî bir kıymet kazanır.

Özet

Hayat bir “kelime-i mektube”dir; Allah’ın isimlerini okutan bir varlıktır.

Hakikat-i hayat, tecelli-i ehadiyete ayna olmaktır.

Hayatın kemali, şuurla muhabbet ve ibadet etmektir.

Kur’ân ayetleri, hayatın gayesini Allah’a kulluk ve marifet olarak gösterir (Mülk 67/2, Enbiyâ 21/30).

Tarihî tecrübeler, hayatı Allah’a bağlamayanların hüsrana uğradığını, imanla yaşayanların ise ebedî saadete ulaştığını gösterir.

İlim, biyoloji ve tabiat gözlemleri, hayatın mucizevî bir mektup olduğunu isbat eder.

Sosyal ve ahlâkî açıdan hayat, hem bireysel emanet hem toplumsal sorumluluktur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Hayatın Mahiyeti: İnsanın Varlık Kitabındaki Yeri

Hayatın Mahiyeti: İnsanın Varlık Kitabındaki Yeri

“Hem senin gaye-i hayatın bunlar olduğu gibi, mâhiyet-i hayatın da şunlardır:

   1- Âsâr-ı esmâ-i İlâhiye’nin garâibinin fihristesi,

   2- Şuûn ve sıfât-ı İlâhiye’nin fehmine bir mikyas,

   3-Afâkî âlemlere bir mîzan,

   4- Âlem-i kebirin bir enmûzeci,

5- Kâinatın bir haritası,

   6- Şu kitâb-ı kebirin bir fezlekesi,

   7- Defâin ve künuz-u mahfiyeyi açacak anahtarların mahzenidir. İşte mâhiyet-i hayatın budur.”
Nur’un İlk Kapısı

*******

Nur’un İlk Kapısı’nda hayatın mahiyetine dair bu yedi maddelik tasvir, insanın kâinattaki konumunu ve değerini anlatan en derin derslerden biridir.

İnsanoğlu tarih boyunca, “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusunun cevabını aramıştır. Felsefe, bilim, sanat ve din bu arayışın farklı pencereleridir. Bediüzzaman Said Nursî, hayatın mahiyetini yedi temel boyutta özetleyerek bu arayışa hikmetli bir cevap verir. Bu yedi madde, insanın sıradan bir varlık olmadığını, bilakis kâinat kitabının özeti ve anahtarı olduğunu gösterir.

Kur’ân bu gerçeği şöyle dile getirir:

> “Biz insanı en güzel surette yarattık.” (Tîn, 95/4)
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler… Onu insan yüklendi.” (Ahzâb, 33/72)

  1. Esmâ-i İlâhiye’nin Fihristesi

İnsan hayatı, Allah’ın isimlerinin yansımalarını taşır. Görmek — Basîr ismini, işitmek — Semî‘ ismini, konuşmak — Kelâm sıfatını, sevmek — Vedûd ismini gösterir. İnsan, bütün bu isimlerin bir araya geldiği canlı bir fihristtir.

  1. İlâhî Sıfatları Anlamaya Ölçü

İnsanın aklı, kalbi ve duyguları Allah’ın sıfatlarını anlamak için bir ölçü gibidir. Biz “görmek, işitmek, bilmek” gibi fiilleri kendimizde gözlemleyerek, sonsuz derecede mükemmel olan Allah’ın görmesini, işitmesini ve bilmesini akledebiliriz.

Kur’ân’da:

> “O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 42/11)
İnsan bu ayeti anlamak için kendindeki işitme ve görmeyi bir mikyas olarak kullanır.

  1. Âfâkî Âlemlere Mîzan

İnsan, kâinatı anlamak için bir ölçüdür. Küçücük bedeniyle evrendeki düzenin farkına varır. Mesela kalpteki kan dolaşımı, güneş sistemindeki döngülere bir ölçü olur. İnsan kendi küçük âleminde gördükleriyle, büyük âlemi idrak eder.

  1. Âlem-i Kebîrin Bir Nümûnesi

İnsan küçük bir âlemdir (mikrokozmos). Göz, bir güneş gibidir; damarlar, nehirler gibidir; akıl, kâinatta işleyen nizamın bir aynası gibidir. Bu yüzden insana “küçük âlem” denmiştir.

Kur’ân:

> “Biz onlara dış âlemlerinde ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz…” (Fussilet, 41/53)

  1. Kâinatın Bir Haritası

İnsan, kâinatın haritası gibidir. Gözde ışık, kulakta ses, dilde tat, kalpte sevgi vardır. Kâinattaki unsurların küçük birer karşılığı insanda mevcuttur. Bu yüzden insan, “eşref-i mahlûkat”tır.

  1. Kitâb-ı Kebîrin Bir Özeti

Kâinat büyük bir kitap, insan onun özetidir. Nasıl bir kitabın fihristinde bütün başlıklar toplanırsa, insanda da bütün kâinatın manası toplanmıştır.

Kur’ân, insana bu özelliği hatırlatır:

> “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31)

  1. Gizli Hazinelerin Anahtarı

İnsanın kalbi ve aklı, kâinatın sırlarını açacak bir anahtar mahzenidir. İlim, sanat, keşifler hep bu hazinelerden doğar. Maddî ilimler tabiat sırlarını açarken, manevî ilimler Allah’ın isimlerini keşfeder. İnsanın mahiyeti, hem kevnî âlemin hem de manevî âlemin hazinelerini açacak anahtarları taşır.

Kur’ân:

> “Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara, 2/29)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Bu yedi hakikat, insana büyük bir sorumluluk yükler: İnsan, kâinatın özeti olduğundan, hayatını basit arzulara indirmemelidir. İnsanlık, tarihte bu sorumluluğu unuttuğunda Firavunlar zulmetmiş, Nemrutlar azgınlaşmış, kavimler helak olmuştur. Ama peygamberler ve salihler, insan mahiyetinin kıymetini bilmiş ve insanlığa ışık tutmuştur.

Akli ve Mantıki Boyut

Mantıken şunu görürüz:

İnsandaki bu kabiliyetler tesadüfle izah edilemez.

Kâinatın özeti olan insanın gayesi sadece yemek, içmek, üremek olamaz.

Bu kabiliyetlerin en makul gayesi, Allah’ı tanımak ve kulluk etmektir.

Sonuç

İnsan, kâinatın küçük bir haritası, Allah’ın isimlerinin fihristi, gizli hazinelerin anahtarıdır. Onun hayatı, yalnızca dünyevî değil, ebedî bir anlam taşır. İnsan bu hakikati kavradığında, hem dünyasını mamur eder hem de ahiretini kazanır.

Özet

İnsanın mahiyeti yedi temel boyutta açıklanır: İlâhî isimlerin fihristi, sıfatları anlamaya ölçü, âlemlere mîzan, âlem-i kebîrin numunesi, kâinatın haritası, kitab-ı kebîrin özeti, gizli hazinelerin anahtarı.

Kur’ân ayetleri bu gerçeği destekler (Tîn 95/4, Bakara 2/31, Fussilet 41/53).

Tarihî tecrübeler, bu mahiyeti unutanların hüsrana uğradığını gösterir.

Bilim, insanın kâinatla olan derin ilişkisini ortaya koyar.

Sosyal ve ahlâkî açıdan insan, sorumluluğu ve emaneti yüklenen varlıktır.

Mantıken, bu mahiyetin en makul gayesi Allah’ı tanımak ve ibadet etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025

Hayatın Dokuz Emri: İnsanın Varlık Serencamı

Hayatın Dokuz Emri: İnsanın Varlık Serencamı

Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmali “dokuz emir”dir: 

   Birincisi: Vücudunda dercolan mîzanlarla rahmetin hazinelerindeki müdehheratı tartmaktır.

   İkincisi: Fıtratındaki cihazatın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiyenin gizli definelerini açmaktır.

   Üçüncüsü: Kardeşlerin olan diğer mevcûdâtın enzârında, esmâ-i İlâhiye’nin garip cilvelerinin nümûnelerini hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

   Dördüncüsü: Hâl ve kâlin ile, dergâh-ı rubûbiyetinde ubûdiyeti ilân etmektir.

   Beşincisi: Bir padişahtan çeşit çeşit nişanlar almış ve o nişanlarını takıp, padişahının nazarında görünmek gibi; sen de, esmâsının cilvelerinin verdikleri murassaât ile süslenmiş olduğunu bilerek, Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûd ve işhadına görünmektir.

   Altıncısı: Zevilhayatların tezâhürât-ı hayatları olan tahiyyatlarıyla ve tesbihâtları olan rumuzât-ı hayatlarıyla, Vâhibü’l-Hayat’a arz-ı ubûdiyetlerini fehmedip müşâhede ederek görüp göstermektir.

   Yedincisi: Hayatına verilen ilim ve kudret ve irâdet gibi sıfât ve hallerinden cüz’î nümûneleri mikyas ederek, Hâlıkın sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini fehmetmektir. Meselâ: Nasıl ben, cüz’î ilim ve irâde ve iktidarımla bu evi böyle muntazam yaptım ise, bu kasr-ı âlemin bânisi de, kasr-ı âlemin büyüklüğü nisbetinde Kadîr ve Alîm ve Hakîm’dir.

   Sekizincisi: Şu mevcûdâtın herbirinin kendine mahsus bir lisan ile söylediği tevhid ve rubûbiyet-i Sânia dair kelimatını fehmetmektir.

   Dokuzuncusu: Acz ve fakr derecelerinin emsâliyle, kudret-i Sâni’in ve gına-yı İlâhiye’nin derecât-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacatın enva’ı miktarınca lezzet-i taamın enva’-ı derecâtı anlaşılıyor. Öyle de; gayr-ı mütenahî acz ve fakrın ile, Sâni’in gayr-ı mütenahî kudret ve gınasının derecâtını fehmetmektir.”
Nur’un İlk Kapısı

******

Nur’un İlk Kapısı’nda geçen “hayatın dokuz emri” insanın hayatının hakiki gayesini en özlü biçimde ortaya koyuyor. Bu emirler sadece birer manevî düstur değil; aynı zamanda insanın ilmî, ahlâkî, sosyal ve fıtrî yol haritasıdır.

İnsan, sadece biyolojik bir varlık değil; kâinat kitabının canlı bir fihristi, ilâhî isimlerin parlak bir aynasıdır. Said Nursî’nin “hayatın dokuz emri” diye özetlediği hakikatler, insanın hem varlık içindeki konumunu hem de Yaratıcı’ya karşı kulluk vazifesini ortaya koyar. Kur’ân da bu hakikatleri teyit eder:

> “Ben cinleri ve insanları, yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

  1. İlâhî Rahmetin Hazinelerini Tartmak

İnsanın vücuduna yerleştirilen ölçüler —göz, kulak, akıl, his— adeta ilâhî rahmetin hazinelerini tartan bir terazidir. Tad alma duyusu nimetin, göz görme nimeti sanatın, akıl ise hikmetin tartıcısıdır.

Kur’ân:

> “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız.” (Nahl, 16/18)

  1. Esmâ-i İlâhiye’nin Gizli Hazinelerini Açmak

İnsana verilen kabiliyetler, Allah’ın isimlerini açan anahtarlar gibidir. İlim, Alîm ismine; kudret, Kadîr ismine; merhamet, Rahîm ismine açılır. İnsan kendi varlığında bu isimleri tanır.

  1. Eşyaya İlâhî İsimlerin Tezahürünü Teşhir Etmek

İnsan, hayatıyla kâinattaki diğer varlıklara karşı Allah’ın isimlerini ilan eder. Mesela şefkat, Rahmân ismini gösterir; adalet, Âdil ismini temsil eder. İnsan bu yönüyle kâinatta bir “teşhir memuru” gibidir.

  1. Hâl ve Kâl ile Kulluğu İlan Etmek

İnsanın asıl vazifesi, sadece sözle değil hâl ve davranışla da kulluğunu göstermektir. Ahlâk, ibadetin en yüksek delilidir.
Kur’ân:

> “Rabbine ibadet et ve sabret.” (Müzzemmil, 73/10)

  1. İlâhî Nişanlarla Donanıp Allah’ın Nazarına Görünmek

İnsana verilen güzellikler, kabiliyetler, imkânlar ilâhî nişanlardır. Tıpkı padişahından nişan almış bir askerin onları takarak huzura çıkması gibi, insan da esmâ-i İlâhiyye’den gelen süslerle Allah’ın huzurunda durur.

  1. Diğer Canlıların Tesbihatını Görmek

Hayat sahibi her varlık, kendine has bir dil ile Allah’ı zikreder. Kuşların ötüşü, arıların çalışması, denizlerin dalgalanışı hep bir tesbihtir. İnsanın vazifesi bu tesbihatı fark etmek ve kendi diliyle Allah’a arz etmektir.
Kur’ân:

> “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar Allah’ı tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.” (İsrâ, 17/44)

  1. İlâhî Sıfatları Anlamak İçin Kendindeki Misalleri Kullanmak

İnsan, kendisindeki cüz’î sıfatları ölçü alarak Allah’ın mutlak sıfatlarını idrak eder. Mesela küçük bir bilgi kırıntısıyla Alîm ismini, sınırlı kudretiyle Kadîr ismini fehmeder.

  1. Varlıkların Dilini Çözmek

Kâinattaki her şey, varlık diliyle tevhidi anlatır. Atomlardan yıldızlara kadar her şey, “Ben kendimden değilim, beni yaratan var!” der. İnsan, aklıyla bu dili çözmekle mükelleftir.

Kur’ân:

> “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)

  1. Acz ve Fakr ile İlâhî Kudreti Anlamak

İnsanın acziyeti ve fakrı, Allah’ın kudret ve zenginliğini anlamaya vesiledir. Açlık, nimetin lezzetini gösterdiği gibi; fakirlik, Allah’ın gınasını; güçsüzlük ise Allah’ın kudretini daha iyi tanıtır.
Kur’ân:

> “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise ganiyy ve hamîddir.” (Fâtır, 35/15)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Bu dokuz emir, insana sadece bireysel değil toplumsal bir sorumluluk da yükler. İnsan, diğer mahlûkatın hal diliyle yaptığı tesbihatı fark ederek tevazu kazanır. İlâhî isimleri yansıtarak adalet, merhamet ve hikmeti topluma taşır.

Akli ve Mantıki Boyut

İnsan hayatındaki cihazlar, sadece biyolojik ihtiyaçlar için verilmiş olsaydı, bu kadar yüksek kabiliyet izah edilemezdi.

Bu kabiliyetler Allah’ı tanımak, ibadet etmek ve kâinatın manalarını çözmek için verilmiştir.

Dolayısıyla hayatın gayesi, maddî lezzet değil; kulluk ve marifettir.

Sonuç

“Hayatın dokuz emri”, insanın varlık içindeki yerini özetler: İnsan bir terazi, bir anahtar, bir şahit, bir kul, bir süslenmiş memur, bir dinleyici, bir ölçü, bir tercüman ve bir fakirdir. Bütün bu vasıflar, onu Allah’a yönlendiren birer işarettir. İnsan bu gayeleri unutursa, hayatını boşa harcar.

Özet

Dokuz emir, insanın hayat gayesini açıklar: nimetleri tartmak, esmâya anahtar olmak, isimleri teşhir etmek, kulluğu ilan etmek, ilâhî nişanlarla görünmek, mahlûkatın tesbihatını görmek, sıfatları anlamak, varlıkların dilini çözmek, acz ve fakr ile kudreti idrak etmek.

Kur’ân’daki birçok ayet (Zâriyât 51/56, Nahl 16/18, İsrâ 17/44, Fâtır 35/15) bu hakikatleri destekler.

Tarihî ve sosyal açıdan bu emirler unutulduğunda insanlık zulme düşmüş; hatırlandığında ise medeniyetler yükselmiştir.

Mantıken bu kabiliyetler tesadüfî değil, marifetullah ve ubûdiyet için verilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 2nd, 2025